Print Friendly and PDF

AUGUSTINUS/ İtiraflar

Bunlarada Bakarsınız


Latinceden Çeviren: Çiğdem Duruşken

 

SUNUŞ

İTİRAFLAR ya da Tanrı'ya Sessiz Bir Haykırış

Augustinus’un 13 kitaplık Confessiones (itiraflar) adlı eseri yazarın kendi dilinden özyaşam hikâyesidir, dolayısıyla bu eser baştan sona okunup anlaşılmadıkça Hıristiyanlığın ve Batı felsefesinin en önemli şahsiyetlerinden biri olan Augustinus üzerine her okuma ya da her ça­lışma yarım kahr.ı Bu eser pagan bir babanın, koyu Katolik bir ananın ocağında yetişen ve kendisini bildiği yaştan itibaren Tanrı'yı arayan, nihayet Milano’daki bahçesinde duyduğu bir sesle irkilip Onu gönlün­de keşfeden bir düşünürün tövbesidir; Tanrı'yı bulmadan önceki ya­şantısında kendisini günahkar olarak nitelendiren, Tanrı'yı bulduktan sonraki yaşamında hafızasına üşüşen bütün günahlarını itiraf ederek arınan ölüme yazgılı bir insanın, ölümsüzlük karşısında bütün acizli­ğiyle boyun eğişi ve ruhani kata yükselerek yeniden dirilmesidir. Bu eser hakikati ararken düştüğü dünyanın kaynar kazanında debelenip duran, kimi zaman Manicilerin, kimi zaman Cicero’nun, kimi zaman Platon'un, kimi zaman Şüphecilerin öğretilerine dalan, ama hiçbirinde kaygıiarına şifa bulamayan kıpır kıpır bir ruhun sessiz çığlığıdır.

Augustinus’un bu eserde kullandığı dile hayran olmamak elde de­ğil. Çünkü eğitimini aldığı klasik hitabetin tadına doyulmayan incelik­leri, mükemmel bir Latinceyle ancak bu kadar örülebilir, ancak bu ka­dar baştan sona mecaz ve derin bir eser yaratılabilirdi. Bu yüzden Au­gustinus için itiraflar bir tövbekarın Tanrı’ya günah çıkarması olabilir, ama salt üslup zenginliği açısından değerlendirildiğinde, bu eser bü- [1]

tün edebiyatseverlerin yüreğine evrensel bir sesleniştir.

“Kim sende huzur bulmamı sağlayacak? Seni benim kalbime kim getire­cek, kim bu kalbi mest edip yaptığım kötülükleri bana unutturabilecek ve seni biricik iyiliğim olarak kucaklamama neden olacak? Benim için anlamın ne? Merhamet et ki konuşabileyim. Ben senin için neyim ki bana seni sev­memi buyuruyorsun, ben kimim ki seni sevmezsem, bana kızıyorsun ve be­ni büyük acılara salacağını söyleyip tehdit ediyorsun? Zaten seni sevmiyor­sam, bu az bir acı mı? Vah bana!”[2] [3] der Augustinus ve bu haykırışıyla inanç yolculuğunu başlatır. Edebiyat ve hitabet aşkı, mevki hırsları, dünyevi başarılar kazanma kaygısı, kadına duyduğu tedavisi mümkün olmayan müthiş tutku onu Ezeli ve Ebedi Olan’dan olabildiğince uzaklara savurmuş; rüzgârın önünde çaresizce oradan oraya sürükle­nen yaprak misali şu koskoca dünyada yana yakıla Tanrısını arayan bir mecnun kılmıştır. Sürekli sorar kendisine, Tanrı’yı nerede bulaca­ğım diye; sorulan arasında boğulur, acılara, karmaşaya, yanılgılara saplanır. Birliği ararken çokluğun içinde kaybolur, derin uçurumlara sürüklenir, varlığı yarılır, günahın girdabına batar. “Evet, sen o sıra su­suyordun ve ben kendi yolumda yürürken senden uzaklaştıkça uzaklaşıyor­dum, acınası kibrimle ve huzura erdiremediğim bu bitkin halimle sadece mutsuzluk üreten kısır tohumlar eke eke,”1 der Tanrısına, Ondan yarala­rına merhem olacağı güne eriştirmesini diler. Ama o zayıf, o çelimsiz, o aciz insan haliyle o mutlu günden o kadar uzaktadır ki. Dostlarında arar huzuru, ama gençliğinin baharında o dostlarla bahçelerden armut çalıp günah budalası olur. Kibir, hırs, onur, şöhret bir türlü yakasını bırakmaz, nereye baksa, nereye gitse bu zayıflıklar onu adım adım ta­kip eder, içimdeki insan dediği iç benliği ile dışımdaki insan dediği dış benliği sürekli savaş halindedir; iç benliği doyumsuz Hazzı[4] arar­ken, dış benliği bu hazzı bolluk ve taşkınlıkta, şehvette bulmaya çalı­şır; yasak olanı sırf yasak olduğu için yapmış olmayı haz sanır. Bu ya­rım haliyle Kartaca’ya geldiğinde, kendi deyimiyle tam anlamıyla ya­sak aşklarla kaynayan kazanın içinde bulur kendisini.[5] Etrafına bakı­nıp âşık olacağı bir nesne arar adeta ve batağa saplanır. Aşka âşık ola­cağına bir kadına âşık olur. Tragedyaya dadanır sonra, bu tür oyunları seyretmekten doyulmaz bir haz alır. Bu sahneleri seyrederken, içinde hissettiği o tuhaf acı ruhunu eritirken, bir yandan da müthiş bir sevinç verir. Ama istediği Sevinç, asla böyle hemen başlayan, hemen biten bir sevinç değildir, çünkü Augustinus hiç bitmeyecek bir Sevincin peşin­dedir. Karıaca’da hitabet eğitimine devam ettiği yıllarda Cicero’nun Hortensius adlı eseriyle tanışır. Bir solukta okur ve hitabet diline hay­ran olur. Bakış açısı değişir birden, bilgelik aşkıyla dolar. “Cicero’nun kitabında beni asıl cezbeden, şu ya da bufelşefe okuluna bağlanmamamızı, ne olursa olsun sadece bilgeliği sevmemizi, onu aramamızı, onun peşine düşmemizi, onu yakalamamızı ve ona sıkı sıkı sarılmamızı üğüdeyen ifade­lerdi. İşte beni heyecanlandıran, alev alev yakan bu ifadelerdi,” der.[6] Son­ra Kutsal Kitabı okumaya başlar, ama üslubunu Cicero’nun üslubuyla karşılaştırınca çok yavan bulur, üstelik sırlarla örülü, mecaz dilini hiç anlamaz. Çünkü yazık ki, o sırlara erişebilecek bir adam değildir he­nüz. İşte tam o döjıemde Manicilerin tuzağına düşer ve onların sadık bir dinleyicisi olur. Ama somut görüntüler, sahte cisimler, yani bir do­lu zırvalığı Hakikat diye yutturmaya çalışan bu insanların hiçbir öğre­tisinde Hakikati bulamaz.

Augustinus dünya haliyle hemhal olurken, Tanrı ya bütün gönlüy­le inanan ve Tanrı Yasası'ndan hiç sapmadan yaşamını sürdüren anne­si Monica, gece gündüz oğlu için gözyaşı dökerek yakarmakta ve Tan- rı'dan kendisine o mutlu günü, yani oğlunun doğru yola girdiği günü gıisterınesin i dilemekledir. Bir gece rüyasında İsa’yı görür ve Ondan oğlunun lıak yoluna gireceğine dair muştulu bir haber alır. Hatta daha sonraları hir ralıip kendisine cennetten çıkına bir laf eder ve “Huzıırla !.!,il, s en suğ oldukça hu döklüğil n gözyaşların yüzü suyu hürmetine oğlun asla ımılıvolmavacüklır,” der. Augustinus’a göre rahibin bu sözü anne­sinin ruhuna su scrpcr.

Ne yazık ki, o beklenen gün çok çok uzaklardadır. Çünkü Aııgus- liıms oıı dokuz yaşından yirmi sekiz yaşına kadar lanı anlanııyla yııl- dan çıkar, liırlü türlü hayaller peşinden koşturmaya başlar, aldanır ve aldatır. llilabel öğrelmenliğinc başlar aym yıIlarda; para kazanma hır­sının kölesi olur, yel nı i yormuş gibi kendisini asirolnjiyc, yani asiro- Ingların düzenbazlıklarına kaplırır. Bunların t e İkinle ri sonucunda, gü- 11alılarıııın sebebini göklerde aramaya başlar, Vcnus yıldızında ya da Sanırı lus'la veya Mars’la.

Tlıagasıe’dc lıiıahcı öğretmenliğine haşlar sonraki yıllarda. Orada kendisine çok yakın bir dost edinir; ayııı yaşlımla, aynı ilgileri paylaş­tığı hir dost. Ama onu da yoldan çıkarır ve kendi uçurumuna sürük­ler. Sonra hasıalanır hu dost, ateşler içinde yanar ve öleceği anlaşıldı­ğından valıiz edilir. Augusıinus dostunun valliz edilişine hiç iinenı vermez, onun ruhuııa ektiği zırva h ayal l er i koruyacağı n ı san ı r. Dostu iyileşir, Augusıinus da va lı i ziyle ilgi li şa kalar yapmaya kalkışır hem en, ama biç: de umduğu manzarayla karşılaşmaz. Çünkü dostunun gözün­de düşmanca bakışlar görür ve “Benimle dost kalmak istiyorsan sakın bir

lO

daha benim vaftizimle ilgili şaka yapma," diye azarlan ı r bir de. Donakalır Augustinus, ne diyeceğini bilemez. Eski sorular yeniden üşüşür zihni­ne. Ne olmuştur vaftizle? Ne yazık ki sorularına yanıt bulamadan, ca­nından çok sevdiği dostunu kaybeder. Bu olay onda büyük bir üzüntü yaraiır, gözyaşları sel olur akar, hiçbir şeyle teselli olmaz, doğduğu şe­hir onun için işkence odasından farksız bir görünüm alır. insanların ölümlü olduğunu unutup onları insandan başka bir şeymiş gibi sev­mek ne delilik!? Ama Augustinus bunun bir delilik olduğunun çok sonradan farkına varacaktır. Kalkar gider hemen o şehirden, Kartaca’- ya döner. Zaman acısına merhem olur, yeni edindiği dostlar sayesinde yarasını yavaş yavaş iyileştirir. Bu yeni dostlar, daha önce tatmadığı birtakım duygulan tattırır ona. “Oturup sohbet etmek mesela, birlikte gülmek, karşılıklı yardımlaşmak, birlikte kitap okumaktan zevk almak, bir­likte gülüp eğlenmek, birlikle ciddileşmek, nefrel uyandırmamaya dikkat ederek sanki kendi kendinizle konuşuyormuşçasına ara sıra tartışmak, na­dir de olsa yaşanan fikir ayrılıklarında orla yolu bulabilmek, birbirimize yeni bir şeyler öğrelmek, birbirimizden yeni hir şeyler öğrenmek, birisi bir yere gilli mi sabırsızlıkla yolunu gözlemek, geldiğinde de onu sevinçle karşı­lamak’,» diye tanımlar içten hissettiği bu duyguları. Ama o daha derin duygulan yaşamak ve dostlarıyla paylaşmak peşindedir. “Güzel nedir" diye sorar dostlarına bir ara. Sevdiği nesnelerde onu cezbeden, büyü­leyen nedir? Nesnelerin biçimlerindeki bütünlüğü keşfeder o anda, bir nesnenin başka bir şeye gayet güzel uyd.uğunu keşfeder, yani güzelliği ve oranı keşfeder; bedenin bir kısmının bütünüyle uyumuna hayran olur. Bu duygu yoğunluğuyla Güzellik ve Oran adında, sonradan kay­bolan bir kitap kaleme alır. Güzellik ve oranı keşfetmiştir, ama maddi [7] [8]

şekillerin güzelliğini ve oranını. Tanrı'mn yarattığı o muhteşem eserin güzelliğini ve oranını idrak edecek zihin aşamasına ermesi için daha c.;ok yol kat etmesi gerekmektedir; o sıralarda yirmi dokuz yaşındadır ve hala Tanrı’yı aramaktadır.

Manici piskopos Fausıus’un Kartaca'ya geleceği duyurulur; Manici- Icrin dediklerine göre bilgisine, belagatinc hayran olunası bir adamdır. Augustinus o andan itibaren yolunu bekler Fausıus’un; bir an önce onunla konuşmak, sorulardan yumak olan zihnini onun ışığıyla ilmek ilmek açmak ister. Üstelik yaşamının o döneminde iyiden iyiye varlık prob lc mine d al ıp gitmiştir. Işte nihayet Taustus geli r; ilk bakışta sami­mi bir iıısan izlenimi bırakır Augusı inus'ta, konuşma tarzı da saiıiden çok lıoştur. Ama ya konuşmasının içeriği! Dikkat edildiğinde Manici- lerin lıcr gün kü masallanııdan pek farkı yoktur anlattıkları ııın, tck lark bu ıııasallan inceliidi bir üsluba sararak anlatmasıdır. “Bilgelik ve buılcıhılıh /resin değeri yüksek ya da besin değeri hiç olmayan yiyecekler gi­bidir; parlak ifadelerle de dile gelebilirler, parlak olmayan ifadelerle de, yani bunları işlemeli tabaklarla da sunarsınız, basil çanak çömleklerle de, kısacası her iki yiyeceği her iki tabakta da sunabilirsiniz,”9 der Augusı i- nus; sahiden de Faustus'un yaptığı tam da budur, yani o budalalığı iş­lemeli bir tabakla sunmaktadır.

Faustus da yanıt veremez Augustinus'uıı içinden doğru yükselip zihnini bulutlara saran inanç: arayışına. Annesinin rızası olmadığı hal­de kalkar gider Roma'ya. Orada retorik dersleri verecektir artık. Etraf­tan duyduklarına bakılırsa, Karıaca'daki gibi öyle başına buyruk öğ­renciler yo kt ur orada, hiçbiri öyle kalasına estiği an, paldır küldür sı­nıflara dalmamaktadır. Bu huzursuzlukları yaşamayacak olması, Au- gustinus’un Roma'da öğretmenlik fikrini benimsemesinde büyük rol oynar. Ama düşündüğü gibi olmaz, çünkü Roma’daki öğrenciler öğ­retmenlerinin parasını ödememek için anında işbirliği yapıp başka bir öğretmene geçiveren, verdikleri sözlerden kolayca cayabilen, para aşkı için adaleti bile hiçe sayabilen kişilerdir. 1 0 Roma’da neredeyse ölümle burun buruna geldiği şiddetli bir hastalığa yakalanır Augustinus, ama sonunda annesinin duaları sonucunda kurtulur. Hastalıktan kurtulur, ama Roma'da da Manicilerin tuzağına düşer; üstelik o sahte öğretiyle bir adım daha öteye gidemeyeceğini bile bile; her şeyden kuşkulan­mak gerektiğini, bir insanın hiçbir şey hakkında kesin bir bilgisinin olamayacağını söyleyen Akademiacı filozofların bile daha iyi olduğunu düşünecek kadar onlardan nefret ettiği halde.

O dönemde Roma valiliğine, Milana'da retorik öğretmeni açığı ol­duğu ve acilen bu konuda yetkin birinin arandığı haberi ulaşır. Roma­lı vefasız öğrencilerden ve Manici budalalıklardan zihni iyiden iyiye karmaşıklaşan Augustinus hiç düşünmeden göreve talip olur ve vali tarafından Milano'ya gönderilir. Dünyalar iyisi bir insanla karşılaşır orada, Tanrı'nın aziz kullarından piskopos Ambrosius’la. Kilise’den tam anlamıyla umut kestiği bir anda Ambrosius’la karşılaşması ve on­dan ruhun kurtuluşuyla ilgili dinlediği vaazlar onun için yaşamının en büyük sürprizlerinden biri olur. Ah, bir de zihnini bu vaazların bela- gatinden öte, içeriklerine daha çok verebilse; nasıl söylediğinden öte neler söylendiğine daha dikkat edebilse! Yine de hiç farkında olmadan Ambrosius sayesinde adım adım kurtuluşa yaklaşmaktadır. Annesi o dönemde yanına, Milana’ya gelir. Augustinus dertlidir, onca yıldır Manicilere bağlanmış olmanın hayal kırıklığı içindedir, ama ruhunun

İTİRJ\FLAR

Katolik inancına hâlâ direnç göstermesini de anlayamamaktadır; zihni bütün bu huzursuzluklarla perperişandır. Annesi yanına geldiğinde, tanı anlamıy la dinsel b ir bunalım yaşamaktadır. Annesine ilk defa ar­tık bir Manici olmadığını, ama henüz bir Hıristiyan Katolik de olmadı­ğını söyler. Ambrosius'un Kutsal Kitaba getirdiği yorumlan dinlemek­ten de bir an olsun geri durmaz. Kutsal Kitapta yazı lanla rı kelimesi kelimesine alıp değerlendirmemek, tersine her bir kelimenin arkasın­daki derin anlamı yakalama k gerekt iğini öğrenmiştir artık, bu yüzden onu artık başka bir gözle yeniden ve hak ettiği şekilde okumaya başla- ım:;nı\ Katolik öğretisinin insanlardan kamllanmayacak şeylere bile inanmalarını öğütlemesi ve belki de bazı şeylerin asla kanıtlanamadan kalacağı m açık ve seçik olarak dile get irmesi Augustinus'u çok etkile­miş ir; Manicilerin sahtekarlıklarından, yalanlarından eser yoktur bu ııgrciide. Augustinus zihinsel bir devrim yaşar adeta, başlangıçta oldu­ğu gibi insan biçimli hir Tanrı hayal etmiyordur artık, ama ne var ki lıala güzlerinin görmediği bir varlığı da lıayal etmekten acizdir. “Yüre­ğim OyIc yağlammşlı lıi, kendimden hile öyle bihaberdim ki, belli bir mekân­la sınırlı olmayan, yani bir mekâna yayılmamış, toplaşmamış ya da genişle­memiş veya bu lür Özellikleri olmayan yu du olamayan herhangi bir şey bana göre lam lıir hiçlikli. Çünkü gözlerim bu tür şekiller görmeye alışkın­dı, yüreğim böyle imgeleri seçebiliyordu ve ben bütün bu görüntüleri oluş- lurmamı sağlayan zihinsel gücümün bunlardan çok farklı bir şey olduğunu ve bu gücün çok dalıa büyük hir şey olmamış olsa bütün bıı şekilleri ve bu imgeleri oluşlummayacağım idrak edemiyordum,"1! diye yakınarak bu acizliğini dile getirmeye çalışıyordu. Bu arada kötülük problemi de zihnini lazlasıyla meşgul eder olmuştu; çünkü üstün İyi olan bir Var-

 

 

lıktan, Tanrı’dan kötülüğün nasıl çıktığını, kötülüğe neyin neden ol­duğunu bir türlü çözemiyordu. “işte Tanrı, işte Tanrının yarattığı âlem. Tanrı iyidir ve mutlak anlamda, tamamıyla yarattıklarından üstündür. Tanrı iyi olduğundan yarattıkları da iyidir. Işte bak nasıl da yarattıklarını çepeçevre sarıyor ve onları dolduruyor. Öyleyse kötü nerede, nereden kay­naklanıyor, yarattıklarına nereden giriyor?”]2 diye sorup duruyordu. Platon'un kitapları ile Kutsal Kitapta yazılanları karşılaştırarak okuma­ya başladı sonra. Tanrı Sözünün bedenlenip insanlar arasında insanlar gibi yaşamaya başladığını keşfetti; İsa'yı anladı sonra, onun sıradışı ah­lakını, uysal ve mazlum kalbini. Platon'un öğretilerini içeren kitaplar sayesinde, Tanrı'yı ararken kendi benliğinin derinlerine dönmesi ge­rektiğinin farkına vardı. Döndü de ve orada henüz Lam olarak anlam- landıramadığı bir ışık gördü. Gönül gözüyle gördü bu ışığı; bildiği türde büyük bir ışık değildi bu, hani pırıltısı gitgide artan ve her yeri olanca parlaklığıyla kaplayan türde. Yok, öyle bir ışık değildi bu, onun görüp bildiği bütün ışıklardan çok, ama çok farklıydı. Çünkü bu ışık ezeli ve ebedi Hakikatin Nuruydu. Varlığın en alt kademesine çevirdi sonra gönül gözünü, temaşa etmeye başladı alemi ve yaratılan hiçbir şeye kusur bulunulamayacağmı gördü; sadece İsa'nın yolunun ruhu kurtuluşa erdireceğini de gördü.

Zincirlerinden kurtulma aşamasındayken bir akıl hocasına ihtiyaç duydu. Dönemin Milano piskoposu Simplicianus derdine çare olabi­lirdi, bu yüzden hemen onun yanına koştu. Ambrosius’un vaftiz baba­sıydı Simplicianus. Romalı ünlü hatip Victorinus'un, laf cambazlarının işi olan hitabeti nasıl terk edip, bebeklerin diline bile belagat katan Tanrı Sözüne girdiğini anlattı Simplicianus ona. Sonra bir hikaye daha anlattı böyle ve Augustinus bu hikâyede bir anda gönlün derinlerine dolan bir hisle bütün malı mülkü dünyevi yaşamda bırakıp çırılçıplak Tanrı’mn huzuruna çıkan insanlar olduğunu öğrendi. Onlar gibi ol­mak için yanıp tutuşmaya başladı, çünkü ancak öyle bir ruh haline kavuşursa, dünyanın sıradanlıklarmdan avareliklerinden ve zihnini kaygılara sevk eden ayrıntılı sorulardan kurtulacağım, ezeli ve ebedi Hakikati açık ve seçik olarak görebileceğini anladı. Ama ah o alışkan­lıkları! Kamçı gibi vuruyorlardı ruhuna, bizi bırakma diye veryansın ediyorlardı. Karar verdi, tek başına çekildi kaldığı evin bahçesine. “Deliriyordum, ama aklımı başıma getirecek şekilde; ölüyordum, ama yeni­den doğacak şekilde”[9] dedi, o bahçede yaşadığı ruhsal bunalımı tanım­lamak için. Derin bir tefekküre daldı sonra, daldığı anda da ruhunda­ki bütün bedbahtlığı söküp attı. Bir incir ağacının altına çekildi sonra, imanın doğum sancısı hıçkırıklara boğdu gönlünü, gözyaşları sel gibi boşandı yanaklarından. Ardından bir sesle irkildi aniden, yandaki ev­den gelen, bir çocuğun şarkı söylemesini andıran bir sesle. “Al oku, al oku,”[10] diyen bir sesti bu ve sürekli aynı şeyi tekrarlamaktaydı. Hıçkı­rıklarını susturdu, ayağa kalktı ve sesi dinleyip Kutsal Kitabı açtı ve te­sadüfen gördüğü bir satırı okumaya başladı. “Git, varını yoğunu sat, yoksullara ver, göklerdeki hazine senin olacaktır; haydi gel, beni izle,”[11] ya­zılıydı o satırda. Evet, tanrısal bir seslenişti bu, bir uyarıydı; bir vahiy­di ve o an Augustinus hiç tereddütsüz hak yoluna girdi. Annesine de bu müjdeyi vermekte gecikmedi.

Eski Ahit’teki Mezmurlar, Yeni Ahit’teki Paulus’un Mektupları onun adeta başucu kitapları oldu. Bu kitaplarla Tanrı’nm iyiliğine, iyi olarak yarattığı âleme şükretti, bu kitaplarla ruhani dünyasını zenginleştirdi ve ebedi istirahata çekileceği ana kadar olan yaşam yolculuğunu bu ki­tapların kılavuzluğunda sürdürdü. Hitabet öğretmenliğinden ayrıldı, hemen ardından annesini, oğlunu ve yakın arkadaşlarını da yanma alarak Verecundus adlı bir dostunun Cassiacum’daki çiftlik evinde in­zivaya çekildi. Tanrı’nm hasretinden iç çekerek, Kutsal Kitabı okuya­rak geçirdiği bu dönem ruhunun olgunlaşmasına yardımcı oldu. Ar­dından yine dostlarıyla birlikte Afrika’ya dönüp, aynı evi paylaşma ka­rarı aldı ve yola çıktı. Ostia’ya geldiklerinde annesi hastalandı ve öldü. Tarifsiz bir acı sardı dalga dalga Augustinus’u; teselliyi annesinin, “Hiçbir yer Tanrı’dan uzak değildir, korkmama hiç gerek yok, dünyanın bir ucunda da olsam O beni bulacak ve diriltecektir” şeklinde son sözle­rinde aradı.[12] Zamanla iyileşti yarası, en büyük dayanağı artık sadece imanıydı. Çünkü gönlündeki bütün niyetleri bildiğine inandığı Tanrı­sına duyduğu aşkla yaşam yoluna devam etmek, Ona yükselinceye ve Onda dinleninceye kadar, insanın ölümlü doğasını ve bu doğanın ve­receği acıları sineye çekmek zorundaydı.

Ama Tanrısına duyduğu aşk nasıl bir şeydi? Gökyüzü, yeryüzü, her yer, her şey ona Tanrı’ya âşık olmasını söylemektedir. Ama bu aşk nasıl bir şeydir. Bu aşk tensel bir cazibeye, geçici bir güzelliğe, göz ka­maştıran parlak bir ışığa, çiçeklere, esansların, baharatların baygın ko­kusuna ya da bunların benzeri hiçbir şeye benzememektedir. Tanrı’ya

I

aşk, ruhun mekânla sınırlı olmayan iç benliğindeki hiç sönmeyen ışı­ğa, zamanın dağıtamadığı sese, rüzgârın dağıtamadığı bir rayihaya, yendikçe tükenmeyen ekmeğe, doydukça kenetlenen kucaklaşmaya âşık olmadır.[13] Âşık olduğu Tanrı’nm, diğer canlılarda olmayan bir ye-

Lide bulunması gerekliğini düşünür sonra ve ilkin hafızasının geniş ovalarına dalar. Evet, her şey oradadır işte; düşünceye konu olan ne varsa orada saklıdır. Her biri sanki gizli odalarına saklanmış, çağrıl­mayı beklemekledir, çağrıldıkları anda da hemen kapısına üşüşüver- mckledir. “Hafızanın gücü büyük, akıl almayacak kadar büyük Tanrım, hafıza uçsuz bucaksız, sonsuz bir derinlik. Onun dibine dalan biri olmuş mudur acaba? İşle bu giiç benim zihinsel gücüm ve bana doğanın bir arma- ğatıı,"iH der Auguslinus, insanoğluna bahşedilen bu ycliyi laııımlarken.

Evet, Auguslinus Hakikati hafızasında bulmuştur ve Onu bulduğu anda Tanrı'yı da, Mutlu Yaşamı da, Hazzı da bulmuştur. Şöyle der: “ilakikali ilk öğrendiğim andan ilibaren onu hiç umulmadım. Demek ki seni ilk öğrendiğim andan itibaren hafızamdasın ve ben seni hatırlayınca ve se­rtin lıazzma varınca seni orada buluyorum.”'1

Auguslinus İlakikali bulduktan sonra, yaşamının dümenini artık bambaşka bir yola çevirir ve dünya halinin ayartıcı etkilerinden lck tck arınmaya haşlar, bedenine karşı müthiş bir savaş başlatır. Oburlu­ğa karşı Mıücaddc eder, hoş kokuların albenisine karşı mücadele eder, kulağına gelen hoş scsiere karşı mücadele eder, gözlerini kamaştıran lıazlara karşı mücadele eder ve meraka, kibre ya da kendini beğenmiş­liğe karşı mücadele eder. Nasıl mücadele etliğini de her ayrıntısına ka­dar Tanrı'ya itiraf eder.

Ama Tanrı zaten bu iıirallarını bilmiyor mudur? Ezcli ve ebecli za­man Taıırı'nm olduğuna göre, Tanrı zaman içinde olup bilenleri zaten görmüyor mudur? İtiraflarının en önemli konusu belki de işle bu za­man prohlemidir. Iliraflar'm XI. kitabının içeriğini oluşturan zaman

18       Auguslinus, Con/cssioncs, 10.8.15.

19       Auguslinus, Confcssioncs, 10.24. 35.

sorununu, Augustinus yine zihnini ince ince işleyerek çözmeye çalışır. Bu kitap zamanı incelerken, bir yandan da Eski Ahil’in Yaratılış Kita- bı'nda yazılanlar hakkında yorumlamalara girişir ve Augustinus İtiraf- lar'ının son iki kitabında bu yorumlamalarını daha da derinleştirir. Bu yorumlamaları yaparken de zaman zaman,Tann’nın göğü ve yeri ya­ratmadan önce, yani yaratılışının başlangıcından önce ne yaptığını so­ranlara açık, kesin yanıtlar vermeye çalışır. Tanrı'nın zamanı aşkın bir varlık olduğunu, Varlığın kendisi olduğunu ve Onun için ne gelecek ne de geçmiş zaman olduğunu, her şeyin şimdide gerçekleştiğini tum­turaklı bir dille, bir dolu mecazla öre öre anlatmaya çalışır. Bu yüzden hafıza konusunun anlatıldığı X. kitap da dahil olmak üzere son dört kitap hem edebi, hem felsefi hem de ilahiyat açısından son derece önemli bilgiler veren bir hazinedir.

Augustinus zamana yazgılı bir varlık olan insanın görüşü ve anlayı­şı ile Tanrı'nın zamana aşkın doğası, görüşü ve anlayışı arasındaki far­kı güçlü bir belagatle sunar eserinde ve mükemmelleşme çabasındaki insan ruhunun her şeyden önce bu farkı idrak etmesi gerektiğini defa­larca, altını çizerek vurgular. Mükemmelleşme yolculuğu Tanrı’nın in­sandan tek beklentisidir. Çünkü O sadece insanoğlunu kendi suretin­de ve kendine benzer yaratmıştır ve onu yarattığı andan itibaren de kendine dönmesini beklemektedir. Mükemmelleşme büyük bir sırdır ve bu sırrın anlamını bir insan bir başka insana anlatmaktan acizdir. Bu sır sadece Tanrı'nın kapısı çalınarak dilenecek ve anlamına vakıf olunacak bir sırdır ve Augustinus'a göre Tanrı’nın kapısını çalan insa­na o kapı mutlaka açılacaktır.

ÇEVİRİ YÖNTEMİ

Augustinus’un ilk kez Lalinceden Türkçeye çevrilen Confessiones (İtiraflar) adlı eseri için temel olarak üç edisyonclan yararlanılmıştır. Metnin çevirisinde Latince yazılını benimsenmiş olmakla birlikte, kimi modern ülke ve kişi adları ile Tevrat, ya da Incil'de geçen kişi ve yer adlarının Türkçe'deki kullanımı tercih edilmiştir. Dipnotlarda, antik- çağ yazarlarından yapılan alıntılarda, başka türlü belirtilmedikçe, Lo- ch Classical Library temel alınmıştır.

Metnin Çevirisinde Kullanılan Latince Edisyonlar:

1.     Augustinus 1 lipponcıısis, Confessiones, J. P. Migııc (cd.) Patro- logia katina, Vol. 32, Parisiis, 1841.

2.     S. Aurclii Augustiııi Con/cssioncs, J. H. Parker; j.G. ct F. Riviııg- toıı (tr), Loııdini, 1838.

3.     Augustinc, Confessiones, ll Voluıııcs, William Watts, llarvard Uııiversity Press, l.ocb Classical Library, 2000.

Kitapların Bölüm Başlıkları için Yararlanılan Edisyon:

S. Aurdii Augustiııi Confessiones, J. 11. Parker; J. G. et T. Riviııgton, Loııdiııi, 1838.

Metnin Yorumlanmasında Yararlanılan Kaynaklar:

1.     Cari G. Vauglıt, Access lo Gocl in Augusünc’s Confcssions, Books X-X/ll, State University of New York, Ncw York, 2005.

2.     Cari G. Vaught, U.ncounlers wilh God in Augusline’s Confessions, Books VH-JX, Slale University of New York, New York, 2004.

ÇEVİRİ YÖNTEMİ

3.     Cari G. Vaught, The Journey toward God in Augustine’s Confessi- ons, Books I-VI, State University of New York, New York, 2003.

4.     Saint Augustine, Confessiones, Henry Chadwick (tr.), Oxford World's Classics, Oxford, 1998.

5.     Saint Augustine, Confessiones, R. S. Pine-Coflin (tr.), Penguin Books,London, 1961.

6.     Augustine, Confessions, Books I-IV, Gillian Clark (ed.), 1998.

Çeviri kitabımızın gerek son okumasında yerinde uyarılarıyla ge­rekse yayım aşamasında gösterdiği özverili çalışmalarıyla emeklerini esirgemeyen Yayın Yönetmeni Sn. Mustafa Küpüşoğlu'na ve Kabalcı Yayınları’nın sahibi Sn. Sabri Kabalcı'nın şahsında yayımda emeği ge­çen tüm kültür dostlarına öncelikle içten teşekkürlerimi sunar, 2010 yılında 5. yaşım kutlayan llumanilas dizimizin genç klasik lilologlarca sonsuza dek yaşatılmasını temenni ederim.

Ortaköy, 2010 Çiğdem Dürüşken

İTİRAFLAR

ONÜÇKİTAP

 

 

1.     KİTAP

1. BÖLÜM

Tanrı'nın çağrısıyla aşka gelip Onu övmek istiyor.

1.   Çok yücesin ya Rab ve yüce övgülere layıksın; kudretin yüce, bilgeliğin uçsuz bucaksız.[14] Yarattıklarının bir parçası olan bu insan2 seni övmek istiyor. Bu insan ölümlü mührüyle damgalı, kendi günahı­na şahadet ediyor ve senin kibirliierin karşısında olduğuna şahadet ediyor.3 Buna rağmen bu insan yarattıklarının bir parçası olduğundan seni övmek istiyor. Onu davet eden sensin, seni överek mutlu olacağı­nı biliyorsun. Çünkü sen bizi kendin için yarattın ve kalbimiz sende ebcdi islirahate çekilene kadar huzur bulamayacak Ya Rab, ilkin sana yakar malı mıyım, yoksa seni övmeli miyim; seni bilmeli miyim, yoksa sana yakarmalı mıyım, n’olur bana bunları bilme ve anlama gücü ver. Ama seni bilmeyen biri sana yakarabilir mi? Çünkü seni bilmeyen biri senin yerine bir başkasına da yakarabilir. Yoksa seni bilmek için ilkin sana yakarmak mı gerekir? Ama sana inanmayanlar nasıl yakarabilir­ler? Ya da bize vaaz edilmeden sana nasıl inanılabilir?4 Sadece Tanrı’yı arayanlar onu övebilirler.5 Çünkü arayanlar onu bulur ve bulanlar onu över. Sana yakararak seni arayacağım, ya Rab; ve sana inanarak sana yakaracağım. Çünkü seni bize bildiren bir vaizimiz var. Ya Rab, sana olan inancımla sana yakarıyorum, bu inancı bana sen, senin vah­yinin elçisi ve bir insan olan Oğlun aracılığıyla bağışladın.

2.    BÖLÜM

Kendi içindeki Tanrı'ya yakarırken
asi ında Tanrı' daki kendisine sesleniyor.

2. Tanrım, sana nasıl yakaracağım, Rab olan Tanrım? Cüııkü sana yakardığımda bendeki sana yakarmış olmuyor muyum? lçinıde nasıl bir yer var ki Tanrım oraya gelebiliyor? Nasıl bir yer ki burası, göğü, yeri yaralan Tanrı oraya gelebiliyor? Sahiden böyle ıııi, Rab olan Tan­rını, sahiden içimde seni alacak bir yer ıııi var? Sahiden şu ya ran ığın ve içinde de beni yarattığın yer ve gök, seni içine alabilir ıııi? Yoksa sensiz hiçbir şey var olamayacağına göre, sen bütün bu varolanların iciııde ıııisiıı? Eğer öyleyse, ben de varolduğuma göre, niçin bana gel­meni istiyorum? Çünkü sen bende değilsen ben nasıl varolabilirim? Çünkü hcıı öteki dünyada deği l i m, ama seıı aynı zamanda oradasın; hen öteki dünyaya iııscm de serı yine orada bulunacaksın.[15] O halde Tanrım, sen bende olmasaydın ben de asla olamazdım. Her şeyi yara­tan, lıcr şeye vasıla olan ve lıer şeyin yöneldiği sende olmasam ben na­sıl var olurdum?[16] İşte bu, ya Rab, sorumun doğru yanıtı işle hu. Aıııa bcıı şendeysem sana nasıl yakaracağım? Ya da sen nereden bana gele­ceksin? Çüııkü sen şöyle dedin: “Yeri ve göğü dolduran hen değil mi­yim?"[17] Öyleyse ben nasıl yerin ve göğün dışına çekilebilirim ki, sen oradan bana gclebilcsin?

3.    BÖLÜM

Tanrı her yeri bütün varlığıyla doldurur,
ama hiçbir şey Onun bütün varlığını içine alamaz.

3.   Sen göğü ve yeri dolduruyorsan, peki onlar seni içlerine alabilir mi? Alamıyorlarsa o zaman sen onları dolduruyor ve biraz taşıyor mu­sun? Eğer öyleyse, sen göğü ve yeri doldurduğunda senin kalan kıs­mın nereye taşıyor? Yoksa herhangi bir şeye sığmana gerek yok mu, her şey senin kendi içinde ve sen onları içine alarak doldurduğuna gö­re? Onlar birer sürahi değil ki seni hiç dökmeden tutabilsinler; onlar kırılıp parçalansalar bile sen hiç dökülmüyorsun[18] Bizim üzerimize dökülsen bile akıp gitmiyorsun, tersine bizi kendine çekiyorsun; da­ğılmıyorsun, tersine bizi bir araya getiriyorsun. Sen her şeyi dolduru­yorsun, aııta acaba bütün varlığınla mı dolduruyorsun? Yoksa yarattı­ğın her şey seni bütünüyle alamayacak kadar küçük de, senin ancak bir kısmını mı içine alabiliyor? Peki o zaman, bu kısmını hepsi aynı anda mı içine alıyor? Yoksa farklı şeylerde farklı kısımların mı var, ya­ni büyük şeylerde senin büyük bir kısmın, küçük şeyler de küçük bir kısmın ını var? Eğer öyleyse senin bir kısmın büyük, bir kısmın küçük mü? Yoksa sen aynı anda her yerdesin de, tek tek şeyler seni bütün varlığınla içlerine alamıyor mu?

4.    BÖLÜM

Tanrı'nın yüceliği ve üstün vasıfları kelimelerle ifade edilemez.

4.       O halde Tanrım sen nesin? Soruyorum, benim Rabbim değil de nesin? Yani Rab, Rab’dan başka kim olabilir? Ya da Tanrı, Tanrıdan başka kim olabilir?ıo Sen en yüce olansın, en iyi, en yetkin olansın, her şeye gücü yetensin, en merhametli ve en adil olansın; en gizli ve cıı acık olansın;’1 en güzel, en cesur, en durağan olansın, ama asla idrak edilemeyensin; hiç değişmeyen, anıa her şeyi değiştirensin; her zaman yeni, hiçbir zaman eski olmayansın; her şeyi gençleştiren, ama lıiç lark etıinnedeni2 ki birli l ere yaşlılık verensin; her zaman çalışan ve lıcr zaıııaıı dinlenensin; her şeyi kendinde toplayan, ama hiçbir şeye gereksinim duymayansın; bize dayanak olan, bizi dolduran ve koru­yansın; yaratan, besleyen, olgunlaştıransın; hiçbir şeyin eksik değil, aıııa sen lıep isi iyorsun.[19] [20] [21] [22] [23] [24] [25] [26] Seviyorsun, ama tutkuya kapılmıyorsun; kıskanıyorsun, aıııa kurumu yapmıyorsun; pişmanlık duyuyorsun, ama acı çcknıiyorsun;i4 öfkeleniyorsun, ama dinginsin; yarattığın eserler binbir çeşit, ama amacın bir ve aynı; hiç y i tir m em iş olduğun lıalde bulduğun her şeyi hemen alıyorsun;i5 asla muhtaç değilsin, ama kazanmaktan keyif alı yorsun; taınahkâr değilsin, ama fazlasıyla a l ıyor- sun.n1 llize borçlu kalman içiıı sana her şeyi cömertçe veriyoruz,’7 ama hangimiz sana ait olmayan bir şeye sahibiz? Hiç kimseye horcun yok, ama borçlarını ödüyorsun;[27] borçlarımızı affediyorsun, ama bu yüzden hiçbir şey yitirmiyorsun. Yine de bu söylediklerim seni anlat­maya yeter mi ey Tanrım, Yaşamım, benim kutsal Sevincim? Senden söz etmeye kalkan bir insan, senin hakkında ne diyebilir ki? Ama yine de senden hiç söz etmeyenler ne zavallı, vay onların haline! Çünkü dilleri var, ama dilsiz gibiler.[28]

5.    BÖLÜM

Tanrı'nın sevgisini kazanmayı ve
günahlarının bağışlanmasını diliyor.

5.   Kim sende huzur bulmamı sağlayacak? Seni benim kalbime kim getirecek, kim bu kalbi mest edip yaptığım kötülükleri bana unuttura- bilecek ve seni biricik iyiliğim olarak kucaklamama neden olacak? Be­nim için anlamın ne? Merhamet el ki konuşabileyim. Ben senin için neyim ki bana seni sevmemi buyuruyorsun, ben kimim ki seni sev­mezsem, bana kızıyorsun ve beni büyük acılara salacağım söyleyip teh­dit ediyorsun? Zaten seni sevmiyorsam, bu az bir acı mı? Vah bana! Sen benim için ne anlam ifade ediyorsun, n’oltır bütün bağlayıcılı­ğınla söyle Rab Tanrım.[29] Ruhuma şunu söyle: “Senin kurtuluşun be­nim!” Söyle ki duyabileyim. İşte ruhumun kulağı sende, ya Rab. Onu aç ve ruhuma şöyle de: “Senin kurtuluşun benim!” Bu sesin ardından koşacağım ve seni yakalayacağım. Yüzünü benden saklama: ölmemek

i    çin öleyim ki seni görebileyim.

6.   Ruhumun evi senin giremeyeceğin kadar dar; lütfet, genişlesin. Harabe halde; onar. Gözüne hoş gelmeyecek şeylerle dolu; itiraf edi­yorum, biliyorum. Ama onu kim temizleyecek? Senden başka kime şöyle haykırayım: Ya Rab, bilmeden işlediğim günahlarımı affet, beni kölen olarak kabul el ki başka günahlara girmeyeyim.21 İnanıyorum, bu yüzden bunları söylüyorum, ya Rab, sen biliyorsun. İstemeden de olsa işlediğim günahları sen önceden bilmiyor muydun Tanrım? Bu yüzden sen kalhimdeki sadakatsizliği kovmadın mı?22 Bunun yanıtını seninle tartışmak benim haddim değil,[30] [31] [32] [33] [34] çüııkü sen Hakikatin ta ken- disisin, bu yüzden kcndinıi kandırmak istemem, çünkü kötü niyetim sana yalan söyleyebilir.24 Bu yüzden vereceğin yanıtı seninle tartışmak bcııinı haddim değil. Ya Rab, eğer sen bizim kötü niyetlerimiz i bir ye­re yazmışsan, kinı buna karşı çıkabilir Tannm?25

6. BÖLÜM

Bebekliğini anlatıyor; Tanrı'nın öngörüsünü
ve sonsuzluğunu övüyor.

7.   Izin ver, merhametine sığınıp seninle konuşabileyim; toprak ve külden ibaret bir varlık olsam da ben, yine de izin ver seninle konuşa­bileyim. Çünkü ben senin merhametinle konuşuyorum, beni alaya alacak herhangi bir insanla değil. Belki sen de güleceksin bana, ama sonunda in­safa geleceksin ve bana merhamet edeceksin.[35] Çünkü seninle konuşmak istediğim konu şu, Rab Tanrım: ben nereden geldim, bilmiyorum; bu ya­şamıma ölümle sonlanacak bir yaşam mı denmeli, yoksa yaşamla sonlana­cak ölüm mü, bilmiyorum. Ben et ve kandan oluşan bir varlık olarak dünyaya geldiğimde, sen beni merhametinden kaynaklanan nice nimetle karşıladın. Beni babamdan aldın ve geçici bir süre annemde tutup biçim verdin. Bunları anne babamdan işittim, çünkü ben o dönemle ilgili hiçbir şey hatırlamıyorum. Demek ki benim için ilk nimet insan sütüydü, ama ne annem ne de sütannelerim memelerini kendi kendilerine sütle doldur­muştu. Senin kurduğun düzene ve bütün yarattıklarının en küçük zerre­sine kadar yaydığın zenginliğe bakılırsa, demek ki onlar aracılıyla beni be­bekken besleyen sendin. Hatta öyle cömertçe veriyordun ki, senin verdi­ğinden fazlasını istemiyordum. Üstelik beni besleyenlere bahşettiğin sütü, onlar bana senin sayende isteyerek, seve seve veriyordu. Çünkü onlar se­nin kendilerine cömertçe bahşetıiğin bu sütü, senin emrettiğin gibi bana şefkatle vermeye can atıyordu. Çünkü onlardan bana gelen iyilik, kendile­rinin iyiliğinden kaynaklanıyordu. Ama bu iyilik bana doğrudan doğruya onlardan değil, onlar aracılığıyla geliyordu. Çünkü bütün iyilikler senden gelir Tanrım; benim bütün esenliğim Tanrımdan gelir.[36] Sonradan idrak ettim ki, sen hem içimi, hem dışımı bunca nimetle doldurarak bana sesle­niyordun. Oysa o yıllarda tek bildiğim meme emmek, karnım doyunca yatmak, karnım acıkınca ağlamaktı, başka bir şey bilmiyordum.

8.   Sonra gülmeye başladım; ilkin uykumda, sonra uyanıkken. Böyle yaptığımı bana başkaları söyledi, sonra baktım ki başka bebekler de aynısını yapıyor, o zaman onlara inandım, çünkü ben o yıllara ilişkin hiçbir şey hatırlamıyorum. İşte böyle yavaş yavaş nerede olduğumu an­lamaya başladım. Ama isteklerimi yerine getirecek olan insanlara bu is­tek leri nasıl anlatacağımı henüz bilmiyordum; çünkü bu istekler benim içim deydi, oysa bu istekleri yerine getirecek olanlar benim dışımdaydı ve onların benim zihninıc girmelerini sağlayacak bir yetileri yoktu. Bu yüzden ellerimi kollarımı çırpıyor, birtakı m sesler çıkartı yordum. Bu işaretlerle derdimi anlatmak istiyordum, ama bu işaretlerden sadece bir­kaçı anlaşılabiliyordu, ne demek istediğimi bir türlü doğru dürüst anla- tamıyordum. Ama ya anlamadıklarından ya da bana zarar gelmesinden korktuklarından, bazen isteklerimi yerine getirnıiyorlardı, işte o zaman hana itaat etmediler diye büyüklerime, bana kölelik etmediler diye baş­ka insanlara[37] öyle kızıyordtını ki, ağlayıp gözyaşı dökerek onlardan in­tikam al maya kalkıyordum. Bebeklerin neden böy le davrandıklarını sonradan onları izle ye i z ieye öğrend im, yani onlar bana hiç: farkında ol­madan, benim de hebekkeı ı aynı şekilde davrandığımı öğretmiş oldular, halta beni kendilerinden daha lazla tanıyan dadılarımdan da çok.

9.   İşle hak bebekliğim çoktan öldü, ama ben hâlâ yaşıyorum. Sense ya Rab, her zaman yaşıyorsun ve sende hiçbir şey ölmüyor. Çünkü sen bizim çağlarımızın öncesinde de vardın, hatta önce denebilecek ne varsa hepsinden önce vardın ve sen yarattığın her şeyin hem Tanrısı hem de Rahhisin. Sonsuz olmayan her şeyin nedeni sendedir, değişime yazgılı ne varsa hepsinin değişmez temelleri sendedir. Akıl sahibi olmayan ve zamana bağl ı olan her varlı ğın sonsuz nedeni sen dedi r.[38] O halde önün­de diz çöküp yakaran, senin merhametine ihtiyacı olan şu kuluna söyle ey Tanrı; söyle, acaba bebekliğimden önce ölmüş olan başka bir yaşan-

tım var mıydı ve eğer varsa onu annemin rahmindeyken mi geçirdim? Çünkü bu konuda kulağıma bazı şeyler çalındı ve kendim de hamile kadınları gördüm. Ama ondan da önce neredeydim ey benim Sevin­cim, Tanrım? Herhangi bir yerde miydim ya da herhangi biri miydim? Çünkü bana bunu söyleyebilecek kimsem yok. Ne babam ne annem, ne başka insanların yaşantıları, ne de kendi belleğim bana bunu söyle­yebildi. Bunları sorduğum için yoksa bana gülüyor musun ve sadece bütün bildiklerim için sana şükretmemi ve bunları sana itiraf etmemi mi buyuruyorsun?

10.   O halde ey Göğün ve Yerin Hakimi, hiçbir şey hatırlamasarn da, yaşamımın ilk evreleri ve bebekliğim için sana şükrediyor ve itiraf­larımı dile getiriyorum. Çünkü sen insana başkalarının yaşantılarını gözlemteyerek kendisi için çıkarımlar yapmasını ve kadın kullarının anlattıklarından kendi yaşantısıyla ilgili pek çok şeyi öğrenmesini sağ­ladın. Ben yaşamımın o ilk evresinde bile vardım ve yaşıyordum; be­bekliğimin son yıllarında derdimi işaretlerle başkalarına anlatmaya ça­lışıyordum. Bu tür bir canlı senden gelmez de nereden gelebilir, ya Rab? Bir insanda kendi kendisini yaratma yeteneği olabilir mi? Ya da senin bizi yarattığından başka bir kaynak mı var ki, ya Rab, buradan bize varlık ve yaşam akıyor? Sonsuzca olmak ve sonsuzca yaşamak bir ve aynı şeyse, sende varolmak ve yaşamak apayrı şeyler olabilir mi? Çünkü sen en yücesin ve asla değişmezsin. Sende bugün hiç bitmez, ama bizim bugünümüz sende biler; çünkü bugün ve diğer günlerin hepsi sendedir[39]o Çünkü sende olmasalardı, akıp gidecek bir yolları olmazdı. Senin yılının sonu yoktur, çünkü senin yılların her zaman bugündür. Şimdiye kadar hem bizim hem de atalarımızın nice günü

AUGUSTINUS

senin bugününde geçip gitti. Yaşam süremizi ve şu anki varoluş biçi­mimizi senin bugününden aldık; gelecekteki günlerimiz de senin bu­gününde böyle geçip gidecek, yaşam süremizi yine senin bugününden alacağız ve şu an nasılsak öyle varolacağız! Sense hep aynı sensin; ya­rınları ve yarınlardan sonraki günleri, dünleri ve dünlerden önceki günleri sen bugününde yaranın ve bugününde yaratacaksın. Bunu an­lamayan varsa, ben ne yapabilirim? Böyle biri varsa o zaman bunun an­lamı nedir diye sorsun ve en azından bu soruyu sorduğu için sevinsin; seni arayıp da hulamamaktansa, seni aramadığı halde bulursa sevin­sin.

7. BÖLÜM

Bebeklik dönemi bile günaha meyillidir.

11.   Alı Tanrım, n’olur beni duyı Vah, insanların işlediği günahlara! Gerçi buııu söyleyen de bir insan ve sen onun günahlarına merhamet gösteriyorsun; çünkü sen onu yaranın, ama içindeki günahı sen yarat­madın. Peki, lıaııa bebekken işlediğim günahları kim hatırlatacak? Se­nin huzurunda hiçbir ölümlü günahsız değil ki; hana dünya yüzüne ayak hasan bir günlük bebek bile! Bu günahlarımı bana kim hatırlata­cak? Yoksa kcı ıd imle ilgili hatırlayamadıklarımı bana şu minnacık yav­ru mu gösterecek? O yıllarda işlediğim günah ne olabilir? Acaba me­me emmek için ağlayarak ağzımı kocaman açmam mı günahtı? Çünkü şimdi böyle bir şey yapsam, yani meme emmek için değilse de, bu­günkü yaşıma uygun bir şeyi yemek için kocaman ağzımı açsam, in­sanlar haklı olarak beni alaya alır ve ayıplar. Demek ki o günlerde de ayıplanacak şeyler yapıyordum, ama ayıplanacak şeyler yaptığımı fark etmiyordum. O yaşta ayıplanmamı gerektirecek bir görgü kuralı da yoktu, olsaydı zaten çok mantıksız olurdu. Büyüdükçe bu kusurları kökünden söküp atıyoruz ve hepsinden soyunuyoruz. Bir insanın ku­surlarını düzeltirken bile bile iyi huylarından da vazgeçtiğine hiç tanık olmadım. Bebeklik yıllarında da olsa, bir insanın olur olmaz her şeyi ağlayarak istemesi, kendisine itaat etmediler diye gerek özgür doğum­lu insanlara, gerek aile büyüklerine, gerek kendisini doğuran ana ba­basına gerekse isteklerine olmaz anlamında başlarını sallayan sağduyu sahibi diğer insanlara kızıp küsmesi, dahası kendisine zararı dokuna­cak türdeki buyrukları yerine getirilmedi diye karşısındakilere haince vurarak onların canını yakmaya çalışması iyi huylar olabilir mi? De­mek ki bebeklerin sadece narin bedenleri masumdur, ruhları değil. Örneğin ben kıskançlığın ne demek olduğunu ancak kıskanç bir be­bek görünce anladım: Bu bebek henüz konuşamıyordu, ama süt kar­deşini ne zaman meme emerken görse, beti benzi atıyor, haset dolu gözlerle ona bakıyordu. Herkesin bildiği bir şey değil mi bu? Anneler ve sütanneler kendilerine özgü birtakım yöntemlerle bebekleri bu tür huylarından vazgeçirdiklerini söylüyorlar. Ne söylerse söylesinler, ma­demki bir bebek böyle cömertçe, bol bol süt akan bir kaynağı tama­men biçare ve yaşaması sadece bu besine bağlı olan kardeşiyle paylaş­maya katlanamıyor, bunun adına kesinlikle masumiyet denemez. Ama ne yaparsınız ki insanlar bu tür davranışları bir şekilde hoş görüyor ve geçiştiriyorlar, sıradan bir mesele olarak algıladıklarından değil tabii., yaş ilerledikçe bunların da kendiliğinden ortadan kalkacağını düşün­düklerinden böyle yapıyorlar. Peki şimdilik hoşgörü gösterelim gös­termesine, ama aynı kusuru büyük bir insanda gördüğümüzde ona da aynı şekilde hoşgörü gösterebilecek miyiz bakalım.

12.   Öyleyse Rab olan Tanrım, bir bebeğe yaşamını ve bedenini sen bahşettin ve bizlerin de tanık olduğu gibi bu bedeni duyu organlarıyla donattın, uzuvlarla bezedin, biçim vererek güzelleştirdin, bülünlügü- nü koruması ve sağlıklı olması için gereken bütün içgüdüleri ona aşı­ladın. İşte bu içgüdülerle bana seni sevmemi, sana şükretmemi ve adı­nı “Ey Yüceler Yücesi” şeklinde ilahilerle yüceltmemi buyurdun.31 Çünkü sen her şeye gücü yeten Tanrı’sın, en iyi olansın, bu yüzden sa­dece bunları yaratmış olman bile benim seni övmeme yeter; çünkü bunları senden başka hiç kimse yaratamaz, sen olmadıkça ey Biricik Tanrım, hiçbir şey biçim alamaz ey Güzeller Güzeli, her şey seninle güzelleşir ve her şey senin yasana göre düzenlenir. O halde ya Rab, bebeklik çağımı hatırlayamasam bile o çağda beni bilenlerin aktardık­larına inanmalıyım ve başka bebekleri izleyip benim de onlar gibi ya­şamış olduğumu anlamalıyım. Gerçi bu çıkarımlarım doğru olsa bile o yıllarımı şimdi yaşadığım yaşamın bir parçası olarak görmek canımı çnl< sıkıyor. Çünkü ben bu çağıını artık unuttuklarımın karanlıklarına sardım, bunlar artık benim için annemin rahminde geçirdiğim yaşa­mımdan larksız. Ama ben günahkâr olarak doğmuşsam ve hen rah­mindeyken annem beni günahlar içinde beslemişse^2 o zaman ey Tamun, çaresiz bir kulun olarak sana yalvarıyorum, ben nerede ya Rab, hen nerede ve ne zaman masum oldum? Ama bak artık o yaşamı­mı bir kenara alıyorum, çünkü belleğimde hiç iz bırakmayan o yaşa­mın artık benimle ne ilgisi olabilir?

8. BÖLÜM

Konuşmayı öğrendiği kaynak.

13.  Evet, gillikçe büyüdüm ve bebeklik çağımdan çocukluk çağıma geçtim. Daha doğrusu, çocukluk çağı beni devraldı ve bebekliğimin pe- [40] [41] şinden geldi. Ama hayır, bebekliğim beni henüz terk etmemişti, zaten terk edip nereye gidecekti? Yine de artık ortalıkta yoktu. Çünkü artık ben konuşamayan bir bebek değil, konuşan bir çocuktum ve ben artık bu çağımı hatırlıyorum, yine de konuşmayı nasıl öğrendiğimi sonra an­ladım. Bana kelimeleri belli bir alfabe düzenine göre belleten ve çok geçmeden de nasıl okuyacağımı öğreten büyüklerim değildi. Tersine, ben bunları senin bana bahşettiğin zekâm sayesinde kendi kendime öğ­rendim Tanrım. İsteklerimi yerine getirsinler diye, bir zamanlar yüre­ğimden geçenleri ağlayıp sızlayarak, değişik sesler çıkararak ve ellerimi kollarımı farklı şekillerde aynatarak anlatmak isterken, anladım ki ne ben anlatmak istediklerimi böyle anlatabiliyordum, ne de derdimi anla­malarını istediğim insanlar beni anlayabiliyorlardı. Ben de belleğimin uyarısına kulak verdim. İnsanların bazı nesnelere bazı adlar verdikleri­ne ve hangi nesnenin adı söylense ona doğru yöneldiklerine dikkat et­tim ve belli bir nesneyi göstermek istediklerinde çıkardıkları sesin, o nesneye verdikleri birer ad olduğunu anlayıp bunu belleğime yerleştir­dim. Vücut hareketlerinden onların ne kastettiği açıkça anlaşılıyordu, sanki şu yeryüzündeki bütün insanların yüz ifadelerinden, göz hareket­lerinden, ellerini kollarını oynatmalarından ve ses tonlarından ibaret or­tak bir dilleri vardı ve bir şey istediklerinde, istediklerine sahip oldukla­rında ya da bir şeyi reddettiklerinde veya bir şeyden kaçındıklarında zi­hinlerinden geçenleri bu dille gösterebiliyorlardı. Böylece farklı cümle­lerdeki kelimeleri yerli yerine koydukça ve bu kelimeleri tekrar tekrar işittikçe, sonunda yavaş yavaş bu kelimelerin nelere işaret ettiğini tek tek çözmeye başladım. Bu işaretleri telaffuz etmemle birlikte, bunlar aracılığıyla artık isteklerimi de dile getirebildiğimi gördüm. İşte bu şe­kilde aralarında yaşadığım insanlarla iletişim kurmaya başladım ve bu işaretlerle onlara derdimi anlattım. Sonunda insanoğlunun o fırtınalı

AUGUSTİNUS

yaşamına bir adım daha atmış oldum, hala ana babamın kontrolü al­tında, hala büyüklerimin isteklerine bağlı olsam da.

9. BÖLÜM

Çocukluk çağında okuldan duyduğu nefret; oyun oynamaya
düşkünlüğü ve dayak korkusu.

14.   Ah Tanrı, Tanrım, çocukluğumda bana dürüst bir yaşam sür­mem vc büyüklerimin uyarılarına kulak asmam öğütlendiğinde ne se­fillikler, ne maskaralıklar yaşamak zorunda kalmışım meğer. Çünkü ncy nıi ş, bu dünyada ancak böyle başarılı olabilirmişim, ancak bu şe­kilde retorik sanallnda herkesi gölgede bırakıp insanların saygısını ka­zanabilir ve zengin olmanın türlü hilelerini öğrenebilirmişim. İşte höyle bir ortamda okuma yazma öğrenmek için okula gönderildim. Oysa o sıralarda zavallı ben okuma yazmanın neye yaradığını hiç bil­miyordum ki. Buna rağmen derslerimde tembellik ettiğimde dayağı yiyıveriyordunı. Çünkü büyüklerimiz dayak atmayı marifet sayıyordu. Demek ki bizden çok önceleri aynı şekilde yaşamış olanların, Adem- ogulları daha çok işkence çeksin, daha çok üzülsün diye döşedikleri hu çakıllı yollardan şi m d i bizler ele geçmek zorundaydık İşte, ya Rab, tam o dönemde sana dualar eden birtakım insanlarla tanıştık. On­lardan öğren d iğim ize göre, seni zekâmızın elverdiği ölçüde büyük bir varl ı k olarak tasarlamalıymışız; sen bize görünmesen de bizi işite­bilir ve bizim yardımımıza koşabilirmişsin. Böylece sana daha bir ço­cukken dua etmeye başladım ey tck Dayanağım, tek Sığınağım. Sana dua ederken de dilimin bağlarını çözdüm. Evet, küçüktüm belki, ama sana okulda dayak yemeyeyim diye yalvarırken duyduğum sevgi hiç de küçük değildi. Ama sırf benim iyiliğim için dualarımı işitmediğin za­manlar[42] anne ve babam da dahil olmak üzere bütün büyüklerim, yani başıma en ufak bir kötülüğün bile gelmesine gönülleri elvermeyen bu insanlar, yediğim dayaklara sadece gülüp geçiyorlardı. Oysa o yıllarda benim için dayaktan daha kötüsü yoktu ki.

15.   Ya Rab, sana kendisini büyük bir sevgiyle bağlayan yüce gönüllü bir insan var mı, soruyorum, var mı böyle bir insan? Çünkü bazen her şeye kayıtsız insanların da kendilerini sana adadıkları sanılabilir. Öyley­se sorumu şöyle sorayım, şu dünyadaki bütün insanların büyük bir kor­kuyla sana sığınıp bizi bunlardan kurtar diye yalvardıkları gergiler, kan­calar ya da bu türden bin bir çeşit işkence aletine metelik vermeyecek kadar kendisini sana bütün varlığıyla adamış bir insan olabilir mi? Bü­tün bunlardan ölesiye korkan insanlara, tıpkı öğretmenlerinden azap çeken çocuklara ana babalarının gülmesi gibi sevgiyle gülebilen bir in­san var mı? Çünkü biz de dayaktan az korkmuyorduk ve bizi bundan kurtar diye sana az yalvarmıyorduk. Buna rağmen bızlerden beklendi­ğinden daha az yazarak, daha az okuyarak ya da daha az ders çalışarak günaha giriyorduk. Oysa ne bellek yoksunuyduk ne de yetenek, ya Rab, senin sayende yaşımıza göre her ikisi de yerli yerind.eydi. Ama bi­zim aklımız hep oyundaydı. Bu yüzden de büyüklerimiz taralından sürekli cezalandırılıyorduk. Aslına bakarsanız büyükler de aynı şekil­de oyun oynuyorlardı, ama onların oyunlarına iş deniyordu, aynı şeyi çocuklar yaptığında ceza veriliyordu. Hiç kimsenin ne çocuklara acı­ması var, ne de büyüklere, şöyle dersek, hiç kimsenin hiç kimseye acı­ması yok[43] Çünkü sağduyulu hiçbir yargıç çocukluğumda oyun oyna­dığım ve bu yüzden derslerimde daha çabuk ilerlemem gerekirken ge-

ri kaldığım için dayak yememe göz yumamaz, üstelik bu dersler ben büyüdüğümde daha çirkin oyunlar oynamama yol açacaksa. Çünkü bana dayak atan öğretmenim sanki benden çok farklı bir şey yapıyor­du. Önemsiz bir tartışmada meslektaşına yenilecek olsa, top oyunun­da beni yenen rakibime öfkelenmemden daha çok öfkeleniyor, kıs­kançlıktan çaılıyo rdu.

10. BÖLÜM

Oyunlara ve tiyatroya düşkünlüğü derslerine çalışmasına
engel oluyor.

16.   1 lcr şeye rağmen günalı işliyordum, Rab olan Tanrı, doğadaki lıe r şeyin Düzenleyicisi ve Yaral ıcısı, günahların ise sadece düzenleyicisi, günah işliyordum, Rab Tanrım, çünkü ana babamın ve demin söz etti­ğim öğrenilenlerimin öğütlerine kulak asmıyordum. Oysa onların amacı ııc olursa olsun benim öğrenmemi istedikleri derslerden ileride iyi şekil­de de yararlanabilirdim. Üstelik onların öğüdünü dinlemememin sebe­bi, dersten dalıa iyi bir şeye yönelmem değil, oyuna düşkünlüğümdü. Çünkü yarış kazanmanın yarattığı kibri seviyordum ya da uyduruk ma­sallarla[44] kulaklarımın okşanmasını ve okşa ndı kça daha çok kaşınma­sını seviyordum. Bu okşanma zamanla gözlerime de geçti, büyüklerin gösterilerini, oyunlarını seyrettikçe meraktan ışıl ışıl parlamaya başla­dılar. Bu gösterilerin maddi külfetini üstlenip sahneye koyanlar top­lumda öyle büyük bir saygı görüyorlar, öyle el üstünde tutuluyorlardı ki, hemen lırnıen bütün ana babalar kendi çocukları da bu mesleği yapsın diye deli oluyordu. Anıa gösteriler yüzünden derslerini aksa­tınca, dayak yemelerine de içtenlikle rıza gösterebiliyorlardı; ne de ol­sa onlara göre bu dersler ileride çocuklarını böyle gösteriler düzenle­yecek hale getirecekti. N’olur acıyarak bak şu boş hayallere, ya Rab ve sana yakaran bizleri bütün bunlardan kurtar; henüz sana yakarmayan- ları da kurtar, kurtar ki sana yakarsınlar ve bu boş hayallerden kurtul­sunlar.

11.   BÖLÜM

Ağır bir hastalığa yakalanınca, annesinin ertelemekte ısrar ettiği
vaftiz töreninin gerçekleşmesini talep ediyor.

17.  Rab olan Tanrımızın insan kılığında biz kibirlilerin yanına in­diğini36 ve bizlere sonsuz bir yaşam vadettiğini duyduğumda hâlâ kü­çük bir çocuktum. Bütün umutlarını sana bağlamış olan annemin rah­minden çıkar çıkmaz, haç işaretinle kutsanmış ve tuzunla ovulmuş- tum. Sen tanıksın, ya Rab, çocukken nasıl da bir keresinde aniden karnıma müthiş bir sancı saplanmış, neredeyse ölüyorum sanmıştım. Sen o zaman da benim koruyucum olduğundan Tanrım, tanıksın, na­sıl da büyük bir hevesle ve nasıl da büyük bir inançla hem annemin hem de herkesin annesi olan Kilisenin sana olan sadakatine sığınıp Tanrım ve Rabbim olan oğlun Mesih’ten vaftiz olmayı dilemiştim.37 Beni dünyaya getiren annemin aklı başından gitmişti, çünkü benim kurtuluşum için yüreğinde sana duyduğu saf inancıyla çektiği sancıyı beni doğururken bile çekmemişti. Hemen işe koyuldu ve kurtuluş ayinlerine kabul edildiğimi^ günahlarımdan arınmam için sana, Rab [45] [46] olan İsa, tövbe ederek yıkandığımı görmek için ne gerekiyorsa yapma­ya başladı. Ama birden iyileşiverdim. Böylece kutsal suda arınma töre­nim de ertelendi, sanki yaşarsam kendimi muhakkak kirletmem gere­kiyordu. Çünkü vaftiz sonrası günaha girip kirlenirsem çok daha bü­yük vc çok daha vahim bir suç işlemiş olacaktım. Ama artık sana ina­nıyordum, tıpkı annem ve bütün ev halkını gibi; babam hariç. Kendisi inanmıyordu inanmasına, ama asla benim annemin dinine girip de Mesih’e inanmama engel olmaya kalkmadı. Anneminse en büyük dile­ği Tanrım, babamın bana babalık etmesinden çok senin bana babalık etmendi. Bu konuda ona seıı ele arka çıktın ve annem kocasına her za­mankinden daha fazla hizmet ederek onu gölgede bıraktı. Çünkü an­nem, senin buyruğun üzerine, kocasına hizmet ederek aslında sana hizmet ediyordu.

18.   N'olur Tanrım, söyle hana, eğer o sıra vaftizimin ertelenmesi senin kararınsa ne amaçla bu kararı verdin, bilmek isterim. Acaba be­ni günahtan alıkoyan dizginlerin gevşetilmesi benim iyiliğime miydi? Yoksa sahiden gevşetilmemiş miydi? Gevşctilmcmişse, o zaman neden insanlar hâlâ birileri hakkında birbirlerinin kulaklarına eğilip Bırak onu, yapsın; nasıl olsa vaftiz edilmedi diye fısıldıyor? Vücut sağlığımız söz konusu olduğunda, lıiç kimse çıkıp, Bırak, daha kötü olsun, nasıl olsa henüz iyileşmedi diyor mu? Aslında bir an önce iyileşmiş olsaydım ııc kadar iyi olacaktı, hem benim hem de ailemin göstereceği özenle ruhumu sağlığına kavuşturacak olan vaftizim gerçekleşmiş olsaydı ve senin vasiliğine geçip onu sonsuza kadar güvenceye almış olsaydım ne kadar iyi olacaktı. Gerçekten de ne iyi olacaktı. Ama demek ki çocuk­luk çağımdan sonra nice dalgalanmalar yaşayacağım ve baştan çıkaca­ğım çoktan belliydi. Demek ki annem de böyle olacağını daha o za­mandan biliyordu ki, ileride tam olarak biçimlenecek bedenimi bu dalgalara teslim etmektense, henüz yoğrulmamış hamurumu teslim et­meyi yeğledi.[47]

12.   BÖLÜM

Derslerine zoraki çalışıyor, ama Tanrı bunu bile onun hayır
hanesine işliyor.

19.   Çocukluk çağımda, ergenlik çağımda yaşadığım korkuların hiçbirini yaşamamıştım. Ama bu çağda bile ders çalışmaktan hiç hoş- lanmazdım, ders çalışmaya zorlamalarından da nefret ederdim. Gene de zorlarlardı, iyi de olurdu, ama ben ille de iyi olsun diye çaba sarf etmezdim. Çünkü bana kalsa hiç çalışmazdım, zorlandığım için çalışı­yordum. Bir insan bir işi gönülden yapmıyorsa, iyi bir şey yapsa bile iyi bir şey yaptım diyemez. Beni ders yapınaya zorlayanlar da bana kendilerinin iyilik yaptıklarını düşünmesinler, çünkü bu iyilik sadece senden geliyordu, ya Rab. Benden ders çalışmaını isteyenler, öğren­diklerimi hangi amaçla kullanacağıma bakmıyorlardı ki, onların tek derdi insanoğlunun adına zenginlik dediği büyük yoksulluğun ve adıııa şeref dediği şerefsizliğin doyınaz arzularını tatmin etmekti.[48] Ama başımızda kaç tel saçımızın olduğunu bile bilen sen,[49] beni ders çalış­maya zorlayanların hatasını benim için hayırlara vesile kılıyordun. Ben öğrenmek istemedikçe sen ceza almama neden oluyordun; bu kadar

küçük bir çocuğun, bu kadar büyük günahkar olması düşünülürse bu ceza hiç de hak etmediğim bir ceza değildi doğrusu. İşte bu şekilde benim hayrıma olmayan davranışları, benim için hayırlı kılıyordun; ben kendim günah işlersem de bana hak elliğim cezamı veriyordun. Sen böyle buyurmuşsan, böyledir; düzenin dışına çıkan her ruh, ceza­sını da yüklenir.

13.    BÖLÜM

En sevdiği dersler.

20.   Küçücük bir çocukken öğrendiğim Yunancadan neden bu ka- da r nefret elliğimi hala tanı olarak anlamış değilim. Latinceyc ise bayı­lıyordum, ama ilkokul öğretmenlerimin öğrelliği Latinceye değil, daha sonraları edebiyat öğretmenlerimin öğrettiği Latinceye. Çünkü Latin- ccnin ilk dersleri okumak, yazmak ve sayı saymaktan ibaretti ve bu dersler Yunanca dersleri kadar ağır ve sıkıcıydı. Ama bütün bunlar günahkar ve amaçsız yaşamımdan kaynaklanıyordu, başka bir şeyden değil. Çünkü ben henüz et ve kandan iharellim, sadece hır kere alınıp ve­rilen bir soluklan\42 Aslına bakarsanız bu ilk dersler, somut bilgiler ver­dikleri için daha yararlıydı. Bunlar sayesinde ne bulsam okuyacak ve ne istesem yazacak bir yet i elde ettim. Bu yeti ruhuma öyle işlenmiş ki, hâlâ kaybetmiş değilim. Oysa sonraki derslerde Aeneas’ın başıboş gezinmelerini ezberlemek zorunda kaldım, kendimin başıboş gezin­melerini ununum. Aşk için intihar eden Dido’nun ölümüne ağlamak zorunda kaldım, ama o zaman zarfında bu tür masallarla senden uzaklaşıp ölüme giderken, ey bana can veren Tanrım, kendi zavallığı- ma tek damla gözyaşı akıtmadım. [50]

İTiRAFLAR

21.    Kendi haline acımayan bir zavallıdan daha zavallısı olabilir mi, Aeneas’a aşkı yüzünden ölen Dido’ya gözyaşı dökerken,[51] [52] [53] seni sevme­diği için ölen ruhuna tek damla gözyaşı akıtmayan bir zavallıdan daha zavallısı olabilir mi ey Tanrım, ey yüreğimin ışığı, ruhumun ağzının en iç ekmeği, zihnimi düşüncemin derinlerine bağlayan güç? Seni sev­miyordum ve sana vefasızlık ediyor44 ve vefasızlık ettikçe her yandan “Aferin, Aferin” diye sesler yükseliyordu. Çünkü bu dünyayı dost tu­tan sana vefasızlık eder. Ama “Aferin, Aferin” deniyordu ki, bu aferini hak etmeyecek bir insansam utanç duymam bekleniyordu. İşte ben bunlara ağlamıyordum da, kılıcının sivri ucuyla ölüme koşan Dido için ağlıyordum, yani seni terk edip en aşağı yaratıklarının peşine takı­lıyordum, bir balçık olan ben iyice balçığa batıyordum. Ama bu kitap­ları okumaını yasaldasalardı o zaman beni üzen bu şeyleri okuyamadı­ğım için üzülürdüm. Çünkü bu tür saçmalıklar okuma ve yazma öğ­rendiğim derslerden çok daha fazla yüceltiliyar ve çok daha yararlı görülüyordu.

22.    Ama artık ruhuma haykır ey Tanrım, bana Hakikatin konuşsun, desin ki, Hayır, doğru değil, hayır doğru değil! Ilk dersler çok daha iyi. İşte bak, Aeneas'ın başıboş gezintilerini unutınaya hazırım ve bunun gibi pek çok şeyi; okumak ve yazmak dışında. Evet, doğru, edebiyat okul­larının kapılarına perdeler asılı. Ama o perdeler mahremiyetin şerefini simgelemiyorlar, onlar yanlışın üstünü örtüyorlar^5 Bundan böyle öğ-

retmenlerim bana istedikleri kadar bağırsınlar, onlardan korkmuyo­rum, çünkü artık ruhumdan geçenleri sana itiraf ediyorum Tanrım ve bana gösterdiğin doğru yolların tadına varabilmek için, sapmış oldu­ğum yanlış yollar için azarlanmayı seve seve kabul ediyorum. Edebiyat tacirleri de bana istedikleri kadar bağırsınlar, çünkü onlara Şairin[54] dediği doğru mu, sahiden bir zamanlar Aeneas KarLaca’ya gelmiş miydi şekli nde bir soru sormaya kalktığımda, bilgisizleri bunu bilmedikleri­ni, bilgilileri ise bu olayın gerçek olmadığını kabul edeceklerdir. Ama onlara Aeneas adının hangi harflerle yazıldığını sorduğumda, okuma yazması olanlar, insanların kendi aralarında uzlaşıp bir kurala bağla­dıkları işarcılcrc uygun olarak bu soruma doğru yanıtı verecektir,[55] Başka bir soru sorsam ve deseni ki, acaba insanın yaşamında okumayı yazmayı unutmak mı vah i m bir sorun doğurur, yoksa bu şairane uydur­maları unutmak mı? İnsan bu iki şıklan hangisinin doğru yanıt olduğu­nu nasıl göremez? Tabii aklım tümüyle yitirmişse o başka. Demek ki çocukluğumda bu zırvalıkları hana yararı dakunacak derslere tercih çimekle günah işliyordum. Ya da daha doğrusu, okuma yazmadan ııdrci ediyordum, zırvalıkları seviyordum. O zamanlar bir bir daha iki eder, ilıi ihi daha dört eder türündeki şeyler benim için nefretlik bir te­kerlemeydi, ama içi silahlı asker dolu Tah t a At, Troia yangını ve Cre- usa’ı ı ın hayaleti[56] o beyhude yaşamımın cn tatlı hülyasıydı.

İTİRAFLAR

14.    BÖLÜM

Yunan edebiyatından nefret ediyor.

23.    Öyleyse niçin bu tür masallar terennüm eden Yunan edebiya­tından, hatta dilinden nefret ediyordum? Çünkü Homeros da böyle masalları birbirine örmekte çok ustadır, hana ağzından bal damlayan bir avaredir, ama yine de çocukken bile Homeros benim dilimde acı bir tat bırakmıştı. inanıyorum ki Yunan çocuklar da Vergılius'u öğren­meye zorlandıklarında, benim Homeros’a karşı hissettiklerimi hissedi­yorlardı. Tabii ki yabancı bir dil öğrenmenin zorlukları da, Yunanın o tatlı masallarının anlatımına tuz biber katan unsurlardı. Çünkü tek kelime bile anlamıyordum, ama anlayayım diye de sürekli öğretmenle­rimin acımasız tehditlerine ve zalim işkencelerine maruz kalıyordum. Hiç şüphesiz bebekken tek kelime Latince de bilmiyordum, ama bu dili korkmadan ve işkence çekmeden öğrendim, sadece dadılarımın tatlı sözlerine, bana gülüşenlerin yaptığı şakalara ve benimle oyun oy­nayanların sevinç nidalarına kulak kabarttım. Gerçekten de Lalinceyi baskı altında kalmadan, cezalandırma korkusu yaşamadan öğrendim, çünkü düşüncelerimi ifade edebilmek için bu dile beni zorlayan kendi yüreğimde Ama bana öğretenlerden değil de düşüncelerimi kulakları­na fısıldadığımda beni dinleyen ve benimle konuşanlardan birkaç keli­me öğrenmemiş olsaydım bu dilin üstesinden gelemezdim. Bu da açıkça gösteriyor ki, bir dili özgür bir merakla öğrenmek, dehşet sa­çan bir zorunlulukla öğrenmekten daha etkili bir yöntem. Ama senin yasaların sayesinde ey Tanrım, zorunluluk merakımızın öyle özgürce akıp gitmesine engel oluyor; senin yasalarınla, senin o şifalı yasaların­la, öğretmenlerimizin sopalarından, şehitlerin çetin sınavlarına doğru bizler için sağaltıcı panzehirler karılıyor ve bizi senden koparacak olan ölümcül zevklerden uzaklaşıp sana geri dönmemiz sağlanıyor.

15.   BÖLÜM Tanrı'ya yakan.

24.    Yakarımı işit, ya Rab, işit ki senin yoluna giren ruhum cesareti­ni yitirmesin; işit ki, düştüğüm bütün kötü yollardan beni çekip çıka­ran yüce merhametin için sana şükretmekten yorgun düşmeyeyim; işit ki, ardından sürüklendiğim bütün o ayartıcı zevklerden daha çok bü­yüleneyim; seni bütün varlığımla seveyim, bütün yüreğimle ellerine sarılayım ve sayende ömrümün sonuna değin bütün günahlardan uzak kalayım. Sen, ya Rab, benim Kralım ve Tanrımsın, çocukluğum­dan beri yararlı ne öğrendimse senin yoluna serilsin; ne konuşmuş­sam, ne yazmışsam, ne okumuşsam, ne saymışsam, hepsi senin yoluna serilsin. Çünkü saçma sapan şeyler öğrenirken, sen beni hep denetim altına aldın ve o saçmalıklardan zevk alırken girdiğim günahları affet­tin. Bu saçmalıklardan yararlı birkaç kelime de öğrenmedim değil, ama aynı kelimeleri saçma olmayan başka derslerde de pekala öğrene­bilirdim. Öyle de olmalı, çünkü kesinlikle bu bir çocuğun yürüyebile­ceği en güvenilir yol.

16.    BÖLÜM

Gençlere verilen eğitimi kınıyor.

25.   İnsanın yarattığı törelerin ırmağı, vah sana![57] Kim karşı dura­cak sana? Hiç mi kurumayacaksın? Bir tahtaya tutunanların bile[58] [59] zar zor aştığı o koskoca, o korkunç denize kadar sürükleyecek misin Hav­va oğullarım?51 Senin kitaplarında[60] okumadım mı şu gökleri gürleten ve zina işleyen luppiter’i?5[61] Iuppiter’in bu iki rolü birden üstlenmesi tabii ki imkansız. Ama insanlar bir gök gürültüsü masalı uydurarak gerçek hayatta zina işleyecek olanlara Iuppiter’i kefil kılmış. Ama şu cübbeli öğretmenlerimizden hangisi kendi çöplüğünde[62] [63] ona kafa tu­tan ve şöyle soran bir adamı hiç istifini bozmadan dinleyebilir: “Bu masalları Homeros uydurdu ve insanların kusurlarını tanrılara yükle­di. Oysa tanrısal iyilikleri biz insanlara yüklese daha iyi olmaz mıydı?” Hatta şöyle dese belki daha doğru olurdu: “Bu masalları kesinlikle Ho­meros uydurdu ve böylece en aşağılık insanlara tanrısallık yükleyerek ahlaksızlıkları ahlaksızlık olmaktan çıkardı. Bu şekilde ahlaksızlık ya­panlar artık günahkar insanları değil, göksel tanrıları örnek almış sayı­lacaktı.”

26.   Ey cehennem ırnıağı,5s bak yine de insanlar evlatlarını hâlâ se­nin sularına atıyor ve bu masalları öğrensinler diye paralar harcıyor. Hele bu masallar pazar yerinde bütün halka anlatılmaya görsün, daha büyük değere biniyor, çünkü yasalar öğretmenlere öğrencilerinin öde­diği paraya ek olarak bir de devletten maaş almalarına onay veriyor. Ama hâlâ dalgaların kayalara vuruyor ve şöyle söylüyor: “Bu okulda kelimeler öğrenilir, burada belagat kazanılır, insanları ikna etmede ve düşüncelerinizi açıklamada çok önemli bir sanattır bu.” Gerçekten de doğru, çünkü Terentius o haylaz genci sahneye davet etmeseydi ve bu genç duvarda asılı duran bir resme bakıp da kendisine Iuppiter’i bir çapkınlık örneği olarak almasaydı biz “altın yağmuru, kucak, aldatma, göksel tapınak” ve bunlar gibi o bahse konu olan eserinde geçen daha nice kelimeyi öğrenebilir miydik?[64] [65] [66] Dediklerine bakılırsa o resimde Iuppiter’in, Danae’m kucağına altın yağdırarak genç kızı nasıl baştan çıkarttığı arılatılıyordu^7 Bakın görün o genç nasıl da aşka gelip anın­da şehvete kapıldı, sanki göksel bir öğretmenden cevaz almış gibi şöy­le dedi:

“Hangi tanrı bu diye sordu? Göğün zirvesindeki tapınağı böyle gü­rül gürül sallayan hangi tanrı?

Ben, biçare ölümlü, yapamam mı sanki onun yaptığını? İşte bakın yaptım, hem de seve seve!’^

1 layır, bu ahlaksız yöntemle bu kelimeler öğrenilmez; bu kelime­lerle ancak ahlaksızlık yapılır, hem de her zamankinden daha gü­venli bir şekilde. Sözüm kelimelere değil, ne de olsa her biri çok şık vc pahalı birer kadeh adeta. Benim sözüm bunların içindeki günah şarabına, ayyaş öğretmenlerimiz tarafından bize içirilen günah şara­bına. İşte bu şarabı içmeyi reddedersek, dayak yiyorduk, üstelik ayık bir yargıca başvurma hakkımız bile yoktu. Şimdi senin huzurunda artık rahatım ey Tanrım, bak aklıma gelenleri gayet rahat söylüyo­rum: evet, ben bunları isteyerek öğrendim, çünkü bir zavallı oldu­ğumdan bu masallar bana keyif veriyordu ve bu yüzden o zamanlar bana istikbal vaat eden bir çocuk gözüyle bakılıyordu.

17. BÖLÜM

Gençlere öğretilen türdeki dil ve edebiyat yöntemine
karşı çıkışını sürdürüyor.

27.   Izin ver bana Tanrım, izin ver ki bana bir armağan olarak ba­ğışladığın şu aklımla ilgili bir şeyler söyleyeyim ve onu ne budalaca hayallerle süslediğimi anlatayım. Günlerden bir gün başıma bela olan bir ödev verildi bana. Başarırsam, ödülüm övgü kazanmak olacaktı, başaramazsam, utanç ve dayak korkusu. Troia kralının[67] İtalya’ya git­mesine engel olamayan tanrıça luno’nun[68] yaptığı konuşmayı[69] [70] [71] ezber­den okuyacaktım. Aslında luno’nun gerçekten konuştuğunu hiç duy­mamıştım, ama benden istenen şiirsel uydurmaların aldatıcı izlerini sürmem ve Şairi^3 şiir şeklinde söylemiş olduğu kelimeleri düz yazı haline getirip bir şeyler söylememdi. Öğretmenimin dediğine göre, Şa­irin kişileştirdiği karakterin saygınlığına yakışır kelimeler seçip onun öfkesini ve kederini en iyi şekilde ifade eden çocuk daha çok övüle- cekti. Peki, benim ezberimin aynı yaşta ve aynı sınıfta olduğum diğer çocukların ezberlerinden daha çok alkışlanmasının bana ne gibi bir yararı olacaktı, ey benim hakiki yaşamım, Tanrım? Sonuçta bunların hepsi birer duman, birer esinti değil miydi? Zekâmı bileyecek ve dili­mi geliştirecek başka bir yöntem bulunamaz mıydı yani? Oysa yüre­ğimde yeni süren filize ancak senin övgülerin, ya Rab, senin Kutsal Ki­tabındaki o övgülerin dayanak olurdu; işte ancak o zaman bu filiz üzümsüz bir asma olmaktan kurtulur, böylece kuşlara da yem olmaz­dı. Çünkü bu avcı kuşlara, yani düşmüş meleklere, yem vermenin bin türlü yolu bulunabilirdi[72] [73] [74] [75]

18. BÖLÜM

İnsanlar dil ve edebiyat öğretmenlerinin belirlediği kurallara
uymak konusunda titiz davranıyorlar,
ama tanrısal yasaları hiçe sayıyorlar.

28.   Ama benim bu boş işlerle vakit geçirmiş olmamda ve senden uzaklara sürüklenmemde şaşılacak ne var ki ey Tanrım? Önüme ör­nek olsun diye koydukları insanlar, yaptıkları sevapları anlatırken bi­linmedik kelimeler[76] ya da tuhaf deyimler kullanmıyorlar diye azarla­nıp utandınlıyorsa, öte yandan edepsizliklerini kusursuz bir akıcılıkta ve düzgün kelimeler seçip okkalı ve tumturaklı bir üslupla anlattıkları için göklere çıkarı ılıyorsa, bunda şaşılacak ne var? Sen bunlara tanık- sm, ya Rab, ama susuyorsun, çünkü sen sabırlısın, çok merhametlisin ve her zaman doğruyu söylersin.66 Hep böyle susacak mısın? Ama şu an bile seni arayan, senden gelecek sevinçlere susamış ve “Senin Mâ­nâm arıyorum ve hep senin Mânânı arayacağım ey Tanrım!” diyen ru­humu o korkunç uçurumdan çekip çıkarmaya hazırsın.67 Çünkü se­nin Mânândan uzaklaşmak demek, kapkara tutkulara gömülmek de­mek. Senden uzaklaşmak ya da sana geri dönmek öyle yürüyerek ya da başka şekilde bir yerden başka bir yere giderek olmaz. Senin o kü­çük oğlun senden aldığı yol paralarını har vurup harman savurarak yaşamak üzere o uzak diyara gittiğinde at mı kiralamıştı sanki, araba mı, gemi mil Yoksa gerçek kanatlar takıp havada mı uçmuştu ya da seke seke yürüyerek mi katetmişti onca mesafeyi?68 Sen ona bu para­lan verirken müşfik bir babaydın, beş parasız sana geri döndüğünde ise evvelce olduğundan daha müşfik bir baba oldun. O halde senin Mânândan uzaklaşmak demek şehvetin girdabına kapılmak, yani ka­ranlıklara gömülmek demektir.69

29.   Seyret, Rab Tanrım, her zamanki gibi sabırla seyret de gör bak şu insanoğulları kendilerinden önceki hatiplerin onlara miras bıraktığı harf­lerin, hecelerin kurallarına nasıl titizlikle itaat ediyor, ama senden miras kalan sonsuz kurtuluşun ölümsüz antlaşmasını hiç hesaba katmıyor. Öyle ki, geleneksel telaffuz kurallarını öğrenmiş ya da bu kuralları başkalarına öğreten bir insan, senin kurallarını çiğneyip kendisi de bir insanken diğer bir insandan nefret edebiliyor da, gramer bakımından hata yapıp homo70 [77] [78] [79] [80] [81] kelimesindeki ilk soluksuz ünsüzü okumasa ve omo dese, insanların gö­zünde rezil rüsva oluyor. Sanki düşman olarak gördüğümüz insan, içi­mizde ona karşı beslediğimiz nefretten daha tehlikeliymiş gibi ya da bir insana düşmanlık gütmekle ona kendi kalbimize verdiğimiz zarardan da­ha fazla zarar verecekmişiz gibi. Oysa gün gibi açıktır ki edebiyat bilgisi, vicdanımıza yazılmış olan ve kendimize yapılmasını istemediğimiz bir şeyi karşımızdakine de yapmamamızı belirten ahlak bilgisi gibi yaratılışımıza özgü değildir.[82] [83] [84] Ey biricik yüce Tanrım, göğün yücelerinde sessiz sessiz oturan, bıkmadan usanmadan insanlara körlük saçıp haram tutkuları ge­rektiği gibi cezalandıran sana hiç akıl sır erer mi! Çünkü bir insan belaga- liyle şöhret kazanma peşine düşünce, etrafını çeviren bir sürü insanla bir­likte ölümlü bir yargıcın önünde durup kudurmuş öfkesiyle düşmanına verip veriştirirken ölümlülerin önünde dili sürçüp de yanlış bir şey söyle­mesin diye azami dikkat gösteri rken, yüreğindeki öfkenin sövüp saydığı insanı ölüm cezasına çarptıracağını ve böylece onu diğer insanlardan sonsuzca uzaklaştırabileceğin hiç düşünmüyor bile.72

19. BÖLÜM

Çocuklukta yapılan hatalar ilerleyen yaşlara aktarılır.

30.   İşte çocukluğumda sefil bir halde kapısına atıldığım ahlak dün­yasının hali buydu. Böyle bir arenada güreş tutmak zorundaydım.73 Gramer hatası yap maktan korkmam bir yana, bir de hala yaptığımda, hata yapmamış olanları kıskanmaktan korkuyordum. Şimdi kabul etti­ğim ve sana itiraf ettiğim bütün bu yanılgılarla o zamanlar insanların öv­güsünü kazanıyordum ve şerelli bir yaşamın insanların hoşuna gitmek olduğunu sanıyordum. Çünkü senin gözlerinden fırlatılıp atıldığım o utanç girdabını göremiyordum. O zamanlar senin gözünde benden da­ha aşağılık bir yaratık var mıydı acaba? Çünkü oyun tutkum, saçma sa­pan gösteriler izleme merakım ve o gösterilerdeki kimi hareketleri taklit etmek için yanıp tutuşmalarım, hem özel öğretmenlerime,[85] [86] [87] hem okul öğretmenlerime hem de ana babama bin türlü yalan uydurmama neden oluyor, böylece hoşuna gitmek istediğim bu insanları bile çok kızdırı­yordum. Hatta evimizin kilerinden ya da soframızdan bir şeyler aşırı­yordum, kimi zaman oburluğumu bastırmak için, kimi zaman da benim kadar oyuna düşkün olan arkadaşlarıma vermek için. Çünkü onlar da bu verdiklerime karşılık bana en sevdikleri oyuncaklarını veriyorlardı. Hatta arkadaşlarımla oynadığım oyunlarda bile anlamsız bir kazanç hır­sına yenik düşüp birinci olabilmek için sürekli sahtekarlık yapıyordum. Ama onları aldatmama rağmen onlar tarafından aldatılmaya göreyim, bundan daha az tahammül gösterebileceğim başka bir şey olabilir miydi acaba, bundan daha çok öfkelenip kavgaya tutuşabileceğim bir şey? Üstelik sahtekârlığım anlaşılıp da ayıplandığımda, alttan alacağıma na­sıl da daha büyük bir öfkeyle saldırıyordum. Çocukluk masumiyeti bu muydu yani? Hayır değildi, ya Rab, bu masumiyet değildi. N’olur Tan­rım, beni affet. Ama hiçbir şey değişmiyor, sadece özel öğretmenleri­mizin, okul öğretmenlerimizin, cevizlerin/5 bilyelerin, serçeleri^6 ye­rini valiler, krallar, altınlar, malikâneler, hizmetkârlar alıyor. Öğret­menlerimizin sopası yerine daha ağır cezalara maruz kalarak yıllar bir­birini kovalıyor, yaşlarımız ilerliyor, ama hiçbir şey değişmiyor. De­mek ki sen tevazu mührünü çocukluğun küçücük gövdesine bastın ey Kralımız[88] ve dedin ki: Göklerin krallığı böyle tevazu gösterenlere ait­tir.[89]»

20. BÖLÜM

Çocukluğunda edindiği iyilikler için Tanrı'ya şükrediyor.

31.   Yaşantımda sadece bir kez çocuk olmamı buyurmuş olduğun halele, yine de sana ya Rab, evrenin en yüce Yaratıcısı ve Yöneticisi olan Tanrıma şükretmeliyim. Çünkü o yaşta bile ben vardım, yaşıyor­dum, hissediyordum ve kendi varlığımı da sağ salim koruyabilecek güce salı i pli ın ki, bu var lı k senin sırlarla dolu birliğinin bir işaretiydi ve ben bu birlikten çıkıp varolmuştum.[90] İçimdeki güç bana duygula­rımın bütünlüğünü ve doğruluğunu korumamı söylüyor, en basit me­selelerle ilgili en basit düşüncelerimde bile doğruluktan büyük bir haz alıyordum. Aldatılmaktan nefret ediyordum, hafızamı gitgide güçlen­diriyordum, kelimelere hakim olmayı öğreniyordum, kurduğum dost­luklar beni sakinleştiriyordu, acıdan, umutsuzluktan ve cahillikten uzak duruyordum. Bu ufacık yaratıkta böyle huyların olması hayran­lık uyandırıcı ve övgüye değer değil mi yani? Ama bunların hepsini Tanrım bana armağan etti, ben kendi kendime vermedim. O halde be­ni var eden Iyinin kendisiydi ve ben kendi iyiliğiınİ bu İyilikten alıyor­dum; işte henüz daha bir çocukken sahip olduğum bütün bu iyilikler için Tanrıma şükrediyorum. Yine de günah işliyordum, çünkü hazları, güzellikleri ve doğruları onda değil de kendimde ve başka yaratıklarda arıyordum. Işte bu yüzden acılara, karmaşalara ve yanılgılara saplanı­yordum. Sana şükürler olsun ey Tanrım, sevinçlerimin kaynağı, onu­rum, umudum, verdiğin nimetler için sana şükürler olsun; n’olur on­ları benim için koru. Çünkü o zaman beni de korumuş olacaksın; ko­ru ki verdiğin bu nimetler büyüsün, mükemmelleşsin ve ben seninle olayım; çünkü bu varlığı bana armağan eden sensin.

2.     KİTAP

1. BÖLÜM

Gençlik çağını ve işlediği kusurları hatırlıyor.

1.   Geçmişte yaptığını iğrençlikleri ve ruhumu kirleten bedensel günahlarımı hatırlamak istiyorum. Bunlara bayıldığımdan değil tabii, bunları seni sevebilmek için hatırlamak istiyorum ey Tanrım. Senin aşkma duyduğum aşkla hafızamı yokluyorum. Geçtiğim o ahlaksız yolları aklıma getirmem canımı yaksa da, senin tatlılığını tatmak için hatırlamak istiyorum. Bu tatlılık aldatıcı değil, bu tatlılık gerçek mut­luluk ve doyum; bu tatlılık, senden uzaklaşınca kaybolduğum o çok­lukta darmadağın olan varlığımın parçalarını bir araya getirecek. ı Çünkü ergenliğe geçtiğim sıralarda cehennemlik tutkularımı doyur­mak için yanıp tutuşuyordum, türlü türlü gölgeler yansıtan aşk orma­nına kudurmuş gibi koşuyordum. Kendime güzel görüneyim, başka insanların gözüne hoş geleyim derken, güzelliğim silinmiş, bir leşe dönmüştüm senin gözünde.2

2. BÖLÜM

Onaltı yaşında şehvet ateşiyle yanıp kavruluyor.

2.   O dönemde sevmek ve sevilmekten başka bana zevk veren bir şey var mıydı acaba? Ama bu sevgi bir ruhun diğerine duyduğu sevgi- [91] nin ötesine geçmişti, dostluğun ışıklı eşiğini çoktan aşmıştı.[92] Tensel ar­zularım ve fokur fokur kaynayan ergenliğim bataklıktan yükselen bu­ğular gibi tütüyor ve yüreğimi bulutlara sarıp karartıyordu, öyle ki şehvetin karanlığından gerçek aşkın o parlak ışığını seçemez olmuş­tum. Aşk ve şehvet, her ikisi de birbirine karışmıştı içimde, körpe gençliğimi arzuların uçurumuna sürüklüyor ve günahların girdabına batırıyordu. Senin bana olan öfkense bir çığ gibi büyüyordu bu arada, ama ben bundan bihaberdim. Ölümlülüğümün, yani kibirli ruhuma verilen cezanın zincirlerinin şakırtısı kulaklarımı sağırlaştırmıştı; sen­den uzaklaştıkça uzaklaşıyordum ve sen buna izin veriyordun. Yasak aşk ateşlerinde fokur fokur kaynarken oraya buraya çalkalanıyor, dö­külüp saçılıyor, darmadağın oluyordum ve sen susuyordun. Ah benim geç bulduğum mutluluğum! Evet, sen o sıra susuyordun ve ben kendi yolumda yürürken senden uzaklaştıkça uzaklaşıyordum acınası kib­rimle ve huzura erdiremediği bu bitkin halimle sadece mutsuzluk üre­ten kısır tohumlar eke eke.

3.   Bu ıstırabıma merhem olacak, yeni keşfettiğim bu geçici güzel­likleri iyiye döndürecek vc bunların büyülerine bir sınır çekecek kim­se yok muydu? Olsaydı, işte o zaman belki gençliğimin dev dalgaları evlilik sahiline vurabilirdi. Belki böylece ben de kendiliğinden dinme­yecek bu dalgaları, senin yasanda buyrulduğu gibi, ya Rab, çocuk sa­hibi olduktan sonra sakinleştirebilirdim. Çünkü sen biz ölümlülerin üremesini bu şekilde düzenlemedin mi, cennetine sokmadığın o di­kenlerin üzerine ellerini yavaşça sürüp onları yumuşatmadın mı?[93]

Çünkü her şeye gücü yeten sen asla bizden uzak değilsin, biz senden çok uzakta olduğumuzda bile. Gerçi bir yol daha vardı, o da senin bu­lutlardan yükselen şu sözlerine daha dikkatle kulak kabartmak: “Ev­lenmiş olanların bile tensel ıstırapları olacak. Ama ben sizi esirgeyece­ğim.[94] Bir erkeğin kadına dokunması mübah değildir.[95] Karısı olmayan bir adam tanrısal buyruklar üzerine daha fazla kafa yorar, Tanrı’yı hoşnut etmenin yollarını arar. Ama evli bir adam kafasını dünya hali­ne takar vc karısını hoşnut etmenin yollarını arar.”[96] İşte bu sözlere da- lıa dikkatle kulak kabartmış olsaydım ve göksel krallığın uğruna ha­dım olsaydım[97] sana sımsıkı sarılır ve daha mutlu olurdum.

4.   Ama alı zavallı ben, fok ur fokur kayniyordum, tutkularımın gürdü akıntısıyla sürüklenip seni terk ediyordum. Yasalarınla çizilen sı ıı ı rları aşmıştıın, bu yüzden sen in kamçımdan kaçamad ı m. Bir ölünı- lü içiıı böyle bir şey mümkün mü zaten? Çünkü sen her zaman be- ııiıııleydin, bağışlayıcılığınla işkence ediyorduıı ve bütün yasak bazla­rıma acı tatlar katıyordun ki, acı bulaşmamış başka hazların peşine d üşe hiley i m. Bu hazzı da senden başka hiçbir yerde bulamayacağımı hana ima ediyordun ya Rab; çünkü senden başka hiç kimse canımı ya­karak baııa ders ve re mezd i. 9 iyileşelim diye dövüyordun, senden

İTİRAFLAR

uzakta ölmeyelim diye öldürüyordun.[98] [99] Dünyevi yaşantımın on altıncı yaşında ben nerelerdeydim, ah, senin evinin ışıklarından ne kadar uzaklara sürgün edilmiştim? Kudurmuş şehvetin beni tamamen esir aldığı bir yaştaydım ve senin yasalarının asla izin vermediği, ama utanmaz insanlığın izin verdiği bu kudurmuşluğa nasıl böyle gönül­den teslim olabildim? Ailem bile beni evlendirerek bu taşkınlığımı diz­ginlemeyi hiç düşünmedi. Çünkü onların tek derdi hitabet sanatını mükemmel şekilde öğrenmem ve konuşmamla insanları ikna etmeyi başarabilmemdi.11

3.    BÖLÜM

Eğitim maksatlı seyahat ve anne babasının beklentisi.

5.   Aynı yıl Madaura’clan geri dönmek zorunda kalınca öğrenimime bir süre ara verdim. Komşu şehrimiz Madaura’ya edebiyat ve hitabet eğilimi almak için gitmiş ve derslere daha yeni başlamıştım[100] Ama ai­lem beni daha uzak bir diyara, Kanaca'ya yollamak istiyordu ve bu­nun için gerekli parayı hazırlama telaşındaydı. Çünkü Thagaste’nin mütevazı bir sakini olan babamın beni okutma hevesi servetinden da­ha büyüktü. Bütün bunları sana ne diye anlatıyorum ki? Aslında sana anlatmıyorum Tanrım, senin huzurunda kendi soyuma, yani insan so­yuna anlatyorum, bu sözlerimi ancak birkaçının ciddiye alacağını da bile bile. Amacım mı ne? Benim ve bu satırları okuyan herkesin ne de-

rin bir uçurumdan sana haykırdığım anlayalım istiyorum.[101] [102] Çünkü sen ancak tövbe eden bir kalbin ve inanç dolu bir yaşamın sesine ku­lak kabartırsın değil mi? Kim oğlu için ailesinin tüm kaynaklarım zor­layan ve sırf oğlu dışarılarda, yabancı bir memlekette okusun diye pa­ra bulmaya çalışan bir insana, yani babama övgüler yağdırmaz? Çün­kü bizim memleketimizde ondan daha zengin olanların hiçbiri oğulla­rı için hiç böyle bir sıkıntıya girmemişti. Ama şu da bir gerçek ki, ba­bamın niyeti beni senin gözünd.e iyi bir evlat olarak yetiştirmek ya da iffetli bir insan olmamı sağlamak d.eğildi. Sırf iyi bir konuşmacı olma­mı istiyordu. Bu yüzden sen i n tarafından ekilip biçilemedim. Oysa kalbimin, yani senin tarlanın tek doğrusu ve tek hakimi sendin Tan-

4

rım. 14

6.   Mala on a 111 yaşındaydım[103] vc a i l cvi nedenlerden dolayı[104] okulu falan bırakıp zorunlu bir istirahata çekilmiştim. Ama aileınle yaşamaya başladığım döııcmdcn itibaren şehvetin dikenli çalıları da gitgide bü­yüdü, büyüdü, ta tcpcme kadar çıktı. Bunları koparacak kimse de yoktıı. Dahası bir gün hamamda yıkanırken babanı benim erkekliği­min uyan d ıgı n1, kıpır kıpır bir gençlikle dolduğunu görünce, bu işa­retten artık torun sahibi olabileceğini düşünüp sevinçle durumu anne- mc aıı lattı. Babam sevi nçtcn sarhoş ol m uşt u, ama bu sarhoşluk, şu dünyaya sc n iıı Yaratıcısı olduğunu unutturan ve senin yerine senin ya­rattıklarına aşık olmasına neden olan gizli bir şaraptan kaynaklanıyor­du. Bu şarap dünyanın yoldan çıkmış ve en bayağı şeylere bel vermiş iradesinin bir ürünüydü. Ama neyse ki annemin gönlünde sen çoktan tapmağını dikmiş, kutsal evinin temellerini atmıştın.[105] Babamsa henüz senin bir öğrencindi ve bu yolun henüz çok başındaydı. [106] [107] Dolayısıyla annem inançlı bir insan olduğundan bu haberi kaygıyla karşıladı ve içi titredi. 19 Henüz vaftiz olmadığım halde sana yüzünü değil de sırtına dönerek yürüyenlerin sapkın yollarına gireceğimden korkuyordu.

7.   Yazıklar olsun bana! Senden gitgide uzaklaşırken senin suskun kaldığını söylemeye cüret ediyorum ey Tanrım. Oysa o sırada senin suskun kalman olacak şey mi7 Annemin, yani o sadık kulunun benim kulaklarıma fısıldadığı sözler senin değil de kimindi? Ama kulaklarım­dan yüreğime hiçbir şey akmıyordu ki, o söylenenleri yerine getire­yim. Hafızamı derinden yokladığımda bugün gibi hatırlıyorum, nasıl da büyük bir ciddiyetle beni uyarıyor, zina işlemememi, hatta herhan­gi bir adamın karsına yan gözle bakmamamı öğütlüyordu. Ama bü­tün bunlar bana kadınca öğütler gibi geliyordu ve onlara uymak bana utanç veriyordu. Oysa bu sözler senin sözlerindi, bense bunu bilmi­yordum; ve senin sustuğunu, annemin konuştuğunu sanıyordum, oy­sa sen annem aracılığıyla benimle hiç susmadan konuşuyordun ve ben annemi, yani senin sadık hizmetkarını hiçe sayarken, aslında hem onun oğlu olarak hem de senin sadık kulun olarak seni hiçe sayıyor­dum. Ama ne yaptığımı bilmiyordum, öyle körlemesine, paldır küldür yoluma devam ediyordum. Öyle ki yaşıtlarımın arasında onlardan da­ha az hovardayım diye hicap duyuyordum. Çünkü onların, işledikleri günahları ballandıra ballandıra anlattıklarını ve ne kadar adilik eder­lerse o kadar böbürlendiklerini görüyordum. Ben de onların yaptıkla­rını yapıyordum, böylece hem şehvetimi tatmin etmekten zevk alıyor, hem de övgü kazanıyordum. Ahlaksızlıktan başka ayıplanacak bir şey olabilir mi? Bense ayıplanmayayım diye daha fazla ahlaksız oluyor­dum. Hatta diğer günahkârlarla boy ölçüşecek kadar günah işleme­mişsem, hiç yapmadığım şeyleri yapmış gibi gösteriyordum, çünkü masumiyetimin tabansızlık, iffetimin de zayıhık olarak algılanacağın­dan müthiş korkuyordum.

8.   İşte ben bu tür arkadaşlarla Babil[108] [109] [110] sokaklarını arşınlıyordum ve mis kokulu tarçınlara vc pahalı merhemlere bulanıyormuşum gibi bu­ranın çamuruna bulanıyordum. Yapıştıkça yapıştığım ve beni en de­rinlerine sürükleyen bu çamur gizli bir düşman gibi beni ayaklarının alıma alıyor ve beni haslan çıkarıyordu, zaten ben de baştan çıkarıl­maya dünden hazırdım. Beni dünyaya getire^1 annem bile babamın benimle ilgili söylediklerini ciddiye almıştı.22 Gerçi şimdiye değin Ba- bil'in kucağına düşmekten hep kaçınmıştı, ama demek ki hâlâ kenar mahallelerinde dolanıyordu. Oysa bir zamanlar bakirliğini korumam konusunda bana öğüt le r verirken ne kadar endişeliydi. Şimdi ise pen­çesine düştüğüm bu vebanın iler i de daha tehlikeli bir hal alacağını hissetmişti, bu yüzden lutkularımın önüne başka türlü geçilemeyecek­se o zaman evlilik bağıyla bunları zapturapt altına almanın en doğru hareket olacağını düşündü. Ama bunun çok da fazla üzerinde durına-

dı, çünkü bir kadına takılıp kalırsam gelecek umudumun suya düşe­ceğinden kaygılandı. Tabii bu gelecek umudum annemin sana bel bağladığı türde bir gelecek umudu değildi,[111] edebiyat öğrenimimle il­gili bir umuttu. Çünkü benim annem de babam da edebiyat öğrenme­mi o kadar çok istiyordu ki. Babam sana dair gerçek bir inanç besle­mediğinden benimle de ilgili gerçek düşüncelerden uzaktı. Annem ise edebiyat öğreniminin zararlı bir şey olmadığına, hatta bu tür bir disip­linin beni sana daha fazla yaklaştıracağına inanıyordu. Çünkü hafıza­mın derinlerini yokladığımda onların düşünce tarzlarıyla ilgili bu so­nuçları çıkarıyorum. Ama bu durum dizginlerimin iyice boşalmasın­dan ve sefahat alemine dalmamdan başka işe yaramadı, beni denetle­yecek sıkı bir disiplinden yoksun kaldım, dört yanımı saran yasak aşkların girdabında kaybolup gittim. Bu uçarılıklar seninle benim ara­ma kalın bir sis perdesi çekti ey Tanrım, senin o parlak ışığından beni ayırdı. Sefahatle semiren bedenimden kötülük fışkırıyordu adeta.[112]

4. BÖLÜM

Kafadarlarıyla işlediği hırsızlık.

9.   Senin yasan hırsızlığı kesin olarak yasaklar ya Rab.2[113] Bu yasa in­sanların kalplerine yazılmıştır ve günah işleseler bile oradan silin­mez.[114] Yoksa hiçbir hırsız başka bir hırsıza serinkanlılıkla katlanabilir mi? Zengin bile olsa bir hırsız, ihtiyacı olduğu için çalan bir hırsıza katlanamaz. Ben de hırsızlık yapmak istedim ve yaptım, üstelik aç da değildim, açıkta da, ama bana rahat batmıştı, günah budalası olmuş­tum. Çünkü çaldığım şey zaten bende bol bol vardı, hem de en iyisiy­di. Hem arsızlık edip de çaldığım şeyi kullanacağım falan da yoktu. Asıl hoşuma giden hırsızlık yapmak ve günaha girmekti. Bizim bağın yan ında bir armut ağacı vardı, dallarından armutlar taşardı, ama ne şekilleri ne de tatları bir şeye benzerdi. Mahallemizde gece yanlarına kadar oyun oynamak gibi berbat bir huy edinmiştik. İşte bu gecelerden birinde geç bir vakit ben de dahil olmak üzere bir alay yontulmamış genç- kalktık bağa girdik, ağacı sallayarak meyveleri düşürecek ve kapıp götürecektik. Üylc de yaptık ve epeyce bir armut yüklenip kaçtık. Ye­mek için değil tabii, domuzlara atmak için. Birazını da biz mideye indir­dik belki, aına asıl hoşumuza giden yasaklanan bir şeyi yapıyor olmaktı. lw benim kalbim ey Tanrım, işte merhamet duyduğun kalbim böyle uçurumun en dibindcydi. Ama izin ver kalbime artık sana söylesin, ora­larda ııc arıyordu ki, beni böyle yok yere kötü bir insan haline getirdi, söylcsiıı artık kiitülüğümün sebebi kötülükten başka bir şey değildi. hvei, bu budalalıktı, ama ben budalalığı sevdim; kendimi mahvetmeyi sevd im; k usurl u ol m ayı sevd im; uğruna kusur işlediğim şeyi değil, sa­dece kusurlu olmayı sevdim. Benim aşağılık ruhum senin gök kub­benden yıkıntılara düştü; rezil olup da bir şey elde etmek istemedi, sa­dece rezil olmak istedi.

5.    BÖLÜM

Hiç kimse durduk yere günah işlemez.

10.  Güzel şeylerde göze hoş görünen bir çekicilik vardır, altında, gümüşte ya da bunlara benzer her şeyde. Dokunmaya değer bulduğu­muz şeylerden müthiş bir haz alırız, keza diğer duyu organlarımızın da beğenilerine hitap edecek böyle nice maddi nesne söz konusudur .. Dünyevi makamların da kendilerine özgü bir çekiciliği vardır, emret­me ve söz sahibi olma yetkisi çekicidir. İntikam hırsı işte bu çekilikten doğar. Ama bütün bunları elde edeceğiz derken senden uzaklaşmama- lıyız ya Rab, senin yasandan sapmamalıyız. Bu yaşadığımız yaşamın d21. bir çekiciliği var, çünkü kendine özgü bir güzelliğe sahip ve bu güzel­lik dünyanın bütün güzellikleriyle uyum içinde. İnsanlar arasındaki dostluk bağının da kendine göre bir tadı, bir tılsımı var, çünkü bütün kalpleri tek bir kalp haline getirir. Ama bütün bunlar ve bunlar gibi nice değer günah işlemek için bir fırsat yaratır, çünkü bu değerler en alt seviyede iyiliklerdir[115] ve kendi cazibelerine kapılanları daha iyi ve daha üst seviyedeki iyiliklerden ederler, ey Rab olan Tanrım, yani sen­den, senin hakikatinden ve senin yasandan ederler. Çünkü bu en alt seviyedeki iyilikler dc sevinç verir, ama bu sevinç her şeyin Yaratıcısı olan Tanrımın verdiği sevince asla benzemez. Çünkü dürüst insanlar sadece sende sevinç bulur, çünkü sen dürüst kalplerin gerçek sevinci­sin.[116]

11.   Bir suçun neden işlendiğini araştıracak olsak, bu suçun en alt seviyede değerler olarak adlandırdığımız, bir şey elde etme arzusu ya da bir şey kaybetme korkusu yüzünden işlendiğine dair bir kanıt bul- mad.ıkça asla ikna olmayız. Çünkü bu tür değerler güzel ve çekicidir, ama en yüce ve en kutlu değerlerin yanında aşağılık ve bayağı kalırlar. Diyelim ki bir adam cinayet işledi. Sizce neden işlemiştir? Ya kurbanın karısına göz dikmiştir ya da malına. Veya kurbanını soyarak geçimini sağlayacak para elde etmek istemiştir. Bu da değilse, o zaman kurbanı­nın kendisinden bir şeyler çalacağından korkmuştur ya da haksızlığa uğradığı için intikam ateşleriyle yanıp tutuşmuştur. Acaba bir adam durduk yere, sırf öldürmekten hoşlandığı için cinayet işleyebilir mi? Böyle bir şeye inanabilir misiniz? Çünkü ortada hiç sebep yokken ah­laksızlık ve gaddarlık eden şu tam anlamıyla deli ve zalim adamın bile en azından bir nedeni vardı:[117] Derler ki elleri ve yüreği pas tutmasın diye cinayet işlemişt i. Peki neden cinaye t işledi? Neden işlemesin ki? Çünkü böyle sürekli cinayetler işleyerek sonunda kenti tamamen ele geçirecek ve ardından mevkilere, yönetim gücüne ve servete sahip ola­caktı, ayrıca artık kanun korkusu olmadan yaşayacak, para sıkıntısı çekmek ya da cinayetlerinin gün yüzüne çıkmasından kaygılanmak gi­bi bir derdi de kalmayacaktı. Demek ki Catilina bile i şl ed iği ci nayet ler i sı rl' cinayet olsun diye işlemedi, omı mutlaka ci nayet işlemeye iten bir sebebi vardı.

6. BÖLÜM

İyiyın iş gibi görünen ve bizi günaha sevk eden
her şeyin doğrusu ve kusursuzu Tanrı'da bulunur.

12.  Ne zavallı biriymişim meğer, sende ne buldum da acaba seni sevdim ey hırsızlığım, ey benim dünyevi yaşamımın oıı altı yaşında o gece işlediğim suçum? Çünkü sen güzel değildin, sen hırsızlıktın. Ama seıı gerçek bir varlık mısın ki, beıı seninle böyle konuşuyorum? Çaldığı­mız armutlar güzeldi, çünkü onlar da senin tarafından yaratılmıştı, ey bütün varlıkların en güzeli, her şeyin Yaratıcısı, her şeyin en iyisi Tan­rım, ey benim Yüce Tanrım, ey benim en hakiki İyiliğim. Evet, o armut­lar güzeldi, ama benim zavallı ruhumun arzuladığı o armutların kendisi değildi. Çünkü bende bu armutların daha iyileri vardı, hem de bol bol. Ama ben bunları sırf hırsızlık yapmak için çaldım. Çünkü onları toplar toplamaz hemen fırlatıp attım, onlarda tattığım tek şey günahım oldu, işte bunu tatmaktan büyük zevk aldım. Dudaklarıma bu meyvelerden birkaçının tadı değmişse, onlara bu tadı veren sadece günahımdı. Şimdi soruyorum ey Rab olan Tanrım, bu hırsızlıkta beni cezbeden neydi di­ye, ama beni cezbedici herhangi bir güzellik bulamıyorum. Adaletteki ya da bilgelikteki güzellik gibi bir güzellikten bahsetmiyorum. İnsanın zihnindeki, hafızasındaki, duygularındaki ya da diri bedenindeki güzel­lik gibi bir güzellikten de bahsetmiyorum. Kendi yörüngelerindeki yıl­dızların ihtişamındaki ve yüceliğindeki güzellik gibi bir güzellikten de bahsetmiyorum ya da ölenlerin yerini yeni doğanların aldığı o bere­ketli yeryüzündeki ya da denizlerdeki güzellik gibi bir güzellikten de bahsetmiyorum. Kötülüğü cazip kılan o aldatıcı, o gölgeli güzellikten de bahsetmiyorum.

13.   Kibir sadece yüceliği taklit eder, oysa sadece sen Tanrısın ve her şeyin en yücesisin. Hırs sadece onur ve şöhret arayışı değil mi? Oysa her şeyden önce sen onurlandırılmaya layıksın ve ebedi bir şöh­rete sahipsin. İktidarın doğurduğu zalimlik sadece insanların gözünü korkutmaya bakar. Oysa Tanrı’dan başka bir şeyden korku duyulur mu? Herhangi bir zamanda, herhangi bir yerde, herhangi bir şekilde ya da herhangi biri Tanrı’nm iktidarından herhangi bir şey kapıp gö­türebilir mi? Baştan çıkarıcı tatlı sözler sadece sevilmek için söylenir. Oysa hiçbir şey senin şefkatinden daha tatlı değildir, hiçbir şey senin hakikatinden daha çok sevilmez, her şeyin en güzeli, en parlağı olan senin hakikatinden. Merak bilgiye susamışlık gibi gösterir kendisini, oysa her şeyin en üst bilgisine sahip olan sadece sensin. Cahillik ve budalalık, saDık ve masumiyet maskesine bürünür, oysa senden daha saf bir şey aramaya gerek bile yok. Dahası senden daha masum bir şey olabilir mi? Çünkü kötüler bile kendi yaptıkları işlerden ötürü zarara uğruyorlar. Tembellik huzur gibi gösterir kendisini. Ama Rab’dan başka bir yerde huzur bulunabilir mi? Taşkınlık, doygunluk ve bol- luk d e n mes ini ister ke n d isi n e, oysa sen doygunluğun ta ke ndisi si n ve bitmez tükenmez bir hazzm ebedi hazinesisin. Savurganlık, cö­mertlik maskesi altına gi z l c nir, oysa bütün i yi 1 i klerin en cömert da­ğı tıcısı sensi n. Açgözl ülük, birçok şeye sah ip olmak ister, oysa her yeyin salıibi sensin. Kıskançlık, mükemmeliyet için savaşır, oysa sen­den daha mükemmel olan mı var? Öfke, intikam almaya çalışır, ama senin kadar acialetli intikam alan mı var? Korku, sevdiği şeyleri tehdit edeıı tuhal ve ani olaylardan ürker ve kendisini güvende hissedeceği önlemler alır, oysa senin için tuhal bir olay mı var? Scııin için hiç bek­lenmedik bir olay olabilir nıi? Ya da kiııı seni sevdiklerinden ayırabi­lir? Ya da senden başka bir yerde insaıı ke nd is i n i daha güvenli hisse­debilir mi? Pişmanlık, tamahkârlığım doyuran zevkleri yitirdiğinde kendisini yer bitirir, cünkü kendisinden hiçbir şey alınıp götürülsün istemez, yani sana benzemeye çalışır, ama senden hiçbir şey kapıp gö- türülcnıez.

14.  Deıııek ki ruh setıden yüz çevirdiğinde zina işlerÇ0 sal ve temiz olanı scni11 dışında bulmaya çalışır, oysa yüzünü yeniden sana dönme­dikçe bunları asla bulamayacaktır. Yollarım senden ayıran ve seni yü­ce lteceklerine kendilerini yücelten herkes seni kötü bir şekilde taklit etmeye çalışır. Ama bu şekilde seni taklit ederken bile senin bütün do­ğanın Yaratıcısı olduğunu ve sonuçta senden hiçbir şekilde kaçamaya- [118] caklarını kanıtlamış olurlar. O halde hırsızlık yaptığımda beni cezbe­den neydi? Bu hırsızlığı yaparken ben Rabbimin hangi yetisini bu ka­dar ahlaksızca ve sapkınca taklit etmiştim? Onun yasasına karşı gele­cek bir gücüm olmadığına göre, karşı geliyormuşurn gibi görünmek­ten mi zevk almıştım? Her şeye kadir olduğu sanrısına kapılıp ceza­landırılmaktan hiç korkmadan yasağı delen ve kendisine sahte bir öz­gürlük yaratan bir mahkûm gibi mi davranmıştım? İşte Efendisinden kaçan ve onun yerine bir gölgenin peşine takılan bir köle! Ah, ne ko­kuşmuşluk! Ne ucube bir yaşam ve ne derin bir ölüm! Yasak olanı sırf yasak olduğu için yapmış olmaktan zevk almak mümkün mü?

7. BÖLÜM

Günahlarını bağışladığı ve başka günahlar işlemesinden
alıkoyduğu için Tanrı'ya şükranlarını sunuyor. [119]

rin günahlarını affettiğin bağışlayıcılığına kendisinin pek ihtiyacı yokmuş gibi. Senin çağrına sadık kalmış ve senin sesine kulak ka­bartıp buraya kaydettiğim ve okunmasını istediğim günahlarımdan hayatı boyunca kaçınmış bir insan sakın beni alaya alayıp da, ken­disini hastalıktan ya da en azından benimki gibi ağır bir hastalıktan korumuş olan o Hekimin beni de tedavi etmiş olmasına gülmesin. Sana olan sevgisi azalmasın, tersine d aha da çoğalsın; ve beni harap eden büyük günahlarımdan Onun sayesinde kurtulduğumu, kendi­sinin de bu tür büyük günahların yol açacağı harabiyetten Onun sa­yesinde korunduğunu anlasın.

8. BÖLÜM

Hırsızlık yaparken günahkârlarla birlik olmayı sevdi.

16.   .Şimdi hatırlamaktan ulandığım o günahlar ben biçareye ne kazandırmış olabilir,3ı özellikle sırf hırsızlıktan hoşlandığım için yaptığım hırsızlık? Hiçbir şey. Zaten hırsızlığın başlı başına bir hiç olduğu düşünülürse, demek ki ben daha da zavall ı ydım. Ama o za­manki hislerimi hatırlı yorum da, tck başıma olmuş olsaydı m asla hırsızlık yapamazdım diye düşünüyorum. O halde benim hoşlandı­ğım şey hu suçları işlediğimiz o çeteyle birlikte olmak mıydı? Eğer öyleyse o zaman sır! hırsızlığı sevdim diyemem. Ama ne fark eder, birlikte olmaktan hoşlanmak da koca bir hiç. Peki hiç olmayan neydi o zaman? Bunu bana senden başka kim öğrete bil i r, yüreğime ışık tu­tan ve sislerini dağı tan senden başka? Zih n i m i bu soruyu sormaya kışkırtan, bu soruyla karşılaştırıp bu soru üzerine düşünmemi sağla­yan başka ne olabilir? Çünkü derdim sırf çaldığım meyveler olsaydı

Epislula ad Romanos, 6.21.

ve sırf onları yemek isteseydim, zaten tek başıma da bunu yapabilir­dim, eğer o suçu işlemek benim zevkimi tatmin etmeye yeterli olsay­dı. Birlikte olduğum arkadaşlarımın bendeki bu arzuyu ateşlemesine gerek kalmazdı. Ama o meyvelerde benim zevkime hitap eden bir şey yoktu, benim zevkime hitap eden şey günahkârlar çetesiyle bir­likte işlemiş olduğum suçun kendisiydi.

9. BÖLÜM

Kötü arkadaşlık bulaşıcı bir hastalıktır.

17.   O zamanki ruh halimi nasıl açıklayabilim? Kesinlikle rezaletti ve böyle bir hale düştüğüm için yazıklar olsun bana. Ama yine de na­sıldı? Bir insan zaaflarını anlayabilir mi?[120] Yaptığımız her şeye gülmek­ten kırılıyorduk, çünkü ne yaptığımızı bir türlü çözemeyen ve bize sert bir şekilde çıkışan ev sahiplerini aldatmak sanki yüreğimizi gıdık­lıyordu. Ama niçin ben yalnız başıma asla yapmayacağım şeyleri yap­maktan hoşlanıyordum? Bunun nedeni kendi başıma olsam öyle içten gelerek güleıneyecek olmam mıydı? Sahiden de hiç kimse kendi başı­na böyle içten gelerek güleınez. Yine de öyle durumlar olur ki, insan kendi kendine, yanında hiç kimse olmadığı halde, gülme krizine tutu­labilir, özellikle çok komik bir şey gördüğünde ya da işittiğinde ya da düşündüğünde. Hayır, bana kalsa tek başıma bu suçu işlemezdim, as­la tck başıma bu suçu işlemezdim. İşte kalbimi sana olduğu gibi açıyo­rum Tanrım, çünkü her şey hafızamda capcanlı. Yalnız başıma ben hırsızlık yapmazdım, çünkü çaldığım şeyde bana cazip gelen bir şey yoktu, sadece çalmaktan hoşlanıyordum. Tek başıma olsam çalmaktan zevk almayacağımdan çalmazdım. Ah bu ne düşmanca bir arkadaşlık, zihnin kelimelerle açıklanamayacak baştan çıkarıcılığı, oyun ya da şa­ka kabilinden zarar vermeye duyul an hırs, başkasının kaybından du­yulan açlık. Hiçbir kişisel çıkar yok, intikam duygusu hiç yok. Ama haydi gidelim, yapalım dediklerinde, utanç duymaktan utanıyoruz.

10. BÖLÜM

Bütün iyilikler Tanrı'dadır.

I  8. Bu birbirinin içine geçmiş karmakarışık düğümü kim çözecek? Ne iğrençlik! Ben artık bunları düşünmek istemiyorum, bunları görmek iste­miyorum. Seni istiyorum ey Adalet, Masumiyet, ikili bakan gözleri ka­maştıran Güzellik ve Işık; senin doygunluğun ne doyumsuz. Sende son­suz bir huzur var, sende dingin bir yaşanı var. Senin krallığına giren insan Rabhiııin sevincine kavuşur;[121] hiçbir şeyden korkmaz, mükemmel olanda mükemmelleşir. ( kinliğimde senden uzaklaşmıştı m Tanrım ve senin kı­mıldamaz durağanlığından başka yollara sapıp yolumu kaybetmiştim ve kendi kendimi çöle döndürmüştüm.

3.     KİTAP

1.    BÖLÜM

Aşkı yakalayayım derken, aşka yakalanıyor.

1.   Kartaca’ya geldim ve yasak aşklarla kaynayan kazanın tam ortasına düştüm. Şimdiye kadar aşkı hiç tatmamıştım, ama aşık olmaya âşıktım.1 Aşka duyduğum gizli özlem, bu özlemi daha yoğun hissetmediğim için kendimden nefret etmeme neden oluyordu. Etrafıma bakınıp âşık olaca­ğım bir nesne arıyordum, âşık olmaya duyduğum aşkla güvende olmak­tan ve tuzaksız yollardan nefret ediyordum.[122] [123] İçsel bir açlık içindeydim, ama içimi doyuracak bir besinden yoksundum, yani senden yoksundum Tanrım. Ama ben sana aç olduğumu hissedemiyordum. Çünkü henüz kokuşmamış besinlere karşı bir açlık duymuyordum. Bu tür besinlere doymuş olmamdan kaynaklanmıyordu tabii bu duygum, tersine bunlara açlık hissettikçe bana daha da lezzetsiz gelmelerinden kaynaklanıyordu. Bu yüzden ruhum sağlığını yitirdi, her yanını saran ülser yüzünden ken­disini dışarılara attı ve duyular dünyasıyla temas edip kaşıntısını giderme­nin sefil yollarını aramaya koyuldu. Ama yöneldiği şeylerin ruhu olmadı­ğından gerçek aşkın nesnesi de olamıyorlardı.[124] Sevmek ve sevilmek bana öyle tatlı geliyordu ki, hele sevdiğim şeyin bedenine sahip olmuşsam tadı­na doyamıyordum. Yani dostluk pınarını şehvani pisliklerle kirletiyordum ve onun dupduru sularını cehennemlik şehvetle karartıyordum, yine de re­zilliğime ve ahlaksızlığıma aldırmadan aşırı bir kendini beğenmişlik içinde dünyanın en kibar, en beyefendi insanıymışım gibi ortalıklarda dolanı­yordum. Sonunda kölesi olmak istediğim aşka düştüm. Ey Tanrım, ey merhamet li Tanrım, sen o kadar iyisin ki, çünkü bu zevkin lezzetine öy­le acı bir tat kattın ki. Evet, sevildim ve hiç farkına varmadan zevkin zincirleriyle bağlandım, can yakıcı halkalarına seve seve geçirdim boy­numu ve gün geldi kıskançlığın, kuşkuların, korkuların, öfketerin ve kavgaların o kızgın demirden sopalarıyla dövülmeye başladım.

2.    BÖLÜM

Tragedya oyunlarını seyretmekten hoşlanıyor.[125]

2.   Tiyatro oyunlarına bayılıyordum. Çünkü bunlar benim sefilliği­mi yansılıyor ve ateşi m i körüklüyordu. Neden insan o hüzünlü ve tra­jik oyunları seyredip acı çekmek ister, üstelik başına da hiç böyle olaylar gelsin istemezken? Ama bu olayları seyrederken içinin acıması­nı ister ve üstelik bu acıdan zevk alır. Tuhaf bir delilik değil de nedir bul Çünkü bu sahnelerden acı çektikçe kendisindeki benzer acılar da bir türlü iyi leşıııez. Ama insanın kendisinin çektiğe acıya dert, başka­larının acısını hissetmesine ise merhamet denir. Tiyatroda sergilenen bu hayali oyunlardaki merhamet ne tür bir merhamettir? Çünkü bu oyunlarda seyircinin yardıma koşması beklenmez, sadece acı çekmesi beklenir ve ne kadar çok acı çekilirse, hayali oyundaki aktör o kadar çok alkışlanır. Bu insanlık dramı ister tarihsel bir olaya, isterse efsane­

lere dayanmış olsun, seyircinin açı çekmeyeceği kadar kötü oynanırsa, o zaman insanlar tiyatroyu canlan sıkkın bir halde eleştirerek terk eder. Ama oynanan oyun seyirciye acı vermişse, insanlar mutlu mesut, oyunun sonuna kadar tiyatroda kalır ve ağlar.

3.   Bu durum şunu gösteriyor ki, biz acıları da seviyoruz. Gerçi her insanın mutlu olmak istediğinden de kuşkumuz yok bu arada. Ama hiçbirimiz acınacak duruma düşmek istemezken yine de başkalarına acımaktan hoşlanmamız, bizim acı çekmeden acı duyamayacağımız­dan kaynaklanıyor da biz acıları sırf bu yüzden mi seviyoruz? Eğer böyleyse bu bizdeki dostluk pınarından kaynaklanıyor.[126] Ama bu pına­rın suları nereye akıyor? Bu pınar nereden doğuyor? Niçin zift kayna­yan akıntıya, o iğrenç tutkuların vahşi ateşlerine karışıyor sonra ve bunların içinde kaybolup bile bile asıl yolunu, yani göğün berraklığını terk edip başka bir yola sapıyor? O halde merhametimizi bir kenara mı atmalıyız? Asla. Öyleyse zaman zaman acılan da sevmeliyiz. Ama dikkat et, kendini kirletme ey ruhum, benim Tanrımın, atalarımızın Tanrısının ve çağlar boyunca övülecek ve yüceltilecek Tanrı'nın koru­yuculuğuna sığın ve dikkat et, kendini kirletme. Bugün bile acıma duygumu yitirmiş değilim, ama o yaşlarda o oyunlardaki sevgililer ah­laksızca birbirlerinden zevk aldıklarında onların hazlarını paylaşıyor­dum, sahnelenen gösterideki hareketlerin hayali olduğunu bildiğim halde. Dahası, birbirlerini kaybettiklerinde onları acıyarak seyrediyor ve üzüntülerini paylaşıyordum. Ama hem sevincim hem de üzüntüm bana aynı şekilde haz veriyordu. Oysa bugün ahlaksızlığından zevk duyan insana, iğrenç zevkind.en yoksun kaldığı ya da acınası mutlulu­ğunu kaybettiği için kendisini çetin sınavlardan geçiyormuş sanan in­sandan daha çok acıyorum. işte gerçek acıma duygusu bu, çünkü in­sana zevk veren bir yanı yok. Zavallılığından ötürü acı çeken bir insa­na bizdeki şefkat hissiyle acıma duyuyorsak da, gerçekten bütün gön­lüyle acıma hissi duyan bir insan şefkat hissini bahane olarak kullan­mamalı. Çünkü iyi niyetin arkasında kötü niyet varsa, yani imkansız olan olabiliyorsa, o zaman gerçekten ve bütün samimiyetiyle acıma hissi duyan bir insanın başkalarının acı çekmesini istemesi gerekir ki kcııdisi bunlara acıyabilsin. Bu nedenle bazı acılara şefkat gösterilebi­lir, aıııa hiçbir acıdan zevk alınmaz. Oysa senin, ey Rab olan Tanrım, senin ruhlarımıza duyduğun acıına bizim acınıa hissimizden o kadar larldı ki, o kadar sal ki, o kadar katışıksız ki, çünkü hiçbir acı seni ya­ralamıyor. Böyle bir ycti başka kimde var?[127]

4.   Aıııa o yıllarda zavallı bir insan olduğumdan acı duymayı sevi­yordum ve canımı yakacak şeyler aranıyordum. Bu yüzden sahnedeki aktörün, başkalarının yaşadığı hayali felaketleri canlandırması benim öyle hoşuma gidiyordu, beni öyle derinden etkiliyordu ki, gözlerim­den sel gibi yaşlar boşalıyordu. Senin çobanlığına katlananıayıp sü­ründen ayrılmış ve kendisini yollara vurmuş biçare bir koyunun o iğ­renç: uyuz illetine tutulmuş olmasında tuhaf olan ne var?[128] Zaten bu yüzden acılardan büyük zevk alıyordum, ama yüreğimi delip geçecek türdekilerden değil. Çünkü tiyatroda seyrettiğim gibi acılar yaşamak istemiyordum, sadece derimi sıyırıp geçen acılı öyküler, hayali masal­lar dinlemek istiyordum. Ama tırnaklarımla kaşıdıkça, derim daha fazla alev alıyordu sanki, kabarıyor, şişiyor ve pis kokulu irinler akı­yordu her yanından. Böyle bir yaşama gerçek bir yaşam denebilir miy­di ey Tanrım?

3.    BÖLÜM

Hitabet okulunda Bozguncuların[129] yaptıklarından
dehşete kapılıyor.

5.   Yaşantım böyle akıp giderken senin bağışlayıcılığın çok uzaklar­dan bana kol kanat geriyordu. Dalalet içine düşmüş, kendimi harca­mıştım, haram bir meraka kapılmıştım. Seni terk edince inançsızlığın diplerine sürüklendim ve şeytanların kölesi olup maskaraya döndüm. İşlediğim günahları onlara kurban olarak sundum ve bütün yaptıkları­mın cezasını senin kırbacını yiyerek ödedim. Hatta haddimi öyle aştı m ki, senin için düzenlenen kutsal ayinler sırasında senin kilisenin dört duvarı arasında bile arzularımı bastıramadım ve ölüm meyvesini dere­ceğimi bile bile günaha girdim. Bu yüzden senin tarafından kırbaçla­narak ağır bir şekilde cezalandırıldım. Ama işlediğim suçun yanında bu cezalar çok hafif kalır ey Tanrım, ey yüce bağışlayıcım, korkunç tehlikelerle dolu yollardan kaçıp sığındığım tek korunağım. Başıboş dolanıyordum bu yollarda, başım dimdikti[130] ve senden gitgide uzakla­şıyordum. Senin yolunu değil kendi yolumu seviyordum, bir firarinin özgürlüğünü seviyordum.

6.        Özgür sanatlar denen o dersler[131] benim mahkemelerde avukat­lık yapınama yönelikti. Bu derslerle ayrıcalıklı bir yer edinecektim, ya­ni insanları ne kadar kandırırsam o kadar büyük övgü kazanacaktım. insan ne kör bir varlık ki körlüğüyle bile gururlanabiliyor. Hitabet okulunda üstün bir konumdaydım ve bu başarımdan ötürü böbürleni­yor, kurum kurum kurumlanıyordum. Ama ya Rab, biliyorsun yine de çok usluydum ve ortalığı birbirine katan o Bozguncuların yaptıklarının hiçbirini yapmıyordum. Kendilerine uygun gördükleri bu uğursuz, bu şeytani ad, onların kentli züppclikleriyle ne de güzel uyuşuyor. Yine de onların arasıııdayken, onlardan biri olmadığım için tuhaf bir utanç du- yuyordtim. Onlarla birlikte yatıp kalkıyordum, arkadaşlıklarından zevk aldığım zamanlar bile oluyordu. Gerçi davranışları hep beni ürkütüyor- d u. Sınıfa yen i ge len utangaç ve acemi çaylaklara yüzsüzce kancayı takı­yorlar, onlarla dalgalarım geçip cğle ne rek kötü ni ye 11 eri ni besliyorlardı. Yapt ıkları :ıııcak bir şeytanın yapabileceği şeylerdi. Bu yüzden Bozguncu­lar kadar onlara yakışan başka bir ad olabilir mi? Çünkü hc.r şeyden ön- cc kendileri bozuktu bu insanların, başkalarını alaya alıp kandırmaya çalışırlarken aslında kendilerini alaya alan ve kendilerini baştan çıkaran kötü ruhların maskarası olmuş, yol dan çıkarılmışlardı.

4.    BÖLÜM

Cicero'nun Hortensius adlı eseri ruhunu felsefe ateşine salıyor.

7.   Işte en hassas yaşımda ı ı böyle bir arkadaş çevresinde hitabet ki­tapla rını lıatmetmekle meşguldüın. Amacım hep birinci olmaktı, insa­noğlunun heylıudeliğinden doğan boş bir hevesle lanetlenesi ve gelip geçici bir amaca hizmet edecektim. Derslerimiz belli bir müfredat prog­ramına göre işienirken bir gün o malum Cicero'nun bir kitabıyla tanış- [132] tım. Bu kitabın yüreği değil, ama dili hepimizi büyüledi.[133] [134] [135] [136] İçerik açısın­dan felsefeye çağrı niteliği taşıyan bu kitabın adı Hortensius’tu. İşte bu kitap yaşama bakış açıını değiştirdi B ya Rab, dualarımı sana yöneltti, dileklerimi, hedeflerimi başkalaştırdı. O boş umutlarımın hepsi birden sönüverdi, yüreğimde hissettiğim mucizevi bir ateş sayesinde sonsuz bilgelik aşkıyla doldum ve yeniden sana dönmek için yavaş yavaş doğ­rulmaya başladım. ı4 Çünkü annemin parasıyla satın aldığım bu kitabı dilimi geliştirmek için okumadım. O sıralar on dokuz yaşındaydım ve babam öleli iki yıl olmuştu. ıs Her neyse, bu kitabı dilimi geliştirmek ya da üslup edinmek için okumadım. Bu kitaptan etkilendim, çünkü içinde yazılanlar beni ikna etmişti.

8.    Nasıl yanıp tutuşuyordum Tanrım, bu dünyadan kanatlanıp sa-

na yemden uçmak için nasıl yanıp tutuşuyordum, benim hakkımda ne düşündüğünle ilgili en ufak bir bilgim olmadığı halde. Çünkü senin bilgin asıl bilgeliktir. Yunancada felsefe kelimesinin karşılığı bilgelik aşkıclır, işLe bu kitabın ruhumda yaktığı ateş bilgelik aşkıydı. İnsanın gözünü boyamak için felsefeyi bir araç olarak kullananlar var, yanılgı­ları na renk katmak ve bahane uydurmak için felsefenin yüce adını su- istimal ediyor, tılsımını ve şerelıni iki paralık ediyorlar. İşte bu kitapta Gcero’mm zamanında ya da daha önce yaşamış bu Lür sözde felsefeci­lerden bahsediliyor, hakiki renklerine işaret ediliyor ve senin en iyi ve en sadık kullarından Paulus'un sözlerinde hayaL bulan o şifalı öğüdün ne kadar doğru olduğu bize gösteriliyor: Dikkat edin! Kimse sizi felse­feyle ve insan yaşantısının boş hayalleriyle, Mesih’in ilkelerine göre değil de dünyevi ilkelere görc. kandırmaya çalışmasın. Çünkü sen o ulu heybelinle Mesih'te bedeldendin.10 Ama o zamanlar, sen de çok iyi biliyorsun ki. ey Kalbimin Nuru, ben bu havarinin sözlerinden bihaberdim. Cicero’- rum kitabında beni asıl cezbed.en, şu ya da bu felsefe okuluna bağlan­mamamızı, ııc olursa olsun sadece bilgeliği sevmemizi, onu aramamı­zı, onun peşine düşmemizi, onu yakalamamızı ve ona sıkı sıkı sarılma­mızı öğütleyen ifadelerdi. İşte beni heyecanlandıran, alev alev yakan bu ifadelerdi. Ama bu ifadelere yüreğimi yeniden yangın yerine dön­dürecek şekilde bağlanmamamın lek nedeni satırlarında Mesih adının geçmiyor olmasıyduz Çünkü senin merhametin sayesinde bu adı, se- [137] [138] nin oğlunun ve benim kurtarıcımın adını minicik yüreğim daha an­nemden süt emerken kana kana içmişti ve bu adı derinlerine işlemişti. Bu adı taşımayan bir eser ne kadar edebi olursa olsun, ne kadar süslü bir üslupla yazılmış olursa olsun ve ne kadar doğru olursa olsun, be­nim ruhumu derinden fethetmeyi başaramazdı.

5.    BÖLÜM

Yavan üslubu yüzünden Kutsal Kitabı sıkıcı buluyor.

9.   İşte böylece Kutsal Kitabı okumaya ve onun ne tür kitap oldu­ğunu anlamaya karar verdim. Şimdi çok iyi biliyorum ki, o satırlarda kibirlilerin kavrayamayacağı ve çocukların göremeyeceği bir şeyler var. Başlangıçta sıradan, ama gittikçe yüceleşen bir üslubu var ve sır­larla örülü. Ben bunlara nüfuz edebilecek, başımı öne eğip adımları­nın peşine düşebilecek bir adam değildim ki. Ama şu an hatırlıyorum da bu Kitabı ilk okuduğumda hiç de böyle düşünmüyordum. Tulli- us’un[139] [140] muhteşem üslubuyla karşılaştırdığımda, bu Kitap o kadar ya­van görünmüştü ki gözüme. Çünkü bendeki kibir bu Kitabın tevazu- sunu kabullenecek gibi değildi, aklım satırlarının derinliğine nüfuz et­miyordu. Şu bir gerçek ki, bu Kitap küçük çocuklarla büyüyüp boy ata­cak şekilde yazılmıştı, ama ben küçük bir çocuk olmaktan nefret ediyor­dum, kendini beğenmişliğin doruklarında olduğumdan, kendimi büyük bir adam sanıyordum.

6.    BÖLÜM

Manicilerin tuzağına düşüyor.[141] [142] [143] [144]

10.   işte bu yüzden gördükleri sanrılarla övünen, şehvet budalası bir yığın gevezenin arasına düştüm. Dillerinde şeytani tuzaklar vardı bu adamların ve bir de senin adının, Rabbimiz İsa Mesih’in adının ve Şefa­atçi ,20 Avutucu Kutsal Ruh’un2i adının hecelerini karman çorman edip hazırladıkları öksc macunu.22 Du adlar onların dudaklarından hiç eksik olmuyordu, ama sadecc ağızdan paldır gül dür çıkan bir ses olarak; yok­sa yüreklerinde hakikaıten eser yoktu. Oysa hiç durmadan “Hakikat, l lakikat” d i yo rlard ı ve bana bu konuda pek çok telkinde bulunuyorlar­dı, aına on la r m hiçbir yerinde hakikat yok tu [145] Ne seninle, yani asıl ha- kikal olan seninle i Igi l i söyledikleri doğruydu, ne de sen i n yarattığın bu dünyayı meydana getiren ilk ilkelerle ilgili. Ama gerçek şu ki, sana olan aşkım uğruna, ey en yüce iyi olan Baba, ey bütün güzelliklerin güzelli­ği,[146] bana bu konularda doğruları söylemiş olan felsefecilerden bile aş­kım uğruna vazgeçmiştim. Ey Hakikat, Hakikat, iliğime kemiğime kadar nasıl da derin derin soluyordum demek ki seni! Onlarsa tekrar tekrar ve türlü türlü şekillerde seni fısıldıyorlardı kulağıma, sadece bir sesten, cilt cilt koca kitaplarda okunan bir sözcükten ibaret olan seni. Sana aç olan ruhuma senin yerine güneşi ve ayı tepsiye koyup getiriyorlardı[147] yani senin o güzel eserlerini. Ama bunlar yalnızca senin eserlerindi, sen de­ğildin, üstelik bunlar senin ilk eserlerin de değildi^[148] Çünkü maddi alemin ne kadar ışıl ışıl, ne kadar semavi olsa da, senin ruhani alemin ondan önce gelir. Ama benim açlığım ve susuzluğum senin önce ya­rattığın bu aleme de değildi, ben sadece sana aç ve susuzdum, sana, yani hiçbir değişimin ve anlık gölgelenmelerin olmadığı hakikate.[149] [150] Ama onlar bana göz kamaştırıcı hayali görüntüler sundular,28 ben de bu görüntüleri sen sanıp yuttum. Aslında gözlerimin aklımı çelmesine ne­den olan o boş hayaller yerine güneşi sevmiş olsaydım daha doğru olurdu, çünkü en azından onu gözlerimle apaçık görebilıyordum. Ama ben onların bana sunduklarını sen sanıp yuıiunı, yine de öyle pek iştahla değil. Çünkü o zaman ağzımda bıraktığın tat şimdikine hiç benzemiyordu -nasıl bıraksın, senin o yapmacık şeylerle hiç alakan yokıu ki- işte bu yüzden bu hayallerle doymadım, tersine daha fazla acıktım. Rüyalardaki yiyecekle r uyanıkken yed iği miz y iyeceklerin ay­nısıdır, ama uykudaki insanlar bunlarla doymaz, çü nkü uy tırnakladır­lar. Bu yüzden şimdi benimle konuştuğun için biliyorum ki, o hayalle­rin seninle uzaktan yakından alakaları yoktu. Çünkü o hayaller somut birer görüııtüydCı, sahte cisimlerdi. Görme yeteneğimiz sayesinde ge­rek gökyüzünde gerekse yeryüzündc gördüğümüz gerçek cisimler on­lardan daha kesindir 13u gerçek cisimleri biz insanlar da görürüz, vahşi lıayvaıı lar da görür, kuşlar cla. Bu cisimler bizim hayalimizde can laııdır- dıgımız görüm illerinden daha kesindir. Ama bu görüntüleri, gerçekte hiç var olnıayaıı ve bu görüntülerden daha büyük ve sınırsız olan başka görüntülere görc[151] [152]9 daha kesin bir şekilde hayal ederiz. İşte o zamanlar ben bu tür boş görüntü l erle besleniyordum, ama doymuyordum. Ama ben sana eğiliyordum ey Aşkım, sana eğiliyordum ki senden güç alabi­leyim, çüııkü sen ne o gökyüz ün de gördüğümüz cisimlere benziyor­sun, ne de hiç görmcdiklerimize.30 Evet, bunların hepsini sen yarattın, ama bunların hiçbiri senin en büyük âlemin değil. Demek ki benim hayal gücümde canlandırdığım görüntüler, gerçekte varolmayan ci­simlerin o görüntüleri senden ne kadar uzak görüntülerdi! Evet, varo­lan cisimlerin görüntüleri daha kesindir, ama sen bu tür görüntüler de değilsin. Sen ruh da değilsin, ruh ki bedenlerimize can verir ve beden­lerdeki can bedenin kendisine göre daha üstündür. Sen ruhlara can verensin, canların canısın. Sen canın kendisisin ve hiç değişmezsin, sen benim ruhumun canısın.

ll.     Öyleyse o vakitler sen neredeydin, ne kadar uzaktaydın? Ben de senden ayrı orada burada dolanıyordum, hatta keçiboynuzuyla beslediğim domuzların keçiboynuzundan bile yoksundum.[153] [154] Bu tu­zakların yanında edebiyatçıların ve şairlerin uydurduğu masallar bile ne kadar masummuş meğer! O dizeler, o şiirler, o uçan Medea bile32 meğer ne kadar iyiymiş bu adamların beş elementinin yanında, karan­lığın beş mağarasına göre sürekli renk değiştirip duran, hiçbir yerde varolmayan ve onlara inananı öldüren şu beş elementinin yanında.[155] Çünkü hiç değilse şiirleri, şarkıları gerçek bir besine dönüştürebiliyo- rum. O zamanlar uçan Medea diyordum, ama bunun böyle olduğunu iddia etmiyordum. Kulağıma şiirler okunduğunda onlara inanmıyor­dum. Ama bu adamların söylediği masallara inandım. Ah, ah! Haki­katten yoksun olan görüntüleri aramak için nice cefa çekip su gibi ter­lerken nasıl da adım adım cehennemin diplerine inmişim meğer! Çünkü seni, Tanrım, seni ararken -bunları şimdi bana merhamet etti­ğin için sana itiraf ediyorum, ama itiraf etmediğim zaman da bana yi­ne merhamet etmiştin- zihnimin idrak etme yetisiyle aramıyordum; oysa hu yetiyi sen insana hayvanlardan üstün bir varlık olması için vermiştin, bense seni bedenimin duyularına göre aramaya kalkıştım. Oysa sen benim en iç varlığımdan daha içtin ve benim en üst varlı­ğımdan daha üstlün. Ama ben Süleyman’ın mesellerindeki o cüretkar, o ar yoksunu kadına takılıp tökezledim. Kapısındaki sandalyesine olurmuş şöyle diyordu bu kadın: “Sizden gizlenen şu ekmekleri dile­diğinizce yiyin, çaldığım şu tatlı suyu kana kana için.”34 İşte beni bu kadın baştan çıkardı, çünkü beni kendi varlığımın dışımda yaşarken, sadece bedenimdeki gözlerle görürken ve bu gözlerle görüp oburcası­na yuituğu yiyecekleri kendi kendime çiğneyip geviş getirirken buldu.

7.    BÖLÜM

Saçma sapan öğretileri olan Manicilere
yaranmaya çalışıyor.

12.  Başka tür bir gerçeklikten habersizdim, oysa o asıl gerçek­likti. Kafamın dikine gidiyor ve bana Kötülük nereden gelir; acaba [156]

Tanrı’nın bir bedeni var da onunla sınırlı mı; Onun saçları ve tırnakla­rı var mı; birdenfazla kadını olanları, insanları öldürenleri ve hayvan­ları kurban edenleri haklı mı görmeliyiz şeklinde sorular soran o budala yalancılara yaranmaya çalışıyordum. Cahilliğim yüzünden bu sorular aklımı iyice karıştırıyordu, hakikatten uzaklaştıkça hakikate erdiğimi sanıyordum. Çünkü bilmiyordum ki kötülük yoktur, kötü­lük denilen şey sadece hiçbir iyi kalmayıncaya kadar iyilikten mahrum kalmaktır. Bunu nasıl bilebilirdim ki, gözlerimle sadece maddi olan şeyleri görebiliyorken ve zihnimde sadece görüntüleri canlandırabili- yorken? Tanrı'nın ruh olduğunu bilmiyordum, enine boyuna ölçülebi­len uzuvlarının, bir kütlesinin olmadığını bilmiyordum. Çünkü her kütlenin bir bölümü bütününden daha küçüktür. Sonsuz olsa, sınırlı mekanda kalan sonlu bölümü sonsuzluktan daha kısa kalacaktı, böy- lece bir ruh ya da bir tanrı gibi her yerde bütünüyle olamayacaktı. Da­hası içimizde olan ve bize varlığımızı veren[157] [158] şey hakkında da en ufak bir bilgim yoktu ya da Kutsal Kitap doğruyu söylediğinde, yani biz Tanrı’nın suretinde yaratıldık dediğinde ne kastettiklerini hiç mi hiç anlamıyordum.36

13.   İçsel, hakiki adalet nedir hiç bilmiyordum, oysa bu adalette hükümler geleneklere göreneklere göre değil, her şeye gücü yeten Tanrı'nın yasasına göre veriliyordu. Bu yasa yeryüzündeki bütün coğ­rafyalara, bütün çağlara, bütün zamanlara uygun bir ahlak anlayışı ge­liştirmiş olan, kendisi ise her yerde ve her zaman hep aynı kalan, ül­keden ülkeye, çağdan çağa değişmeyen yasaydı. Bu yasaya itaat ettikle­ri için İbrahim, İshak, Yakup, Musa, Davud adil insanlar olarak Tan­rı'nın övgülerine mazhar olmuşlardı. Oysa aynı kişiler işinin ehli ol­mayan yargıçlar tarafından dünya mahkemesinde[159] yargılanıp günah­kâr ilan edildiler. Bu yargıçlar insanoğlunun doğrularına ya da yanlışları­na kendi ahlak ölçütlerine göre değer biçen kişilerdi. Varsayın bir zırh giyeceksiniz, ama hangi parçanın vücudunuzun hangi kısmına giyile­ceğini bilmiyorsunuz ve baldırınıza giyeceğiniz kısım başınıza, miğfe­rinizi ayağınıza geçirmeye çalışıyor, sonra da uymadı diye söylenip duruyorsunuz ya da öğleden sonra satış yapmanın yasak olduğu bir gün mallarınızı sabahleyin satmanıza izin verildiği halde öğleden son­ra satış yapamadınız diye dırdır edip duruyorsunuz ya da bir evde şa­rap mahzeninden sorumlu kahyanın yasakladığı bir şeye bir kölenin el sürdüğünü görüyorsunuz veya sofrada yapılması yasaklanan bir şeyin ahırın arkasında yapıldığını görüyorsunuz ve aynı evde ya da aynı ai­lede yaşadığınız halde neden size de istediğinizi istediğiniz yerde yap­ma özgürlüğü verilmiyor diye sinirleniyorsunuz. lşle falan çağda dü­rüst insanların yapmasına izin verilen şeylerin, yaşadıkları çağdaki dü­rüst insanlara yasaklandığını gören ve her iki çağın insanı da aynı ya­saya tabi olduğu halde Tanrı’nın çağın geçici koşullarına göre falanca- ya böyle, filancaya şöyle yapmasını buyurduğunu işitince işte böyle si­nirlenenler oluyor. Ama bunlar aynı insanda, aynı zamanda ve aynı evde bile farklı şeylerin farklı işlevleri olduğunu anlamalılar. Günün belli saatinde yasak olmayan bir şey başka saatinde yasak olabiliyor ya da şu köşede yapılmasına izin verilen ya da buyrulan bir şey bu köşe­de yasaklanıyor ve cezalandırılıyor. Ne yani, adalet bu kadar farklı, bu kadar değişken olabilir mi? Hayır, sadece yön verdiği zamanlar birbi­rinin aynı değil. Şu dünyada kısacık yaşamı olan insanlar kendile­rinden önceki hiç tanımadıkları yüzyıllar ve başka uluslar ile bilip tanıdıkları yüzyıllar ve uluslar arasındaki sebep sonuç ilişkisini kavrayabilecek yetide değiller. Ama tek beden, tek gün ya da tek ev söz konusu olduğunda, o tek bedene hangi parçaların uygun olduğu­nu, o tek güne hangi işlerin uygun düştüğünü ve o tek evde hangi gö­revlerin hangi insanlara uygun olduğunu kolayca anlayabilirler. Bu yüzden kavradıkları şeyleri kabulleniyorlar, ama kavrayamadıklarına kızıyorlar.

14.   İşte ben o yaşlarda bunları hiç bilmiyordum ya da şöyle der­sem, bunlara hiç dikkat etmiyordum. Oysa her an gözlerime çarpıp duruyorlardı, ama ben görmüyordum. Şiir okuduğumda kafiyeleri is­tediğim şekilde istediğim yere koyamıyordum, tersine şu ölçüye bu kafiyeyi, bu ölçüye şu kafiyeyi oturtmak, hatta aynı dizede her yere aynı kafiyeyi oturtmamak durumundaydım. Yani şiiri kurallarına göre okumak zorunda olduğum şiir sanatında bile farklı yerlerde farklı ku­rallar yoktu, her yerde aynı kurallar geçerliydi. Böyle olduğu halde ben iyi ahlaklı ve kutlu insanların itaat ettiği adaletin, belirlediği ilke­leriyle bütün çağları ve bütün coğrafyaları kucakladığını fark edemi­yordum; kendi içinde hiçbir tutarsızlık olmadığı halde geçip giden çağlara göre bütün ilkelerini aynı anda uygulamadığını, bunları hak­kaniyetle paylaştırıp uygulamaya koyduğunu anlayamıyordum. O ka­dar kördüm ki, bu yüzden kutlu peygamberlerimizin kendi zamanla­rında Tanrı’nın buyruklarına ve vahiylerine göre hareket etmiş olma­larım kınadığım gibi, bir de Tanrı’nın onlara bildirdiği geleceğe ilişkin haberler veriyorlar diye kızıyordum.

8.   BÖLÜM

Manicilere karşı çıkıp hangi eylemin her zaman ayıplanması
gereken bir suç, hangisinin kusur olduğunu açıklıyor.

15.   Her hangi bir zamanda, herhangi bir yerde insanın Tanrıyı bü­tün kalbiyle, bütün ruhuyla, bütün aklıyla sevmesinin nesi yanlış ya da insanın komşusunu kendisini sever gibi sevmesinin?^ Demek ki Sodomlularm günahları gibi doğaya aykırı günahlar her yerde, her za­man k man ır ve ccza lan d ı rılır.[160] [161] Bu günahları bütün bir halk işliyorsa, işlen en günahın bedelini hepsi tanrısal yasa karşısında ödemek duru­mundadır. Çünkü bu yasa insanlar tarafından bu şekilde kötüye kulla­nılsın diye yazılmamıştır. Hatta Tanrı tarafından yaratılmış olan doğa­mız bu türlü cinsel sapıklıklarla kirlen irse, Tanrı'yla aramızdaki o güç­lü birlik hile bozulur. İnsanın töresine aykırı davranışlardan gelenek ve göreneklerdeki lark111ıkları dikkate alarak kaçınmak gerekir, yerli ya da yaba ncı kim olursa olsun kendi keyfine göre hareket edip bir ül­ke nin veya hir halkın törelerle ya da yasayla güvenceye aldığı huzuru­nu kaçı ramaz. Bütünün bir parçası o 1 up da bütünle uyuşmayan parça kusurlu demektir. Ama Tanrı bir halka bi r şey buyurduğunda, bu şey hu haIkın âdcılcrine ya da yasalarına aykın olsa bile yapılmalıd'r, daha öncc orada hiç; yapı 1 m a m' ş olsa bi le. Hatta daha önce böyle bir şey terk edilmişse yeniden uygulanmalı, daha önce yasalaşmamışsa yasa­l aşmal ı. Çüııkü bir kral hükümranı ol duğu kendi krallığın da bazı şey­leri buyurnıa yetkisine sahiptir, bu buyruklar daha önce kimse tara­fından buyrulmamış olsa bile, hatta kralın kendisi bile daha önce hiç böyle bir buyrukla bulunmamış olsa bile. Kralın buyruğuna itaat top- lurnun birliğine ters düşmez, aksine eğer itaat edilmezse bu birlik bo­zulur. Çünkü insan topluluklarında krala itaat şarttır. Öyleyse evren­deki bütün varlıkların yöneticisi olan Tanrı’nın buyruklarına hiç te­reddütsüz, haydi haydi itaat edilmeli! Çünkü insan toplumundaki ikti­dar anlayışına göre, alttaki iktidar üstteki iktidara boyun eğmek zo­rundaysa, Tanrı’ya herkes boyun eğmeli.

16.   Zarar verici davranışlar da doğaya aykırı davranışlarla aynı ke­feye konur . İster kötü bir sözle isterse kötü bir davranışla, yani ne olursa olsun başkasına zarar verme intikam duygusundan kaynakla­nır. Kimi zaman düşmanlar arasında oluşur bu duygu, kimi zaman da kendinin olmayan bir malı sahiplenme hırsından, tıpkı haydutun yol­dan geçen birine saldırmasında olduğu gibi. Bir insan bazen kendisine kötülük gelebileceğinden korktuğu birine de saldırabilir ya da insan yoksulsa bazen zengin olanı kıskanıp ona zarar verebilir. Bazen de üs­tün bir başarı elden biri karşısındakinin kendisine rakip olabileceğin­den korkup veya halihazırda rakibi olarak görüp ona zarar verebilir. Ya da sırf başkalarının acı çekmesinden hoşlandığından zararlı olabi­lir, gladyatör gösterilerinin seyircileri gibi veya başkalarını alaya alıp onlarla eğlenenler gibi. İşte ahlaksızlığın başlıcaları bu tür davranışlar­dır. Ya iktidar tutkusundan kaynaklanır bunlar ya da göz doymazlı­ğından veya şehveti tatmin etme hırsından, yani ya birinden, ya ikisin­den ya da her üçünden; ve işte böylece ahlaksızca yaşanıp gidilir, se­nin ey yüceler yücesi, tatlılar tatlısı Tanrım, senin on telli santurunun, yani on emrinin üçüncü ve yedinci kuralım hiçe sayarak.40 Ama sana hangi kötülük yapılabilir, sana asla kötülük yapılamayacağına göre? Kim sana saldırabilir, sana asla zarar verilemeyeceğine göre? Sen ceza [162] veriyorsan bu insanların kendi kendilerine işledikleri kötülüklerin bir sonucudur, çünkü sana karşı günah işlerken aslında sadece kendi ruhlarına zarar vermiş oluyorlar, yani kötülükleriyle kendi kendileri­ne ihanet ediyorlar.[163] Senin yarattığın ve biçimlediğin doğalarını, ya kendilerine yasak olanı kötüye kullanarak ya da doğaya aykırı oldu­ğundan yapılması yasak olana kendilerini kaptırarak bozuyor ve kirle­tiyorlar. Ya da yüreklerinde ve dillerinde sana karşı besledikleri düş­manlıkla, yani üvendireyi teperek kendi kendilerini mahkûm ediyor­lar. 13azen de toplumun kurallarını hiçe sayıp sırf kendilerinin istedik­leri ve istemedikleri doğrultusunda hizipleşmeye ve bölücülük yapma­ya kalktıklarından suçlu duruma düşüyorlar. İşte bütün bunlar seni terk elliğimizde başımıza geliyor ey Yaşam Pınarım, evrenin tek hakiki Yaratıcısı vc Yöneticisi ve gönlümüzü senin yarattıklarının bütününe değil de sadece bencilce bir kısmına kaptırdığımızda. Oysa sana ancak boynumuzu eğerek inanırsak geri dönebiliriz ve sen ancak o zaman bizi bu kölü huyumuzdan kurtarır, tövbe ettiğimizde de günahlarımı­zı bağışlarsın. Ancak o zaman biz mahkûmların iniltilerini duyar ve kendi kendimizi bağladığımız bu zincirleri kırarsın. Yeter ki biz daha çok şeyi elde edeceğiz diye hayali bir hırsa kapılıp, her şeyimizi kay­betmek pahasına sana boynuz atmaya kalkmayalım ve elde ettiğimiz nimeti bütün nimetlerin Yaratıcısı olan senden daha fazla sevmeyelim.

9.    BÖLÜM

İşlenen günahlara Tanrı'nın bakışı ile insanların
bakışı birbirinden farklıdır.

17.    Ama bütün bu kötülüklerin, bu ahlaksızlıkların ve bunlar gibi

nice kötülüğün arasında iyilik yolunda ilerleyenlerin işlediği günahları da saymak gerekir. Mükemmel ölçüt alındığında adil yargıçlar tarafın­dan bu insanlar da mahkûm edilir, ama büyüyüp serpilen başakların yemyeşil yaprakları gibi kendilerinden bir gün olgun meyveler derile- bileceğine dair umut beslendiğinden aynı zamanda yüreklendirilir. Bunların yaptıkları da suçtur, ahlaksızlıktır belki, ama yine de günah değildir, çünkü ne sana bir küfürdür bunlar ey Rab olan Tanrım, ne de birlikte yaşadığımız topluma. Çünkü bazen temel gereksinimleri­miz için ya da ilerde lazım olur diye mallarımızı üst üste yığarız, ama bu davranışımızın aç gözlülükle alakası yoktur. Ya da bazen otoriteler sırf insanların kusurlarını düzeltmek için şiddetli cezalar verebilirler, ama burada da zarar vermek asıl niyet değildir. İnsanlara kötü gibi gö­rünen pek çok davranış senin katında kabul görürken, insanların al­kışlayıp göklere çıkardığı pek çok davranış senin katında yerilir. Bu­nun nedeni davranışlarımızın görüntüsünün başka, bu davranışları yaparkenki niyetimizin başka olması ve o anki koşulları iyi hesaplaya- mamızdır. Ama sen aniden bize tuhaf gelen ve öngöremediğimiz bir şey yapmamızı buyursan, hatta bu şeyi daha önceleri bize yasaklamış olsan bile, hatta o an için bu buyruğunun amacını da gizli tutmuş ol­san, hatta bu buyruğun bazı halkların toplumsal kurallarına aykırı düşmüş olsa bile kim senin bu buyruğunu yerine getirmemezlik edebi­lir? Çünkü adil bir toplum demek, sana itaat eden bir toplum demek değil mi? Bu buyruğun senin buyruğun olduğunu bilen insanlara ne mutlu! O halde senin hizmetine girenlerin yaptığı her davranış ya o anki ihtiyaçlarını karşılamaya yöneliktir ya da gelecekte ihtiyaç duyabilecek­lerini.

10.   BÖLÜM

Manidlerin toprağın verdiği ürünlerle ilgili zırvalıkları.

18.     Işte o zamanlar ben bütün bunlardan bihaberdim ve o aziz kulların­la ve peygamberlerinle dalga geçiyordum. Ama onlarla dalga geçiyor­dum da ne oluyordu? Sadece senin gözünde küçülüyor ve hiç farkına varmadan yavaş yavaş birtakım zırvalıkların ardı sıra sürükleniyordum, incirlerin kopartılınca ağladığına ve ana ağacın da sütten gözyaşları dök­tüğüne inanıyordum mesela. Güya bu inciri Manici bir rahip yerse ve midesinde sindirirse nefesinden melekler çıkarmış, hatta dua ederken iıılerse ve geğirirse Tanrı’nın zerreleri bile fışkırırmış; tek şartla, rahibin kendisi bu inciri kopartıp da günaha girmiş olmayacakmış, başkası ko­paracakmış. Yani en yüce ve en hakiki Tanrı'nın zerreleri sadece seçil­miş bir rahibin[164] dişinden ya da midesinden çıkmadıkça o incire öylece hapsolup kalacaktı. Ben zavallı bir insan olarak bütün bunlara inandım ve toprağın verdiği meyvelere insanlardan daha fazla şelkal göstermem gerektiğini düşündüm, oysa meyveler insan için yaratılıyordu. Gerçek­ten de açlıktan midesi kavrulan, ama Manici olmayan biri benden bir lokma incir istese ve ben de versem herhalde darağacıııı boylardım.

1 1. BÖLÜM

Annesinin oğluna döktüğü gözyaşları ve onunla ilgili
gördüğü bir düş.

19.  Ama sen bana göklerden elini uzattın ve ruhumu o karanlık uçurumdan çekip çıkardın. Çünkü sadık kulun annem senin huzu-

runda benim için öyle gözyaşı döktü ki, herhalde evladı ölen analar bile cenazesinde onun kadar gözyaşı dökmemişlir. Sana borçlu oldu­ğu inancı ve gönül gözü sayesinde benim ölü biri olduğumu görüyor­du. Ve sen onu işittin ya Rab, onu işittin ve gözlerinden sel gibi akıp her secdeye varışında yüz sürdüğü toprakları sırılsıklam eden gözyaş- Iarım hor görmedin;[165] evet, onu işittin. Yoksa gönlüne su serptiğin o düş sayesinde benimle birlikte yaşamayı kabullenişini, evini, sofrasını bana açışım başka nasıl açıklayabilirim? Üstelik tam da annem benden yüz çevirmek, sapkın inancımın lanetinden kaçmak üzereyken. Dü­şünde kendisini tahta bir cetvelin üzerinde görmüş annem, nurlar içinde genç bir adam yanına yaklaşıyormuş, yüzünde tatlı bir tebes­süm varmış bu adamın. Annemse yas içindeymiş, ağlamaktan bitip tü­kenmiş. Genç adam ona neden böyle kederlendiğini, neden dur durak bilmeden ağladığını sormuş. Bu tür rüyalarda hep böyle olur, yanıt al­mak için sorulmaz sorular, yanıt vermek için sorulur. Annem benim yok oluşuma ağladığını söyleyince genç adam yüreğini serin tutmasını bildirmiş ona, teskin edip nerde durduğuna şöyle bir dikkatle bakma­sını istemiş, çünkü onun durduğu yerde ben de duruyormuşum. An­nem bakınca benim de o cetvelde kendisinin yanı başında olduğumu görmüş. Bunun başka açıklaması olabilir mi, demek ki sen bütün dik­katinle annemin yüreğinden geçeni işitmişsin? Senin merhametin ne­lere kadir ey Tanrım, nasıl oluyor da her birimizi tek kişiyi gözetir gi­bi gözeliyorsun ve her birimizi gözetir gibi hepimizi gözetiyorsun 7

20.     Peki şu olayın da başka açıklaması olabilir mi sorarım. Annem ba­na düşünü anlatınca, ben bu düşü başka yerlere çekip, bak artık benim ileride nasıl bir insan olacağıma dair yeise kapılmaman sana bildirilmiş dedim. Bunun üzerine annem aniden ve hiç tereddü ısüz atılıp, hayır, bana böyle söylenmedi. Bana onun olduğu yerde sen de olacaksın denmedi. Senin olduğun yerde o da olacak dendi diye haykırdı. Bu olaydan sana sıkça söz ett i m ve şimdi de h afizamın izin verdiği kadarıyla sana itiraf e diyorum ki, o sıra tamamen uyanık olan annem arac ılı ğıyla bana yap­tığın çağrı beni lazlas lyla etkilemişti. Annem düşüyle ilgili o yanlı ş yo­rumumun. üzerinde durmadı bile; oysa ne kadar harikayımş benim yorumum. Annem bu rüyadan anlayacağını çoktan anlamıştı, bense başta hiçbir şey an l a m anı ı şt ıın, ta ki o bana yanıt verene kadar. Sabi­den de onun yanıtı o zamanlar beni gördüğü d üşten daha fazla etkile­mişti. Oysa bu düşle çok sonraları yaşayacağı mutluluk o anki kederi­ni dindirmek için bu dindar kadına çok önceden bildirilmişti. Nite­kim hen yaklaşık dokuz yıl bu derin bataklıkta, bu kapkara sahte l i ktc yuvarlanıp durdum, ne zaman doğrulmaya kalksam biraz daha diple­re gömüldüm. Ama bütün bu zaman sürecinde bu iffetli, bu dindar ve aklı başında kadın, yani senin en sevdiğin insanlardan biri olan bu ka- dııı umudunu hir an olsun yi tirme d i, öncekinden daha çok ağla dı, da- lıa çok dövündü, senin huzurunda dua ettiği her saat benim için ağla­maktan vazgeçmedi. Onun duası senin katına ulaştı,^4 ama yine de be­nim o karanlıklarda dönüp dönüp durmama hiç ses çıkarmadın.

12. BÖLÜM

Bir başpiskoposun Augustinus'un annesine
oğlunun din yoluna gireceğine dair iması.

21.     Şimdi hatırlıyorum da o zamanlar senden ikinci bir çağrı da al- [166]

mıştım. Bu konuda pek çok şeyi atlayarak geçeceğim, zaten çoğu ay­rıntıyı da unuttum. Esasında derdim bir an önce şu senin asıl duymak istediğin ilirafıma gelebilmek, bunun için acele ediyorum. Bu ikinci çağrıyı rahiplerinden birisi aracılığıyla iletmiştin bana. Kilisede büyü­yüp yetişmiş bir başpiskoposlu bu rahip, senin Kutsal Kitabını yalayıp yutmuştu. Annem ona rica etmişti, yanılgılarımdan kurtarması, zih­nimdeki kötülükleri kovup iyilikleri ekmesi için lütfedip de benimle konuşmasını isteınişli. Çünkü gözüne keslirdiği öğrencileriyle hep böyle konuşurmuş. Ama rahip annemin ricasını geri çevirmiş. Ne ka­dar yerinde bir kararmış, sonradan anladım. Annemin ona anlattıkla­rından, benim şu sapkın mezhebin tuhaf coşkusundan kibre kapıldı­ğımı ve körpe zihinleri bir sürü ipe sapa gelmez masalla karıştıracağı­mı anladığından, benim henüz böyle bir konuşmayı kaldıramayacak kadar ham olduğumu vurgulamış. “Bırak olduğu yerde kalsın,” de­miş, “sen sadece onun için Tanrı’ya dua cl. Kendi kendine okudukça hatasının ne olduğunu ve inançsızlığının boyutunu kavrayacak­tır.” Ayrıca anneme kendisinin de küçük bir çocukken annesi tarafın­dan nasıl yanlış yönlendirilip Manicilcre teslim edildiğini, onların bü­tün kitaplarını baştan sona haLınekle kalmayıp bir de hepsinin kopya­sını çıkarttığını, sonra bir güıı kimsenin kendisiyle konuşmasına ve ik­na etmesine gerek kalmadan bu sapkın mezhepten kaçıp kurtulması gerektiğini kendiliğinden anladığım ve böylece kaçıp kurtulduğunu anlatmış. Annem onun anlattıklarını pürclikkal dinlediği halde kendi­sine hayır denmesini yine de kabullenemiyormuş. Daha çok ısrar et­miş, hatta yalvarıp yakarmış, hüngür hüngür ağlamış, beni bir kere görmesini ve benimle konuşmasını istemiş. Rahip artık kızmaya başla­mış, biraz da sıkılmış olacak ki anneme şöyle demiş: “Huzurla git, sen sağ oldukça bu döktüğün gözyaşların yüzü suyu hürmetine oğlun asla mahvolmayacaktır." Annem için bu söz adeta cennetten gelen bir müj­de olmuş, bana her defasında böyle söylemiştir.

4.     KITAPı

1.   BÖLÜM

Uzunca bir zaman, bin türlü yola başvurup
başkalarının aklını çeliyor.

1.   On dokuz yaşımdan yirmi sekiz yaşıma kadar olan o dokuz yıl boyunca[167] [168] tamamen yoldan çıktıın ve arkadaşlarımı da yoldan çıkar­dım. Türlü türlü hayaller kurup kendimizi aldattık, başkalarını aldat­tık,[169] kimi zaman özgür sanatlar denen bilim dallarıyla açıktan açığa,[170] kimi zaman sahte bir din kisvesi altında gizliden gizliye;[171] insanlar ara­sındayken kibirli, kendi kendimizeyken batı!, ama hep sahte olduk. Toplumda itibar kazanacağız diye beyhude bir uğraş sergiledik, bazen tiyatrodaki alkışların, şiir müsabakalarının, samandan taçlar kazanma hırsının,[172] gösterilerin o boş, o ölçüsüz arzularının peşine takıldık, ba­zen de bütün bu kirlerden arınmayı bekledik, bu yüzden kendilerini seçilmiş ve kutlu insanlar olarak adlandıranlara yiyecekler taşıdık, bu yiyecekleri midelerindeki atölyelerinde işlesinler de bizleri kurtuluşa erdirecek melekler ve tanrılar imal etsinler ve bizi kurtarsınlar diye[173] İşte arkadaşlarımızla birlikte ardından koşuşturduğumuz hayaller, yaptığımız işle r bunlardan ibaretti ve bu koşuşturma içinde ben onları hep aldattım, aslında hep birlikte aldandıle Şimdi kendini beğenmiş­ler, yani senin taralından henüz savrulmamış ve senin tokadım henüz yememiş olanlar Tanrım, isterse benimle alay etsinler. Hiç önemli de­ğil, yeter ki sen bana izin ver, utanç duyduğum bütün her şey için se­nin huzurunda tövbe edeyim ve senin övgülerine mazhar olabileyim. N’olur izin ver bana, geçmişteki günahkar yaşamınım kısırdöngülerini şimdi hafızamda yeniden caıılandırabileyim ve bu şekilde sana şükran­larımı kurban olarak sunabileyim.[174] Sensiz hen kendi kendimi uçurum­lara sürükleyen bir kılavuzdan başka neyim? Her şeyim olsa hile senin sütünü emmedikçe, senin o bitip tükcııınez ekmeğini yemedikçe bir ya­ratıktan başka ııc olabilirim? İnsan ne olursa olsun sonuçta sadece bir insaıı değil ıııi? İşte bu yüzden isterse bütün güçlülcr, bütün kudretliler benim gibilere gülsünler. Yeter k i sen sadece izin ver, biz zavallılar ve biçareler sana tövbe edelim.

2.    BÖLÜM

Hitabet öğretmenliği yapıyor; nikahsız yaşadığı kadınına şefkat
gösteriyor; kendisine zafer vadeden bir falcıyı aşağılıyor.

2.    () yıllarda hitabet dersleri veriyordum. Para kazan ma hırsımın

kölesi olmuş, karşımdaki insanları alt etmek için belagat satıyordum. Ama dürüst öğrencileri tercih ettiğimi sen, ya Rab, çok iyi biliyorsun; tabii dürüst derken herkesin anladığı anlamdaki dürüstlükten bahsedi­yorum. Onlara hilekârlıklar öğretiyordum, ama hiçbir hileye başvurma­dan. Çünkü öğrettiklerimi masum insanları değil de, gerektiğinde suç­luları idama götürmeleri için kullansınlar istiyordum. Sen Tanrım, benim bu kaygan zeminde ayağımın tökezleyeceğini ta uzaklardan gördün, ama buna rağmen o kalın sis tabakası içinde bile bendeki dürüstlük kı­vılcımını fark ettin. Bu kıvılcım bütün iyi niyetimle sürdürdüğüm ders­lerimde kendisini açığa vurmuştu, öğrencilerime beyhudeliğin ve yala­nın peşinde koşmayı öğrettiğim lıalde. O yıllarda bir kadınla birliktey­dim. Resmi nikâhımız olmadığından karı koca değildik. Bir türlü dindi- rcmccliğim ateşimin ve basiretten yoksunluğumun arayıp bulduğu bir kadındı bu sadece. Ama yine de hayatımdaki tek kadındı, ona sadıktım. Onunla yaşadığını bu deneyim sayesinde evlilik sözleşmesi ile şehvani aşkın pazarlığı arasındaki farkı kendiliğimden keşfetmiş oldum. Evlilik çocuk sahibi olmak için yapılan bir antlaşmadır, ama öbüründe çocuk sahibi olmak sizin iradeniz dışındadır. Gerçi bu şekilde doğan çocukla­rınız için de onları sevmek dışında yapacağınız fazla bir şey yoktur.

3.   Bu yıllardan aklımda kalan başka bir olay daha var: Bir gün tiyat­roda düzenlenen bir şiir müsabakasına katılmaya karar vermiştim. Fal­cının biri yanıma gelip müsabakayı kazanmamı garanti ederse kendisine ne kadar para verebileceğimi sordu. Bense yanıt olarak bu tür büyüler­den nefret ettiğimi ve iğrendiğimi, kazanacağım ödül sonsuza kadar ta­şıyacağım altın bir taç olsa bile bunu elde etmek için bir sineğin dahi öl­dürülmesine rıza göstermeyeceğimi söyledim. Adamın niyeti belliydi, kendine özgü bir gizem ayini düzenleyecek, bu ayinde hayvanları katle­decek ve sonra bunları şeytanların onuruna sunup bana yardımcı olma­larını dileyecekti. Ama ben bu kötülüğü reddettim ey Yüreğimin Haki­mi, o sıralar sana saf bir aşkla bağlanmamış olsam bile. Çünkü henüz seni sevmeyi öğrenmemiştim, gözüme yansıyan parlak cisimlerin ötesin- dekini sevmeyi henüz öğrenmemiştim. Bu tür hayallerin olduğu bir or­tamda soluk alıp veren bir ruh, boş umutlara bel bağlayan ve rüzgarla­ra çobanlık eden böyle bir ruh seni aldatmaz da ne yapar?[175] Evet, be­nim adıma şeytanlara kurban sunulmasını istemedim, ama batıl bir di­ne i n anarak zaten kendimi onlara her gün kurban olarak sunuyor­dum. Çünkü rüzgarlara çobanlık etmek şeytanlara çobanlık etmekten başka nedir ki, yanlış yollara saparak onların maskarası olup ekmekle­rine yağ s ürmüş olmuyor muyuz?

3.    BÖLÜM

Kendini kaptırdığı astrolojiden, yaşam tecrübesi olan yaşlı bir
hekimin yardımıyla kurtulmaya çalışıyor.

4.  Yine de lıiç çekinmeden şu astrolog[176] [177] denen düzenbazlara da­nışmaktan lıiç vazgeçmiyordum. Aslında bu adamlar gelecekten haber almak için öyle kurban falan kesmiyordu, cin de çağırmıyordu. Ama 1 Iırisliyanlık, yani hakiki dindarlık doğal olarak astrolojiyi kabul et­mez ve yasaklar. Ne mutlu sadece sana itirafta bulunana ya Rab ve şöyle cliycnc: “Bana merhamet ct, ruhuma şifa ver, çünkü sana karşı günaha girdim.11 Bundan böyle sertin bağışlaytalığını günah işleme hakkı gibi görüp istismar etmemeliyim, tersine Rabbin şu sözünü hep hatırlamalıyım: Işte artık iyileştin; başına daha kötüsünün gelmemesi için bir daha asla günah işleme!”[178] İşte hakiki kurtuluş bu öğretide, ama astrologlar bu öğretiyi yıkmaya çalışıyor. Şöyle söylüyorlar: “Gü­nah işliyorsan bunun nedeni gökyüzüdür, kaçamazsın; günahlarının bütün sorumlusu ya Venus, ya Saturnus ya da Mars yıldızı.” Böyle di­yerek insanı, yani etten ve kandan oluşan o kibirli ölümlüyü suçsuz olduğuna, suçlanacak biri varsa bunun göğün ve yıldızların Yaratıcısı ve Yöneticisi olduğuna bizi ikna etmeye çalışıyorlar. Peki bu suçlu kim, sen değilsin de kim, ey tatlığın ve adaletin kaynağı Tanrımız, her birimi­zi yaptığımız işlere göre ödüllendirecek olan, tövbekar ve hürmetkar yürekleri asla hor görmeyecek olan sen değilsin de kim?

5.   O yıllarda bilge bir adamla tanıştım.[179] [180] [181] Kendisi hekimlik sanatının üstadı olduğundan mesleğinde çok saygın bir konum edinmişti. Aynı zamanda eyalet valisiydi, dolayısıyla o ıstırap tacınıH akıl sağlığı yerinde olmayan başıma kendi elleriyle taktı, keşke o elleri aklımı yerine getir­mek için başıma koymuş olsaydı. Ama bilirim bu hastalığın şifası yalnız sende, kibirlilerin karşısında duran ve alçakgönüllülerden inayetini esir­gemeyen sende.ı5 Yine de o yaşlı adam aracılığıyla yardımıma koşmak­tan ve ruhumu tedavi etmekten bir an bile vazgeçmeyen sen olmayasın sakın? Çünkü gün geçtikçe onu daha iyi tanımaya başlamış ve konuş­malarının müdaviıni olmuştum, ne söylüyorsa dikkatle dinliyordum. Öyle çok seçkin bir üslubu yoktu belki, ama yaratıcı düşünceleri sözle­rine bir çekicilik, bir ciddiyet katıyordu. Onunla sohbetlerimiz sırasında benim yıldız falcılığıyla ilgili kitapların hayranı olduğumu anlayınca ga­yet nazik ve babacan bir tavırla beni uyardı ve bütün bu kitapları bir ya­na atmamı, bu çerçöple vaktimi boşa harcamamamı öğütledi, dikkat ve emek isteyen daha nice değerli sanal var dedi. Kendisi de zamanında astroloji öğrenmiş, hana bunu meslek haline getirip para kazanmayı bile düşünmüş ve Hippocrates’i anlayabildikten sonra bu tür kitapları haydi haydi anlayabilirim demiş. Ama her şeye rağmen bir gün bu kitapların hepsini kaldırıp aLmış, bunun yerine kendisini hekimliğe vermiş, sırf astrolojinin tamamen uyduruk bir sanal olduğunu anladığından. Ayrı­ca dürüst bir insan olduğu için insanları kandırarak para kazanmak is­tememiş. “Ama senin zaten para kazandığın kamusal bir mesleğin var," dedi, “hitabet öğretmenliği yapıyorsun ve astroloji gibi sahte bir sanatla, hayatını geçindirmek gibi zorunlu bir nedenden değil de sırf merakın yüzünden uğraşıyorsun. Bense geçimimi sadece bu kaynaktan sağlamak istediğimden astrolojiyi mükemmel derecede öğrenmek için çok çaba sari ettim. Zaten sırf bu nedenle astroloji konusundaki uyarımı hiç ya­bana atmamaksın." Bunun üzerine ben ona, peki nasıl oluyor da astro­lojinin söylediği çoğu şey doğru çıkıyor diye sordum. [lana bu konuda verebileceği en uygun yanıtı verdi ve bunu doğanın en küçük zerresine kadar nüfuz etmiş olan rastlantısal gücün etkisine bağladı. “Bu öyle bir şey ki," diye devam elli, “tesadüleıı lalanca şairin kitabını açarsınız, ya­zarının terennüm enikleri ve niyeti tamamen farklı olsa da, kitabı okur­ken aniden kalanızdakinc birebir uyan bir dizeyle mucize eseri karşıla­şabilirsiniz. Demek ki insan zihni üstün bir içgüdüyle, kendi içinde ne­ler olup billiğin i hiç bilmeden, astroloji bilgisiyle değil ele tamamen rast­lantı sonucu, araştırılan konunun koşullarına ve olgularına uygun bir yanıt bulabilir, bunda öyle hayret edilecek bir şey yok”

6.    Işte onun bana verdiği bu yanıt ya da şöyle dersem, onun aracılığıyla işittiğim bu yanıt, bana senden gelen bir yanıttı. Sonradan kendim araş­tırıp bulayım diye zihnime şüphe tohumlarını o zaman sen ektin. Ama o dönemde ne o hekim ne de aziz dostum Nebridius beni yeterince tat­min edip de astrolojiden soğutmayı başaramamıştı. Nebridius ki son de­rece karakterli ve son derece sağduyulu bir gençti ve hayatı boyunca bu türden falcılık işleriyle hep dalga geçmişti. Yine de her ikisinin de dü­şünceleri beni bu sanatın uzmanlarının yazdığı kitaplar kadar etkileye- mcmişti, dahası o ana kadar aradığım gibi kesin bir kanıt da henüz bulmuş değildim. Çünkü bu kanıt beni öyle ikilemde bırakmayacak bir kanıt olmalıydı ki, kendilerine danışılan astrologların doğruları söylemelerinin nedeninin yıldızları gözlemleme bilgilerine değil de sa­dece şansa ya da rastlantıya bağlı olduğunu anlayabileyim.

4.    BÖLÜM

Kendi hatalarına ortak ettiği arkadaşının
hastalığını ve vaftizini anlatıyor; arkadaşının ölümü
onu derinden sarsıyor. Vaftiz töreninin sonundaki
mucizevi etkiyi dile getiriyor.

7.   Doğduğum kentte16 ilk öğretmenliğime başladığım yıllarda aziz bir dostum oldu. Ikimizin de ilgi alanları ortaktı, aynı yaştaydık O da benim gibi gençliğinin baharını yaşıyordu. Gerçi bu insanla çocukluk­tan itibaren beraber büyümüştük, aynı okul sıralarını paylaşmış, bera­ber oyunlar oynamıştık Ama o dönemde henüz dost sayılmazdık Şu da bir gerçek ki, ne o dönemde ne de şimdi yaşadığımıza gerçek dost- [182]

luk denmemeli. Çünkü bizler birbirimize ne kadar kaynaşmış olursak olalım, sen yüreklerimize Kutsal Ruh aracılığıyla (ki bize bu Ruhu sen bahşettin) sevgini ekmez ve bu sevginle bizi birleştirmezsen aramızda- kine gerçek dostluk denmez[183] Her şeye rağmen bizimki çok hoş bir dostluktu ve ortak çalışmalarımızın körüklediği ateşle de pişip olgun­laştı. Kendisi henüz çok gençli, bu yüzden ruhunda kök salmış, de­rin bir dinsel inancı yoktıı. Dolayısıyla onu kolayca yoldan çıkarıp şu batıl masallara ve ölümcül hülyalara, yani annemin benim için sürekli gözyaşı dökmesine neden olan beylıudeliklere çekmeyi başardım. O andan itibaren o da benim gibi yanılgılar arasında dolanmaya başladı, benim ruhum da onsuz yaşayamamaya. Ve işte sen, kaçakların yakın takipçisi, merhamet pıııarı olduğun kadar intikamların da Tanrı’sı olan sen, mucizevi yöntemlerle bizleri kendi yoluna döndüren sen, o adamı bu hayattan çekip aldııı, Lam da dostluğumuz henüz bir yaşına basmışken ve bcıı o ana kadar yaşamış olduğum bütün zevklerin en âlâsını bu dostlukta bulmuşken.

8.   Sadece kendi yaşamımızda bize bahşettiğin iyilikleri saymaya kalksak bile acaba bunu başarabilir miyiz? O dönemde ne yaptığını anlayabilir miyim Tanrım, senin o dönemde verdiğin akıl ermez hük­münün derinlerine dalabilir miyim? Arkadaşım ateşler içinde yandı, uzun süre kendisini bilmez halde ecel terleri döktü. Hayatından umut kesilmişti, hiç kendinde olmadığı bir sırada da vaftiz edildi. Buna hiç aldırış etmedim, çünkü ruhuna ektiğim inançları ne olursa olsun ko­ruyacağından emindim, vaftiz sırasında bedenine ne yaparlarsa yap­sınlar nasıl olsa kendisinde değildi diye düşündüm. Ama hiç de dü­şündüğüm gibi olmadı. Çünkü yeniden canlandı ve sağlığına kavuştu.

Kendisiyle ilk konuşan ben oldum -kendine gelir gelmez ilk ben bunu başardım, çünkü birbirimize aşırı düşkün olduğumuzdan onun yanın­dan bir an olsun ayrılmamıştım- ve hemen vaftiz oluşuyla ilgili şaka­lar yapıp onu biraz güldürmeye çabaladım, çünkü onun da bu konu­yu alaya alacağını sanıyordum. Ne de olsa vaftiz olduğu sırada ne aklı yerindeydi, ne de hisleri. Oysa o vaftiz edildiğini çoktan fark etmişti. Bir düşmana bakar gibi dehşetle bana baktı, onda daha önce hiç gör­mediğim tuhaf bir özgüvenle bundan böyle arkadaşı olarak kalmak is­tiyorsam kendisiyle bir daha bu şekilde konuşmamamı söyledi bana. Hayretler içinde kaldım, zihnim allak bullak olmuştu, yine de o anda içimden geçenleri ona söylemek istemedim, sandım ki daha iyi olunca ve gücünü toparlayınca söyleyeceklerimi anlayacak. Ama bu bendeki akıl noksanlığından kurtulması çok uzun sürmedi ve senin koruyucu­luğun altına alındı; bunu sırf beni teselli etmek için yaptın. Birkaç gün sonra da, benim olmadığım bir sırada, ateşi iyice yükseldi ve bı: hayat­tan göçüp gitti.

9.   Onun acısı yüreğimi karanlıklara gömdü, nereye bakszm ora­da ölümü görür oldum. Doğduğum şehir benim için artık bir işken­ce odasından farksızdı, baba ocağımsa tuhaf bir mutsuzluk yuvasın­dan. Onunla beraberken yaptığım her şey onsuz korkunç bir eziyete dönüştü. Gözlerim her yerde onu arıyordu, ama aradığını bulamı­yordu. Her yerden nefret ettim, çünkü oralarda o yoktu, çünkü ora­lar artık “bak işte, geliyor” demiyordu, oysa o sağken ve bir an için yanımda yokken hep böyle söylerlerdi. Derin bir muammaya dönüş­müştüm, tekrar tekrar soruyord.um ruhuma, neden böyle kederlisin, neden beni bu kadar üzüyorsun diye. Ama ruhum bana ne diyeceği­ni bilemiyordu. Ona, “Tanrı’dan sabır dile” dediğimde bana itaat et­miyordu . Haklıydı, çünkü yitirmiş olduğu aziz dostu, sabır dileyece­ği o hayal den çok bir insandı, daha gerçek, daha iyiydi. Bir tek göz- yaşlarım tatlı geliyordu bana, çünkü arkadaşımın boşluğunu doldu­rup yüreğime teselli veriyordu.

5.    BÖLÜM

Mutsuzken ağlamak neden bu kadar büyük
teselli verir?

10.   Ama şirndi, ya Rab, bütün bunlar geçmişte kaldı ve zaman yara­ma ilaç oldu. Artık hakikatin kendisi olan senden duymak istiyorum ve yüreğimi dilinden dökülcnlere kabarttım dinliyorum, n’olur söyle ne­den mutsuz olduğumuzda ağlamak hizi bu kadar teselli edebiliyor? Yoksa sen her yerde olduğun halde bizim acılarımızdan çok ımı uzakta­sın, biz sıııav üstüne sınav yaşarken sen kendi içine mi kapalısın? Hıçkı­rıklarımızı sana duyuramıyorsak umul edeceğimiz hiçbir şey kalmamış demektir. Peki o zaman ağlayarak, inleyerek, iç çekerek, yas tutarak derdiğimiz yaşamın o acı meyvesindeki bu hoş tat da neyin nesi? Yoksa bu tat senin ağladığımızı duyabileceğini umut etmemizden mi kaynakla­nıyor? Dua eniğim i zcle böyle bir umut t aşıdığımız çok doğru, çünkü dua ederken sana ulaşmak isteğiyle doluyoruz. Ama o sıra beni ezip ge­çe 11 o olayda, yani sevdiğim bir kimseyi kaybettiğimde duyduğum acı ve üzüntüde de aynı umudu mu taşıyordum? Hayır, çünkü dostumun ye­niden hayat a geleceğine dair hiç umudum yoktu, gözyaşlarıını da böyle bir beklentiyle akıtmıyordu m, sadece çok canını ya ıııyord u ve ağlıyor­du nı. Bunun tek nedeni hen im mutsuz olmam ve bana sev in ç veren bi­rini kaybetmemeli. Ya da ağlamak aslında acı bir şey de, sadece önceden hoşumuza giden bir şey leri artık düşünmekten yorulduğumuz ve on l arı hatırlamaktan kaçındığımız anlarda mı bize tatlı geliyor?

İTİRAFLAR

6.   BÖLÜM

Bir dostun ölümünden duyulan acı ne büyükmüş!

1 1. Ama niçin bunlardan söz ediyorum ki? Şimdi soru sorma za­manı değil, tövbe elme zamanı. Zavallı bir haldeydim, çünkü ölümlü şeylere bağlanan her ruh zavallıdır ve bunları kaybedince yaralanır. İş­Le o zaman hem o anki zavallılığını fark eder hem de onları kaybetme­den önceki zavallılığını. O dönem ben de bu haldeydim, hem acı acı gözyaşı döküyor hem de o acının içinde teselli buluyordum. Bu halim Lam anlamıyla bir zavallılıktı ve ben bu zavallı yaşamıma kaybetLiğim dostumdan daha fazla değer veriyordum. Çünkü içinde bulunduğum durumu değiştirmek istediğim halde, yine de dostumu kaybetmiş ol­mayı kendi yaşamımı kaybetmeye tercih ediyordum, ve doğrusunu söylemek gerekirse onun için ölmek isler miydim hiç bilmiyorum. Oresles ile Pylades’in birbirleri uğruna birlikte ölmek istedikleri söyle­nir[184] -labii bu hikaye bir kandırmaca değilse- çünkü onlar için ölüm­den daha kötüsü birlikte yaşayamamaklır. Bana gelince, o sıra içimde yükselen duygu onlarınkine laban tabana zıtlı, hem yaşamın ağır yü­künden yorulmuştum hem de ölümden korkuyordum. Eminim dos­tuma duymuş olduğum büyük sevgi beni ölümden iyice korkar hale getirmişti. Çünkü dostumu benden almıştı ve o andan itibaren ondan artık zalim bir düşmandan nefret eder gibi nefrel ediyor, aynı zaman­da da korkuyordum. Dostumu aniden kapıp götürmüşlü ya, demek ki bülün insanları da böyle aniden kapıp götürebilirdi. O sıralar bu dü­şüncelerle nasıl haşır neşir olduğumu dün gibi hatırlıyorum. İşte kal­bim Tanrım, bak içine; bak da gör neler hatırladığımı ey Umudum, böyle kirli düşüncelere daldığımda beni arındır, sana çevir gözlerimi ve

ayaklarımı tuzaktan kurtar. ı9 Hayretler içindeydim, nasıl oluyor da baş­ka ölümlüler hâlâ yaşayabiliyordu, çünkü hiç ölmeyecek sandığım dos­tum ölmüştü. Beni daha fazla hayretlere salan olay ise o öldüğü halde benim hâlâ yaşıyor olmamdı, çünkü o benim ikinci benliğimdi. Ne gü­zel söylemiş dost insanın diğer yarısıdır diyen.[185] [186] Çünkü kendi ruhumu ve onun ruhunu iki bedende tek bir ruh olarak görmüştüm ben. Demek ki artık benim yaşamım bir kâbustu, çünkü kendi yarım olmadan yaşa­mak istemiyordum, yine de ölümden korkuyordum. Belki de ölümden bu kadar korkmamın nedeni, ben de ölürsem çok sevdiğim dostumun bütünüyle ölecek olmasıydı.

7.    BÖLÜM

Ölüm acısının verdiği huzursuzluk Augustinus'un
başka bir yere gitmesine neden oluyor.

12.   Alı, insanları insandan başka bir şeymiş gibi sevmek ne delilik! Ah, insanın yazgısı karşısında duygularına hâkim olamayan insan ne koca bir budala! Işte ben o sıra öyle koca bir budalaydım. Ateşler içinde kavruluyordum, inliyordum, ağlıyordum, kafam öyle karışıktı ki, ne bir an yerimde durabiliyordum, ne de akıllı uslu düşünebiliyordum. Yerle­re serilen, kanlar içinde kalan ruhumu adeta sırtıma almış taşıyordum, o ise benimle gelmemek için ayak direliyordu, bense onu koyacak yer bulamıyordum. Ne o büyülü korulara sığabiliyordu artık, ne oyunlara, ne şarkılara, ne mis kokulu bahçelere, ne dost sofralarına, ne yatak odalarından, yataklardan alınan hazlara, hatta ne kitaplara, ne şiirlere. Her şeyden ürküp kaçıyordu, ışıktan bile; dostuyla paylaşmış olduğu ne varsa, artık o yok diye tatsız ve yavan geliyordu ona, iniltileri ve gözyaşları dışında; çünkü bir tek onlar biraz teselli oluyordu ıstırabı­na. Gözyaşlarıma ne zaman dur desem, bu kez zavallılığım koca bir yük olup biniveriyordu omzuma. Ancak sana doğrulmam tuz basardı yarama ya Rab, biliyordum, ama ne böyle bir şey istiyordum, ne de yapabiliyordum, çünkü o sıralar seni düşündüğümde sağlam ve güçlü bir varlıkmışsın gibi gelmiyordun bana. Benim inandığım Tanrım sen değildin, o boş bir hayaldi, bir yanılgı. Dinlensin diye orada ikamet et- tirseydim ruhumu, bir boşluğa düşer, can havliyle yeniden benim sır­tıma çullanırdı. Demek ki o bedbaht hapishanemde kalakalmıştım, ne burada böyle yaşayabilirdim, ne de buradan kaçabilirdim. Çünkü kal­bim kalbimden başka nereye kaçıp sığınabilirdi? Kendimden başka kaçacağım bir yer olabilir mi? Kendimin peşine düşmeden nereye gi­debilirim? Yine de her şeyi göze alıp yurdumdan kaçtım. En azından gözlerim artık dostumu daha az arar dedim, ne de olsa gideceğim yer­lerde onu görmeye alışık değillerdi. Böyle dedim ve Thagaste şehrin­den kalkıp Kartaca’ya gittim.

8.    BÖLÜM

Zaman ve dost sohbetleri acısına merhem oluyor. [187]

Çünkü içime bu kadar kolayca süzülüp ta iliklerime kadar yerleşen o acı, bir ölümlüyü hiç ölmeyecekmiş gibi severek ruhumu kum:.: dök­memden kaynaklanmamış mıydı? Öyleyse bana en iyi gelecek ve beni kendime gelirecek ilaç başka dostluklardan alacağım teselli olmalıydı gene, seni seveceğime gene bu dostları sevmeliydim. Bu koskoca bir masal, upuzun bir yalan; kaçamak öpücükleriyle gönlümüzün kulak­larını okşayıp yoldan çıkarıyor. Ama bu masal benim için hiç ölmü­yordu, arkadaşlarımdan biri ölmüş olsa bile. Yepyeni şeyler buldum bu yeni arkadaşlarda, ruhumu çok daha fazla büyüleyen şeyler. Otu­rup solıbel etmek mesela, birlikte gülmek, karşılıklı yardımlaşmak, birlikte kitap okumaktan zevk almak, birlikte gülüp eğlenmek, birlik­te ciddileşmek, nefret uyaııdırmamaya dikkat ederek sanki kendi ken­dinizle konuşuyormuşçasına ara sıra tartışmak, nadir de olsa yaşanan fikir ayrılıklarında ona yolu bulabilmek, birbirimize yeni bir şeyler öğretmek, birbirimizden yeni bir şeyler öğrenmek, birisi bir yere gitti mi sabırsızlıkla yolubu gözlemek, geldiğinde de onu sevinçle karşıla­mak. lştc büıüıı bunlar ve benzerleri karşılıklı seven ve sevilen kalple­rimizin işaretleriydi; yüz ifadelerimizden, dilimizden dökülüyordu bu işareller, gözlerimizden okunuyor, sayısız jestlerle kendisini sergili­yordu ve adeta birer çıra gibi ruhlarımızı tutuşturuyor, her bir rulıu birbirine lehimleyip tek bir rulı kılıyordu [188]ı

9.    BÖLÜM

İnsanlar arasındaki dostluk; sevgiyi Tanrı'da bulana ne mutlu!

14.    Dostlukları sevmemizin nedeni de işle bu kaynaşma. Öyle çok severiz ki bunu, bizi seven birini sevmediğimizde ya da sevdiğimiz

Cicero, De Amicitia, 98.

halde sevilmediğimizde vicdanen rahatsız oluruz ya da iyi niyetini göstermesi dışında ondan maddi anlamda hiçbir şey beklemeyiz. lşte bu yüzden bir dostu kaybettiğimizde karalar bağlar, acının karanlıkla­rına gömülür, lezzetleri acı tatlara dönüştürüp yüreğimizi gözyaşlarına boğar, ölenlerin kaybettiği yaşamı biz yaşayanların ölümü haline geti­ririz. Seni sevene, sende dostunu sevene, hatta senin uğruna düşmanı­nı bile sevene ne mutlu. Çünkü bir tek bu kişi değer verdiği hiçbir şe­yi kaybetmez, çünkü bütün sevdikleri senden, yani hiçbir zaman kay­betmeyeceği senden dolayı azizdir onun için. Sense bizim Tanrımız­dan, şu göğü yeri yaratan, onları bütün varlığıyla dolduran ve doldu­rurken onları yaratan Tanrımızdan başka kimsin ki Tanrım? Seni terk etmedikçe hiç kimse seni kaybetmez; zaten terk ederse nereye gider ya da nereye kaçar, tek sığınağı senin gazabın olduğuna göre? Nereye git­se cezasını vereceğin yasanla karşılaşmaz nıı? Çünkü senin yasan haki­katin kendisidir, çünkü sen hakikatin kcndisisin.22

10.   BÖLÜM

Yaratılan her şey akıp gider, onlarda ruhun dinleneceği
bir sığınak yoktur.

15.  Ey iyiliklerin Tanrısı, sana döndür bizi, göster yüzünü, göster ki kurtuluşa erelim.23 Çünkü insan ruhu nereye dönerse dönsün sana dönmedikçe acılara çarpacaktır yüzünü. Güzelliklere dönmüş olsa bile fark etmez, bu güzellikler senin dışında ve kendi ruhu dışındaysa sa­dece acılara çarpacaktır yüzünü. Zaten sen olmasan hu güzellikterin de hiçbiri olamazdı. Bu güzellikler doğarlar ve batarlar, doğarken sen- [189] 2 den başlarlar ve öyle yükselirler, yükselirler, la ki en mükemmel ko­numlarına gelene kadar, en mükemmel konumdayken de yaşlanırlar, yaşlanırlar ve ölüp giderler. Üstelik hepsi yaşlanmaz bile, ama hepsi mutlaka ölür. Şu halde doğduklarında ve varoluşlarına tutundukların­da, olmaları gereken en mükemmel konuma ne kadar hızla çıkarlarsa yok olacakları konuma da o denli hızla inerler. Bu onların doğasına yazılıdır. Bu yazıyı sen yazdın onlara, çünkü hepsi bütünün birer par­çasıdır. Bütün parçalar aynı anda varolmaz, bazıları gelir, bazıları gi­der ve gelip gittikleri bu yolda parçaları oldukları bütünü oluşturur­lar. Her biri bir şeye işaret eden şu seslerle yarattığımız konuşmaları­mızda da aynı mantık geçerlidir. Tek kelime eksik olsa o konuşma tam bir konuşma olmaz. Cümlenin kurucu öğeleri heceler çıktıkça ağızckın mutlaka bir başka hece gclir ardından. İzin ver, bütün bunlar­dan dolayı ruhum sana şükretsin Tanrım, ey her şeyin Yaratıcısı; ama n’olur ruhum bütün bunlara tensel duyularımdan kaynaklanan sev­gimle yapışmasın. Çünkü bu şeyler gidecekleri yere kadar giderler ve sonra yok olurlar; ama ruh bunlarla olmayı seçerse, bunları sevip de huzuru bunlarda aramaya kalkarsa, ölümcül arzularıyla onu param­parça edip bırakırlar. Bunların içinde ruhun dinleneceği hiçbir yer yoktur, çünkü hiçbiri kalıcı değildir; kaçıp giderler, hiç tensel duyula­rımızla takılabilir miyiz peşlerine? Ya da hiç o an oldukları yerde bile tutabilir miyiz ellerimizle? Çünkü insanın tensel duyusu yavaş işler, çünkü bu duyu etin ve kanın duyusudur, dolayısıyla kendi doğasıyla sınırlıdır. Sadece ne için yaratıldıysa ona hizmet eder, belli bir başlan­gıçtan belli bir sona doğru akıp giden gelip geçici şeyleri tutup yakala­maya gücü yetmez. Çünkü senin sözünle yaratılan her şeye senin sö­zün şöyle der: “Başlangıcınız da bende, sonunuz da.”[190]

İTİRAFLAR

11.   BÖLÜM

Yarahlan her şey değişkendir. Değişken olmayan
sadece Tanrı'nın kendisidir.

16.   Kibirli olma ruhum, kibrinin gürültüsü yüreğinin kulağını sağır­laştırmasın. Sen de dinle bu sözü. Çünkü bu söz seni de çağırıyor, bana dön diyor. Orada hiçbir şeyin bozamayacağı bir huzur var, orada sen esirgemedikçe hiç esirgenmeyecek bir sevgi var. Bak gör nasıl da akıp gidiyor şeyler, yerini yenileri alsın ve bütün parçalarıyla ta en alt katın­dan korunsun diye bütün evren. “Hiç başka bir yere gidebilir miyim?” di­yor bak Tanrı Sözü. Işte sen de kur oraya ikametgâhını, sana verilen her şeyi oraya emanet et, ey en sonunda yanlış yollara sapmaktan yorgun düşen ruhum. Gelip geçiciliklerden ne edindinse Hakikate emanet et, böylece hiçbir şeyini kaybetmeyeceksin. Çürüyüp kokuşan parçaların yeniden tomurcuklanacak, bütün hastalıkların şifa bulacak, göçüp gi­den parçaların yeniden dirilecek, zindeliğine kavuşacak ve sana sımsı­kı bağlanacaktır, öyle ki diplere sürüklendiğinde artık seni de berabe­rinde çekip götüremeyecek, aksine sonsuza kadar dimdik duran ve hiç değişmeyen Tanrı’nın huzurunda seninle birlikte dimdik duracak ve hiç değişmeyecektir.

17.   O halde neden hâlâ bedeninin peşinden koşturuyorsun? Dön önüne, bırak o senin peşinden koştursun. Onun aracılığıyla hissettiğin her şey parça parçadır, bu parçalar sana haz verir, ama parçası olduk­ları bütünden seni bihaber kılar. Tensel duyularının bu bütünü algıla­mana yardımcı olacak güçleri olsalardı ve sırf seni cezalandırmak amacıyla bütünün sadece birer parçasını oluşturacak şekilde sınırlan­mamış olsalardı, emin ol, bütünden alacağın o büyük haz için şimdide olan ne varsa hepsinin geçip gitmesini isterdin. Ben konuşurken beni

tensel duyunla işitiyorsun ve heceler ağzıma takılıp dursun istemiyor­sun, aksine akıp gitsinler ki ardından diğerleri gelsin ve konuşmamın bütününü anlayabilmek istiyorsun. İşte bütünün tek tek parçalardan oluştuğu her yerde bu mantık geçerli. Tek tek parçaların aynı anda beraberce bulunması imkansız, ama böyle olmasa ve bir bütün olarak algılanabilseler tek tek verecekleri hazdan çok daha fazlasını verirler. Düşün o zaman, bütün bunların yanında her şeyi yaratan ne kadar mükemmel ve işle o bizim Tanrımız; hiçbir yere akıp gitmez O, çün­kü onun ardından gelip yerini alacak bir şey yok.

12.   BÖLÜM

Tat aldığımız şeylerde Tanrı'yı seviyorsak, sevgi kınanmamalı.

18.  Nesnelerden tat alıyorsan, bunlar için Tanrı’ya şükret ve sevgini bunların Yaratıcısına ve Yöneticisine yönelt. Böylece sevdiğin şeyler yü­zünden Onun seni sevmemesine sebep olma. Ruhlardan hoşlanıyorsan Tanrı’dan dolayı sev onları, çünkü onlar da değişkendir ve sadece Ona yapışırlarsa sabit durabilirler, yoksa geçip gider ve yok olurlar. Bu yüz­den bırak onları Tanrı’dan dolayı sevilsinler, onları da al yanında götür Tanrı'ya, ne kadar çok götürebilirsen götür ve onlara şöyle söyle:[191] “İşte sevmemiz gereken varlık. Bu dünyayı O yarattı ve bizden hiç uzakta de­ğil.” Çünkü O bu dünyayı yaratıp başka yere gitmedi; Ondan çıkan her şey varlığını Ona borçlu. Hakikati nerede tadıyorsak, işte O orada. O yüreğimizin en derininde, ama yüreklerimiz Ondan uzakta. Kendi yüre­ğinize geri dönün inançsız ruhlar, sizi yaratan Ona yapışın. Onunla du­run, düşmezsiniz; Onda dinlenin, huzur bulursunuz. Bu sarp patikalar­dan geçip nereye gidiyorsunuz? Nereye gideceksiniz? Sevdiğiniz bütün iyiliklerin sebebi O; ama sadece Ona itaat ettikleri ölçüde iyi ve tatlılar. Yoksa hepsinin tadı bir anda bozulur, çünkü Ondan varlık bulan her şey Onun tarafından yüzüstü bırakıldıklarında sapkın sevgilere malze­me olur. Neden hâlâ bu zor, bu meşakkatli yollardan yürümeyi göze alı­yorsunuz? Aradığınız huzur o gideceğiniz yerlerde yok. Nerede ararsa­nız arayın, ama aradığınızı o yerlerde bulamazsınız. Mutlu yaşamı ölü­mün ülkesinde arıyorsunuz, yok o orada bulunmuyor. Yaşamın olmadı­ğı yerde mutlu yaşam nasıl olur?

19.   Bizim Yaşamımız buraya, aramıza indi[192] ve ölüınümüzü alıp götürdü. Ölümü kendi yaşam pınarıyla öldürdü ve gök gürültüsünü andıran sesiyle gürleyip bizlere bu dünyadan Onun sırlar âlemine dönmemizi istedi. Çünkü O bu sırlar âleminden aramıza indi ve ilkin Bakire Kadının[193] rahmine girdi ve orada insanlık onunla nikâh kıy­dı,[194] öyle ki insanın ölümlü bedeni sonsuza kadar ölümlü kalmasın diye. Ve oradan zifaf yatağından çıkan bir güvey gibi sevinçle çıkıp kendi yolunda dev adımlarla koşmaya başladık[195] Bir an bile gecikmek istemedi, avazı çıktığı kadar bas bas bağırarak koşmaya başladı; söyle­dikleriyle, yaptıklarıyla, ölümüyle, yaşamıyla, inişiyle,[196] çıkışıyla[197] biz­lere Ona geri dönün diye haykırdı. Ve gözlerimizin önünden ayrılıp git­ti, kendi yüreğimize geri dönelim ve Onu orada bulalım diye. Gözden kayboldu, ama bakın hep burada. Bizimle uzun süre kalmadı, ama bi­zi hiç terk etmedi. Sadece gözden kayboldu ve aslında hiç ayrılmadığı mekânına gilti, çünkü bu dünya onun sayesinde yaratıldı ve O bu dünyadaydı ve O bu dünyaya günahkârları kurtuluşa erdirmek için geldi. Ruhum ona tövbe ediyor ve O ruhumu iyileştiriyor, çünkü ru­hum Ona karşı günaha girdi. Ey insanoğulları, ne zamana kadar böyle kaskatı olacak gönülleriniz?[198] [199] Dünyanıza yaşam geldikten sonra da mı yükselrnek ve yaşamak istemiyorsunuz? Ama en yüksekteyseniz ve çığlıklarınız gökleri tutuyorsa daha ne kadar yüksclebilirsiniz?33 Çıktı­ğın ız gibi inin o zirvelerden, çünkü arıcak o zaman Tanrı’ya çıkabilir­siniz. Çünkü Ona karşı yükselirseniz düşersiniz. Bunları söyle onlara ey ruhum, söyle ki gözyaşı vadisinde ağlasınlar ağlayabildikleri kadar, sonra al götür onları da yanında Tanrı’ya. Bütün bunları şefkat ateşiyle ya­narak söylüyorsan onlara, bil ki seni böyle konuşturan Onun Kutsal Ruhu­dur.

13.   BÖLÜM

Sevginin kaynağı.

20.   O zamanlar bütün bunlardan bihaberdim. En alt düzeydeki gü­zellikleri seviyordum ve diplere sürükleniyordum. Dostlarıma şöyle so­ruyordum: “Acaba güzelden başka bir şey mi seviyoruz? öyleyse güzel ne? Peki güzellik ne? Sevdiğimiz nesnelerde bizi cezbeden ve büyüleyen ne? Çünkü onlarda güzellik ve cazibe olmasa bizi asla kendilerine çeke­mezlerdi.” Bu konuyu haddinden fazla düşündüm ve gördüm ki, bu nesnelerin biçimlerinde bir çeşit bütünlük var ve bu yüzden güzeller, sonra bir çeşit oranları var, yani bir şey başka bir şeye gayet güzel uya­biliyor, tıpkı bedenin bir parçasının bütünüyle uyumlu olması gibi ya da bir ayakkabının ayağa uyması gibi ve bu türden benzer şeyler. Bu düşünce yüreğimin ta derinlerinden sanki bir pınardan fışkırır gibi geldi aklıma ve hemen oturup bir eser yazdım, Güzellik ve Oran başlığıyla, sa­nırım iki veya üç bölümden oluşuyordu. Sen kaç bölüm olduğunu bili- yorsundur Tanrım, ben hatırlamıyorum, çünkü böyle bir esere artık sa­hip değilim, ne olduysa oldu bir şekilde benden çıkıp kayboldu.

14.   BÖLÜM

Hierius'a adadığı Güzellik ve Oran başlıklı eseri. Hierius' a
beslediği sevginin kaynağı.

21.   Bu eserimi Romalı bir hatip olan Hierius’a adamamın nedeni neydi, ne olmuştu da ona bu eseri adamıştım, Rab olan Tanrım? Yüzü­nü bile görmemiştim onun, ama çok kültürlü bir insan olarak tanın­masına ve parlak bir şöhret elde etmiş olmasına hayran olmuştum, ondan aktarılan birkaç söz de çok hoşuma gitmişti. Bunlardan da öte, başkalarının ona duyduğu hayranlık beni derinden etkilemişti. Öve öve bitiremiyorlardı, olacak şey değil diyorlardı, bir adam Syrialı ol­sun, ilkin Yunanca belagat eğitimi alsın, sonra da Latinceyi takdire şa­yan bir üslupla konuşabilsin, yetmiyormuş gibi bir de felsefi meseleler hakkında bu kadar üstün bilgisi olsun. Demek ki bir insanı hiç gör­mesek bile övebiliyor ve sevebiliyorduk. Hiç olabilir mi böyle bir şey, birileri bir adamı övünce, bu övgüleri dinleyenin yüreğinde bir sevgi oluşabilir mi? Saçma; ama bir adama duyulan sevgi başka birinin yü­reğinde benzer bir sevgiyi ateşleyebilir. Sevdiğini öven kişinin yüreği­nin samimiyetine, yani övdüğü kişiyi sahiden severek övdüğüne inanı­yorsak, övdüğü kişiyi de sevebiliriz.

22.   Çünkü o zamanlar insanlan insanların yargılarına göre seviyor­dum, senin yargılarına göre değil Tanrım; oysa senin yargıların hiç kimseyi yanılımaz. Ama neden ben Hierius'a ünlü bir sürücüye34 ya da yeteneğiyle halk arasında seçkin bir yer edinmiş bir avcıya35 hayran olduğum gibi değil de, çok daha farklı ve çok daha ciddi anlamda hay­randım, kısacası neden ona sanki kendime nasıl hayran olunmasını is­liyorsam öyle hayrandım? Örneğin aktörleri de övüyor ve seviyor­dum, aıııa asla onlar gibi övülmek ve sevilmek islemiyordum, hatta onlar gibi tanınacaksam bir köşede gizli kalayım, onlar gibi sevilecek­sem benden nc İre t edilsin daha iyi diyordum. Nasıl olur da bir kalbe bu kadar değişik ve farklı ağırlıkla sevgi dağılabiliyor? Başkasında beğen­diğim bir özelliği niye kendimde düşününce nefret ediyorum, nefret etmesem hu kadar tiksinir, bu kadar lepki verir miyim, ikimizin de insan olduğunu hile bile? 13ir insan cins bir atı sevebilir, ama mümkün olsa hile onun gibi bir at olmak istemeyebilir oysa benim aktörlerle il­gili bıı söylediğimde durum farklı, çünkü bizim doğalarımız ortak. O halde ben de bir insanken, kendimde nefret ettiğim bir özelliği bir başkasında nasıl olur da sevebil i ri m? 1 nsan koca bir muamma ya Rab; evet, başındaki saçların sayısını hesaplayıp koymuşsun, senin iraden dışında teki hile düşmüyor, ama insanın yüreğindeki duygular ve heyecanlar başındaki saçlar kadar kolay sayılmıyor.

23.    O hatibe dönersek, hayranlığımı kazanan o adam benim de olmak istediğim türde bir adamdı. Kihrimdcn işte böyle yanılgılara düşüyor, her esen rüzgara kendimi kaptınveriyor ve hep senden [200] [201] uzaklaşıyordum, ama sen yine de adeta bir dümenci gibi gizliden gizliye beni idare ediyordun. Yoksa o hatibi sevmemin, onun övgüye değer başarılarından değil de sırf onu övenlerin sevgisinden kaynak­landığını nereden bilebilirdim ve sana bunu bu kadar doğru bir şe­kilde nasıl itiraf edebilirdim? Çünkü insanlar onu övıneyip de kına­mış olsalardı, ondaki yetenekleri kınayarak ve kusur bularak aktar­mış olsalardı, ona karşı ne böyle bir ateş yanardı yüreğimde, ne de böyle heyecanlanırdım. Oysa o adamın yeteneği yine aynı olacaktı, adam da yine aynı adam olacaktı, tek fark onu övenlerin duygula­nımlarının değişikliğinden kaynaklanacaktı. !şte gör bak, insan ruhu hakikatin sağlam kayasına tutunmadıkça ne kadar aciz durumda. De­ğişken fikirli insanların yüreklerinden adeta dedikodu fırtınaları esi­yor, ruh da bunlara kapılıp sürükleniyor, dönclükçe dönüyor, burku­luyor, sonra tersine bir kez daha burkuluyor; bir bulut seriliyor üstü­ne kararıyor, artık hakikat seçilmez oluyor. Oysa işte bakın, hakikat tanı da gözlerimizin önünde. Evet, o zamanlar benim için gerek yaptı­ğım konuşmalarımın gerekse yazdığım kitapların o hatip tarafından tanınması çok ama çok önemliydi. Onay verdiği taktirde, daha da şevkle sarılacaktım işime. Onay vermediğinde de, senin sağlam kayana tutunmamış kibirli yüreğim yara alacaktı. Yine de ona adamış oldu­ğum kitabıının konusu olan güzellik ve oran üzerine kafa yormak, bu konuyu derin derin düşünmek o sıralar en severek yaptığım işti. Bu kitabımı övecek binlerini bulamamış olsam da ben ona hayrandım ya, yeter.

15.   BÖLÜM

Nesnelerin imgeleri gözlerini kararthğmdan ruhani
âlemi algılayamıyor.

24.   Ama henüz senin sanat eseri yaratımlarındaki inceliği seçecek yetide değildim, ey bütün bu mucizeleri tek başına yaratan, ey Her Şeye Kadir Olan! Ruhum hâlâ maddi şekillerin arasında dolanıp duruyordu. Bunları güzel olarak tanımladım ve kendiliğinden güzel oldukları için güzel olanlar ve başka bir şeye gayet iyi uyum gösterebildikleri için güzel olanlar diye ikiye ayırdım. Bu ayrımı maddi nesnelerden örnek­ler vererek göstermeye çalıştım. Bunlar da yetmiyormuş gibi bir de ru­hun doğası üzerine kafa yormaya başladım, ama ruhani varlıklarla il­gili yanlış bilgilerim hakikati görmeme engel oldu. Oysa hakikat bü­tün heybetiyle neredeyse gözlerimin ta içine girecekti, ama ben hop hop alan yüreğimi ruhani olandan çizgilere, renklere ve devasa büyük gövdelere[202] çevirdim ve zihnimde böyle şeyler tasariama yeteneğim ol­madığı için de zihnimi kavrayamadığımı düşündüm. Dahası, erdemi barış getirdiği için seviyordum, kötülükten de uyumsuzluk yarattığı için nefret ediyorum. Buradan hareketle, erdemde birlik olduğu, kö­tülükte de bir tür ihtilaf olduğu sonucuna vardım. Bana göre bu birlik hem rasyonel zihin, hem hakikatin doğası hem de mükemmel iyiden ibaretti, oysa ihtilaf bir çeşit töz halindeki akıldışı yaşam ve başlıca kö­tülüğün doğal halinden ibaretti; başlıca kötülük ise bana göre yalnızca bir töz değil, aynı zamanda gerçek yaşamın kendisiydi, yine de bu kö­tülüğün kökeninin sende olduğunu hiç düşünmüyordum ey Tanrım, ey her şeyin Yaratıcısı. Birliğe, hiçbir cinsiyeti olmayan bir zihinmiş gi­bi monas dedim, ihtilafa da dyas dedim,[203] cinayetlerdeki öfkeyi ve gü­nahlardaki şehveti dile getirmek istedim böylece; gerçi ne dediğimi ben de bilmiyordum. Çünkü o zamanlar kendi kendime araştırıp da kötülüğün töz olmadığını, insan zihninin de üstün ve sarsılmaz iyilik olmadığını öğrenecek yetide değildim, hiç kimse de bana bunları öğ- retmemişti.

25.   Cinayetler, bizi şiddete sevk eden ruhsal heyecanlarımız ayartı­cı olduğunda ve edepsizce, isyankârca başkaldırdığında işlenir, ahlak­sızlıklar ise bedensel tutkuları yaratan ruhsal dürtülere hakim olama­mamızdan kaynaklanır, benzer şekilde rasyonel zihin bozulduğunda da hatalı düşünceler ve yanlış inançlar yaşamımızı zehirler. İşte ben o sıralar böyle bir durumdaydım. Zihnimin hakikatten pay alması için ancak dışarıdan gelecek başka bir ışıkla aydınlanması gerektiğini, çün­kü zihnin kendisinin hakikatin özü olmadığını bilmiyordum. Öyleyse sen yakacaksın benim kandilimi ya Rab, sen aydınlatacaksın benim ka­ranlıklarımı Tanrım, çünkü hepimizin senin doygunluğundan nasiplen­diğimiz bir şeyler var. Bu dünyaya gelen her insanı aydınlatan hakiki ışık sensin, çünkü sende değişime yer yok, yoldan sapma sonucunda oluşan gölgeye de.

26.   Ama yine de sana yaklaşmaya çabalıyordum, sense ölümü tadayım diye beni itiyordun; çünkü sen kibirlilere karşı durursun. O tuhaf delilik hali içinde, seninle aynı doğaya sahip olduğumu iddia edecek kadar kibirli­sini görmüş müydün? Değişebilir bir öze sahiptim ve bunu çok iyi biliyor­dum, çünkü bilge biri olmaya duyduğum özlem, kötüden daha iyiye evrilme isteğimden kaynaklanıyordu. Ama ben yine de senin gibi olma- dığıını düşürmektense, senin de benim gibi değişebilir bir varlık oldu­ğunu düşünmeyi tercih ediyordum. İşte bu yüzden senin tarafından iti­liyordum, işte bu yüzden sen benim şahlanan kibrime karşı duruyor­dun. Bense hâlâ maddi biçimler hayal edip duruyordum, tensel bir varlık olduğum halde teni suçluyordum, serseri ruhumun henüz sana dönecek gücü yoktu. Üstünde yürüdükçe yürüdüğüm şeylerin sende bir varlığı yoktu, bende de, bedende de. Bunlar senin hakikatinin benim için ya­rattığı şeyler değildi, hepsi benim maddi biçimler üzerine çalışan bu­dala hayalgücümün icatlarıydı. Sürgündeydim, ama bunu bilmiyor­dum, kalkıp bir de senin o alçakgönüllü inananlarına, yani benim va­tandaşlarıma küstahça, anlamsızca şöyle soruyordum: “Madem ruhu Tanrı yarattı, o zaman ruh niçin hata yapıyor?" Ama onların bana şöyle söylemesini hiç istemiyordum: “Ruhu yarattığına göre, niçin Tanrı hata yapsııı?” Benim değişken doğamın kendi seçimi sonucunda yoldan çıktığını ve hatanın onun cezası olduğunu itiraf etmektense, senin değişmez tözünün hata yapmaya yönelttiğini düşünmeye devam ediyordum.

27.   Söz konusu kitapları yazdığımda yirmi altı ya da yirmi yedi ya­şındaydı m, yüreğim in kulakların ı sağırlaştıran şu maddi icatlar üzeri­ne düşünmekten bir hal olmuştum. Niyetim senin o gizemli melodini duymaktı ey tatlı Hakikat, ne zaman güzellik ve oran üzerine düşün­sem senin yanında olmak, seni dinlemek ve Güvey’in38 sesini işitip se­vince boğulmak istedim. Ama yapamadım. Çünkü yanılgılarımın çığ­lıklarıyla kendi dışıma çıkıp sürüklendim ve kibrimin ağırlığıyla diple­re doğru battıkça hattını. Sense benim sevinç ve mutluluk şarkıları işitmemi istemedin; kemiklerim heyecandan titremiyordu, çünkü he- [204]

nüz tevazu nedir bilmiyordu.[205] [206]

16.   BÖLÜM

Aristoteles'in Kategoriler'ini ve özgür sanatlarla ilgili kitapları
kendi başına okuyup anlıyor.

28.    Aristoteles'in 10 Kategori adlı eseri elime geçtiğinde henüz sa­dece yirmi yaşındaydım. Kartaca'daki hitabet öğretmenim ve toplu­mun okumuş yazmış kesiminden birileri bu kitaplardan yanaklarını şişire şişire, büyük bir gururla bahsederdi. Bu kitapların adını işitti­ğimde sanki çok büyük ve tanrısal bir şey okuyacakmışım gibi me­raktan nerdeyse soluğum kesilmişti. Ama hepsini tek başıma okudum ve anladım, e peki ne işime yaradı? Bazıları bana bu kitapları ancak alim hocalarla, onların açıklamalarına, hatta kuma çizdikleri sayısız şekle göre^0 anlayabildiklerini söylediler. Ama onlara bazı şeyler sor­duğumda, benim kimsenin yardımı olmadan tek başıma okuyup anla- dıktarımdan fazlasını söyleyemcdiler. Bana göre bu kitapların konusu gayet açıktı, tözlerden, örneğin bir insandan ve bu tözlerin öznitelikle- rinden söz ediyordu, yani insanın biçiminden, nasıl bir boyda oldu­ğundan, yani ne kadar uzun olduğundan, akrabalık ilişkisinden, yani örneğin kimin kardeşi olduğundan, nerede durduğundan, ne zaman doğduğundan, ayakta durup durmadığından, oturup oturmadığından, ayakkabısı var mı yok mu ya da silahlı mı silahsız mı, kendisi ne yapı­yor ya da ona ne yapılıyor gibi. İşte örneklerini sunduğum hu tür şey­ler ve bunlar gibi niceleri bu kitapta dokuz kategori olarak ya da tö­zün dokuz kategorisi olarak sınıflandırılmış.[207]

29.    Bu kitabın bana ne yararı oldu, hiç, sadece yoluma taş koydu. Çünkü varolan her şeyin bu on kategori altında düşünülebileceğini san­dım, öyle ki seni bile ey Tanrım, senin o akıl ermez sadeliğini ve değiş­mez bi rliği ni bu yöntemle anlamaya çalıştım, sanki sen kendi büyüklü­ğüne ve güzelliğine tabi kılınmışsın gibi. Bu iki vasfın, sanki bir özne­nin içindelermişçesine senin özünde olduğunu düşündüm, yani bir bedende olduğu gibi. Oysa senin büyüklüğün de, senin güzelliğin de senden başka bir şey değil. Bedense sadece beden olduğundan ne bü­yük ne de güzel. Yani daha az büyük ve daha az güzel olmuş olsaydı daha az mı beden olacaktı sanki? Kısacası sen i n hakkın daki düşüncem bir yal aıı dı, hakikat değildi, zavallılığımın icat ettiği bir hayaldi, senin kutlu luğu na uygun düşecek sağlanı bir dayanak değildi. Çünkü sen toprağa hana dikenler, çalılar vermesini emrettin ki, hen ekmeğimi almmın teriyle kazanayım;[208] işte öyle de oluyor.

30.    Peki, aşağılık lıırslarımın beş para etmez bir kölesi olduğum dönemlerde hiç kimseden yardım almadan kendi başıma okuyup an­ladığım şu özgür denen sanat kitaplarının bana ne gibi bir yararı oldu? Onları o kürke n büyük zevk duyuyordum, ama içlerindeki doğrulu­ğun ve kesinliğin nereden kaynaklandığına dair hiçbir fikrim yoktu. Çünkü ışığa sırtımı dönmüştüm, ışığın aydınlattığı şeylere ise yüzü­mü. Bu yüzden ışıkla aydınlandığını gördüğüm şeyleri seyrederken yüzüm karanlıkta kalıyordu. Konuşma ve tartışma sanatıyla ilgili ne

varsa, şekillerin boyutlarıyla ilgili, müzikle ve sayılarla ilgili ne varsa,[209] hiç öyle büyük zorluklar yaşamadan, hiç kimsenin yardımına ihtiyaç duymadan okuyup anladım. Bütün bunları sen çok iyi biliyorsun, Rab olan Tanrım, çünkü hem anlayış çabukluğu hem de keskin bir algıla­ma yeteneği senin armağanlarıdır. Ama ben bu yeteneklerimden bir parçasını bile sana sunmadım. Bu yüzden hepsi benim yararıma değil zararıma iş gördüler, çünkü bana verilen bu yeteneklerin en iyisini hep kendi kontrolüm altında tutmaya çalıştım, azınimi koruyup da se­nin hizmetine sunmadım. Aksine senden ayrılıp çok uzak diyarlara gittim, senin armağanlarını o kahpe arzulanın için har vurup harman savurayım diye. Düzgün şekilde kullanamıyorsam, yeteneğimin ne an­lamı var? Dahası, ben bu sanatların çalışkan ve akıllı öğrenciler için bile anlaşılması zor sanatlar olduğunu göremiyordum, ta ki bunları öğrencile­rime aktarmaya çalıştığım sıralarda içlerinden en mükemmelinin bile der­simi izlerken bocaladığını fark edene kadar.

31.   Ama bunların bana ne yararı oldu ya Rab, Tanrım ve Hakika­tim, seni ışıklı ve koskoca bir gövde, kendimi de bu gövdenin küçü­cük bir parçası olarak gördükten sonra? Ne büyük sapkınlık! Ama böyleydiın işte ve şimdi sana zavallılıklarımı itiraf ederken ve senden medet umarken nasıl hiç utanmıyorsam Tanrım, işte o dönemde de insanların önünde küfürlerimi boca ederken ve sana karşı havlarken hiç utanmamıştım. O halde o yıllarda özgür sanatları keskin zekamla, ölümlü hiçbir öğretmenden en ufak yardım almadan öğrenmemin, son derece karmaşık onca kitabı hatmetmemin bana ne gibi bir fayda­sı olmuştu, din bilgim bu kadar çarpıkken, yüz kızartıcı derecede say­gısızca davranıp hatalar yaparken? O zaman o alçakgönüllü evlatları­nın bu sanatları benden daha yavaş anlamalarının ne sakıncası var, se­ni lerk edip uzaklara gitmediklerine göre, aksine senin Kilisenin o sı­cak yuvasında lüyü yeni biten minicik yavrular gibi büyüyüp seril­diklerine ve şefkatin kanatlarını senin inancının yemiyle beslediklerine göre?44 Rab olan Tanrım, umudumuz senin kanallarının gölgesi altın­da, bizi koru, bizi taşı. Bizi taşıyacak olan sensin, bebekliğimizden saç­larımız ağarana kadar bizi taşıyacak olan sensin; senin gücüne dayan­mak, işte güçlülük bu; k en d i gücümüze dayanmak, işte güçsüzlük bu. Bizim için iyi yaşam daima senin yanında olmaktır, oradan ayrıldığı­mız anda yolumuzu şaşırırız. İzin ver ya Rab, anık sana dönelim, dö­nelim ki tersimiz dönmesin, çünkü bizim için iyi yaşam senin huzu­runda olmak ve hiçbir şeyden yoksun kalmamaktır, çünkü iyi yaşam sen demeksin. Dönecek bir yuvamız yok diye hiç korkmayalım, çün­kü biz o yuvadan düştük. Biz şimdi orada olmasak da senin öncesiz ve sonrasızlığın olan o yuva hala dimdik ayakta. [210]

5.     KİTAP

1.   BÖLÜM

Ruhunu Tanrı'ya şükretmeye yönlendiriyor.

1.   Dilimin kendi eliyle sunduğu itiraflarımı bir kurban olarak ka­bul et; 1 onu sen biçimlendirdin ve senin adını itiraf etmeye yönelttin. Şifa ver şu kemiklerime, izin ver şöyle söylesinler: “Ya Rab, senin bir benzerin daha var ım?”2 itirafta bulunan insan içinden geçenleri sana öğretmeye kalkmaz, çünkü mühürlü bile olsa hiçbir kalp senin gözün­den kaçmaz, nasır tutmuş olsa bile bir insan senin elini itmez. Yeter ki iste, sen onu insafa getirirsin, kah merhamet ederek, kah intikam ala­rak; hiç kimse senin yakıcı ateşinden saklanamaz.3 izin ver ruhum sa­na şükretsin, şükretsin ki seni sevebilsin, izin ver senin merhametini ikrar etsin, etsin ki sana şükredebilsin. Bir an bile durmadan, hiç sus­madan sana şükrediyor şu bütün alem, sana dönmüş dudakları, şük­rediyor bütün ruhlar; bütün hayvanlar, bütün cansızlar kendilerini te­maşa edenlerin ağızlarında ses bularak sana şükrediyor, öyle ki ruhu­muz uyuşukluğundan silkinsin ve yarattığın bu aleme dayanarak senin katına yükselebilsin ve böylece bütün bu mucizeleri yaratan sana katı- labilsin, çünkü onun kendisini toparlayacağı yer orası, gerçek metane­tine kavuşacağı yer orası. [211]

2.   BÖLÜM

Günahkârlar Tanrı huzurundan kaçamazlar;
o yüzden Ona geri dönmek zorundalar.

2.   Bırak, kendi yollarına gitsin, senden kaçsınlar kararsızlar, ahlak­sızlar. Sen onları görürsün, karanlık varoluşlarını delip geçersin. Ama bak onlara rağmen nasıl da güzel bu alem, onların kendisi kötü.4 Sana nasıl zarar verebilirleri Ya da ne şekilde senin hükümranlığına halel getirebilirler, göğün yücelerinden yerin en altındaki mahlükata kadar yayılan o hakkaniyetli, o el değmemiş hükümranlığına? Şu senin hu­zurundan kaçanlar, nereye kaçabildi ki?5 Ya da kaçtıkları yerde sen onları bulamaz mısın? Ama kaçtılar, sen onları görürken onlar seni görmemek için kaçtı, ama öyle körler ki sende tökezlediler, çünkü sen yarattıklarından birini bile icrk etmezsin. Adaletsizler sende tökezledi, adaletinle cezalarını buldu, senin şefkatinden kendilerini geri çeker­ken, senin adaletinde tökezlediler ve senin gazap ateşine düştüler. Kuşkusuz, senin her yerde olduğundan haberleri yok, hiçbir mekanla sınırlanmayacağından, senden çok uzaklarda olanların bile seninle olacağından. Öyleyse geri dönsünler ve seni arasınlar, çünkü sen ya­rattıklarını terk etmedin, onlar Yaratıcılarını terk etse de. İzin ver geri dönsünler, baksınlar kalplerine, işte sen oradasın, gittikleri o zorlu yollardan dönüp de sana tövbe edenlerin ve işte senin kucağına atılıp sinen ve gözyaşı dökenlerin kalplerindesin. Sen sildikçe gözyaşları­nı usulca, daha çok ağlasınlar, ağladıkça sevinsinler, çünkü sen ya Rab, sen etten kandan oluşmuş bir insan değilsin, çünkü sen ya Rab, sen onları yarattın, işte şimdi onları yeniden toparlıyor ve onları teselli [212] [213] ediyorsun. Ama seni aradığım zamanlarda peki ben neredeydim? Sen benim gözlerimin önümdeydin, bense kendimi terk etmiştim ve ken­dimi bile bulamıyordum, seni bulmak şöyle dursun.

3.    BÖLÜM

Manici Faustus ve yarattıklarına bakıp Yarahcıyı göremeyen
filozofların körlüğü üzerine.

3.  Şimdi Tanrı'nın huzurunda yirmi dokuz yaşındaki halimden söz etmek isliyorum.6 O yıllarda Kartaca'ya Faustus adında Manici bir pis­kopos gelmişti.7 Tam anlamıyla şeytanın bize kurduğu bir tuzaktı ken­disi, yumuşacık dilinin büyüsüne kapılan çok kişi kendisini bir anda onun ağının içinde buluverdi.8 Konuşmalarına ben de hayran olmuş­tum, ama onun öğretisinin varlıkların asıl bilgisinden çok farklı oldu­ğunu görebiliyordum ve ben artık varlıkların bilgisine erişmeyi her şeyden çok istiyordum. Bu yüzden Maniciler arasında saygın bir yeri olan bu Faustus adlı kişinin önüme bilgiyle dolu bir kap yemek koy­masını bekliyor, konuşmalarıyla süslediği kaptan yemek istemiyor­dum. Çünkü kulağıma çalınanlara göre Faustus bütün bilim dalların­da son derece yüksek bir eğitim almıştı, özellikle özgür sanatları çok iyi öğrenmişti. Ben o zamana dek felsefecilerin birçok kitabını oku­muştum ve onlardan edindiğim bilgiler hafızamda hala capcanlıydı. Bunlarla Manicilerin uçsuz bucaksız masallarım karşılaştırdığımda, felsefecilerin düşünceleri bana Manicilerin söylediklerinden çok daha [214] [215] [216] doğruymuş gibi geliyordu. Felsefecilerin bilgisi dünyayla ilgili belli bir yargıda bulunmaya yetecek güçteydi, her ne kadar onlar dünyanın hâ­kimini henüz keşfedememiş olsalar da. Çünkü sen büyüksün ya Rab ve sen biçarelere şefkatle bakarsın, azametlilere de bakarsın, ama çok uzaktan;9 çünkü sen sadece tövbekar kalplerin yanına yaklaşırsın. 10 Kibirliler seni bulamaz, yıldızları ve kumları sayacak kadar, takımyıl­dızların yörüngelerini ölçecek ve yıldızların yollarının izinden gidecek kadar meraklı ve yetenekli olsalar da.

4.   Çünkü bu araştırmaları yapmalarını sağlayan akıl ve anlama ye­tisini onlara sen bahşettin. 13u sayede nice keşifte bulundular, güneş ve ay tutulmalarının hangi gün, hangi saatle, kısmi mi yoksa tam ını ola­cağını yıllar öncesinden haber verdiler ve hesaplarında da hiç şaşma­dılar. Ne dedilerse öyle oldu, keşfettikleri yasaları kitaplara yazdılar, bu kitaplar bugün bile hala okunuyor ve güneş ya da ayın hangi yılda, yılın hangi ayında, ayın hangi gününde, günün hangi saatinde tutula­cağım, halta ışığınırı ne derece kararacağını tahmin etmede bunlardan yararlanılıyor; ve ne yazmışlarsa öyle de oluyor. Bu olaylarla ilgili ya­saları bilmeyen insanlar böyle şeylerle karşılaştıklarında hayrete düşü­yor ve şaşıp kalıyor, bilenlerse kurum kurum kurumlanıyor ve kendi­lerine hayranlık duyulmasını bekliyor. Dini hiçe sayan gururları yü­zünden senin ışığından uzaklaşıyor ve ondan mahrum kalıyorlar; gele­cekte güneşin ne zaman tutulacağını bilseler de o an kendi tutulmala­rının farkına bile varamıyorlar. Çünkü bütün bu araştırmaları yapacak aklın nereden geldiğini inançlı bir yürekle araştırmıyorlar. Senin onla­rı yarattığının farkına varsalar bile yarattıklarını kendine saklarsın di- [217] [218] ye sana teslim olmuyorlar. Sanki kendi kendilerini yaratmışlar gibi, kendilerini sana kurban olarak sunmuyorlar. Kuşlar gibi azametle yükseklerden uçuyorlar, denizdeki balıklar gibi merakla enginlerin en gizli köşelerinde geziniyorlar, şehvetlerini otlaklardaki hayvanlar gibi semirtiyorlar, ama bir türlü kibirlerini sana kurban etmiyorlar. Oysa kibirlerini sana kurban etmiş olsalar Tanrım, senin o her şeyi yalayıp yutan ateşin onların bu gelip geçici arzularını da yakıp yok edecek ve onları ölümsüz olarak yeniden, diriltecektir.

5.   Ama onların Yoldan, 11 yani Sözünden hiç haberleri yok. Oysa sen onların ölçüp biçtiği her şeyi, ölçüp biçen insanı, ölçüp biçtikleri şeyleri ayırt etmeye yarayan duyguları, ölçüp biçmelerine yarayan aklı bu Sö­zünle yarattın; ve senin bilgeliğin ölçülüp biçilemez. 12 Senin o biricik Oğlun bizim için bilgelik, doğruluk ve kutsallık oldu, 13 aramızdan biri sayıldı ve Caesar’a vergisini ödedi.14 Ama onlar bu yolu tanımıyorlar, oysa ancak bu yolla kendilerinden Ona inebilir ve bu yolla yine Ona çıkabilirler. Ama onlar bu yolu tanımıyorlar ve kendilerinin yıldızlar kadar yüksek ve parlak olduğunu sanıyorlar; işte zaten bu yüzd.en yer­yüzüne düştüler ve sağduyudan yoksun kalpleri karanlıklarda kaldı. 15 Yaratılışla ilgili söylediklerinin çoğu doğru, ama Hakikatin ve Evrenin Mimarının peşine halis duygularla düşmüyorlar, işte bu yüzden de Onu bulamıyorlar; ya da bulsalar ve Tanrı’nın bilgisine erseler bile Onu Tanrı gibi yüceltmiyor ve Ona şükretmiyorlar. Kendi düşünceleri ara­sında kaybolmuşlar, kendilerinin bilge olduğunu söylüyorlar, senin [219] [220] [221] [222] [223]

vasfını kendilerine mal ediyorlar. Öyle yoldan çıkmışlar ki, öyle körler ki, kendilerine ait vasıf1anrn da sana yamamaya kalkışıyorlar, Hakika­tin kendisi olan sana yalanlar atfediyorlar ve ölümsüz Tanrı'nın heybe­tini ölümlü insanın, kuşun, hayvanın ve yılanın biçimine dönüştürme­ye kalkıyorlar. Senin Hakikatini bir yalana çeviriyorlar ve Yaratıcıdan çok yaratılana tapıyor ve hizmet ediyorlar.16

6.   1 ler şeye rağmen filozofların yazdıkları kitaplarda yaratılış üzeri­ne söyledikleri pek çok şey doğruydu ve bunlar benim hafızamda hâlâ capcanlı. Ölçümlerinin doğruluğunu birbiri ardına gelen mevsimlerin düzeninde gördüm, gözümüze apaçık görünen yıldızlarda gördüm ve bütün bunları Manicilerin öğretileriyle karşılaştırdım, çünkü onlar da bu konuda birçok kitap kaleme almıştı, ama bu kitapların hepsi son derece tutarsızdı. Bu kitaplarda gün dönümlerine, ekinokslara, güneş ve ay tutulmalarına ve bu türden benzer olaylara ilişkin mantıklı bir açıklama bulamadım, hiçbiri o dünyevi felsefe kitaplarından öğrendik­lerime benzemiyordu. Yine de benim Manicilere inanmam bekleniyor­du. Oysa bunların öğretisi matematik ilkelerle açıklanan ve benim gözlerimle bizzat tanık olduğum doğrulara hiçbir şekilde uymuyordu, hatta bunlardan çok çok farklıydı.

4. BÖLÜM

Sadece Tanrı bilgisi insanı mutlu eder. [224]

yeter, öyleyse varsın her şeyi bilmesin. Öte yandan hem seni hem de her şeyi bilen insan bildiği şeyler yüzünden değil de sırf seni bildiği için mutlu olur, dahası senin bilgine sahip olduğu için mutlu olur, sa­na saygıda kusur etmeyip sana şükrettiği ve kendi düşüncelerinde kaybolmadığı için mutlu olur[225] Örneğin bir ağaca sahip olduğunu bi­len ve bu ağaçtan yararlandığı için sana şükreden insan, bu ağacın bo­yunun kaç kübit[226] yüksekliğinde, eninin de ne kadar kalınlıkta oldu­ğunu varsın bilmesin, çünkü bu insan bu ağacı ölçüp biçen ve bütün dallarını tek tek hesaplayan, ama ne ona sahip olduğunu bilen, ne Ya­ratıcısını tanıyan, ne de onu seven bir insana kıyasla ne kadar değerli­dir. Benzer şekilde, sana inanan bir insan dünyanın bütün zenginlikle­rine sahip olur, çünkü her şeyin hizmet ettiği sana teslim olmakla, hiçbir şeyi olmasa da her şeye sahip demektir, varsın Büyükayı’nın de­vinimlerini de bilmeyiversin. Bu insanın gökyüzünü ölçüp biçen, yıl­dızları tek tek sayan ve ilk öğelerin ağırlıklarını tartan, ama hesap etti­ği her şeyin ölçüsünü, sayısını ve ağırlığını veren seni bilmeyen bir in­sandan çok daha değerli olduğunu kabullenmemek budalalıktır.

5.    BÖLÜM

Manicinin yıldızlar konusundaki bilgisizliği diğer bilgi
dallarındaki otoritelerini de sarsıyordu.

8.   Peki ama, kim bir Maniciden bilimlerle ilgili yazmasını istedi, yazdıklarının hiçbiri bize dindarlığı öğretecek bilgi içermediğine göre?

Çünkü sen insana şöyle dedin: “Dindarlık bilgeliktir."]^ Gerçi Maninin kendisi bile bundan bihaber, ama bilim dallarında mükemmel bir bilgisi var. Ama anlamadığı bir konuyu bizlere öğretmeye kalkışmasındaki küstahlık dindarlığın ne olduğunu hiç bilmediğini gösteriyor. Çünkü bir insan dünyevi konularda bilgi sahibi olabilir, ama bunu itiraf etmesi sadece gösterişten ibaret olur, halbuki insanın dindarlığı sana ilirafta bulunmaktır. Mani gerçek görevini saptırdı Bilim hakkında çok şey söyledi, ama bilimden gerçekten anlayanlar tarafından cahillikle suçlan­dı Bu durum anlaşılması çok daha zor olan din konularında onun ne derece bilgi sahibi olduğunu bize zaten yeterince gösteriyor. Az buz bir saygı da görmek istemiyordu doğrusu, hatta öyle ki, senin inançlı kulla­rının teseliisi ve bereket kaynağı olan Kutsal Ruhunun bile bütün güçle­riyle ve bütün heybetiyle kendisinde bulunduğuna müritlerini inandır­maya çalışıyordu. Ama gökyüzüyle, yıldızlarla, güneşin ve ayın hareket­leriyle ilgili söylediklerinin bir masaldan ibaret olduğu anlaşılınca, bu konuların ilahiyatla herhangi bir bağlantısı olmadığı halde, onun küs­tahça yaptığı tahminlerin dine gölge düşürdüğü açıkça anlaşılmış oldu. Mani cahil olduğu konularda konuşmaya kalkıştığı gibi, yaptığı yanlışla­rı tanrısal bir şahısmış gibi kendisine mal edilmesini isteyecek kadar da kibrine yenik düşüp delice bir gösterişe kapıldı.

9.   Ne zaman bilimsel konulardan hiç anlamayan, sapla samanı birbi­rine karıştıran bir Hıristiyan kardeşim konuşsa, fikirlerini sabırla dinle­meye özen gösteririm ve cahilliğinin onun için bir tehlike oluşturmaya­cağını düşünürüm. Çünkü maddi varlıkların konumuna ve doğasına ilişkin bilgileri doğru olmasa da, senin büyüklüğüne gölge düşürecek şeylere inanmıyor ya, yeter ya Rab, her şeyin Yaratıcısı. Asıl tehlike,

sahip olduğu bilgilerin ilahiyat öğretisinin özüyle ilgili olduğunu dü­şünmesinden ya da hiç bilmediği konularda inatla fikir yürütmeye ça­lışmasından kaynaklanır. Yine de bir insan imanın beşiğine ilk adımını attığında, annesi olan Şefkat onun bu tür zayıflıklarına hoşgörü göstere­cektir, ta ki bu bebek önüne çıkan her öğretinin yeline kapılmaktan vazgeçip olgun bir insan olana kadar.20 Ama Mani cüretkarlık edip ken­disini bir alim, bir otorite gibi gösterip kendi öğretilerine inanan mürit­lerinin önderi ve kralı olmak istedi, öyle ki onun peşinden gidenler sıra­dan bir insanın değil de senin Kutsal Ruhunun peşinden gittiklerini san­dılar. Artık onun öğretilerinin yanlış olduğu kanıtlandığına göre, hâlâ bu büyük delilikten nefret edilmesi ve hemen defedilmesi gerektiğini düşünmeyecek bir insan olabilir mi? Her şeye rağmen ben yine de baş­ka kitaplarda okumuş olduğum günlerin ve gecelerin uzunluğu ve kısa­lığıyla ilgili değişimlerin, gecenin ve gündüzün an arda gelişinin, güneş ya da ay tutulmalarının ya da bu türden benzer olayların Manicinin ya­zılarıyla açıklanamayacağına dair net bir karara varmış değildim. Açıkla­nacak olsa bile bakalım o mu haklıydı, yoksa bilim adamları mı, bu soru benim için hâlâ gizemini koruyordu. Bu yüzden yine de onu kendime bir otorite olarak alabilirim diye düşündüm, çünkü ne de olsa kendisi­nin kutlu bir kişilik olduğu kanıtlanmıştı. [227]

içinde de Faustus’un gelmesini bekledim. Tesadüfen karşılaştığım Ma- nicilerden bazıları bilimsel konularla ilgili sorduğum sorulara yanıt verememişti. Bana, Faustus gelince ve onunla oturup konuşunca bü­tün bu sorularıma çok kolay yanıt bulabileceğimi, hatta aklıma gelebi­lecek çok daha zorlarını rahatlıkla çözüme ulaştırabileceğimi söyledi­ler ve beni buna ikna ettiler. Nihayet Faustus geldi. Samimi bir insan­ın ış izlenimi verdi bana, konuşma tarzı da çok hoştu. Manicilerin her zaman söylediklerini o çok daha tatlı bir üslupla yineliyordu. Ama bu kibar saki hangi pahalı kadehle benim susuzluğumu giderecekti? Çün­kü kulaklarım o tür süslü laflara çoktan doymuştu, şimdi daha iyi açıklanıyorlar diye, bana daha iyi gelecekler diye bir şey yoktu; ya da dalıa güzel anlatılıyorlar diye bunları doğru bulamazdım veya adamın yüzü anlamlı, konuşması güzel diye ruhunun da bilge olduğunu söy­leyemezdim. Faustus’a kefil olup bana övenler demek ki işinin ehli eleştirmenler değiller. Onu sağduyulu ve bilge olarak görmelerinin tek nedeni, konuşma tarzının kendilerine büyük zevk vermesi. Ama başka türdc adamlar da tanıyordum, bunlar hakikate bile kuşkuyla bakıyor ve kendilerine güzel ve akıcı bir dille anlatılsa bile hakikati kabullenmeye yanaşmıyorlar. Otc yandan sen, Tanrım, bana bunu çoktan mucizevi ve gizemli yollarla öğretmiştin, bu yüzden sen bana ne öğretmişsen ben ona inaııırıın, çünkü o doğrudur; hakikat nerede ve nasıl karşımı­za çıkarsa çıksın onu senden başka bize öğretecek hiçbir hoca yok. Senden öğrendiğime göre, güzel ifade edildi diye herhangi bir düşün­ceye ille de doğru, dudaklardan dökülen harfler kulağa hoş gelmedi diye ille de yanlış diyemeyiz. Ayrıca kaba bir üslupla ifade edildi diye doğru değil de diyemeyiz, muhteşem kelimelerle dile getirildi diye yanlış değil de diyemeyiz. Bilgelik ve budalalık besin değeri yüksek ya da besin değeri hiç olmayan yiyecekler gibidir; parlak ifadelerle de di­

le gelebilirler, parlak olmayan ifadelerle de, yani bunları işlemeli ta­baklarla da sunarsınız, basit çanak çömleklerle de, kısacası her iki yi­yeceği her iki tabakla da sunabilirsiniz.

11.   Faustus’u uzun zamandır sahiden büyük bir sabırsızlıkla bekle­miştim. Geldiğinde de konuşmalarındaki hareketlilik ve hissiyattan, akar gibi söylediği kelimeleri yerli yerinde kullanmasından ve bunları düşüncelerine kolayca yedirmesinden çok etkilenmiştim. Evet, çok et­kilenmiştim ve birçokları gibi, hatta onlardan daha fazla bu adamı öv­meye, göklere çıkarmaya başlamıştım. Ama bir sıkıntım vardı, kalaba­lık dinleyici topluluğundan sıyrılıp da onunla konuşarnıyar ve beni rahatsız eden sorularımı onunla paylaşamıyordum, yani samimi bir konuşma ortamı yakalayıp da fikir alışverişinde bulunamıyordum. So­nunda başardım ve özel bir tartışmaya müsait olabileceği bir sırada hemen bir grup arkadaşımla birlikte dikkatini üzerimize çekip kendi­siyle konuşmaya başladık. Zihnimde şüphe uyandıran birtakım soru­lar sordum kendisine, gördüm ki gramer ve edebiyat dışında özgür sanatlarla ilgili hiçbir bilgisi yok; hatta gramer ve edebiyatta da bildik­leri çok sıradan şeyler. Tullius’un bazı söylevlerini okumuş mesela, Seneca’nın birkaç eserini, şairlerden birkaç bir şey ve kendi mezhebiy­le ilgili, seçkin bir üslupla kaleme alınmış Latince birtakım kitaplar; ayrıca her gün konuşma talimleri yapmış ve böylece iyi bir üslup edinmiş, zihnindekileri denetleme yetisini ve doğasındaki letafeti de işe katınca üslubu çok daha inandırıcı, çok daha çekici hale gelmiş. Rab olan Tanrım, vicdanımın Hakimi, bu hatırladıklarım doğru mu acaba? işte yüreğim ve hafızam apaçık senin önünde. O yıllarda senin öngörünün gizemli eli hep bana kılavuzluk ediyordu, utanç verici ya­nılgılarımı hep yüzüme çarpıyordu ki, onları göreyim ve onlardan nefret edeyim.

7.   BÖLÜM

Manicilerin mezhebine ters düşüyor.

12.   Özgür sanatlarda bir üstat olduğunu düşündüğüm Faustus’un bu alandaki bilgisizliğini yeterince anladıktan sonra, ne yalan söyleye­yim, onun kafamı kurcalayan sorunları da açıklığa kavuşturabileceğin- dcn ve bunlara bir çözüm yolu bulabileceğinden şüphe etmeye başla­dım. Gerçi Manici olmamış olsaydı özgür sanatlardaki bu cehaleti onun gerçek anlamda dindar bir insan olmasına engel teşkil etmezdi; çünkü Manicilerin kitapları gökyüzü, yıldızlar, güneş ve ayla ilgili upuzun masallarla dolu. f'austus’tan, başka kitaplarda okuduğum ma­tematiksel hesaptarla Manici kitapları kıyaslamasını istedim. Böylece bu kitaplardaki açıklamaların benim okuduğum kitaplardakilerden daha doğru olup olmadığına ya da en azından onlar kadar doğru olup olmadığına karar verebilecektim. Ama artık anlıyordum ki Faustus bu konuda ayrıntılı bir açıklama yapamayacaktı. Ona bu sorunlar üzerine düşünmemiz ve beraberce tartışmamız gerektiğini söyleyince, büyük bir tevazu gösterip böyle bir yükün altına giremeyeceğini belirtti. Çünkü kendisinin bu konularda yetkin olmadığını biliyor ve bunu dile getir­mekten de hiç utanmıyordu. Bana özgür sanatları öğretecekler diye can­la başla çalışan, ama hiçbir şey söyleyemeyen geveze insanlardan o ka­dar Farklıydı ki. Açık yürekli biriydi, senin yoluna girmemiş olsa bile en azından kendisini yoldan çıkartmayacak kadar akliselim sahibiydi. Ce­haletinin Farkında olmayacak kadar cahil değildi, bu konuları öyle hiç hesapsız kitapsız tartışarak içinden çıkamayacağı, sonra da geri adım atamayacağı bir durum yaratmak istemedi. Bu tavrı onu daha fazla be­ğenmeme sebep oldu, çünkü sınırlarım bilen bir ruhun sergilediği al­çakgönüllülük, öğrenmeye can attığım özgür sanatlara hakim olmaktan daha güzel bir meziyettir. Ona sorduğum diğer bütün zor ve karmaşık sorularda bu tavrını hep yineledi.

13.   Sonuçta Manicilerin öğretilerine olan o büyük ilgim azaldı. Bana öve öve bitiremedikleri Faustus’un zihnimde şüphe uyandıran sayısız sorunu çözümsüz bırakması, bu mezhebin diğer hocalarına olan güveni­mi de gitgide yok etti. Yine de Faustus’la görüşmeyi sürdürdüm, çünkü edebiyata çok büyük ilgisi vardı ve ben de o dönemde Kanaca’da genç­lere retorik dersi veriyordum. Dinlemekten zevk aldığını söylediği ya da onun gibi bir zihnin beğeneceğini düşündüğüm eserleri birlikte okumaya başladık. Onu daha fazla tanıdıkça, bu tarikatta yükselmeye karar verdiğim zamanlardaki şevkim de iyiden iyiye kırıldı. Ama yine de Manicilerden tamamen kopmadım. Tesadüf eseri içine düştüğüm bu tarikattan daha iyisini henüz bulamadığımdan, bir süre daha arala­rında kalmaya karar verdim. Kim bilir belki de tercih edebileceğim daha iyi bir tarikatla günün birind.e karşılaşacaktım. Böylece birçokları için ölüm tuzağı olan o Faustus, istemeden de olsa benim bağlı oldu­ğum zincirlerden kurtulmama yardım etmiş oldu. Çünkü gizemli ina­yetin sayesinde Tanrım, senin elin hep üzerimdeydi, ruhumu hiç terk etmedi. Annem günlerce, gecelerce yüreğinden akan kanlı gözyaşlarıy- la senden beni kurtarman için merhamet diledi ve sen bana mucizevi şekillerde kılavuzluk ettin. Evet, bana kılavuzluk eden sendin Tanrım. Çünkü Tanrı insanın adımlarına yön verirse insan da doğru yolu bu­lur[228] Senin elin yarattığını yeniden diriltmedikçe kurtuluşa erişilebilir mi?

8.    BÖLÜM

Annesinin rızası olmadığı halde Roma'nın yolunu tutuyor.

14.   Sen bana kılavuzluk etlin ki, ben Roma’ya gitmeye ve Kartaca’- da verdiğim retorik derslerini bundan böyle Roma’da vermeye ikna ol­dum. Bunu sana itiraf etmeden geçmeyeceğim, çünkü bu konuda bile senin ulu sırlarını ve bize göstermekten hiçbir zaman kaçınmadığın merhametini görmemiz ve bunu bildirmemiz gerekir. Roma’ya gitmek istememin nedeni daha fazla para kazanmak ya da daha saygın bir mevki elde etmek değildi. Gerçi beni Roma’ya gitmeye ikna eden arka­daşlarım benim orada bu tür şeyler de kazanabileceğimi söylemişlerdi ve onların bu söyledikleri o yıllarda kararımı oldukça etkilemişti. Ama benim için en önemli ve belki de tek neden, Roma’daki gençlerin derslerinde daha sakin bir tavır sergilediklerini, kendilerine daha katı bir disiplin uygulandığı halde buna hiç ses çıkarmadıklarını işitmiş ol­mamdı. Oradaki öğrenciler kendi derslerine girmeyen öğretmenlerin sı- mllarına öyle kafalarına estiği an paldır küldür dalamıyordu, aslında öğretmenin izni olmadan hiçbir sınıfa giremiyordu. Kartaca’da ise kont­rol öğrencilerin elindeydi, çirkinlik ve ölçüsüzlük diz boyuydu. Küstah­ça sınıflara dalıyorlar, tam bir deli gibi davranıp öğretmenlerin öğrenci­lerin yararını gözeterek kurdukları bütün düzeni alt üst ediyorlardı. İnanılmaz bir laubalilik içinde öyle zararlar veriyorlardı ki, töreler bas­kın çıkmamış olsa, yasalar karşısında kesinlikle suçlu ilan edilirlerdi. Zaten onların zavallılıklarını açık eden de bu törelerdi, çünkü töreler sa­yesinde bu davranışları meşruluk kazanıyordu. Oysa senin ezeli ve ebedi yasan bu tür davranışlara asla izin vermez. İnsanlar cezadan muaf olduklarını düşünerek hareket ederler, ama aslında kendilerini bu tür davranışlara iten körlüğün kendisiyle cezalandırılırlar ve verdikleri her zararın kat kat fazlasını kendilerine vermiş olurlar. Ben öğrenciyken böyle zararlı davranışları asla benimsememiştim, ama şimdi bir öğret­men olarak bu tür davranışlar sergileyen başka insanları çekmek zo­runda kalmıştım. İşte bu yüzden Roma’ya gitmek istiyordum, çünkü herkes orada bu tür huzursuzluklarla karşılaşmayacağımı söylüyordu. Ama ruhumun kurtuluşu için şu ölümlü dünyadaki yerimi değiştir­memi sağlayan aslında sendin, sen benim Umudumsun, insanların ya­şadığı şu koca dünyada benim bütün kısmetim sensin.[229] Bana üvendi­re vurup da Kartaca’dan kopmaını sağlayan sendin, beni Roma’ya çe­ken bütün tılsımları önüme seren sendin. Bu amaçla Kartaca’da deliler gibi davranan, Roma’da ise bana boş hayaller vaat eden, ölümlü yaşa­ma çılgınca tutkun insanlar çıkardın karşıma. Adımlarımı doğru yola sokmak için hem onların sapkınlığından hem de kendi sapkınlığım­dan gizliden gizliye ders almamı sağladın. Çünkü benim rahatımı ka­çıran insanların iğrenç kudurganlıkları gözlerini kör etmişti, beni baş­ka yere davet edenlerse sadece dünyevi tutkuların tadına bakmayı bili­yordu. Bana gelince, Kartaca'daki sefil yaşantımdan artık sahiden bık­mıştım ve Roma’daki sahte mutluluğu içmek için can atıyordum.

15.   Işte bu yüzden sen benim neden Kartaca’yı bırakıp Roma’ya gittiğimi çok iyi biliyordun, ama ne bana ne de anneme hiçbir şey his­settirmiyordun. Annem ben giderken gözyaşlarına boğuldu ve sahile kadar arkamdan geldi. Bana sıkı sıkı yapışmıştı, geri dönmemden kor­kuyordu ya da tam tersi onu da yanımda götürürüm diye ümit ediyor­du, ama ümidini boşa çıkardım. Bir yalan uydurdum ve rüzgar çıkıp da gemimiz hareket edene kadar bir arkadaşımla beraber olmak iste­diğimi söyledim ona. Anneme bile yalan söyledim -öyle bir kadına bi­le- ve çekip gittim. Sense bu davranışımı bağışlayıp göz yumdun, baş­tan sona iğrenç lekelere bulanmış olduğum halde kendi inayetinin su­larında yıkanabilmem için beni denizin sularından korudun. Beni arındıracak olan senin sularındı, annemin gözlerinden sel olup akan ve benim için her gün sana secde ettiği toprağı ıslatan yaşlarını kuru­taca k olan da senin su la rındı. Bu arada annem bensiz asla geri dön - mek istemiyordu, ne yapıp edip sonunda onu o geceyi gemimizin bu­lunduğu yerin yakınlarındaki Aziz Cyprianus'a adanmış kilisede geçir­meye ikna ettim. Gece olunca da gizlice yola çıktını, annemi yanıma almadım; orada gözyaşlarıyla ve dualarıyla tek başına kaldı. Tanrım, annem benim gitmeme izin vermeyesin diye bunca gözyaşı dökerken, acaba senden ne bekliyordu? Sense onun o sıradaki beklentisine hiç karşılık vermedin. Çünkü sen derin düşüncenle onun asıl özlemini sezmiştin ve onun hep senden istediği gibi bir insan haline gelmemi istemiştin. Rüzgar çıktı, yelkenlerimizi doldurdu ve sahil gitgide göz­den kayboldu. Sabah olunca sahile gelen annem acısından adeta deliye döndü, sana ağladı, sızladı, ama sen ona hiç aldırmadın. Çünkü tutku­larıma son vermek iç in ben i tutku l arımın alıp götürmesine izin ver­din, anneme ise hak ettiği cezayı verdin ve kendi etine ve kanına bu kadar bağlı olmasından dolayı onu acıların k ı rbac'yla dövdün. Çünkü o her anne gibi, belki hepsinden daha da fazla oğlunu seviyor ve her an kendi yanında olmasını istiyordu. Ama benim gidişimle birlikte se­nin ona ne büyük sevinç le r bahşedeceğini hiç bilmiyordu. Bunu bil­miyordu ve bu yüzden ağlıyor, inliyordu; çektiği işkenceler acı çeke­rek doğurduğunu acı çekerek arayan Havva Anamızın bir mirasıyd ı.23 En sonunda beni sadakatsizlikle ve zalimlikle suçlamayı bıraktı ve ye­niden benim için sana dualar etmek üzere evinin yolunu tuttu. Bense artık Roma’daydım.

9.    BÖLÜM

Ateşlenip hastalanınca hayatı tehlikeye giriyor.

16.   Heyhat, Roma’ya varır varmaz hastalanarak ilk kırbacımı yemiş oldum. Neredeyse cehennemi boyluyordum, hem sana, hem kendime hem de diğer insanlara karşı işlemiş olduğum günahı da beraberimde götürerek, hepimizin Adem’le birlikte ölmemize sebep olan o ilk gü­nahın2'! zincirine halka halka eklediğim nice ağır günahı da. Çünkü henüz ne Mesih'in vaftiziyle yıkanıp bu günahlarımdan bağışlanmış­tım ne de günahlarım yüzünden senin katında kazandığım düşmanlık­tan Mesih’in haçıyla kurtulmuştum. Ama ben Onun çarmıha gerilişi­nin bir masaldan ibaret olduğuna inanıyorken, O beni nasıl kurtarabi­lirdi?[230] [231] Demek ki bana göre onun bedensel ölümü ne kadar yalansa, benim ruhumun ölümü o kadar gerçekti; onun bedensel ölümü ne ka­dar gerçekse, onun ölümüne inanmayan ruhumun yaşamı da o kadar yalandı. Ateşim gitgide yükseliyordu, neredeyse ölüyor, yok oluyor­dum. O yıllarda bu dünyadan ayrılmış olsaydım, senin kurduğun dü­zenin adil mahkemesinde yargılandığımda işlediğim günahlar sonu­cunda hak ettiğim ateşler ve işkencelerden başka nereye gidebilirdim? Annem hasta olduğumu bilmiyordu, ama uzakta da olsa dualarını benden hiç eksik etmiyordu. Ama sen her yerdeydin, hem onun du­alarını işittiğin yerdeydin, hem de beni bağışladığın yerde. Sonunda bedenim sağlığına kavuştu, ama inançsız yüreğim hâlâ hastaydı. Haya­ti tehlike içinde olduğumda bile senin vaftizini istememiştim, demek ki çocukken daha inançlıydım. Çünkü daha önce de dile getirdiğim ve itiraf ettiğim gibi çocukken annemin inancına sığınıp vaftiz olmak için can atmıştım. Ama artık büyümüştüm ve yıllar geçtikçe daha da gü­nahkâr olmuştum. Şimdi sadece senin beni iyileştirmek için yazdığın ilaçlara gülüp geçen bir budalaydım ve ben bu haldeyken sen benim hem bedenen hem de ruhen ölmeme izin vermedin. Bu halimle ölmüş olsaydım annemin yaralı yüreği bu kadar büyük acıyı kaldıramazdı. Çünkü beni ne çok sevdiğini anlatmama kelimeler yetmez ya da be­nim ruhsal doğumumu görebilmek için ne çok sancı çektiğini, öyle ki beni doğururken bile böyle bir sancı çekmemişti.

17.  Benim bu haldeki ölümünı onun sevgisinin ta böğrüne kadar hançer gibi saplanacağından bir daha nasıl kendine gelebilirdi, tahmin bile edemiyorum. Ama ettiği onca dua nereye gidecekti o zaman, art arda, hiç ara vermeden ettiği onca dua? Nereye olacak, tabii ki sadece sana. Ama sen, ey merhametlerin Tanrısı, sen o iffetli, o sağgörülü du­lun tövbekâr ve mütevazı gönlünü hiç kırabilir miydin, zekat vermeye bu kadar can atan, senin azizlerine bu kadar bağlı ve onlara bu kadar içten hizmet eden, bir gününü bile senin sunağında kurban kesmeden geçirmeyen, hiç aralıksız günde iki kez, hem sabah hem de akşam se­nin kilisene gelen, boş masallara, kocakarı dedikoduiarına kulaklarını tıkayan sadece senin vaazlarında seni dinleyen, kendi dualarında sade­ce seninle konuşan o d.ulun? Sana gözyaşı dökmekle ne altın, ne gü­müş ne de gelip geçici bir iyilik isteyen, sadece oğlunun kurtuluşunu dileyen o kadının, senin böyle bir karakter bahşettiğin o kadının ağla­masına hiç kayıtsız kalabilir miydin, yardım elini ona uzatmadan hiç durabilir miydin? Hayır, duramazdın ya Rab, bu yüzden hep onun ya­nında oldun, onun yakanlarını dinledin ve senin katında belirlenen düzene göre hepsini sırasıyla kabul ettin. Ona gönderdiğin rüyalarda, yakanlarına verdiğin yanıtlarda onu kandırdığını haşa düşünemem. Bazılarını hatırladığım, bazılarını hiç hatırlayamadığım bütün bu işa­retleri inanç dolu yüreğine kaydediyordu annem ve ne zaman dua etse hepsini senin önüne seriyordu, bunların her biri senin taahhütname­lerindi onun için. Çünkü senin merhametin sonsuza değin sürer,26 söz verdin mi lütfedip borçlu olmayı kabullenirsin, bütün borçlarını affettiğin insanlara bile.

10.   BÖLÜM

Hıristiyanlık öğretisini kabul etmeden önce yaptığı hatalar.

18.   Demek ki o hastalıktan beni sen kurtardın, o naçiz kulunun oğlunu o dönem bütün bedeniyle kurtardın ki, yaşasın ve sayende da­ha güçlü ve daha dayanıklı bir bedene kavuşabilsin. Ama ben Roma’da da şu aldanan ve aldata^7 azizleri bulup aralarına katıldım. Üstelik bu kişiler sadece dinleyici de değildi, Seçilmişler olarak adlandıranlar da vardı içlerinde. Ama hastalanıp iyileştiğim sırada evinde kaldığım adam bunların dinleyicilerinden biriydi. Ben o sıralar hâlâ kendimizin değil de içimizdeki falanca bir doğanın günah işlediğine inanıyordum. Bu yüzden kötü bir şey yaptığımda günahtan muaf olduğumu düşün­mek ve bunun için sana tövbe etmemek kibrimi okşuyordu, oysa sana karşı günah işleyen bir ruhu yine ancak sen sağlığına kavuşturabilir- [232] [233] din.[234] Bense kendi kendimi affetmeyi tercih ediyordum, içimde olan, ama benim bir parçam olmayan o falan doğayı da suçlamayı. Ama ger­çek olan, bütün hepsinin ben olduğumdu ve beni bana karşı bölen sa­dece inançsızlığımdı. Günahım affedilemeyecek kadar büyüktü, çün­kü kendimin günahkâr olduğunu düşünmüyordum. Lanetlenesi ah­laksızlığım, kurtuluşum pahasına sana teslim olmak yerine, ruhumu kaybetmek pahasına seni, ey Her Şeye Kadir Tanrım, seni içimde boz­guna uğratmayı tercih ediyordu. Ama henüz sen ağzıma bir bekçi dik­memiştin, dudaklarımın etrafına bir kapı koymamıştın ki yüreğim kö­tü sözlere düşüp de ahlaksızca davranan insanlarla bir olup günaha girmek için bahaneler bulmaya çalışmasın. İşte bu yüzden hâlâ o seç­kin Rahiplerle sıkı fıkıydım, onların o sahte öğretisinde daha fazla yol katedemeyeceğimi bile bile. Daha iyi bir tarikat bulamazsam diye on­larla birlikte olmaya karar vermiştim, ama onlara karşı tavrım artık gitgide daha ihmalkâr, daha kayıtsız bir hal almaya başlamıştı.

19.   Bir ara Akademiacı adı verilen filozofların bile bütün hepsin­den daha bilge olduğunu düşündüm doğrusu. Çünkü bu filozoflar her şeyden kuşkulanmak gerektiğini söyleyip bir insanın hiçbir şey hak­kında kesin bir bilgisinin olamayacağı sonucuna varmışlardı. Onların öğretisi hakkındaki yaygın inanç böyleydi ve ben ele buradan hareket­le onların açıkça böyle düşündüklerine inanıyordum, ama doğrusu asıl niyetlerini henüz çözmüş değildim[235] O aralar ev sahibimin Mani- cilerin yazdığı kitaplardaki bir dolu masala aşırı düşkün olduğunu an­layınca, onu bu konuda uyarmadan edememiştim. Buna rağmen hâlâ onlarla olan samimi dostluğumu sürdürmeye bakıyor ve bu mezhep­ten olmayanlarla fazla görüşmüyordum. Bu mezhebi eskisi gibi ateşli bir şekilde savunmuyordum -Roma bu mezhebe girenlerle gizliden gizliye kaynıyordu- ama onlara olan samimiyetim başka mezheplere yönelmeme engel teşkil ediyordu. Özellikle hakikatin senin Kilisende olabileceğine dair ümidimi tamamen kaybetmiştim ey göğün ve yerin Rabbi, görünen ve görünmeyen her şeyin Yaratıcısı, çünkü Maniciler beni senden tamamen uzaklaştırmışlardı. Senin insan bedenine sahip bir varlık olduğuna ve gövdenin de bizim gibi kollar ve bacaklarla sı­nırlandığına inandığımı hatırlamak şu an öyle utanç veriyor ki bana. Seni Tanrım olarak düşünmek istediğimde, maddi bir varlık olarak düşünmekten başka bir şey gelmiyordu elimden. Çünkü ben maddi varlıklar dışında başka türlü bir şey düşünemiyordum ki hiç. Bu du­rum benim kaçınılmaz hatalara düşmemin en önemli ve belki de yega­ne sebebiydi.

20.   Aynı nedenden ötürü kötülüğün de bir çeşit töz olduğuna inandım, kendine özgü kaba ve biçimsiz bir kütlesi vardı bu tözün. Ya Manicilerin yeryüzü dedikleri gibi katıydı bu töz ya da hava gibi ince ve hafif. Maniciler havayı, yeryüzü dedikleri töze süzülerek giren bir çeşit habis ruh olarak kurguluyordu. Ama benim o ufacık inanç kırm­alarım beni, iyi olan Tanrı’nın doğası kötü olan herhangi bir varlık ya­ratmayacağını düşünmeye zorluyordu. Bu yüzden birbirine zıt iki küt­le olduğunu hayal ettim. Her ikisi de sonsuzdu bu kütlelerin, ama kö­tü olan daha dar, iyi olansa daha genişti. Işte diğer bütün küfürlerim bu ölümcül önermeden türedi. Zihnim ne zaman Katolik inancına geri dönmeye çabalasa geri tepiyordu, çünkü Katolik inancı benim düşün­düklerimle hiç uyuşmuyordu. Sana senin merhametini itiraf etmeme izin veren Tanrım, senin insan bedenine sahip olmakla her bakımdan sonlu bir varlık olduğunu düşünmektense, tek bir özelliğin dışında her bakımdan sonsuz olduğunu düşünmek bana üstün bir dindarlık­mış gibi geliyordu. Bu özellik kötülüğün sana zıt olmasıydı. Benim dü­şündüğüm şekilde bir kötülüğün doğaca sende bulunduğuna inan- maktansa, senin kötü hiçbir şey yaratmamış olduğuna inanmak bana daha uygun görünüyordu. Çünkü cehaletim yüzünden kötülüğün sa­dece belli belirsiz bir töz olduğunu değil, maddi bir töz olduğunu da düşünüyordum. Bu durum benim ruhu sadece mekana yaygın hafif bir cisim olarak düşünmemden kaynaklanıyordu, çünkü ruhu başka türlü düşünmeyi bilmiyordum. Kurtarıcımızın da, yani senin biricik Oğlunun da, senin o göz kamaştırıcı parlaklıktaki bedeninden bizim kurtuluşumuz için çıktığını sanıyordum. Zihnimde yalan yanlış betim­lediğim bu görüntü dışında da onunla ilgili başka hiçbir şey tasarlaya- mıyordum. Onun böyle bir doğası olduğuna göre, tenle karışmadan Bakire Meryem’den doğması bana imkansız görünüyordu. Öte yandan O benim hayal ettiğim gibi bir varlıksa, hiç bozulmadan tene karışmış olması da imkansızdı. Tenin Onu lekelediğine inanmak zorunda kala­cağımdan korktuğum için de onun tensel doğumuna inanmıyordum. Kutsal Ruhunun armağanlarıyla donanan insanlar bu itiraflarımı oku­duklarında bana hoşgörüyle yaklaşıp tatlı tatlı güleceklerdir; ama ne yapayım ki, o yıllarda ben böyle biriydim.

i ı. BÖLÜM

Augustinus Katoliklerin öğretilerini kıyaslıyor. [236]

rin öğretilerini eleştiren tarzda halka açık konuşmalar ve tartışmalar yapan Elpidius adlı birinin vaazları beni bayağı huzursuz etmeye baş­lamıştı, özellikle Kutsal Kitaptan alıntıladığı içinden çıkılması çok zor olan savlar ileri sürdüğünde. Manicilerin ona verdiği yanıt bana göre oldukça zayıftı. Kamunun önünde yanıt verirken fazla rahat değiller, bu yüzden yanıtı bize gizlice verdiler ve dediler ki Yeni Ahit’in kitapla­rı Yahudi yasasını Hıristiyanlık inancına sokmak isteyen falanca kişi­lerce tahrif edilmiş. Ama bizlere tahrif edilmemiş tek bir kopya bile gösteremediler. Bunlar bir yana ben asıl şu iki maddi kütle30 düşünce­sine tutsak olmuştum ve bu düşünce beni adeta boğuyordu, çünkü maddi gerçeklikler dışında hâlâ başka bir şey düşünemiyordum. Bu kütlelerin ağırlığı altında soluğum kesildiğinden, senin hakikatinin saf ve temiz havasını içime çekemiyordum.

12.   BÖLÜM

Roma' daki öğrencilerin öğretmenlerine olan aldatıcı tavırları. [237]

aşkı için adaleti bile hiçe sayabilirler.” Birden yüreğimde bu öğrencile­re karşı bir nefret doğdu, tabii bu bencilce olmayan bir nefret değil­di.[238] Çünkü nefret ettimse onlar yüzünden müşkül bir duruma düşe­bileceğimi düşündüğüm için nefret ettim, yoksa herhangi bir öğretme­ne böyle bir ahlaksızlık yapılmaz diye düşünmedim. Ama ne olursa olsun bu tür öğrenciler aşağılık insanlar ve temelsiz, gelip geçici tut­kulara aşık olup seni bunlarla aldatırlar.[239] Dokunduklarında ellerini kirleten pis paraları severler, fani dünyaya sarılırlar, olduğu yerde ha­reketsiz duran sana ise yüz çevirirler, onları her an çağırmaya hazır olan sana, geri döndüğünde de insanın o zina işlemiş ruhunu her an affetmeye hazır olan sana. Bugün de nefret ediyorum bu tür ahlaksız ve hilekar öğrencilerden, gerçi ıslah edilmeye ihtiyaçları olduğunu dü­şündüğümden bir yandan da seviyorum onları. lslah edilsinler ki para yerine öğrenmek istedikleri sanatı tercih etsinler, sanattan da öte seni, Tanrı’yı tercih etsinler, yani Hakikati, hiç tükenmeyecek iyilik Pınarını ve en saf Huzuru. Ama ben o yıllarda bu kötü insanları sevmiyorsam, sadece bana zarar verecekler diye sevmiyordum, yoksa bu insanlar özellikle sana karşı iyi olmalılar diye düşünmüyordum.

13.    BÖLÜM

Retorik sanatını öğretmek üzere Milana'ya gönderiliyor;

Ambrosius tarafından ağırlanıyor.

23.  Milana’dan Roma valisine kentin bir retorik öğretmenine ihti­yaç duyduğu haberi geldi. Seyahat giderleri de devletçe karşılanacaktı. Manici zırvalıklarla sarhoş olmuş dostlarımın aracılığıyla bu göreve ta­lip oldum. Bu seyahatin anlamı onlardan tamamen kapmam demekti, ama henüz bunu hiçbirimiz bilmiyorduk. O zamanki Roma valisi Symmachus belli bir konu üzerinde verdiğim söylevi beğendi[240] [241] [242] [243] ve be­ni Milana’ya gönderdi. Milana’da dünyalar iyisi bir insan olarak tanı­nan, senin aziz kullarından piskopos Ambrosius’u buldum. O zaman­lar belagatiyle hiç bıkmadan usanmadan senin bereketli buğdayını da­ğıtıyordu kullarına, sevinç yağlarıyla mesh ediyordu^4 şarabın ayık sarhoşluğunu tattınyordu.35 Bilmeden beni ona götüren sendin, öyle ki onun sayesinde seni. bilip sana götürüleyim istedin. Babacan bir ta­vırla karşıladı beni bu Tanrı adamı^6 ziyaretimden ne kadar memnun olduğunu ifade etti bir piskoposa yaraşır şekilde. Ona hemen kanım kaynadı, ama başlangıçta bunun nedeni Ambrosius’un hakikati öğre­ten bir hoca olması değildi tabii -çünkü senin Kilisenden tam anla­mıyla umudu kesmiştim- bana karşı son derece müşfik davranmasıy- dı. Halka vaaz verirken onu bütün dikkatimle dinledim, böyle bir şeye mecbur olduğum için değil hiç kuşkusuz, asıl niyetim herkesin övdü­ğü belagalinin sahiden bu övgüyü hak edip etmediğini anlamaktı ya da konuşmasının dendiği kadar akıcı olup olmadığını öğrenmekti. Bu yüzden sadece ağzından çıkan kelimelere dikkat ediyordum, konuş­masının içeriği hiç umurumda değildi, hatta bu içeriğe burun bile kı­vırıyordum. Ambrosius’un vaazlar pek hoştu, beni etkilemişti. Faus- tus’unkinden de çok daha nitelikliydi, ama üslup açısından değerlen­dirdiğimde Faustus’unki kadar nükteli ve sakinleştirici değildi. İçerik açısından baktığımda ise ikisi arasındaki fark açıkça görülüyordu. Fa- ustus Manicilerin hayal aleminde dolanıp duruyordu, Ambrosius ise kesin bir dille kurtuluşu öğretiyordu. Ama kurtuluş günahkârlardan o kadar uzaktaydı ki ve ben de o dönemde böyle çok uzaktaydım. Yine de ona adım adım yaklaşmaktaydım, hem de hiç farkında olmadan.

14.   BÖLÜM

Ambrosius'u dinledikçe yanılgılarından kurtulup yavaş yavaş
kendine geliyor.

24.    Ambrosius’un neler söylediğini öğrenmek gibi bir merakım ol­madığından sadece bunları nasıl söylediğine bakıyordum. İşte bende kala kala sadece bu boş heves kalmıştı, çünkü artık insanı sana götüre­bilecek bir yolun olduğuna inanmıyordum. Ama gün oldu o çok hoş­landığım kelimelerle birlikte hiç umursamadığım o anlam da zihnime girmeye başladı, çünkü anık bu ikisini birbirinden ayıramıyordum. Ambrosius’un o hoş üslubuna bütün yüreğimi açmışken, onun sözle­rindeki hakikat de süzülüverdi içeriye, yavaş yavaş da olsa. İlkin, ileri sürdüğü savların savunabilirliği dikkatimi çekti ve Manicilerin karşı çıkışlarına herhangi bir yanıt veremeyeceğini sandığım Katalik inancı­nı savunmanın artık anlamsız olmadığını düşünmeye başladım, özel­likle Ambrosius’un Eski Ahit’in bazı karmaşık metinlerini teker teker çözümlediğini görünce. Demek ki ben bunları yazılı yasaya göre anla­maya çalışıyordum, o yüzden de kelimeler beni öldürüyordu.[244] Eski Ahit’teki birçok bölüm böyle ruhani olarak açıklanınca, ilahi yasadan ve peygamberlerden nefret eden ve onlarla alay eden insanlara karşı herhangi bir yanıt verilemeyeceğini düşündüğüm için doğrusu kendi­mi ayıpladım. Ama yine de kendimi Katalik inancını kabul etmeye mecbur hissetmiyordum. Çünkü Katalikler arasında bu şekilde iddi­alarda bulunabilecek aydın insanlar olabilirdi ve bunlar kendilerine karşıt görüşleri pek çok savla ve gayet akıllıca çürütebilirdi, ama bu durum benim inancıını inkar etmeme neden olamazdı, çünkü her iki inancın da kendisini savunabileceği aynı ayarda silahları vardı. Bu yüzden bana göre Katalik inancı bozguna uğramış sayılmazdı, ama he­nüz zafer de kazanmamıştı.

25.    Bütün gayretimle işe sarıldım ve Manicilerin yanılgısını ortaya çıkarabileceğim birtakım sağlam kanıtlar aramaya koyuldum. Keşke ruhsal bir töz düşünebilseydim, işte o zaman Manicilerin bütün kur­gularını bir anda yok edebilir ve zihnimde ne var ne yok hepsini söker atardım. Ama bunu yapamıyordum. Gerçi tensel duyularımızın elver­diği ölçüde ne zaman maddi dünya ve doğa düzeni üzerine kafa yar­sam, bunlarla ilgili bildiğim ne kadar kuram varsa hepsini şöyle bir gözümün önüne getirdiğimde ve birbiriyle kıyasladığımda birçok fel­sefecinin Manicilerden çok daha akla yatkın düşünceler ileri sürdükle­rini görebiliyordum. Bu yüzden Akademiacılarm benimsediği söyle­nen yoldan gidip her şeyden kuşku duymaya başladım ve şu öğreti se­nin bu öğreti benim biraz ortalarda dolandıktan sonra Manicilerden ayrılmaya karar verdim. Çünkü böyle kararsızlık yaşadığım bir dö­nemde kimi felsefecileri Manicilere tercih edebiliyorsam, artık o mez­hepte kalmamım da bir anlamı olamayacağını düşündüm. Yine de ru­humun hastalığının tedavisini İsa'nın kurtarıcı adından bihaber olan o felsefecilere de tamamen bırakmak istemedim. Bu nedenle büyükleri­min tavsiyesine uydum ve yolumu bulmama yarayacak parlak bir ışık gelene kadar bir süre Katalik Kilisesinin çömezi olarak kalmaya karar verdim.

6.     KİTAP

1.    BÖLÜM

Augustinus artık ne Manici ne de Katolik.

1.   Gençliğimden beri aradığı m Umudum, 1 bunca yıldır neredey­din, nerelere gizlenmiştin? Beni yaratan sen değil misin, beni dört ayaklılardan daha üstün, havadaki kuşlardan daha akıllı kılan sen de­ğil misin? Ama ben buna rağmen karanlıklar arasında, kaygan toprak­larda yürüyordum,[245] [246] seni kendimin dışında arıyordum ve kalbimin Tanrısını bulamıyordum.[247] Denizin diplerine kadar inmiş, bütün güve­nimi kaybetmiş ve hakikati bulmaktan umudumu kesmiştim. Annem­se inancının verdiği cesaretle çoktan yanıma gelmişti, kara dememiş deniz dememiş sürekli beni izlemiş ve senden aldığı güçle her türlü tehlikeyi göze almıştı. Zorlu anlarda denizcilerin bile yüreğine su serpmişti, oysa tam tersi ilk kez denize açılan yolcular korkuya kapıl­dıklarında yüreklerine su serpecek olan denizcilerin kendisidir. Sağ salim varacağız kıyıya demiş annem onlara, çünkü sen rüyasında ona öyle demişsin. Annem geldiğinde, ben tam bir hayal kırıklığı içindey­dim, artık hakikati bulmaktan tam anlamıyla ümidi kesmiştim. Anne­me artık bir Manici olmadığımı, ama henüz bir Hıristiyan Katalik de olmadığımı söyledim. Hayret, annem sevinçten havalara falan uçmadı, benden böyle bir haber duymayı hiç ummadığı halde. Bunun nedeni benim o zavallı halimle ilgili endişelerinin belli ölçüde azalmış olma­sıydı. Sanki ölmüşüm gibi sana dualar edip yakarıyordu hâlâ, ama ar­tık senin beni yeniden dirilteceğinden emindi. Yüreğinde beni bir ta­buta koyup sana sunmuş, senin o dul kadının oğluna şöyle demeni bekliyordu: “Genç adam, sana söylüyorum, ayağa kalk!”[248] Bunu duy­duğu anda o oğul yeniden dirilecekti, konuşmaya başlayacaktı ve sen onu yeniden annesine teslim edecektin[249] İşte bu yüzden günlerce sana yalvarıp yakardığı dileğinin gerçekleştiğini ve henüz hidayete ermemiş olsam da yanlış yoldan döndüğümü duyunca, yüreği deli gibi çarpıp heyecandan aklı yerinden oynamadı. Aksine içi çok rahattı, çünkü sen ona oğlun tamamen kurtulacak demiş olsaydın verdiğin bu sözü de mutlaka yerine getirirdin. Bu nedenle gayet sakin bir şekilde ve serin­kanlılıkla bana Mesih’e inancının tam olduğunu, bu dünyadan göçüp gitmeden önce beni inançlı bir Katolik olarak göreceğini söylüyordu. Evet, annem tam olarak bana böyle söylüyordu. Yine de ey Merhame­tin Pınarı, sana her zamankinden daha çok dua ediyor, kanlı gözyaşla­rı döküyordu, bir an önce yardımıma koş ve karanlıklarıma ışık tut is­tiyordu. Her zamankinden daha büyük bir şevkle Kiliseye koşuyor, Ambrosius’un dudaklarından dökülen sözcüklere pürdikkat kesiliyor­du, çünkü bu sözler onun için sonsuz yaşama akan sular gibiydi.[250] Bu adamı Tanrı’nın bir meleği olarak görüyordu, çünkü onun sayesinde ikircikli bir duruma düşüp bocaladığımı öğrenmişti ve bu sayede has­talıktan kurtulup sağlığıma kavuşacağımdan, ama daha önce hekimle­rin buhran dedikleri çok daha büyük bir tehlikeyi de atlatmak zorun­da olduğumdan öyle emindi ki.

2.   BÖLÜM

Şehitlerin mezarlarında kutsal yemek ve Liturya.7

2.   Afrika’da bir adet vardır, azizlerin mezarlarına lapa, ekmek ve şarap götürürsünüz. Annem bu adeti Milona’da uygulamaya kalkınca, bekçi yasak deyip onu engellemiş. Bu yasağın Piskopos tarafından konduğunu öğrenen annem öylesine içten, öylesine itaatkar bir tavırla bu yasağa uydu ki, şaştım kaldım doğrusu. Bu alışkanlığından dolayı hemen kendisini suçladı, Piskopos'un yasağını tartışma konusu bile yapmadı. Çünkü ruhu aşırı içkinin kölesi olmamıştı ya da şarap tut­kusuna kapılıp hakikatten nefret edecek hale gelmemişti, oysa çoğu erkek ya da kadın kendilerine ayıklıkla ilgili vaaz verildiğinde kusacak gibi olur, tıpkı şarap yerine su teklif ettiğiniz sarhoşlar gibi. Annemse her zaman ağzına kadar kutlu yiyeceklerle dolu sepetiyle mezara gelir, birazını önce kendisi tadar, geri kalanını olduğu gibi dağıtırdı. Sadece küçük bir kap şarap dökerdi mezara, zaten bu şarabı da hiç ölçüsünü kaçırmayan damağına uygun şekilde sulandırmış olurdu ve sırf adet yerini bulsun diye sadece bir yudum alırdı bu şaraptan. Birden çok azizin mezarı ziyaret edilecekse, her gittiği mezara o küçük kaptaki şa­raptan dökerdi. Bu şarap hem sulandırılmış bir şaraptı, hem de gayet ılık. Etrafındakilere de yudum yudum tattırırdı şarabından, çünkü onun amacı dinsel bir görevi yerine getirmekti, insanlara keyif vermek değil. Ama o ünlü vaizin, o dini liderin8 hiç kimsenin, hatta ayıkların bile bu tür törenler yapmasına izin vermediğini öğrenince bu alışkan­lığından hiç tereddütsüz vazgeçti. Piskopos bu tür törenlerin sarhoş- [251] [252]

lara aşırı içki içme fırsatı yaratabileceğinden kaygı duyuyordu, ayrıca bunlar paganların atalarının onuruna düzenledikleri bayrama da[253] çok benzediğinden batıldı. Anneme bu bir ders olmuştu, bundan böyle se­petini toprağın verdiği ürünlerle doldurmak yerine artık yüreğindeki saf dualarla daldurarak geldi şehitlerin mezarlarına, elindekinin hepsi­ni muhtaç olanlara dağıttı ve oralarda İsa’nın çilesi gibi çile çekip Tan­rı katına yükselen şehitler için düzenlenen Lituryalara katıldı. Düşü­nüyorum da, ey Rab olan Tanrım, böyle bir yasak annemin Ambrosius kadar değer vermediği birinden gelmiş olsa, o alışkanlığını o kadar kolay terk eder miydi, emin değilim. Bu kuşkumu senin huzurunda tüm içtenliğimle dile getiriyorum. Ambrosius’u bu kadar sevmesinin nedeni onun bana kurtuluş yolunu göstermiş olmasıydı. Ambrosius da annemi sevmişti, nedeni annemin dini böylesine içten kucaklaması, bütün gönlünü hayır işlerine adaması ve her fırsatta Kilise’ye gidip gelmesiydi. Ne zaman karşılaşsak bana annemi öve öve bitiremiyordu ve böyle bir anneye sahip olduğum için ne kadar şanslı olduğumu söylüyordu. Ama annemin her şeyden şüphe eden ve yaşama giden yolu asla bulamayacağını sanan bir oğlu olduğunu pek bilmiyordu.

3.    BÖLÜM

Ambrosius'un kamu görevleri ve özel çalışmaları.

3.  Zihnimde bir sürü soru olmasına ve bunları ortaya döküp tartışmak için yanıp tutuşmama rağmen henüz sana yakarıp da se­ni yardımıma çağırmaya hazır değildim. Ambrosius’u bile dünyevi değerlere göre yargılayıp, nice saygın şahsiyet tarafından övüldüğü için şanslı bir adam olduğunu düşünüyordum. Çile çekerek katlan­mak zorunda olduğu tek özelliği bekarlığıymış gibi geliyordu bana. İçinde ne gibi bir umut taşıdığından, seçkin konumunun ayartıcılıkla­rına karşı ne tür savaşımlar verdiğinden, tersliklerle karşılaştığında kendisini ne şekilde teselli ettiğinden, senin Ekmeğinle beslendiğinde kalbinin derinlerinde ne tür bir sevinç duyduğundan hiç haberim yoktu, hatta tahmin bile edemiyordum, çünkü böyle şeyler benim ya­şantımda hiç olmamıştı. Ama o da benim çektiğim işkenceleri, içine düştüğüm o tehlikeli çukuru bilmiyordu. Çünkü ona sormak istedi­ğim soruları istediğim şekilde soramıyordum. Kendisine gelen insanla­rın eften püften sorunlarıyla o kadar meşguldü ki, onunla yüz yüze gelip de bir türlü konuşma fırsatım olmuyordu. Bu insanlardan soluk aldığı zamanlar da öyle kısıtlıydı ki, zaten o da o anlarda bünyesine gerekli birkaç bir şey yiyip bedenini dinlendiriyor ya da birkaç bir şey okuyup ruhunu rahatlatıyordu. Okurken, gözleriyle sayfaları şöyle bir tarıyor, yüreğiyle de o satırların anlamını yakalamaya çalışıyordu, ama hiç sesi soluğu çıkmıyordu. Odasına ne zaman girsek -isteyen herkes odasına girebilirdi, şu geldi bu geldi gibi kendisine haber verilmesi ge­rekmiyordu— onu hep öyle sessiz sessiz bir şeyler okurken buluyor­duk, biz de bir kenarda oturup uzun süre öyle sessizce bekliyorduk - böyle yoğun düşüncelere dalmış bir adama müşkülat çıkartmaya gön­lümüz razı olabilir miydi- sonra da kalkıp gidiyorduk, çünkü kısa bir süre de olsa insanların dertlerinin yarattığı karmaşadan uzakta kafası- m dinlendirip huzur bulduğunu ve herhangi bir şekilde rahatsız edil­mek istemediğini düşünüyorduk. Yüksek sesle okumamasının nedeni belki de dikkatli ve meraklı bir dinleyicinin okuduğu kitabın yazarı­nın kullandığı bulanık bir ifadeye takılmasından çekinmesiydi, çünkü o durumda bu ifadeyi açıklaması gerekecekti ya da bundan daha zor birtakım sorunlar hasıl olacak, o da bunlara yanıt vermek zorunda ka­lacaktı ve zamanını bu şekilde harcadığında da istediği kadar çok ki­tap okuyamayacaktı. Ya da böyle sessiz sedasız okumakla çok haklı olarak her an kısılmaya hazır sesini dinlendirmek istiyordu. Ne düşü­nüyorsa düşünsün böyle yapmasının mutlaka kendine göre iyi bir ne­deni vardı.

4.  Ama kesin olan şu ki, bir fırsatını bulup da araştırıp öğrenmek istediğim sorulan senin kerametin olan bu adamın yüreğine sorama­dım, sadece bazı şeyler hakkında kısa kısa yanıtlar alabildim. İçimi bunaltan dertleri onun önüne dökmem için epeyce boş vaktini bana ayırması gerekiyordu, ama böyle bir şey de hiçbir zaman olmadı. Her pazar günü hakikatin sözüyle ilgili halka vaaz verirken onu dinliyor­dum ve gün geçtikçe bizleri Kutsal Kitaba düşman etmiş insanların kurnazca birbirine ördüğü bütün o dalaşık düğümlerin çözülebilece­ğine inancım artıyordu. Orada anladım ki, senin inayetinle Katalik Anadan yeniden doğan ruhani çocukların, insan senin suretinde yaratıl­dı dendiğinde bu ifadeden senin insan şeklinde bir bedene hapsolmuş olduğunu anlamıyor ya da böyle bir şeye inanmıyor. Ama henüz ka­famda tinsel bir tözün olabileceğine dair en ufak bir fikir ya da hatta belli belirsiz bir hayal bile yoktu. Buna rağmen onca yıl Katalik inan­cına değil de maddi düşüncelerden kaynaklanan hayallere havladığımı anlayınca mutlu oldum, ama bir yandan da çok utandım. Demek ki aceleciliğim ve inançsızlığım, inceden inceye araştırdıktan sonra üze­rinde konuşmam gereken şeyleri küfürler yağdırarak söylememe ne­den olmuştu. Çünkü sen hem çok yükseklerde hem de çok yakınlar­dasın, hem çok gizli hem de apaçık olansın, senin kimi uzvun büyük, kimi uzvun küçük değil, sen bütünüyle her yerdesin, ama hiçbir za­man hiçbir mekanla sınırlı değilsin, bizi kendi suretinde yarattın, ama senin bizler gibi bir bedenin yok; insansa tepeden tırnağa mekan için­de.

4.    BÖLÜM

Ambrosius'un teşvikiyle Kilisenin öğretisini
kavramaya başlıyor.

5.   Senin suretinin nasıl bir şey olduğunu bilmediğimden, kapını çalmak ve bu ifadeyi nasıl anlayacağımızı sormak zorundaydım. Be­nim anladığım şekilde bir yorum getirecekmişsin gibi sana hemen karşı çıkıp alay etmeyecektim. Bazı şeylere kesin olarak inanmak iste­diğim, yıllarca bilimsel kesinlik vaatleriyle oyuna getirildiğim, aldatıl­dığım ve kesinliği olmayan düşünceleri kesinmiş gibi ele alıp bunlar hakkında cahil bir çocuk tavrıyla, öyle paldır küldür konuşmalar yap­tığım için ulandıkça içim daha fazla yanıp kavruluyordu. Bunların hepsinin yanlış olduğunu ancak çok sonraları anlayabildim. Evet, be­nim bir zamanlar kesinliklerinden şüphe etmediğim ve bunlar için Ki­lisene saldırıp gözüm kapalı ithamlarda bulunduğum öğretilerin kesin olmadıkları gayet açıktı. Kilisenin gerçekleri öğretip öğretmediğini he­nüz bilmiyordum, ama en azından benim inatla karşı çıktığım düşün­celeri öğretmediği belliydi. Şaşkınlık içindeydim, doğru yola giriyor­dum ve seviniyordum ey Tanrım, çünkü senin biricik Kilisenin, yani biricik Oğlunun Bedeninin, çocukken Mesih’in adıyla başımın sıvaz­landığı bu yerin, o tür çocuk oyuncaklarından hiç haberi yoktu, Kili­senin o sağlam öğretisinde her şeyin Yaratıcısı olan senin, ne kadar büyük, ne kadar geniş olursa olsun sınırlı bir mekanda olduğuna ve insanın sahip olduğu şekilde uzuvlarla sımsıkı tutulduğuna ilişkin bir

ifade yoktu.

6.   Seviniyordum, çünkü artık hukuktan ve peygamberlerden söz eden eski kitaplar önüme okunmak için geldiklerinde onları o zaman­ki gözlerimle okumak zorunda kalmayacaktım. Oysa eskiden bana öy­le saçma geliyorlardı ki, senin azizlerinin hiçbir zaman savunmadıkları düşünceleri savunmuşlar gibi gösterip onlara sövüp saydığım yıllarda. Ambrosius'un halka vaaz verirken son derece dikkatle, sanki cetvelle ölçüp biçmişçesine yaptığı yorumları dinlediğimde, “Yazılı yasa öldü­rür, tanrısal yasa can verir,”[254] dediğinde ruhum sevinçle doluyordu. Kelimesi kelimesine ele alındığında son derece çarpık yorumlara yol açabilecek metinlerden sır perdesini kaldırıp ifadeleri mecaz anlamla­rıyla açıkladığında, söylediği şeyler artık canımı sıkmıyordu, oysa hâlâ gerçekleri söyleyip söylemediğini bilmiyordum. Baş aşağı düşme kor­kusundan yüreğimi herhangi bir düşünceye inanmaktan uzak tutu­yordum, çünkü öyle düşerken bir yerlerde asılı kalmak benim için ölümden de beter olurdu. Bu nedenle gözümden kaçan şeylerden yedi artı üçün on etmesi gibi emin olmak istiyordum. Gerçi henüz bu he­saptan bile kuşkulanmamız gerektiğini düşünecek kadar aklımı yitir­miş değildim, ama her şeyden bunun kadar kesin şekilde emin olmak istiyordum, ister duyularımla hemen görüp dokunamadığım maddi nesneler olsun bu şeyler, isterse sadece maddi biçimde düşünmeyi bi­lebildiğim tinsel gerçeklikler. İnanarak iyileşebilirdim, böylece gönül gözümü açabilir ve bu yolla senin o hep olduğu yerde duran ve hiçbir şekilde bozulmayan hakikatine yönelebilirdim. Ama hep olur ya, in­san kötü bir hekimin eline düşmüşse artık bir daha iyisine de kendisi­ni teslim etmez, işte benim ruhum da o durumdaydı, inanarak iyileşe­bileceği halde yanlış olana inanının korkusuyla ellerini ite ile iyileşme­yi reddediyordu, oysa sen bu ellerinle inanç verecek ilaçlar hazırlamış ve bunları dünyanın bütün hastalıklarına uygulamıştın, hepsini de öy­le etkili güçlerle donatmıştın ki.

5.   BÖLÜM

Kutsal Kitap yetkedir ve hakkıyla okunınası gerekir.

7.  Her şeye rağmen o andan itibaren tercihimi Katolik öğreti­sinden yana kullandım. Bu öğreti kanıtlarıamayacak şeylere de inanmamızı bekliyordu, çünkü bazı şeyler kanıtlanmış olsa bu ka­nıtı herkes kolayca anlayamayacaktı ve belki de bazı şeyler hiçbir zaman kamtlanamayacaktı. Bu benim kafama yatan bir düşünceydi ve bilimsel bilgi diye tutturup inançlarımızla dalga geçen, sonra da ka­nıtlayamadıkları onca masala ve zırvalığa inanmamızı bekleyen Mani- cilerinki gibi sahtelik içermiyordu. Sonra yavaş yavaş ya Rab, sen o yumuşacık, o merhamet dolu ellerinle yüreğime dokundun ve onu dindirdin. Çünkü görmediğim ya da benim tanıklığımdan uzakta ger­çekleşen ne çok olaya inandığımı düşünmeye başladım, dünya tarihin­deki pek çok olaya inanmıştım mesela, hiç görmediğim yerlerle, kent­lerle ilgili anlatılan pek çok şeye inanmıştım, arkadaşların, hekimlerin ve daha nice insanın pek çok sözüne inanmıştım. Çünkü inanç olmasa yaşam bizim için çekilmez olurdu. Hepsinden de öte nasıl da kendim­den emin bir şekilde, sorgusuz sualsiz ana babamın çocuğu olduğuma inanmışıın, işittiğime inanmasam asla bilemeyeceğim bir şey bu. Bir kusur arayacaksam bu kusuru senin kitaplarına inananlarda değil inanmayanlarda aramamı, çünkü bu kitapların şu dünyada yaşayan neredeyse bütün uluslarca tek yetke olarak kabul edildiğini gösterdin ve birileri çıkıp da bana, “Bu kitapların insanoğluna biricik hakikat olan ve riyası olmayan Tanrı’nın Ruhu tarafından gönderildiğini nere­den biliyorsun?” diye soracak olursa onlara kulak aşmamayı öğrettin. Ama inanmaını sağlayan en büyük gerekçe, birbirine muhalif filozofla­rın kitaplarını okurken sıkça karşılaştığım o dalavereli önermelerden kaynaklanan kavgaların zihnimi çelip de bir an için bile olsa senin varlığını inkar etmeme ya da insan yaşamının idaresinin sana bağlı ol­madığını düşünmeme neden olamamalarıydı, üstelik senin nasıl bir varlık olduğunu tahayyül bile edemezken.

8.   Bu düşünce zaman zaman çok güçleniyordu, zaman zaman da azalıveriyordu, ama her zaman senin varolduğuna ve bizlerin refahının senin ellerinde olduğuna inandım, senin tözünle ilgili ne düşüneceği­mi, hangi yolun beni sana getireceğini ya da hangisinin uzaklaştıraca­ğını hiç bilmememe rağmen. Demek ki hakikati sadece duru bir akılla kavrayacak yetiye sahip değildik ve bu nedenle senin kutsal yazıları­nın yetkesine başvurmak durumundaydık Öyleyse artık rahatlıkla inanabilirdim ki, sen Kutsal Kitabına yeryüzünün bütün uluslarınca tek yetke kabul edilecek bir mükemmellik verdiğine göre, onun aracı­lığıyla sana inanalım ve onun aracılığıyla seni arayalım istemiştin. Ay­rıca bu Kitapta daha önceleri bana mantıksız göründüğü için hayal kı­rıklığı yaşadığım çoğu metnin makul şekilde açıklandığına tanık olun­ca, bu mantıksızlığı kitabın derin sırlarının bir özelliği olarak görmeye başladım. Bana göre Kitabın yetkesi daha derin bir saygı ve daha saf bir inanç gerektiriyordu, çünkü hem herkesin okuyabileceği rahatlıkta sunuyordu kendisini, hem de yüce sırrını derin bir akılla kavranabile­cek şekilde saklı tutuyordu. Kendisini herkese apaçık bir dille ve son derece sade bir konuşma üslubuyla sunarken, bir yandan da yürekle­rinde cahillik olmayan insanların üstün dikkatine mazhar olmayı bek­liyordu. Kucağını açıp herkesi sinesine sarıyordu, ama dar geçitlerin­den ancak birkaç kişiyi geçirip sana ulaştırıyordu. Bu sayı az, ama bu kitap yetkenin yüce doruklarında tek başına dikildiği halde o kutlu te- vazusuyla bağrını bütün insanlığa açmamış olsaydı daha da azalırdı. Bunları düşünüyordum ve sen yanımdaydın ve beni dinliyordun, dal­galarla boğuşuyordum ve sen benim dümenime geçiyordun, o geniş dünya yolunda dolanıyordum ve sen beni terk etmiyordun.

6.   BÖLÜM

Halinden memnun bir dilenciyi örnek göstererek hırslı
insanların zavallığını vurguluyor.

9.   Mevki sahibi olmaya, para kazanmaya ve evlenmeye heves edi­yordum ve sen bana gülüyordun. Bu tutkular çok acı tecrübeler yaşa­mama neden oluyordu. Sana özgü olmayan herhangi bir şeyden zevk almaını yasaklıyordun belki, ama bu şekilde bana daha çok iyilik yapı­yordun. Yüreğime bak ya Rab, çünkü bütün bunları haür!amamı ve sana itiraf etmemi isteyen sensin. Ruhum sana kilitlensin artık, çünkü beni ölüme sımsıkı yapıştıran şu ökse macunundan çekip kurtaran sensin. Ah, ne zavallı bir haldeydi! Buna rağmen sen onun yarasını neşterinle deştikçe deştin, bütün hırslarımı bırakıp sana dönebileyim diye, her şeyin üstünde olan, sensiz her şeyin koca bir hiçlik olacağı sana dönebileyim ve şifa bulayım diye. lmparatora bir övgü konuşma­sı yapmaya hazırlandığım o yıllarda da ne kadar zavallıymışım ve sen bu zavallılığımın ne kadar farkındaymışsın meğer. Hazırlayacağım bu konuşmada bir sürü yalan söyleyecektim ve bu yalancılığım sözleri­min doğru olmadığını çok iyi bilenler tarafından da alkışlanacaktı. Bü­tün derdim bu konuşmaydı, yüreğim küt küt atıyordu, sıkıntıının ya­kıcı ateşinden su gibi terliyordum. işte bu halde Milano caddelerinin birinde yürürken zavallı bir dilenci dikkatimi çekti. Bana sarhoşmuş gibi geldi, şakalar yapıyor, gülüp oynuyordu. Üzüntüyle iç geçirdim ve o sırada yanımda olan arkadaşlarıma dönüp budalalıklarımızın ne acılara mal olduğunu anlatmaya çalıştım: Hayat gaileleri içinde debele­nip dururken aslında tek isteğimiz kaygılardan uzak bir mutluluk ya­kalamaktı. Örneğin ben hırslanma kapılıp konuşma yapacağım diye çabalayıp duruyordum, beraberimde bir dolu mutsuzluk yükünü de çekip götürüyordum, çektikçe daha da ağırlaşıyordu üstelik. Oysa şu dilenci bizi kat kat aşmıştı ve belki de biz onun olduğu yere asla ulaşa­mayacaktık. Çünkü benim böyle acı içinde yürüdüğüm onca dolam­baçlı, onca virajlı yolun çıktığı yer, o adamın dilenerek elde ettiği o birkaç kuruşla kazandığı şey, yani geçici mutluluktan kaynaklanan se­vinçten başka bir şey değildi. Evet o adam gerçek mutluluğa sahip de­ğildi, ama benim hırslarımı tatmin etme isteğim onun mutluluğundan çok daha sahteydi. Sonuçta o sahiden neşeliydi, bense sıkıntılıydım, onun hiçbir kaygısı yoktu, bense huzursuzdum. Biri çıkıp da bana, mutlu olmak mı istersin, yoksa korkuyla yaşamak mı dese, ona yanı­tım şöyle olurdu: “Mutlu olmak.” Sürdürse sorusunu ve o dilenci gibi mi olmak istersin, yoksa kendin gibi mi dese, kendim gibi olmayı ter­cih ederim derdim yine de, korkularımla, kaygılarımla, yani olduğum gibi; aksi halde çok saçma bir seçim yapmış olurdum. Peki, salıiden doğru seçimi mi yapmış olurdum? Çünkü sırf daha eğitimliyim diye kendimi dilenciye tercih etmemeliyim, sonuçta eğitimim bana mutlu­luk sağlamadığına göre. Eğitimim bana başka insanları memnun etme­mi sağladı, onlara bir şeyler öğretmemi değil, sadece memnun etme­mi. İşte bu yüzden ıslah sopanla vurup kemiklerimi kırıyordun sen de.

10.    Öyleyse artık ruhuma şöyle diyenler onun yanına hiç yaklaş­masınlar: “İnsanların mutlu oldukları kaynaklar farklıdır. Dilencinin mutluluğu içtiği içkidedir, sense şan şöhretle mutluluğu yakalamak is­tiyorsun. “Ne şan şöhreti ya Rab? Bu şan şöhret sende değil ki. Dilen­cinin mutluluğu da gerçek değildi, benim aradığım şöhret de gerçek değil, hatta bu yüzden daha fazla döndürdü başımı. Dilenci sarhoşlu­ğunu o gece hazmedecekti, ama ben benimkiyle uyumuştum, kalk­mıştım, uyuyacaktım, kalkacaktım, kim bilir ne çok gün geçecekti böyle! Evet doğru, insanların mutlu oldukları kaynaklar farklı farklı, bilirim, iman umudu taşımanın verdiği mutluluk ile o benim aradığım sığ mutluluk arasında da dünyalar kadar fark var. Ama dilenciyle be­nim aramda da bir fark vardı. O sahiden benden çok daha mutluydu, ama bu durum ben kuruntularla kendi kendimi yiyip bitirirken onun sevince bulanmasından kaynaklanmıyordu; ben yalanlar söyleyerek gururunıu okşarken, onun yoldan geçenlere iyi şanslar dileyerek şara­bını kazanmasından kaynaklanıyordu. İşte bu vesileyle sevgili dostları­ma bu konuda ne hissettiğimi böyle uzun uzun anlattım durdum. On­ların durumuyla kendiminkini sürekli kıyaslardım ve benim kötü du­rumda olduğumu anlardım, bu da bana çok acı verirdi ve zavallılığımı kat kat arttırırdı. Şansım bana gülecek olsa bile onu yakalamaya artık üşeniyordum, çünkü tam yakalayacağım anda o uçup gidiyordu.

7.   BÖLÜM

Alypius'u yarış tutkusundan vazgeçiriyor. [255]

İTİ^RAFLAR

gelmişti buralara, ailesi oranın ileri gelenlerindendi. Yaşça benden kü­çüktü. Hem kendi memleketimde ilk öğretmenliğe başladığım yıllarda hem de Kartaca’dayken derslerimi takip etmişti. Beni çok sevmiş, iyi ve bilgili bir insan izlenimi bırakmışım onda. Ben de onu sevdim, do­ğuştan sağlam bir karakteri vardı, yaşı büyük olmasa da daha şimdi­den böyle olduğu belliydi. O beş para etmez oyunlara aşırı tutkun olan Kartacalıların yaşantısındaki girdaplar arenalardaki yarışlara çek­miş onu, hem de çılgın gibi. işte onun bu heves uğruna çaresizce de­belenip durduğu yıllarda ben Kartaca’da halka açık bir okulda retorik öğretmenliği yapıyordum. Babasıyla aramda yaşanan husumet yüzün­den henüz öğrencim olup da derslerime katılmamıştı. Ama onun ölümcül yarış tutkusundan haberdar olduğumda doğrusu canım fena halde sıkıldı, çünkü parlak geleceğini silip atmak üzere olduğunu an­ladım, hatta belki de silip atmıştı. Onu uyarmak ya da herhangi bir baskı uygulayıp bu huyundan vazgeçirmek imkanım yoktu, ne dost­luk hatırına böyle bir şey yapabilirdim ne de öğretmenliğimin verdiği yetkeyi kullanabilirdim. Benim hakkımda babası gibi düşündüğünü sanıyordum, ama hiç de öyle değilmiş. Çünkü bu konuda babasının ne düşündüğüne aldırmadan beni gördüğünde selam vermeye başladı, sı­nıfıma geldi ve bir süre dersimi izledi, sonra ayrıldı.

12.  Bir süre sonra onunla ilgili kaygılarım aklımdan uçup gitti, söz­de o boş oyun tutkusunun gözünü kör etmesine ve o deli hevesinin kendindeki yeteneği öldürmesine izin vermemesini tavsiye edecektim ona. Ama sen, ya Rab, yarattığın her şeyin dizginlerini çeken sen, onun bir gün senin evlatların arasına katılıp onlara senin ayinlerinde başkanlık yapacağını unutmadın. O ıslah olduysa bunu kesinlikle sana borçlu, sen beni sadece bir aracı kıldın, ama ben bunu hiç bilmiyor­dum. Çünkü bir gün her zamanki yerimde oturmuş, öğrencilerimi de

önüme almıştım ki, o çıkageldi, selam verdi, oturdu ve ne anlatıyor­sam pürdikkat dinlemeye başladı. O sıra elimde bir metin vardı ve ben bunun üzerinden açıklamalar yapıyordum, bir ara arenalardaki gösterilerle ilgili bir örnek geldi aklıma. Bana göre bu örnekle demek istediğim şey daha güzel ve daha sade bir şekilde anlaşılacaktı, hem de kendilerini yarış çılgınlığına kaptıranlara şaka yollu dokundurmalarda bulunabilecektim. Sen tanıksın Tanrımız, o sırada Alypius’u yakalan­dığı o vebadan kurtarmayı hiç düşünmemiştim. Ama o üstüne alındı ve bu benzetmeyi sadece kendisini ima ederek yaptığımı sandı. Başka­sı olsa böyle bir şeyi bana kızıp köpürmek için bahane olarak kulla­nırdı, oysa o dürüst bir genç olduğundan bunu kendisine kızıp kö­pürmek için bir bahane olarak kullandı ve bana eskisinden daha bü­yük bir sevgiyle bağlandı. Çünkü sen çok önceleri şöyle demiştin ve bunu Kutsal Kitabına nakşetmiştin: “Bilge insanı azarla, seni sevecek­tir.”11 Ben onu azarlamamıştım. Ama sen hepimizi, farkında olalım ya da olmayalım, senin bildiğin düzen içinde aracı kılarsın; ve o düzen adildir. Sen benim yüreğimi ve dilimi kızgın kömürlere dönüştür­dün ı2 ve böylece gelecek vaat ettiği halde yok olup gidecek olan bir ruhu dağlayarak iyileştirdin. Senin merhametini göremeyenler sana şükranlarını sunmasın, sussun, oysa senin o merhametindir bana yü­reğimin en derininden bu itirafları ettiren. Çünkü Alypius benim ko­nuşmamı işitir işitmez zevkin büyüsünden gözleri kamaşmış bir halde kendi düştüğü o derin çukurdan fırlayıp çıktı, bütün azmiyle dengesi­ni toplayıp şöyle bir silkindi, arenanın bütün tozunu da silkti üstün­den, bir daha da oraya adımını atmadı. Ardından babasının inadmı kırdı ve öğretmeni olmam konusunda onu ikna etti. Babası da yelken- [256] [257]

İTİRAF^LAR

leri suya indirdi, isteğine ses çıkarmadı. Böylece yeniden derslerime girmeye ve benim o batıl itikatlarımla hemhal olmaya başladı. Manici- lerin göstermelik ölçülülüklerine hayran oldu, bunun gerçek ve sami­mi olduğunu sandı. Ama bu ölçülülük mantık dışı, baştan çıkarıcı bir taktikti, dipteki erdeme nasıl dokunacaklarını henüz bilmeyen, onun suya yansıyan görüntüsüne kolayca kanan aziz ruhları kapıveriyordu, bu görüntü erdemin bir gölgesi, onun taklidiydi.

8.   BÖLÜM

Alypius eskiden nefret ettiği gladyatör oyunlarının
çılgınlığına kapılıyor.

13.  Her şeye rağmen Alypius anne babasının kendisine telkin ettiği dünyevi yoldan da vazgeçmedi ve hukuk okumak için benden önce Roma’ya gitti. Bu kez de orada gladyatör oyunlarına kaptırdı kendisi­ni, hem de inanılmaz bir tutkuyla ve inanılmaz ölçüde. Başlangıçta böyle oyunlardan nefret ediyordu ve asla görmek istemiyordu. Ama şans işte, bir gün yolda arkadaşlarıyla ve sınıfından bazı öğrencilerle karşılaştı, akşam yemeğinden dönüyorlarmış onlar da. Dostça girdiler koluna, azimle dirense de, ısrar kıyamet sürükleyip götürmeye başla­dılar onu arenaya. O günler bu acımasız, bu kana susamış gladyatör oyunlarının da mevsimiydi. Şöyle diyordu dostlarına: “Belki şu bede­nimi sürükleyip götürüyorsunuz o arenaya, oraya da oturtturacaksı­nız, ama sanıyar musunuz ki o oyunlara bütün ruhumla katılmamı, onları şu gözlerimle seyretmemi sağlayabileceksiniz? Orada yokmu­şum gibi davranacağım ve irademin hem sizlerden, hem de o oyunlar­dan daha güçlü olduğunu göstereceğim.” Arkadaşları dediğini işittiler, ama nafile, çekiştirip sürümeye devam ettiler beraberlerinde; kim bi-

lir, belki de verdiği sözde duracak mı bakalım diyorlardı. Arenaya gel­diklerinde ve bulabildikleri bir yerlere oturduklarında her yer cana­varca tutkularla kaynıyordu. Alypius sımsıkı yumdu gözlerini, o kötü­lüklere katılmasını yasakladı ruhuna. Ama keşke kulaklarını da yum­muş olsaydı! Çünkü dövüş esnasında yaşanan bir olay kalabalık ara­sında öyle müthiş bir gürültü kopardı ki, yüreği ağzına geldi Alypi- us’un. Merakına yenik düştü, ne olursa olsun, hatta ne görürse görsün hiç aldırmayacakmış ve iradesine yenik düşmeyecekmiş gibi gardını alıp gözlerini açtı, açmasıyla birlikte ruhu öyle ağır bir yara aldı ki, sarsıldı, bu yara görmeye heveslendiği gladyatörün bedenine aldığı ya­radan da beterdi, bu yüzden düşüşü de ondan daha berbat oldu ve ka­labalık arasında daha müthiş bir uğultu kopardı. Zaten bu uğultu ol­muştu onun kulaklarından süzülüp giren, bu uğultu açtırmıştı ona gözlerini, ruhunu yerlere serip yaralanmasına meydan vermişti. Bu ruh cüretkârdı, güçlü değil. Hatta ne güçlüsü, çok zayıftı, çünkü gü­cünün kaynağının sen değil, kendisi olduğunu sanmıştı. Çünkü kanı görmesiyle vahşiliği içmesi bir olmuştu, kendisini bundan alamamıştı. Gördüğü manzaraya saplanıp kalmış, emmişti öfkeyi. Hiç farkında bi­le olmadan o vahşi dövüşten zevk almış, o kanlı tutkudan sarhoş ol­muştu. Artık arenaya gelen insan değildi kendisi, oraya gelen kalaba­lıktan biriydi, onu oraya götüren arkadaşlarına layık biriydi. Dahame söyleyeyim? Seyretti işte, bağırıp çağırdı, coşkuyla yanıp tutuştu ve deliliğini de çekip götürdü beraberinde; öyle ki başlangıçta onu sürüye sürüye götüren arkadaşlarıyla birlikte tekrar buralara getirsin, hatta bu sefer onu onların başına geçirip başkalarını da taksın diye peşine. Ama senin o güçlü, senin o merhamet dolu elin yetişti yine ve çekip çıkardı onu buralardan, kendisine değil, sana güvenmeyi öğret­ti; ama tabii bu dediğim çok sonra oldu.

9.   BÖLÜM

Alypius bir hırsız gibi tutuklanıyor.

14.   Her şeye rağmen yaşadığı bu olay hafızasında yer edip gelecek­te kendisine iyi bir ders vermiş oldu. Sonraları benzer\ bir olay daha yaşadı. O sırada hâlâ Kartaca’da bir öğrenciydi ve bellim derslerime devam ediyordu. Bir öğlen vakti pazar yerine gitmiş ezberden konuş­ma yapmak amacıyla; öğrenciler bu tür konuşma alıştırmaları yaparlar hep. İşte orada pazar yerinin bekçileri tarafından hırsız diye yakalan­mış, çünkü sen bunun böyle olmasını istemiştin. Buna göz yummuş­san Tanrımız, bana göre tek nedeni, gelecekte büyük bir şahsiyet ola­cak bu adama daha o zamandan başlayarak hayati kararların verildiği davalarda bir insanın safdillilikle hareket edip bir başk< insanı rahat­lıkla mahküm etmemesi gerektiğini öğretmekti. Alypius elinde yazı levhası ve kalemiyle mahkemenin önünde tek başına bir- aşağı, bir yu­karı dolanıp duruyormuş. Aniden gençten bir başka öğrenci beliriver- miş gümüşçüler caddesinin tepesindeki kurşun parmaklıklarda, ger­çek hırsız oymuş zaten. Alypius’a hiç çaktırmadan, yanında gizliden taşıdığı baltayla vurup kırmaya başlamış kafesleri. Ama aşağıdaki gü­müşçüler işitmiş balta sesini, kendi aralarında fısıldaşıp ueler olup bit­tiğini anlamaya çalışmışlar ve adamlarını yollayıp onlara kimi bulursa­nız yakalayıp getirin demişler. Bu fısıltıları işiten hırsız da yakalan­maktan korkup baltasını bıraktığı gibi kaçmış. Alypius atjamı girerken görmediği halde çıkarken fark etmiş ve hızla kaçtığına tanık olmuş. Niye böyle kaçtığını merak edip öğrenmek için oraya yöneldiğinde hırsızın fırlatıp attığı baltayı görmüş, öylece orada durup şaşkın şaşkın bu buraya nasıl geldi diye düşünüp dururken, kuyumcuların yolladığı adamlar onu bulmuşlar, üstelik çıkardığı ses yüzünden onları buraya getiren balta da elinde değil miymiş. Hemen yakalamışlar Alypius’u, yaka paça sürüyerek dışarı çıkarmışlar, o sırada forumda toplanan dükkancılara da övünerek hırsızı iş başında yakaladıklarını söylüyor­larmış bir yandan. Sonra da tutup kolundan yargıcın önüne çıkarmak üzere sürümeye başlamışlar.

15.   Ama ona bu kadarlık ders yeterdi. Anında yardımına koşup geldin, ya Rab, çünkü sen onun masumiyetinin tek tanığıydın. Hapis­haneye ya da cezasını çekeceği yere götürülürken, yolda kamu binala­rından sorumlu bir mimar çıktı kalabalığın önüne. Alypius’u yakala­yanlar bu mimarla karşılaştıklarına çok sevindiler. Çünkü pazar yerin­de ne kaybolsa bu adam onlardan biliyordu. işte şimdi bütün bu olay­ların asıl failinin kim olduğunu anlayacaktı. Ama bu mimar sıkça gi­dip geldiği falanca senatörün evinde birçok kez rastlamıştı Alypius’a. Bu yüzden onu hemen tanıdı, tanır tanımaz da elinden tutup kalabalı­ğın arasından çekip aldı ve bu utanç verici duruma nasıl düştüğünü sordu ona. İşin aslını esasını öğrenince de yanı başındaki o yaygaracı, tehditler savurup bağırıp çağrışan kalabalığa dönüp kendisini takip et­melerini istedi. Hep birlikte bu işin asıl faili olan o gencin evine gitti­ler. Kapıda köle bir oğlan duruyordu, yaşı o kadar küçüktü ki, efendi­sinin başına bela açıp açmayacağını hiç düşünmeden her şeyi tüm çıp­laklığıyla anlatabilirdi. Pazar yerine efendisiyle birlikte gelmişti. Alypi- us da sonradan tanıdı onu ve mimara tanıdığını ima etti. Bunun üzeri­ne mimar baltayı çocuğa gösterdi ve kime ait olduğunu sordu. Çocuk, “bizim,” dedi. Ardından başka sorular da soruldu ona ve ne sorulduy- sa açık açık cevap verdi. Böylece hak yerini buldu ve suçlunun adresi bu ev oldu. Alypius’u yakalamakla zafer kutlamalarına erkenden baş­lamış olan kalabalık hayal kırıklığı içinde öylece kalakalmıştı. ileride senin Sözünün habercisi olacak ve senin Kilisende bu tür bir sürü da­vaya bakacak olan Alypius ise yaşadığı bu olaydan gerekli dersleri çı­kararak oradan ayrıldı.

10.  BÖLÜM

Alypius'un dürüstlüğü ve Nebridius'un gelişi.

16.   Roma’ya geldiğimde onu orada buldum. Öyle güçlü bağlarla bağlandı ki bana, Milana’ya giderken o da benimle geldi. Benden kapa­mayacağından değil de, daha çok eğitimini gördüğü hukukla ilgili bir şeyler yapabilsin diye.[258] Hukuk okuması ana babasının fikriydi, kendisi­nin değil. Daha önce üç kere avukatlık yardımcılığı yapmıştı ve nefsine hakimiyetiyle birçoklarını şaşkına çevirirken, kendisi de onların parayı namusa tercih etmelerine çok şaşırmıştı. Sadece rüşvetin kışkırtıcılığıyla denenmedi Alypius’un karakteri, gözdağı verilerek de denendi. Roma’- dayken, İtalya eyaletlerinin bütçesinden sorumlu bir başdanışmanın ya­nında yardımcı olarak çalışıyordu. O dönemde nüfuz sahibi bir senatör vardı. Rüşvet vererek bir sürü insanı kendine bağlamış ya da korkuta­rak sindirmişti. İşte bu adam bir keresinde her zamanki yetkisine baş­vurup yasal olarak hak etmediği bir imtiyaz talebinde bulundu. Alypius adama ret cevabı verdi. Rüşvet teklif edildi, güldü geçti. Tehdit edilmeye başlandı, hiçbirine pabuç bırakmadı. Onun bu sıradışı şahsiyeti herkesi kendisine hayran bırakmıştı, çünkü bu kadar yetkin ve insanlara rüşvet vermenin ya da onların canlarını yakmanın bin türlü yolunu bilmekle dünya çapında bu kadar ün kazanan bir adamın ne dostu olmak iste­mişti, ne de düşmanı olmaktan çekinmişti. yardımcılığını üstlendiği yar­gıç bile adamın isteğine karşı çıkmakla birlikte bu tavrını açıkça sergi­leyemedi, bunun yerine davanın bütün sorumluluğunu Alypius’un omuzlarına yükleyip onun izin vermediğini söyledi. Çünkü adama ödün verdiği takdirde Alypius'un istifa edeceği gün gibi açıktı. Ama edebiyat aşkı yüzünden bir kere yoldan çıkacak gibi oldu. Praetorlara tanınan bir haktan yararlanıp kendisi için düşük bir ücretten el yazmaları kopyalatacaktı. Böyle bir şeyin adil olup olmayacağını iyice düşündü taşındı. Dürüstlüğü böyle bir davranışa izin vermezken yet­kesi buna izin veriyordu. Alypius dürüstlüğün yetkeden daha geçer akçe olduğuna karar verip doğru yolu seçti. Küçücük bir ayrıntıydı bu, ama en küçük işte güvenilir olan insan büyük işlerde de güvenilir olur. 14 Senin Hakikatinin dilinden dökülen şu sözler öyle boşu boşu­na söylenmemiş: “Siz dünyanın sahte servetini bile güvenilir şekilde koruyamazken kim size gerçek serveti emanet edebilir? Başkasının servetini güvenilir şekilde koruyamazken kim size kendi malınızı emanet edebi lir?” 15 işte bana o yıllarda sımsıkı bağlanmış, benimseme­miz gereken yaşanı tarzına henüz tam olarak karar verememiş dostum bu karakterde bir insandı.

17.  Nebridius da Kartaca yakınlarındaki memleketini, hatta zama­nının çoğunu geçirdiği Kartaca'yı bıraktı ardında, babasının zengin topraklarını bıraktı, evini bıraktı, peşinden gelmesini istemediği anne­sini bıraktı ve hakikate ve bilgeliğe duyduğu büyük aşkla sırf benimle birlikte olabilmek için kalkıp geldi Milano’ya. Benimle dertleniyor, be­nimle bocalıyordu; ateşli tutkusuyla hep mutlu yaşamı arıyor, keskin zekasıyla en zor soruların altını deşiyordu. ÜÇ aç ağız gibiydik, sadece birbirimizin nefesiyle beslenebiliyorduk, senin yolunu gözlüyor, zama­nı geldiğinde gıdamızı senin bize vermeni bekliyorduk [259] [260] [261] Peşinde ko­şuşturup durduğumuz dünya işlerimiz senin inayetinle hüsranla so­nuçlandığında, niye hep böyle acı çektiğimizi sormaya başlıyorduk birbirimize, ama hep karanlıklar çıkıyordu karşımıza, iç çekip tekrar geri dönüyorduk ve “Bu böyle ne kadar sürecek?” diye soruyorduk. Hep tekrar tekrar soyuyorduk bu soruyu, ama yine de dünya işlerin­den geri durmuyorduk; çünkü hiçbirimiz hakiki ışığı göremiyorduk ki, elimizdekileri bırakıp onu yakalayalım.

11.  BÖLÜM

Augustinus hangi yoldan gitmesi gerektiğine karar veremiyor.

18.   Bilgelik ateşiyle yanıp tutuşmaya başladığım ve onu bulduğum anda beş para etmez hırslarımdan kaynaklanan bütün o boş umutlarımı ve deli hayallerimi bir kenara alacağım dediğim on dokuz yaşımdan bu yana geçen o uzun zaman dilimine şöyle bir baktım, anılarımı şöyle bir gözlerimin önüne getirdim de doğrusu kendime şaştım. Işte şimdi otuzlu yaşlarımı sürüyordum ve hâlâ aynı bataklıklarda debelenip du­ruyordum, çünkü hâlâ dünyanın bana verdiklerine ölesiye açtım, hep­sinin elimden kayıp gittiğini ve bütün gücümü tükettiğini bile bile şöyle söylüyordum: “Yarın bulacağım; bakın görün, açıkça gösterecek bana yüzünü, ben de kesin yakalayacağım onu. Faustus gelecek, bana her şeyi açıklayacak. Ey Akademiacı filozoflar, ne büyüksünüz! Yaşamı­mızı yönlendirmemizi sağlayacak herhangi bir kesin bilgiye ulaşamaya­cak mıyız sahiden? Yok canım, ulaşacağız, ama daha dikkatli aramalı­yız, ümidimizi kaybetmemeliyiz. İşte bakın, Kilise’nin kitaplarında ba­na eskiden saçma görünen metinler artık öyle görünmüyorlar, başka türlü yorumlandıklarında, gayet rahat anlaşılabilirler. Ailemin beni çocukken koyduğu yola daha sağlam basmalıyım, hakikati açıkça gö­rene kadar. Ama nerede arayacağım onu? Ne zaman aramalıyım? Ambrosius’un boş vakti yok, bizim de okumaya ayıracak boş vaktimiz yok. İhtiyacımız olan kitapları nerede bulacağız? Nereden ve ne za­man edineceğiz onları? Kimlerden ödünç alacağız? Zamanımızı iyi ayarlamalı, belli saatleri ruh sağlığımıza ayırmalıyız. Içimde büyük bir umut doğdu, çünkü Katalik inancı hiç de benim düşündüğüm gibi değilmiş, boşu boşuna suçlayıp durmuşum. Bu öğretinin alimleri Tan- rı’nın insan bedeniyle sınırlı olarak düşünülmesinin caiz olmadığını söylüyor. Bize her şeyi açıkça göstereceği halde Onun kapısını çal­makta hâlâ niye tereddüt ediyoruz? Bütün bir sabah öğrencilerimle meşgul oldum, günün kalanında ne yapacağım? Niçin çalınıyorum ki hâlâ kapısını? Peki, ama ne zaman desteklerini üzerimizden eksiltme­meleri gereken şu çok nüfuzlu dostlarımızı ziyaret edeceğiz? Bunca çalışmadan sonra ne zaman kafamı dinleyeceğim? Bana para ödeyen öğrencilerim için ne zaman hazırlanacağım? Bu tür kaygılarla gerilen zihnimizi ne zaman rahatlatacağız da şöyle yeniden kendimizi bir to­parlayabileceğiz?

19.  Bu kaygıların hepsi kahrolsun, kurtulalım artık bu boş, bu sah­te hayallerden, kendimizi sadece ve sadece hakikati aramaya yönelte­lim. Yaşam bir ıstırap, ölümün ne zaman geleceği hiç belli değil, bir anda gelip alacak bizi. Ne şekilde bu yaşamdan çekip gideceğiz? Bu yaşamda öğrenmeyi ihmal ettiğimiz şeyleri nerede öğreneceğiz? Bu ih­malkârlığımızın cezası ağır olmayacak mı? Peki ya ölüm sahiden bü­tün kaygılarımıza bir son veriyorsa ve o gelince biz artık hiçbir şey hissetmiyorsak? işte alın size tartışacağınız bir sorun daha. Ama boş verin bunu, ölüm böyle bir şey değil. Gök kubbeye ağan Hıristiyan inancının yetkesi bütün dünyaya yayılmışsa bunun anlamı bu kadar boş, bu kadar değersiz olamaz. Beden ölünce ruhun yaşamı da bitiyor-

sa Tanrı bizim için bu kadar büyük, bu kadar çok mucize yaratmazdı. O halde niçin dünyevi umutlarımızı bir kenara bırakıp da sadece Tan- rı’yı ve mutlu yaşamı aramakta hâlâ tereddütlü davranıyoruz? Durun, biraz daha bekleyin. Bu yaşam da çok tatlı, kendine özgü lezzeti hiç fena değil. Bu lezzetten öyle hemen kurtulmak olmaz, sonra geri dön­mek zorunda kalırız falan, ayıp olur. Bak, çok az kaldı, neredeyse iyi bir mevki yakaladım. Bundan başka ne isteyebilir ki bir insan yaşam­dan? Nüfuz sahibi bir sürü dostum var, biraz daha küçük düşünür­sem ve aceleci davranmazsam en azından küçük bir eyalette valilik ka­pabilirim. Daha olmadı parası olan bir kadınla evlenirim, böylece ya­pacağım harcamalar da belimi bükmemiş olur. Sonra önümde örnek alacağım pek çok büyük adam var, hepsi evli, ama aynı zamanda bil­gelik yoluna adamışlar kendilerini.”

20.   Işte bunları söylüyordum, bir oradan esiyordu bu rüzgârlar, bir buradan; bir oraya savuruyorlardı ruhumu, bir buraya. Zaman akıp gidiyordu, Rabbime yönelmekte geç kalıyordum, gün be gün se­nin yolunda yaşamayı erteliyordum da her gün kendi içimde ölmeyi erteleyemiyordum. Mutlu yaşamayı seviyordum, ama senin ikametgâ­hında olan bu yaşama yaklaşmaktan korkuyordum, ondan kaçtıkça da hep yeniden aramak zorunda kalıyordum. Bir kadının kollarından yoksun kalırsam bunun bana çok ağır geleceğini sanıyordum. Merha­metinle ilaç olup bu zaafımı iyileştirebileceğini düşünmüyordum bile, çünkü hiç böyle bir şey yaşamamıştım. İnsan ancak kendi iradesiyle cinsel perhiz yaparsa yapar diyordum, ama böyle bir iradem olduğu­nu dahi bilmiyordum. Öyle budalaydım ki, Kutsal Kitaptaki şu sözü de hiç bilmiyordum: “Sen bahşetmedikçe kimse kendi başına nefsine

ısı

 

 

hakim olamaz.”[262] Eminim böyle bir iradeyi bana bahşederdin, yüreği­min derinliklerindeki iniltileri senin kulaklarına ulaştırabilseydim ve salt iman kudretimle derdimi kesip senin önüne atabilseydim.

12.  BÖLÜM

Alypius ile Augustinus arasında evlilik ve bekârlık
üzerine bir tartışma.

21.   Alypius benim evlenmeme gerçekten karşıydı, evlenirsem böy­le rahat rahat oturup da nicedir özlemini çektiğimiz bilgelik aşkını be­raberce tadamayacağımızı söyleyip duruyordu. Kendisinin bu konuda o zamana kadar gösterdiği nefsine hakimiyet beni öyle şaşırtmıştır ki. Ilk gençlik yıllarında cinsel deneyimi olmuş, ama bunu bir alışkanlık haline getirmemiş. Hana tam tersi bundan çok ulanmış ve nefret et­miş, sonra da zaten tamamen cinsellikten uzak bir yaşam sürmeye başlamış. Bense ona itiraz ediyor ve evli olduğu halde bilgelik yolunda ilerlemekten geri durmamış, Tanrı’ya hizmetle kusur işlememiş, arka­daşlarına karşı sadakatini korumuş ve onları hep sevip saymış nice ör­nek insan gösteriyordum. Ama doğrusu ben bile onların bu yüce ruh hallerinden çok çok uzaktım; tensel hastalığa tutulmuş, bu hastalığın ölümcül tılsımıyla zincirlenrni.şlim, bu zinciri de beraberinde öyle sü­rüyüp götürüyordum, ama bir yandan da ondan kurtulmaktan korku­yordum. Taze yarasına tuz basılmış gibi, dostumun benim hayrıma olacak öğütlerini dinlememezlikten geliyor ve olur da zincirimi çözer diye elini hep geri itiyordum. Üstelik yılan benim ağzımda yuva yap­mış, beni kullanarak Alypius’la konuşuyordu; o masum, o zincir vu­rulmamış ayaklarını bağlamak için benim dilimden büyülü tuzaklar örüp seriyordu yoluna.

22.    Derin saygı duyduğu bir adamın tensel zevkin tutkalma böyle sımsıkı yapışmış olması onu hayretler içinde bırakıyordu. Ne zaman bu meseleyi kendi aramızda konuşacak olsak, bekâr bir yaşam sürmek benim harcım değil diyordum ona. Onun şaşırdığını görünce de he­men kendimi savunmaya geçiyor ve şimdilerde güç bela hatırlayabil­diği ve bu yüzden en ufak bir zorluk çekmeden kolayca vazgeçebildiği o bir çırpıda yaşanan geçici ilişkisi ile benim yaşam tarzım olmuş zevklerim arasında uçurumlar olduğunu söylüyordum; bu zevklerimi o kutsal evlilik kurumuyla taçlandırabilmiş olsaydım evlilik yaşamın­dan neden kolayca vazgeçemediğime böyle şaşmazdın diyordum. Be­nim bu sözlerim üzerine bu sefer kendisi arzular olmuştu evliliği, ama bu arzusu cinsel zevkin çekiciliğine yenik düşmesinden kaynaklanmı­yordu, onunkisi salt meraktı. Senin yaşamının olmazsa olmazı olan bu zevk ne menenı bir şeydir öğrenmek isterim diyordu bana, ne menem bir şey ki bu, kabul ettiğimde senin bu zevk olmadan yaşadığın yaşa­mın işkenceden başka bir şey olmadığını anlayabileyim. Benim esare­tim karşısında doğrusu serseme dönmüştü, çünkü onun ruhunda bendeki şu zincirlerden yoktu. Ama bu sersemlik artık onu da bu zevki yaşamaya itecekti ve belki de bu zevki tadar tatmaz o da ser­semlemesine sebep olan o esarete sürüklenecekti, çünkü artık ölüm­le antlaşma imzalamaya dünden hazırdı[263] ve tehlikeye aşık olup teh­likenin içine düşecekti.[264] Çünkü ne o ne de ben evliliğimizde üstü­müze düşen görevleri yerine getirdim, çocuklarımızı yetiştirelim gibi onurlu bir birliktelik hayal etmiyorduk, tabii bu şekilde bir birliktelik varsa. Mesela beni büyük ölçüde evliliğe çeken şey esiri olduğum ve işkenceler çektiğim doymak bilmez cinsel arzumu yoğun biçimde do­yurma alışkanlığıydı, Alypius ise kölesi olduğu merakı yüzünden evli­liğe sürükleniyordu. lşle bizler bu haldeydik ey Yüceler Yücesi, balçık­tan yarattığın bizleri hiçbir zaman terk etmeyen sen bizim sefilliğimize acıyıp türlü mucizevi ve gizemli yolla yardımımıza koşuncaya kadar.

13.   BÖLÜM

Augustinus'a bir eş aranıyor.

23.    Evlenmek için üzerimde öyle büyük bir baskı hissediyordum ki. En sonunda bir kıza teklif götürdüm, özellikle annemin büyük uğraşları sonucunda kızdan da olumlu yanıt aldım. Anneme göre bir kere evlenirsem kutsal vaftiz sularında arınacaktım. Bu yüzden benim her geçen gün vaftiz olmaya bir adım daha yaklaşmış olmam onun içi­ni sevince boğuyordu. Inancıının artması kendi dualarının kabulü­nün, senin de verdiğin sözleri tuttuğunun işaretiydi ona göre. Hem benim ricalarımla, hem de kendi arzusuyla her gün yüreğinin derinle­rinden çığlıklar atarak sana yakarıyor ve yapacağım bu evlilikten son­ra neler olacağını göstereceğin bir rüya göndermeni bekliyordu senr den, ama sen ona hiç böyle bir rüya göndermek istemiyordun. Insan aklının sürekli bir konuya takılmasından kaynaklanan bulanık ve tu­haf birtakım hayaller görüyordu sadece. Sonra bunları bana anlatıyor­du, ama senin ona sahiden gösterdiğin rüyaları anlatırken duyduğu güveni duymuyordu bunları anlatırken, o da inanmıyordu aslında an­lattıklarına . Senin ona gönderdiğin rüyalar ile kendi ruhunun yarattığı rüyalar arasındaki farkı, senin rüyalarından aldığı, kelimelerle açıkla­yamayacağı kadar tılsımlı bir tatla ayırt edebildiğini söylüyordu sürek­li. Her şeye rağmen azimliydi bu konuda, hatta kızı bile istetmişti. Ama kızın evlilik çağına gelmesine en az iki yıl daha vardı. Olsun, so­nuçta benim de hoşuma gitmişti, öyleyse bekleyebilirdim.

14.  BÖLÜM

Arkadaşlarıyla ortak bir yaşam sürmeye karar veriyor.

24.   Pek çok arkadaşımla birlikte ciddi bir karar arifesindeydik, bir­birimizle oturup konuşuyor, insan yaşamının fırtınalarına, huzursuz­luklarına duyduğumuz nefreti dile getiriyorduk. Sonunda bir şekilde kalabalıktan uzakta, sakin bir hayat yaşamaya karar verdik. Sakin ya­şam planımız şu şekilde işleyecekti: Kimin neyi var neyi yoksa ortaya koyacak, ortaya konan bu mallardan tek bir evin bütçesini oluştura­caktık Samimi dostluklarda şunun malı, bunun malı gibi bir olmazdı, bütün mallar tek bir mal olacaktı, yani tek tek her birimiz hem bütün mallara sahip olacaktık hem de her şey herkesin olacaktı. Görülen o ki bu topluluk on kişiden oluşacaktı. Aramızdaki bazı arkadaşlarımız çok zengindi, özellikle memleketlim Romanianus. O dönemde işleriy­le ilgili yaşadığı ciddi sorunlar yüzünden Milana’daki mahkemeye gel­mesi gerekmişti. Çocukluk yıllarımızdan itibaren onunla çok yakın bir dostluğumuz vardı. Bu girişimimize büyük destek verdi, mali kaynak­ları hepimizinkinden yüksek olduğundan düşünceleriyle de ağırlığını hissettirdi. Her yıl seçilen yüksek memurlar gibi, içimizden seçeceği­miz iki kişi bütün zorunlu ihtiyaçlarımızı giderecek, diğerleri de keyif­lerine bakacaktı, herkes bunda hemfikirdi. Ama sonra şöyle bir soru takıldı kafamıza, peki kadınlarımız böyle bir uygulamaya sıcak baka­caklar mıydı. Çünkü arkadaşlarımızın bazıları evliydi, biz de evlen-

rnek istiyorduk. Planımız böylece suya düşmüş oldu, oysa ne de özene bezene oluşturmaya çalışmıştık Yeniden iç çekişlerimize, sızlanmala­rımıza geri döndük, yeniden dünyanın o geniş, o aşınmış yollarını ar­şınlamaya başladık. Bizim zihinlerimizde böyle bin türlü düşünce do­lanıp durur, ama senin kararın sonsuza dek hep aynı kalır.20 Kararını almış olduğundan bizimkilere gülüp geçiyordun zaten ve bizi kendi kararlarına göre hazırlıyordun, zamanı geldiğinde besinimizi vermek, ellerini açıp yüreklerimize lütullarını yağdırmak üzere.21

15.  BÖLÜM

Ayrıldığı kadınının yerini bir başka kadın alıyor.

25.   Bu arada günahlarım da kat kat artıyordu. Hep beraberce uyu­maya alıştığım kadını evliliğime engel oluşturacağı düşüncesiyle yanı başımdan koparıp aldılar. Ona yapışmış olan yüreğim yarıldı sanki, yaralandı, kan seline dönüştü ardından. Afrika'ya geri döndü, bir daha başka bir adamla yaşamamaya yeminler ede ede. Benden olan evlilik- clışı oğlumuzu da bana bıraktı. Ama ben mutsuzdum, o kadınımdaki yürek yoktu bende, beklemeye de tahammülüm yoktu, çünkü sözlüm olan kızla evlenebilmem için iki yıl gibi bir zaman geçmesi gerekiyor­du. Zaten ben evliliğe âşık bir adam değildim, şehvetimin kölesjydim. Bu birliktelik kökleşmiş alışkanlığımı sürdürerek evlilik dünyasına adımımı atana kadar ruhumun hastalığına iyi gelebilirdi belki, gücünü koruyabilirdi, ya olduğu gibi ya da belki daha etkin şekilde. Ama ön­ceki ayrılığımdan aldığım yara iyileşmek bilmiyordu. Aksine daha faz­la alevlendi, zonk zonk zonkladı, sonunda iltihaplandı. Donmuştu [265] [266]

İTİRAFLAR

sanki acısı, ama iyileşme umudunu tüketmişçesine ıstırap veriyordu şimdi de.

16.  BÖLÜM

Ölüm ve yargılanma korkusundan asla kurtulamıyor.

26.   Şükürler olsun sana, binlerce şükürler olsun ey Merhamet Pı­narı! Acizliğim arttıkça sen daha yakınıma geliyordun. Arlık elin tam üzerimdeydi, çekip çıkaracaktı beni bu çamurdan, yıkayıp arındıra­caktı, ama ben henüz bunu bilmiyordum. Tensel zevklerin çukuruna ballıkça batmaktan hiçbir şey alıkoyamazdı beni, ölümden korkma- saydım ve gelecekte senin tarafından yargılanmaktan. Çünkü bin türlü duygu girip çıkıyordu yüreğime, ama bir tek bu duyguyu asla söküp alamadım derinlerimden. Arkadaşlarım Alypius ile Nebridius’la iyi ve kötünün son sınırı üzerine konuşup duruyorduk. Ben ölümden sonra ruhun yaşamını sürdüreceğine ve hak ettiği şekilde ödüllendirip ceza­landırılacağına inanmamış olsaydım Epicurus çoktan ruhumu fethet­miş olurdu, ama Epicurus lam tersi bir inanca sahipti. Hep şöyle so­rup duruyordum, bizler ölümsüzsek ve tensel hazzımız sonsuza dek böyle sürecekse, bu hazzı kaybetmekten hiç korkmayacaksak o zaman niçin mutsuz olalım ki, bundan başka ne isteyebiliriz ki? Ama asıl acizliğimizin tam da bu olduğunu kavrayamıyordum, öyle derinlere batmıştım, öyle körleşmişti ki gözlerim, erdemin ve sırf kendi doğa­sından dolayı sevilmeye layık olan o güzelliğin yaydığı ışığı seçemiyor- dum, çünkü bu ışık bedenimizdeki gözlerle değil, gönül gözümüzle seçebileceğimiz bir ışıktı. Ne zavallıydım, arkadaşlarımla o ayıp konu­ları böyle tallı tatlı konuşurken bu konuşmalardan aldığım hazzın hangi kaynaklan geldiğini merak bile etmiyordum, hiç sormuyordum kendime zihnimi tensel zevklerin akışına kaptırdığım zamanlarda bile arkadaşlarım olmaksızın neden benim anladığım anlamda da olsa mutlu olamadığımı. Arkadaşlarımı hiçbir çıkar gütmeden seviyordum, arkadaşlarımın da beni hiçbir çıkar gütmeden sevdiklerine inanıyor­dum. Ah dolambaçlı yollar'. Vah cüretkar ruhlar, senden ayrıldığında kendilerine daha iyi bir ikametgah bulacağını sananlar! Nereye döner­lerse dönsünler, ister sırt üstü yatsınlar, ister yüzükoyun, her yer on­lara sert gelir, çünkü sadece sen ebedi istirahatsın. işte hazırsın, bizi o dolambaçlı patikalarımızdan çekip alacaksın ve kendi yoluna koyacak­sın, teselli, vereceksin ve diyeceksin ki: “Haydi koşun, ben size destek olacağım, ben size kılavuzluk edeceğim ve o son yolculuğunuza bile ben sizi uğurlayacağım.”[267]


 

7.     KİTAP

1.   BÖLÜM

Tanrı'yı sonsuz mekâna yayılmış bir cisim
olarak algılıyor.

1. Gençliğimde işlediğim o utanç verici günahlar ölüp gitmişti ar­tık,[268] olgunluk çağıma giriyordum, ama yaşım ilerledikçe kibrim daha da yüz kızartıcı bir hal alıyordu. Gözlerimin görmeye alışkın olmadığı türde bir varlık hayal edemiyordum. Ama senin bilgeliğinle ilgili bazı şeyler kulağıma çalındıktan sonra Tanrım, artık seni insan biçimli bir varlık olarak da düşünemiyordum, aslında bu şekilde düşünmekten hep kaçınmıştım. Baktım ki, bizim ruhani anamızın, yani Katalik Kili­sesinin inancında da aynı düşünce söz konusu, o an rahatladım. Peki ama, seni başka türlü nasıl düşünecektim, hiç bilemiyordum. Ben bir insan olarak, hem de böyle kusurlu bir insan olarak, seni en yüce, bi­ricik ve hakiki Tanrı olarak düşünmeye çalışıyordum ve bütün kal­bimle senin bozulmaz, zedelenmez ve değişmez bir varlık olduğuna inanıyordum. Bunun nedenini, nasılını açıklayamasam da, açıkça gö­rebildiğim ve kesinlikle emin olduğum tek gerçeklik, bozulabilenin bozulamayana göre daha alt seviyede, zedelenemeyenin zedelenebile- ne göre hiç tereddütsüz daha üst seviyede ve değişmez olanın da deği­şebilir olana göre daha iyi durumda olmasıydı. Yüreğim hayal gücü­mün yarattığı bu görüntülere şiddetle karşı çıkıp bas bas bağırdıkça, ben de emin olduğum bu tek gerçekliği silah olarak kullanıp zihnimin gözlerinde uçuşan o kirli kalabalığı silmeye çalışıyordum. Tam dağılıp

AUGUSTJNUS

gittiler derken, gözümü kırpmamla birlikte tekrar oraya üşüşüyorlar­dı, görüşüme hücum ediyorlar ve onu karartıyorlardı, öyle ki seni in­san bedenli olarak düşünmediğim halde yine de mekandaki herhangi bir cisim olarak görmekten kendimi alıkoyamıyordum, ya dünyaya nüfuz eden bir şey olarak görüyordum seni ya da dünya ötesine son­suzca yayılmış bir şey olarak. Gördüğüm bu cismi bozulamaz, zedele- nemez ve değişemez olarak algılıyor ve bozulabilen, zedelenebilen ve değişebilir olandan daha üst seviyeye yerleştiriyordum zihnimde. Çünkü mekansız tasavvur benim için hiçlikti, hem de mutlak hiçlikti, öyle ki boşluk bile değildi, şöyle söylersem, bir cisim mekandan kaldı­rılırsa ya da mekan bütün cisimlerinden, örneğin yeryüzünden, su­dan, havadan ya da gökyüzünden boşaltılırsa, geriye yine de boş bir mekan olarak kalır ya hani, tıpkı hiçlik mekanı gibi, işte bu bile değil­di benim için mekansız bir tasavvur.

2.   Yüreğim öyle yağlanmıştı ki, kendimden bile öyle bihaberdim ki, belli bir mekanla sınırlı olmayan, yani bir mekana yayılmamış, top­laşmamış ya da genişlememiş veya bu tür özellikleri olmayan ya da olamayan herhangi bir şey bana göre tam bir hiçlikti. Çünkü gözlerim bu tür şekiller görmeye alışkındı, yüreğim böyle imgeleri seçebiliyor­du ve ben bütün bu görüntüleri oluşturmamı sağlayan zihinsel gücü­mün bunlardan çok farklı bir şey olduğunu ve bu gücün, çok daha büyük bir şey olmadıkça bütün bu şekilleri ve bu imgeleri oluştura­mayacağını idrak edemiyord um. İşte bu yüzden seni, ey yaşamıının Yaşamı, seni mekanın her yanına sonsuzca yayılmış devasa bir varlık olarak düşünmekten kendimi alıkoyamıyordum, dünyamızın o kosko­ca yuvarlağına süzülen, dünyamızın ötesine de her yandan sınırsızca yayılan devasa bir varlık olarak düşünmekten. Öyle ki yeryüzü, gök­yüzü ve bütün alem seninle doluydu ve seninle sınırlanıyordu, ama senin hiçbir sınırın yoktu. Nasıl ki güneşin ışığı dünyamızın üstünü örten havadan, yani hava dediğimiz maddi cisimden hiçbir engele ta­kılmadan geçerek süzülür, havayı kırmadan, çatlatmadan olduğu gibi doldurur, işte aynı şekilde seni de böyle bütün maddi cisimlerden, ya- ııi sırf havadan değil, gökyüzünden, denizden, hatta yeryüzünden sü- züldüğünü, bu cisimlerin en büyük ya da en minik parçasına nüfuz ettiğini, onların da senin varlığınla dolduğunu ve gizemli nefesinle bü­tün yarattıklarını hem içeriden hem de dışarıdan yönettiğini düşünü­yordum. Işte böyle düşünüyordum, çünkü başka türlü düşünemiyor­dum, ama bu bir yanılgıydı. Çünkü doğru olsaydı, dünyanın daha bü­yük bir bölümü senin büyük bir kısmına, daha küçük bir bölümü de senin küçük bir kısmına sahip olmuş olacaktı. Her şey seninle dolu ol­duğuna göre, bu durumda bir filin gövdesi, bir serçenin gövdesine oranla senden daha fazla pay almış olacaktı, çünkü filin gövdesi serçe- ııinkinden daha büyüktür ve daha fazla yer işgal eder. O vakit sen parçalarını bölüp bölüp büyük parçalarını dünyanın büyük parçaları­na, küçük parçalarını da dünyanın küçük parçalarına pay ediyor ve onlar o şekilde dolduruyor olacaktın ki, böyle bir şey doğru olamaz Ama sen henüz karanlıklarımı aydınlatnıamıştın.

2.    BÖLÜM

Nebridius'un Manicilerin iddialarını çürüttüğü önemli an. [269]

bize de sarsıcı gelen bir iddiası vardı.2 Bu iddiayla onlara karşı çıkmak bana yetip de artacaktı. Şöyle soruyordu Nebridius: Manicilerin sü­rekli senin karşına çıkarttıkları şu karanlık soy, sen onlarla savaşmayı reddetseydin, acaba ne yapacaktı? Sana biraz zarar vermiş olacaktı di­ye yanıtlanacak olsa bu soru, o zaman sen zarar verilebilen ve bozula­bilen bir varlık olacaktın. Aynı soru, bu soy sana hiç zarar veremezdi diye yanıtlanacak olsa o zaman da böyle bir savaş çıkartmanın anlamı kalmayacaktı, çünkü bu şartlar altındaki bir savaş için senin bir par­çan, yani senin uzuvlarından biri ya da senin tözünden bir oluşum düşman güçlerle ve senin yaratmadığın doğalarla karışacak ve onlar tarafından bozulacaktı, böylece kutluluktan sefilliğe dönüşecek ve kurtarılmayı ve arınmayı bekleyecek kadar kötü bir duruma düşecek­ti. Manicilerin dediklerine bakılırsa, bu oluşum insanın ruhuydu. Esir alınmış bir ruhtu bu, murdar olmuş ve bozulmuştu, ancak senin Sö­zün yardımına koşunca özgürleşecek arınacak ve bozulmamış hale gelecekti. Ama gerçekten böyleyse o zaman senin Sözünün de bozula­bilir olması gerekiyordu, çünkü o da ruh gibi bir ve aynı tözden mey­dana gelmişti. Bu yüzden senin, yani ne isen onun, yani seni sen ya­pan tözünün bozulamaz olduğunu söylediklerinde bütün kuramları hatalı ve tutarsız olacaktı. Senin bozulabilir olduğunu söylediklerinde ise bu hem hatalı hem de şiddetle karşı çıkılması gereken bir küfür olacaktı. İşte Manicilere karşı geliştirilen bu iddia, bu adamların öğre­tileriyle ağzına kadar dolan midemi kusar gibi boşaltmama yetip de

artmıştı. Çünkü onlar içine düştükleri bu ikilemden artık sana şöyle yürekten, ağız dolusu küfür etmedikçe öyle kolay kolay kurtulamaya­caklardı.

3.    BÖLÜM

Günahın nedeni özgür iradedir.

4.  Ama benim için hâlâ birtakım şeyler açık değildi, senin bozula­maz, zedelenemez, hiçbir şekilde değiştirilemez bir varlık olduğunu ve senin hem ruhlarımızı hem de bedenlerimizi yaratan, hatta bizim ruhlarımızı ve bedenlerimizi yarattığın gibi canlı ve cansız her şeyi ya­ratan Tanrımız, hakiki Tanrımız olduğunu bütün kalbimle itiraf edip kabul etsem de kötülüğün nedenine açık ve seçik bir yanıt getiremi­yor, bu konudaki düğümü çözemiyordum. Bununla birlikte bu nede­nin, değişemez olan Tanrı’nın değişebilir olduğuna inanmama yol aça­cak herhangi bir kuramla açıklanamayacağını da seziyordum. Çünkü böyle bir şeye inanacak olursam aradığım nedenin kendisi bizzat ben olurdum. Bu yüzden tedbiri hiç elden bırakmadan sorunun üzerine gidiyordum ve Manicilerin ileri sürdükleri iddianın doğru olmadığın­dan emindim. Onlardan bütün ruhumu uzak tutuyordum. Artık iyice anlamıştım ki onlar kötülüğün nedenini ararlarken tamamen kötülük­le dolmuşlar, çünkü senin doğanın kötülüğe maruz kaldığını söyleye­biliyorlar da kendi doğalarının kötülük yaptığını kabul etmiyorlar.

5.   Bu konuda bana neler öğretildi diye düşündüm ilkin, bana öğre- ı ilen iradenin özgür seçiminin yanlış yapmamıza ve senin tarafından yargılanmamıza neden olduğuydu.3 Ama bunu çok iyi anlayamıyor- dum. Zihnimin gözlerini bulunduğum uçurumdan uzaklaştırmaya ça­lışıyordum, ama yine içine düşüyordum, tekrar tekrar uzaklaştırmaya çalıştım, ama hep yeniden içine düştüm. Beni senin ışığına çıkaran tek neden, benim hem irade sahibi bir varlık, hem de canlı bir varlık ol­duğumu bilrnemdi. Adım gibi emindim ki, ben bir şey istediğimde ya da istemediğimde bunu isteyen ya da istemeyen benden başkası değil­di. İşte yavaş yavaş anlamaya çalıştığım günahımın sebebi buydu. Gör­düm ki, isteklerime karşıt hareket ettiğimde aslında ben bir eylemde bulunmuş olmuyordum, tersine ben bir eyleme maruz kalmış oluyor­dum ve bu durumu bir kusur değil de bir ceza olarak görüyordum. Çünkü senin adil bir varlık olduğunu düşündüğümden, cezalandırıl­mamın adaletsiz olamayacağına inanıyordum. Ama yeniden şöyle sor­dum kendime: “Peki beni yaratan kim? Tanrım değil mi, yalnızca iyi olan, hatta iyiliğin kendisi olan Tanrım? Öyleyse neden ben kötülüğü isteyip iyiliği istemiyorum? Layığımı bulup cezalandırılmanı için mi böyle oluyor? Benim içime bu acı tohumları koyan, bunları eken kim öyleyse, ben baştan sona tatlılar tatlısı Tanrımın bir eseri olduğuma göre? Bunu yapan şeytansa, peki şeytanı kim yarattı? Bu şeytan yoldan çıkmış iradesiyle kendini şeytana dönüştüren bir melekse o zaman onun içindeki bu kötü iradenin kaynağı ne ki onu böyle şeytan kıldı, iyiler iyisi Tanrı onu baştan sonra iyi bir melek olarak yaratmamış mıydı?” İşte yeniden bastırıyordu bu düşünceler, soluk alamıyordum, ama artık insanın kötülük yapmadığını, senin kötülüğe maruz kaldığı­nı sanıp sana tövbe etmekten kaçınan insanların bulunduğu o günah cehennemine kadar sürüklenmiyordum.

4.   BÖLÜM

Tanrı'nın bozulamaz olması gerekir.

6.   Çünkü artık bozulamaz olanın bozulabilir olandan daha üstün olduğunu anlamıştım ve bu yüzden her ne olursa olsun senin bozula­maz olduğunu biliyordum, buradan hareketle diğer ilkeleri de bulma­ya çalışıyordum. Çünkü daha önce senden, yani en yüce ve en üstün iyilik olan senden daha iyi bir şey olduğunu idrak edebilecek hiçbir ruh olamazdı, olmayacaktı da. Vardığım bu sonuç, yani bozulamaz olanın bozulabilir olandan daha üstün olduğu sonucu tartışmasız doğ­ru ve kesin bir bilgi olduğuna göre, senin bozulamaz olman şarttı, yoksa benim Tanrımdan daha iyi bir şeyi düşünebiliyor olmam gere­kirdi. O halde artık bozulamaz olanın bozulabilir olandan daha üstün olduğunu anladığıma göre, seni bu gerçeğin ışığında aramalı ve bura­dan hareketle araştırmamı kötülüğün nedeni üzerine, yani senin doğa­nı hiçbir şekilde etkileyemeyecek olan bozukluğun kaynağına yönelt­meliyim. Çünkü Tanrımız mutlak anlamda hiçbir bozulmanın konusu ulamaz, hiçbir irade, hiçbir zorunluluk ya da kör bir rastlantı böyle bir sonuca yol açamaz. Çünkü o Tanrı’dır, kendisi için istediği her şey iyidir ve o iyinin kendisidir, oysa bozulmak iyi değildir. Sen isteğin dı­şında bir şey yapmaya zorlanamazsın, çünkü senin iraden gücünden daha büyük değildir. Büyük olması için her şeyden önce senin ken­dinden daha büyük olman gerekir. Çünkü Tanrı’nın iradesi ve gücü lanrı’nın kendisidir. Sen her şeyin bilgisine sahipsen senin için bek­lenmedik bir şey söz konusu olabilir mi? Bu şeyin doğası ne olursa ol- Min o senin bilgin dışında zaten varolamaz. Tanrı olan tözün bozula­maz olduğuna ilişkin daha fazla kanıt ileri sürmeme gerek var mı, ter- ■■ı mümkün olsaydı bu töz Tanrı olamayacağına göre?

5.    BÖLÜM

Kötülüğün nereden kaynaklandığını,
yani kökeninin ne olduğunu araştırıyor.

7.   Kötülüğün kökenini araştırıyordum, ama kötü bir şekilde araştı­rıyordum ve bu şekilde bir araştırma yöntemiyle onu bulamıyordum. Bütün alemi gözlerimin önüne getirmeye çalışıyordum, hem bizim gö­rebildiklerimizi, örneğin karaları, denizleri, havayı, yıldızları, ağaçları ve ölümlü canlıları, hem de bizim göremediklerimizi, örneğin üstü­müzdeki gök kubbeyi, oradaki tüm melekleri ve oradaki ruhani olan her şeyi; çünkü ruhani olan şeylerin hepsinin, hayal gücümün elverdi­ği ölçüde, tıpkı maddi cisimler gibi belirli yerlerde bulunduğunu dü­şünüyordum. Senin yarattığın her şeyin farklı türde bedenlerden oluş­muş devasa bir kütle olduğunu sanıyor, bunların bazılarını gerçek, ba­zılarını da hayal gücümün ruhani dediği cisimler olarak tasavvur edi­yordum. Bu kütleyi çok büyük bir şey olarak hayal ediyordum, ama gerçekten ne kadar büyük olduğunu bilemiyordum. Her yönden sınır­lı olduğunu düşündüğüme göre, işte olabildiğince büyüktü. Seni ise, ya Rab, bu kütleyi her yandan çevreleyen ve içine nüfuz eden, ama her yönüyle sonsuz bir varlık olarak hayal ediyordum; şöyle ki, her yere ve her yana uzanan, ama her yönden sonsuz engin bir tek deniz düşünün ve içinde de olabildiğince büyük, ama sonlu bir sünger; sonra da bu süngerin bütün gözeneklerinin o engin denizle doldu­ğunu düşünün. İşte senin sonlu aleminin tıpkı bu şekild.e sonsuz olan seninle dolduğunu düşünüyordum ve şöyle diyordum: “İşte Tanrı, işte Tanrı’nın yarattığı alem. Tanrı iyidir ve mutlak anlamda, tamamıyla yarattıklarından üstündür. Tanrı iyi olduğundan yarattık­ları da iyidir. işte bak nasıl da yarattıklarını çepeçevre sarıyar ve on- lan dolduruyor. Öyleyse kötü nerede, nereden kaynaklanıyor, yarat­tıklarına nereden giriyor? Kötünün kökeni ne, hangi tohumdan ne­şet ediyor? Yoksa kötülük diye bir şey hiç yok mu? O zaman olma­yan bir şeyden neden korkuyoruz ve kaçınıyoruz? Boşuna korkuyor­sak o zaman korkunun kendisi kötü, çünkü yüreklerimizi hiç yok­tan huzursuz edip onlara işkence çektiriyor. Bu durumda kötü kor­kudan daha büyük, çünkü korkulacak bir şey değilken biz ondan korkuyoruz. O halde ya kötülük var ve biz ondan korkuyoruz ya da kötü olan korkunun kendisi. Peki, Tanrı iyi olduğuna göre ve her şeyi iyi olarak yarattığına göre, kötü nereden kaynaklanıyor? Hiç şüphesiz Tanrı en yüce iyiliktir, dolayısıyla yarattığı iyiliklerden daha büyük olmak durumundadır. Ama sonuçta hem Yaratan hem de yara­tılanların hepsi iyidir. O zaman kötülük nereden geliyor? Yoksa evreni yarattığı maddede mi bir kötülük vardı? Bu maddeye biçim verirken ve kendi amacına uygun hale getirirken, onun herhangi bir kısmını iyiye döndürmeden mi bıraktı acaba? Ama niçin böyle bir şey yapsın? O her şeye kadir olduğuna göre, bütün maddeyi iyiye çevirecek ve içinde herhangi kötü bir şey kalmayacak şekilde değiştirecek gücü yok muydu yani? Hem sonra böyle bir maddeden neden bir şey yaratmak istedi de her şeye kadir gücüyle bu maddeyi tümüyle yok etmeyi seç­medi? Onun iradesine rağmen bu madde var olabilir miydi? Bu mad­de ezelden beri varsa, neden Tanrı geçmişin o sonsuz zaman dilimin­de onun böyle bozuk bir halde varoluşuna izin verdi de, nice sonra bu maddeden bir şeyler yaratmaya karar verdi? Ya da Tanrı aniden yaratı­ma geçmeye karar verdiyse, her şeye kadir oluşuyla neden bu kötü maddeyi yok edip de sadece kendisi en hakiki, en yüce ve sonsuz iyi­lik olarak kalmayı seçmedi? Ya da Tanrı iyi olduğundan kendinden başka iyi bir şey yapmaması ya da yaratmaması uygun olmayacak idiy­se, neden kötü malzemeyi imha edip hiçliğe indirgemedi ve onu her şeyi yaratacağı iyi bir madde haline getirmedi? Kendisinin yaratmamış olduğu bir maddeden yardım almadıkça iyi bir şey yaratamayacak idiyse, her şeye kadir değil mi yani?" Işte bu tür düşünceler dönüp duruyordu zavallı zihnimde, hakikati bulamadan ölmek korkusu da içimi yiyip bitirdikçe iyiden iyiye ağırlaşıyordu. Buna rağmen Katolik Kilisesinde edindiğim senin Oğlun, bizim Rabbimiz ve Kurtarıcı­mız Isa’ya olan inanç yüreğime sıkıca tutunmuştu. Evet, pek çok açı­dan hâlâ belirsiz sayılırdı bu inanç, hatta kendi öğretisinin kurallarıyla ilgili de tereddütleri vardı, ama zihnim bu inancı hiç terk etmedi, ak­sine her geçen gün içtikçe içti.

6.    BÖLÜM

Astrologların kehanetlerini reddediyor. [270]

1 lisanların tahminleri çoğu kez tesadüflere dayanır; durmadan atıp tu­tarlar, aralarından birkaçı da tutuverir, ama söyleyenler bile durumun larkında olmaz; susmamacasına konuşup dururlarken aralarda bir yerlerde körün taşı rastgelir sadece. İşte sen de karşıma böyle birini çıkarıp onunla arkadaş olmamazı sağlayarak beni terbiye ettin. Astro­loglara danışmaya meraklı bir adamdı bu arkadaş. Bu konuda öyle eğitimi falan yoktu, ama dedim ya, danışmaya meraklı biriydi. Ama te­mel nitelikte birkaç bilgi de edinmiş babasından, öyle söylüyordu. As­lında temel nitelikte dediği bu bilgilerin onun astrolojiye olan güveni­ni tamamen sarsıcı bilgiler olduğunun hiç farkında değildi. Bahsetti­ğim arkadaşm adı Firminus’tu, özgür sanatlar dalında öğrenim gör­müştü, belagatle ilgili bilgisi de müthişti. Beni kendisine yakın görüp, geleceğe dair büyük umutlar beslediği işleriyle ilgili yıldız falı dedikle­ri fala bakıp gördüklerimi kendisine söylememi istedi. Ben de tam o aralar Nebridius'un sözlerinin etkisiyle astrolojiden yavaş yavaş kop- ınaya başlamıştım. Ama peşinen olmaz demedim, hayal meyal ne gö­rüyorsam da söyledim, ama bu tür şeylerin artık bana gülünç ve an­lamsız geldiğini söylemek üzereydim ki, o bana babasının astroloji ki­taplarına olan aşırı merakından ve bunlara kendisi kadar meraklı bir arkadaşı olduğundan söz açtı. Hep birlikte çalıştıklarından, birbirle- riyle sürekli fikir alışverişinde bulunduklarından, sonunda bu zırvalı- ğa olan tutkuları öyle artmış ki yüreklerinde, diyelim ki şu akıl yoksu­nu hayvanlardan biri evlerinde doğum yaptı, hemen doğum anını göz­leyip gökteki yıldızların konumuna göre bu anı bir yerlere kaydetme­ye başlamışlar, böylece bu sözde bilimle ilgili bire bir bilgi toplamış­lar. Babasından dinlediği kendi doğum hikâyesini de anlattı bana: An­nesi ona hamileyken, babasının arkadaşının falanca hizmetçisinin kar­nı da büyümeye başlamış. Evdeki köpeği hamile kalsa konuyu en

AUGUSTİNUS

ufak ayrıntısına kadar bilip öğrenmeye çalışan bir efendiden saklaya- mamış haliyle durumunu. Neyse, sonuçta birisi karısının, diğeri hiz­metçisinin gününü, saatini, dakikasını, hatta saniyesini bile titizce göz­lemleyip hesap etmiş. Ama her iki kadının da aynı anda doğurması üzerine bizim kafadarlar yeni doğan bebekleri için, yani biri kendi oğ­lu, diğeri de küçük kölesi için, dakikası dakikasına birbirinin kopyası birer yıldız haritası çıkartmak zorunda kalmış. Zaten doğum başladığı anda bizimkiler evde olanı biteni birbirlerine haber vermişler, adamla­rını da ellerinin altında hazır tutmuşlar ki doğum olduğu anda birbir­lerine haber uçurabilsinler. Bu haber akışını da sanki aynı evdeymişler gibi kolayca halletmişler. Firnıinus’un söylediğine göre, her iki tarafın yolladığı haberciler, birbirlerinin evine eşit mesafede buluşmuş, bu şe­kilde yıldızların konumundaki bir değişikliği, saliselerde yaşanabile­cek en ufak sapma olasılığını bile kaydetme olanağını bulmuşlar. Ama her şeye rağmen zengin bir ailede doğan Firnıinus dünyanın o beyaza boyalı yollarını‘1 arşınlayıp'! zenginliğine zenginlik katmış, en üst mev­kilere kadar yükselmiş, köle ise kölelik boyunduruğundan bir an bile nefes almaksızın efendilerine hizmetini sürdürmüş, yani Firminus ba­na böyle söyledi, çünkü o köleyi iyi tanıyormuş.

9.   Bu hikâyeyi işitip de inandığım anda -inandım, çünkü bana hi­kayeyi anlatanın dürüst bir karakteri vardı-, astrolojiyle ilgili bütün inadım kırıldı gitti. İlk işim ne yapıp edip Firminus’u bu merakından vazgeçirmeye çalışmak oldu. “Senin yıldız haritanı çıkarıp doğruları dile getiriyor olmam için," dedim ona, “o haritada senin ebeveynleri­nin önemli insanlar olup kentin soylu ailelerinin birinden geldiklerini, [271] [272]

senin özgür doğumlu olduğunu, bu yüzden iyi bir eğitim alıp özgür sanatları öğrendiğini görmem gerekirdi. Aynı şekilde o köle de gelsey­di, benim o yıldızlara bakıp ona doğruları söylemem için, çıkarttığım haritada onun aşağı tabakadan bir aileden doğduğunu, köle olduğunu ve bütün yaşamının seninkinden çok farklı, hatta aranızda uçurumlar olduğunu görmem gerekirdi. Anlayacağın aynı yıldızlara bakıp doğru­ları dile getirmek için ikinize de apayrı şeyler söylüyor olmam gerekir­di, çünkü ikinize de aynı şeyleri söyleyecek olsam yanlış şeyler söylü­yor olacaktım. Yani kısacası anladım ki, yıldızlara bakıp da doğru tah­minlerde bulunmak astroloji bilgisine değil sırf şansa dayanıyor; yanlış tahminlerde bulunmak da öyle, konunun acemisi olmakla falan alaka­sı yok, sadece şansın tersine dönmesiyle alakalı”.

10.   Işte bu olayı basamak yapıp astrolojiyle ilgili ne kadar tuhaflık varsa üzerinde düşünmeye başladım, olur da geçimini bu deli saçması şeylerden sağlayan biri bana kafa tutmaya kalkar ve Firminus'un bana, babasının da ona anlattıklarının yalan olduğunu söyler diye; gerçi böylelerine artık hadlerini bildirmek, iddialarını çürütüp onları gü­lünç duruma düşürmek de istemiyor değildim. Bir hatmda doğan ikiz­leri düşünmeye başladım, çoğu peş peşe belli aralıklarla ana karnın­dan çıkıyorlardı. Astrologlar bu aralıkların doğa yasalarını etkileyecek derecede önemli sonuçlar doğurabileceği kanısındalar, ama bir insa­nın gözlemleyemeyeceği kadar kısa olan bu anları kağıtlara dökmek, sonra da bir astroloğun bunlara bakıp doğru bir tahminde bulunması­nı beklemek olacak şey değil. Böyle tahminler gerçeği yansıtmaz, çün­kü haritalara bakarsanız, örneğin İşaya ile Yakup'un aynı kaderi pay­laştığını söylemeniz gerekir, ama onların ikisi aynı olayları yaşamamış­tır. Bu durumda yapılan tahminler yanlış olacaktır; diyelim ki doğru­yu söylediniz, o zaman ikisine de farklı şeyler söylemiş olacaksınız;

ama düşünün ki o sırada aynı haritaya bakıyorsunuz. O halde doğru­ları tahmin etmek astrolojiye değil, şansa bağlıdır. Çünkü ya Rab, ev­renin en adil Denetleyicisi sen, yüce sezginle olayları öyle hale yola koyarsın ki, bunu ne astrologlara danışanlar, ne de astrologların ken­dileri anlayabilir. Astroloğa danışan kişi ne duyması gerekiyorsa onu duyar, yani senin adil kararının derinlerinden onun ruhu hakkında verdiğin o akıl sır ermez liyakatini. Hiçbir insan sana şöyle sormamalı: “Nasıl bir karar bu?” “Niçin böyle?” Hayır, sormamalı, asla sormamalı, çünkü sonuçta o sadece bir insan.

7.    BÖLÜM

Kötülüğün kökenini araştırırken büyük sancılar çekiyor.

11.   Çok şükür sonunda beni bu zincirlerden kurtardın ey biricik Dayanağım. Ama hala kötülüğün nereden geldiğini anlamaya çalışı­yordum ve hiçbir çıkış yolu bulamıyordum. Yine de sen düşüncele­rimdeki bu dalgalanmaların beni inancımdan uzaklaştırmasına asla izin vermiyordun. Çünkü o inanç sayesinde ben senin varolduğundan artık emindim, senin tözünün değişemez olduğundan, insanları koru­yup kolladığından, bizler için son karar merci olduğundan, senin Oğ­lun, bizim Rabbimiz İsa’da ve Katolik Kiliseni yetke kılıp bize emanet ettiğin Kutsal Kitapta insanlık için bir kurtuluş yolu açtığından ve ölüm sonrasında ancak bu yoldan geçerek öte yaşama kavuşabileceği­mizden anık emindim. işte kurtuluşum olacak bu inanç zihnimde sağlam şekilde kök salmışken ben hararetle kötülüğün nereden kay­naklandığını araştırıp duruyordum. Yüreğim doğum sancıları çeker­ken ne işkenceler yaşadım Tanrım, ne ıstırapları Senin kulağınsa hep benim yüreğimdeydi, ama ben bunu bilmiyordum. Var gücümle araştırmalarımı sürdürürken ruhumun için için yaşadığı hüzün, sen­den merhamet dileyen koskoca çığlıklardı aslında. Ne çektiğimi sen biliyordun, başka kimsenin haberi yoktu. En yakın arkadaşlarımın kulaklarına fısıldadıklarım ne ki! Ruhumda yaşanan bu fırtınayı baş­tan sonra onlara anlatmaya zaman yeter miydi ya da şu dilim? Sense hepsini duydun, nasıl ta yüreğimin derinlerinden inim inim inlediği­mi duydun, özlemim senin önüne seriliydi, ama gözlerimin nuru be­nimle birlikte değildi. Çünkü o nur içteydi, bense dışardaydım ve o nurun mekanı yoktu. Bense zihnimi mekanla sınırlı varlıklara yönel­tiyordum ve onu huzura erdirecek hiçbir yer bulamıyordum, “yeter­li” ve “iyi” diyebileceğim bir sığınak sağlamıyorlardı bana ve yeterli iyiliğe kavuşabileceğim yöne dönmeme izin vermiyorlardı. Onlardan üstündüm, ama senden aşağıdaydım, sana tabi olsam sen benim ger­çek sevincim olurdun; o halde sen benim aşağımda yarattığın varlık­ları bana tabi kılmıştın. İşte doğru ölçü buydu, beni kurtuluşa erdire­cek orta yol buydu, ancak senin suretinde yaratıldığımı bilirsem ve sa­na hizmette kusur işlemezsem bedenime hakim olabilecektim. Ama sana kibirle diklenince ve o koca göbekli kalkanımın altına sinip Rab- bime saldırınca,^ o zaman benden aşağıda olanlar benim üstüme çıkı­yor, ezdikçe eziyorlardı, öyle ki dinlenip soluklanacağım hiçbir yer bı­rakmıyorlardı bana. Onlara baktığım anda her yandan üşüşüveriyor- lardı gözlerimin önüne, sürü sürü, yığın yığın, onları düşünmeye kalktığımda kendi imgelerini karşıma çıkarıp kendilerinden kaçınama engel oluyorlardı, şöyle söylüyorlardı adeta: “Ey aşağılık, pis adam, nereye gidiyorsun?” Bütün bunlar kendi yaramdan çıkıyordu aslında, çünkü sen kibirli insanı yaralı bir insan gibi aciz kıldın.7 Kibrim ka- [273] [274] bardıkça senden uzaklaşıyordum, yanaklarım şiştikçe gözlerimi karar­tıyordu.

8.    BÖLÜM

Augustinus sonunda Tanrı'nın merhametine
mazhar oluyor.

12.   Ya Rab, sen ezeli ve ebedisin, ama senin bize olan ölken ezeli ve ebedi değil ,h çünkü sen toprağa ve küle9 merhamet gösterensin. İş­le sonunda beni gördün ve çirkinliklerimi düzeltmek lütfunda bulun­dun. Ruhumun derinlerini üvendirenle dürtüp bir an bile huzura er­dirmedin, La ki gönül gözümle seni açık ve seçik olarak görene dek. Senin gizemli elin dokundukça yüreğimin kabarıklığı indi, gönlümün o bulanık, o karan lık gözleri can yakıcı şifalı merheminle gün geçtikçe biraz daha sağlığına kavuştu.

9.    BÖLÜM

Platon'un kitaplarında, Tanrı'nın ezeli ve ebedi Sözünü
keşfediyor, bedenlenen Sözün tevazusunu değil.

13.  İlkin bana kibirlilerin her zaman karşısında olduğunu, alçakgö­nüllülere ise lütfunu hiç esirgemediğini kanıtlamak istedin, ayrıca in­sanlığa merhametinin ne kadar büyük olduğunu kanıtladın, çünkü te- vazun sayesinde Sözün bedenlenmiş ve insanlar arasına yerleşmişti. 10 O büyük kibriyle kurum kurum kurulan bir adamı bana aracı kılıp şi- [275] [276] [277]

7

İliRAFLAR

fa bulmam için Platon’un Yunancadan Latinceye çevrilmiş kitaplarıyla tanıştırdın. Bu kitaplarda okuduklarım kelimesi kelimesine aynı olma­sa da, tamamen aynı anlama gelecek, farklı çıkarımlar yapıp farklı yöntemlerle kanıtlayabileceğimiz ifadeler buldum. Şöyle ki: “Başlan­gıçta Söz vardı, Söz Tanrı'yla birlikteydi ve Tanrı Sözdü. Söz başlan­gıçta Tanrı'yla birlikteydi, her şey Söz aracılığıyla yaratılmıştı ve yara­tılmış olanlar O olmadan hiçbir şekilde yaratılamazdı. Yaşam bu Söz­deydi ve yaşam insanların ışığıydı; ve yaşam karanlıklara ışır, ama ka­ranlıklar onu idrak edemez, çünkü insanın ruhu ışığın tanığı olsa da, kendisi ışık değildir, oysa Söz, yani Tanrı hakiki ışıktır, çünkü bu dünyaya gelen her insanı aydınlatır. O bu dünyadadır ve dünya Onun tarafından yaratıldı, ama dünya onu tanımadı.”iı Ama bu kitaplarda şöyle şeyler okumadım: “O kendi yarattıklarına geldi, ama kendisinin yarattıkları Onu kabul etmediler. Yine de O kendisini kabul eden ve Onun adına iman eden herkese Tanrı’nın çocuklar olma hakkını ver­di."^

14.  Yine o kitaplarda şöyle ifadelere de rastladım: “Söz ya da Tanrı ne etten, ne kandan doğdu; insani iradeyle, yani bedensel iradeyle de doğmadı, sadece Tanrı’dan doğdu.”i3 Ama o kitaplarda, “Söz beden- lendi ve biz insanların arasında yaşadı,"]4 gibi bir cümleye rastlama­dım. Farklı şekillerde ifade edilmesine rağmen sıkça yer alan şu dü­şünceyi de öğrendim mesela o kitaplardan: “Oğul Baba'yla aynı biçim­deydi, ama Tanrı’ya eş olmayı bir hırsızlık olarak görmedi,]5 çünkü [278] [279] [280] [281] [282]

doğası bakımından aynı tözdendi.” Ama o kitaplarda şöyle şeyler söy­lenmiyordu: “Özünden feragat etti ve köle biçimini alarak kendisini insana benzer kıldı ve insan gibi davrandı; ölüme yazgılı hale gelince­ye kadar, hatta çarmıha gerilerek ölecek kadar alçaldı. Öyle ki Tanrı onu ölümlüler arasından alıp yüceltsin, bütün adların en yücesi olan İsa adını ona lütfetsin ve gökyüzündeki, yeryüzündeki ve yeraltındaki bütün yaratıklar Isa adının önünde diz çöksün, bütün diller Isa’nın Baba Tanrı’nın yüceliğinde yaşamaya devam eden Rab olduğunu söy­lesin.”^ O kitaplar şöyle söylüyordu: “Senin tek evladın olan Oğlun seninle ezeli ve ebedi olarak varolacak; o bütün zamanlardan önce vardı, bütün zamanlardan sonra da varolacak ve hiçbir değişime uğra­mayacak, öyle ki Onun mükemmelliğine erişen ruhlar'7 kutlu olabil­sinler ve kendi özlerinde varolan bilgelikten pay alarak bilge olmak üzere yeniden dirilsinler.” Ama o kitaplarda şöyle bir ifade yoktu: “Günü geldiğinde imansızlar için ölclü's ve sen biricik Oğlunu esirge­medin ve biz insanlık adına ondan feragat ettin. ı9 Bütün bunları bilge­lerden sakladın ve küçük çocuklara açıkladın, çile çekenler, dert çe­kenler Ona gelsin ve huzura kavuşsunlar diye. Çünkü O uysal, maz­lum bir kalptir;20 uysal olanlarımızı yasalarıyla terbiye eder,2* boyun eğenlere kendi yollarını öğretir, çünkü bizim acizliğimizi ve çileli hali­mizi görür, bütün günahlarımızı affeder.”[283] [284] [285] [286] [287] [288] [289] Ama üstün bilgiyi yüksek ökçeli bir çizme gibi ayaklarına giydiklerinden,23 başı arşa değenler Onun, “Benden öğrenin, çünkü ben uysal ve mazlum kalbim ve siz ruhlarınızı bende huzura erdireceksiniz,” dediğini işitmezler.24 Hatta Tanrı’yı bilseler bile, “Tanrı’ya Tanrı olduğu için övgüler sunmazlar ve ona şükretmezler, kendi düşünceleri içinde kaybolurlar, duyarsızlıkla­rından yürekleri karam; kendilerine bilge diye diye budalalaşırlar.”25

15.    Ayrıca bu kitaplarda, senin asla bozulamayan üstün doğanı bozu­labilir doğaya sahip insanlara, kuşlara, dört ayaklı hayvanlara ve sü- rüngelere benzeyen putlara ve çeşit çeşit heykellere dönüştürdüklerini de okudum ?6 yani Esau’ın ilk doğan olma hakkını kaybetmesine ne­den olan o Mısır çarbasma dönüştürdüklerini.27 işte bu yüzden senden ilk doğan halk senin yerine dört ayaklı bir hayvan kafasına taptı, çünkü Mısır’a yürekten bağlanclılaraı ve senin suretini, yani kendi ruhlarını ot yiyen bir buzağı heykelinin önünde eğdiler.29 İşte ben o kitaplarda bü­tün bunları okudum, ama bunlardan beslenmedim. Zaten sen de, ya Rab, Yakup’un Esau’dan daha küçük olmasının verdiği utancı seve seve [290] [291] [292] [293] [294] [295] [296] yok ettin,30 çünkü büyüğünü küçüğünün hizmetine verdini ve putpe­rest olan halkları mirasına kabul edeceğini söyledin. Ben de putperest bir halktan doğup sana gelmiştim ve halkına Mısır’dan getirmelerini buyurduğun altınlardaydı gözüın. Oysa nerede olurlarsa olsunlar bu altınların hepsi senindi. Havarin aracılığıyla Atinalılara şöyle söyledin: “Kimi şairlerinizin de dediği gibi, biz sizde yaşıyoruz, hareket ediyo­ruz ve biz sizdeyiz.”ı2 Doğru, o okuduğum kitapların yurdu Atina’ydı. Ama ben Mısır’ın putlarına hiç metelik vermedim, şu senin altınların­dan yapılan, Tanrı’nın hakikatini bir yalana dönüştürerek, Yaratıcıdan çok yaratıklara tapınan ve onlara hizmet eden putlarına.3ı

10.   BÖLÜM

Augustinus tanrısal olan şeyleri artık daha kolay anlıyor.

16.   Platoncu kitaplar sayesinde kendi benliğimin derinlerine dön­meni gerektiğini anladım ve senin kılavuzluğunda bunu başarabildim, çünkü sen benim yardımcılığımı üstlendin.14 Benliğimin derinlerine girdim ve adeta gönül gözümle gördüm ki, gönül gözümün üstünde aklımdan çok daha üstün olan, hiç titremeden yanan bir Işık var. Öyle her enen, kandan yaratılmışın göreceği türde sıradan bir ışık değildi bu. Ya da bizim bildiğimiz türde büyük bir ışık da değildi, hani pırıltı­sı gitgide artan ve her yeri olanca parlaklığıyla kaplayan türde. Yok, [297] [298] [299] [300] öyle bir ışık değildi bu, bizim görüp bildiğimiz bütün ışıklardan çok, ama çok farklıydı. Benim aklımın üstündeydi, ama öyle zeytinyağının suyun üstünde olması gibi ya da gökyüzünün yeryüzünün üstünde ol­ması gibi değil. Çok daha üstteydi, çünkü bu ışık beni yaratmıştı, ben onun çok altındaydım, çünkü bu ışık sayesinde yaratılmıştım. Hakika­ti bilen insan bu ışığı da bilir ve bu ışığı bilen ezeli ve ebedi olanı da bilir. Şefkat bu ışığı bilir. Ey ezeli ve ebedi Hakikat, Hakiki Şefkat ve Aziz Ebediyet! Hepsi sensin Tanrım ve ben gece gündüz senin hasre­tinle yanıyorum. Seni ilk tanıdığım an başımı tutup kaldırdın ki, gör­mem gerekeni görebileyim, ama ben henüz görmem gerekeni görme­ye hazır değilim. Zayıf gözlerime öyle parlak bir ışık saçtın ki var gü­cünle, aşk ve dehşetle bir anda ürperiverdim. Senden çok uzaklarda, apayrı bir diyarda olduğumu anladım ve yücelerden senin sesini du­yar gibi oldum: “Ben erginlerin besiniyim: büyü, ancak o zaman ben­den besleneceksin. Ama beni, bedeninin yediği besin gibi, kendi do­ğanda dönüştüremeyeceksin, sen benim dağama dönüşeceksin.” O za­man anladım ki, sen insanı işlediği günah yüzünden terbiye ediyorsun ve ruhumun bir örümcek ağı gibi kurumasına izin veriyorsun.35 Ken­di kendime şöyle sordum: “Hakikat bir hiçlik mi yoksa, sınırlı ya da sınırsız biçimde bir mekana yaygın olmadığına göre?” Çok uzaklardan haykırdın: “Hayır var, ben benim.”36 Ve ben bu sesi duydum, insan kalbinden gelen sesi nasıl duyuyorsa öyle duydum ve bütün şüphele­rimi bir tarafa attım. Artık yaşadığımdan daha kolay kuşku duyardım, ama Hakikatin varlığından kuşku duymazdım, çünkü yaratılanlar ara­cılığıyla biz Hakikati açıkça görebiliyorduk. [301] [302]

ll.    BÖLÜM

Varolan varlıklar, varolmayan varlıklar.

17.   Bunun üzerine senin altındaki varlıkları düşünmeye başladım ve onların mutlak anlamda varlığından ya da mutlak anlamda yokluğun­dan söz edilemeyeceğini anladım. Çünkü gerçekte onlar senden varlık buluyorlardı, ama öte yandan onlar sen değildi. Çünkü gerçekten va­rolan hiç değişmeden kalandı. Bana gelince, benim için iyi olan Tanrı’- ya sıkı sıkı bağlanmamda çünkü onda kalıcı olamazsam, kendimde hiç kalıcı olamam. Oysa Tanrı kendinde hiç değişmeden kalarak her şeyi yeniliyor. Öyleyse sen benim Rabbimsin, çünkü senin benim iyili­ğime hiç ihtiyacın yok.

12.   BÖLÜM

Varolan her şey iyidir. [303]

dı. İşte bu yüzden varoldukları sürece varlıklar iyidir. Öyleyse varolan ne varsa iyidir ve şu kökenini araştırmaya çalıştığım kötülük bir töz degildir, çünkü bir töz olmuş olsaydı iyi olacaktı. Kötülük ya bozula­maz bir töz olmalı, yani sahiden büyük bir iyilik olmalı ya da bozula­bilir bir töz olmalı, yani iyi olmadıkça bozulması mümkün olmamalı. Buradan hareketle açıkça gördüm ve anladım ki, sen her şeyi iyi ola­rak yarattın ve senin yaratmadığın hiçbir töz mutlak anlamda yok. Sen her şeyi eşit şekilde yaratmadığına göre, varlıklar tek tek ele alındığın­da iyi, hepsi birden ele alındığında çok iyi. Çünkü bizim Tanrımız her şeyi çok iyi yarattı?7

13.   BÖLÜM

Yaratılan her şey Tanrı'yı yüceltiyor.

19.   Senin için kötülük diye bir şey yok, sadece senin için değil ta­bii, şu yarattığın evrende de kötülük diye bir şey yok. Çünkü senin dı­şında hiçbir şey yok ki, senin kurdugun bu düzene saldırıp onu boz­sun. lşin aslı, evreni oluşturan parçalardaki bazı öğeler diğerleriyle uyumlu olmadığından biz onlara kötü diyoruz. Ama bu aynı öğeler başka şeylerle uyum sağlıyorlar ve iyi oluyorlar, aslında kendi başları­na iyiler. Birbiriyle uyumsuz olan bütün bu öğeler bizim dünya dedi­ğimiz yaratımın alt seviyesiyle uyum içindeler. Bu dünyanın bulULlu ve rüzgarlı olan göğü dünyayla bire bir uyumlu mesela. “Bütün bunlar keşke olmasaydı," dersem, yanlış yapmış olurum. Çünkü bunlardan başka bir şey görmemiş olsaydım o zaman daha iyi şeyler isteyebilir­dim. Ama yarattıkların sadece bu şeyler olmuş olsaydı bile yine de yapmam gereken tek şey seni yüceltmek olmalı. Çünkü seni yüceltme­mi gerektiren öyle çok şey var ki şu dünyada: şu toprak, şu mahlukat, şu derin uçurumlar, ateşler, buz, kar, dolu ve Sözünü açıkça kanıtla­yan fırtınalı esintiler, şu dağlar, tepeler, meyve ağaçları, sedirler, vahşi hayvanlar, sürüler, sürüngenler ve havada uçan kuşlar; yeryüzündeki bütün krallıklar, bütün halklar, prensler, hakimler, delikanlılar ve genç kızlar, yaşlısından gencine bütün insanlar, hepsi senin adını yü- celtiyorlar.38 lzin ver, göklerdeki varlıklar bile seni yüceltsin, seni yü­celtsin Tanrım, yücelerdeki bütün melekler, şu bütün güçlerin, güneş ve ay, bütün yıldızlar, ışık, göklerin gökleri ve göklerin üstündeki su­lar senin adını yüceltsinler. İşte bütün bunları bir arada düşündüğüm­de, daha iyi bir dünya dilemekten vazgeçtim. Üstteki varlıklar alt sevi­yedeki varlıklara göre daha iyidir, şüphe yok, ama sağlıklı düşününce anladım ki, her şey bir bütün olarak ele alınırsa salt bu bütün kendin­den daha üstün olan varlıklardan daha üstündü.

14.   BÖLÜM

Akıl sağlığı yerinde olan insan Tanrı'nın yarattığı
hiçbir şeye kusur bulmaz. [304] [305]

kalktı. Bu yanlıştan geri adım atarken bu kez de mekanın her yerine sonsuzca yayılan bir tanrı yarattı kendi kendine ve bu tanrının sen ol­duğunu sanıp onu yüreğine yerleştirdi. Yani kendi putuna bir tapınak dikmiş oldu yeniden, senin katında menfur olarak değerlendirilecek bir tapınak. Ama sen başımı okşayıp da gözlerimi boş hayaller görme­mesi için kapadıktan sonra birazcık sakinleştim, deliliğim uykuya dal­dı. Sende uyandım ve senin farklı bir anlamda sınırsız olduğunu gör­düm, ama bedenimin gözleriyle elde ettiğim bir görüş değildi bu.

15.   BÖLÜM

Yaratılan varlıklardaki gerçeklik ve sahtelik

21.   Başka yaratıklara baktım sonra ve varoluşlarını sana borçlu ol­duklarını anladım. Sınırsız olan ne varsa sendeydi, ama bir mekânday­mış gibi değil, başka şekilde sendeydiler. Çünkü sen her şeyi kendi elinde, yani Hakikatin kendisinde tutuyordun ve her şey varoldukları sürece gerçekti. Sahtelik diye bir şey yok; sahtelik, olmayan bir şeyi varmış gibi düşünmekten başka bir şey değil. Ben aynı zamanda her şeyin hem bulundukları konum, hem de bulunduklar zaman açısın­dan uyumlu olduğunu anladım, sadece senin ezeli ve ebedi olduğunu ve eserinin inşasına yüzyıllar geçtikten sonra başlamadığını da. Çünkü sen hep işinin başında olmasaydın ve sonsuza kadar da kalıcı olmasay­dın, ister geçmiş olsun, isterse gelecek, yüzyıllar dediğimiz zaman ne gidebilirdi ne de gelebilirdi.

16.   BÖLÜM

Her şey iyidir, her şey her şeyle uyumlu olmasa bile. [306]

bozulmuş birine bayat, sağlıklı birine ise taze gelmesinde öyle şaşıla­cak bir yan yok. Işık gözleri iyi görmeyen birini rahatsız eder, ama gözleri iyi gören birini memnun eder. Aynı şekilde senin adaletin ada­letsiz insanların hoşuna gitmez; nerde kaldı bunlar engereklerden, so­lucanlardan hoşlanacaklar. Oysa sen bu hayvanları yaratımının alt se­viyelerine uygun olacak şekilde iyi olarak yarattın. Adaletsiz insanlar da bu alt seviyeye uygunlar. Bunlar senden farklılaştıkları oranda, bu­lundukları seviyeye, sana benzedikleri oranda da daha üst seviyeye daha uygun düşüyorlar. Adaletsizlik ne demek diye sordum sonra kendi kendime ve adaletsizliğin bir töz olmadığını, sadece irade bo­zukluğu olduğunu anladım, yani en yüce töz olan senden, ey Tanrım, yüz çevirip daha aşağı varlıklara yönelen, içsel yaşamını reddeden ve dışsal şeylerle böbürlenen bozuk bir irade olduğunu.

1 7. BÖLÜM

Tanrısal şeylerin bilgisine erişmekten alıkoyan engeller. [307]

ne serildiğinden, senin sonsuz gücünden ve tanrısallığından adım gibi emindim.[308] Kendi kendime soruyordum, nasıl oluyor da şu gökteki ya da yerdeki varlıkların güzelliğini algılayabiliyordum, nasıl bir şey bana yardım ediyordu da değişime yazgılı varlıklar hakkında doğru bir lıükme varabiliyordum ve “bu böyle olmalı, şu öyle olmamalı” diyebi- liyordum ya da bunların böyle olmasına karar vermeye nasıl karar ve­rebiliyordum. İşte bunları kendi kendime sorup dururken, benim de­ğişime yazgılı zihnimin üstünde asla değişmeyen ve kendine özgü son­suzluğu içinde bir hakikat olduğunu keşfettim. Böyle adım adım be­denlerden, bedendeki duyular aracılığıyla iletişim kuran ruha kadar yükseldim, oradan da bedensel duyuların ruhu dışsal nesnelerden ha­berdar eden içsel yetisine kadar çıktım, yani hayvanların da ulaşabile­ceği kadar yüksekliğe ulaştım. Buradan tekrar muhakeme yetisine ka­dar yükseldim, bu yeti bedensel duyularımızın algıladığı şey hakkında yargıda bulunmamızı sağlıyor. Bu yetinin de bende değişime yazgılı olduğunu anladım. Bu yeti beni saf aklımı kaynağına kadar yükseltti ve düşüncelerimi her zamanki yolundan geri çekti ve üzerine üşüşen hayallerin yarattığı karmaşadan uzaklaştırdı, nasıl bir ışıkla dolup taş­ı ığını görebileyim diye. İşte o noktada hiç tereddüt etmeden değişime yazgılı olmayan değişime yazgılı olandan daha üstündür diye haykırdı. buradan anladım ki, saf akıl değişemez olanı bilebiliyordu, çünkü onu lıiçbir şekilde bilmemiş olsaydı değişemez olanı değişebilir olana bu kadar kesin şekilde tercih edemezdi. Birden titreşen ışık şimşek gibi :iydınlandı ve değişemez olanın ne olduğunu gösterdi. O anda anla­dım ki, senin görülemez olan doğan senin yarattığın varlıklar aracılı­ğıyla anlaşılıyordu. Ama benim gördüklerime odaklanacak gücüm yoktu. Zaafım yüzünden yeniden hüsrana uğradım ve her zamanki alışkanlıklarıma geri döndüm, beraberimde de gördüğüm bu şeyin aziz hatırasını ve sanki kokusunu hissettiğim, ama henüz yiyemediğim bir besine olan özlemimi çekip götürebildim ancak.

18.   BÖLÜM

Sadece İsa'nın yolu bizi kurtuluşa erdirir.

24.    Bir yol arıyordum, senin hazzına varmama yetecek gücü bana sağlayacak bir yol, ama bulamıyordum, ta ki Tanrı ile insan arasında şcfaatçi görevini üstlenen insan bedenli Mesih tsa’yı,« yani her şeyin üzerinde olaıı ve sonsuza dek yüceltilecek Tanrı’yı kucaklayana ka­dardı O beni çağırdı ve bana şöyle dedi: “Ben yaşam yoluyum, haki­katim, yaşamın kendisiyim.44 O yemeye gücümün yetmediği besinimi bedenime kalmıştı. Çünkü bütün varlıkları yarattığın o Bilgeliğini be­bekliğimizde süt gibi emelim diye senin Sözün ete kemiğe bürünmüş- tü.4ı Ama ben henüz Tanrı’ya, yani tevazu sahibi İsa’ya sahip olacak kadar tevazu sahibi değildim, Onun bu zayıOığıyla bize ne tür bir ders vermek istediğini çıkaraınıyorduın. Oysa öğretilmek istenen şuydu: Ezeli ve ebedi Hakikat olan, yarattığın alemin en üst seviyelerinden de yüksek olan Sözün kendisine teslim olanları kendi katına yükseltir. Alemin aşağı seviyelerinde, bizi yarattığı balçıktan kendisi için müte- [309] [310] [311] vazı bir mesken inşa etmiştir. Bu sayede Ona gönülden bağlanmak is­teyenleri önce kendisinden ayırır ve sonra kibirlerini kırarak, sevgile­rini besleyerek kendi yanına çeker. Böylece bunlar kendilerine duy­dukları aşırı güvenle daha fazla kafalarının dikine gidemezler, tersine daha da alçalırlar. Çünkü bizim gibi deriden giysiler giyerek46 kendisi­ni alçaltan Tanrı’nın ayaklarının dibinde olduğunu görürler ve takatle­ri kesilip Onun önünde secdeye varırlar, sonunda O doğrulurken on­ları da yerden kaldırır.

19.    BÖLÜM

İsa'nın bedenlenmesinin anlamı.

25.     Bense farklı düşünüyordum, çünkü Rab İsa’mı düşündüğümde Onu ancak eşi menendi olmayan, mükemmel bilgelikle bir insan ola­rak düşünebiliyordum. Bana göre, özellikle bakire bir kadından muci­zevi olarak doğmuş olmakla, ölümsüz yaşamı hak etmemiz için dünya malından vazgeçmemiz konusunda bize bir ders vermişti ve bizlere gösterdiği tanrısal öngörüsüyle bizim Öğretmenimiz olarak ayrıcalıklı bir yeri hak etmişti. Ama ete kemiğe bürünmüş Sözün arkasındaki de­rin sırla ilgili en ufak bir tahminim yoktu. Bu konudaki bütün bilgim Onun yaşamıyla ilgili yazılmış, yani onun yediğini içtiğini, uyuduğu­nu, yürüdüğünü, sevindiğini, üzüldüğünü ve vaazlar verdiğini aktaran şu Kutsal Kitaba dayanıyordu. Bir de bu Kitaptan, senin Sözün beden- lendiğinde Onun da insan gibi ruh ve akılla donatıldığını öğrenmiş­tim. O senin Sözünün değişime yazgılı olmadığını biliyorsa, herkes de bunu böyle bilir. Ben de aklım yettiğince artık bunu biliyordum ve bu

İnsanın ölümlü bir varlık olduğu dile getiriliyor. Bkz. Liber Genesis, 3.21:

“Rab Tanrı Adem’le karısı için deriden giysiler yaptı, onları giydirdi." konuda en ufak bir şüphe duymuyordum. Çünkü bazen isteyerek, ba­zen istemeyerek bedeni hareket ettirmek, herhangi bir olaydan bazen etkilenmek, bazen etkilenmemek, kimi zaman birtakım simgelerle bil­gece öğütlerde bulunmak, kimi zaman susmak değişime yazgılı doğası olan ruha ve akla özgü niteliklerdir. Onun da böyle davrandığını ya­zan Kitaplar bize yanlış bilgiler vermiş olsaydı o zaman bunlarda ne yazıyorsa yanlış olarak kabul edilir ve insanlık kurtuluşu için bu Ki­tapların hiçbirine iman beslemezdi. Demek ki bu Kitaplarda ne yazı­yorsa doğruydu ve ben bunlardan İsa’nın bütün insanlığı temsil ettiği­ni anlamıştım. Onu sadece insan gibi bir bedene ya da düşünebilen, duyarlı bir ruha sahip bir varlık olarak görmüyordum, Onu serapa bir insan olarak görüyordum. O insanın öteki insanlardan çok üstün ol­duğunu düşünüyordum, sadece Hakikatin somut bir örneği olmasın­dan değil, aynı zamanda tanrısal bilgelikten mükemmel derecede pay aldığı için üstün bir insani karakterle donanmış olmasından. Bu arada Alypius Katoliklerin İsa'nın bedenlenmiş Tanrı olduğuna, yani İsa’da salt Tanrı ve bedenin olduğuna inandıklarını söylüyordu. Onun dü­şüncesine göre, Katolikler İsa’da insani bir ruh ve zihin olmadığını ileri sürüyordu. Alypius İsa’nın yaşamıyla ilgili aktarılanlardan, canı ve aklı olmayan bir varlığın böyle davranışlar sergileyemeyeceğine o ka­dar inanmıştı ki, bu yüzden Hıristiyanlığa inancı da çok yavaş seyredi­yordu. Ama sonradan bu yanılgısının Apollinaris’in sapkın taraftarla­rından kaynaklandığının farkına vardı ve Hıristiyan inancının hazzına varıp onunla hemhal oldu.47 Bana gelince, itiraf etmeliyim ki, ancak [312] bir süre geçtikten sonra, “Söz insan oldu” ifadesindeki anlamı kavra­yabildim ve Katalik inancındaki hakikatin Photinus’un yanlış yorum­larından ne kadar farklı olduğunu öğrendim.[313] [314] [315] Gerçekten de bu böy­le, çünkü sapkınların yaptığı itirazlar senin Kilisenin ne kadar doğru düşüncelere ve ne derin bir öğretiye sahip olduğunu bize açıkça göste­riyor. Sapkınlar olacak ki, Tanrı’nın beğenisine mazhar olanlar zaafla­rına yenik düşenler arasından yükselip kendilerini gösterebilsinler.^

20.    BÖLÜM

Platon'un kitapları sayesinde daha bilgili, ama daha
kibirli bir insana dönüşüyor.

26.   O dönemde Platon’un kitaplarını okuduktan ve onlardan cisimsiz hakikati aramam gerektiğine ikna olduktan sonra bakışlarımı yarattığın varlıklar aracılığıyla anlaşılan görünmez doğana çevirdim^0 ama ruhu­mun karanlığının bu yüceliği temaşa etmeme izin vermediğini görünce tam anlamıyla hüsrana uğradım. Ama senin varolduğundan ve senin sı­nırsız olduğundan emindim, sınırlı ya da sınırsız bir mekana yaygın olma­dığın halde senin hakiki olduğundan da emindim, çünkü sen hep olduğu gibi kalansın, hiçbir taraftan, hiçbir hareketle şu ya da bu şekilde değişime uğramazsın. Ayrıca her şeyin senden doğduğundan da emindim, bu­nun tartışmasız, en büyük kanıtı da her şeyin varolmasıydı. Evet, bü­tün bunlardan emindim, ama yine de senin hazzına varmaktan aciz­dim. Bir de işin uzmanıymışım gibi zevzeklik edip duruyordum. Kur­tarıcımız Isa’da sana giden yolu aramamış olsaydım, yahu ne uzmanlı­ğı, yok olup gidecektim. Bilge bir insanmışım gibi kendime havalar da vermeye başlamıştım bu arada. Tam anlamıyla sopalıktım, ama bu ha­limden hiç yüksünmediğim gibi, üstüne üstlük bilgimle kabardıkça kabarıyordum.5ı Hani neredeydi tevazu temeline kurulu, yani Mesih İsa üzerine kurulu şefkat? Platon’un kitapları bana bunu ne zaman öğ­retecekti? Eminim senin Kitaplarını okumadan önce benim önüme bu kitapları bilerek koydun, bu kitaplardan nasıl etkilendiğimi hafızamın bir köşesine yazayım ki, sonradan senin Kitaplarınla ıslah olunca ve yaralanın senin o şifalı parmaklarının dokunuşuyla iyileşince, küstah­lık ile tövbekarlık arasında ya da gidecekleri yolu gören, ama nasıl gi­deceklerini bilmeyen insanlar ile kendilerini mutluluk ülkesine götü­recek yolu görmekle kalmayıp orayı artık yuvaları bilen insanlar ara­sında nasıl bir fark olduğunu anlayabileyim ve ikisinin ayırdına vara­bileyim. Çünkü önce senin Kitaplarından bilgi edinmiş ve onları iyice hazınedip senin sevgine erişmiş olsaydım, daha sonra da Platon’un şu kitaplarıyla karşılaşmış olsaydım, belki de onlar beni sağlam temeller üzerine kurduğum inancımdan söküp alacaklardı ya da varsayalım ki ruhumun kurtuluşu için senin Kitaplarından emdiğim inançtan asla ödün vermedim, kim bilir belki o zaman da bu inanç sadece Platon’un kitaplarını okumakla da elde edilebilirdi diyecektim. [316]

21.    BÖLÜM

Kutsal Kitapta bulduğunu, Platon'un kitaplarında
bulamıyor.

27.    Büyük bir hevesle Senin Ruhunun esinlediği Kutsal Kitaba sa­rıldım, özellikle de Havari Paulus'un metinlerine. Oysa bir zamanlar Paulus'un kendi kendisiyle çeliştiğini, vaazlarının içeriğinin tanrısal yasayla ve peygamberlerin öğretileriyle uyuşmadığını düşünmüş ve onunla ilgili kafamda sorular oluşmuştu, şimdi bu soruların hepsi uçup gitti. Artık açıkça anlıyordum ki, Paulus’un o kutsal sözleri tek bir anlama işaret ediyordu ve ben sonunda huşu içinde titremek ney­miş öğrendim 52 Onları okumaya başladım ve gördüm ki, Platoncu ki­taplarda okuduğum hakikat burada senin inayetine övgüler yağdırıla­rak ifade ediliyor, gören göz hem gördüğünün hem de görme yetisinin kendisine lütfedilmiş bir armağan olmadığını sanıp kendisiyle böbür­lenmesin diye -sen lütfetmedikçe insan neye sahip olabilir ki53- bütün çabasını seni, hep olduğu gibi kalan seni, sadece görebilmek için de­ğil, aynı zamanda sana bağlanabilecek gücü de kazanmaya harcasın di­ye; çok uzaklarda olduğundan seni göremese bile yine de onu sana ge­tirecek, seni görmesini ve sana bağlanmasını sağlayacak yoldan yürü­meyi öğrenebilsin diye. Peki ama, insan iç benliğinde Tanrı’nın yasası­nı onaylasa bile aklın yasasıyla sürekli çatışan uzuvlarındaki o öteki yasaya nasıl karşı koyacak, kendisini uzuvlarındaki günah yasasının kölesi durumuna sokan öteki yasaya nasıl karşı koyacak?54 Sen adilsin ya Rab; bizse günah işledik, kötülük yaptık, imansızlık ettik; senin [317] [318] [319] elin ağırlığınca indi üzerimize. Layığımızı bulduk ve o eski günahkara, ölümün efendisine bir kez daha teslim olduk. Dil döküp kandırdı bizi ve irademizi senin Hakikatine en başından itibaren vefasızlık eden ira­desine uydurmamızı istedi.55 İnsan bu kadar acizse ne yapabilir? Onu bu ölümlü bedeninden kim kurtarabilir, kendin gibi ezeli ve ebedi olarak doğurduğun ve alemi yaratmaya başladığın anda yarattığın, Rabbimiz, Mesih Isa’nın şefaatiyle bize lütfettiğin inayetinden başka kim kurtarabilir?^ Bu dünyanın efendisi onda ölümü hak edecek bir suç bulamadı[320] [321] [322] [323] [324] ve onu öldürdü, böylece bizim aleyhimize olan yazılı antlaşma lağvedilmiş oldu.58 işte Platoncu kitaplarda bunların hiçbiri yok. Onların saylaları imanın manasından bahsetmiyor, gözyaşı döke­rek tövbe etmekten, sana sunulan kurbandan, şu ıstırap çeken ruhu­muzdan, pişmanlık duyarak sana boynunu eğen şu yüreğimizden,59 halkına bağışladığın kurtuluştan, bir gelin gibi süslenmiş Kentten,60 Kutsal Ruh’un bize verdiği güvenceden,61 kefaretimizi içtiğimiz kadeh­lerden söz etmiyor.62 Hiç kimse şu ilahiyi söylemiyor o kitaplarda: “Ruhum Tanrı'ya teslim olacak değil mi? Beni kurtuluşa erdirecek sa­dece Odur. Çünkü O benim Tanrım, benim kurtuluşum, benim sığı­nağım; Ondan başka hiçbir yere kımıldamayacağım.”63 Hiç kimse şu sesi işitmiyor o kitaplarda: “Çile çeken sizler, bana gelin.Vt Onun yü­reği yumuşacık, tevazu dolu, o yüzden kimse ondan ders almak iste­miyor. Çünkü sen bu öğretiyi bilgelerden ve ihtiyatlı davrananlardan esirgedin, küçük çocuklara açıkladın.6[325] Ormanlık bir dağın zirvesin­den huzur ülkesine şöyle bir bakmak, oraya varacak yolu bulamamak, başlarına yılan ya da ejderhayı komutan seçmiş kaçak eşkıyaların sal­dırmak için pusuda bekledikleri sarp geçitlerde boşa zaman harcamak başka şey, Göklerin Kralı’nın hâkimiyetinde, emniyet altına alınmış Kente götürecek yolu tutmak başka şeydir. Orada göksel ordudan fi­rar etmiş kimse yoktur ki eşkıyalık etsin; işkence sayarlar çünkü böyle bir şeyi ve hep uzak dururlar. İşte havarilerinin en küçüğünün[326]6 yaz­dıklarını okurken her satırında başka türlü yüreğimi delip geçen söz­ler bunlardı. Bütün eserlerini düşündüm sonra, vecde kapıldım.

8.     KİTAP

1.   BÖLÜM

Yaşantısını daha iyi bir temele oturtmak için
Simplicianus'a gitmeye karar veriyor.

1. Sana şükranlarımı sunarken ey Tanrım, lütfet, bana bahşettiğin iyilikleri hatırlayayım ve sana itiraf edeyim. Lütfet, senin aşkın kemik­lerime kadar işlesin ve şöyle desinler: “Ya Rab, senin bir benzerin daha olabilir rni?ı Benim zincirlerimi kıran sensin, şükranımı yoluna kur­ban olarak sunuyorum, kabul et.”2 Sana zincirlerimi nasıl kırdığını arı­latacağım ki sana iman edenlerin hepsi anlattıklarımı işitince şöyle de­sin lcr: “Göğün ve Yerin Rabbine şükürler olsun; ne büyük, ne uludur Onun adı.”ı Sözlerin sımsıkı tutunmuştu yüreğime, her yanım senin ördüğün siperlerle çevreleniyordu.4 Senin yaşamının ezeli ve ebedi ol­duğundan artık enıindim, benim için hâlâ bir muamma olsa da, henüz onu buzlu bir cam ardından görüyor olsam da. Senin tözünün bozula­maz olduğuna ve bütün bozulabilir varlıkların bu tözden doğduğuna ilişkin şüphelerim artık ortadan kalkmıştı. Bütün arzum artık senden daha fazla emin olmak değil, sana sımsıkı sarılabilnıekti. Ama şu gelip geçici yaşamımda her şey hâla suyun üstünde yüzüyordu, yüreğim es­ki mayasından tamamen arınmak zorundaydı.Kurtarıcımız olan o

ı l-iber Psalmorum, 35.10.

2        Liber Psalmorum, 115.16-17.

3        liber Psalmorum, 71.1 8-19; 134.6.

4        Kutsal Kitapta yazılanlarla.

5        Epistula I ad CorinLhios, 5. 7 vd.

Yol beni çekiyordu,[327] [328] [329] ama onun dar geçitlerinden geçip gitmeye henüz karar vermiş değildim. Gönlüme girdin ve SimplirianusV gidersem gözümün önündekileri daha net görebileceğimİ sezdim, çünkü Simp- licianus’un senin sadık bir kulun olduğunu, senin nurunla aydınlandı­ğını anlamıştım. Ayrıca gençliğinden bu yana yaşamını sana adadığını işitmiştim. Artık yaşlı bir adamdı, bütün ömrü boyunca sarsılmaz bir inançla senin yolundan yürümüş biri olarak bende çok deneyimli ve çok bilgili bir insan izlenimi bırakmıştı, sahiden de öyleydi. Bu yüz­den kafamı kurcalayan sorunları onunla paylaşmak istedim, ne de olsa benim gibi müşkül durumda olan birine uygun bir yaşam tarzı önere­bilir, ben de bu şekilde senin yoluna girebilirdim.

2.   Çünkü baktığımda Kilisenin farklı farklı yollar tutan insanlarla dolu olduğunu görüyordum.8 Ama artık dünyevi bir yaşam sürdür­mek beni mutlu etmiyordu, böyle bir yaşam benim için artık koca bir yüktü, çünkü eskiden olduğu gibi mevki ve para kazanmak arzusuyla yanıp tutuşmuyordum, bunlar benim için artık katlanılamayacak ka­dar ağır bir kölelikti. Dünya malının benim için bir cazibesi kalma­mıştı, hele senin tatlılığın ve aşığı olduğum o nurlu evinle kıyasladı­ğımda. Ama kadınlara duyduğum aşka da hala sımsıkı bağlıydım. Ha­varin bana evlenmeyi yasaklamadı, ama bana daha iyi bir yaşam biçi­mini öğütledi, özellikle herkesin önce kendisi gibi olmasını istedi. Bense zayıftım ve kendime daha kolay bir yol seçtim, işte sırf bu seçi­mim yüzünden yaşamımım geri kalanında kararsızlıklar içinde bocala­yıp durdum, can sıkıcı sorunlarla boşa zaman harcadım. Katlanmak istemediğim başka meseleler de vardı, ama bunlarla bir şekilde hem­hal olmak zorundaydım, çünkü evlilik hayatı bunu gerektiriyordu ve ben bu hayata bir kez kolumu kaptırırsam iyice kapana kısılırdım. Hakikatin ağzından şu cümlelerin döküldüğünü işittim: “Göksel Kral­lık uğruna kendi kendilerini haclım etmiş insanlar var; yine de bunu kabul edebilen etsin,”9 diyordu. “Yüreğinde Tanrı sevgisi olmayan in­san boşluktadır. Kendisine iyiyi gösteren şeylerde bile Onun kim ol­duğunu göremez.” Neyse ki artık ben böyle bir boşlukta değildim; bu aşamayı geçmiştim ve senin yarattığın alemin tanıklığında, senin bizim Yaratıcımız olduğunu anlamıştım, senin Sözünün Tanrı olan sende ol­duğunu ve seninle Tanrı’nın bir olduğunu ve her şeyi bu birlikle ya­rattığını anlamıştım. Tanrı tanımaz başka tür insanlar da var, bunlar Tanrı'yı bildikleri halde bu bildiklerini Tanrı gibi yüceltmiyorlar ya da Ona şükranlarını sunmuyorlar. Ben de bu hataya düşmüştüm, ama se­nin uğurlu din imdadıma yetişti, beni düştüğüm bu hatadan çekip çı­kardı ve sağlığıma kavuşacağım o doğru yola soktu. Çünkü sen insana dedin ki: “Bak, dindarlık asıl bilgeliktir. Bilge gibi görünmekten kaçın, çünkü kendilerine bilge diyenler budala duruma düştüler.” 10 Evet, ar­lık o pahalı inciyi bulmuştum ve onu satın almak için neyim varsa sat­mak zorundaydım; ama hala kararsızdım.

2.    BÖLÜM

Hatip Victorinus'un hak yoluna girişi.

3.   Sonunda Simplicianus’a gittim, dönemin piskoposu Ambrosi- us\ın gerçek babası kadar sevdiği vaftiz babasına. Yanılgılar içinde na­sıl dönüp durduğumu anlattım ona. Roma’da hatiplik yapmış olan ve [330] [331] ölüm döşeğinde Hıristiyanlığı kabul ettiğini işittiğim Victorinus’un vaktiyle Latinceye çevirdiği Platon’un bazı kitaplarını da okuduğumu söyledim bir ara. Bunu duyunca beni tebrik etti, çünkü ona göre öteki felsefecilerin yazdığı eserlerde evrenin kurucu öğeleri hakkında bir dolu sahte ve yanıltıcı bilgiler vardı, oysa Platon'un kitaplarında faklı farklı şekillerde de olsa Tanrı ve Sözü ima ediliyordu. Ardından beni Tanrı’nın bilgelerden saklayıp küçük çocuklara açıkladığı İsa’ya özgü tevazuya davet etmek için Victorinus’la ilgili hatırlatmalarda bulun­du. Victorinus’la ilgili anlattıklarını burada yinelemeden geçemeye­ceğim. Çünkü bu anlatılanlar senin inayetini şükranlarla itiraf etme­me vesile olacak. Victorinus alim bir ihtiyardı, özgür sanatların her dalında derin bilgisi vardı, felsefecilerin birçok kitabını okumuş ve onlar hakkında incelemeler kaleme almış, nice soylu senatöre hoca­lık yapmıştı. Öğreticiliğindeki o olağanüstü yeteneğini ölümsüzleş­tirmek için kendisine Roma Forumuna heykelinin dikilmesi teklif edilmiş, o da bunu kabul etmişti. Böyle bir şey bu dünyada yaşayan insanlar için çok büyük bir onurdur. Victorinus ileri yaşlarına değin putlara tapmış ve pagan tanrılar için düzenlenen ayinlere katılmıştı. Bu ayinler dönemin Roma’sının neredeyse bütün soylu kesimini aşka getirip, ruhlarını şu hilkat garibelerine, şu canavar tanrı güruhuna inanmaya sevk ediyordu, köpek gibi havlayan Anubis’e bile.11 Anlaya­cağınız, bir zamanlar Neptunus, Venus ve Minerva'ya karşı silaha sa­rılmış olan bütün bu tanrılar, yenilgiye uğradıkları Romalıları kendile­rine yakarır hale getirmişlerdi. İşte ihtiyar Victorinus da yıllarca gürül gürül bir sesle bu tanrıların savunucusu kesilmişti. Ama gün geldi se­nin İsa'nın çocuğu olmaktan, senin pınarında doğan bir bebek olmak- [332] tan, tevazu yularını ensesine geçirmekten, başını eğip yüz karası çar­mıha teslim etmekten hiç utanmadı.12

4.   Ya Rab, ya Rab, sen gökleri eğdin, kendin de aşağı indin, dağlara dokundun, tütmeye başladılar. Ne şekilde o kalbe girdin? 13 Simplici- anus'un dediğine göre, Victorinus Incil'i okumuş, Hıristiyanlıkla ilgili bütün yazılanları büyük bir titizlikle incelemiş ve araştırmalarda bu­lunmuş. Bir gün Siınplicianus’a şöyle demiş, ama öyle uluorta değil, gizlice ve bütün samimiyetiyle: “Artık bir Hıristiyan olduğumu bilme­ni isterim.” Buna karşılık Simplicianus ona şöyle olmuş: “Seni İsa'nın Kiliscsi’nde görmedikçe buna inanmam ve seni bir Hıristiyan olarak görme m.” O da gülerek şöyle demiş: “Demek Hıristiyanları Hıristiyan yapan şu duvarlar, öyle mi?'’ Sürekli tekrarlayıp durmuş Hıristiyan ol­duğunu, Simplicianus da ona hep aynı şeyi söylemiş, o da hep aynı şe­kilde duvarla ilgili şakasını yapıp gülmüş. Arkadaşlarını, yani şu şeyta­na tapan kibirlileri kızdırmaktan çckiniyorımış. Onların Babil gibi yük­sek mevkilerinin zirvesinden, tıpkı Rabbimizin henüz yere devirmediği şu Lübnan sedirleri gibi yükseklerdenH düşmanlık kasırgaları eser ele yerle bir olurum diye düşünüyormuş. Ama Kutsal Kitabı okuyup hat­mettikten sonra cesaretini toplamış ve insanların önünde İsa'nın adını itiraf etmekten çekinirse, kutsal meleklerinin önünde İsa tarafından red­dedileceğinden korkmaya başlamış ve senin tevazu dolu Sözünün sırla- [333] [334] rından utanır da, o gurur abidesi şeytanların pagan ayinlerine katıl­maktan utanmazsa, bu şekilde onların gururuna ortaklık ederse ağır bir suça imza atıp sanık durumuna düşeceğini anlamış. Kibri küçüm­semiş, Hakikatin önünde utançla eğilmiş ve hiç beklenmedik bir anda umulmadık bir şekilde Simplicianus’a şöyle demiş: “Kiliseye gidelim; artık bir Hıristiyan olmak istiyorum.” Simplicianus öyle sevinmiş ki buna, kendine hakim olamayıp kalkıp onunla birlikte Kiliseye gitmiş. Victorinus Kilisede imanın temel sırlarına erişmiş, çok geçmeden de Roma’nın şaşkınlığı, Kilisenin sevinci arasında yeniden doğmak üzere kutsal suda yıkanıp vaftiz adını almış. Kibirliler seyretmiş bu olayı, öf­keden kudurmuşlar, dişlerini gıcırdata gıcırdata eriyip tükenmişler. Ama Rab Tanrı kulunun umududur, bu yüzden metelik bile vermemiş Victorinus o kibirlilere, o yalancı kaçıklara.

5.   Nihayet imanını ikrar vakti gelip çatmış. Roma’daki adete gö­re, senin yoluna girecek olanlar ezbere öğrendikleri birtakım sözleri yüksekçe bir kürsüye çıkıp inananların huzurunda ezberden okur­lar. Simplicanus’un dediğine göre papazlar Victorinus’a imanını giz­lice ikrar edebilme fırsatı da tanımışlar, adet olduğu üzere ikrar et­mekten utanan ve çekinen insanlara hep böyle bir fırsat tanırlarmış zaten. Ama Victorinus kurtuluşunu iman eden kalabalığın önünde açıkça dile getirmeyi yeğlemiş. Öğretmiş olduğu retorikte bir kur­tuluş olmadığı halde bu mesleği kamu önünde icra etmişti. Kendi sözlerini onca çılgın kalabalığa ifade etmekten hiç çekinmemişse, senin sözünü senin mazlum halkına söylemekten niye korksun ki? imanını ikrar etmek üzere kürsüye çıkarken, coşkulu sesler yükselme­ye başlamış, onu tanıyan herkes sevinç içinde birbirinin kulağına adı­nı fısıldıyormuş. Onu orada tanımayan mı var zaten' Derin bir uğultu duyulmuş sonra, neşe içinde toplaşan kalabalık hep bir ağızdan “Vic- torinus, Victorinus” diye bağırıyormuş. Onu gördükleri anda da bir sevinç patlaması yaşanmış adeta, sonra aniden durulmuş ortalık, her­kes onu dinlemek için susmuş. Victorinus kendine olan müthiş güve­niyle imanını ikrar ettiğinde de herkes yüreğine alıp sarmak istemiş onu. Aşkla, iftiharla sarılmışlar ona: aşk ve iftihar ona sarılanların elle­ri olmuş o anda.

3.    BÖLÜM

Günahkârların dine dönmesi Tanrı'yı
ve melekleri daha fazla sevindirir.

6.   Ey iyiliğin Tanrısı, nasıl oluyor da insanlar kendisinden umut kesilmişken büyük bir tehlikenin kıyısından dönen bir ruhun kurtu­luşuna, kendisinden hiç umut kesilmeyen ya da az buçuk tehlikede olan bir ruhun kurtuluşundan daha çok seviniyor? Sen de, ey mer­hametli Baba, tövbe eden tek bir günahkara sevindiğin kadar, dürüst oldukları için tövbe etmelerine gerek kalmayan doksan dokuz ruha sevinmiyorsun.1" Bizler kaybolan koyununu sırtlayıp geri getiren ço­banın sevincini ya da komşularının tebrikleri arasında bulduğu drahmiyi senin hazinene geri koyan kadının hikayesini ne zaman işitsek, nasıl da büyük bir memnuniyetle kulak kabartıyoruz. ı6 Se- [335] [336] nin yuvanda[337] [338] ölüp yeniden dirilen, kaybolup yeniden bulunan kü­çük Oğlunun hikayesi ne zaman okunsa, senin yuvanda kutlanan ayinlerde biz bu sevinci yeniden yaşıyor[339] ve gözyaşlarına boğuluyo­ruz[340] Çünkü biz ve kutsal sevginle kutsallaşan meleklerin seviniyar- sak senden ötürü seviniyoruz. Çünkü sen hep aynısın; sonsuza dek hep aynı şekilde kalamayacak olan şeylerin hepsini sonsuza dek hep aynı şekilde bilen sensin.

7.   İnsanın ruhunda neler olup bitiyor da insan hep sahip olduğu şeylerden çok, yeniden bulduğu ya da kendisine iade edilen şeylere daha çok seviniyor? Bunu kanıtlayıcı daha nice örnek var, günlük ya­şam bunun örnekleriyle dolu, bütün kanıtlarıyla “Evet, böyle,” diye bas bas bağırıyor. Muzaffer komutan zaferini kutlar. Savaşmamış olsa zafer kazanamazdı. Savaşta tehlike arttıkça zafer sevinci de artar. Fırtı­na denizcileri vurur, gemileri battı batacaktır; ölümle burun buruna gelenlerin beti benzi atar, ama aniden duruluverir hem gök hem de­niz, korkudan ödü patlayanlar arasında bu kez sevinç patlak verir. Sevdiğimiz biri hastalanır, onun için tehlike çanlarının çaldığını haber verir nabzı; sağlığına duacı olanlar onunla birlikte hastalanır. Hasta gitgide iyileşir sonra, evvelce olduğu gibi henüz sağlam şekilde basıp yere yürüyemiyor olsa da. Öyle bir sevinç yaşanır ki, hasta sağlıklıy­ken ve doğru dürüst yürüyorken hiç böyle bir sevinç yaşanmamıştır. Biz insanlar yaşamımızın sıradan zevklerini sıkıntı çekme pahasına elde ederiz, ister hiç beklemediğimiz ve irademiz dışında karşılaştı­ğımız sıkıntılar olsun bunlar, isterse beklediğimiz ve bilerek başımı­za doladığımız sıkıntılar. Açlık çekmenin, susuz kalmanın rahatsız ediciliğini bilmeseydik yemenin içmenin zevkine varamazdık. lçkicilcr tuzlu şeyler yerler ki, içki içme arzuları rahatsız edici bir hal alsın, içki içtikleri anda da bu arzu dinsin ve yerini keyfe bıraksın. Adettendir, nişanlı kızlar hemen kocaya verilmezler, önce koca bir iç çekecek, bekleyecek ki, kendisine verilen gelini öyle ucuza kapattım sanmasın.

8.   Aynı durum küçük düşürücü, tiksindirici zevkler için de geçer- lidir, helal ve yasal zevkler için de; en samimi ve en dürüst arkadaşlık­ta da bu böyledir, ölen ve yeniden dirilen o delikanlının durumunda da; yani ne kadar büyük sevinç varsa öncesinde büyük bir sıkıntı ya­şanır. Neden böyle oluyor Rab Tanrım, sen sonsuzluğun kendisi, sen sevincin kendisi olduğuna ve senin etrafındaki her şey mutluluğunu hep senden aldığına göre? Neden böyle, senin yarattıklarının bir kısmı böyle bir geri bir ileri gidip gelmek durumunda, neden bazen böyle husumet bazen barış yaşamak durumunda? Dünyanın düzeni mi böy­le, bu sınırı sen mi çektin ona, göklerin en yükseklerinden yerin en dibine kadar, çağların başlangıcından en sonuna kadar, meleklerden kurtçuklara kadar, ilk hareketten son harekete kadar iyi olan her şeyi, doğru olarak yarattığın her şeyi belli bir yere ve belli bir zamana yer­leştirdiğinde? Vah bana, sen en yücelerde olanlardan bile ne kadar yü­cesin, en derinlerde olanlardan bile ne kadar derinsin! Sen bizden hiç gitmiyorsun, oysa biz ne zor dönüyoruz sana.

4.    BÖLÜM

Soylu insanların dine dönmesinden duyulan büyük sevinç.

9.   Haydi, ya Rab, uyandır, çağır bizi, yak ateşini, kap götür, rayiha­nı sal, tadını bırak, bırak ki seni sevelim, sana koşalım. Victorinus bir yana, cehennemin en kör karanlığında yaşayanlar bile dönüp senin yoluna girmedi mi, senin nurunla yanıp aydınlanmadı mı, senin nu­runla yananlar senden güç bulup senin oğulların olmadı mı?[341] Ama bunlar halk arasında Victorirıus kadar tanınmıyorlarsa, kimse onlar için öyle aşırı sevinç gösterisinde bulunmaz, hatta onları bilip tanıyan­lar bile. Oysa birçok kişi ortak bir sevinci paylaştığında bireylerin se­vinci de katlanır, çünkü insanlar birbirinin ateşini körükledikçe arala­rında büyük bir coşku yaşanır. Dahası tanınmış kişilerin d.ine dönüşü diğer insanların kurtuluşu için de örnek oluşturur. Böylece peşlerin­den birçok kişiyi de çekip götürmüş olurlar. İşte bu yüzden ünlü kişi­lerin dine dönüşleri seleüerini bile büyük sevince boğar, çünkü bu se­vinç sırf ünlü kişilerin şahsına yönelik bir sevinç değildir. Elbette se­nin Kilisende zenginin fakire ya da soylunun soylu olmayana göre ön­celiği olduğunu aklıma bile getiremem, çünkü sen dünyanın güçsüz olarak gördüklerini seçtin ki, dünyanın güçlü olarak gördüklerinin burnu sürtülsün; bu dünyada soylu olmayan ne varsa, varmış gibi gö­rünüp de aslında varolmayan ne kadar değersiz şey varsa sen onları seçtin, çünkü varolanları hiçliğe indirgemek istedin.[342] Hatta bu sözle­rini havarilerinin en önemsizinin dilinden aktardın,[343] eyalet valisi Pa- ulus’un[344] [345] kibrine karşı savaşarak onu İsa’nın şefkatli boyunduruğu al­tına sokan ve Büyük Kral’ın eyalet valisi yapan ve kazandığı zaferinin nişanesi olarak vaktiyle Saulus olan adını Paulus olarak değiştirmeyi yeğleyen o kişinin dilinden.24 Düşman en büyük bozgunu, hükmü altına aldığı ve kitleleri yönetmek için kullandığı insana yenildiğinde

İTIRAFLAR

yaşar. Ama düşman en çok soyluluklarına güvenip kibirlenenleri hük­mü altına alır ve onların yetkesini kullanıp kitleleri yönetir. Şeytanın zapt edilemez bir kale kurduğu Victorinus’un yüreğinin, kitleleri dar­maduman etmek için güçlü ve sivri bir ok olarak kullandığı Victori- nus'un dilinin hak yoluna girmesi işte bu yüzden büyük bir sevince neden oldu. Senin çocuklarından da beklenen bu olayı olağanüstü bir coşkuyla kutlamalarıydı, çünkü Kralımız23 mert bir adamı kendine ta­bi kılmıştı, çünkü Victorinus’un bütün kaplarının elinden alınıp yıka­nıp paklandığına, Onun kutsal amacına uyarlandığına ve Rabbin ha­yırlı işlerinde kullanacağı araçlar halini aldığına tanık olmuşlardı^6

5.   BÖLÜM

Augustinus'un hak yoluna girişini geciktiren nedenler.

10.  Sadık kulun Simplicianus, Victorinus'un hikayesini bana anla­tır anlatmaz onun peşinden gitmek için yanıp tutuşmaya başladım. Zaten o da bana bu hikayeyi bu yüzden anlatmıştı. Neden sonra hika­yesine bir de şunu ekledi: imparator Iulianus zamanında Hıristiyanla­rın edebiyat ve hitabet eğitimi vermelerini yasaklayan bir yasa yürür­lüğe konmuş. Victorinus bu yasayı sevinçle karşılamış ve o laf cambazı okulunu bırakıp, bebeklerin dillerine bile belagat katan senin Sözünü tercih etmiş. Bu bana göre çok cesur bir hareketti, ama aynı zamanda bütün zamanını sana vakfetme fırsatını yakaladığı için şanslı da sayılır­dı. Keşke benim de böyle bir fırsatım olsaydı diye iç geçirdim, ama [346] [347]

 

 

ben prangaya vurulmuştum, üstelik başkaları tarafından değil, tama­men kendi iradem tarafından prangalara vurulmuştum. Düşman ira­demi sımsıkı tutmuş, bir zincir yapıp mahkûm etmişti kendine. Sap­kın iradenin sonucu şehvettir. Şehvete tutsak olmak alışkanlık yaratır, bu alışkanlığa direnemezseniz zorunluluk haline gelir. İşte bu halka halka birbirine bağlanmış ve benim zincir dediğim kalın örgü her ya­nımı sıkıca sarmış beni tutsak kılmıştı. Bende henüz oluşmaya başla­yan şu yeni irade, sana özgürce hizmet etmemi ve senin hazzına var­mamı sağlayacak şu hakiki mutluluğun kaynağı Tanrım, eski alışkanlı­ğımın güçlü kollarındaki eski irademin üstesinden gelecek kadar güç­lü değildi daha. Bu yüzden bu iki irade, yani eskisi ve yenisi, yani biri şehvani diğeri ruhani irade birbirleriyle sürekli çalışıyordu ve bu kav­ga ortamı zihnimin bütün dikkatini dağıtıyordu.

11.   Yaşadığım bu deneyimler sonucunda, bedenin dürtüleri ile ru­hun dürtüleri birbiriyle çatışır27 ifadesini okuduğumda bunun nasıl bir şey olduğunu artık anlıyordum. İkisinin arasında kalmıştım, ama be­nim gönlüm beğendiğim yanımda değil, daha çok beğenmediğim ya­nımdaydı. Beğenmediğim yanımda ise artık ben ben değildim, çünkü burada isteyerek yapacağını şeyleri çoğu zaman istemeyerek yapmak zorunda kalıyordum. Ama yine de alışkanlığımın bana karşı böylesine meydan okumasından kendim sorumluyum, çünkü isteyerek isteme­diğim bir duruma düşmüştüm. Günahkar hak ettiği cezayı alıyorsa karşı çıkmaya hakkımız var mı? Neden hala dünya halinden kopama­dığımı ve senin hizmetine giremediğimi açıklamak istesem, eskiden olsa hakikatle ilgili bilgilerim bulanık derdim, ama şimdi böyle bir ba­hanem de kalmadı. Çünkü artık hakikatin anlamı benim için apaçıktı. [348]

İşin aslı ben hala bu dünyaya bağlı olduğumdan senin askerin olmayı reddediyordum ve şu yüklerin omzuma binmesinden korkacağıma yüklerimden kurtulmaktan korkuyordum.

12.   Uyurken tatlı bir rehavet çöker ya insana, işte dünya yükü de öyle çöktü üzerime. Sana yoğunlaştırdığım düşüncelerim, adeta uyku­sundan uyanmak isteyen, ama derin uykusuna yenik düşüp tekrardan deliksiz bir uykuya dalan insanların çırpınmalarını andırıyordu. Hiç kimse sonsuza dek uyumak istemez, aklı başında olan herkes uyanık olmanın evla olduğunu bilir. Ama bedeni uyuşup ağırlaştığında ille de uyanık kalacağım diye diretmez, gönlü olmasa da şöyle birazcık ser­best kalmanın tadını çıkarır, uyanma vakti gelmiş olsa bile. Işte aynı şekilde ben de senin aşkına teslim olmanın, kendi tensel arzuma yenik düşmekten daha iyi bir şey olduğunu biliyordum. Sana teslim olma düşüncesi beni mutlu ediyor ve gönlümü çeliyordu, ama tensel arzu­ma yenik düşmenin tadı başkaydı ve beni aşıyordu. Sen, “Ey sen, uyan uykundan, kalk ölüm döşeğinden, İsa seni aydmlatacak”28 dediğinde, sana verecek bir yanıt bulamıyordum. Her şekilde söylediklerinin doğru olduğunu kanıtlamana rağmen ve senin Hakikatine kani olma­ma rağmen yine de tam bir yanıt veremiyordum^ “Hemen,” “Işte şim­di,” “Az izin ver, n’olur” türünden uyuşuk, uykulu sözcükler dışında. Ama o “Hemen, işte şimdi” sözcükleri bir türlü şimdi olmuyordu, “Az izin ver, n’olur” sözcükleri ise uzadıkça uzuyordu. Öz varlığımda onayladığım yasanın bir hükmü kalmıyordu, bedenimdeki öteki yasa zihnimin yasasıyla çarpıştıkça ve bedenimde yerleşmiş olan günah ya­sasına beni tutsak kıldıkça. Günah yasası alışkanlığın yarattığı zorba­lıktır ve gönül istemese de onunla çekip götürülür ve tutsak olur; la- [349] yıktır da buna, çünkü isteyerek bu duruma düşer. O halde ben biçare­yi şu ölümlü bedeninden, Rabbimiz Mesih İsa aracılığıyla lütfettiğin sevgin dışında başka kim kurlarabilir?29

6.    BÖLÜM

Ponticianus, Antonius'un yaşamını anlatıyor.

13.   Sımsıkı bağlı olduğum cinsel arzularımdan ve dünyevi meşga­lelerimden beni nasıl kurtardığım anlatacağım şimdi ve senin adına itirafta bulunacağını ya Rab, Yardımcım, Kurtarıcım. Gitgide artan gö­nül bulanıklığımla her zamanki gibi yaşayıp gidiyordum, her gün sana ie; çekiyordum, olanca ağırlığıyla üstüme çullanan ve beni inim inim inleten dünya işlerimden vakit buldukça sık sık Kilisene uğruyorduın. Alypius da benimle beraberdi, üçüncü kez atandığı hakim danışmanlı­ğı görevinden sonra hukuk mesleğine ara vermişti, şimdi yeniden fi­kirlerini satabileceği birilcrini arıyordu, tıpkı benim gibi, ben de güzel konuşma sanatını salıyordum, sanki bu sanatta öğretici bir yan varmış gibi. Ncbridius ise dostluk hatırına hepimizin samimi arkadaşı olan gramerci Vcrecundus’uıı derslerine destek oluyordu. Verecundus Mi­lano’da doğmuştu ve halen oranın vatandaşıydı. Dostluğumuza sığınıp rica minnet aramızdan güvenilir birinin acilen kendisine yardımcı ol­masını istemişti, böyle bir desteğe sahiden çok ihtiyacı vardı. Nebridi- us’uıı bu işi kabullenmesinin nedeni para kaygısı değildi, çünkü istese edebiyat öğretmenliği yaparak da bir hayli para kazanabilirdi. Ama çok kibar ve çok iyi bir insan olduğundan bizim ricamızı kırmaya gönlü el vermedi. Görevini de ihtiyatla yerine getirdi, dünyanın büyük adamlar olarak gördüğü kişilerce tanınmamaya özen gösterdi, ruh hu- [350] zurunu kaçırabilecek olaylardan uzak durdu. Kafası dinç olsun isti­yordu, mümkün olduğunca bütün boş vakitlerini felsefi konularda araştırmalar yapmaya, okumaya ya da yapılan konuşmaları dinlemeye versin istiyordu.

14.   Nebridius’un olmadığı bir gün -neden yoktu doğrusu hatırla­mıyorum- hiç beklemediğimiz bir anda Ponticianus adında biri eve geldi, o sırada Alypiusla birlikte evdeydik. Ponticianus Afrika'dan hemşehrimizdi ve sarayda yüksek bir mevkiye sahipti. Bizden bir şey talep edecekmiş. Oturduk, sohbete başladık. O sırada tesadüfen önümüzdeki oyun masasının üstünde duran bir kitaba gözü takıldı. Kitabı aldı, açtı ve Paulus'un mektupları olduğunu anlayınca çok şa­şırdı. Çünkü mesleğimle ilgili şu baş belası kitaplarımdan biridir di­ye düşünmüş. Şöyle bir gülümsedi ve tebrik edercesine yüzüme bak­tı. Aniden bu mektuplarla karşılaşması ve sadece bu mektupları göz önünde tuttuğumu görmesi onu hayrete düşürmüştü. Sofu bir Hıris- tiyandı, sık sık kiliseye gidiyor, senin huzurunda Tanrım, secdeye va­rıyor ve uzun uzun dualar ediyordu. Bu kitapların benim için derin bir araştırma konusu olduğunu belirttiğimde, Mısırlı keşiş Antonius'a kadar uzayan bir konuşma başladı aramızda. Senin kulların çok bü­yük saygı gösterirlermiş Antonius’a, bizse o ana kadar onun adını bile hiç işitmemiştik.3o Bunu fark edince konuşmasını daha da ayrıntılı ha­le getirdi, o ulu adaını adeta damıta damıta akıtmak istiyordu şu cahil zihinlerimize, onu tanımadığımıza da hayret ediyordu bir yandan. Bu kadar yakın bir geçmişte, neredeyse yaşadığımız çağda, hem Ortodoks inancının hem de Katolik Kilisesinin kabul ettiği ve bir sürü insanın tanık olduğu mucizelerini işitmek kafamızı allak bullak etmişti doğru- [351] su. Hepimiz şaşkınlık içindeydik, bizler bu kadar çarpıcı bir hikayeyi bilmediğimizden, Ponticianus ise bizim bu hikayeyi daha önce hiç işit­memiş olmamızdan ötürü.

15.   Buradan, konuşmanın konusu manastırlarda yaşayan insanlara, senin rayihanla ve çöllerin o bereketli vahalarıyla soluk alıp veren ya­şam tarzlarına geldi; biz bunları da hiç bilmiyorduk. Milano’da, kent surlarının dışında, Ambrosius'un koruyuculuğunu üstlendiği bir ma­nastır varmış ve biz bunu da bilmiyorduk. O anlattıkça anlatıyor, ko­nuştukça konuşuyordu, bizse çıt çıkarmadan can kulağıyla onu dinli­yorduk. Bir ara aklına geldi ve bize Trier’deyken,[352] [353]! imparatorun yarış meydanındaki gösterileri izlemekle meşgul olduğu bir akşamüstü, üç meslektaşıyla birlikte kent surlarının bitişiğindeki bahçelerde çıktığı gezintiden bahsetti: İki gruba ayrılmışlar, biri Ponticianus’la kalmış, diğer ikisi kendi başlarına gitmiş. İkinci çift öyle dolanırlarken karşıla­rına bir cv çıkıverıniş, senin sadık kullarından birileri oturuyormuş o evde, ruhça fakir, ama Göklerin Krallığına sahip olanlardan birileri.12 İşte bu evde bir kitap bulmuşlar, Antonius’un yaşamını anlatan. Bu iki arkadaştan biri kitabı okumaya başlamış, hayran kalmış, yüreği tutuş­muş, okudukça yaşadığı yaşamı ve dünyevi mesleğini bırakıp senin hizmetine girmeyi düşünmeye başlamış. Her ikisi de sarayın gizli ha­ber alma servisinde görevliymiş o sıra. Birdenbire kutsal bir aşkla dol­muş kitabı okuyan, sahiden utanmış ve kendi kendine çok kızmış, son­ra arkadaşına çevirmiş gözlerini ve ona şöyle demiş: “N’olur söyle, çekti­ğimiz bunca zahmetin bize bir yararı olacak mı? Neyin peşinden koştu­ruyoruz? Devlete hizmet etmekteki amacımız ne? imparatorun arkadaşı olmaktan daha iyi bir mevki elde edebilir miyiz şu sarayda? Bulunduğu­muz bu mevkide bile yaşamımız pamuk ipliğine bağlı değil mi zaten, her an bir tehlikeyle karşı karşıya değil miyiz? Bundan daha tehlikeli bir başka mevkiye gelmek için kim bilir daha ne tehlikeleri göze almamız gerekecek? Sonra böyle bir mevkiye gelmek için daha ne kadar bekleye­ceğiz? Oysa Tanrı'nın dostu olmak istesem anında olurum.” Sözlerini bi­tirmiş, yepyeni bir yaşamı doğurmanın verdiği sancıyla gözlerini yeni­den kitaba çevirmiş. Okumuş, okudukça gönlü hak yoluna girmiş, sa­dece senin görebileceğin şekilde; zihni bu dünyadan boşalmış sonra, o anda herkesin görebileceği şekilde. Kitabı okurken ve yüreğindeki akın­tılar girdap olup dönüp dururken, zaman zaman bir çığlık yükselmiş derinlerinden, işte o an gideceği yolun daha iyi bir yol olduğunun ayır- dına varmış ve kararını vermiş ve o andan itibaren senin kulun olmuş, arkadaşına şöyle demiş: “Artık bütün dünyevi hırslarımdan çekip kur­tardım kendimi ve Tanrı’nın hizmetine girmeye karar verdim, şu andan itibaren bu yeni görevimde yapmam gerekeni yapacağım. Peşimden gelmeyeceksen bana karşı da çıkma.” Bunun üzerine arkadaşı onun yanında olacağını söylemiş, mademki bu kadar büyükmüş bu ödül, bu kadar önemliymiş bu görev. Böylece her ikisi de sana teslim ol­muşlar ve gerekli bedeli ödeyip, yani bütün mallarını mülklerini bir kenara atıp senin peşinden yürüyerek kulelerini inşa etmişler.33 O sı- [354] rada Ponticianus ve yanındaki arkadaşı bahçenin başka yerlerinde ge­zinip bu ikisine bakınırken onların olduğu yere gelmişler, onları gör­müşler ve hava karardığından artık dönme vaktinin geldiğini söyle­mişler. Arkadaşları ise verdikleri kararı ve amaçlarını anlatmaya başla­mışlar onlara, nasıl olup da gönüllerine böyle bir isteğin doğduğunu, nasıl hayırla sonuçlandığını açıklamışlar ve bize katılmak istemiyorsa­nız karşı da çıkmayın demişler. Ama Ponticianus ve arkadaşı yürü­mekte oldukları yoldan geri dönmemiş, buna rağmen, dediğine bakı­lırsa, kendi hallerine olurup ağlamadan da edememişler, sonra bütün samimiyetleriyle arkadaşlarını kutlayıp onlardan dualarını üzerlerin­den eksik etmemelerini istemişler. Ardından yüreklerini yeniden top­rağa gömüp sarayın yolunu tutmuşlar. Arkadaşlarıysa yüreklerini gök­yüzüne kal ıp evde kalmışlar. Bunların ikisi de nişanlıymış ve nişanlıla­rı bu durumdan haberdar olunca ikisi de bakireliklerini sana adamış­lar.

7.    BÖLÜM

Ponticianus'un anlattıklarını dinledikten sonra
yüreğinde bir eziklik hisseder.

16.  İşte Ponticianus’un anlattıkları bunlardı. Ama o konuşurken, ya Rab, sen beni şöyle arkamdan tutup kendime döndürdün, çünkü ben kendimle yüzleşmek istemediğimden arkama saklanmıştım ,,M Sen beni gözümün önüne koydun, ne kadar kirli, ne kadar çirkin, ne kadar pespaye olduğumu, nasıl da çıbanlarla, irinlerle kaplandığımı görebi­leyim diye. Gördüm ve ürktüm, ama kendimden başka kaçabileceğim [355] bir yer yoktu. Bakışlarımı kendimden kaçırmaya çalıştığımda Pontici- anus hikayesini anlatmaya devam ediyordu ve sen bu şekilde bir kez daha beni kendimle karşı karşıya getiriyordun, kendimi gözlerimin önüne itiyordun ki kötülüğümü göreyim ve ondan nefret edeyim. Onu iyi tanıyordum, ama kendimi kandırıp onu kabullenmek istemi­yordum ve zihnimden çıkarmaya çalışıyordum.

17.   Ama bu kez hikayelerini dinlediğim şu iki gence kanım iyice kaynamaya başlamıştı, ruhsal sağlıklarını kazanmak için kendilerini tamamen senin şifalı ellerine bırakmalarından etkilenmiştim. Onlarla kıyasladığımda iliklerime kadar kendimden nefret ettim. Yaşamımdan onca yıl öylesine akıp geçmişti, kaba hesapla on iki yıl, bana bilgelik aşkını aşılayan Cicero’nun Hortensius’unu on dokuz yaşımda okudu­ğuma göre. Gerçi artık dünyevi mutluluklardan sıtkım sıyrılmaya baş­lamıştı, ama hala bahaneler buluyor ve bilgelik arayışına zaman ayır­mıyordum. Oysa bırakın bilgeliği keşfetmeyi, sadece onu araştırmaya girişmek bile dünyanın bütün hazinelerini, bütün krallıklarını ve her an emrinize amade bekleyen bütün bedensel zevkleri keşfetmeye be­deldi. Ama ben öyle biçare bir gençtim ki, hatta ergenliğimin ilk yılla­rında senden iffet dileyecek ve sana, “Beni iffetli kıl, kendime hakim olmamı sağla, ama daha değil” diyecek kadar biçare. Olur da hemen beni işitirsin ve beni şu şehvani hastalığımdan hemen kurtarırsın diye korkuyordum, çünkü ben şehvetimi bastırmaktansa tatmin etmeyi yeğliyordum. Batıl inançların peşinde, yanlış yollarda yürüyüp gidi­yordum, bunların doğru olduğunu düşündüğümden değil, yerlerine kayabileceğim başka inançlar bulamadığımdan. Ama samimi bir şekil­de eğilmiyordum ki başka inançlara, tersine hepsine düşmanca bir ta­vırla karşı çıkıyordum.

18.    Dünyevi hırslarımdan sıyrılıp sadece senin yoluna gireceğim

AUGUSTİNUS

anı gün be gün geciktirmemin sebebi, bana göre, yönümü tayin ede­cek belirgin bir işaret göremememdi. Işte sonunda kendimin karşısın­da çırılçıplak kalacağım ve vicdanımın bana şöyle çıkışacağı an geldi: “Hani dilin? Kesin bir hakikat olmadığından, gelip geçici yüklerini at­mak istemediğini söylüyordun ya sürekli. Işte kesin hakikat, ama sen hâlâ omuzlarında o yükleri taşıyorsun, oysa dünyevi şeyleri araştıraca­ğım diye kendisini yiyip bitirmemiş, bu meseleler üzerine o kadar yıl kafa yormamış insanlar çoktan omuzlarından o yükleri atmış, yerine kanatlarını takmışlar” lşte böyle eziliyordu içim, korkunç bir utanç duygusu kaplıyordu her yanımı, Ponticianus ise hikâyesini anlatmayı hâlâ sürdürüyordu. Konuşmasına son verdi sonra, bizden isteyeceğini de istedi ve gitti, bense kendimle baş başa kaldım. Neler söylemedim ki kendime? Senin arkandan gitmek için çırpınırken beni takip etsin diye, ne sözler söylemedim kamçı gibi vura vura ruhuma? Ama o du­raksıyordu, reddediyordu ve bir bahane de uycluramıyorclu. Önceki iddialarının hepsi tükenmişti, hepsi çürütülmüştü; kala kala sessiz bir titreyiş kalmıştı geriye, alışkanlık kaynağının kurutulmasından ölüm­den korkar gibi korkuyordu, oysa bu kaynakla ölesiye kuruyup yok oluyordu.

8.    BÖLÜM

İstediği şeyi gerçekleştirmek üzere tek başına bahçeye çekiliyor. [356] anlamı olmayan bunca bilgimizle, bak hâlâ şu etten kandan oluşmuş çamurda debelenip duruyoruz! Bizden önce yolu tuttukları için mi onları izlemekten utanıyoruz, peşlerinden gitmeye çaba sarf etmeme­miz daha utanç verici değil mi?” Buna benzer şeyler söyleyip durdum, öyle coşmuştum ki birden ondan koptum, o ise şaşkın şaşkın yüzüme bakıyor, susuyordu. Çünkü sesim bir garip çıkıyordu. Ruh halimi sarf ettiğim sözler değil de daha çok yüzüm, yanaklarım, gözlerim, rengim ve ses tonum daha fazla yansılıyordu sanki. Kaldığımız evin ufak bir bahçesi vardı, nasıl bütün evi rahatça kullanıyorsak bu bahçeyi de o kadar rahat kullanabiliyorduk, çünkü ev sahibimiz, yani evin efendisi burada oturmuyordu. Yüreğimde kopan fırtına beni işle bu bahçeye sürükledi, kendi kendime vermiş olduğum o ateşli mücadelede beni burada anık kimse rahatsız edemezdi, La ki senin bildiğin, ama benim bilmediğim çıkış yolunu bulana değin. Deliriyordum, ama aklımı başı­ma getirecek şekilde; ölüyordum, ama yeniden doğacak şekilde. Ne kadar hasta olduğumun farkındaydım, ama az sonra iyi olacağımı bil­miyordum. Bu yüzden bahçeye çıktım. Alypius da arkamdan geldi sonra usul usul. Ama onun oradaki varlığı benim yalnızlığıma ket vur­madı. Ben bu haldeyken hiç beni yalnız bırakabilir miydi? Evden ola­bildiğince uzak bir yere oturduk. Kendimden geçmişlim, doğru yola girmediğim ve seninle akdetmediğim için Tanrım, ruhum öfkeden ve üzüntüden karman çormandı, bir yandan da bütün kemiklerim sana teslim olmam gerektiğini bas bas bağırıyor ve gökyüzüne şükranlarını sunuyordu. Senin katına erişmek için ne gemilere ihtiyaç var, ne atlı arabalara, ne ayaklara ne de evle şu oturduğumuz yer arasındaki me­safe kadar yürümeye. Gitmek istemen yeter, o zaman oraya gitmekle kalmaz, aynı zamanda anında ulaşırsın, ama güçlü bir şekilde isteye­ceksin bunu, tüm kalbinle, öyle yarım ağız bir o yola bir bu yola dö­nüp durmadan, bir yanın yukarıya, diğer yanın aşağıya çekiştirmeden.

20.   Kararsızlığımın verdiği ıstırapla elimi kolumu koyacak yer bu­lamıyordum, istediği şeyi yapacak gücü bulamayan ya da zincirlere vurulmuş veya hastalıktan zayıf düşmüş, yani bir şekilde hareket yetisi kısıtlanmış insanlar gibi. Saçlarımı yokluysam, alnıma vurduysam, parmaklarımı birbirine dolayıp dizlerime bağladıysam, bütün bunları istediğim için yaptım. Bedenimin itaat yeteneği olmasaydı bu hareket­leri yapmak isteyebilirdim, ama yapamazdım. Demek ki benim yap­tığım pek çok harekette hareket yapma isteği ile hareket yapma yetisi farklı şeylerdi. Ne var ki hiçbiriyle kıyaslanmayacak kadar çok hoşu­ma giden hi r hareket i yapamıyordum, oysa istediğim anda bunu yapa­bilirdim, çünkü bunu yapmayı istemiş olsaydım bütün kalbimle iste­miş olacakı mı. Bu durumda hareket etme yeteneği iradeyle eş oluyor­du, yani bir şey islemek onu yapmaktı. Buna rağmen öyle olmuyordu. Bedenim ruhumun cıı ufak isteğine kolayca boyun eğiyordu, örneğin emrettiği anda elini kolunu hareket ettirebiliyordu da ruhum kendisi­nin o büyük arzusuna itaat etmiyordu, oysa sadece istese bunu anında gerçckleştirebi 1 irdi.

9.    BÖLÜM

Zihnin kendi emrine itaat etmemesinin nedeni. [357]

kaldır diye emrediyor, emir bir anda yerine getiriliyor, öyle ki emir ile cmrin yerine getirilmesi birbirinden ayırt edilemiyar bile. Ama zihin zihindir, el ise beden. Zihin zihnin istemesini emrediyor, emri alan za­ten zihnin kendisi, ama zihin bu emri yerine getirmiyor. Bu tuhaf du­rum nereden kaynaklanıyor? Neden böyle oluyor? Yani zihin kendisi­ne istemesi için emrediyor, ama o bunu yapmak isteyene kadar emri yerine getirmiyor, kısacası emrettiği şeyi yapmıyor. Demek ki tüm kal­biyle istemiyor, dolayısıyla tüm kalbiyle de emretmiyor. istediği kada­rını emrediyor, istemediği kadarı da emrettiği şeyi yerine getirmiyor. Çünkü irade, irade harekete geçsin diye emir veriyor, yani emri veren başkası değil, kendisi. Demek ki emri veren irade tam bir irade değil, hu yüzden emrettiği şey yerine gelmiyor. Tam bir irade olmuş olsaydı harekete geçsin diye emretmezdi, zaten harekete geçerdi. Öyleyse kıs­men istemek ve kısmen istememek öyle tuhaf bir durum değil, sadece zihinsel bir hastalık; Hakikatin çağrısına uyarak tam olarak doğrula­mayan, alışkanlığına yenik düşüp aşağıya çekilen zihnin bir hastalığı l)emek ki iki irade var ve bunların ikisi de tam değil, çünkü birinde olan diğerinde yok. [358] seler ve gerçeği görebilseler iyi olacaklar ve o zaman senin havarin on­lara şöyle diyecek: “Vaktiyle karanlıktaydınız, ama şimdi Rab’da nur- landınız.”1'l Ama onlar Rab’da nurlanmak istemiyorlar, kendilerinde nurlanmak istiyorlar, çünkü insan ruhunun doğasının Rabbin doğa­sıyla özdeş olduğunu sanıyorlar. Böyle sandıkları için de daha koyu karanlıklara bulanıyorlar, o korkunç kibirleri yüzünden senden, yani bu dünyaya gelen bütün insanları aydınlatan Hakiki Nurdan16 gitgide uzaklaşıyorlar. Söylediklerinize dikkat edin, yüzünüz kızarsın, Ona yaklaşın ve Nurla dolun, yüzün üz artık kızarmasın.17 Uzunca bir süre­dir niyetlendiğim Rab Tanrımın yoluna girme konusunda düşünüp tartışırken, anladım ki bu yola girmeyi isteyen de bendim, istemeyen de bendim. Sonuçta ikisi de bendim. Ne tam olarak istiyordum bunu, ııc de tam olarak istemiyordum. Demek ki kendi kendimle savaşıyor­dum ve kendi kendimle düşünce ayrılığı yaşıyordum ve bu düşünce ayrılığı bana rağme'n ortaya çıkıyordu. Ama bu durum be'nde başka bir zihnin olduğunu kanıtlamıyordu, sadece ceza çektiğimi kanıtlıyor­du. 15u cezayı kendime veren hen değil, bendeki günahkârlıktı, yani özgür isteğimle' işlediğim günahtan kaynaklanan bir günahkarlık; çün­kü ben bir âde'moğluydum.

23.   İçimizde birbiriyle çatışan iradeler kadar farklı doğalar olsaydı bunların sayısı ikiden fazla olurdu. Varsayalım falancı kişi Manicilerin toplantısına mı, yoksa tiyatroya mı gideceğine bir türlü karar vereme­miş olsun, Maniciler hemen şöyle haykıracaktır: “Işte size iki doğa. Bunların iyi olanı bize getirir, kötü olanı tiyatroya götürür. Yoksa bir­birine zıt iki iradenin yarattığı bu ikilemi başka nasıl açıklayabilirsi- [359] [360] niz?” Bana soracak olursanız, bu iradelerin ikisi de kötü, çünkü biri Manicilere götürüyor, diğeri de tiyatroya. Ama Maniciler ancak kendi­lerine götüren iradenin iyi olduğuna inanıyor. Nasıl yani? Örneğin fa- lancamız kara kara düşünüyor ve birbiriyle çatışan iki irade arasında bir o yana gidiyor, bir bu yana ve bir türlü tiyatroya mı, yoksa kilise­mize mi gideceğine karar veremiyor. Manicilerin ona verecekleri yanıt da sallantılı olmayacak mı7 Çünkü kendi kutsal öğretilerinin imbiğin­den geçmiş ve kendi kiliselerinin taraftarı olmuş insanları onlara geti­renin iyi irade olduğuna inandıklarına göre, buradan hareketle, ya iyi irade insanı kiliseye götürür demek zorunda kalacaklar -ki böyle bir şeyi demek istemeyeceklerdir- ya da aynı insanda iki kötü doğanın ve iki kötü zihnin birbiriyle çeliştiğini düşünmek zorunda kalacaklar ve her zamanki iddialarının, yani bir iradenin iyi, diğerinin kötü olduğu­na ilişkin iddialarının doğru olmadığı ortaya çıkacak. Ya da gerçeği kabullenip karar aşamasındaki bir insanda farklı iradelerle fokur fo­kur kaynayan tek bir ruhun olduğunu reddetmeyecekler.

24.   İşte aynı insanda iki iradenin çatıştığını açıkça gördüler, o za­man artık insanda birbirine zıt iki tözden ve birbirine zıt iki ilkeden doğan, biri iyi ve diğeri kötü olmak üzere birbirine zıt iki zihin var demesinler. Çünkü sen, ey Hakikat olan Tanrı, onların yanıldığını yüzlerine vurursun, iddialarını çürütür, şaşkına döndürürsün. Her iki iradenin de kötü olduğu durumlar olabilir. Örneğin falancı kişi falan- cayı zehirleyerek mi yoksa hançerleyerek mi öldüreceğine karar vere­miyor olabilir; iki çiftliğe birden el kayamayınca şu çiftliğe mi, yoksa bu çiftliğe mi el koysam diye oturup düşünebilir; paramı zevk uğruna har vurup harman mı savursam, yoksa cimrilik edip paramı hiç harca- masam mı diye düşünebilir; yarış meydanına mı yoksa tiyatroya mı gi­deyim, çünkü bugün her ikisinde de gösteriler var diyebilir. Haydi ben bu sonuncuya bir üçüncü seçenek ekleyeyim, aynı kişi hazır fırsa­tını yakalamışken başkasının evini mi soysam diye de düşünebilir, hatta dördüncü bir seçenek de ekleyeyim, aynı anda şansı yaver gider­se gidip zina mı işlesem acaba diyebilir. Bütün bu seçenekler aynı an­da ortaya çıkmış ve hepsi aynı şekilde arzulanıyar olsa bile yine de bir insan bunları aynı anda gerçekleştiremez ve zihni birbiriyle zıtlaşan iradeler arasında bölünür, hatta arzuladığı seçeneklerin sayısına göre gerektiğinde dört beş parçaya bölünür. Ama Maniciler insanda bu ka­dar çok sayıda farklı töz olduğunu bir türlü kabul etmek istemiyor. Oysa iyi iradeler söz konusu olduğunda bile aynı mantık geçerli. Ör­neğin Manicilere, acaba insan için hangisi iyi, Paulus’un Mektuplarını okumaktan duyulan haz mı, yoksa Mezmurlardaki o dingin tat mı ya da Incil'i yorumlamak mı, diye bir soru soracak olsam, her bir soru­ma “evet, bu iyi” diye yanıt vereceklerdir. E, öyleyse? Bu seçenekler aynı şekilde ve aynı anda hoş gelebiliyorsa, o zaman en hoşumuza gi­decek seçeneğe karar verirken neden yüreğimiz farklı iradeler arasın­da bir o yana, bir bu yana gidip gelmesin ki? Bu iradelerin hepsi iyi ol­sa bile yine de aralarında bir savaş yaşanacaktır, ta ki artık o mu bu mu diye düşünmeden bütün kalbimizle yöneleceğimiz birini seçene kadar. İşte aynı şekilde bir yandan ebediyetin aşkına kapılıp yukarıya, bir yandan da geçici iyiliğin hazzına kapılıp aşağıya çekildiğimizde, ruhumuz var gücüyle direnir ve ne yukarıya ne de aşağıya gitmek iste­mezse, büyük sancılar içinde ikiye ayrılır, bir yanı hakikatten dolayı ebediyeti tercih eder, diğer yanı alışkanlığından dolayı geçici olanı terk etmez.

ll.    BÖLÜM

Augustinus'ta beden ve ruh kavgası.

25.   İşte bu tür bir hastalıktan muzdariptim, işkence çekiyordum, kendimi her zamankinden daha acımasızca suçluyor, zincirlerimin içinde tamamen kopup parçalanana kadar bir o yana bir bu yana dö­nüp duruyordum; zaten artık ufak bir halka kalmıştı beni tutan, ama sonuçta yine de tutuyordu ya. Sense, ya Rab, yalın merhametinle kor­ku ve utancın çift kat kırbacını yüreğimin en derinlerine indiriyordun, yeniden pes edeyim ve beni tutan şu minnacık, ince halka da kopma­sın diye; yeniden güçleneyim ve beni daha sıkı zincirlere vur diye. Ru­humdan şöyle geçiriyordum: “Şimdi olsun, şimdi olsun,” ve böyle diye diye artık son kararımı veriyordum. Evet, neredeyse veriyordum, ama veremiyordum, eski halime de dönemiyordum, kıyıda duruyordum ve yeniden soluklanıyordum. Ha gayret dedim yeniden, hedefe bir adım- cık daha yaklaştım, bir adımcık daha, işte neredeyse neredeyse doku­nuyordum, tutuyordum. Ama ulaşamıyordum, dokunaımıyordum, tu­tamıyordum, ölümü ölmek ile yaşamı yaşamak arasında tereddüttey­dim; içime işlemiş kötülük hiç tatmadığım iyilikten daha hakimdi üze­rimde, beni farklı bir insan haline dönüştürecek ana yaklaştıkça daha büyük bir korku salıyordu içime, geri itmiyordu, döndürmüyordu da, ama boşlukta bırakıyordu.

26.    Bir dolu ıvır zıvırdı beni tutan, boş kafalılıktan kaynaklanan saçma sapan şeyler, eski aşklar. Hepsi bedenimin eteğinden çekiştirip şöyle fısıldıyordu: “Bizi terk mi ediyorsun?” “O andan sonra seninle birlikte olamayacağız, hem de sonsuza kadar.” “O andan sonra şunu ya da bunu yapman kesin yasak, hem de sonsuza kadar.” Şu ya da bu dediğim şeylerle neler kastetmediler ki Tanrım, neler kastetmediler?

Merhametin bu kulunun ruhundan uzak tutsun hepsini! Kastettikleri ne iğrenç, ne çirkin şeyler! Ama artık kulağıma öyle uzaklardan geli­yordu ki bu sesler. Yolda karşıma çıkmıyorlardı öyle açık açık, arkam­dan gelen fısıltılardı sadece, ben uzaklaşıp giderken çimdikleyip kaçı- veriyorlardı sanki, geriye bakmamı istercesine. Ama yine de beni alı- koyuyarlardı işte, kendimden kopmakta tereddüt ediyordum, onlar­dan kurtulmakta ve davet edildiğim yere geçmekte; alışkanlığım zor­balık edip şöyle söylüyordu bir yandan: “Onlarsız yaşayabileceğini mi sanıyorsun?”

27.    Ama bu ses artık öyle cılız çıkıyordu ki. Çünkü yüzümü dön­düğüm, ama geçmeye henüz cesaret edemediğim o kıyıdan nefse hâki­miyetin o illetli güzelliği bütün duruluğuyla, cilvesiz tebessümüyle ba­na el ediyor, gel, tereddüt etme diyordu tevazu içinde; aziz ellerini uzatıyordu beni almak ve kucaklamak için, ne iyi örneklerle doluydu bu eller. Kimler kimler yoktu ki, oğlanlar, kızlar, her yaştan bir sürü genç, bir sürü insan, vakur dullar, yaşlı bakireler ve hepsinin ortasın­da nefse hakimiyet; kısır değildi asla, tersine kocası olan senden doğan çocukların, sevinçlerin bereketli anasıydı o, ya Rab. Bana cesaret aşıla­yan tebessümüyle yüzüme gülüyor ve sanki şöyle söylüyordu: “Bu er­keklerin, bu kadınların yapabildiğini sen yapamayacak mısın yani? Bu erkekler, bu kadınlar Rab Tanrılarına değil de kendilerine güvendikle­ri için mi bunu başardılar sanıyorsun? Beni onlara bahşeden onların Rab Tanrısı. Neden sırtını kendine dayıyorsun ve sırtım kendine daya­yınca öyle duramıyorsun? At kendini Ona, sakın korkma; düşmeyesin diye kendini hiç çekmeyecek senden. At kendini güvenle, yakalayacak seni, şifa verecek.” Çok utanmaya başladım, çünkü hâlâ şu ıvır zıvır fı­sıltıları işitiyordum, hâlâ boşlukta asılı duruyordum. Bir kez daha atıl­dı, şöyle der gibi: “Şu dünyevi bedenin kirli fısıltılarına kulaklarını tı-

ka, körelt onları.38 Senin hoşuna gidecek hazlardan bahsediyorlar, ama bu hazlar senin Rab Tanrı'nın yasasıyla uyuşmuyorlar.”39 Yüre­ğimde yaptığım bu muhasebe benim kendimle kavgamdan başka bir şey değildi. Bu arada Alypius hala yanımda öyle çakılı duruyordu, da­ha önce hiç yaşamadığım bu sarsıntı nereye varacak böyle diye sessiz­ce bekliyordu.

12.   BÖLÜM

Kendisini uyaran bir sesle hak yoluna giriyor.

28.    Bu derin tefekkür anı, yüreğimin en sırlı derinliklerinden bü­tün bedbahtlığımı çekip çıkarınca ve gözlerimin önüne serince büyük bir fırtına koptu, yağmur gibi inen gözyaşlarıını taşıyıp getirdi berabe­rinde. Hepsi sel olup aksın, hıçkırıklara boğulsun diye hemen Alypi- us’un yanından kalktım -ağladığım sırada yalnız kalmak bana daha iyi gelecekti- gölgesini bile görsem utanabileceğimi hissettiğimden, ola­bildiğince uzağa attım kendimi. O an ne halde olduğumu anladı, çün­kü o sırada bir şeyler söylemiş olacağım ki, sesimin tonundan gözyaş- larımı zor tuttuğum belli olmuştu, sonra da kalkıp gitmiştim zaten. Alypius oturduğumuz yerde kalakalmıştı, hayretler içindeydi. Kendi­mi bir incir ağacının altına atıp öylece serildim yere, gözyaşlarıını artık tutamıyordum, sel gibi boşalıyordu gözlerimden, senin kabul edece­ğin bir kurban olarak. Kelimeler aynı olmasa da şu anlama gelecek o ' kadar çok şey söyledim ki sana: “Ne zamana kadar ya Rab? Ne zamana kadar gazabını hissedeceğim üzerimde? Eskiden işlediğim günahları n’olur unutsan.” Çünkü hissediyordum, bunların elleri hala üzerim- [361] [362]

deydi. Feryat figan ederek haykırıyordum: “Daha ne kadar, ne kadar ‘yarın, yarın,’ diyeceğim?” Neden şimdi değil? Neden hemen şimdi so­na ermiyor şu cenabet yaşamım?

29.     Bunları söylüyor ve yüreğimin derin sancısıyla acı acı ağlıyor­dum. Birden bir ses çalındı kulağıma, yandaki evden geliyordu, bir er­kek ya da kız çocuğu (hangisi pek çıkaramıyorum) şarkı söylüyordu sanki ve sık sık şöyle tekrarlıyordu: “Al oku, al oku.” Birden yüzümün şekli değişti, çocukların bu tür bir şarkı söyleyip oynadıkları bir oyun var mı acaba diye iyice düşündüm, ama daha önce böyle bir şey duy­duğumu hiç hatırlayamıyordum. Hıçkırıklarımı dindirdim, ayağa kalktım. Başka açıklaması yoktu bunun, düpedüz tanrısal bir emirdi, Kutsal Kitabı açmam ve gözüme ilk çarpan yeri okumam isteniyordu. Çünkü Antonius’un hikâyesini dinlemiştim ve onun Incil’in okunduğu bir sırada tesadüfen Kilisede olduğunu ve “Git, varını yoğunu sat, yok­sullara ver, göklerdeki hazine senin olacaktır; haydi gel, beni izle,” sözlerini işittiğinde de bunları kendisi için bir uyarı olarak gördüğünü ve bu tanrısal vahiyle birdenbire senin yoluna döndüğünü hatırlıyor­dum. Hemen Alypius’un oturduğu yere gittim. Çünkü onun yanından kalkıp gitmeden önce Paulus’un kitabını oraya koymuştum. Kitabı al­dım, açtım ve gözüme ilk ilişen satırları içimden okumaya başladım: “Cümbüşe ve sarhoşluğa, fuhşa ve sefahate, çekişmeye ve kıskançlığa kapılmayın; Rab Isa Mesih’i giyinin, bedeninize ve bedeninizin şehvani arzularına öncelik vermeyin.”[363] Daha fazla okumak istemedim, gerek de yoktu. Çünkü cümlenin sonuna geldiğim anda bir güven ışığı ya­yıldı yüreğime, kuşkularımın yarattığı tüm karanlıklar dağılıp gitti sanki.

30.     Okuduğum yere parmağımı koyup ya da işte bir şekilde işaret­leyip kitabı kapadım. Yüzüme gelen o huzurlu ifadeyle Alypius’a her şeyi anlattım. O da zihninden geçenleri bana anlattı, ben bunları hiç bilmiyordum. Kitapta okuduğum yeri görmek istediğini söyledi. Gös­terdim, benim okuduğum satırların altındakiler ilgisini çekti. Ben metnin devamını bilmiyordum. Şöyleydi devamı: “imam zayıf olanı da aranıza kabul edin.”[364] Bu sözün kendisi için söylenmiş olduğunu dü­şündü ve düşündüğünü bana da açıkladı. Bu çağrı onun imanını daha da güçlendirmişti, hiç tereddüt etmeden, sarsıntı falan da geçirmeden kesin kararını ve amacını belirleyip bana katıldı. Bu amaç hayırlı oldu­ğu kadar onun ahlak ilkelerine de çok uygundu. Bu konuda zaten ev­velden beri benden hep daha iyi ve hep daha farklı olmuştu. Sonra kalkıp anneme gittik ve olanı biteni ona anlattık. Çok sevindi. Na­sıl hak yoluna girdiğimizi anlattık, havalara uçtu, bayram etti ve sana şükretti, istediğimizden ve düşündüğümüzden çok daha fazlasını ya­pacak gücü olan sana.[365] Çünkü boynunu büküp onca gözyaşı dök­müş, inim inim inlemiş ve benim için sana hep dua etmişti, şimdi iste­ğinin kat kat fazlasının kendisine bahşedildiğini görmüştü. Çünkü be­ni senin yoluna döndürmüştün, bir daha evlenmeyi düşünmeyecek, bu dünyaya ilişkin bütün beklentilerimi bir kenara atacak ve iman tahtasında hiç sendelemeden duracak kadar. Zaten benim orada dura­cağımı anneme yıllar önce rüyasında göstermiştin. Annemin yasım da sevince dönüştürmüştün, beklentisinin kat kat üstünde bir sevinçti bu, çok daha değerli, çok daha saf; benim bedenimden doğacak to­runlarının kendisine vereceği sevinçle kıyaslanmayacak kadar.

9.     KİTAP

1.   BÖLÜM

Tanrı'nın iyiliğine şükranlarını sunuyor, kendi
bedbahtlığının farkına varıyor.

1.     Ya Rab, ben senin kulunum, ben senin kulunum ve senin cari- yenin oğluyum. Zincirlerimi kırdın; bunun için sana kurban sunup şükretmek istiyorum.1 Lütfet, şu ka 1 h i m, şu dilim sana övgülerini sun­sun, tüm kemiklerim şöyle desin: “Ya Rab, kim sana benzeyebilir?” Lütfet, böyle desinler ve sen bana şöyle yanıt ver, benim ruhuma şöyle söyle: “Senin kurtuluşun benim.” Kimim ben, nasıl biriyim? Kötü şey­ler yapmadım mı, yapmasam bile söylemedim mi, söylemesem bile ni­yetlenmedim mi? Ama sen, ya Rab, sen iyisin ve merhametlisin; uğur­lu elin[366] [367] ölümlü halimin derinliğini yoklayarak yüreğimin diplerinden fesat kuyusunu boşalttı. Benden bütün istediğin kendi arzularımı bir kenara bırakmam ve senin arzuladıklarını yerine getirmemdi. Peki ama, onca yıldır özgür iradem neredeydi, böyle bir anda hangi gizli, hangi derin çukurdan çıkartıldı ki, ben boynumu senin o yumuşac ık boyunduruğuna uzatabildim, senin o hafif yükünü omuzlarıma alabil­elim ey Mesih İsa, ey Yardımcım, Kurtarıcım? Ne hoş bir şeydi benim için o ıvır zıvır lezzetlerden böyle bir anda kurtulmak, bir zamanlar kaybetmekten korkardım bunları, şimdi hepsinden vazgeçmek sevin­ce boğdu beni. Çünkü bunları söküp atıyordun benden, ey hakiki ve en yüce tatlılık, söküp atıyordun ve bunların yerine sen süzülüyordun

içime, her türlü hazdan daha tatlı olan sen; etin kanın yerine her türlü ışıktan daha parlak, her türlü sırdan daha sırlı ve her türlü onurdan daha yüce olan sen süzülüyordun içime ve senin onurun kendilerini onurlu sananlarınkine hiç benzemiyordu. Şu dünyevi hırsların, şu ka­zanç tutkusunun gönül tüketen kemirişlerinden, şu çamurlarda yu­varlanmaktan ve şehvaniliğin sürekli kaşınan yarasından kurtulmuştu artık ruhum, artık seninle konuşuyordu, benim ışığım, bütün serve­tim ve esenliği nı olan seninle, ya Rab Tanrım.

2.    BÖLÜM

Retorik öğretmenliğinden ayrılma kararını sonbahar
tatiline kadar erteliyor.

2.     Senin huzurunda bir karar aldım ve dilimi sattığım şu retorik pazarından aniden, ortalığı velveleye verip ayrılmaktansa sessiz sakin çekilmeyi tercih ettim, çünkü zihinlerini senin yasana ya da senin sağ­ladığın huzura vereceklerine, saçma sapan yalanlara, mahkemelerin hırgürüne veren öğrencilerimin artık benim dilimden dökülenleri si­lah diye satın almalarını ve bunlarla kendi ökelerini kusmalarını iste­miyordum. Neyse ki sonbahar tatiline sadece birkaç gün kalm'ştı, ’ on­ları biraz daha idare edebilirim diye düşündüm, sonra resmen istifa edecektim ve senin sayesinde kurtuluşa erdiğim için bir daha kendimi satılığa çı kanmayacaktım. Senin huzurunda böyle kararlaştırmıştık, ama bu kararımız alenen bilinmiyordu, bir tek yakın dostlarımız bun­dan haberdardı. Başka kimseye duyurmamak üzere aramızda fikir bir­liğine varmıştık. Gerçi sen gözyaşı vadisinden yukarıya tırmanan ve

3        22 Ağustos-15 Ekim. Hasat ve bağbozumu zamanına denk düşen bu tarih­ler arasında avukatlar izne ayrılırdı.

yükseliş şarkıları söyleyen bizlere sivri uçlu oklar, kızgın kömürler vermiştin yalancı dillere gerekli yanıtı verelim diye. Çünkü bu diller yararlı öğütler verir gibi görünerek bizi yolumuzdan etmeye kalkabilir ve sever görünerek, yem yutar gibi bizi bir lokmada yutabilirlerdi.

3.    Senin aşkın oklarıyla yüreğimizi dağlamıştı, iliklerimize işlemişti sözlerin, hep aklımızdaydı, siyahtan beyaza, ölüden diriye döndürdü­ğün kullarının örnek yaşamlar doluşmuştu gözlerimizin önüne, ağır uykularımızı yakıp kül ediyor, kökten söküp atıyorlardı bir daha dip­lere vurmayalım diye. Öyle alev alev kavuruyorlardı ki bizleri, yalancı diller caydırıcı nefeslerini üflese bile söneceğine cayır cayır tutuşuyor­du. Ama bütün dünyanın kutsal saydığı adın, hiç şüphe yok ki bizim bu kararımızı ve amacımızı övgülerle karşılayacak insanlar da çıkara­caktı karşımıza. Bu yüzden neredeyse eli kulağında olan şu tatili bek- lemeyip erkenden görevden istifa etmek millete gösteriş gibi gelebilir­di, ne de olsa bu görev kamunun, gözünde önemli bir yere sahipti . So­nuçta istila etmemle birlikte bütün dikkatler üzerime çekilecek, tatile birkaç gün kala kasıtlı olarak istifa etmek istediğim düşünülecek ve adımı duyurmaya meraklıymışım gibi bir his uyanacak, sonra da hak­kımda bir sürü dedikodu yapılacak. Böyle düşünmelerinin, aldığım kararı böyle değerlendirmelerinin, benim için hayırlı olacak bir işi kö­tülemelerinin bana hiç yararı olabilir mi/4

4.    Her şey bir yana, yoğun şekilde verdiğim dersler yüzünden o yaz ciğerlerim de iflas bayrağını çekmek üzereydi, zor nefes alıp veriyor­dum. Göğsüındeki ağrılar hastalığın habercisiydi, bu yüzden öyle yük­sek sesle ve uzun süre konuşmama engel oluyorlardı. Başlangıçta ba- [368] yağı üzülmüştüm bu duruma, çünkü öğretmenliğin getirdiği yükten kurtulmam neredeyse zorunlu bir hal almıştı ya da en azından tedavi olup eski gücüme kavuşmak için belli bir süre derslere ara vermeliy­dim. Ama tamamen serbest kalıp bütün kalbimle senin Rab olduğunu anlamam gerektiğine karar verdiğimden ve bu kararımı da hayata ge­çirdiğimden beri -gönlümden geçeni sadece sen biliyorsun Tanrım- bu hastalığımdan memnun olmaya bile başladım, çünkü çocuklarının eğitimi için benim derslere ara vermemi hiç istemeyen velilerin hoş­nutsuzluğunu gidermek için artık yalandan bahaneler uydurmama ge­rek kalmayacaktı. Bu anlamda bayağı rahatlamıştım, sabırla bu ara dö­nemin bitmesini bekledim, zaten yirmi gün kadar bir zaman kalmıştı şunun şurasında. Ama yine de geçmek bilmedi, çünkü artık bu kadar ağır bir işi yapmamın en büyük nedeni olan para kazanmak hırsından eser bile kalmamıştı bende. Bu hırsın yerini sabır almamış olsaydı hâlâ sürdürdüğüm bu işin altında ezilir kalırdıın. Belki senin kullarından, benim de kardeşlerimden bazılar bütün kalbimle senin hizmetine gir­diğim halde yalan kürsüsünde bir saat bile fazladan durmamı bir gü­nah olarak değerlendirecekler. Bu konuyu tartışmak istemiyorum. Ama sen, merhamet dolu Rabbim, benim o korkunç, o ölümcül gü­nahlarımla birlikte bu günahımı da vaftiz olduğum sırada bağışlayıp silmedin mi?

3.    BÖLÜM

Verecundus ona çiftliğini kiralıyor. [369]

mıştı, ama karısı iman sahibiydi. Çıkmış olduğumuz bu yolculuğa ka­tılmasına belki de en büyük engel oydu. Çünkü Verecundus her şeyi tam olarak yerine getirmedikçe Hıristiyan olmak istemediğini söylü­yordu ve bu her şeye henüz hazır değildi. Yine de gayet kibar davra­nıp orada olduğumuz sürece kır evinde kalabileceğimizi söyledi. Dürüst insanların diriliş gününde, ya Rab, ona yaptığı bu iyiliğin karşılığını ve­receksin,’ lıatta böyle insanların kazanacağı ödülü ona çoktan bağışla­mışım. Çünkü yanında olmadığımız bir sırada ağır bir hastalığa yaka­lanmış vc vaftiz olup imanlı bir insan o la ırak bu dünyadan göçüp gitmiş; biz o ara Roma'daydık.ı' Böylece sen sadece ona değil, bize de merhame­tini bağışlamış oldun, çünkü bizlere göstermiş olduğu o sıcak dostluğu düşünecek olursak, onun senin sürüne katılmadığını görseydik çektiği­miz acı dayanılmaz olurdu. Sana şükürler olsun Tanrımız! Çünkü bizler sana aitiz. İkiyle olduğumuzu senin bizi yüreklendirmelerinden ve biz­lere verdiğin tescllilerden anlıyoruz. Sen verdiğin sözü tutarsın, dün­yanın arbedesinden uzaklaşıp sende huzur bulduğumuz Verecun- dus'un Cassiciacum'daki kır evine karşılık ona her daim yeşillikler içindeki cennetinin ferahlığım bahşettiğine eminiz. Çünkü bu dünya­da işlediği günahlarını bağışladın ve onu süt pınarlarıyla dolu dağlara aldın, senin dağlarına, bereketli dağlara.v

6.    Evet, Verecundus dertliydi o dönemlerde, ama Nebridius bizim sevincimizi paylaşıyordu. Gerçi o da henüz Hıristiyanlığı kabul etme­mişti. Çünkü o korkunç yanılgının batağına saplanmış, senin Oğlunun [370] [371] [372]

bedeninin gerçek değil de bir hayal olduğuna inanmıştı. Yine de var gücüyle hakikatin peşine düşmesi onun düştüğü bataklıktan bir şekil­de çıktığını gösteriyordu, henüz senin Kilisenin kutsal ayinlerine katıl­mamış olsa bile. Zaten benim hak yoluna girmemden ve senin kutsal suyunla yıkanıp yeniden hayat bulmamın hemen ardından o da vaftiz olup Katolik imanını benimsedi ve kusursuz bir saüık ve kendine ha­kimiyet sergileyerek Afrika'da, sayesinde Hıristiyanlığı benimsemiş olan ailesiyle birlikte bedenin zincirlerinden kurtuldu. Şimdi İbra­him’in bağrında yaşıyor.8 İbrahim'in bağrından ne kastediliyorsa işte Nebridius'cuğum da orada yaşıyor, benim can dostum, seninse ya Rab, eskiden azatlı kölen, şimdiyse evlatlığın. Bu soylu ruha zaten baş­ka bir mekan yaraşır mı? Bana, şu insan müsveddesi cahil adama hep sorup durduğu o yerde yaşıyor Nebridius. Artık konuştuğumda bana kulak kabartmıyor, gönül ağzını dayamış senin pınarına, bilgelik içi­yor içebildiğince, kana kana, hiç son bulmayacak bir mutluluk içinde. Böylesine sarhoş olsa da beni unutacağını hiç sanmıyorum, çünkü onun su içtiği pınar, yani sen ya Rab, bizi hep hatırlıyorsun. işte o za­manki halimiz! Verecundus’un üzüntüsünü gidermeye çalışıyor, bizim esenliğe ermemizin dostluğumuzu sonlandırmayacağını söylüyorduk ve içindeki iman seviyesini, yani evli bir yaşama uygun olan seviyeyi koruması yönünde tavsiyelerde bulunuyorduk, Nebridius'u ise bizim peşimizden gelinceye değin sabırla bekliyorduk. Çünkü sınıra o kadar yaklaşmıştı ki, bir adını daha atsa kesin başaracaktı. Günler böyle akıp geçti ve nihayet o da dönüm noktasına geldi. Benim içinse bu günler bitmek bilmedi, çünkü anık tamamen özgür olmanın ve görevimden ayrılmanın özlemini çekiyor, iliklerime kadar tutuşup şu ilahiyi oku- [373]

mak istiyordum: “Yüreğim sana yüzünü ara dedi, yüzünü aradım; yü­zünü, ya Rab, hep arayacağım.”»

4.    BÖLÜM

Cassiacum'da yazdığı kitaplar. Nebridius'a yazdığı
mektuplar. Mezmurları derin bir imanla okurken
birdenbire tutan şiddetli diş ağrısı.

7.    Hilabcl öğretmenliğinden resmen kurtulacağım gün sonunda gelip çatlı, gerçi düşünce olarak ben çoklan bu görevden ayrılmıştım. Artık bu düşüncem gerçek oldu. Önce yüreğimdeki bağları söküp at­mıştın, şimdi de dilimdeki bağları söküp atlın. Yakınlarımla kır evine giderken sevinç içinde sana şükranlarımı sunuyordum. 10 Burada kale­me aldığım bülün kitaptarım artık tamamen senin hizmetine girmiş­lerdi, her ne kadar hala o kibirli okulların havasını taşısalar da, son kez soluk alıp veriyor gibi görünmeleri bunun açık bir kanılı. Bu kitaplar şu an yanımda olan yakınlarımla yaplığım tarlışmaları ve sadece senin hu­zurunda kendi kendimle yaplığım konuşmaları içeriyorlar. Ayrıca şu sırada yanımızda olmayan Nebridius’la yaptığımız tartışmaları içeren mektuplar da bu durumu kanıtlamakla. Ama bize bahşettiğin yüce iyi­liklerinin hepsini kaleme alacağım yeterli zamanı bulabilecek miydim bir gün, özellikle daha önemli konulara girmekte acele eltiğim o dö­nemde? Çünkü hafızam beni geçmişe çağırıyor ve beni hangi gizli [374] [375] üvendirelerle terbiye ettiğini sana itiraf etmek bana öyle tatlı geliyor ki, ya Rab, düşüncemin dağlarını tepelerini eğerek beni nasıl yere in­dirdiğini, eğri büğrü yollarımı nasıl düzleştirdiğini, engebelerimi nasıl yumuşattığını itiraf etmek ve ahretlik kardeşim Alypius'un senin biri­cik Oğlun, bizim Rabbimiz ve Kurtarıcımız lsa Mesih’in adına nasıl secdeye vardığını itiraf etmek. Çünkü o ilk başlarda benim eserlerim­de Isa’nın adının geçmesini hiç hoş karşılamıyordu. Bu eserlerden Ki­lisenin yılanların panzehiri olan şifalı otları yerine okulların servi ağaçlarının kokusunu almak istiyordu, yani Rabbimizin artık alaşağı ettiği servilerin.

8.    Davud’un Mezmurlarını, şu iman ilahilerini, kibir esintilerinin giremediği dinsel ezgileri sana nasıl haykırmıştım Tanrım! Senin haki­ki aşkını henüz tadan biriydim, bu kır evinde istirahate çekilen acemi bir öğrenciydim henüz, başka bir acemi öğrenciyle, Alypius’la birlikte. Annem de hep yanımızdaydı, görünüşünde kadınca, inancında erkek­çe bir tavır sergileyerek, yaşlılığının getirdiği dinginlikle, analara has şefkatiyle, Hıristiyanlığa olan sonsuz sadakatiyle hep yanımızdaydı. O Mezmurları okurken nasıl da haykırıyordum sana, o ezgilerden nasıl alev alev çağlıyordum sana, nasıl yanıp tutuşuyordum, mümkün ola­bilse ve ben insanoğlunun kibrini kırmak için bu ilaheleri tüm dünya­ya okuyabilsem diye! Ama bu ilahiler zaten dünyanın dört bir köşesin­de okunuyor, senin yakıcı ateşinden kimse gizlenmiyor. ı 1 Ne içten, ne acı bir öfke besliyordum Manicilere, ama hemen ardından acıyordum da, çünkü onların senin gizemlerinden, senin ilaçlarından haberleri yok, kendilerine şifa verecek panzehiri nasıl da çılgınca reddetmekte- ler! Keşke bana hiç fark ettirmeden şu an yanımda olsalardı da, yüzü- [376] mü görseler, haykırışlarımı işitseler ve şu Mezmıırlann beni nasıl etki­lediğini görselerdi: “Sana seslendiğimde' sesimi işillin ey Tanrım, Ada­letim; sıkıntıya düştüğümde Ferahlık verdin içinıc. Acı bana ya Rab, dualarımı işit.”b llu sözleri bütün kalbimle söylediğimi, bunları nasıl yorum la el ı ğı mı an lamaları it;iıı keşke bana h iç lark ettirmeden beni dinlcyebilselcrdi. Çünkü beni gördüklerini ve dinlediklerini fark et­seydim, doğrusu bunları okuyamazdım, bunları bu şekilde okuyamaz­dı ın. ( tkunıuş olsaydı ın hile onlar hu haykırışların senin huzurunda kemli kendimle. kendi kendime okuduğumda olduğu gibi nasıl da yü- regimin m derinliklerinden geldiğini anlamazlardı.

9.     Korkudan diriyordum, ama aynı zamanda senin merhamet ede­ceğin umuduyla w ıııulluluğuyla yanıp tutuşuyordum ey Baba. ı s llü- lüıı duygularım gözlerimden, sesimden belli oluyordu, iyilik dolu ru­hun bize dönüp, “Ey iıısanoğulları, dalıa ııe kadar kalpleriniz böyle kaskal ı olacak? Neden boş şeyleri seviyorsunuz, yalanın peşinden gidi- yorsuııuz?”n diyeceksin. Evet, boş şeyleri sevmiştim ve yalanın peşi­ne düşhıüştühı. Aıııa seıı, ya Rab, artık şu aziz Oğluını yücclthıiş, ölüler arasından kaldırıp sağ eline olunmuşum ki o yücelerden ken­di vaadini, yani Sclaaiçiyi, Hakikatin Ruhunu göndersin. Gerçi çoktan göndcrrnisii lıu Ruhu, aıııa ben bunu lıiç bilmiyordum. Çoktan gön- dermişıi. çünkü O çoktan yücelmiş ve ölüler arasından dirilmiş ve gö­ğe yüksclıııişı i.ı' Kutsal Ruh insanlığa gönderilmeden önce Isa henüz [377] [378] [379] [380]

yücelmemişti. Peygamber şöyle haykırıyorne “Daha ne kadar kalpleri­niz böyle kaskatı olacak? Neden boş şeyleri seviyorsunuz, yalanın pe­şinden gidiyorsunuz' Bilin ki artık Rab kutsal Oğlunu yüceltti.”i7 Da­ha ne kadar diye haykırıyor peygamber, bilin diye haykırıyor. Ama ben yıllar yılı hiçbir şey bilmeden boş şeyleri sevdim, yalanın peşinden git­tim. lşte bu yüzden Mezmurları işittiğimde titredim, çünkü o zaman hatırladım ki ben de bu sözlerin hitap ettiği kişiler gibiydim. Çünkü hakikat yerine inandığım hayallerde boş şeyler vardı, yalan vardı. Bunları hatırlamaktan duyduğum acıyla, defalarca avazını çıktığı ka­dar haykırdım. Keşke hâlâ bu boş şeyleri sevenler ve yalanı arayanlar beni işitsclcr. Belki o zaman mideleri bulanır ve bunları kusarlar, sen de sana haykırırlarken işitirsin onları. Çünkü bizler için senden şefaat dileyen, tensel anlamda bizler uğruna öldü.

10.   Söyle okudum Mezmurlarda: “Kendinize kızın ve bir daha gü­nah işlcmcyin.”ıs Nasıl derinden sarsıldım Tanrım, çünkü ben gele­cekte günah işlememek için geçmişim yüzünden kendime kızmanın ne demek olduğunu artık öğrenmiştim. Kızmakla haklıydım, çünkü Manicilcrin dediği gibi, yani kendi kendilerine hiç kızmayan ve Tanrı'- nın adil kararlarının ortaya çıkacağı gazap günü için kendi kendilerine gazap biriktirenlerin dediği gibi, bu kızgınlık benim içimde olan ve beni günaha sevk eden karanlıklar kavminin farklı doğasından kay­naklanmıyordu ki! 19 Benim aradığım iyilik artık benim dışımda da de- [381] [382] [383] [384] ğildi, artık onları güneş ışığının altında bedenimdeki gözlerime görü­nen nesnelerde aramıyordum. Çünkü mutluluklarını kendilerinin dı­şındaki nesnelerde arayanlar boşluğa düşerler, görünen ve gelip geçici dünyayla boşa vakit kaybederler, zihinlerinin açlığını da hayalleri ya­layarak giderirler. Ah keşke açlıktan telef olsalar da şöyle deseler: ‘iyi­likleri bize kim gösterecek?” Buna karşılık keşke bizim de şöyle dedi­ğimizi işitebilseler: “Senin nurun bizim yüzümüze çoktan mühürlen­miş, ya Rab.’h0 Çünkü bizler gerçek ışık değiliz ki her insanı aydın­latalım^) bizler senin nurunla aydınlanıyoruz, bir zamanlar karan­lıktık, şimdi sende ışık olduk.’h2 Ah keşke gönülde ebediyete nail ol­mak neymiş bir görebilselerdi, ben bunun tadına vardım, ama onla­ra tattı ramayacağımdan içim içimi yiyor. Eğer yüreklerini bana çe­virmiş olsalardı ve “kim bize iyilikleri gösterecek?” deselerdi, gözle­rinin sadece senden uzaklardaki dışsal nesneleri görebildiğini söyler­dim onlara. Çünkü kendime kızdığım yerde, pişmanlıktan sancılar çektiğim o en iç odamda, eski yaşantımı kurban olarak sunduğum ve bütün düşüncemi yeniden dirilişime adarken umudumu sana bağladığım yerde, benim mutluluğum olmaya başlamıştın, sevinç yerleştirmiştin yüreğime. Işte bu yüzden beden gözlerimle okurken bu sözleri, anlamını gönlümde hissettiğim anda var gücümle haykırı­yordum. Zamanımı boşa harcayarak ve zaman tarafından yutularak dünya malını üst üste yığmak değildi artık derdim. Çünkü yalın son­suzlukta benim artık başka cins buğd.ayım, şarabım ve yağım vardı.23

ll.    Ayetin devamını okurken yüreğimin ta derinlerinden haykır- [385] [386] [387]

dım: “Ah, artık esenlik içindeyim! Ah, arlık Ondayım!” Ah, işte sahi­den de dediği gibi: “Yatıp uyuyacağım ve rüya göreceğim.”[388] Kim bize karşı çıkacak, “Ölüm emildi, zafere dönüştü diye yazılan söz gerçek­leştiğinde?”[389] [390] Sen hep aynı olansın, hiç değişmeyensin, bütün sıkıntı­ları unutan ebedi İstirahat sendedir, senden başkası yok, sen olmayan başka şeyler için savaşmaya hiç gerek yok, çünkü bir tek sen, ya Rab, beni güven içinde tutarsın.26 Okudukça alev alev yanıyordum ve şu sağır ölülerle ne yapacağımı hiç bilmiyordum, gerçi bir zamanlar ben de onlardan biriydim. Vebaydım o zamanlar, cennetin balıyla lallanan ve senin nurunla parlayan Kutsal Kitaba acımasızca ve körü körüne hırlıyordum. Bu Kitaplara düşman olanlar yüzünden hastalanmış çü­rüyordum.

12.    Ne zaman o İstirahata çekildiğim günleri lek tek hatırlayabile­ceğim acaba? Ama özellikle kırbacının derin sızısını ve mucizevi şekil­lerde hızır gibi yetişen merhametini hiç unutmayacağım ve burada da bundan söz etmeden geçemeyeceğim. O vakitlerde öyle bir diş ağrısı verdin ki bana, öyle kötüleşti ki gilgide, sonunda konuşamayacak hale geldim. Kalbimden etrafımda kim var kim yoksa toplamak ve onlar­dan yalvara yakara benim için sana dua etmelerini İstemek geçti. Bir tablete yazdım isteğimi ve onlara verdim. Tam diz çöküp yakarmaya başlayacaktık ki, baktım diş ağrım geçmiş bile. Aman o ağrı neydi? Nasıl böyle bir çırpıda geçti? Yemin ederim dehşet korkmuştum Rab- birn, Tanrım; bu yaşıma kadar böylesini hiç yaşamamıştım. Ta yüreği­min derinlerinde hissettim ki senin sayende geçmişti bu ağrı, imanı­mın verdiği sevinçle senin adına şükrettim. Ama imanım bana geçmiş­teki günahlarım konusunda aynı güvenceyi tanımıyordu, çünkü senin kutsal suyunla yıkanmadığımdan bu günahlar henüz tam olarak a!Te- dilmemişlerdi.

5.    BÖLÜM

Ambrosius ona hangi kitapları okuması gerektiğini söylüyor.

13.   Sonbahat tatili bitince, Milanoluları uyarıp öğrencileri için ken­dilerine başka bir söz satıcısı bulmalarını istedim; hem sadece sana hiz­met etmeyi seçtiğimden, hem de nefes alırken yaşadığım zorluk ve gö­ğüs ağrım yüzünden bu mesleği icra etmeye gücüm yetmeyeceğinden. Bir mektup yazıp aldığım kararı senin piskoposun, azız insan Anıbrosi- us’a bildirdim, geçmişte yaptığım hataları, şu anki hedefimi de yazdım bu mektuba ve böylesi yüce bir lütfa erişmek için Kutsal Kitabın en çok hangi bölümlerini okumamı tavsiye ettiğini sordum ona, böylece kendi­mi daha iyi hazırlayabilir ve seçtiğim yola daha iyi uyum sağlayabilir­dim. Bana İşaya peygamberi27 okumamı tavsiye etti, büyük olasılıkla İşaya, Incil'i ve putperestlere yapılan çağrıyı diğer peygamberlerden da­ha açık bir dille bildirdiğinden. Ama bu kitabın ilk bölümlerini anlama­dım ve devamını da aynı şekilde anlayamayacağımı düşündüm. Bu yüz­den yeniden clime alıncaya kadar bu kitabı bir kenara koydum ve Rab- bin üslubu hakkında daha fazla bilgi sahibi olmaya koyuldum. [391]

6.   BÖLÜM

Alypius ve Adeodatus'la birlikte Milano'da vaftiz oluyor.

14.    Adımdan vazgeçmem gereken gün geldiğinde^ kırları bırakıp Milano’ya geri döndük. Alypius da benimle birlikte sende yeniden doğmaya karar vermişti ve sırlarına yakışır şekilde tevazusunu giyindi ve son derece büyük bir cesaret gösterip bedenini öyle sıkı bir disiplin altına aldı ki, İtalya'nın buz kesmiş topraklarında sıradışı bir cüretkâr­lıkla yalın ayak yürüyecek hale geldi.29 Günahımın meyvesi olarak ev- lilikdışı ilişkimden doğan Adeodatus’u da yanımıza kattık. Sayende iyi bir insan olmuştu oğlum, henüz on beşinde olmasına rağmen daha şim­diden zekasıyla onca aklı başında, onca aydın kişiyi kat kat aşıyordu. Senin armağanlarına şükürler olsun ey Rab Tanrım, her şeyin Yaratıcısı, ne büyük bir kudret gösterip bizim çirkinliklerimizi düzeltiyorsun. Çünkü benim bu çocuğa günahımdan başka katkım olmadı ki. Evet, belki bizim sayemizde senin öğretinle beslenip büyüyordu, ama onu böyle yetiştirmemizde bize sadece sen ilham veriyordun, başkası değil; bu yüzden senin armağanlarına şükürler olsun. “Öğretmen" adlı bir kitap yazdım, bu kitap oğlumla yaptığımız sohbetleri içeriyor. Sen çok iyi biliyorsun ki, bu kitapta karşılıklı sohbet ettiğimiz şahsın dilinden dökülen bütün düşünceler oğlumun kendi düşünceleriydi ve o sıralar­da on altı yaşındaydı. Onda hayran olunacak başka tür meziyetlerin de olduğunu fark ettim. Bu kadar zeki olması beni bayağı ürkütmüştü doğ­rusu. Böyle mucizeleri senden başkası gerçekleştirebilir miydi? Ama onu genç yaşında bu hayattan aldın, yine de onu hatırlayınca içim rahat, [392] [393] ne çocukluğunda ne gençliğinde ne de erişkinliğinde onun için kaygı duyabileceğim bir durum yok. Bu yüzden senin öğretinle eğitilmek üze­re onu da yanımıza almıştık, ne de olsa senin lütfuna erişme yaşı bi­zimkine eşti. Nihayet vaftiz olduk ve o an geçmiş yaşamımızın bütün kaygıları akıp gitti. O günlerde insanoğlunun kurtuluşuyla ilgili derin öngörüne yoğunlaştıkça harika bir tat alıyor ve buna doyamıyordum. llahilerin ve neşidelerin okunurken nasıl ağlıyordum, Kilisenin o tatlı ezgileriyle nasıl coşup aşka geliyordum! O sesler kulaklarımdan süzü­lüyor, Hakikatin yüreğime sızıyor, sana duyduğum sadakati kat kat arttırıyor, beni alev alev yakıyordu, sonunda gözyaşlarım sel olup akı­yor ve bu yaşları dökmek bana öyle hoş geliyordu ki.

7.    BÖLÜM

Milano Kilisesinde başlatılan ilahi okuma geleneği. Protasius
ve Gervasius adlı iki din şehidinin naaşının bulunması.

15.   Kısa bir süre önce Milano Kilisesi insanların birbirlerini teselli etmesine ve ruhlarını coşturmasına yönelik bir uygulama başlattı. Kar­deşler yüreklerini ve seslerini birbirine kenetleyip büyük bir şevkle ilahiler okuyordu. Bundan yaklaşık bir yıl önce, genç yaşında impara­tor olan Valentinianus’un annesi Iustina Ariusçuların oyununa gelip senin sadık kulun Ambrosianus’a karşı mirasıyla ilgili bir kovuşturma başlatmıştı. 50 Yüreği iman dolu halk senin hizmetkarın olan piskopos­larıyla birlikte ölmeyi göze alarak kiliseye sahip çıkmıştı. Annem de, yani senin sadık kulun da oradaydı ve endişeli bir bekleyiş içinde ge- [394]

çelerini uyumadan geçiren insanlar arasında başı çekiyordu, günlerini sana dualar ederek geçiriyordu. Biz hala soğuktuk, senin Kutsal Ruhu­nun sıcaklığı kalbimizi henüz eritmemişti, buna rağmen şehri saran bu huzursuzluk ve kargaşa havasından çok etkilenmiştik. İşte tam o dönemde Doğu Kiliselerinde süregelen gelenek örnek alınarak bir uy­gulama başlatıldı, yaslı halkın hüznünü gidermek amacıyla bundan böyle ilahiler ve mezmurlar şarkı şeklinde okunacaktı. O gün bu gün­dür bu uygulama hala geçerliliğini koruyor ve dünyanın her tarafında pek çok Hıristiyan, hatta senin sürünün hemen hemen tamamı bu uy­gulamayı benimsemiş durumda.

16.   Senin piskoposun Ambrosius’a düşünde, din şehitleri Protasius ve Gervasius’un naaşının saklı olduğu yeri göstermen de işte o döne­me rastlıyor. Bunca yıldır sen onları gizli hazinende hiç bozulmadan korumuşsun, ta ki günü gelip de bir kadının, kraliyet ailesinden bir kadının öfkesini dizginlemek adına ortaya çıkanncaya kadar. Din şe­hitlerinin naaşları bu şekilde keşfedilip yerlerinden çıkarıldıktan son­ra, gerektiği şekilde bir tören düzenlenip Amhrosius’un bazilikasına götürüldü. Bu tören sırasında içlerindeki şeytanların etkisiyle akılları karışmış pek çok kişi de sayende şifa bulmuş oldu, hatta bu şeytanla­rın kendileri bile sana herkesin önünde tövbe etti. Dahası yıllar yılı kör olan ve şehirde herkes tarafından tanınan bir adam halkın sevinç çığlıklarını işitince ve nedenini sorup öğrenince yerinden fırladı, he­men kendisini naaşların olduğu yere götürecek birilerini aradı. Naaş- ların olduğu yere geldiğinde de senin katında paha biçilmez değerdeki ölümü tadan azizlerinin3' tabutlarına mendiliyle dokunmak için izin istedi. Dokundu, dokunur dokunmaz da mendilini gözlerine sürdü ve anında görmeye başladı. O an itibarıyla bu haber şehrin dört bir yanı­na yayıldı, övgüler yükselmeye başladı adına avaz avaz, ışık ışık ve sa­na düşman olan o kadının zihni lanı anlamıyla imanla dolup şifa bul- ınasa da, kovuşturma çılgınlığını dizginlemeyi bildi. Şükürler olsun sana Tanrım! Nereden getirdin aklıma bu önemli olayları, ne maksatla sana itiraf ellim, bunca zamandır unutmuşken, hiç bahsetmeden de geçip gidecekken üzerlerinden? Ama senin merhemlerinin o mis ko­kusu etrafa saçıldığı halde o zamanlar bizler henüz senin peşinden koşmuyorduk. Bu yüzden ne zaman ilahilerini ve kutsal neşidelerini duysam hıçkıra hıçkıra ağlıyordum. Eskiden beri senin hasretini çe­kerdim, işte en nihayet senin lıavanı solumaya başlamıştım, şu saman­dan evime girdiği kadarıyla da olsa.

8.    BÖLÜM

Evodius'un hak yoluna girişi. Annesinin ölümü ve onun
küçük yaşlardan itibaren aldığı eğitim. [395]

pek çok şeyi geçiştiriyorum. Anlatmadan geçtiğim onca olay için Tan­rım, ettiğim tövbeleri ve şükran dualarımı kabul et. Ama beni bede­niyle bu dünyaya, yüreğiyle de sonsuz ışığa doğuran senin hizmetkâ­rın annem hakkında içimde hissettiklerimin tekini bile söylemeden geçmeyeceğim. Ama anlatacaklarım onun meziyetleri değil de senin ona bahşettiğin meziyetler olacak. Çünkü o kendi kendisini yaratma­dı, kendi kendisini de eğitmedi; onu sen yarattın, ne tür meziyetlere sahip olacağını ne babası biliyordu, ne de anası. Senin İsa’nın öğretisi, senin biricik Oğlunun kılavuzluğu onun gönlüne senin korkunu sala­rak onu yetiştirdi, hem de senin kilisenin imanlı ve en iyi insanlarının birinin evinde. Ama annem kendisinin yetişmesinde annesinden çok, ihtiyar bir hizmetkâr kadının payı olduğunu söyler dururdu. Bu kadın onun babasını da bebekken sırlında taşımıştı, zaten o dönemlerde ya­şını başını almış kızlar bebekleri hep böyle sırtlarında taşırdı. Yıllar yı­lı yaptığı hizmetten, güngörmüşlüğündeıı ve bir Hıristiyan evine yakı­şır tarzdaki iyi ahlakından ötürü ev sahipleri tarafından da hürmet edilen bir şahıstı. Bu yüzden efendisinin kızlarının sorumluluğu ona verilmişti, o da üstüne düşeni titiz şekilde yerine getiriyordu, hatta ge­rektiğinde, tanrısal bir ciddiyet içinde son derece sen davranıp onları ıslah etmeye çalışıyordu ve gayet aklı başında, sağduyulu bir eğitim yöntemi uyguluyordu. Örneğin babalarının sofrasında ölçülü şekilde yenen yemeğin dışında, çocuklar susuzluktan yanıp kavrulsa da, kötü bir alışkanlık edinmemeleri için su bile içmelerine izin vermiyordu ve onlara bilgece öğütler verip şöyle diyordu: “Şimdi su içiyorsunuz, çün­kü şarap içmeye izniniz yok. Ama ilerde evlenip de mahzenlerin, ki­lerlerin sorumlu hanımefendisi olduğunuzda suya burun büküp şarap içmeye düşeceksiniz.” İşte bu tür görgü kuralları koyarak, yetkesini kullanarak küçük yaşların o açgözlü tavrına gem vurmaya çalışıyor,

kızlara susuzluklarını bile gayet ölçülü bir tarzda giderme alışkanlığı kazandırıyordu ki, ilerde kendilerine yakışmayacak türde şeylere öz­lem duymasınlar.

18.   Buna rağmen senin hizmetkârının oğluna anlattığına göre, şa­rap tutkusu içine sinsice yerleşmiş. Ana babası onu nefsine hâkim bir kız olarak gördüklerinden, âdet olduğu üzere, fıçıdan şarap alıp getir­me görevini ona vermişler. Kabını fıçının ağzından daldırıp şarabı çe­ker, tam testisine dolduracakken dudaklarının ucuyla azıcık da tadar­mış, ama içmezmiş, çünkü tadından hiç lıoşlanmıyormuş. Böyle yap­ması sarhoş olma özleminden değil, yaşının getirdiği aşırılıktan kay­naklanıyordu, bu aşırılık oyun olsun diye yapılan yaramazlıklarla art­tıkça artar ve büyükler ağırlıklarını koyup çocuk ruhlardaki bu aşırılı­ğı denetlemeye çalışır. Böylece annem her gün bir yudum bir yudum daha derken, kupalar dolusu şarabı bir dikişte içecek kadar tutkunu oluvermiş, çünkü ufak şeylere aldırmazlık ederseniz yavaş yavaş onla­rın içine düşüverirsiniz.11 Ne işe yaradı o zaman o yaşlı, bilge kadın ve onun ciddi yasakları? Böyle sinsi bir hastalığa karşı elinden ne gelirdi ki onun, üzerimizden bir an bile gözünü ayırmayan senin, ya Rab, şi­falı ilaçların olmasa? Yanımızda anamız da, babamız da, dadılarımız da olmasa, sen varsın, sen bizi yarattın, sen bizi kendine çağırırsın, bizim bakımımızdan sorumlu kıldığın büyüklerimize ruh sağlığımız için iyi olan ne varsa onu yaptırırsın. O dönemde ne yaptın Tanrım? Nasıl te­davi ettin annenıi? Nasıl iyileştirdin? Başka bir insanın dilinden dökü­len can yakıcı ve iğneli sözleri, gizli köşelerinden çıkardığın bir cerrah bıçağıyla kesip atar gibi bir vuruşla kesip atmadın ını o iltihaplı yara­yı? Fıçılara giderken hep ona eşlik eden hizmetçi bir kız, baş başa ol­dukları bir sıra küçük hanımıyla ağız dalaşına girmiş ve acımasızca bir ithamda bulunup ona ayyaş demiş. Bu söz öyle canını yakmış ki anne­min, kabahatinin çirkinliğini anlamış, anında kendi kendisini ayıpla­yıp bu huyundan vazgeçmiş. Bazen öyle olur ki, arkadaşlar iltifat ede­rek ahlakımızı bozar da, düşmanlarımız hakaret ederek bizi doğru yo­la getirirler. Ama sen onların ödülünü, onlara yaptırdığın davranışın sonucuna göre değil, niyetlendikleri davranış biçimine göre verirsin. O hizmetçi kız küçük hanımını doğru yola sokmak değil, öfkesine ye­nilip incitmek istemişti. Bu yüzden ne söyleyecekse baş başa kaldıkla­rında söylemişti, ya kavga ettikleri anda ve yerde tesadüfen yalnız ol­duklarından ya da kim bilir belki de bildiği bir şeyi daha önce söyle­mediği için azar işitmekten korktuğundan. Ama sen, ya Rab, göğün ve yerin Kralı, en derin girdapları bile kendi amaçlarına döndürürsün, zamanın gürül gürül akışını kendine göre ayarlarsın, bir insanın ku­duruk öfkesini bir başkasının şifalı ilacı kılarsın. Buradan da anlaşılı­yor ki, ıslah etmeye karar verdiğimiz biri bir sözümüzle doğru yola gi­riyorsa bunu asla kendimize mal etmemeliyiz.

9.    BÖLÜM

Annesinin ahlakına övgüler yağdırmaya devam ediyor. [396]

katsizliklerini bile hoş görebilmiş, bu konuda kocasına tek laf etme­miş. Çünkü hep onun üzerine yağdıracağın merhametini beklemiş, gün gelir sana inanır da iffetli bir adam olur umuduyla. Aslında kocası son derece iyi bir insandı, ama bir o kadar da çabuk öfkelenen bir ya­pıya sahipti. Annem kocası sinirlendiğinde ona herhangi bir şekilde tepki vererek ya da birtakım sözler söyleyerek karşı çıkılamayacağını çok iyi bilirdi. Kızgınlığı geçtikten ve sakinleştikten sonra fırsatını kol­lar, onun düşünmeden harekete geçtiğini düşünüp yaptığı hareketin yanlışlığını göstermeye çalışırdı sadece. Daha kibar beylerle evlendik­leri halde yedikleri dayaktan yüzleri gözleri tanınmaz halde gelmiş ka­dınlar vardı. Ne zaman bir araya gelip dostça sohbete başlasalar bun­lar hep kocalarının davranışından şikayet ederlerdi. Annem şakayla karışık onları uyarır, sonra ciddileşip böyle konuşmamaları gerektiği­ni söylerdi, evliliğe adım alıp da evlilik akdinin kuralları kendilerine okunduğu ve kendileri de bu kuralları kabul ettikleri ve dolayısıyla kocalarının malıymış gibi onların hizmetine verildikleri anda, artık tartışılacak bir meselenin kalmadığını belirtirdi. Ona göre o andan iti­baren her kadın kendi konumunu bilmeli ve kocasına asilik etmeme­liydi. Bu kadınlar annemin ne denli öfkeli bir kocayla evli olduklarını bildiklerinden hep ona hayret ederlerdi, ama Patricius karısını döv­müş gibi bir dedikodu hiç işitmemişlerdi, hatta böyle bir şeyin iması bile hiç çalınmamıştı kulaklarına, aile içinde yaşanan bir kavga sonu­cunda gün boyunca birbirlerine küs kalsalar dahi. Ona bunun sırrını sorduklarında annem cevaben, yukarıda bahsettiğim umudunu yine­ler dururdu. Annemin öğütlerini dinleyenler, kazandıkları tecrübeler­den dolayı hep gelip ona teşekkür etmiş, dinlemeyenlerse dayağa ta­lim etmiştir.

20.     Kayınvalidesi ilk başlarda kötü niyetli hizmetçilerinin kışkırt­masıyla anneme karşı cephe almış, ama sonraları annemin saygıda ku- Mir etmeyen tavrı, sabrı ve nezaketi karşısında yelkenleri suya indir­miş, hatta geliniyle aralarını bozan hizmetçilerin ortalık karıştırıcı de­dikodularını oğluna bildirecek ve onların cezalandırmalarını isteyecek kadar. Bunun üzerine oğlu da annesinin sözüne kulak verdi ve hem ailesindeki disiplini sağlamak hem de evindeki dirlik düzenliği sür­dürmek amacıyla, annesinin şikayetçi olduğu suçluları onun isteği doğrultusunda kırbaçlattı. Annesi de oradakileri uyarıp bundan böyle kendisinin gözüne girmek için gelini hakkında kim kötü konuşursa aynı şekilde cezalandırılacağını bilmesi gerektiğini söyledi. O andan itibaren kimse ağzını açıp da tek söz söylemeye cüret edemedi, böyle- ce gelin kaynana herkese örnek olacak şekilde karşılıklı iyi niyetle ve sevgiyle geçinip gittiler.

21.     Senin en iyi kullarından olan ve karnında beni taşıyıp doğuran bu kadına bahşettiğin en önemli meziyetlerden biri de, ey Tanrım, Merhametim, nerede bir kavga nerede bir anlaşmazlık görse, hemen arabulucu görevini üstlenip taralları yatıştırmaya çalışmasıydı, öyle ki kavganın yol açtığı şişkinlik ve hazımsızlıktan rakiplerin birbirine ku­sar gibi boca elliği küfürleri işitse bile, arkadaşların birbirlerinin yok­luğunu fırsat bilerek yaptıkları iğneleyici dedikodularda soludukları çiğ nefretlere tanık olsa da, bunların hiçbirini kalkıp da tarafiara yetiş­tirmeye çalışmazdı, insanları barıştırıcı nitelikte şeyler söylenmişse o ) başka. Onun bu meziyeti bana öyle şaşaalı bir şeymiş gibi gelmeyebi­lirdi, eğer şu korkunç ve korkunç olduğu kadar da bulaşıcı nitelikteki günah hastalığına yakalanmış bir sürü insanın, düşmanların düşman­larına söylediklerini birbirlerine yetiştirmekle kalmayıp aynı zamanda söylenmemiş şeyleri bile eklediklerine acı bir tecrübeyle tanık olma­mış olsaydım. Şu da bir gerçek ki, insanlar arasındaki düşmanlığı iste-

diğiniz kadar körüklememeye ya da kötü konuşup da olayı alevlendir- memeye çalışın, bir çift güzel laf edip bu düşmanlıkları bitiremiyorsu­nuz yaptıklarınız hiç de insanca davranışlar sayılmayacaktır. işte an­nem insanca davranan bir kadındı, çünkü sen onun gönül hacasıydın ve kalbinin okulunda ona ders verdin.

22.     En sonunda, ömrünün son günlerinde bile olsa kocasını da sa­na kazandırmayı başardı. Kocası iman ettikten sonra, iman etmeden önce onda hoşgörüyle karşıladığı kusurları artık hoş görmesi için de bir neden kalmamıştı. Annem de senin hizmetkarların arasında bir hizmetkardı. Tanıyan herkes onun ahlakından dolayı sana övgüler su­nar, seni onurlandırır ve onda seni severlerdi, çünkü onun kalbinde senin varlığını hissetmişlerdi ve onun manevi yaşantısının meyveleri bunun en güzel kanıtıydı. Tek bir adamın karısı olmuştu, ana babası­na karşı gerekli sorumluluklarını yerine getirmiş, evini büyük feda­karlıklarla çekip çevirmiş, kendisini hayırlı işlere adayarak imanını ka­nıtlamıştı. 34 Oğullarını, senden uzaklaştıklarını gördüğü her an yeni­den doğum sancıları çekerek yetiştirdi.3" Annem ölmeden önce bizler vaftiz olup senin inayetine nail olmuşluk ve artık hep beraber sende yaşıyorduk, bu yüzden senin hizmetkarların hakkında bana vermiş ol­duğun konuşma lütfuna sığınıp ya Rab, son olarak şunu da söylemek isterim ki, annem herkesin üstüne kendi doğurduğu çocuklarıymış gi­bi titredi; hepimizin kızıymış gibi de bizlere hizmet etti.

10.   BÖLÜM

Annesiyle Göksel Krallık üzerine yaptığı sohbet. [397] [398]

23.     Annemin bu yaşamdan ayrılacağı gün yaklaşmak üzereydi ve o günü bir tek sen biliyordun, biz bilmiyorduk. Hiç şüphesiz senin ön­görünün sırlı işleyişi sonucunda bir gün annemle ben baş başa kalmış­lık, penceremize dayanmış öylece duruyor ve evin avlusundaki bahçe­yi seyrediyorduk. Tiberinus Nehrinin kıyısında, Oslia’da kaldığımız evin bahçesiydi bu ve biz bu evde uzun bir yolculuğun ardından, ka­labalıklardan çok uzakla biraz soluklanabilmek ve yeniden denize açı­labilmek için gücümüzü toparlamaya çalışıyorduk. Baş başa vermiş, lallı lallı sohbet ediyorduk annemle, geçmişimizi unutmuş, Hakikatin, yani senin huzurunda, gelecekle olabilecek olaylar üzerine lahminler yürülüyorduk birlikte.ı6 Azizlerin sahip olacağı ebedi yaşamın manasını anlamaya çalışıyorduk, hiç kimsenin gözüyle görmediği, kulağıyla işit­mediği, gönlüyle bile nüfuz edemediği ebedi yaşamımı? Yine de gön­lümüzün ağzını kocaman açtık ve yükseklerden akan pınarından, yani senden akan can suyunu içlik ki, üzerimize sıçrayan damlalarda aklı­mız elverdiğince o üslün sırra vakıf olabilelim.

24.    Böyle sohbel ederken ederken, baklık ki, şu lensel duyuların verdiği haz ne kadar üslün olursa olsun, maddi dünyanın ışığı allında ne denli parıldarsa parıldasın, ebedi yaşamın tallıhğıyla kıyaslandığın­da üzerinde bile düşünmeye değmez. Zihinlerimiz yakıcı bir ateşle yükselmeye başladı o sıra ebedi varlığa doğru. Adım adım her lür maddi cismin ve göğün bile ölesine, güneşin, ayın ve yıldızların dün­) yaya ışık saçtığı yerin ölesine tırmanmaya başladık. Gönlümüzle baka­rak, gönlümüzle konuşarak ve yaratlığın eserleri hayranlıkla seyrederek [399] [400]

daha da öteye geçtik, zihnimizin derinlerine süzüldük; sonra orayı da aştık, hiç bitmeyecek bir bolluğun yaşandığı yöreye, İsrail'i Hakikatin ekmeğiyle sonsuzca beslediğin yere ulaşabilmek için. Oradaki yaşam her şeyin, olmuş olan ve olacak olan her şeyin varolduğu bilgeliğin ken­disidir. Ama bilgeliğin kendisi yaratılmamışlar, nasılsa hep öyledir, da­ima da öyle olacaktır. Dahası bu bilgelikte ne geçmiş vardır, ne de gele­cek, sadece şimdi vardır, çünkü o ezcli ve ebedidir. Geçmişte ya da gele­cekte varolmak ezel i ve ebedi olanla ilişkili değildir. Işte biz böyle ko­nuşup dururken ve bilgeliğin özlemiyle iç çekerken, yüreğimizin ta­mamen ona odaklandığı anda azıcık da olsa ona dokunuverdik. Bir ah çektik ve yücelerdeki dünyaya bağlanan ruhumuzun turfanda mey­velerinden İK ayn11p yeniden gürültülü konuşmalarımıza, bir başı ve bir sonu olan lani sözlerimize geri döndük. Bu sözlerin senin Sözünle en ulak bir benzerliği olabilir mi Rabbimiz, hiç yaşlanmadan sonsuzca seninle birli kte olan ve her şeyi yeniden canlandıran o Sözünle?

25.     Oylcyse şöyle d üş üne lim dedik: “Eğer insan bedeninin kargaşa­sı bir gün susuyorsa, toprağın, suyun, havanın hayalleri bir gün susu­yorsa, gökler bile susuyorsa, hatta ruhun kendisi bile susuyorsa ve bir daha kendisini hiç düşünmeyecek kadar kendisini aşıyorsa, hayal gü­cümüzde yarattığımız bütün düşler, bütün imgeler bir gün susuyorsa, bütün diller, bütün işaretler ve gelip geçici ne varsa her şey bir gün susuyorsa — zaten bir şeyler söylediklerini işitseydik, hepsi şöyle söy­lüyor olurdu: ‘Biz kendimizi yaratmadık, bizi sonsuza dek kalıcı olan yarattı’;39-işte bunları söyledikten sonra bile, onları Yaratana kulak ka­bartıp susuyorlarsa, demek ki Yaratan onlar aracılığıyla değil de, sade- [401] [402]

ce kendisi aracılığıyla konuşuyor ve biz Onun Sözünü ne bedenin di­linden ne bir meleğin sesinden, ne gök gürültüsünün gümbürtüsün­den ne de simgesel bir meselden işitiyoruz, biz Onu, yani yarattıkla­rından ötürü sevdiğimiz Onu yarattıkları olmaksızın işitiyoruz. Tıpkı o an annemle benim işitme şerefine eriştiğimiz gibi ve düşüncemizin bir anlık sıçramasıyla bütün yaratılanların üstünde duran ezeli ve ebecli Bilgeliğe dokunabildiğimiz gibi; keşke o an devam edebilseydi ve bütün aşağı seviyedeki görüntüler çekilip gidebilseydi; keşke bir tek o görüntü süzülüp girebilseydi içimize, bizler onu o an temaşa ederken, bir tek o görüntü içine çekseydi bizi, en derin sevinçlerimi­ze sarmalansaydı. Demek ki ebecli yaşam o ah çektiğimiz idrak anına eşti. “Rabbin sevincine kanlın”40 diyen sözlerin anlamı da bu değil mi zaten? Peki ama, bu ne gün gerçekleşecek? Yoksa hepimizin yeni­den dirileceği ve artık kimsenin değişime yazgılı olmayacağı gün mü gerçekleşecek?*1

26.     Aynı şekilde ya da aynı kelimelerle olmasa da o sırada ifade et­tiğim düşünceler işte bunlardı. Ama ya Rab, senin de bildiğin gibi, an­nemle bu sohbeti yaptığımız ve sözlerimizin arasından dünyanın bü­tün nimetleriyle birlikte silinip gittiği o gün annem şöyle söyledi: “Oğ­lum, bana soracak olursan artık bu yaşamda beni çeken hiçbir şey kal­madı. Burada hala ne arıyorum, niçin buradayım, bilmiyorum. Bu dünyayla ilgili neredeyse bütün beklentilerim tükendi. Tek isteğim öl­meden önce senin Katolik bir Hıristiyan olduğunu görebilmekti, bu yaşamda biraz daha ayak sürüdüysem işte sırf bundandı. Bu isteğimi Tanrım bana fazlasıyla bahşetti, çünkü şimdi senin dünyanın bütün [403] [404]

mutluluklarını elinin tersiyle itip onun hizmetkârı olduğunu görüyo­rum. Öyleyse hala niye buradayım?”

ll.  BÖLÜM

Vecd ve Monica'nın ölümü.

27.     Annemin bu sözlerine ne yanıt verdiğimi pek hatırlayamıyo­rum, çünkü o günün üzerinden beş gün geçti ya da geçmedi, ateşlenip yataklara düştü. Hasta yatağında gün geldi bilincini de kaybetti ve git­gide etrafındaki hiçbir şeyi tanımamaya başladı. Etrafında pervane gibi dolanıyorduk, bir ara yeniden kendine geldi. Bana ve yanı başında du­ran kardeşime baktı ve sanki herhangi bir şeye bakan biri gibi bize şöyle dedi: “Neredeydim?” Üzüntüden allak bullak olduğumuzu da görünce, “Annenizi buraya gömün,” dedi. Gıkını çıkmıyordu, gözyaş- larımı zor tuuıyordum. Kardeşim ise onun daha mutlu olacağını sana­rak onun bu yabancı diyarda değil kendi memleketinde gömüleceğini söyledi ya da buna benzer bir şey. Bu sözleri duyunca annemin yüzü birden gerildi, böyle düşündüğü için gözleriyle azarlar gibi ona baktı, sonra bana döndürdü bakışını ve şöyle dedi: “Bak şuna ne diyor!” Ar­dından ikimize de baktı ve şöyle dedi: “Bu bedeni istediğiniz yere gö­mün. Buna aldıracağını hiç düşünmeyin. Sizden yapmanızı rica edece­ğim tek şey var, o da nerede olursanız olun, Rabbin sunağının önünde beni hatırlamanız.” Bu isteğini, sözcükleri güçlükle bulup söyledikten sonra sustu, hastalığı ağırlaştıkça ıstırabı da artıyordu.

28.    Ama ben o sırada senin armağanlarını düşünüyordum, ey gö­rünmez Tanrı, sana iman edenlerin gönüllerine gönderdiğin armağan­ları. Bir anda içim sevinçle doldu ve sana şükrettim, çünkü annemin hep kocasının naaşının yanı başına gömülmek istediğini hatırladım,

çok önceden kendisi için burasının uygun olacağını düşünmüş ve ona göre hazırlanmıştı. Ömürleri boyunca uyumlu bir şekilde geçinip git­tiklerinden, kocasının yanına gömülerek mutluluğuna artı bir mutlu­luk katmak ve insanlarca hep böyle hatırlanmak istiyordu. Diyecekler­di ki, denizler aştıktan sonra aynı yatağı paylaştığı kocasıyla aynı top­rağı da paylaşmak ona nasip oldu. Insan aklı tanrısal planları kavra­mada ne aciz kalıyor! Ama senin cömert iyiliğin sayesinde bu istekleri­nin ne kadar boş olduğunu yüreğinde ne zaman hissetmeye başladığı­nı hiç bilmiyordum. Yine de annemin bu isteğini bana açmasına çok sevinmiş ve şaşırmıştım. Kaldı ki pencere kenarında yaptığımız o soh­bette bile, “Ben hala bu dünyada ne arıyorum,” derken kendi yurdun­da ölmek gibi bir arzusu olmadığını da açıkça dile getirmişti. Hatta sonradan öğrendim ki, Ostia’da olduğumuz sıralarda, bir gün arka­daşlarımdan bazılarıyla oturup dünyanın hor görülmesi ve ölümün getireceği iyilik üzerine sohbet etmiş, insana güven veren anaç tavrıy­la. Ben bu sohbet sırasında yoktum. Arkadaşlarım onun bir kadın ol­masına rağmen gösterdiği cesur tavrı karşısında (çünkü ona bu cesa­reti sen vermiştin) hayranlıklarını gizleyemeyip yurdundan bu kadar uzak bir yerde ölmekten korkup korkmadığını sormuşlar ona. “Hiçbir yer Tanrı’dan uzak değildir,” demiş, “korkmama hiç gerek yok, dün­yanın bir ucunda da olsam O beni bulacak ve diriltecektir.” Hastalığı­nın dokuzuncu gününde, elli altı yaşında, bu dindar ve sadakat dolu ruh bedeninden nihayet kurtuldu; ben o sıra otuz üç yaşındaydım. [405] ğime, neredeyse sel gibi boşanacaktı gözyaşlarım, ama zihnim öyle müthiş bir güç harcadı ki, gözlerim içine akıttı pınarlarını kupkuru bırakana kadar, böyle bir mücadele beni perperişan etti. Son nefesini verirken oğlum Adeodatus öyle avaz avaz bağırmaya başladı ki, hepi­miz bir olup kendine getirdik de ancak sustu. Çocukluğum da bu şe­kilde hıçkıra hıçkıra içimden kayıp gidecekti ki, yüreğimden yükselen gençlik sesim onu tutıu ve susturdu. Çünkü böyle ağıtlar yakıp ağla­yarak, feryat figan ederek yapılacak bir cenaze töreninin anneme ya­kışmayacağına inanıyorduk. Hep böyle olur, ölenlere acınır ya da san­ki tamamen yok olmuşlar gibi hep böyle yas tutulur. Ama benim an­nemin ölümünde ne acınacak bir yan vardı ne de o tamamen ölmüştü. Bunu biliyorduk, ahlaklı yaşantısı, saf inancı ve emin olduğumuz baş­ka nedenler birer kanıtlı bizler için.

30.   Öyleyse neden içim böyle acıyla sızlıyordu? Tek nedeni olmalı, birlikte yaşamaktan kaynaklanan o tatlılar tatlısı, o paha biçilmez alış­kanlığın birdenbire kopmasının açtığı taze yara. Öte yandan hastalığı­nın en son aşamasında kendisi için çırpınmalarımı takdirle karşıladığı­nı ve benim iyi bir evlat olduğumu söylediğini hatırlıyordum da içim ferahlıyordu. İçten sevgisinin verdiği coşkuyla, o ana kadar benim ağ­zımdan kendisine karşı tek bir kaba ya da kırıcı söz işitmediğini de belirtmişti. Yine de, bizleri yaratan Tanrım, ona karşı gösterdiğim say­gı onun bana yaptığı fedakarlıklarla kıyaslanabilir mi? Ama artık onun o büyük desteğinden yoksundum, işte bu yüzden ruhum böyle yara­lanmış, yaşamım parçalanmıştı, çünkü bu yaşam, onun ve benim yaşa­mımdan oluşan bir bütündü.

31.    Evodius oğlumun gözyaşlarını dindirip eline Mezmuru aldı ve içinden bir ilahi seçip makamla okumaya başladı, evde kim varsa hep­si bir ağızdan ona şu sözlerle karşılık veriyordu: “Senin merhametini ve verdiğin kararı ilahilerle anacağım ya Rab.”[406] Evimizde yaşananları işiten herkes, biraderlerimiz, imanlı kadınlarımız koşup geldiler. Ce­naze törenini düzenlemekle görevli olanlar ananelerine uygun şekilde gerekli hazırlıkları yaparken, ben kendimi daha sakin hissedebilece­ğim ayrı bir odadaydım, beni yalnız bırakmamaları gerektiğini düşü­nen dostlarla birlikte; durumun gerektirdiği konular üzerine konuşu­yordum ve hakikati pansuman yapıp senin çok iyi bildiğin, ama insan­ların habersiz olduğu yarama bastırıyordum ve beni can kulağıyla din­leyenler hiç acı hissetmediğimi sanıyorlardı. Oysa ben oradakilerin be­ni hiç duyamayacağı yere, senin kulağına eğilip duygularımın ne ka­dar zayıf olduğundan dem vuruyor, kendimi üzüntü seline kaptırma­mak için zor tutuyordum, bu birazcık gem vuruyordu bana, ama son­ra birden bastırıyor ve beni alıp götürüyordu; gözyaşlarımı yağmur gi­bi akıtmıyordu belki, yüzümdeki ifadeyi de değiştirmiyordu, ama yü­reğimi nasıl ezdiğini bir tek ben biliyordum. insani zayıflıkların üze­rimdeki baskısını hissetmek beni iyiden iyiye çileden çıkarıyor, bütün bunların kurulu düzenin bir parçası olduğunu ve insan olmakla bütün bunlara baştan yazgılı olduğumuzu bilsem de, bu halde olmak başka bir acı olup acıını katmerleştiriyor, hüznümü kat kat artıp işkenceye dönüştürüyordu.

32.   işte sonunda annemin cenazesi götürüldü, ağlamadan gittik, ağlamadan döndük. Günahlarımızı bağışlatmak için onun adına sun­duğumuz kurban töreninde, cenazesi oranın adetleri uyarınca mezarı­nın başında durmuş gömülmeyi beklerken sana ettiğimiz dualar sıra­sında bile ağlamadım, o dualarda bile ben ağlamadım. Ama bütün gün yüreğim üzüntüden için için ezildi ve karmakarışık olan ruhumla bü­tün gücümü toplayıp senden acıma şifa sunmam istedim, ama sen sunmadın. Şimdi biliyorum, sen bana o sırada verdiğin tek dersle, her tür alışkanlığın zihni tutan birer zincir olduğunu belleğime kazı­mamı istedin, hatta bu zihin anık aldatıcı sözlerle beslenmiyor olsa bi­le. Bari kalkıp hamama gideyim dedim, çünkü Yunanların balaneion dedikleri hamam sözcüğünün zihnin sıkıntısını gidermek anlamına geldiğini bir yerlerden duymuştum. Ama senin merhametine sığınıp bunu da itiraf etmek isterim ki, ey yetimlerin Babası, yıkandıktan son­ra bile yıkanmadan önce nasılsam öyle kaldım. Çünkü üzüntümün ya­kıcılığı ter olup akmadı yüreğimden. Nihayet uyudum ve uyandım, gördüm ki acım epeyce dinmiş. Yatağımda öyle yapayalnız yatarken, sevgili Ambrosius’unun gerçeği dile getiren şu dizeleri geldi aklıma. Çünkü sen,

Ey Tanrı, her şeyin Yaratıcısı,

yıldızlı göğün Kralısın;

pırıl pırıl ışıkla giydirirsin günü,

lütuOdr uykuyla da geceyi;

gücü tükenen bedenler dinlensin de,

yeniden dönebilsinler diye lıer zamanki zahmetli işlerine;

yorgun düşen zihinleri dindirsin

kara kaygıları çözüp atsın diye acının kaynağından.[407]

33.   O andan itibaren yavaş yavaş senin hizmetkarınla ilgili eski anılarıma da geri dönmeye başladım, sana gösterdiği sadakati, bize gösterdiği o sevecen, sabırlı, içten tavrını hatırladım ve bundan bir an­da yoksun kaldığımı; senin huzurunda annemden dolayı, annem için,

kendimden dolayı, kendim için ağlamak rahatlattı beni. Tuttuğum gözyaşlarıını saldım, istedikleri kadar aksınlar diye, yüreğimi yasladım üzerlerine; yatıp dinlendi üzerlerinde, çünkü orada akan gözyaşiarım bir tek senin kulaklarına çalındı, bilgiçlik edip ağlayışıma başka mana­lar katacak insanların kulaklarına çalınmadı. İşte şimdi ya Rab, keli­melere döküp sana itiraf ediyorum bütün bunları. isteyen okusun ve istediği şekilde mana kalsın. Bir kırılma anında annem için, gözleri­min önünde az önce ölen, ama yıllar önce gözlerinin önünde yaşarken bana ağlayan annem için döktüğüm gözyaşiarıma kusur bulacak olur­sanız, n’olur gülmeyin bana, bunun yerine, yüce bir şefkat varsa içi­nizde, Oğul Isa’nın bütün kardeşlerinin Babası olan Onun huzurunda, benim işlediğim günahlar için ağlayın.

13. BÖLÜM

Ölen annesine dua ediyor. [408]

cezasını."4’ İnsanların övgüye değer yaşamlarıma da vay haline, yakın­dan baktığında merhamelLen uzak olduğunu anlamışsan! Ama sen böyle kılı kırk yararak araştırmadığın için kusurlarımızı, sende hep bir yerimiz olduğunu umul ediyoruz. Onun huzurunda bileğinin gü­cüyle hak elliklerinizi tck tek sayacak olsanız, aslında Onun huzurun­da size bahşelüklcrini sayıyor olmaz mısınız? Ah, keşke insanlar ken­ti i lcriııi ıı sadece i nsan old uğurnu bir bi l ebilse, kendiyle övünen kişi keşke Rabbin huzurunda da kendiyle övüııcbilse! K

35.   İşte bu yüzden Övüncüm, Yaşamım, yüreğimin Tanrısı, inme­min yaptığı hayırlı işleri lıir anlığına şöyle bir kenara ayırıyorum, on­lardan gurur duyuyor ve sana şükranlarımı sunuyorum, ama ben şim­di sana aırncmin işlediği günahlar için yalvarıyorum. N'olur duy sesi­mi, haça gerilen, şimdi senin yanında oturup bizim için şdaat dileyen, yaralarımızın şilası olan t İğluıı adıııaı4' l lep merhametli davrandı an­nem, biliyorum, kendisine borçlu olanların borçlarını bölün kalbiyle ailctti. Seıı de allet onun borçlarını, kutsal suyuııla yıkanıp kurtuluşa erdikten İm yana geçen onca yıl boyunca sadık kalmadığı bi ı bore var­sa. Allet ya Ralı, allet, yalvarırım kulunla hesaplaşmaya girişme[409] [410] [411] [412] [413] Merhametin aşsın adaletini, çünkü senin sözlerin hakiki ve sen mer­hametlilere merhamet bağışlayacağını vaat ellin.?’ Onlar mcrhametliy- sc, bu merhameti sen bahşettin onlara. Sen nıerlıaınct ettiğine merha-

met eder, acıdığına acırsın."0

36.   Eminim benim senden istediğimi sen çoktan yerine getirdin, ama yine de dudaklarımdan dökülen içten dileklerimi kabul et ya Rab.5] Kurtuluş günü yaklaştığında, ne pahalı örtülere sarılmasını iste­di bedeninin ne de esanslara bulanmasını; ne güzide anıtlar dikilmesi­ni istedi adına ne de vatanımda gömüleceğim diye tutturdu; hele bu konuda hiç baskı yapmadı bizlere, tek ricası her gün hiç aksatmadan ziyaret ettiği senin Sunağının önünde hatırlanmaktı. Çünkü bu Sunak­ta Kutsal Kurbanın dağıtıldığını çok iyi biliyordu. Bu Kurban sayesin­de bize karşı önyargıyla yazılan antlaşma feshedildi^2 bu Kurban gü­nahlarımızın hesabını tutan, Onu suçlayacak yer arayan, ama bizi za­fere ulaştıran Onda hiçbir suç bulamayan düşmanı yendik Onun ma­sum kanını kim ona geri verecek? Bizi düşmanın elinden kurtarmak için satın aldığında, bizim için ödediği parayı kim ona geri ödeyecek? Senin hizmetkarın ruhunu iman zinciriyle kefaretimizin sırrına bağla­mıştı."4 Onu senin sığınağından kimse çekip çıkarmasın. Geçit tanıma zorla ya da hileyle aranıza girmeye çalışan aslana ya da yılana.55 Çün­kü annem ödemesi gereken hiçbir borcu olmadığını söylemeyecektir, kurnaz ithamcısı bir kusurunu bulur da onu kendi yoluna çevirir kor­kusuyla. Bunun yerine bütün günahlarının İsa tarafından ödendiğini söyleyecektir, kendisinin hiçbir borcu olmadığı halde ve bizim için [414] [415] [416] [417] [418] [419]

ödediği bedeli Ona hiç kimsenin geri ödeyemeyeceğini.

37.    Kocasıyla birlikte huzur içinde yalsın. Ondan önce ve ondaıı sonra başka hiç kimseyle evlenmedi. Hasadını sana sunduğu sabnyla hizmet elli onu sana kazandırmak adına. Rabbim, Tanrım hizmetkar­larına, kardeşlerime, oğullarına, öğretmenlerime, yollarına kalbimi, sesimi ve kalemimi adadığım herkese söyle, bu kitabı okuyan herkes senin Sunağında senin sadık hizmetkârın Monica'yı ve ondan daha ev­vel ölen kocası Palricius’u ansın, bedenleri sayesinde benim hiç bilme­diğim bir şekilde bu dünyaya gelmemi sağladığın insanları. Söyle, bu geçici ışıkta16 bütün kalpleriyle ansınlar ana ve babamı, Anamız Kato­lik Kilisesindeki kalında biraderim ve kız kardeşim olan, hac yolunda­ki halkının yola çıkakları andan başlayarak dönünceye kadar hasretiy­le yanıp tutuşlukları ebedi Kudüs'ünde hemşehrilerim olan ana ve ba­bamı; böylece annemin benden son dileği, benim dualarımdan çok bu itirafları okuyup ona dua eden nice insan larafından fazlasıyla yerine getirilmiş olsun.

 

 

10.      KITAPı

1.     BÖLÜM

Umut ve Sevinç sadece Tanrı'dadır.

1. Lütfet seni bileyim, ey beni Bilenim, lütfet seni, senin beni bildi­ğin gibi bileyim.[420] [421] Ey ruhumun Kudreti, süzül içine ve sana uygun hale j'rtir, getir ki onu sahiplen ve hiçbir lekesi, hiçbir kırışığı olmadan[422] m ia hakim ol. İşte bütün umudum bu, bu yüzden böyle konuşuyorum \r ne zaman içten bir sevinç duysam, bu umuttan dolayı böyle sevini­yorum. Yaşamın bize sunduğu diğer sevinçlere gelince, ne kadar çok ağlayıp dövünürsek bunlar için, inan o kadar az hak eden şeylerdir 1ı unlar gözyaşlarımızı, ne kadar az ağlayıp dövünürsek de inan o ka- ı lar çok hak eden şeylerdir gözyaşlarımızı. Bak işte şimdi sen hakikate .ışık oldun, çünkü hakikate uygun davranan insan ışığa yaklaşır.[423] Ben ■■min huzurunda ve yazdıklarımı okuyan onca tanığın önünde bütün .amimiyetimle itirafta bulunurken hakikati dile getirmek istiyorum.

2. BÖLÜM

Tanrı gönlümüzdeki sırları bildiğine göre, Ona itirafta
bulunmanın anlamı nedir?

2.  Ya Rab, insanoğlunun vicdanının derinlikleri senin önüne böy­le çırılçıplak seriliyken, ben sana itiraf etmek istemesem de gönlüm­den geçenleri senden nasıl gizleyebilirim? Çünkü o zaman kendimi senden değil, sadece seni kendimden saklıyor olurum. Öte yandan şu anki inlemelerim, kendimden memnun olmadığımı zaten sana gösteri­yor. Sen ışık saçıyorsun, sevinç veriyorsun, öyle aşık olunası, öyle öz­lem duyulası bir varlıksın ki, kendimden utanıyorum ve kendimi bir tarafa atıp seni seçiyorum ve sen olmadan ne kendimi ne de seni memnun edebiliyorum. Öyleyse ya Rab, senin huzurunda ben neysem oyum. Bu yüzden az önce de söylediğim gibi, sana itirafta bulunmak bana öyle iyi geliyor ki. Itiraflarımı sana dilimden dökülen kelimeler­le, seslerle değil, sadece senin duyabileceğin şekilde, ruhumdan dökü­len kelimelerle ve düşüncelerimin çığlıklarıyla yapıyorum. Günahkâr­ken kendimden memnun değilsem bu halim sana bir itiraftır. İyiyken bu iyiliği kendime mal etmiyorsam bu halim de sana bir itiraftır. Çün­kü ya Rab, sen doğru insanı kutsarsın,[424] ama ancak onun imansızlığını bağışladıktan sonra.[425] Öyleyse Tanrım, senin huzurunda yaptığım bu itiraf hem sessiz hem değil. Kelimeler dilimden dökülmediğinden ses­siz, ama yüreğimin sevgisiyle çığlık çığlığa. insanlara söylediğim doğru bir söz varsa sen önce benim yüreğimden bunu işitmişsindir ya da

lıatta benim yüreğimden böyle bir şey işitmişsen sen önce yüreğime lıunu söylemişsindir.

3. BÖLÜM

Evvelce sahip olmadığı bir kimliğe sahip olduğunu itiraf
etmesinin kendisine sağlayacağı yarar.

3.  Öyleyse niçin ben insanların itiraflarımı işitmesini dert ediniyo­rum, onlar mı şifa olacak sanki benim bütün bu zayıflıklarıma? insa­noğlu başkalarının yaşamını öğrenmeye çok meraklı, kendilerininkini düzeltme konusunda da bir o kadar ihmalkar. Neden benden ne oldu­ğumu işitmeye can atıyorlar, senden kendilerinin ne olduğunu öğren­mek istemezken? Kendimden söz ederken beni dinleyenler benim doğruyu söylediğimi nereden anlayacaklar, bir insanın gönlünden ne­ler geçtiğini insanın kendi ruhundan başkası bilemeyeceğine göre?7 Ama senin onlar hakkında neler söylediğini işitmiş olsalar, “Rab yalan söylüyor” demeye yürekleri yetmez. Kendini senden işitmek kendini tanımak değil de nedir? Dahası, kendisini bilen biri, “hayır, yanlış” derse yalan söylemiş olmaz mı? Ama sevgi her şeye inanır, en azından birbirine sevgiyle kenetlenmiş ve bir bütün olmuş insanların söylediği her şeye; bu yüzden ya Rab, ben de sana herkesin işiteceği şekilde iti­rafta bulunuyorum, ama doğruları itiraf edip etmediğimi kanıtlaya- mam; buna rağmen, sevgiyle bana kulak kabartan insanlar bana ina­nırlar.

4.  Yine de sen, ey en iç benliğimin Hekimi, bu şekilde itirafta bu­lunmamın bana ne gibi bir yararı olacağını anlamamı sağla. Ruhum [426] senin inancınla ve senin sırrınla başkalaşırken, sende kutsanmanın ta dına varsın diye bağışladığın ve üstüne perde çektiğin geçmişteki ku­surlarımı itiraf ederken yazdıklarımı okuyan ve beni işiten insanların yüreğini coştur, coştur ki umutsuzluk uykusuna yatmasın ve “ben iti­raf edemem” demesin, tersine senin merhametinin sevgisine ve senin inayetinin tadına varıp canlansın, çünkü insan ne kadar zayıf olursa olsun bu hisle güçlenir ve bu his sayesinde kendi zayıflığının farkına varır. İyi insanlar başkalarının geçmişte işlediği ve artık bağışlanmış olan günahlarını işitmekten hoşlanırlar; tabii ki hoşlarına giden gü­nahların kendisi değil, bunların bir zamanlar günah olup artık olma­dığını bilmeleri. Vicdanımın kendi masumiyetinden çok senin bağışla­yacağın merhamete güvenerek sana her gün itirafta bulunması ya Rab, bana ne yarar sağlayacak, n'olur anlamamı sağla, hatta bu kitabı oku­yan insanlara şimdi kim olduğumu, evvelce kim olduğumu senin hu­zurunda itiraf etmem bana ne yarar sağlayacak? Geçmişimle ilgili iti­rafların yararını gördüm ve bunu açıkladım. Ama itiraflarımı yazdığım sırada, yani şu an kim olduğumu öyle çok insan bilmek istiyor ki, bunların arasında beni tanıyanlar da var, benim kitaplarımdan ya da benim hakkıında bir şeyler işitmiş olmakla birlikte, beni hiç tanıma­yanlar da; ama onların kulakları benim yüreğimde değil, oysa ben tam da orada neysem oyum. Buna rağmen ne gözleriyle, ne kulaklarıyla ne de zihinleriyle giremeyecekleri iç benliğimin ne olduğunu öğrenmek için benim itirafımı dinlemek istiyorlar. Evet, istiyorlar, çünkü bana inanmaya hazırlar; peki ama beni tanımaya hazırlar mı? Çünkü onla­rın iyi insanlar olmasını sağlayan sevgi kendimle ilgili itirafta bulunur­ken yalan söylemediğimi onlara söylüyor, bu yüzden içlerindeki sevgi bana inanıyor.

İTİRAFLAR

4.   BÖLÜM

Bu tür bir itirafta bulunmanın sağlayacağı büyük kazanç.

5.    Ama itirafımı dinlemekle ne tür bir kazanç elde etmek istiyor­lar? Yoksa senin lütfunla sana ne kadar yaklaştığımı işittiklerinde, be­nimle birlikte sana şükretmek mi istiyorlar, bedenimin ağırlığından ;ana yaklaşmakta ne kadar geciktiğimi işittiklerinde de benim için sa- ııa dua mı etmek istiyorlar? Işte ben gönlümü böyle insanlara açaca­ğım. Çünkü hiç de öyle yabana atılacak bir kazanç değil bu, Rab Tan­rım, birçok insanın bizden dolayı sana şükranlarını sunması ve birçok insanın bizim için sana dua etmesi. Kardeş bir ruh bende sevgisine la­yık olacağını öğrendiği özelliğimi sevsin, ayıplanması gerektiğini öğ­rendiği özelliğimi ise ayıplasın. Bu hakiki kardeşliğin kanıtıdır, bizden olmayanın, yani dilleri yalan konuşan, sağ elleri kötülüğün sağ eli olan başkalarının oğullarının değil. Hakiki kardeş bende beğendiği bir özellik gördü mü benim namıma sevinen, beğenmediği bir özellik gördü mü benim namıma üzülen kişidir, çünkü beğense de beğenme­se de beni hep seviyordur. Işte ben gönlümü böyle insanlara açaca­ğım; bende sevap gördüler mi içi içine sığmayanlara, bende günah gördüler mi ah çekenlere. Sevaplar*m senin eserindir, senin lütufların- dır, günahlarım ise benim kusurumdur ve senin bana verdiğin ceza­lardır. İlkine sevinsinler, ikincisine ah çeksinler. Kardeş yüreklerinden ) ilahiler, hıçkırıklar yükselsin senin katma, buhurdanlıklarından tüter gibi. Ama kutsal tapınağından yükselen rayihalardan hoşnut olan sen, ya Rab, n’olur, başın için, yüce merhametin adına, acı bana, sen başla­dığın işi asla yarım bırakmazsın, n’olur bende yarım kalanları da bitir.

6.    Evvelce nasıl biri olmadığımı, şimdi nasıl biri olduğumu itiraf etme­min kazancı şu: Ben sadece senin huzurunda, gizli bir sevinçle, korka­rak, umudun karıştığı gizli bir kahırla itirafta bulunmuyorum, ben ay­nı zamanda imanlı insanoğullarının, sevincimi paylaşanların ve benim gibi ölüme yazgılı olanların da huzurunda itirafta bulunuyorum; bu insanların hepsi benim hemşerim,8 kimi benden önce çıkmış hac yol­culuğuna, kimi benden sonra, kimi de şu anki yaşam yolumda bana can yoldaşı olmakta. Bu insanlar senin hizmetkarın, benim kardeşle­rim; bunlar senin oğulların olarak seçtiklerin ve seninle, sana bağlı olarak yaşamak istiyorsam, kendilerine hizmet etmemi buyurduğun önderlerim. Bu buyruğunu, yani senin sözünü çok iyi anlamayabilir­dim, eğer sadece sözlerle bana aktarılmış olsaydı, daha önce hayata geçirilmemiş olsaydı.lJ Ben senin buyruğunu hem sözlerimle hem de davranışlarımla yerine getiriyorum, ama ben buyruğunu senin kanat­larının altında yerine getiriyorum, yoksa çok büyük bir tehlikeyle kar­şı karşıya kalmış olurdum, ruhum senin kanatlarının altına sığınmayıp sana teslim olmamış olsaydı, sen ne kadar zayıf olduğumu anlamamış olsaydın. Ben daha küçüğüm, ama Babam ebediyen yaşayacak, Onun vasiliği beni korumaya yeter. Çünkü O bir ve aynı, bana can veren de ( ), beni sakınan da. Bendeki bütün iyiliklerin kaynağı sensin, sen Her Şeye Kadirsin, ben seninle olmadan önce, sen benimleydin. O halde bana lıiznıct etmemi buyurduğun insanlara, sadece kim olduğumu açıklamayacağını, şu an kim olmaktayım ve kim olacağım, işte bunları da açıklayacağım. Ama ben kendi kendimin yargıcı değilim. Beni din­leyenler bunu böyle bile! [427] [428]

İTİRAFLAR

5.   BÖLÜM

jnsan kim olduğunu tam olarak bilemez.

7.   Benim yargıcım sensin ya Rab. Evet, doğru, hiç kimse insanı, insanın özelliklerini bilemez, kendi içindeki ruhu dışında w Ama in­sanda başka bir şey daha var ki, bunu kendi içindeki ruhu bile bile­mez. lşte sen, ya Rab, sen insanla ilgili her şeyi bilirsin, çünkü insanı sen yarattın. Ben senin gözlerinin önünde kendimi aşağılasam da, ken­dimi toprak ve külden yaratılmış bir varlık olarak görsem de, seninle ilgili bildiğim, kendimle ilgili bilmediğim bir özellik var. Hiç kuşkusuz seni şu an bir aynadan, hayal meyal görebiliyoruz, henüz yüz yüze gelmedik. h Bu yüzden senden uzaklaşıp bir seyyah gibi dolanıp dur­dukça senden çok kendime yaklaşıyorum, ama yine de bir şeyi biliyo­rum, yani sana hiçbir şeyin zor kullanamayacağını. Oysa ben hangi denemelere karşı durabilirim, hangilerine karşı duramam, hiç bilmi­yorum. Yine de içimde bir umut var ve bu umut senin vefalı olman­dan, gücümüzü aşan sınavlardan geçmemize izin vermemenden, de­nensek bile bize katlanabilmemiz için mutlaka bir çıkış yolunu da gös­termenden kaynaklanıyor.12 İşte bu yüzden kendimle ilgili bildiklerimi itiraf etmeme izin ver; izin ver kendimle ilgili bilmediklerimi de itiraf et­meme. Çünkü kendimle ilgili ne biliyorsam senin saçtığın ışık sayesinde biliyorum; kendimle ilgili ne bilmiyorsam, karanlıklarım senin yüzünle 1 karşılaşıp öğlen güneşi gibi parlayana kadar da[429] [430] [431] [432] bilemeyeceğim.

6.   BÖLÜM

Tamı'ya âşıkken aslında neye âşık oluyoruz?

Tanrı'yı yarattıklarından nasıl tanıyoruz?

8.   Sana olan aşkım, ya Rab, bulanık bir his değil, kati bir bilincin ürünü. Sen sözünle benim yüreğimi dağladın ve ben sana aşık oldum. Aynı zamanda hem Gökyüzü hem de Yeryüzü ve onların kapsadığı her şey, bak, dört bir yandan bana sana aşık olmamı söylüyorlar; hiç durmadan herkese bunu söylüyorlar, demek ki bir bildikleri var[433] Öte yandan daha derin bir bakış açısıyla bakıldığında, bu durum se­nin acıdığına acımandan ve merhamet ettiğine merhamet bağışlaman­dan da anlaşılıyor. Yoksa hem Gökyüzü hem de Yeryüzü sana sun­dukları övgülerini sağırlara söylemiş olurlardı. Peki ama, ben sana aşık olunca aslında neye aşık oluyorum? Ne tensel bir cazibe ne de ge­çici bir güzellik, ne göz kamaştıran parlak bir ışık, ne ahenkli şarkıla­rın hoş ezgileri, ne çiçeklerin, esansların ve baharatların baygın koku­ları, ne kudret helvası,[434] ne bal ne de bedenlerin kucaklaşmalarından haz alan uzuvlar; hayır, bunlar değil, ben Tanrıma aşıkken bütün bunlara aşık olmuş olmuyorum. Gerçi evet, ben bir tür ışığa aşık olu­yorum, bir tür sese, bir tür kokuya, bir tür ekmeğe, bir tür kucaklaş­maya, ben aşıkken Tanrıma, yani ışığa, sese, kokuya, ekmeğe, iç benli-

ğimdeki kucaklaşmaya aşık oluyorum, evet, iç benliğimde ruhum me­kanla sınırlı olmayan bir ışıkla parlıyor, orada zamanın kapıp götüre- ınediği bir ses var, orada rüzgarın dağıtamadığı bir rayiha var, orada yendikçe tükenmeyen bir ekmek var ve orada doydukça kenetlendiği­niz bir kucaklaşma var. İşte Tanrıma aşıkken aşık olduğum şey bu. [435]

9.   Peki, bu şey ne? Yeryüzüne sordum, şöyle dedi: “O şey ben de­ğilim.” Yeryüzünün kapsadığı her şeye sordum, aynı itirafta bulundu­lar. Denize sordum, uçurumlara sordum ve yerde sürünen tüm canlı­lara, şöyle yanıt verdiler: “Biz senin Tanrın değiliz; bizim üstümüze bakmalısın.” Esen yellere sordum ve hava içindeki bütün sakinleriyle birlikte şöyle yanıt verdi: “Anaksimenes yanıldı; ben Tanrı değilim.”ı7 Gökyüzüne sordum, güneşe, aya, yıldızlara: “Aradığın Tanrı biz deği­liz” dediler. Bedenimin etrafını çevreleyen ne var ne yoksa hepsine de­dim ki: “Siz değilsiniz madem, peki o zaman benim Tanrımın kim ol­duğunu söyleyin. Onun hakkında bir şey söyleyin.” Hepsi bir ağızdan haykırdılar: “Bizleri O yarattı.” Ben onları temaşa ederek sorularımı sordum, onlar bana güzellikleriyle yanıt verdiler. Sonra kendime dön­düm ve dedim ki: “Sen kimsin?” Yanıt verdim: “insanoğlu.” Kendime baktığımda gördüğüm bir beden, bir de ruhtu, biri dışımda, diğeri içimde. Bunların hangisine sormalıyım Tanrımı? Ama az önce bede­nimle Yeryüzünden Gökyüzüne kadar, gözlerimin ışığının kılavuzlu­ğunda ulaşabildiğim her yere bakmadım mı? Demek ki içimdeki kısım daha üstün. Çünkü o hem başkan hem de yargıç olduğundan benim bütün tensel duyularım birer haberci gibi, Göğün ve Yeryüzünün ve onların kapsadığı her şeyin verdiği, “Biz Tanrı değiliz, bizleri O Yarat­tı” yanıtlarını ona iletiyorlardı. insanın içindeki ben, bütün bunların dışındaki benin yardımıyla biliyor. Ben, yani içimdeki ben bu şeyleri biliyorum; ben, yani zihin olan ben ı 8 bunları tensel duyularımın aracı­lığıyla biliyorum. (Dünyanın o koca kütlesine de sordum Tanrımı, ba- [436]

na şöyle yanıt verdi: “Ben Tanrı değilim, ama beni O yarattı.”)

1 O. Alemin güzelliği duyuları sağlam olan her insana kendisini açıkça sunmuyor mu? Öyleyse niçin herkese aynı şekilde hitap etmi­yor? Irili ufaklı bütün hayvanlar bu güzelliği görüyor, ama sorgulaya- mıyorlar, çünkü onlara duyularının ilettiği şeyleri yargılayacak bir akıl verilmemiş. Ama insanoğlu sorgulayabiliyor, öyle ki yaratılan var­lıklar aracılığıyla görülen Tanrı'nın sırlı doğasını idrak edebilsin, ama insan bu güzelliklere öyle aşık oluyor ki, sonunda onların kölesi olu­yor ve köle olunca da yargıda bulunamıyor. Yaratılan varlıklar yargıla­ma gücünü yitirenlerin sorusuna yanıt vermez. Oysa onların sesinde, yani güzelliğinde bir değişiklik olmaz. Bir insan ona baksın, diğeri ona bakarken sorgulasın, ilkine başka, ikincisine başka görünecektir, as­lında o an ikisine de aynı şekilde görünmektedir, ama ilkine sessiz kalmakta, İkincisiyle konuşmaktadır; hayır, aslında herkesle konuş­maktadır, ama sadece onların dışarıdan gelen sesini işiten ve kendi iç­lerindeki Hakikatle kıyaslayanlar onları idrak edebiliyorlar. Çünkü Hakikat bana şöyle diyor: “Senin Tanrın ne yeryüzü ne gökyüzü ne de bir cisim.” Bu yanıtı veren onların doğası, elbette görmesini bilene; çünkü onların doğası bir kütle, bir bölümü bütününden daha küçük olan bir kütle. Öyleyse sana söylüyorum ey ruhum, sen daha üstün­sün, çünkü sen bedenin kütlesine yaşam verip onu canlandırıyorsun, çünkü hiçbir beden başka bir bedeni böyle canlandıramaz. Ama ru­hum, Tanrın senin için yaşamının da yaşamı. [437] yardımıyla çıkacağım. Beni bedenime bağlayan ve bedenimin iskeletini yaşamla doldurmamı sağlayan gücümü de aşacağım. Tanrıını bulaca­ğım türde bir güç değil bu. Bu yolla bulmaya kalkarsam ha ben bul­muşum, ha idrak yetisinden yoksun at ya da katır. [438] Çünkü onların bedenlerine de yaşam veren bu aynı güç. Ama başka bir güç var, ben bununla bedenime yaşam vermekle kalmıyorum, aynı zamanda tensel duyularımın algılamasını da sağlıyorum. Rab bu gücü benim için ya­ranı, göze duymamasını, kulağa görmemesini emrederek, tam tersi gözün görmesini, kulağın işitmesini ve bütün diğer duyuların da tek tek kendi yerlerini bilip kendi işlevlerini yerine getirmesini emrede­rek. Ben, bir tek zihin olan ben, duyular aracılığıyla bu farklı işlevlerin hepsini yerine getiriyorum. Ama ben bu gücümü de aşacağım. Çünkü bu güç ana, katırda da var, ne de olsa onlar da bedenleriyle hissedebi­liyorlar.

8.   BÖLÜM

Hafızanın gücü.

12.   Öyleyse beni yaratan Ona adım adım çıkarken, ben bu doğal yelimi de aşacağım; işLe artık hafızanın ovalarına ve geniş saraylarına geliyorum, duyularımla çekip getirdiğim bin çeşit nesnenin sayısız im­geleriyle dolu hazinenin olduğu yere. Düşüncemize konu olan ne var­sa orada saklı, duygularımızın çoğalarak, azalarak ya da işte bir şekil­de değişerek algıladığı ne varsa. Ayrıca unutmanın henüz yutup göm­mediği anılar varsa onlar da teslim edilmiş oraya, depolanmış. Ben ar­tık buradayım ve ondan ne istesem hemen getirmesini talep ediyo­rum ve hemen bazı şeyler ortaya çıkıveriyor, bazıları ise daha uzun bir süre istiyorlar ve sanki gizli saklı odalardan çıkar gibi çıkıyorlar, bazı­ları da aniden üşüşüveriyorlar, ben bambaşka bir şey isterken ve arar­ken tam ortaya atlayıveriyorlar, şöyle der gibi: “Aradığın biz olmaya­lım?” Hemen yüreğimin eliyle hafızamın yüzünden kovuyorum onları, ta ki istediğim şey bulutlarını dağıtıp saklandığı yerden göz önüne çı­kıncaya kadar. Bazıları var ki istediğim anda geliyorlar, sen geleceksin ben geleceğim gibi kavgaya da tutuşmuyorlar. Önce gelenler ardından gelenlere yol veriyor ve geçip giderlerken istediğim zaman yeniden or­taya çıkmak üzere depalarma çekiliyorlar. İşte hafızamı yoklayıp da bir şey anlatmaya kalktığımda aynen böyle oluyor.

13.   Hafızada her şey ayırıcı özelliklerine ve türlerine ayrılarak ko­runuyor ve her şey kendine özgü bir yol bulup giriyor buraya. Örne­ğin ışık, renkler ve cisimlerin şekilleri gözlerden giriyor, her türlü ses kulaklardan giriyor, her tür koku burundan geçip giriyor, her tür tat da ağız yoluyla bir giriş buluyor kendine. Tüm bedene yaygın olan dokunma duyusuyla neyin sert, neyin yumuşak, neyin sıcak, neyin so­ğuk, neyin düz, neyin pürüzlü, neyin ağır, neyin hafif ya da bir şeyin bedenimizin içinde mi yoksa dışında mı olduğunu algılayabiliyoruz. Hafızanın koskoca mağarası gizemli, gizli ve kelimelere sığmayan kuy­tularıyla bütün bu algıları alıyor ve gerektiği anda ortaya çıkartıp ha­tırlatıyor. Ama hepsi kendilerine özgü kapılardan girerek burada de­polanıyor. Algıladığımız nesnelerin kendileri giremiyor buraya, sadece onların imgeleri kullanıma hazır olarak duruyor ve hatırladığımız an­da düşüncemize kendilerini sunuyor. Ama hangimiz imgelerin nasıl oluştuğunu söyleyebiliriz, hangi duyumuz aracılığıyla algılandığını ve hafızanın içine yerleştirildiğini açıkça bilsek bile? Nitekim ben karan­lıkta ve sessizlik içinde oturuyor olabilirim, ama istediğim takdirde hafızamda renkleri canlandırabilir, ak ile kara ya da dilediğim başka renkler arasındaki farkı ayırt edebilirim. Bu renklere yoğunlaştığımda gözlerimle algıladığım renk imgelerine sesler saldırıp da onları asla karman çorman etmez, oysa sesler de o sırada oradadır, ama kendile­rine özgü odalarında gizli tutulurlar. Gerektiğinde onları da talep ede­rim, talep ettiğim anda da hemen çıkar gelirler. Dilim sussa da, gırtla­ğımdan hiç ses çıkmasa da ne zaman istesem şarkı söyleyebilirim. Ama her an orada hazır ve nazır bulunan renk imgeleri araya girip şarkımı bozmazlar, çünkü o sırada başka bir oda açılır ve sesler kula­ğıma akarlar. Işte aynı şekilde öteki duyumlarımla aldığım ve biriktir­diğim anılarımı da istediğim anda hatırlayabilirim. O an hiç koklama- sam da leylakların kokusunu menekşelerin kokusundan ayırt edebili­rim. Balı tatlı bir şaraba tercih edebilirim, yani yumuşak bir tadı sert bir tada; istediğim her an tatmasam da, dokunmasam da sadece hatır­lamam yeter.

14.   İşte bütün bunların hepsini içerde, hafızamın o büyük avlusun­da gerçekleştirebiliyorum. Orada gökyüzü, toprak, deniz her an hazır durumda, hem de duyularımla onlardan algıladığım ne var ne yoksa hepsiyle birlikte, elbette unuttuklarımın haricinde. Işte orada ben kendimle de karşılaşıyorum ve kim olduğumu hatırlıyorum, neler yaptığımı, bunları ne zaman, nerede ve nasıl yaptığımı ve yaparken nasıl bir ruh halinde olduğumu. Her şey var orada, gerek kendi dene­yimlerimden gerekse duyup inandıklarımdan hatırladığım her şey orada. Hatta bu cömert kaynaktan geçmişin izlenimleriyle birlikte, ge­rek kendi yaşadıklarımın gerekse yaşadıklarım doğrultusunda inandı­ğım olayların şu ya da bu şekilde bir resmini çizebiliyorum ve bu re­simden hareketle gelecekteki eylemlerimi, yaşayacağım olayları ve beklentilerimi tahmin edebiliyorum ve bütün bunları, sil baştan ve sanki şu an gerçekleşiyorlarmış gibi, düşünebiliyorum. “Bunu ya da şunu yapacağım” diyorum mesela, nice zengin imgenin bulunduğu zihnimin o geniş kovuğunda o anda bu ya da şu oluveriyor: “Ah keşke bu ya da şu olsaydı!” veya “Tanrı vere de bu ya da şu olmasa!” diyo­rum. İşte bülün bunları kendi kendime söylüyorum ve ben bunları söylerken, söz konusu ettiğim her şeyin imgesi hafızanın hazinesinden çıkarılıp hazırda tutuluyor; hazır tutulmasalar zaten böyle şeyler söy­leyemem.

15.   Hafızanın gücü büyük, akıl almayacak kadar büyük Tanrım, hafıza uçsuz bucaksız, sonsuz bir derinlik. Onun dibine dalan biri ol­muş mudur acaba? Işte bu güç benim zihinsel gücüm ve bana doğanın bir armağanı. Ama ben hala kim olduğumu tam anlamıyla idrak ede­miyorum. Demek ki zihin kendisini içine sığdıramayacak kadar dar, peki o zaman kendi içine sığdıramadığı kısmı nerede? Dışında değil de içinde olması gerekmiyor mu? Ama o zaman niçin sığdıramıyor? Bu soru beni hayretten hayrete düşürüyor, şaşkına dönüyorum. insanlar­sa yüksek dağlara hayret ediyorlar, denizin devasa dalgalarına, nehir­leri bir baştan bir başa kaplayan şelalelere, dünyamızı çepeçevre saran Okyanusa ve gök cisimlerinin devinimlerine. Oysa onlarda hayret edi­lecek bir yan yok. Benim bu söylediklerim, bu gözlerimle görmediğim şeyler ise kimseyi şaşkına çevirmiyor. Zaten dağları, dalgaları, nehirle­ri, şu gördüğüm yıldızları, başkalarından öğrenip inandığım Okyanu­su sanki dışarıdan seyrediyormuşum gibi bütün boyutlarıyla hafızam­da içsel olarak canlandırmamış olsaydım hiçbiri hakkında hiçbir şey söyleyemezdim. Gerçi onları gözlerimle gördüğüm gibi içime alıp aynı şekilde görmem mümkün değil. Nesnelerin kendisi yok bende, onla­rın imgeleri mevcut. Tek bildiğim zihnimde izlenimi olan bir nesne­nin hangi tensel duyu aracılığıyla bana geldiği.

9.   BÖLÜM

Bilim dallarının hafızada tutulması.

16.   Hafızamın o geniş haznesine sığan şeyler bunlarla da bitmiyor. Özgür sanatlardan öğrendiğim ne varsa onlar da burada, unuttukla­rım hariç elbette; sanki mekanı olmayan ücra bir köşeye itilmişler gibi duruyorlar. Üstelik onların imgelerini değil, bizzat kendilerini taşıyo­rum. Çünkü edebiyat ne, diyalektik tartışma yeteneği ne, kaç tür soru sorma yöntemi var, hepsini biliyorum, hafızama kaydedildiği şekilde hepsini biliyorum. imgelerini tutup nesneleri dışımda bıraktığım gibi bir şey değil bu ya da ses verip sonra kaybolan bir şey de değil bu, ha­ni kulağınızda bir ses çınlar, sonra geçip gider, ama bu arada hatırlan­mak üzere arkasında bir iz bırakır, hatta artık çınlamadığı halde siz hala çınlıyormuş zannedersiniz, işte öyle bir şey de değil. Bir kokuya da benzemiyor bu, hani şöyle bir geçerken ve havaya karışırken koku alma duyunuzu harekete geçiren ve hafızanızda bir izlenim bırakıp hatırladığımız anda yeniden canlanan bir koku da değil. Bedenin do­kunup hissettiği bir şeye de benzemiyor, hani bizimle temas kurduk­tan sonra hemen yok olan ve hatırladığımızda yeniden resimlenen bir şeye. Çünkü bunların hiçbiri hafızaya girmiyor, sadece şaşırtıcı bir hızla izlenimlerini bırakıyorlar, ardından adeta o mucizevi odacıkları­na yerieşiveriyorlar ki hafıza onları mucizevi şekilde canlandırabilsin.

10.  BÖLÜM

Sanatların bilgisi hafızaya duyular aracılığıyla getirilmez,
hafızanın kovuğundan çıkarlar. [439]

.eslerin havadan gürültüyle geçip gittiğini, sonra da yok olduğunu bi­liyorum. Ama bu seslerin işaret ettiği düşüncelere şimdiye kadar ne duyu algımla dokunabilmişimdir ne de bunları zihnimden bağımsız olarak görebilmişimdir. Buna rağmen hafızamda bunların imgelerini değil, asıllarını saklı tutuyorum. Şimdi bunların bana nereden geldik­lerini bırakalım kendileri açıklasınlar, tabii becerebilirlerse: Bedenim­deki bütün kapılara koşuyorum, ama bu bilgilerin içeriye girdikleri kapıyı bir türlü bulamıyorum. Gözlerim şöyle diyor: “Bunlar renkliyse renklerini biz sana bildirmişizdir.” Kulaklarım söyle diyor: “Ses çıkarı- yarlarsa bu seslerin sorumlusu biziz.” Burun deliklerim şöyle diyor: “Kokuyorlarsa bizden geçmişlerdir.” Tat alma duyum bile şöyle diyor: “Tadı yoksa hiç bize sorma.” Dokunma duyum şöyle diyor: “Bir nes­neleri yoksa ona dokunmamışımdır, ben dokunmamışsam da sana bir şey dememişimdir.” Öyleyse bu bilgiler nereden geldi benim hafıza­ma? Nasıl geldiklerini bilmiyorum. Çünkü bu bilgileri öğrendiğimde, o sırada bana bunları anlatana inanmadım, bunları ben kendimde ta­nıdım ve doğru olduklarını kabul ettim. Saklaması için de zihnime teslim ettim ki, gerek duyduğumda oradan getirtebileyim. Demek ki ben daha onları öğrenmeden önce zihnimdeydiler, ama hafızamda de­ğillerdi. Peki ama, bu bilgiler dile getirildiklerinde ben onları nereden ve nasıl tanıdım ve, “Evet, doğru” dedim hafızamda olmadıkları halde? Demek ki hafızamdaydılar, ama mağaraların en karanlık köşesine itil­miş gibi, ücralara, arkalara itilmiş olmalılar, çünkü başka birinin dik­katini çekip de ortaya çıkarılmamış olsalardı, belki de ben onları hiç düşünmeyecektim.[440]

11.   BÖLÜM

Öğrenmenin anlamı.

18.   Buradan hareketle şöyle bir sonuca ulaşıyoruz: Bu bilgileri, ya­ni duyulanınızla imgelerini almadığımız, ama zihnimizde imgesi ol­madan kendi haliyle tanıdığımız bilgileri öğrenmek, hafızada daha ön­ceden dağınık ve düzensiz bir şekilde bulunan fikirleri bir araya top- larcasına düşünmekten başka bir şey değil. Dikkatimizi verince, daha önceden dağınık ve ihmal edilmiş halde köşesinde gizlenen bu bilgile­rin kullanıma hazır halde orada beklediğini anlıyoruz, çünkü kendile­rine aşina olan zihin onları çağırdığı anda hemen ortaya çıkıveriyorlar. Demek ki benim hafızam bu türden ne çok bilgi içeriyor, yani çok da­ha önceden keşfedilmiş ve demin de dediğim gibi, kullanıma hazır halde bekletilen ne çok bilgi. Bunu öğrendim ya da biliyordum dedi­ğimde kastettiğim bu demek ki. Ama bunları toparlamaya biraz ara ve­reyim, hemen dibe iniveriyorlar ve yine o ücra köşelerine çekiliveriyor- lar. Bu durumda yeni bir şeymiş gibi yeniden keşfedilmeleri, bulunduk­ları kaynaktan yeniden çağrılmaları (bu kaynaktan başka gidebilecekleri bir yer yok sahiden), bilinebilmeleri için yeniden bir araya getirilmeleri \cogenda], yani dağınık halde bulunduklarından yeniden uğraş verip to­parlanmaları [coHigenda] gerekiyor. Düşünmek fiili de \cogito] buradan geliyor. Bir araya getirmek \cogo] ve düşünmek \cogito] fiilleri, iş yap­mak \ago], harekete geçirmek [agilo] ve yapmak [jacio] ve sıkça yapmak (factito] fiilleriyle bağlantılıdır.2ı Ama zihin düşünmek \cogito] fiilinin sa- [441]

İTİRAFLAR

dece kendi işlevi olduğunu iddia eder. Zaten başka yerde değil de sade­ce zihinde bir araya getirilen [coUigo], yani belli bir uğraş sonucunda bir araya toplanan bilgiye hatırlanan bilgi denmesi bu yüzden; çok da doğ­ru.

12.  BÖLÜM

Matematikle ilgili bilgilerin hatırlanması.

19.    Dahası, hafıza sayıların ve boyutların sayısız ilkesini ve kuralını içeriyor ve bunların hiçbiri herhangi bir duyu algısıyla alınıp da hafı­zamıza yerleşmiyor. Bunların rengi de yok, ne bir ses çıkarıyorlar, ne de kokuyorlar; tatlan da yok, dokunulmuyorlar da. Konuşma konusu olduklarında bunlara işaret eden kelimelerin seslerini duyuyorum sa­dece. Ama sesler ayrı şeydir, sayısal ilkeler ayrı şey. Çünkü Yunanca kelime farklı bir ses verir, Latince kelime farklı bir ses, ama sayısal il­keler ne Yunancadır, ne Latincedir, ne de herhangi başka bir dil. Mi­marların çizdiği çizgileri gördüm. Son derece ince çizgiler bunlar, örümcek ağı gibi. Ama saf matematiksel çizgiler onlardan çok farklı. Gözlerimin somut olarak bana gösterdiği çizgilerin imgeleri değil bun­lar. Çünkü insan matematiksel çizgileri herhangi bir nesneye bakmak­sızın içsel olarak bilir. Hatta nesneleri sayarken kullandığım sayılan bütün tensel duyularımla algılarım. Ama sayı saymama yardımcı olan sayısal ilkeler farklı şeyler. Bunlar saydığımız nesnelerin imgeleri de­ğil, bu yüzden kendi kendilerine bir gerçeklikleri var. Bunları görme­yen insan bu sözlerimi alaya alabilir ve ben beni alaya alanlara acıyo­rum.

anlamı zihinde herhangi bir şeyin izini sürmektir. Cogere fiilini açılımı co- ago, cogitare fiilinin açılımı ise c.o-agito’dur.

13.  BÖLÜM

Hafızamız sayesinde hatırlamış olduğumuzu hatırlıyoruz.

20.     İşte bütün bu bilgileri ben hafızamda tutuyorum ve bu bilgileri nasıl öğrendiğimi de hafızamda tutuyorum. Ayrıca bu bilgilere karşıt olarak ileri sürülen ve baştan sona yanlış pek çok düşünce de işittim ve hafızamda tuttum. Bunlar yanlış olmasına rağmen bunları hatırla­mamda bir yanlışlık yok. Doğru düşünceler ile bunlara karşıt olarak ileri sürülen yanlış düşünceler arasındaki farkı ayırt ettim ve ben bu­nu da hatırlıyorum. Dahası bu farkı ayın ettiğimi şimdi anlamam baş­ka bir şey, bu konu üzerinde yoğunlaştığımda sürekli bu ayrımı yaptı­ğımı hatırlamam başka bir şey. Demek ki ben hem sürekli bu sorunlar üzerine yoğunlaştığımı hatırlıyorum, hem de şimdi farkına vardığım ve anladığım şeyi hafızamda tutuyorum, öyle ki daha sonraları şu an bu sorunları anladığımı hatırlayabileyim. Öyleyse ben aynı zamanda hatırlamış olduğumu da hatırlıyorum, yani daha sonraları bu olguları hatırlayabildiğimi tekrar hatırlarsam hafızamın gücü sayesinde tekrar hatırlamış olacağım.

14.  BÖLÜM

Duyguların hafızada tutulması. Mutsuz olduğumuzda bizi
mutlu eden şeyleri hatırlama. [442]

lıyorum, çok önceleri duyduğum arzuları şimdi hiç arzu duymadan hatırlıyorum. Hatta bazen tam tersine geçmişteki üzüntümü şimdi se­vinçle hatırlıyorum ya da kaybettiğim bir sevinci üzüntüyle hatırlıyo­rum. Tensel duygulanımlarımız söz konusu olduğunda da, bunları ha­tırlamamıza şaşırmamız gerekir, çünkü ruh başka bir şey, beden başka bir şey. Geçip gitmiş bir acıyı şimdi mutlu mesut hatırlıyorsam bunda şaşılacak bir şey yok. Ama zihin ve hafıza bir ve aynı şeydir, bu yüz­den biz birine bir şeyi hatırlaması gerektiğini söylediğimizde, “Bak, bunu zihninden hiç çıkarma,” deriz. Bir şeyi unuttuğumuzda da, “Zih­nimden silinmiş” veya “Zihnimden çıkıp gitmiş,” deriz. Burada zihin derken aslında hafızayı kastediyoruz. Peki o zaman geçmişteki üzün­tümü hatırladığımda mutlu olmama ne diyeceğiz; yani zihnim mutlu, hafızam üzüntülü olduğunda, kısacası zihnim mutluluk içerdiğinde mutlu, ama hafızam üzüntü içerdiğinde üzüntülü olduğunda? Yoksa hafızanın zihinle bir ilgisi yok mu? Hiç böyle bir şey söylenebilir mi? Söylense söylense şöyle söylenebilir: Hafıza zihnin midesi gibidir, mutluluk ve üzüntü de tatlı ve acı birer yiyecek. Bu duygular hafızaya girdiğinde, yani yiyecekler mideye indirildiğinde, orada kalabilirler, ama artık tat vermeyebilirler. Hafızanın mideye benzetilmesi gülünç karşılanabilir, ama aralarında hiçbir benzerlik yok da denemez.

22.   Zihnimizi karıştıran arzu, sevinç, korku ve keder gibi dört temel duygu var derken,22 bu duyguları hafızam sayesinde dile getirdiğime de ayrıca dikkat edin. Bu duygularla ilgili konuşmaya başladığımda da, örneğin her birini türlerine ve cinslerine göre belli sınıflara ayırdı­ğımda ve tanımladığımda, söyleyeceğim şeyleri yine de hafızamda bu­luyor ve oradan çıkarıyorum. Ama bu karışık duygu durumlarını bir [443] araya getirip de hatırladığımda asla karmaşa yaşamıyorum. Bunları ben bir araya getirmeden ve bunlar üzerine düşünmeden önce de ora­da olmalılar. Zaten bu yüzden ben onları hatırlayarak hafızamdan çı­karabiliyorum. Belki de geviş getirirken yiyeceğin mideden ağza geti­rilmesi gibi, bu duygular da yeniden hatırlanarak hafızadan getirili­yorlar. Peki o zaman niçin bir insan geçmişteki mutluluğu ya da üzün­tüsüyle ilgili konuşurken, yani bu duyguları hatırlarken, zihninin ağ­zında mutluluğun o tatlı lezzetini, kederin o acı tadını alamıyor? Bu ikisi artık hiçbir şekilde birbirine benzemediğine göre, acaba bu aşa­mada bizim yaptığımız benzetme mi yanlış? Çünkü bu duygulardan bahsettiğimiz her an acı ya da korku duyacak olsak, hu duygulan bir daha ağzımıza almak ister miyiz? Öte yandan biz bu duygulardan söz ederken, hafızamızda sadece bu duygu adlarını oluşturan sesleri -bu sesleri biz tensel duyular yoluyla elde ettiğimiz imgelerine göre hafıza­mızda tutuyoruz- bulmakla kalmıyor, bu duyguların kavramlarını da buluyoruz. Ama bu kavramları bedenimizin herhangi bir kapısından içeri almıyoruz. Bunları ya zihin bizzat yaşadığı duygu deneyimleri so­nucunda hafızaya emanet etmiş ya da zihin tarafından emanet edilme­miş oldukları halde hafızada tutulmuşlar.

15.  BÖLÜM

Olmayan şeyleri bile hatırlıyoruz. [444]

yor. Ama o acının imgesi benim hafızamda olmamış olsaydı neden söz ettiğimi bilemeyecektim ve ondan söz ederken bu acıyı zevkten ayırt edemeyecektim. Örneğin sağlıklı olduğumda, bedenim sağlıklı diyo­rum, yani sözünü ettiğim beden durumu o an için bende mevcut. Ama sağlıklı olsam bile sağlıklı olmanın imgesi benim hafızamda ol­mamış olsaydı, bu kelimenin sesinin ne anlam ifade ettiğini hiçbir şe­kilde hatırlayamazdım ya da bedenleri sağlıklı olmasa bile hafıza yeti­leri sayesinde sağlığın imgesine sahip olmamış olsalardı, hastalar ken­dilerine sağlıktan söz edildiğinde bunun ne anlama geldiğini bileme­yeceklerdi. Bundan başka örneğin nesneleri saydığımız sayılardan söz ediyorum. Ama işte bakın hafızamda sayıların imgeleri yok, kendileri var. Güneşin imgesini ele alalım, bu da benim hafızamda mevcut. Onun imgesinin imgesini değil, imgenin kendisini hatırlıyorum. Ha­tırladığım sırada bende bu imge canlanıyor. Hafıza diyorum, dediğim şeyi tanıyorum. Bunu hafızamdan başka nerede tanıyabilirim? Acaba hafıza kendi imgesi sayesinde mi mevcut, yoksa kendiliğinden mi mevcut?

16. BÖLÜM

Unutma da hatırlanır. [445]

hafıza ile hatırlamama konu olan unutma. Ama unutma hafızanın yok­luğundan başka nedir ki? O halde onu hatırladığımda nasıl orada olu­yor, çünkü unutma devreye girdiğinde benim hatırlama yetim kalmı­yor ki? Hatırladığımız şeyi hafızada tutuyoruz; ama unUtmayı hatırla­madıkça unulma kelimesini işitsek bile bu kelimenin ifade ettiği anla­mı bilemezdik, öyleyse hafıza unutmayı da içeriyor. O halde unutma­mamız için orada bulunuyor, o orada olunca da unutuyoruz. Buradan şöyle bir sonuç mu çıkıyor yoksa? Biz unulmayı hatırlayınca, onu ha­fızada olduğu için değil de imgesi orada olduğu için hatırlıyoruz, çün­kü unutmanın kendisi orada olsaydı bizim hatırlamamıza değil de, tersine unutmamıza sebep olurdu. Bu sorunu kim çözecek? Neler olup bitliğini kim kavrayacak?

25.   İşle, ya Rab, burada zorlanıyorum ve kendi varlığıını da kavra­makta zorlanıyorum. Kendi kendime zorluklarla dolu, Ler dökülüp emek harcanan bir toprak haline geldim. Çünkü şu an üzerinde çalış­tığım konu göğün kuşaklarını araştırmaya benzemiyor, yıldızlar ara­sındaki mesafeyi ölçmüyoruz ya da dünyanın boşlukta nasıl dengede durduğunu da incelemiyoruz. Araştırma konum hatırlayan bir varlık olarak ben, zihin sahibi bir varlık olarak ben, kendimim. Aslında ben olmayan bir şeyin benden uzak olmasına şaşırmamam gerekir. Ama bana benden daha yakın bir şey olabilir mi? Gerçekten de bendeki ha­fızanın gücünü anlamıyorum, bu güç olmaksızın kendimle ilgili hiçbir şey söyleyemeyeceğim halde. Çünkü ne söyleyebilirim ki, unutınayı hatırlayabildiğimden bu kadar eminsem? Hatırladığım şey hafızamda değil mi diyeceğim yani? Ya da unutma, unutkan olmamam için hafı- zamdadır mı diyeceğim? Her ikisi de çok saçma. Üçüncü bir çıkar yol var mı? Ben unutmayı hatırladığımda, hafızam unutmanın imgesini bulunduruyor, unutmanın kendisini değil desem nasıl olacak? Böyle

bir şey nasıl söyleyebilirim? Eğer bir şeyin imgesi hafızada kalıyorsa, o şeyin ilkin kendisi varolmalı ki hafızam onun imgesini alabilsin, öyle değil mi? Kartaca’yı hatırlıyorsam bu şekilde hatırlıyorum zaten, yaşa­dığım her yerini, karşılaştığım insanların yüzlerini ve tensel duyula­rımla algıladığım her şeyi; bedenimin sağlıklı olduğunu da bu şekilde hatırlıyorum, acı çektiğini de. Bütün bu anılar şu an karşımda olmasa­lar da hafızam onların imgelerini kapmış, bu yüzden şu an karşımda- larmış gibi onlara bakabiliyorum ve benden uzakta da olsalar onları hatırlayarak zihnimi onlara yoğunlaştırabiliyorum. O halde hafızada unutmanın kendisi değil de imgesi kalıyorsa, unutmanın kendisi va­rolmuş olmalı ki, hafıza onun imgesini kapabilsin. Ama varolmuşsa imgesini hafızaya nasıl yazdırmış olabilir? Çünkü bir anlık varoluşu hafızaya önceden kaydedilmiş ne bulursa silip atar, öyle değil mi? Ama nasıl işlerse işlesin bu süreç, ister kelimelerle tarif edilemez ol­sun, islerse akla mantığa sığmaz olsun, ben unutınayi hatırladığımdan eminim, unutma benim bütün hatırladıklarımı silip alsa bile.

17.   BÖLÜM

Hafızanın büyük bir gücü vardır, ama Tanrı'ya ulaşmak için
hafızayı da aşmak gerekir. [446]

duyguları arıyorsanız, tanımlanması zor kavramlar ya da kayıtlı izle­nimler olarak orada. Zihinsel olarak yaşanmamış olan duygular bile hafızada tutulmakta, gerçi hafızada ne varsa zihinde de olmalı. Hızla koşuyorum aralarından, bir oraya bir buraya uçuşuyorum ve aklım er­diğince içlerine nüfuz etmeye çalışıyorum, ama bir türlü yolun sonunu göremiyorum. Hafıza bu kadar güçlü işte, yaşayan insanın yaşamı bu kadar zorlu işte, ölüme yazgılı olsa bile! Peki ben ne yapmalıyım ey Ha­kiki Yaşamını, Tanrım? Hafıza denen bu yelimi de aşacağım, sana gel­mek için onun da ötesine geçeceğim ey parlak Işığım. Bana ne söylemek istiyorsun? Işte zihnimden geçerek sana çıkıyorum, hep benim üzerim­de duran sana. Hafıza denen o yelimi de aşıyorum işte, sana ulaşılabile­cek tek yolla ulaşmak için, sana tutunulabilecek tek yolla tutunmak için can atıyorum. Dört bacaklı hayvanların, kuşların da hafızası var. Yoksa barınaklarını, yuvalarını bulamazlardı, yapmaya alıştıkları pek çok şeyi de yapamazlardı, çünkü hafıza olmadan hiçbir konuda alış­kanlık edinemezlerdi. Bu yüzden beni karada dolaşan hayvanlardan farklı kılan, havada uçuşan canlılardan akıllı kılan[447] [448] Ona ulaşmak için hafızamı da aşacağım. Peki hafızamı aşarken seni nerede bulacağım ey hakiki İyi, ey Güvencenin Tatlı Pınarı, seni nerede bulacağım? Seni hafızamın dışında bulursam seni hatırlamıyor olurum. Seni hatırlamı­yorsam peki seni nasıl bulurum?

18. BÖLÜM

Kaybolan şeyler hafızada tutulmamışsa bulunamaz.

27.     O kadın parasını kaybedince fenerle aramaya başlamıştı.24 Pa-

İTİRAFLAR

rasını kaybettiğini hatırlamasa asla bulamazdı. Bulsa bile hatırlama­dan, bunun kaybettiği para olduğunu nereden bilecekti? Ben de bir­çok şeyi kaybettiğimi ve bulduğumu hatırlıyorum. Bu yüzden biliyo­rum ki, ben kaybettiğim bir şeyi ararken biri bana, “Acaba bu mu?” ya da “Acaba şu mu?” dediğinde, aradığım şey bana kendisini gösterene kadar hep “Hayır, değil” derim. Hafızamda olmayan bir şey, ne olursa olsun, bana kendisini gösterse bile onu bulmuş sayılmam, çünkü onu tanıyamam. Kaybettiğimiz bir şeyi aradığımızda ve bulduğumuzda hep böyle olur. Herhangi bir şey, gözle görülür somut bir nesne mese­la, gözümüzün önünde yok olduğu halde hafızamızdan yok olmamış­sa onun imgesi mutlaka hafızamıza kazınmıştır, gözümüzün önüne yeniden çıkana kadar da aranır. Bulunduğunda da, hafızada imgesi ol­duğu için tanınır. Biz kaybettiğimiz bir şeyi onu tanıyana dek buldu- gumuzu söyleyemeyiz ve biz bu şeyi hatırlamıyorsak asla tanıyamayız. Çünkü kaybolan şey sadece gözlerimizin önünden kaybolmuştur, ha­fızamıza kayıtlıdır.

19.  BÖLÜM

Hatırlamanın anlamı. [449]

da diğer parçasını aramamızda bize yardımcı mı olacaktır? Hafıza her zaman kendisiyle hemhal olan bir şeyin artık olmadığını hissettiğin­den, alıştığı dayanağını kaybedince sanki sakat kalmış gibi ısrarla ka­yıp parçasının kendisine verilmesini talep etmez mi? Bu bazen tanıdı­ğımız bir şahsı gördüğümüzde ya da düşündüğümüzde başımıza gelir, o şahsın adını unutmuşsuzdur ve ısrarla hatırlamaya çalışıyoruzdur. Başka adlar geliyordur o sıra aklımıza, ama hiç çağrışım yapmıyordur, çünkü biz o şahsı o adlarla tanımamışızdır, bu yüzden yok o değil der dururuz, ta ki zihnimizde tanıdık bir sima canlandıran ve doğrulu­ğundan kesinlikle emin olduğumuz adı buluncaya kadar. O halde bu adın kaynağı hafızada değil de nerede? Bu ad bize başkası tarafından hatırlalılsa bile adın kaynağı hafızamızda olduğundan yine tanırız. Çünkü bu ad söylenince ilk kez duymuş gibi olmayız, hemen hatırlar ve doğru olduğunu söyleriz. Zihnimizden tamamen silinmiş olsaydı bize söylendiğinde bile hatırlamazdık. En azından unutmuş olduğu­muzu hatırladığımızda tamamen unutmuş olmuyoruz. Demek ki kay­bettiğimiz ve bütünüyle zihnimizden çıkmış olan bir şeyi arayamayız.

20.   BÖLÜM

Mutlu bir yaşamın özlemini duyan insanların önceden ona
aşina olmaları gerekir.

29.     Peki o zaman seni nasıl arayacağım ya Rab? Çünkü seni arar­ken Tanrım, aslında mutlu bir yaşam arıyorum. Ruhum yaşasın diye seni arıyorum 25 Çünkü bedenim ruhumdan can buluyor, ruhum da senden can buluyor. Öyleyse mutlu yaşamı nasıl arayacağım? Çünkü, [450] “Tamam, işte orada” diyene dek o yaşama sahip olamayacağım. Ama o zaman onu nasıl arayacağımı söylemem gerekir, hatırlayarak mı araya­cağım, sanki unutmuşum da unutmuş olduğumu hâlâ hatırlamaya ça- lışıyormuşum gibi mi, yoksa hiç bilinmeyen bir şeyi, yani benim daha önce hiç bilmediğim bir şeyi ya da unuttuğum ve unuttuğumu bile ha­tırlamadığım bir şeyi öğrenmek ister gibi mi arayacağım? Bu yaşam herkesin isteyeceği, yani hiç kimsenin asla istememezlik edemeyeceği mutlu yaşam değil mi? Ama bu yaşamın istedikleri yaşam olduğunu nasıl biliyorlar? Nerede gördüler de bu yaşamı sevebiliyorlar? Kesin­likle mutlu yaşama sahibiz, ama nasıl sahibiz orası meçhul. Başka bir duygu daha var, bazıları bu duyguyu tadınca geçici bir süre mutlu oluyor, bazıları da bu duyguyu tadacağı umuduyla mutlu oluyor. Sa­hip oldukları bu mutluluk biçimi, hakikisini yaşayanların mutluluğu­na göre daha alt seviyede. Yine de iyi durumdalar, çünkü bir de mut­luluğu hiç tatmamış olanlar var, ne gerçek anlamda, ne de umut besle­yerek. Ama onlarda bile mutlulukla ilgili bir düşünce olmalı, yoksa mutlu olmak istemezlerdi; kısacası sadece istedikleri şey kesin. Işte bir şekilde mutluluğa aşinalar ki, mutluluk hakkında belli belirsiz bir dü­şünceleri var. Benim dikkatimi çeken bu düşüncenin hafızada olup ol­madığı. Çünkü hafızadaysa o zaman biz geçmişte mutlu olmuştuk. Ama hepimiz tek tek mi mutlu olduk, yoksa ilk günahı işleyen insan­da mı mutlu olduk,[451] yani biz insanların onunla birlikte öldüğü ve he­pimizin zavallılık mirasını üstlenip onun soyundan geldiği insanda mı mutlu olduk gibi bir soruna şimdi girmek istemiyorum. Benim soru­num mutlu yaşamın hafızada olup olmadığı. Çünkü onun ne olduğunu bilmeseydik onu sevemezdik Bu kelimeyi işittik ve hepimizin özlemi­nin bu yaşamı aramak olduğunu kabullendik; çünkü bize haz veren bu kelimenin sesi değildi. Yunan Latince bir kelime işittiğinde ne söy­lendiğini anlamadığından haz almaz. Bizse haz alırız, Yunan da bu keli­meyi Yunanca duysaydı aynı şekilde haz alırdı. Ama söz ettiğim keli­me ne Yunanca ne Latince. Böyle olmasına rağmen Yunanlar, Latinler ya da başka dil konuşan insanların hepsi, ama hepsi bu kelimenin pe­şindeler. Demek ki bu kelimeyi herkes biliyor ve keşke mümkün ol­saydı da bütün insanlara mutlu olmak isteyip istemediklerini sorabil- seydik, kuşkusuz hep bir ağızdan istediklerini söylerlerdi. Bu kelimenin içerdiği anlam hafızalarında olmasaydı böyle bir şey isteyemezlerdi.

21. BÖLÜM

Hafızanın mutlu yaşamın anlamına sahip olma yöntemi.

30.    Ama bu nasıl oluyor, Kartaca'yı gören birinin bu kenti hatırla­ması gibi bir şey mi bu? Hayır. Mutlu yaşam gözle görülmez, çünkü bir cismi yok. Acaba sayıları hatırladığımız gibi bir şey mi? Hayır. Çünkü sayılar hakkında bir kavrayışı olan insan onları elde etmek için artık peşlerine düşmez. Ama mutlu yaşam hakkında bizim bir düşün­cemiz var ve bu yüzden onu seviyoruz; ama mutlu olabilmek için onu hâlâ elde etmek istiyoruz. Belagati hatırladığımız gibi bir şey olmasın? Hayır. Çünkü insanlar bu kelimeyi işittiklerinde, henüz belagat sahibi olmamış olsalar da, bu kelimenin anlamını hatırlıyor ve çoğu belagalli olmayı arzuluyor. Bu da onların belagat hakkında bir fikirlerinin ol­duğunu gösterir. Ama onların belagatten haz almaları ve belagatli ol­mayı arzulamalarının nedeni, tensel duyulan aracılığıyla belagat sahibi başka insanları görmüş olmalarıdır. Yine de içsel anlamda bu konuda bir düşünceleri olmasa bundan haz almazlardı, haz almadıkları için de

helagatli olmayı arzulamazlardı. Mutlu yaşama gelince, onu başkala­rında görmemizi sağlayacak herhangi bir tensel duyumuz yok. Sevinci hatırladığımız gibi bir şey mi acaba? Belki de öyle. Çünkü ben üzgün olduğumda bile sevincimi hatırlıyorum, mutlu bir yaşamı hatırlayan bir biçare gibi. Ama sevincimi herhangi bir tensel duyuyla ne görmü- şümdür, ne işitmişimdir, ne koklaınışımdır, ne tatmışımdır ne de ona dokunmuşumdur. Sevinçli olduğumda onu sadece zihnimde yaşadım, bu yüzden sevinçle ilgili bir düşünce hafızama işlendi, sevindiğimi ha­mladığım anıların değişik özelliklerine göre bu halimi bazen lanetle bazen özlemle hatırlayabileyim diye. Çünkü şimdi nefretle ve iğrene­rek hatırladığım utanç dolu davranışlarım beni bir dönem sevince boğmuştu; zaman zaman da şimdi özlemle hatırladığım iyi ve onurlu davranışlarımdan sevinç duymuştum, gerçi artık bunlar çok gerilerde kaldılar. Ama şu bir gerçek ki geçmişteki sevincimi hatırlamak beni hep üzer.

31.  O halde benim nerede, ne zaman böyle hatırlayabileceğim, se­vebileceğim ve özlemini duyabileceğim mutlu bir yaşamım oldu ki? Üstelik bu duygu durumu sadece bende yok, birkaç arkadaşımla da sınırlı değil, istisnasız hepimiz mutlu olmak istiyoruz. Mutlu yaşam düşüncesine sahip olmasaydık bu kadar ısrarla onu istemezdik Ama bunun anlamı ne? İki kişi bulup sorun bakalım askerlik yapmak iste­yip istemediklerini; muhtemelen biri istediğini söyleyecektir, diğeri is- \ temediğini. Ama mutlu olmak isteyip istemediklerini sorun yine aynı kişilere, ikisi birden anında, hiç tereddütsüz mutlu olmak istediklerini söyleyeceklerdir. Zaten birinin askerlik yapmak istemesinin, diğerinin de istememesinin nedeni mutlu olmaktan başka bir şey değil. Acaba bunun sebebi kiminin şundan, kiminin bundan sevinç duyması mı? So­nuçta herkes mutlu olmak istiyor ve bu konuda hemfikir, hatta sorsa-

mz hep bir ağızdan sevinçli olmak istediklerini de söyleyeceklerdir. iş­te bu sevincin adına mutlu yaşam deniyor. Kimi şuradan, kimi bura­dan yola çıksa da hepsinin ulaşmak için can anığı hedef sevinç duy­mak. Hiç kimse ben hiç sevinç yaşamadım diyemez, çünkü bu duygu hafızasına kayıtlı ve mutlu yaşam dendiğinde bunu anlıyor.

22.  BÖLÜM

Mutlu yaşam nedir, nerededir?

32 Benden uzak olsun ya Rab, sana tövbe eden şu hizmetkarının yüreğinden uzak olsun mutlu olduğum düşüncesi ve bu düşüncenin bana verdiği her tür sevine,: benden uzak olsun. Çünkü başka tür bir sevinç var, bu imansızlara değil, sadece seni sen olduğun için sevenle­re bahşedilmiş; onların sevinci sensin. Işte hakiki mutlu yaşam bu, ya­ni sevinci sende aramak, sende temellendirmek ve senden dolayı se­vinmek, işte hakiki mutluluk, bir benzeri daha yok. Mutlu yaşamın başka yerde olduğunu sananlar başka türlü bir sevincin peşine düşer­ler, ama o sevinç hakiki değildir. Buna rağmen iradeleri hakiki sevin­cin gölgesinden bir türlü kopamaz.

23.   BÖLÜM

Mutlu yaşamın tanımı ve nerede olduğu üzerine
düşüncelerini sürdürüyor. [452]

arzuladığından, istediklerini yapamıyorlar mı?27 Bu durumda ancak güçlerinin yettiği şeyi yapmak zorunda kalıyorlar ve bununla yetini­yorlar, çünkü iradeleri yapamayacakları şeyi yapacak kadar güçlü ol­madığından onlara istediklerini yapacak gücü hissettiremiyor. Insanla- ra sorsam ve desem ki, sevincinizi hakikatte mi yoksa sahtelikte mi bulmak istersiniz, hiç tereddüt etmeden hakikatte bulmak istedikleri­ni söyleyeceklerdir, tıpkı mutlu olmak istediklerini söyledikleri gibi. Mutlu yaşam hakikate dayalı sevinçtir. Bu sevinç sende temellenir Tanrım, çünkü sen Hakikatsin, Ruhumun Işığısın, yüzümün Esenliği­sin^ Tanrımsm. Herkes mutlu bir yaşam istiyor, biricik mutluluk olan bu yaşamı herkes istiyor, hakikate dayalı sevinci herkes istiyor. Aldatmak isteyen çok insan tanıdım, ama aldatılmak isteyenini görme­dim. Peki bunlar mutlu yaşamı nereden biliyor, hakikati de aynı şekil­de bilmeleri gerekmiyor mu? Çünkü hakikati sevdikleri aldatılmak is­temediklerinden belli. Öyleyse mutlu yaşamı sevince, bu yaşam da ha­kikate dayalı sevinçten başka bir şey değilse hiç tartışmasız hakikati de seviyorlar demektir, çünkü hafızalarında hakikatle ilgili bir düşüncele­ri olmasa hakikati sevemezler. O halde niçin sevinçlerini hakikate da­yandırmıyorlar? Niçin mutlu değiller? Çünkü hayal meyal hatırladık­ları ve kendilerini mutlu edecek hakikatten çok, kendilerini gitgide zavallı kılacak başka şeylerle meşguller. Çünkü insanlık hala loş bir ışıkta; haydi yürüyün, yürüyün ki karanlıklar sizi yutmasın.

34.    Peki öyleyse hakikat neden nefret doğuruyor, niçin senin ku­lun hakikati bildirene düşman oldu, mutlu yaşamı sevdiği halde ve bu [453] [454] yaşam hakikate dayalı bir sevinç olduğu halde? Bunun tek nedeni şu: insanlarda hakikat sevgisi öyle bir hal alıyor ki, bambaşka bir şey sevi­yorlar ve sevdikleri bu şeyin hakikat olmasını istiyorlar, çünkü aldatıl­mak istemediklerinden, yanıldıklarını da kabullenmek istemiyorlar. işte bu yüzden hakikat yerine sevdikleri şey uğruna hakikatten nefret ediyorlar. Hakikatten yayılan ışığı seviyorlar, ama o ışık kendi yanılgı­larını ortaya çıkardı mı ondan nefret ediyorlar. Çünkü aldatılmak iste­miyorlar, aldatmak istiyorlar, hakikat kendisini onlara gösterdi mi se­viyorlar, ama onları kendilerine gösterdi mi nefret ediyorlar. Ektikleri­ni hiçecekler, çünkü hakikatin kendilerini açığa çıkarmasını isteme­yenler, isteseler de istemeseler de açığa çıkacaklar, ama o sıra hakikat onlara kendisini göstermeyecek Evet, doğru, insan ruhu böyle körle- mcsine, böyle miskince, böyle aşağılık bir şekilde, böyle onursuzca saklanmayı yeğliyor, ama kendisinden hiçbir şey saldansın istemiyor. Ama istese de istemese de cezasını çekecek, çünkü hakikatten saklana­maz, tersine hakikat ondan saklanır. Her şeye rağmen insan o zavallı haline bakmadan hala sevincini sahteliklerde değil, hakiki olanlarda aramaya kalkıyor. Ama ne zaman ki dikkatini dağıtan ne var ne yoksa aradan çekip, sevincini her şeyin gerçeğe dönüştüğü Hakikatte bula­cak, işte ancak o zaman mutlu olacak.

24.   BÖLÜM

Tanrı'nın hafızada olduğunu anlayınca şükrediyor. [455]

kati bulduğum yerde Tanrıını da buldum; Hakikati ilk öğrendiğim an­dan itibaren onu hiç unutmadım. Demek ki seni ilk öğrendiğim andan itibaren hafızamdasın ve ben seni hatırlayınca ve senin hazzına varınca seni orada buluyorum. İşte bunlar benim kutsal hazlarım, bunlar yok­sulluğuma merhamet gösterip senin bana bahşettiğin hazlar.

25.   BÖLÜM

Tanrı hafızanın hangi kademesinde bulunur?

36.     Ama hafızamın neresinde bulunuyorsun ya Rab, neresini mes­ken tuttun? Nasıl bir yuva yaptın kendine? Ne tür bir tapınak inşa et­lin kendine? Orada bulunmakla hafızama onur bahşettin, ama hafıza­mın hangi kısnıındasın, bunu düşünmeden edemiyorum. Çünkü seni hatırlarken hafızamın hayvanlarda da olan bölümlerinin üstüne yük­seliyorum, çünkü seni maddi şeylerin arasında bulamadım, sonra ha­fızamda duygularımı depoladığım bölümlere ulaştım, ama seni orada da bulamadım. Buradan yine hafızamda bulunan zihnimin kendi mes­kenine girdim, çünkü zihin de kendisini anımsayabilir; ama sen orada da yoktun. Çünkü sen somut bir nesneye benzemiyorsun, insanın ya­karken hissettiği bir duyguya da benzemiyorsun, yani sevindiğimizde, üzüldüğümüzde, arzuladığımızda, korktuğumuzda, hatırladığımızda, unuttuğumuzda ya da bunlar gibi bir şey yaşadığımızda hissettiğimiz hir duyguya; sen zihnin kendisi de değilsin, çünkü sen zihnin Rab l'anrısısın. Bütün bunlar değişebilir, ama sen hepsinin üstünde değiş­meden kalırsın ve seni ilk öğrendiğimden beri lütfedip hafızamı mes­ken eyledin. Niçin senin hafızamın neresinde oturduğunu soruyorum ki, sanki orada gerçekten böyle bir yer varmış gibi? Senin orada otur­duğun kesin, çünkü seni ilk öğrendiğim andan beri hatırlıyorum ve seni düşününce seni orada buluyorum.

26.  BÖLÜM

Tanrı'nın keşfedildiği yer.

37.    O halde ben seni nerede buldum ki öğrendim/ Çünkü seni öğ­renmeden önce henüz hafızamda değildin. Seni öğrenmek için tanıdı­ğımda sen benim üstümde, kendi içinde olduğuna göre, ben seni ne­rede buldum öyleyse/ Senin bir mekânın yok ki, geriye gidebileceği­miz, ileri gidebileceğimiz bir mekanın yok ki. Ey Hakikat, sana danı­şan herkese her yerde nezaret ediyorsun, ne kadar farklı konularda danışırlarsa danışsınlar herkese aynı anda yanıt veriyorsun. Herkese açıkça yanıt veriyorsun, ama herkes seni açıkça işitmiyor. Herkes sana arzu ellikleri hakkında danışıyor, ama hep arzu ettikleri yanıtları du­yamıyor. Senin en iyi hizmetkarın senden arzu ettiği yanıtı duymaya değil dc senin verdiğin yanıtı dinlemeye niyetlenen insandır.

27.   BÖLÜM

İnsanın Tanrı'nın güzelliğine kapılıp Ona yönelmesi. [456] [457]

İTİRAFLAR

28.   BÖLÜM

Dünya yaşamının çaresizliği.

39.    Bütün varlığımla sana tutununca ne acım kalacak ne yorgunlu­ğum ve benim bütün yaşamım seninle dolup canlanacak Sen daldur- duğun insanı yükseltiyorsun, ama ben daha seninle dolmadığımdan kendime henüz bir yüküm. Ağlanası sevinçlerim, sevinilesi kederle­r imle savaş halinde, zafer hangi tarafın olacak bilmiyorum. Vah bana! Ya Rab, acı banaı Vah banaı Bak, artık yaralarımı saklamıyorum. Sen hekimsin, ben hasta; sen merhametlisin, ben merhamete muhtaç. Bir imtihan değil mi insanın dünya üzerindeki yaşamı? Ama sıkıntıları, zorlukları kim ister? Bunlara katlanın diyorsun, sevin demiyorsun. İliç kimse katlanmak zorunda olduğu şeyi sevmez, katlanmayı sevse bile. Katlanacağı hiçbir şey olsun istemez, katlanabildiği için sevinse bile. Şanssız günümde şans istiyorum, şanslı günümde şanssızlıktan ı'idüm kopuyor. Bu ikisi arasında insan yaşamının sınanmayacağı orta bir yer yok mu? Lanet olsun şu dünyanın şanslarına, bir değil iki kere lanet olsun, şanssızlıktan korkuyoruz, sevinçlerden fesatlaşıyoruz ya, lanet olsun! Lanet olsun şu dünyanın şanssızlıklarına, bir kere de değil, iki kere de değil, üç kere lanet olsun, şanslı olmanın hasretini çekiyoruz ya, şu şanssızlık bu kadar ağır ya, sabır taşını bile çatlatabi­lir ya, lanet olsun! insanın şu dünya yaşamı hiç dur durak bilmeyen ) bir imtihan nıı?

29.   BÖLÜM

Bütün umut Tanrı'da. [458]

yorsun. Bir yazar şöyle demiş: Tanrı güç vermezse kimsenin nefsine hakim olamayacağını biliyorum ya yeter, bu lütfun kimden geldiğini bilmek de bir bilgelik.29 Nefse hakim olmakla parça parça dağılan var­lığımızı bir araya topluyoruz ve yeniden bir oluyoruz. Seninle birlikte başka bir şeyi de seven, ama bunu sana olan aşkından dolayı sevme­yen insanın sana olan sevgisi noksandır. Ah Aşk, her daim yakıyorsun ve hiç tükenmiyorsun; ey Şefkat, Tanrım, beni ateşlere sal! Nefse haki­miyeti buyuruyorsun; ne buyuruyorsan güç ver, ne istiyorsan buyur.

30.   BÖLÜM

Bedensel tutkuların ayartıcılığına nasıl karşı koyduğunu
itiraf ediyor.3o

41.    Emrin kesin, bedeninin tutkularını gemle, gözlerine hakim ol ve dünyevi hırslardan kaçın diyorsun. Cinsel ilişkiden uzak dur diyor­sun, bana evlenmeyi yasaklamacl ın, ama daha iyi bir yaşam tarzı tuttur diyorsun. Bana güç verdin, emrini yerine getirdim, hatta senin sırları­nın hizmetkarı olmadan önce. Ama hakkında çok şey söylediğim şu hafızamda, hâlâ böyle şeylerin hayalleri var, alışkanlığım işlemiş onları oraya, saldırıp duruyorlar bana. Uyanıkken güçten yoksunlar, ama rü­yamda bana zevk vermekle kalmıyorlar, aynı zamanda fikrimi de çelip bana o anı gerçekmiş gibi yaşatıyorlar. Ruhumda yer eden bu hayali [459] [460]

İriRAFLAR

imgelerin bedenime baskısı o kadar büyük ki, ben uyurken aldatıcı düşler olup beni kandırıveriyorlar, öyle ki uyanıkken gerçekleri gelse beni böyle kandıramazlar. Acaba uyuduğum sırada ben ben olmaktan çıkıyor muyum Rab Tanrım? Uyanıklıktan uykuya geçtiğim ya da ye­niden uykudan uyanıklığa geçtiğim an bende ne kadar büyük bir fark yaratıyor böylel Peki uyanıkken böyle uyarıcı düşüncelere karşı du­ran, gerçeklerinin bile akınına uğrasa öyle kımıldamadan durabilen aklım nerde uyurken? Acaba gözlerimle birlikte o da mı kapanıyor? Tensel duyularımla o da mı uykuya dalıyor? Öyleyse biz niçin uyku­muzda bile direnç göstermek zorunda kalıyoruz böyle sık sık, ikrar ettiğimiz vaatlerimizi hatırlayıp bütün namusumuzla onlara sadık ka­lıp böyle ayartıcı düşüncelere hiç bel vermiyoruz? Yine de aralarında büyük bir fark var ki, uykumuzda irademiz dışında şeyler olurken, uyandığımız gibi vicdanımızın huzurlu kollarına koşuyoruz. Zaten bu farklılıktan o şeyleri yapanın biz olmadığını anlıyoruz, ama o sırada olanlar bir şekilde bizim benliğimizde yaşandı diye üzülmeden de edemiyoruz.

42.   Acaba senin şifalı elin benim ruhumun tüm hastalıklarını iyi­leştiremez mi, ey Her Şeye Kadir Tanrı, senin o cömert inayetin uyku­mun o şehvani dürtülerini dindiremez mi?h Bana bahşettiğin lütufları öyle arttırıyorsun ki, ya Rab, ruhum şehvetin yapışkanlığından kurtu­lup beni senin yoluna döndürsün, kendine asilik etmesin, rüyalarında ) bile şehvani hayallerle başlayan ve tensel boşalmayla sonuçlanan o iğ- [461]

renç, o fesat düşüncelere teslim olmasın, hatta onlara asla rıza göster­mesin diye. Çünkü Her Şeye Kadir olan, bizim istediğimizden ya da düşündüğümüzden daha fazlasını bize bahşeden senin için öyle zor bir mesele değil, n'olur uyuyan bir insanın iffetli kalbine böyle ayartıcı dürtüleri hiç yazmamış ol, en azından cüzi bir iradeyle bile denetim altına almılabileceklerden daha fazlasını, ne gelecek yaşamında ne de şu yaşında. Neyse, hiç değilse hâlâ kötü bir ruh halinde olduğumu söyledim lyi Rabbime. Bana bahşettiklerini büyük bir sevinçle karşılı- yorum,_vecd halinde ve halâ şu noksan varlığımdan dolayı kederleni­yorum, bir gün o mükemmel huzuruna erişmem için merhametini bahşedip bendeki eksikleri tamamlayacağını umut ederek. İşte ancak o zaman seninle olacağım, hem iç varlığımla hem dış varlığımla ölüm yutulup zafere dönüştüğünde.

31. BÖLÜM

Oburluğa karşı nasıl mücadele verdiğini itiraf ediyor.

43.    Günüıı getirisi bir başka dert daha var, keşke o gün bir tek bu­nunla yetinse! i2 Her gün yıpranan bedenimizi yiyerek içerek tamir ediyoruz, sen yiyeceğimizi de midemizi d.e ortadan kaldırana," açlığı­mızı mucizevi şekilde tıka basa doyurup öldürene ve şu çürüyen be­denimize o hiç çürümeyen ölümsüzlük elbisesini giydirene kadar da [462] [463] böyle yapacağız.34 Ama hâlâ acıkmak bana öyle tatlı geliyor ki, esiri ol­mamak için onunla dövüşüyorum, oruç tutarak bedenimi bana boyun eğdirip kölem kılarak her gün ona karşı savaş veriyorum. Ama o haz yok mu, bütün bu çektiğim acıları alıp götürüyor. Çünkü açlık ve su­suzluk bir tür acı, bir ateş gibi yakıp kavurur, katleder, besinlerin hı­zır gibi yetişen ilaçları olmasa. Senin teselli edici lütufların sayesinde deva buluyoruz, çünkü toprak, su ve hava bizim bu zayıflığımızın hiz­metine verilmiş ve biz bu facianın adına zevk diyoruz.

44.     Senden öğrendim besinlerimi ilaç alır gibi alınam gerektiğini. Ama bu zaruretin verdiği rahatsızlıktan doygunluğun verdiği dinginli­ğe geçerken, tam o geçiş anında şehvani arzum pusuya yatmış beni bekliyor. O geçiş başlı başına bir zevk ve bu geçişi sağlamanın başka yolu yok, çünkü zorunluluk beni geçmeye zorluyor. Gerçi sağlık da yeme içmenin nedeni, ama meşum bir zevk yoldaşı gibi eşlik ediyor adımlarına ve çoğu kez önüne geçmeye çalışıyor, sağlığım için yapaca­ğımı söylediğim ya da yapmayı arzuladığım şeyleri sırf zevkim için ya­payım diyev’ Ama ikisinin ölçüsü aynı değil, çünkü sağlığa yeterli ge­len, zevk için çok ufak kalır. Bir belirsizlik baş gösterir, acaba bu dür­tü besin arayan bedenin zorunlu ihtiyacı mı yoksa kendisine hizmet bekleyen zevkin aldatıcı arzusu mu bilinmez. Biçare ruh bu belirsizliği neşeyle karşılar ve bunu kendisini haklı çıkartacak bir bahane olarak kullanır. Ne kadar besinin sağlığı korumak için yeterli olacağının açı­ğa çıkmamasına sevinir, zevk talebi sağlık kisvesi altında kaynayıp gi­decektir ne de olsa. Her gün bu dürtülerime karşı direnmeye çalışıyo­rum ve dua edip senin uğurlu elini yardımıma çağırıyorum, sıkıntıla- [464]

rımı sana açıyorum, çünkü bu konudaki kararım hâlâ sallantıda.

45.     Tanrımın sesini duyuyorum, şöyle buyuruyor: “Yürekleriniz oburluktan ve sarhoşluktan ağırlaşmasın.’^ Sarhoşluk benden çok uzak, bana acıyorsun da yaklaştırmıyorsun yanıma. Ama oburluk ara sıra da olsa sürünerek geliyor şu kuluna; acı, o da uzak dursun ben­den. Çünkü Tanrı güç vermezse kimse nefsine hakim olamaz. Dua et­tik mi bize bol bol kısmet yağdırıyorsun, sana dua etmeden de iyilik­ler almışsak yine senden almışızdır; ama bu iyiliği senden ald.ığımızın çok sonra farkına vardık. Ben hiç sarhoş olmadım, ama senin sayende ayılan çok sarhoş tanıdım. Öyleyse hiç sarhoş olmamış olanlar hiç sar­hoş olmamalarını sana borçlular, hep sarhoş olmuş olanlar da hep sar­hoş olmalarını sana borçlular. Ayrıca bu hallerinin sebebinin sen ol­duğunu bilmeleri de her ikisinin boynunun borcu. Yine sesini duy­dum, bu kez başka bir şey buyuruyordun: “Şehvani arzularınızın peşinden gitmeyin, zevklerinizi kendinize yasaklayın.”[465] [466] [467] [468] [469] Benim çok sevdiğim şu sözünü dc işittim lütl'un sayesinde: “Yersek bir kazancı- miz olmaz, yemezsek de bir kaybımız olmaz.’’™ Sözün özü şu: Yemek­le zengin olmam, yememekle d.e yoksul. Bir başka söz daha işittim: “Her durumda elimdekiyle yetinmeyi öğrendim. Zengin olmayı da bi­lirim, yoksulluk çekmeyi de. O bana güç verclikçe her şeyi yapabili- rim.”^ İşte böyle söylüyor gökler ordugâhının askeri, bizim gibi kül değil.'11’ Ama n’olur hatırla ya Rab, bizim kül olduğumuzu ve insanı külden yarattığını, vaktiyle kaybolmuş olduğumuzu ve şimdi bulun­duğumuzu. O askerinin de kendi başına bir gücü yok, çünkü o da ay­nı külden yaratıldı, ama o senden vahiy alarak bu sözü söyledi, ben zaten bu yüzden bu sözü seviyorum. “O bana güç verdikçe ben her şeyi yapabilirim,” diyor. Bana da güç ver, ver ki onun gibi her şeyi ya­pabileyim. Ne buyuruyorsan gücünü de ver, ne istiyorsan buyur. O asker bu gücü senden aldığını itiraf ediyor ve bununla övündüğünde de Rabbinden aldığı için övünüyor.[470] [471] Yardımını dileyen şu yakarıyı da işittim: “Midemin şehvani dürtülerini al götür benden” diyor. Buradan da apaçık anlaşılıyor ey Kutsal Tanrım,42 olmasını emrettiğin şey olur­ken dayanma gücünü de veriyorsun.

46.    Bana şunu öğrettin ey iyi Baba: “Yüreği temiz olana her şey temiz gelir, ama başkalarının hakkına tecavüz ederek karnını dayuran insanla­ra her şey kirli gelir.”[472] [473] [474] Ayrıca yarattığın her şeyin iyi olduğunu, şükran­la kabul edilmesi gereken şeylere burun kıvırmamayı öğrettin.44 Daha­sı yiyeceğin bizi Tanrı’ya yakınlaştırmayacağını,4" hiç kimsenin bizi yediğimizden içtiğimizden dolayı yargılamamasını^[475] [476] yemek yiyen biri­nin yemek yemeyen birini küçümseyemeyeceğini ve yemek yemeyen birinin yemek yiyen birini yargılayamayacağını da öğrendim.4? Bunları öğrendiğim için sana, Tanrıma, Öğretmenime şükrediyorum, övgüler sunuyorum sana, kulaklarımın kapısını çalan,[477] yüreğimi aydınlatan sana: beni bütün bu ayartıcılıklardan kurtar. Yiyeceğin murdar olması değil de oburluğumun murdarlığıdır beni korkulan. Nuh'a her türlü eti yiyebilme hakkı tanındığını biliyorum,[478] [479] İlyas'ın et yiyerek gücüne kavuştuğunu,’0 mucizevi bir derviş hayatı süren Yahya'nın hayvan eti yemekte, yani kısmetine düşen çekirgeleri yemekle murdar olmadığını da. [480] [481] [482] [483] [484] Esav'ın canı mercimek çorbası çekince nasıl oyuna getirildiğini de biliyorum,52 Davut’un canı su çekti diye nasıl kendi kendisini ayıp­ladığını,"' Kralımızın etle değil de ekmekle ayartılmaya çalışıldığını da biliyorum.5-t İşte o halkın"" çölde neden azarlandığı buradan anlaşılı­yor, onlar et istediler diye azarlanmadılar, ama canları et çekince Rab-

İTIRAFLAR

be söylenmeye kalktıkları için azarlandılar.56

4 7. İşte ben bu ayartıcılıkların tam ortasına konuşlanmış, şu yeme içmeye duyduğum şehvani arzuma karşı her gün savaş veriyorum. Derhal vazgeçebileceğim ve bir daha elimi sürmeyeceğime ant içece­ğim bir şey değil ki bu, cinsel arzumu dizginlediğim gibi. Öyle bir gem vurulmalı ki ağzıma, gerektiğinde gevşetilmeli, gerektiğinde geril- meli. Böyle bir insan var mı, ya Rab, zaruri ihtiyaçlarının sınırının bir adım bile ötesine geçmemiş biri var mı? Varsa böyle biri, ulu biri demek ki, işte o yüceltıneli senin adını. Ben o değilim, çünkü ben gü­nahkâr bir insanım. Ama ben de yüceltiyorum senin adını. Dünyamızı fetheden de n’olur aracılık etsin sana"7 günahlarımı bağışlaman için. O beni bedeninin sakat uzuvlarından biri sayıyor, senin gözlerin de gör­dü bu bedenin noksanlığını ve bu noksanlıklar senin kitabında yazı­lı."8

32. BÖLÜM

Hoş kokuların albenisine karşı mücadele veriyor.

48.    Hoş kokularının albenisi beni öyle fazla etkilemez. Olmasalar aramam, ama olurlarsa da niye var demem, onlarsız bir ömür yaşama­ya hazırım. Tabii bence bu böyle, belki de yanılıyorum. Çünkü bende öyle içler acısı karanlıklar var ki, yetilerim bunların arasında gizli kalı- [485] [486] [487]

yor, zihnim kendi yeteneklerimi şöyle bir tarttığında bunlara kolayca inanası gelmiyor, çünkü derinlerimde olup biten çoğunlukla gizli saklı şeyler, ancak tecrübe edilirse anlaşılacak türden . Dahası, şu dünya ya­şamında kimse halinden memnun olmamak zorunda, bu yaşama başlı başına bir sınav denir çünkü. İnsan kötü bir durumdayken iyi bir du­ruma geçebildiği gibi, iyi bir durumdan kötü bir duruma da geçebilir. Tek umut, tek güvence, güvenilir tek vaat senin merhametindir.

33. BÖLÜM

Kulağına gelen hoş seslere karşı mücadele veriyor.

49.    İşittiğim seslerden aldığım haz daha sık sıkı yapışmıştı üzeri­me, meftun etmişti kendisine. Ama sen çözdün bu büyüyü, beni kur­tardın. Bununla birlikte şunu da söylemem gerekir ki, senin sözlerinin esintisini taşıyan ilahilerde hep bir huzur bulurum, hele tatlı ve eği­timli bir sesle okunurlarsa. Ama saplanıp kalmam öyle, istediğimde kalkıp gidebilirim. Her şeye rağmen bu ezgiler kendilerine yaşam ve­ren düşüncelerle birleştiklerinde gönlümde onurlu bir yer edinmek is­terler, ben de onlara uygun düşecek bir yer arama telaşına düşerim. Zaman zaman onlara layık olduklarından daha fazla değer verdiğimi düşünüyorum. Kutlu sözler içten gelerek ve hararetli bir tonda söy­lendiğinde ruhumuzun kıpır kıpır olduğunu ve iman ateşlerine salın- dığını hissediyorum. İlahiler başka türlü değil de böyle okunduğunda, ruhumuzdaki farklı duygulanımların ilahilerin hem sözündeki hem de ezgisindeki belirli tonlamalarda kendisinden bir şeyler bulduğunu ve gizliden gizliye bir aşinalık hissedip aşka geldiğini anlıyorum. Ama so­nuçta bu tensel bir haz, gönlümün bu hazza kapılıp takatten düşmesi­ne izin vermemeliyim, çünkü çok kere bu tuzağa düşüyorum, özellik-

Ic duygularım aklıma eşlik etmediğinde, boyun eğip de arkada kalma­ya rıza göstermediğinde. Hak ettiği şekilde sadece ikinci sırada olması­na izin verildiği halde hep birinci olmaya, hep lider rolü üstlenmeye çalışıyor. Işte bu yüzden bu konularda hiç farkında olmadan günah iş­liyorum ve günah işlediğimin sonradan farkına varıyorum.

50.     Ama zaman zaman da bu tuzağa düşmeyeyim diye aşırı ön­lem aldığımdan, bu kez fazlasıyla katı davranmakla hata işlemiş oluyorum. Bazen öyle ileri gidiyorum ki, genellikle Davut’un Mez- ınurlarım konu edinen o hoş ilahilerin bütün ezgileri kulaklarımdan, lıatta Kilise’den bile silinsin istiyorum. İskenderiye piskoposu Athana- sius’un yöntemini izlemenin en iyi çözüm olduğunu düşünüyorum, hatırlıyorum da bana sürekli bundan bahsedilirdi. Athanasius Mez- ınurları okuyanlardan onları o kadar hafif bir ses tonunda okumaları­nı istiyormuş ki, şarkı söylüyor gibi değil de konuşuyorlarmış izlenimi veriyorlarmış insana. Yüreğimin imanla dolduğu ilk günlerde Kilisede okunan şarkılarla döktüğüm gözyaşlarımı hatırlayınca, şimdi bile sırf şarkılardan değil, duru bir sesle ve baştan sona özgün bir düzenle­meyle, melodisiz okunan sözlerden bile duygulandığımı görünce din­de müziğin ne kadar önemli bir yer tuttuğunu bir kez daha anlıyo­rum. Bu yüzden bir yandan bu tür bir hazzın yaratacağı tehlikeyi, öte yandan ruha şifa verici etkisini düşünüp kararsız kalıyorum. Yine de Kilisede ilahi okuma geleneğinin sürdürülmesi gerektiğinden yana ta­vır alıyorum, sadece kulaklarımızın pasını gideren şarkılar biçare gö­nülleri iman katma yükseltebilsin diye; ama bu düşüncemde de öyle ısrarcı değilim. Gerçi okunan şarkının anlamından çok melodisine ka­pıldığım anlarda cezayı hak eden bir günah işlediğimi de kabul ediyo­rum ve o sıra keşke ilahi okuyan kişiyi dinlememiş olsaydım diyorum. İşte benim halim! Benimle birlikte ağlayın, benim için ağlayın, sizler, iyilikten nasibini almış gönülleriyle hareket edip hayırlara vesile olan­lar. Çünkü böyle hareket etmeyenler benim sözlerimden etkilenmez­ler. N’olur sen de, ya Rab Tanrım, sen de duy beni, bak, gör ve acı, şi­fa ver bana. Senin gözlerinin önünde koca bir soruna dönüştüm kendi kendime, işte budur benim hastalığım.

34.    BÖLÜM

Gözlerini kamaştıran dürtülerle mücadele ediyor.

51.    Tensel gözlerimle algıladığım hazlar kalıyor geriye. Tapmağın kulak kabartsın bu söyleyeceklerime, içtenlikle kulak kabartsın din kardeşlerim de, kulak kabartsınlar ki göklerden bana bahşedilecek olan meskenime sığınma özlemiyle inim inim inlememe ve için için ah çekmeme rağmen159 şu beni hâlâ taciz eden bedenimin şehvani dürtü­lerini anlatmaya artık bir son vereyim. Gözlerim bin türlü güzel şek­lin, parlak ve hoş renklerin meftunu. Aman kapılıp gitmesin bunlara ruhum, Tanrım tutsun onu, bütün bu güzellikleri en iyi şekilde Yara­tan tutsun onu; benim tek iyiliğim O, bunlar değil. Uyanıkken bütün gün gözümün önündeler, bir an bile rahat vermiyorlar bana, şu ilahi söyleyenler bile, hatta bazen tüm koro, hiç değilse susuyor da huzura erebiliyorum. Ama o renklerin ecesi ışık yok mu, baktığım her şeye süzülüyor, gün içinde nerede olursam olayım, türlü türlü biçimlerde, gizli gizli yanaşıveriyor yanıma, hatla ben başka bir işle meşgulken, hiç ona dönüp bakmazken bile. Öyle güçlü şekilde giriyor ki kanımı­za, bir anlık yok olsa hasretle aranıyor, uzun süre yok olsa demek ki ruhun bütün neşesi uçup gidecek. [488]

52.    Ey Nur, Tobias gözleri kör olmasına rağmen seni gördüğünde oğluna yaşam yolunu gösteriyordu, şefkatin hiç sekmeyen adımlarıyla ona kılavuzluk ediyordu.[489] Yaşlılıktan feri sönmüşken tensel gözleri­nin, perde inmişken önlerine, Ishak seni gördüğünde oğullarını kut- suyordu, hem de hiçbirinin yüzünü tanımadan, ama o onları kutsar­ken hepsinin yüzünü görme şerefine nail oldu.[490] Seni gördüğünde Ya- kup’un da ilerleyen yaşından ötürü gözleri görmez olmuştu, ama gön­lüne dolan ışığı kendi oğullarının şahsında önceden gördüğü o gele­cekti kavmin oğullarının üzerine yaydı ve anlaşılmaz biçimde ve ço­cuklarının babalarının da istemeyeceği şekilde, ellerini çapraz yaparak YusuPtan doğan torunlarının başına koydu.[491] Yusuf babasını düzelt­meye kalktı. Ama o bu olaya dışarıdan bakıyordu, babası ise gönül gü züyle bunun ayırdına varmıştı.6^ İşte budur hakiki ışık, tektir ve onıı gören ve onu seven herkes tektir. Benim bahsettiğim dünyevi ışık ise o aldatıcı, o ürkütücü güzelliğiyle büyülediği kör aşıklarının ancak bu dünyadaki yaşamını tatlandırır. Ama bu ışık için bile sana şükretmeyi bilenler, Tanrı her şeym Yaratıcısıdır diye bir ilahi söyler ve onu yü­celtirler^ ama uykuya yanıklarında bu ışığın tılsımına kapılmazlar. Dilerim ben de böyle olurum. Gözlerimi büyüleyecek görüntülere di­reniyorum, senin yolunda yürürken ayağıma dolanırlar korkusuyla ve [492] [493]

goııül gözlerimle yukarıya, sana bakıyorum ki, ayaklarımı tuzaktan |. ıırlarasın.65 Ha bire kurtarıyorsun onları, çünkü tuzağa düşüyorlar. l'ir an bile vazgeçmiyorsun beni kurtarmaktan, bense her yanımı sa- ı .rn tuzaklara yakalanmadan yapamıyorum. Çünkü sen hiç uyumaya- ı aksın, uyuklamayacaksın, sen, İsrail'in koruyucusu.66

53.     Farklı sanatlarla, el işçilikleriyle insanoğlu ne çok eser yaratıp katkıda bulunmuş göz zevkini arttırmaya; elbiseler, ayakkabılar, ça­nak çömlek ve bu türden bir sürü eşya, bunlardan başka resimler, tür­lü türlü heykeller, zorunlu ihtiyaçlarını, gündelik kullanımlarını aşan w dinsel anlamlandırmaların çok ötesine geçen yaratımlar. Dışsal an­lamda yarattıklarının peşine düşüyor insanoğlu, ama içsel anlamda kendisini Yaratanı terk ediyor, kendisi için yapılanları yok ediyor. Ama ben, ey Tanrım, Kıvancım, bütün bunlar için de sana şükranları­mı dile getiren bir ilahi okuyorum ve beni takdis eden sana övgüleri­mi kurban olarak sunuyorum. Çünkü insanların ruhlarından geçip usta ellerinde hayat bulan bu güzel biçimler kaynağını ruhlarının üs- ı ündeki, ruhumun gece gündüz iç çektiği o Güzellikten alıyorlar. Dış­sal güzelliğin sanatçıları ve bilirkişileri beğeni ölçütlerini yine bu kay­naktan çıkarıyorlar, ama bu güzellikleri doğru dürüst kullanma kura­lını nedense aynı kaynaktan çıkarmıyorlar. Oysa o ilke orada, ama on­lar onu görmüyorlar, yani daha ötesine geçmemeleri gerektiğini ve güçlerini senin için korumaları gerektiğini, zihinsel angaryalara neden olacak hazlarla çarçur etmemeleri gerektiğini. Öte yandan ben böyle konuşuyorum, bu ilkeyi fark ediyorum da ne oluyor, benim de adım­larım bu sahte güzelliklere takılıyor, ama sen beni kurtarıyorsun ya [494] [495]

Rab, sen beni kurtarıyorsun, çünkü senin merhametin hep benim göz­lerimin önünde.67 Acınası şekilde kapılıyorum bu güzelliklere ve sen acıyıp kurtarıyorsun; bazen hiç hissettirmeden, çünkü hafifçe düşmüş oluyorum bu tuzağa; bazen de acı çektiriyorsun, çünkü derinlere sap­lanmış oluyorum o zaman.

35.   BÖLÜM

İkinci ayarhcı unsur, yani merak karşısındaki
mücadelesini itiraf ediyor.

54.    Başka tür bir ayartıcılık daha ekleyebilirim bütün bunlara, hep­sinden kat kat fazla tehlikesi olan. Bütün duyularımızı ve bütün tutku­larımızı memnun eden, kendisine köle ettiği insanları senden uzaklaş­tırıp mahveden o bazda bedenin şehvaniliği gizlidir. İşte bu şehvanilik yanında, aynı tensel duyular tarafından ruha taşınan, tensel zevkten hoşlanmayan, tersine tensel yolla yeni deneyimler edinmekten hoşla­nan bir tür hırs gizlidir; boş ve nıütecessis bir meraklılık, adına bilgi ve bilim desek yeridir. Bu hırs bilgiye duyulan açlıkta kök saldığın­dan, öte yandan duyularımız arasında gözler bilgi edinmede başrol oynadığından, tanrısal belagat onu göz tutkusu olarak adlandırır.68 Çünkü gözlerin bütün sermayesi görmektir. Ama görmek kelimesini biz başka duyularımızla da alakalı olarak kullanıyoruz, özellikle görüş yetimizi bilgi edinmeye yönelttiğimizde. Örneğin, “Dinle bak nasıl kı­zıllaşıyor” demiyoruz ya da “Kokla bak ne kadar beyaz” demiyoruz, “Tat bak nasıl parlıyor” da demiyoruz, “Dokun bak nasıl parlak” da [496] [497]

ITİRAFLAR

demiyoruz, çünkü bütün bunlar gözümüze görülen şeyler olduğun­dan görüyoruz diyoruz. Ama bunların sadece gözümüzle görebildiği­miz şeyler olması gerekmiyor, yani biz sadece “Gör bak nasıl ışık saçı­yor” demiyoruz, aynı zamanda “Bak nasıl ses veriyor, bak nasıl koku­yor, bak nasıl bir tadı var, bak ne sert” de diyoruz. İşte bu yüzden ge­nel duyu deneyimine, yukarıda da söylenildiği gibi, göz tutkusu deni­yor, çünkü görme gözlerin başrol oynadığı bir iş, ama diğer duyular da herhangi bir bilgiyi araştırdıklarında görme kelimesini örnekseme yoluyla kendilerine mal ediyorlar.

55.     Buradan hareketle duyuların haz arayışını meraklılık arayışın­dan ayın etmek daha kolaylaşıyor. Haz göze hitap eden nesnelerin, ahenkli seslerin, hoş kokuların, tadı güzel olan yiyeceklerin, yumuşa­cık dokunuşların peşine takılır, meraksa69 bütün bu güzelliklere zıt olanların; onu bu yola iten elbette bu zıtlıklardan doğacak sıkıntıları yaşayarak öğrenme arzusu değil, sırf deneyim sahibi olma ve bilgi edinme tutkusu. Parça parça olmuş bir cesedi görmenin neresi zevkli zaten, olsa olsa korkulur, değil mi? Buna rağmen insanlar nerede bir ceset görseler etrafına üşüşürler, üzülsünler, sapsarı kesilsinler diye. Rüyalarında bunu görseler kesin ödleri kopar, ama uyanıkken sanki lıiri dürtüp ille de bakacaksınız d.er ya da söylentilere inanıp güzel bir şey göreceklerini sanırlar. Öteki duyuların yarattığı merakta da aynı ınantık geçerli, ama şimdi bu duyuları teker teker incelemek uzun sü­rer. Tiyatrolarda ucube görüntülerin sergilenmesi de zaten bu merak hastalığını dindirmekten başka bir şey değil.70 Bizi çok aşan şu doğayı inceleme işi de merakın dürtüklemesi. Hiçbir faydası yok, ama insan- [498] [499]

lar sırf bilmek için bilmek istiyor. Bizim büyü tekniklerine başvurma mız da yine bilgiyi sapkın bir merakla arama dürtüsünden kaynakla nıyor. Dinde bile merak iş başında, bu dürtü Tanrı’dan birtakım işa retler ve mucizeler göndermesini bekleyerek Onu denememize nedeıı oluyor, kurtuluşa erme falan da değil bu beklentinin sebebi, sırf heye can yaşama isteği.

56.     Tuzaklarla, tehlikelerle dolu bu koskoca ormancia bak ne çok dal kesip yüreğimden söküp attım, çünkü bunu yapma gücünü seıı bahşettin bana Esenliğimin Tanrısı. Buna rağmen bu türden pek çok ayartıcı dürtü günlük yaşamımızı çepeçevre sarmış vızıldayıp durur­ken, ben ne zaman cüret edip de artık böyle şeyler benim dikkatimi dağıtıp kendisine baktıramıyor, boş meraklara salamıyor diyebilece­ğim, ne zaman böyle bir şey söylemeye cüret edebileceğim? Doğru, ar­tık tiyatrolar benim ilgimi çekmiyor, yıldızların burçlar kuşağından geçişlerini bilmek gibi bir derdim de yok; ruhum hayaletlerden tavsiye alma işine hiç girişmedi, tüm din dışı ayinlerden de nefret ediyorum. Ama şu düşman ne alavere dalaverelerle yoluma çıkıyor ve hâlâ sen­den bir işaret beklememi telkin ediyor anlatamam, tam da aciz bir ku­lun olarak sana, Rab Tanrım, en halisane hislerimle hizmet etmem ge­reken zamanda! Ama Kralımız adına ve bizim o saf, o el değmemiş yurdumuz Kudüs adına sana yalvarıyorum, nasıl ki şimdi benim ira­demi bu telkinlerden uzak tutuyorsun, n'olur hep böyle uzak tut, hat­ta çok daha uzak! Ama başkasının kurtuluşu adına senden ricacı olur­sam, bil ki duamın niyeti çok farklı.[500] Zaten sen ne dilersen öyle olur, bit yüzden n'olur hem şimdi hem de gelecekte iradenin buyurdukları­nı seve seve yerine getirebilmem için bana güç ver.

57.     Her şeye rağmen merak uyandıracak öyle eften püften, öyle ge­reksiz olay oluyor ki her gün, hiç sayan oldu mu kaç kez yenik düşmü- şüzdür bu meraka? Defalarca başımıza gelmiştir, bize boş masallar anla- ı ılır, başta zavallılar gücenmesin diye kulak kabartırız, ama sonra yavaş yavaş dinlemekten haz almaya başlarız. Doğru, ben artık tavşanın peşin­den koşturan köpeği izlemiyorum, hani şu yarış meydanlarında hep olan şeyi. Ama olur da kırdan geçerken aynı manzarayla karşılaşsam, hu koşuşturmaca benim hâlâ dikkatimi çekiyor, o an ciddi düşüncele­re dalmış olsam da bunlardan beni hemen uzaklaştırıyor, bindiğim ;ıtı72 yularından çekip d.öndüremez belki, ama yüreğimi yolundan ede­bilir ve sen benim zayıflığımı yüzüme vurmasan, anında beni uyarma- san ya da bakışlarımı bu manzaradan çekip bir şekilde yeniden seni düşünmeye daldırmasan veya bu gördüğüme tamamen boş verip ge­çip gitmemi sağlamasan, öyle ağzı açık budalalar gibi hâlâ bu yarışı seyrediyor olurdum. Ya buna ne demeliyim, evde oturduğum sırada hir kertenkelenin sinekleri avlaması ya da bir örümceğin uçuşan si­nekleri ağına düşürmesi hâlâ dikkatimi çekiyorsa? Bunlar küçücük hayvanlar zaten demek durumu kurtarır mı? Doğru, bunları görmek sana, her şeyin olağanüstü Yaratıcısı ve Düzenleyicisi sana şükranları­mı sunmaya vesile oluyor, ama ilk başta olaya bu niyetle bakmıyorum ki. Bir çırpıda ayağa kalkmak[501] [502] başka, hiç düşmemek başka. İşte yaşa­mım böyle düşüşlerle dolu ve tek bir umudum var, o da senin sonsuz merhametin. Yüreklerimiz bu türden uyarıların yuvası haline gelince, bir sürü zırvalığı yüklenip taşımaya kalkışınca dualarımız da yarım kalıyor, karman çorman oluyor. Senin huzurunda yüreklerimizin sesi senin kulaklarına yükseliyor olsa da, böyle saçma sapan düşünceler bir yerlerden çıkıp akın edince dua gibi derin bir mesele bölük pör­çük kalıyor.

36.    BÖLÜM

Üçüncü ayartıcı unsur olan kibirle mücadelesi.

58.    Acaba aldırış etmememiz gereken şeyler arasında mı saysak şu merak konusunu, yoksa rulıunrUza başka bir biçim vermeye başladığı­na göre senin bizi bağışlamanı beklemekten başka çaremiz yok mu? Bende ne büyük değişimler yarallığını sen zaten biliyorsun. Çünkü il­kin kendimi haklı gösterme merakımdan kurlardın, böylece bütün öteki günahlarıma da şifa olacağını gösterdin. Bütün hastalıklarımı te­davi ediyorsun, borcunu ödeyip yaşamımı fesattan kurtarıyorsun, acı­yarak ve merhamet göstererek beni taçlandırıyorsun ve iyiliklere olan özlemimi doyuruyorsun.h Bana senden korkmayı öğreterek kibrime gem vurdun, boynumu senin yularına geçirmem için uysallaşıırdın. İşte artık boynumda o yuları taşıyorum, bu benim için çok hafif bir yük, zaten böyle olacağını vaat etmiştin ve vaadini tuııun. Vaktiyle de böyle hafifli, ama ben bilmiyordum ve onu boynuma geçirmekten korkuyordum.

59.    Acaba ya Rab, sen ki kibre kapılmadan her şeye hakim olansın, efendin olmadığından bir tek sen hakiki Efendisin, acaba şu üçüncü ayartıcı dürtüden kurtuldum mu ya da bütün ömrüm boyunca bu [503] dürtüden kurtulabileceğim an gelecek mi? Bu dürtü insanların senden çekinmelerini ve seni sevmelerini istemekten başka bir şey değil. Bu isteğin gerçekleşirse sevinç duyuyorsun, ama hakiki bir sevinç değil bu. Sadece zavallı bir yaşam ve iğrenç bir azamet. İşte seni sevmekte aciz kalışımın, bütün kalbimle senden korkmayı bilememin en büyük nedeni, işte bu yüzden sen kibirlilere karşı durup mazlumlara lütuf ba­ğışlıyorsun/ı işte bu yüzden dünyevi hırsların üzerine gümbür gümbür gürlüyorsun, bu yüzden dağlar temelinden sarsılıp titriyor.[504] [505] Kamu yaşamında belli başlı mevkilerin başındaysak, insanların bizi sevmeleri ya da bizden çekinmeleri çok doğal. İşte mutluluğumuzun baş düşma­nı bunu bildiğinden hiç peşimizden ayrılmaz, tuzaklar kurup etrafımı­za, şahane şahane diye alkışlayan yemler serper. Biz bütün açgözlülü­ğümüzle toplarken bu şahaneleri, gafil avlanalım istiyor, hakikatten duyduğumuz sevinçten soyunup insanın ikiyüzlülüğünü kuşanalım, insanların bizi sevmesinden ve bizden çekinmelerinden senin adına değil, senin yerine zevk alalım istiyor ve böylece bizi kendisine ben­zetmek ve ortak bir sevgiyi değil de ortak bir cezayı paylaşacağı yan­daşları yapmak istiyor. Bu düşman tahtını kuzeye kurmaya karar ver­miş,[506] sapkın ve çarpık yaşamıyla seni taklit ederek o karanlık, o so­ğuk ülkesinde insanlardan hizmet bekliyor. Bizlerse, ya Rab, senin kü­çücük sürünüz, sen bize sahip çık.re Kanatlarım ger, kaçıp sığınalım altına. Onurumuz ol; bizi seveceklerse senden dolayı sevsinler, bizden çekineceklerse yüreğimize işlediğin Sözünden dolayı çekinsinler. Se­nin tarafından paylandığı halde hâlâ insanlardan övgü bekleyen kişi, sen yargıç olduğun gün kendisine destek olacak kimseyi bulamayacak yanında, senin tarafından suçlu bulunduğunda ise kaçacak delik bula­mayacak Söz konusu bu kişi yüreğinden geçen istekleriyle övünen bir günahkâr ya da yaptığı kötülükten mutluluk duyan bir ahlaksız olma­yabilir , bir şekilde senin lütfuna mazhar olduğu için övülmesi, övül­düğü için de ona bahşettiğin lütuftan mutluluk duyması gerekirken salt kendisi övüldü diye mutlu olması da yeter, bu durumda bile baş­kası onu överken senin tarafından paylanacaktır, hatta bu durumda öven insan b ile övdüğü kişiden daha iyi bir duru m da olacaktır. Çün­kü öven övclüğü insanda Tanrı’nın lütfunu görmekten mutlu olmuş­tur, övülense Tanrı'nın lütfundan ötürü değil de insanın lütfundan ötürü mutlu olmuştur.

37.    BÖLÜM

İnsanların övgüsünü kazanmak onu heyecanlandırıyor.

60.    Her gün bu ayartıcı unsurlarla sınavdan geçiyoruz ya Rab, hem de hiç aralıksız sınavdan geçiyoruz. İnsan dili bizim gündelik harlı ocağımız. Kendini beğenmişlik konusunda da nefse hakimiyeti buyu­ruyorsun. Buyurduğuna dayanma gücü ver, istediğini buyur. Bu ko- [507] ııuda sana bütün gönlümle nasıl inim inim inleyerek yakardığımı bili­yorsun, gözyaşlarıını sel gibi akıttığımı da. Bu vebadan kurtulduğum­dan öyle pek emin değilim, çünkü senin gözlerinin gördüğü, benimki­lerinin göremediği gizli dürtülerimden korkuyorum. Öteki dürtüleri­mi artık kendi kendime değerlendirecek yeteneğe sahibim, ama gizli dürtüler söz konusu olduğunda tamamen çaresizim. Çünkü tensel tut­kularımı ve bilmeye duyduğum o gereksiz merakımı denetlemede zih­nimin ne derece yol katettiğini görüyorum, en azından gerek isteyerek gerekse bu dürtüleri hayata geçirecek fırsat bulamadığımda onlardan kendimi mahrum edebiliyorum. Çünkü o sıra kendi kendimi tartıp, lıu dürtülere sahip olmamak beni az mı, yoksa çok mu rahatsız eder diye sorguluyorum. Zenginlik söz konusu olduğunda da durum aynı, yani şu hırsların üçünden biri ya da ikisini veya hepsini tatmin etmek için gerek duyulan şey. insan zenginse bu hırslara aldırış edip etmedi­ğini zihnen açıkça kavrayamaz, ama zenginlikten vazgeçilirse kendisi­ni kolayca deneyebilir. Ama övgüye kayıtsız kalacak şekilde yaşayabi­lir miyiz ve bunu denediğimizden nasıl emin olabiliriz? Ne yani, ah­laksız bir yaşam mı süreceğiz, kendimizi öyle koyverip hunharca mı yaşayacağız ki, bizi tanıyan herkes bizden nefret etsin? Bundan daha mantıksız bir şey söylenebilir mi ya da düşünülebilir mi? Dürüst bir yaşamın ve hayırlı işlerin arkasından övgü geliyorsa, iyi yaşamdan na­sıl feragat etmiyorsak onun yoldaşlığından da feragat edemeyiz. Bu­nunla birlikte bir şeyi yaşamadıkça bundan mahrum kalmayı hoşgö­rüyle mi yoksa üzüntüyle mi karşılarım, hiçbir fikrim yok.

61.    Peki bu türlü denemelerde sana neyi itiraf edeceğim ya Rab? Neyi, övgülerden haz almıyormuşum gibi mi yapacağım yani? Ama övgülerden çok doğruluktan haz aldığımı itiraf edebilirim. Çünkü ba­na sorulsa ve dense ki, kuduruk ve baştan sona yanlış bir insan oldu-

AUGUSTİNUS

ğun halde bütün insanlar tarafından övülmeyi mi tercih edersin yoksa tutarlı ve her adımını dürüstçe atan bir adam olduğun halde herkes tarafından damgalanmayı mı, hangisini seçeceğim çok açık. Ama içim­deki iyi bir özelliğimin bana verdiği sevinci başkasının dilinden dökü­lecek övgü sözleriyle çoğaltmaya da bakmanı Buna rağmen çoğalttığı­nı itiraf ediyorum, dafıası sert eleştirilerin de azalttığını. Bu zavallı ha­limi görmekten rahatsız olduğum an hemen iyi bir bahane süzülüp gi­riyor içime, tabii bunun ne kadar iyi olduğunu sen takdir ediyorsun- dur Tanrım, çünkü ben takdir etmekte güçlük çekiyorum. Sen bize sadece nefsimize hakim olmamızı buyurmadın, aynı zamanda adil ol­mamızı da buyurdun; yani bazı şeyleri sevmekten uzak durmamızı ve bu sevgimizi başkalarına ihsan etmemizi. Sen yalnız seni değil, kom­şumuzu da sevmemizi istedin. İşte bu yüzden övgüsünün anlamını iyi kavramış bir insanın övgüsünden mutlu olduğumda, bana öyle geliyor ki, o insan iyi yolda ilerlediği ve gelecek vaat ettiği için mutlu oluyo­rum, benzer şekilde, anlamadığı ya da gerçekten iyi olan bir şeye küf- retliğini işittiğimde de onun acizliğine üzülüyorum. Çünkü bazen al­dığım övgüler de beni üzüyor, özellikle kendimde beğenmediğim özellikler övgü konusu olduğunda ya da öyle çok da iyi ve çok da önemli olmadığı halde birtakım özelliklerim gereğinden fazla abartılıp övüldüğünde. Ama tekrar sormalıyım, acaba hayranıının benim hak­kımda benden farklı bir görüş ileri sürmesini istemediğim için mi tep­ki gösteriyorum, yoksa onun selameti beni hiç ilgilendirmiyor da, sa­hip olmaktan memnun olduğum iyi özelliklerim başkasını da mem­nun edince beni daha da mutlu ettiği için mi, nereden bileceğim? Çünkü bu nasıl bir övgü? Kendi hakkımdaki düşüncem övülmüyor ki, yani ya benim beğendiğim özelliklerim övülüyor ya da benim az bu­çuk beğendiğim özelliklerim aşırı övülüyor. Bu konuda kararsız kal­mam doğal değil mi?

62.    İşte, ey Hakikat, şimdi senin ışığın sayesinde anlıyorum ki, örüldüğümde kendi çıkarım için değil de komşumun selameti için he­yecan duymam gerekiyor. Bu ruh halinde olup olmadığımı bilmiyo­rum. Bu konuda ben seni tanıdığım kadar kendimi tanımıyorum ki. Sana yalvarıyorum Tanrım, beni kendime göster ki, benim için dua eden kardeşlerime kendi benliğimde ne yaralar keşfettiğimi itiraf ede­bileyim. Kendimi daha derinden yeniden sorgulamalıyım. Ben övül­düğümde komşumun selameti için heyecan duymam gerekiyorsa, niçin başkası haksız yere karaiandığında kendim karalandığında üzül­düğüm kadar üzülmüyorum? Niçin bana yapılan hakaretler canımı yakıyor da, gözlerimin önünde başkası haksız yere aynı hakaretlere maruz kaldığında o kadar canım yanmıyor? Yoksa bunu da mı bilmi­yorum? Kendimi aldattığımdan olmasın, senin huzurunda yüreğimle ve dilimle doğruyu uygulamadığımdan mı?7[508] Beni bu çılgınlığa düşür­me ya Rab, n'olur dilimden dökülen sözler günahkârın başıma sürece­ği yağ olmasın H0

38. BÖLÜM

Boş yere gururlanmak erdemi tehlikeye düşürür.

63.     Yoksulum ve muhtacım, tek iyi yanım içten içe çektiğim azapla kendimle kavga etmem ve merhametini dilemem; senin sayende ku­surlarım düzelene ve kibirli gözlerin hiç bilmediği huzuru tadacak mükemmelliğe erişinceye kadar da dileyeceğim. Ne var ki insanların

beni tanımasına yol açan şu dilimden dökülen sözlerde ve yaptığım iş­lerde övgü kazanma aşkını körükleyen çok tehlikeli bir kışkırtıcılık var. Övgü kazanma aşkı insanlardan dilenerek topladığımız övgüleri beraberinde sürüyerek mahrem bir üstünlük duygusuna malzeme kı­lıyor. Ben kendimde bunun kavgasını verdiğimde bile beni kışkırtıyor, tam da bundan dolayı kavga veriyorum zaten. Çünkü boş gururu kü­çümsemekle çok kere daha büyük boş bir gurura kapılıyoruz, bu du­rumda gururu küçümsemek gururlanılacak bir şey olmaktan çıkıyor, çünkü gururlanırken gururu küçümsemiş olmuyoruz.

39. BÖLÜM

Kendini beğenmişliğin etkisi ve doğası.

64.     İçimizde, ta içimizde bir kötülük daha var, aynı kışkırtıcılık sı­nıfına dahil. Bu kötülükle kendini beğencn insanlar başkalarınca beğe- nilmedikleri halde ya da bcğenilmemeyi göze alıp başkalarının canını sıktıkları halde kurum kurum kurumlanıyorlar. Ama kendilerini be­ğenirlerken senin tarafından hiç beğenilmiyorlar, hem iyi olmayan özelliklerinin iyi olduğunu düşündüklerinden, hem de senin onlara bahşettiğin iyi özellikleri kendilerine ınal ettiklerinden, hatta bunları senin bir armağanın olarak kabul etmeyip sanki bileklerinin hakkıyla elde etmiş gibi davrandıklarından ya da bu armağanlara senin lütfunla sahip olduklarını bildikleri halde, bu lütfu diğer insanlarla paylaşmak­tan hoşlanmayıp bencilce kendilerine saklamalarından. İşte bütün bu kışkırtıcılıklar, bu türden tehlikeler ve zorluklar arasında kalbimin pır pır ettiğini görüyorsun. Kendi kendime açtığım bu yaralardan acı çek- miyar değilim, ama daha çok da senin tarafından sürekli iyileştirildik- lerini hissediyorum.

İTİRAFLAR
40. BÖLÜM

Kendisinde ve öteki varlıklarda Tanrı'yı ne şekilde
bulduğunu itiraf ediyor.

65.   Ne zaman bensiz yürüdün ki ey Hakikat, şu aciz halimle ne ya- I ı;ihileceğimi sana gösterince ve sana fikir danışınca, neden uzak dura- ı ağımı ve neyi isteyeceğimi hep öğretmedin mi bana? Duyu algımla ı lımyanın dışında gezindim. Kendimden başlayarak bakışlarımı kendi bedenimin yaşamına çevirdim ve kendi duyularımı inceledim. Oradan hafızamın kovuklarına girdim, mucizevi yollarla elde edilen sayısız ha- ıııeyle dolu devasa odalarına, derin derin inceledim ve ürperdim.8ı Vn olmasan ben bunların hiçbirini fark edemezdim, hiçbirinin sen ol­madığını keşfedenıezdim. Aslında keşfeden ben değildim, ben sadece lıi'psini tek tek dolandım, farklarını belirlemeye ve rütbelerine göre ı lı-ğerlerini takdir etmeye çalıştım, bazılarını duyulanından edindiğim bilgilerle gözlemleyerek, bazılarının benliğimle kaynaşmış olduğunu lı issederek ve bunlardan beni haberdar eden duyuları teker teker teş- lıı s edip teker teker sayarak. Hafızamın o engin hazinesinde seçip ayır­dığım başka şeyler de oldu, bunların bazılarını yeniden hafızama göm­düm, bazılarını gün yüzüne çıkardım. Ama ben bunları yaparken ego, yani bunları bana yaptıran güç sen değildin, çünkü sen sonsuzca varo­lan ışıksın ve ben bu ışık sayesinde bütün bunları, şeylerin varolup ol­madıklarını, ne olduklarını ve onlara ne tür bir değer biçilebileceğini keşfetmek için inceledim; o sırada senin bana bunları öğrettiğini ve 1 myruklar verdiğini işitiyordum. Devamlı seni işitiyorum zaten, bu ba- ııa haz veriyor, yapmak zorunda olduğum işlerden dinlenmeye vakit buldukça kaçıp bu hazza sığınıyorum. Sana danışarak taban teptiğim

'T Prophetia Habacuc, 3.2.

 

 

bu yollarda ruhumu dinlendirecek senden daha güvenli yer bulamıyo­rum. Dağılmış parçalarım ancak orada bir araya geliyor; ve hiçbir par­çam asla senden ayrılmayacak. Kimi zaman sayende hiç alışmadığım, derin bir duygu yoğunluğu yaşıyorum içimde, öyle tuhaf bir lezzeti var ki bu duygunun; beni mükemnıeliğe eriştirecek bu duyguysa onun gibisini hiç tatmadım ömrüm boyunca. Ama çok geçmiyor şu keder yüklerim beni yine alıştığım yollara indiriyor, her zamanki alış­kanlıklarımla yeniden yutuluveriyorum, sıkı sıkı tutuluyorum ellerin­de, hüngür hüngür ağlıyorum, ağladıkça sımsıkı tutuluyorum. Alış­kanlık yükünün bedeli ne ağırmış! Burada kalacak gücüm var, ama is­temiyorum, orada olmak istiyorum, ama orada olacak gücüm yok, hem burada hem orada ben biçareyim.

41.    BÖLÜM

Üç farklı tutku biçimi.

66.    Bu yüzden günahlarımın yol açtığı hastalıkları üç farklı tutku biçimine indirgeyip inceledim ve ruhumun kurtuluşu için uğurlu elin­den medet umdum. Çünkü yaralı kalbimde senin nurunu gördüm, geri sıçrayıp şöyle dedim: “Ona kim nail olabilir?” Gözlerinin önün­den atıldım.82 Sen her şeyin üstündeki Hakikatsin. Bense bu tamalıkar halimle seni kaybetmemeyi isterken yalana da sahip olmak istedim. Hiç kimse bu kadar yalana boğulmak istemez, hakikatin ne olduğuna ilişkin farkındalığını tümüyle yitirecek kadar. İşte bu yüzden s!J1i kay­bettim, çünkü sen yalarıla birlikte sahip olunmaya tenezzül buyurmaz­sın.

®2 Huzurundan kovuldum. Bkz. Liber Psalmorum, 31.22

42.    BÖLÜM

Şefaatçilerin Tanrı'ya yeniden mutlu mesut koşması gibi,
şeytanlara geri dönülemez.

67.   Kimi bulayım ki beni seninle bağdaşlırsm?83 Meleklerden mi yardım dileyeyim? Ama hangi duayla yardım dileyeceğim? Hangi ayin­lerle? Duyduğuma göre, sana dönmeye çalışan çoğu insan kendi ken­dilerine bunu başaramamış. Bütün bu yolları denemişler, ama tuhaf görüntülere olan özlemin pençesine düşmüşler ve hayallerle ödüllen­dirilmişler. Çünkü seni ararlarken kasıntı kültürleriyle havalara yük­seldiler, bağırlarını dövecekleri yerde göğüslerini kabarla kabarla. Yü­rekleri birbirine aşina olduğundan havanın hükümranlarına, yani kendi kibirlerinin işbirlikçileri ve müttefiklerinin tarafına geçtiler ve bunların güçlü büyülerine kapılıp kandırıldılar. Ruhlarını arındıracak bir şefaatçi arıyorlardı, ama buldukları şefaatçi değildi. Bir şeytandı, kendisine Nur'un meleği süsü veren bir şeytan.85 Tılsımıyla kibirli ten­leri cezbetti, ama etten ve kandan oluşan bir bedeni yoktu s6 Kandırı­lanlar ölümlüydü ve günahkârdı, ama sen, ya Rab, kibirlilerin kendile­rini bağdaştırmaya çalıştıkları sen, ölümsüzsün ve günahsızsın. Tanrı [509] [510] [511] [512] ile insanlar arasındaki şefaatçi, bir yanıyla Tann’ya benzemeli, bir ya­nıyla insana benzemeli. Her iki yanıyla insana benzeseydi Tanrı’yla alakası olmazdı, her iki yanıyla Tanrı’ya benzeseydi insanla alakası ol­mazdı, yani her iki durumda da şefaatçi olamazdı»7 İşte bu yüzden se­nin sırlı kararın sonucunda, kibri kandırılmayı hak eden o sahte şefa­atçinin insanlarla tek bir ortak noktası var, o da günah. Başka bir yö­nüyle de Tanrı’ya benzemek sevdasında, çünkü ölümlü bir bedenle örtülmediğinden kendisini ölümsüzmüş gibi gösteriyor. Ama günahın bedeli ölüm olduğundan88 insanlarla ortak bir noktası daha bulunu­yor, işte bu nokta onu insanlar gibi ölüme mahküm kılıyor.

43.    BÖLÜM

Gerçek şefaatçi İsa'dır.

68.   Oysa gerçek şefaatçi, Tanrı'nın ve insanların şefaatçisi, insan Mesih İsa’dır. Sen sırlı merhametinle onu mazlumlara gösterdin ve gönderdin, onu kendilerine örnek alsınlar ve mazlumluğu ondan öğ­rensinler istedin. O ölümlü günahkârlar ile Ölümsüz Adalet arasında belirdi, insanlık gibi ölümlü, Tanrı gibi adaletli olarak. Adaletin bedeli yaşam ve huzur olduğundan, kendisini Tanrı’yla birleştiren adaletiyle, insanlarla isteyerek paylaştığı ölümü aklanmış günahkârlardan silip allı Eskiçağların azizlerine bildirildi, Onun J lecekteki çilesine iman [513] [514]

edip esenliğe kavuşsunlar diye; tıpkı Onun yıllar öncesinde çektiği çi­leye iman edip esenliğe kavuştuğumuz gibi. O insan olarak şefaatçidir, ama Tanrı Sözü olarak Tanrı ile insan arasında şefaatçi değildir, çünkü I ann’ya eştir, Tanrı’yla Tanrı’dır ve birlikte bir Tanrı’dır.

69.    Bizi nasıl sevmişsin ki, ey iyi Baba, biricik Oğlunu bile bizden esirgemedin, aksine Onu biz günahkarlara teslim ettin!») Bizi nasıl sevmişsin ki, O bizim kurtuluşumuz için seninle eşit olmayı imrenile­cek bir ödül olarak görmedi ve çarmıha gerilip ölmeye boyun eğdiko Ölümlüler arasında bir tek O özgürdü,[515] [516]! çünkü canım verme ve tek­rar alma hakkına sahipti,92 çünkü bizim kurtuluşumuz adına senin huzurunda hem muzaffer hem. kurban oldu, kurban olduğu için mu­zafferdi. Bizim kurtuluşumuz adına senin huzurunda hem rahip hem sungu oldu, sungu olduğundan rahipti. Senden doğduğundan ve bize hizmet ettiğinden, senin huzurunda bizi hizmetkarın değil de oğulla­rın kıldı. Bu yüzden haklı olarak benim, bütün umudum ondadır, Onun sayesinde sen benim bütün hastalıklarımı iyileştireceksin, çün­kü O senin sağında oturuyor ve sana bizim için aracılık ediyor, yoksa umudumu yitiririm. Çünkü öyle çok, öyle büyük ki bu hastalıklar, öyle çok, öyle büyük ki, ama senin ilaçların da bir o kadar çok ve bü­yük. Sözünün, insanlarla kenetlenmeyecek kadar uzakta olduğunu dü­şünürdük ve kendimizden umudu keserdik, O ete kemiğe bürünüp bizimle olmasaydı, aramızda yaşamasaydı.

70.   Günahlarımdan ve ölümlü halimin yükünden dehşete kapıldı­ğımdan yüreğim gerilmişti, kaçıp inzivada yaşamayı bile derin derin düşünmeye başlamıştım, ama sen bunu yapmamı yasakladın ve şöyle söyleyerek gönlümü rahatlattın: “Mesih herkes için öldü, yaşayanlar anık kendileri için değil, kendileri uğruna ölüp dirilen Mesih için ya­şasınlar diye.”<n İşte, ya Rab, yaşamak İtin bütün derdimi sana havale ediyorum, bundan böyle anık sadece ^nin yasanın mucizeleri üzerine yoğunlaşacağım[517] [518] [519] [520] Deneyimsizliğin^ı/Ve zayıflığımı takdir edıyorsun. Eğit beni, beni iyileştir. Bilgeliğin ve bilginin tüm hazinelerinin saklı olduğu senin biricik Oğluna kanını akıtarak benim kdaretimi öde­di.96 Kibirliler anık kötü söz söylemesin hakkımda/»- çünkü kefareti­min bedeli üzerinde düşünüyorum, bunu yiyorum, bunu içiyorum, başkalarına dağıtıyorum. Yoksul olduğumdan, onu yemiş ve doymuş olanlarla birlikte doymak istiyorum. Rabbi arayanlar Onu buldukla­rında şükretınelum

J

ll.       KİTAP

1.    BÖLÜM

Her şeyi bilen Tanrı'ya niçin itirafta bulunuyoruz?

1. Ezeli ve ebedi zaman senin olduğuna göre ya Rab, sana söyle­diklerimi bilmiyor olabilir misin ya da zaman içinde olup bitenleri za­manında görmüyor olabilir misin? O halde niçin ben bunca olayı sıra- ,ıyla uzun uzun sana anlatmaya çalışıyorum ki? Hiç kuşkusuz sen ilk ıılarak benden öğrenmiyorsun bunları, ama böyle yaparak benim ve İm yazılarımı okuyanların sana olan sevgisini körüklüyorum ki, hep bir ağızdan şöyle haykırabilelim: “Çok yücesin Rab, yüce övgülere la­yıksın.”! Demin de söyledim, yine söyleyeceğim: bu olayları senin aş­kına olan aşkıından böyle anlatıyorum. Ama biz dua edince Hakikat bize şöyle diyor: “Babanız daha siz kendisinden istemeden neye ihtiya­cınız olduğunu bilir.”[521] [522] Zaten bu yüzden sana çaresizliğimi ve çaresizli­ğime gösterdiğin merhameti itiraf ederek bütün duygularımı önüne seriyorum ki, başladığın işi tamamına erdirip bizi özgürlüğümüze ka­vuştur, yüreği mizdeki şu zavallı, halimizi terk edip sende kutsanalım; çünkü sen bizi çağırdın, çağırdın ki ruhça fakirliği tadalım, sabırlı ola­lım, mahzun olalım, adaletin için açlık susuzluk çekelim, merhametli ve temiz kalpli olalım, barışçıl olalım. işte yüreğim yettiğince sana on- ca hikaye anlattım uzun uzun, isteyerek anlattım, çünkü sana itiraf et­memi önce sen istedin ya Rab, çünkü sen iyisin, çünkü senin merha­metin e bedi.[523]

2.   BÖLÜM

Tanrı'dan Kutsal Kitabı anlayacak ol^gunluğa
eriştirmesini diliyor.

2.    Kalemimin diline ne zama}ı hakim olacağım da senin beni yü­reklendirmelerini, yaramğın Yürek ürpertilerini, verdiğin tesellileri ve yol göstericiliğini ve senin Sözünü vaaz etmemi, senin halkını senin sırlarına erdirmemi sağlayan her şeyi teker teker anlatabileceğim? Bunları sırasıyla anlatacak yetim olsa bile zamanın her damlası benim için çok değerli."- Çünkü uzun zamandır senin Yasan üzerine yoğun­laşmaya, bu konuda bildiklerimi ve gücümü aşan noktaları sana anlat­maya can atıyorum; senin nurunun ilk ışıltı lan nın beni nasıl aydınlat- lığıııı, ama daha ne kesil" karanlıklarımın olduğunu ve zayı ll ığı m senin kudrclinle yutulmadıkça karan 11 k lan m ııı hep böyle karanlık kalacağı­nı sana anlatmaya. Gerek bedenin gerektirdiği bakım, gerek zihinsel uğraşlar gerekse hiçbir mecburiyetimiz olmadığı halde kendimizi so­rumlu hissettiğimizden insanlara yaptığımız hizmetler, yani bütün bu zorunluluklar dısında kalan saatlerimi başka işle uğraşarak harcamak istem iyonım.

3.    Rab Tanrım, n’olur işit şu yakarı mı, merhamet el, dileğim kabul olsun, çünkü yana yakıla istediğim şey kendi çıkarıma yönelik değil, kardeşlerimin ruhundaki şefkati arttırmak bütün özlemini; samimiye- limi yüreğimde görebilirsin. İzin ver düşüncemi, dilimi sana adaya­yım, sana kul köle olsunlar, ama ilkin sana adayacağımı bana bağışla. Çünkü ben yoksul ve muhtacım, sense sana yakaranların hepsine cö­mert davranırsın, kaygıdan uzak olduğun halde bizim için kaygılanır­sın. Kes at dilimin bütün tedbirsizliklerini, bütün yalanlarını, hem [524] ruhsal hem de tensel anlamda. Kutsal Kitap benim saf sevincim olsun, okurken beni yanıltmasın, yorumlarken de kimseyi yanıltmayayım. Ya Rab, işit ve merhamet et, Rab Tanrım, körlerin nuru, zayıfların kudre- ı i, hatta gören gözlerin nuru, güçlülerin kudreti, dinle ruhumu, işil derinlerinden haykırışımı. Çünkü derinlerimiz de olmazsan, işitmez­sen bizi oralardan, gidecek yerimiz mi kalır? Kime haykırırız? Gün se­nin, gece senin,[525] bir işaretinle bütün anlar uçar gider. Birazını ayır ba­na, tefekküre dalayım Yasanın sırları üstüne ve çaldığımızda kapını kapama üstümüze. Çünkü onca bulanık, onca gizli sayfayı bile bile boşuna yazmış olamazsın, şu ormanlar geyikler olmadan olmaz, içine sığınıp güçlerini toplayan, dolanarak, otlayarak, serilip yatarak, geviş getirerek yeniden canlanan geyikler olmadan olmaz. Ya Rab, beni mü­kemmele erdir, bu sayfaları aç bana. Senin sesin benim sevincim, se- ııin sesin dünyevi hazların kat kat üstünde. Aşık olduğumu bana ver, âşığım çünkü ve bu aşkı sen bahşettin bana. Beni lütfundan mahrum bırakma, hor görme şu susuzluktan kavrulan otunu. Lütfet, Kitapla­rında ne bulduysam sana anlatayım, lütfet övgüler duyayım, seni içe­yim, senin Yasandan doğan o harikaları derin derin düşüneyim, göğü ve yeri yarattığın zamanın en başından, Kutsal Kentinin Ebedi Krallı­ğında seninle birlikte olacağımız ana değin.

4.    Ya Rab, merhametini esirgeme benden ve bu dileğimi işit. Çünkü dünyevi, şeyler değil özlemini çektiğim, sanmıyorum; altın de­ğil, gümüş değil, mücevherler de değil, şık giysiler de, onurlu mevki­ler de değil, hükümranlıklar da, tensel zevkler de değil, hatta hac yo­lunda olduğumuz şu yaşamdaki sağlığımızın temel ihtiyaçları bile de­ğil, zaten bunların hepsi senin Krallığını ve adaletini arayan bizlere

fazlasıyla verilecek.[526] [527] Bak gör ya Rab, neden böyle bir özlem çektiğimi. Dürüst olmayan insanlar bana tanıkları sevinçleri anlamlar, ama bun­lar senin Yasandakiler ^bi değildi. İşle çektiğim özlemin nedeni. Işte Baba, bak ve gör ve.onayla, merhametini bağışlayacağın şekilde hoş­nut ol ki senin katında inayetine mazhar olayım, belki açılır o zaman Sözlerinin sırlı anlamları bana kapını çaldığımda. Rabbimiz Mesih İsa adına yalvarıyorum sana, senin Oğlun adına, sağ elindeki o İnsanın, Seninle bizim aramızda Şefaatçi olsun diye kudret verdiğin insanın Oğlu adına, sen Onun aracılığıyla seni aramayan bizleri araçlın ve biz- leri aradın ki seni arayalım. O senin Sözün, bu Söz aracılığıyla ben de dahil olmak üzere her şeyi yarattın. O senin biricik Oğlun, onun ara­cılığıyla benim de dahil olduğum imanlı halkını çağırdın, hepimiz se­nin oğulların olalım diye. Onun adına sana yalvarıyorum, sağ yanında oturan: bizim için senden şefaat dileyen, gönlünde bilgeliğin ve bilgi­nin bütün hazinelerinin saklı olduğu Onun adına. fşte bu hazineleri arıyorum ben de, senin Kitaplarında. Musa Onun hakkında yazdı/ Yazdığı bu sözleri söyledi, O, yani Hakikat söyledi.

3.   BÖLÜM

Musa'nın göğün ve yerin yaratılışıyla ilgili yazdıklarını
Tanrı lütfetmedikçe kimse anlayamaz.

5.    Lütfet, göğün ve yerin başlangıçta nasıl yaratıldığını işiteyim ve anlayayım. Bunu Musa yazdı ve bu dünyadan göçüp gitti, buradan, yani senden, senin yanına geçti ve şimdi benim gözlerimin önünde de­ğil. Çünkü öyle olmuş olsaydı ona tutunur ve ona sorardım ve bana her şeyi açıklaması için senin adına yalvarırdım ona, şu tensel kulakla­rımı iyice açıp onun ağzından dökülen sözleri dinlerdim. tbranice ko­nuşacak olursa tensel duyuma boşa çarpıp dönmüş olurdu sözleri, çünkü anlamları zihnime şöyle bir dokunmazdı bile. Ama Latince ko­nuşmuş olsa, ne dediğini bilirdim. Gerçi doğru söyleyip söylemediği­ni, nereden bilecektim? Doğru söylediğini bilsem bile bakalım o mu söylüyor bu doğruyu? içimde, düşüncemin odasının içinde ne Ibrani- ce, ne Yunanca, ne Latince ne de herhangi yabancı bir dil konuşan Hakikat konuşmuş olurdu o vakit, ağız gibi, dil gibi bir organı yok onun, hecelerin gürültüsüne patırtısına hiç vurmadan sözlerini, şöyle derdi: “Doğru söylüyor.” Anında emin olurdum ve kendimden emin şekilde ona, senin kuluna, dönüp şöyle söylerdim: “Doğru söylüyor­sun.” Ama şimdi ona soramadığıma göre, ona doğruyu söylemesini vahyeden sana, ey Hakikat, sana soruyorum, sana Tanrım, sana soru­yorum; günahlarımı bağışla, sen o kuluna bunları söylemesini lütfet­tin, bana da bu sözleri anlamaını lütfet.

4.   BÖLÜM

Yaratılan alem yaratan Tanrı'yı haykırıyor. [528]

ya Rab, sen onları yarattın; sen güzelsin, bu yüzden onlar da güzel; sen iyisin/bu yüzden onlar da iyi; sen varsın, bu yüzden onlar da var. Ne varli onların Yaratıcısı olan senin, kadar güzel, senin kadar iyi, se­nin kadar gerçek değiller. Seninle kıyaslandığında güzellikleri de, iyi­likleri de, varlıkları da hep eksik Bunları biliyoruz, bu yüzden sana şükrediyoruz; yi.ne de bizim bilgimiz senin bilginle kıyaslanınca baş­tan sona cahillik.

5.   BÖLÜM

Dünya hiçlikten yaratıldı.

7.    Gögü ve yeri nasıl yarattın, böyle muazzam bir iş için hangi araçtan yararlandın? Çünkü sen somut bir nesneye başka somut bir nesneden zihninde tasarladığı şekilde biçim veren bir sanatçı gibi de­ğilsin. Sanatçının zihni iç gözüyle derinlerinde görebildiği herhangi bir biçimi uygulamaya koyabilecek yetide. Ama sen bu zihni yaratma­mış olsaydın hiç bu yetiye sahip olabilir miydi? Sanatçı halen varolan ve halen varolmakta olan, toprak gibi, taş gibi, tahta gibi, altın gibi ya da bu türden herhangi bir malzemeye biçim veriyor. Ama bu malze­meleri yaratmamış olsan nereden varolacaklardı? Sen yaratuğın için bu sanatçının bir bedeni var, uzuvlarını kontrol edebileceği bir zihni, bir şeyler üretmesine yarayan malzemesi, teknik bilgisine hakim ola­bilme ve elleriyle yarattığını hayalinde de canlandırabilme yetisi, zih­nindeki tasarısını işlediği malzemeye aktarmasına yarayan ve ortaya çıkan ürünü dönüp zihnine haber veren ve böylece zihnine, kendi içindeki o hükümranına, yani hakikate bu ürünün güzel yapılıp yapıl­madığım sorma imkanı tanıyan tensel duyuları. İşte bütün bunlar sa­na, her şeyin Yaratıcısına, şükrediyorlar. Ama sen nasıl yaratıyorsun

bunları? Nasıl yarattın ya Rab, şu göğü ve yeri? Hiç kuşkusuz göğü ve yeri gökte ve yerde yaratmadın, havada ya da suda da yaratmadın, çünkü hava ve su zaten göğe ve yere ait; şu koskoca evreni de koskoca evrende yaratmadın, çünkü o yaratılmadan önce yaratılacağı bir me­kan da yoktu. Elinde de bir malzeme yok ki, göğü ve yeri yaratasın. Çünkü önceden yaratmadıkça bu malzemeyi nereden bulacaksın ki bir şeyler yaratmak için kullanasın? Zaten sen sebep olmadıkça her­hangi bir şey olabilir mit Öyleyse sen söyledin onlar da oldu,8 senin Sözünle onlar oldu.

6.   BÖLÜM

Tanrı nasıl söyledi de evren yaratıldı?

8.   Peki ama nasıl söyledin? Bulutlardan gelen ve “İşte bu benim sevgili oğlum” diyen ses gibi bir sesle mi söyledin?5 Ama o ses o vakit çınladı ve geçti, başladı ve bitti. Heceler işitildiler ve geçip gittiler, ikıncisi birincisin ardından, üçüncüsü ikincisinin ardından ve böyle sıra sıra geçip gitti, ta ki hepsinin ardından sonuncusu gelene ve so­nuncusunun ardından da bir sessizlik başlayana kadar. Bu yüzden bu sözün yaratılan bir şeyin, yani geçici olan ve senin ebedi ve ezeli irade­ne hizmet eden bir şeyin hareketinden geldiği açık ve seçikti. Anlık işitilen bu sesleri dıştaki kulak, anlama gücüne sahip zihne iletti, çün­kü bu zihnin iç kulağı senin ezeli ve ebedi Sözünü işitmeye duyarlı. Bu zihin anlık işitilen bu sesleri senin sessiz, ezeli ve ebedi Sözünle kı- [529] [530]

yasladı ve dedi ki: “Tanrı Sözü çok farklı, fark çok büyük. O sözlerse benim çok altımda ve gerçeklikleri yok, çünkü geçip gidiyorlar ve yok oluyorlar. Ama benim Tanrımın Sözü benim üstümde ve sonsuza ka­dar orada olacak.” O halde işitilen ve geçip giden sözlerle gök ve yer olsun dediysen ve göğü ve yeri böyle yarattıysan, o zaman gök ve yer­den önce yaratılmış bir varlık vardı ve bu varlığın zamana bağlı hare­ketleriyle o ses zamana bağlı olarak titreşti. Ama gök ve yer yaratılma­dan önce herhangi bir maddi varlık yoktu ya da olmuşsa, sen onu mutlaka gelip geçici olmayan sesle yaratmış olmalısın ki, sen gök ve yer olsun dediğinde bu gelip geçici sese temel oluştursun. Çünkü ge­lip geçici bir sese temel oluşturan şey ne olursa olsun sen onu yarat­madıkça asla varolamazdı. O halde kararını bildiren sözlerin döküldü­ğü o maddi varlığı yaratmak için sen hangi sözü söyledin?

)                    7. BÖLÜM

Tanrı'yla ezeli ve ebedi olarak bir arada bulunan Tanrı Sözü.

9.    Bu yüzden bizi Sözünü anlamaya çağırıyorsun, seninle birlikte Tanrı olan Tanrı’yı,[531] yani daima söylenen ve o söylendikçe her şeyin daima söyleneceği Sözünü. Bu Söz, söylenen bir şeyin bitip arkasın­dan bir başkasının gelmesi ve böylece her şeyin sırasıyla söylenmesi gibi bir durum değil, her şey aynı anda ve ezeli ve ebedi olarak söyle­niyor. Yoksa zaman ve değişim olurdu, gerçek bir ebediyet ve gerçek bir ölümsüzlük olmazdı. Bunu anladım Tanrım ve bunun için sana şükrediyorum. Bunu anladım ve sana açıklıyorum ya Rab, kesin Haki­
kati inkar etmeyen kim varsa benimle birlikte bunu anladı ve sana şükranlarını sunuyor. Anladık, ya Rab, anladık, bir şey varken aynı şe­kilde yok oluyorsa ölüyar demektir, bir şey yokken aynı şekilde varo­luyorsa doğuyor demektir. O halde senin Sözünün herhangi bir öğesi ııe yerini başka bir şeye bırakıyor, ne de başka bir şeyin yerini alıyor, çünkü bu Söz gerçekten ölümsüz ve ezeli-ebedi. Bu yüzden seninle czeli ve ebedi olarak bir arada bulunan Sözünle söylediğin her şeyi ay­ıtı anda ve ezeli-ebedi olarak söylüyorsun ve olması için ne söylemiş­sen oluyor. Sen her şeyi sadece söyleyerek yaratıyorsun, başka şekilde değil. Ama söyleyerek yarattığın her şey aynı anda ve ezeli-ebedi an­lamda varolmuyor.

8.    BÖLÜM

Tanrı Sözü bütün hakikati öğrendiğimiz Başlangıçtır.

10.     Merak ediyorum, niçin böyle oluyor Rab Tanrım? Bunu bir de­receye kadar anlıyorum, ama nasıl açıklayacağımı bilmiyorum, sadece şunu söyleyebiliyorum: Olmaya başlayan ve olması son bulan her şeyin başlaması ve son bulması gereken an ezeli ve ebedi akılca bilinen bir an ve her şey o anda başlıyor ve o anda son buluyor, ama ezeli-ebedi aklın ne bir başlangıcı var ne de sonu. İşte ezeli ve ebedi akıl senin Sözünün La kendisi, ayrıca Başlangıç, çünkü bize söyleyen de O.ı [532] Bu yüzden Incil’de senin Sözün bedenlenip konuştu ve insan bunu dışarıdan ge­len bir ses olarak işitti, inansın ve bu sesi içinde arasın diye, onu arar­ken de ezeli ve ebedi hakikatte bulsun ve orada bütün öğrencilere Bi­ricik İyi Öğretmenin ders verdiğini görsün diye. İşte ben orada senin sesini duyuyorum ya Rab, benimle konuşuyor, çünkü ancak bize ger­çek anlamda ders veren kişi bizimle konuşmuş olur, ama bize ders vermeyen biri bizimle konuşsa bile gerçek anlamda konuşmuş olmaz. Zaten değişmez Hakikatten başka bize kim ders verebilir? Değişime yazgılı bir varlıktan ders aldığımızda, bu dersin bizi değişmez Hakika­te götürmesi şart, çünkü ancak o zaman gerçekten öğreniriz, çünkü o sırada Onun yanında durarak ve Onu dinleyerek ve Damadın sesin­den kam alarak sevinçle dolarız1^ ve bizim varolmamızı sağlayan kay­nağa geri döneriz. İşte tam da bu nedenden dolayı O Başlangıçtır, çünkü O hep olduğu yerde duruyor olmasaydı, biz yanlış yollarda do­lanıp dururken nereye döneceğimizi bilemezdik Öte yandan yanlış yoldan dönüyorsak yine Hakikati bildiğimiz için dönüyoruz; O bize Hakikati bilmeyi de öğretiyor aynı zamanda, çünkü O Başlangıç ve bi­zimle konuşuyor.

9.    BÖLÜM

Tanrı Sözü yüreğimizle nasıl konuşur?

ll.  İşte bu Başlangıçta ey Tanrı, sen göğü ve yeri Sözünle, Oğlun­la, Kudretinle, Bilgeliğinle, Hakikatinle mucizevi şekilde konuşarak ve mucizevi şekilde işleyerek yarattın. Bu sırrı kim anlayabilir? Kim dile dökebilir? Bana doğru süzülüp gelen, yüreğimi hiç acıtmadan de­lip geçen şu ışık da ne? Hem ürperiyorum, hem alevleniyorum; ona hiç benzemedikçe ürperiyorum, ona benzedikçe alevleniyorum. Bilge­lik, evet, Bilgeliğin ta kendisi, bulutlarımı, çekeceğim cezanın karalı­ğından ve yükünden belim iyice bükülünce tekrardan üstümü örtme­ye başlayan bulutlarımı aralaya aralaya bana doğru süzülüp gelen şu [533] ı .ık. Çünkü yoksulluktan gücüm öyle tükenmişti ki,ı3 bahşettiğin iyi- lıj'.in hakkını veremiyordum, ta ki sen ya Rab, bütün kötülüklerime merhem olana ve bütün hastalıklarıma şifa sunana kadar. Sen bedelini "deyip yaşamımı fesattan kurtaracaksın, beni merhamet ve şefkatle ı.ıdandıracaksın ve iyiliğe duyduğum özlemimi gidereceksin; yani gençliğim bir kartalın ki gibi yenilenecek. 14 Biz umudumuzla kurtuluşa , nlik ve bize verdiğin vaatleri sabırla bekliyoruz. Yüreğinde senin ko­nuştuğunu duyabilen insan dinlesin; bense senden aldığım vahyin ışı­nında, kendimden emin bir şekilde şöyle haykıracağım: “Yarattığın eserlerin ne şahane ya Rab, hepsini ne büyük bir Bilgelikle yaratmışsın , lyle!”!3 İşte o Bilgelik, Başlangıç; ve sen yeri ve göğü o Başlangıçta ya- ı: ıllın.

10.    BÖLÜM

Tanrı'nın göğü ve yeri yaratmadan önce ne yaptığını
sorgulama gafletine düşenler.

12.    Bize, “Tanrı göğü ve yeri yaratmadan önce ne yapıyordu?” so­rusunu soranlar bak nasıl hâlâ o köhne doğalarıyla tıka basa dolular? T.ğer bir işle meşgul değil idiyse,” diyorlar, “ve hiçbir şey yapmıyor idiyse niçin ebediyen hep aynı halini sürdürmedi, yani yaratımından Tince hiçbir şey yapmadığı halini?” Çünkü Tanrı’da evvelce hiç yapma- [534] [535] [536] mış olduğu yaratımı başiatacak herhangi bir yeni gelişme ve herhangi bir yeni irade oluşmuşsa, içinde daha önceden hiç olmayan bir irade­nin doğabildiği ezeli ve ebedi hakikat nasıl gerçek anlamda ezeli ve ebedi olabilir? Olur, çünkü Tanrı’nın iradesi yaratılmış bir şey değil­dir, yaratılan düzenden önce gelir, çünkü Yaratıcının iradesinin önce­liği olmamış olsa hiçbir şey yaratılamaz. Bu yüzden Tanrı’nın iradesi Tanrının doğasına aittir. Tanrı’nın doğasında daha önce hiç olmayan bir şey doğuyorsa bu doğaya gerçek anlamda ezeli-ebedi doğa den­mez; öte yandan yaratılan düzenin doğması için Tanrı'nın ebedi bir iradesi olmuş olsaydı o zaman niçin yaratını da ebedi değil?

11.   BÖLÜM

Karşıt düşüncede olanlara Tanrı'nın ezeli ve ebedi oluşunun
zamanla bağlantısı olmadığını söyleyerek yanıt veriyor. [537]

.ııııdi olmadığını anlayabilir; ayrıca bütün geçmişin gelecekle geriye ılııgru itildiğini ve bütün geleceğin geçmişin peşi sıra geldiğini, bütün girmişin ve bütün geleceğin her zaman şimdi olandan yaratıldığını ve I uşı ve sonu olacak şekilde düzenlendiğini de kavrayabilir. Kim tuta- ı :ık insanın yüreğini ki durabilsin ve içinde ne gelecek ne de geçmiş ulan ebediyetin nasıl hiç kımıldamadan durduğunu ve hem geleceğe lwın de geçmişe komut verebildiğini görebilsin? Benim ellerimin bunu yapacak gücü var mı, ya da dilim sırf sözcüklerle bu kadar yüce bir iş­leyişi anlatacak kadar güçlü mü?

12.   BÖLÜM

Tanrı evreni yaratmadan önce ne yapıyordu?

14.    “Tanrı göğü ve yeri yaratmadan önce ne yapıyordu?” diye so­ranlara yanıl veriyorum. Ama benim yanıtım, bu sorunun ağırlığından kaçıp kurtulmaya çalışan falancanm, duyduğuma göre işi şakaya vu­rup, “Derinlerini araştırmaya kalkan insanlara Cehennemi hazırlıyor­du” diye yanıt vermesine benzemiyor. Görmek ayrı, gülmek ayrı. Ben lıöyle bir yanıt vermem. Ama şöyle bir yanıt verebilirim, hem de seve seve: “Bilmediğimi biliyorum.” Bu yanıtı, o derin soruyu soranla sırf dalga geçmek adına, üstelik yanlış olan bir şeyler söyleyip beğeni top­lamak adına verilen deminki yanıta tercih ederdim. Hayır Tanrım, ben senin bütün yaratılanların Yaratıcısı olduğunu söyleyerek yanıt veriyo­rum ve bütün yaratılanlar deyince biz göğü ve yeri anlıyorsak, haddi­mi de aşıp şöyle söylüyorum: Tanrı göğü ve yeri yaratmadan önce hiç­bir şey yapmıyordu. Çünkü bir şey yapmış olsaydı bile bu yine onun yarattığı bir şey olmayacaktı da ne olacaktı? Keşke yaratılış olmadan önce hiçbir yaratılışın olmadığım bildiğim gibi, bildiğimden emin ol-

Metin Kutusu: ı6mak istediğim diğer işe yarar konuları da aynı kesinlikle bilebilsey- dim.

13.   BÖLÜM

Tanrı tarafından zaman yaratılmadan önce zaman diye
bir şey yoktu.

15.    Uçan zihniyle, hâlâ geçmiş zamanların hayalleri arasında dola­nıp duran ve senin, yani Her Şeye Kadir Olanın, Her Şeyin Yaratıcısı­nın, Her şeyin sorumluluğunu Üstlenenin, göğün ve yerin Mimarının, bu kadar yüce bir eseri fiili olarak yaratmadan önce onca yüzyıl eli ko­lu bağlı oturduğunu düşünüp hayret içinde kalan biri varsa hâlâ, artık uyanmalı ve hayretinin yanılgıların ürünü olduğunu fark etmeli. Onca yüzyıl nasıl akıp geçebilirdi bütün yüzyılların Kaynağı ve Yaratıcısı olan sen onları daha henüz yaratmamışken? Ya da kaynağını senden almamış zamanlar olabilir mi hiç? Hiç olmamışlarsa nasıl akıp geçebi­lirler? Sen bütün zamanların Yaratıcısı olduğuna göre, göğü ve yeri ya­ratmadan önce herhangi bir zaman var idiyse, peki niçin hâlâ hiçbir şey yapmadan durduğun söyleniyor? Çünkü zamanın kendisini sen yarattın, zamanı yaratmadan önce zaman akıp geçemezdi. Öte yandan gök ve yer yaratılmadan önce zaman yok idiyse, niçin hâlâ o sırada ne yaptığın sorulup duruluyor? Zaman yok idiyse demek ki ‘o sırada’ di­ye bir şey de yoktu.[538]

16.    Dahası, senin zamandan önce olman da zaman içinde vuku bu­lan bir şey değil. Öyle olsaydı sen bütün zamanlardan önce olmamış olurdun. Hep şimdide olan ebediyetin yüceliğinde sen tüm geçmişte
1 .ilanlardan öncesin ve gelecekte olacak olan her şeyden sonrasın,

, ııııkü gelecekte olacak olanlar olunca geçmiş olacaklar. Oysa sen hep .ıvnısın ve senin yılların tükenmez. ı? Senin yılların ne gider ne de ge- lıı. bizimkilerse gider gelir ki, her şey sırasıyla gelebilsin. Senin yıllan­ın ıı hepsi aynı anda şimdide durmaktadır; durdukları için de gelenler i'.ıdcnleri bertaraf etmez, çünkü senin yılların hiç geçmez. Ama bizim v ıllarımız ancak hep birden geçmiş olunca tamamlanacaktır. Senin yıl­I. ı rm bir gündür, ama her gün gelen bir gün değil, hep bu gündür, ı Iıııkü senin bugünün yerini yarına bırakmaz, dünün de yerini almaz.

' imin bugünün ezeli ve ebedidir. İşte bu yüzden seninle ezeli ve ebedi ı ılarak bir arada bulunan Oğlunu doğurduğunda ona, “Ben seni bu­yun doğurdum”'8 dedin. Bütün zamanları sen yarattın ve sen bütün umanlardan öncesin; öyleyse zamanın olmadığı herhangi bir zaman yoktu.

14.   BÖLÜM

Üç farklı zaman.

17.    İşte bu yüzden senin herhangi bir şey yaratmadığın bir zaman yoktu, çünkü zamanı sen yaratmıştın. Hiçbir zaman ezeli ve ebedi ola- ı ak seninle bir arada bulunamaz, çünkü sen baki kalansın. Zaman da baki kalsaydı zaman olmazdı. Peki o halde zaman ne? Kim bunu öyle kolayca ve kısaca açıklayabilir? Kim bunu düşüncesinde kavrayabilir ki kelimelere döküp açıklayabilsin? Oysa konuşmalarımız esnasında .ıkça geçen şu zaman kelimesinden daha aşina olduğumuz, hemence­cik tanıdığımız başka bir kelime var mı? Sahiden de hemen anlıyoruz, [539] [540] hem kendimiz söylediğimizde anlıyoruz, hem bir başkasının söyledi­ğini işittiğimizde, her iki şekilde de anlıyoruz. Peki o halde zaman ne? Hiç kimse bana sormazsa biliyorum da, biri sorup da ona açıklama yapmam gerektiğinde bilmiyorum. Buna rağmen bildiğimden eminim diyeceğim bir şey varsa o da şudur: Hiçbir şey geçip gitmemiş olsa geçmiş zaman olmaz, hiçbir şey gelecek olmasa gelecek zaman olmaz, hiçbir şey şu an olmamış olsa şimdiki zaman olmaz. O halde şu iki za­man, yani geçmiş ve gelecek nasıl varolabiliyor, yani geçmiş anık yok­sa, gelecek de henüz yoksa? Şimdiye gelirsek, eğer şimdi hep şimdi ol­muş olsaydı ve geçmişe akıp gitmemiş olsaydı, zaman olmaktan çıkıp ezeli ebedi olurdu. Bu yüzden şimdinin zaman olması geçmişe akıp gi­decek olmasından kaynaklanıyorsa, şimdinin olduğunu nasıl söyleye­biliyoruz, varlık sebebi olmamaya dayandığına göre? Yani aslına ba­karsanız zaten varolmamaya yönelik olmamış olsaydı biz zamanın va­rolduğunu söyleyemezdik

15.   BÖLÜM

Zamanın ölçüldüğü yer. [541]

gerekir, bunun yerine “uzundu” demek gerekir, aynı şekilde geleceğe ılr “uzun olacak.’’ Ya Rab, İşığım, senin Hakikatin karşısında yine mi i'.ıılünç d.uruma düşeceğiz? Çünkü şu uzun dediğimiz geçmiş, geçip (•.iniğinde: mi uzun oldu, yoksa geçip gitmeden önce hâlâ devrede ol­duğu sırmda mı uzundu? Çünkü sadece devrede olduğu sırada uzun olabilir, geçip gitti mi artık uzun olamaz, yani varoluşu tamamen bit­mişse uzıun olmaktan çıkar. Öyleyse geçmişle ilgili olarak “geçmiş za­man uzuın oldu” demememiz gerekir, çünkü onun içinde uzun olabi­lecek herhangi bir şey bulamayız, geçmiş olduğu anda varlığı da son- laııdığınaı göre. Bunun yerine, “Sözünü ettiğimiz zaman yaşandığı sıra­da uzundu” dememiz gerekir, çünkü söz konusu zaman yaşandığı sı­rada uzuındu. Çünkü o sırada henüz geçip gitmemişti, dolayısıyla var­lığı sonlammamıştı, bu yüzden uzun olması mümkündü. Ama geçip gitmesinin ardından aynı anda uzun olmaktan da çıkar, çünkü varolu­şu sonlamır.

19.   O1 halde ey insan ruhu, bak bakalım şimdiki zaman uzun olabi­lir mi oLamaz mı; çünkü sana zaman aralarını anlama ve hesaplama yetisi armağan edildi. Öyleyse bana bu konuda nasıl bir yanıt verecek­sin? Şimdiki zamanda yüzyıl uzun bir zaman mı? ilkin düşün bakalım, yüzyılın :şimdiki zamana ait olması mümkün mü. Çünkü biz yüzyılın ilk yılını yaşıyorsak bu ilk yıl şimdidir, diğer doksan dokuz yıl gelecek zamana aittir, dolayısıyla henüz yoktur. ikinci yılını yaşıyorsak, bir yıl geçmişte kalmıştır, biri şimdiki zamandır, diğerleri ise gelecekte yaşa­nacaktır. Aynı şekilde biz bu yüzyılın uçları arasında hangi yılı şimdi­ki zaman olarak kabul edersek edelim önceki yıllar geçmiş olacaktır, sonrakiler de gelecek. Bu da gösteriyor ki yüzyılın şimdiki zamanda yaşanma:sı mümkün değil. O halde en azından içinde yaşadığımız tek bir yılı de alalım. Eğer söz konusu yılın ilk ayını yaşıyorsak sonraki aylar gelecek zamana aittir; ikinci ayını yaşıyorsak ilk ay geçip gitmiş, diğerleri de henüz gelmemiştir. Demek ki yaşadığımız yılın tamamı şimdiki zaman değildir ve tamamı şimdiki zaman değilse o yıl şimdiki zamana ait değildir. Çünkü bir yıl on iki aydan ibarettir ve hangi ayını yaşıyorsak o ay şimdiki zamana aittir, diğerleri ya geçmiştir ya da gele­cek. Yaşadığımız ay bile şimdiki zaman değildir, ancak bir günü şim­diki zamana aittir. Ayın ilk gününü yaşıyorsak diğer günler gelecek zamana aittir, son gününü yaşıyorsak diğerleri geçmişte kalmıştır; ayın ortalarındaki bir günü yaşıyorsak bu geçmiş ve gelecek günlerin arasında olduğumuzu gösterir.

20.     'işte şimdiki zaman bakın nerdeyse bir günlük araya sığdırıldı, oysa şimdiki zamanla ilişkili olarak sadece ona uzun diyebileceğimizi düşünmüştük Şimdi bu bir tek günü de inceleyelim görelim, çünkü o bile bütünüyle şimdiki zamana ait değil. Bir gün gece ve gündüzün sa­atlerinin toplamından, yani yirmi dört saatten oluşuyor. Ilk saate göre hesaplandığında diğer saatler gelecek zamana ait oluyorlar, sonuncu saate göre hesaplandığında geçmiş zamana ait. Bu ikisi arasındaki her­hangi bir saate göre hesaplandığında ise söz konusu saatten öncekiler geçmişe, sonrakiler ise geleceğe ait sayılıyorlar. Bu bir tek saat bile uçucu, kaçıcı parçacıklardan oluşuyor, hangisi uçsa geçmiş zamana ait oluyor, hangisi kalsa gelecek zamana. Eğer zamanda minicik bir par­çaya bile bölünemeyecek an varsa, işle sadece o ana şimdiki zaman di­yebiliriz. Ama o an gelecekten geçmişe öyle hızlı uçar gider ki, durala- yacağı bir süre hiç olmaz. Duralasaydı geçmişe ve geleceğe bölünebi­lirdi. Ama şimdiki zaman hiç duralamaz. O zamarı uzun diyebileceği­miz bir zaman var mı? Gelecek zaman mı? Yok, onun için de “uzun­dur” diyemiyoruz, çünkü henüz gelmemiştir, gelmemişse uzun da ola­maz. Bu yüzden “uzun olacak” diyoruz. Peki ne zaman uzun olacak?

1 iğer gelecekte uzun alacaksa henüz uzun değil demek ki, çünkü uzun olacağı zaman henüz ortalıkta yok. Eğer gelecek geçtikten sonra -ki böyle bir zaman da henüz ortalıkta yok- ve şimdiki zaman olarak va­rolmaya başlayınca uzun alacaksa, işte belki o anda uzun olabileceği bir zamana kavuşabilecek. Ama şimdiki zaman oradan avazı çıktığı kadar bağırıyor, benim uzun olmam mümkün değil diye.

16. BÖLÜM

Hangi zaman ölçülebilir, hangisi ölçülemez.

21.     Her şeye rağmen ya Rab, zamanın aralıklarından haberdarız, bunları kendi aralarında kıyaslıyoruz ve kimi ne uzun, kimine kısa di­yoruz. Hatta bu aralıkları ölçebiliyor ve hangisinin hangisinden daha uzun olduğunu ya da hangisinin hangisinden daha kısa olduğunu söy­leyebiliyoruz; şunu ölçüt alırsak, bu şu anın iki katı ya da üç katı di­yoruz örneğin ya da ikisinin süresi de aynı diyoruz. Ama bu geçip gi­den anları ölçebiliyorsak ancak onları algıladığımız sırada ölçebil iyo- ruz. Yoksa artık olmayan geçmişi, henüz olmayan geleceği kim ölçebi- I ir? Ha, biri kalkıp da olmayan bir şeyin ölçülebileceğini söyleme cü­reti gösterir, tabii o başka. O halde zaman geçerken algılanabilir ve öl­çülebilir, ama geçip gittiği anda artık olmadığından algılanamaz ve öl­çülemez.

1 7. BÖLÜM

Geçmiş ve gelecek zaman neredeler? [542]

rıldığmı daha çocukken öğrenmiştik, ben de başka çocuklara öğret­miştim. O halde bana zaman üçe ayrılmaz, sadece şimdiki, zaman var, diğer ikisi yok diyecek biri çıkabilir mi? Ya da o ikisi de var, ama za­man gelecekten şimdiye geçtiğinde gizli bir yerden mi çıkıyor ve şim­diden geçmişe hareket ettiğinde de yeniden gizli yerine mi çekiliyor diye soran biri olabilir mi acaba? Gelecekten haber verenler gelecekte- kileri nasıl gördüler öyleyse, gelecek henüz yoksa? Çünkü olmayan bir şeyi görmek imkansız. Geçmişteki olayları anlatanlar da onları gönül gözleriyle görmemiş olsalardı doğru şekilde aktaramazlardı. Geçmiş olmamışsa hiçbir şekilde görülemez. Demek ki hem gelecekte yaşana­caklar hem de geçmişte yaşananlar mevcut.

18. BÖLÜM

Gelecek ve geçmiş zaman nasıl şimdiki zaman oluyor? [543]

l.maıı hayallerinin doğurduğu sözcükleri aktarıyor, çünkü bu olaylar ıd ı ıp bittiklerinde duyu algımız sayesinde zihnimizde izlerini bırakmış

  1i ıyorlar. Böylece artık varolmayan çocukluğum artık varolmayan gecıniş zamanda bulunuyor. Ben o günleri hatırladığımda ve anlatma- \ '.ı haşladığımda, o günlerin hayallerine şimdiki zamanda bakıyorum, ı_ ııııkü bu hayaller benim zihnimde hala capcanlı. Gelecekle ilgili tah­minlerde bulunurken de aynı işlemi mi yapıyoruz, yani henüz olma­mış olan olayların imgeleri bu olayların evvelce var olan imgeleri saye- .ıııde mi tahmin ediliyor, hiç bilmiyorum ve bilmediğimi de kabul

  diyorum Tanrım. Ama en azından şunu biliyorum: Biz çoğunlukla gelecekte yapacaklarımızı önceden düşünmeye başlıyoruz ve bu şekil­de önceden düşünme süreci şimdiki zamanda gelişiyor, oysa önceden yapmayı düşündüğümüz eylemler gelecekte gerçekleşeceğinden, şim­diki zamanda gerçekleşmiyorlar. Kolları sıvayıp önceden düşündüğü­müz eylemi gerçekleştirmeye başladığımızda, işte o eylem ancak o sı- ı ada gerçekleşiyor, çünkü artık gelecek zaman değil, şimdiki zaman devreye girmiş oluyor.

24.    Geleceğe ilişkin bu gizemli önsezi nasıl işliyorsa işliyor orası meçhul, ama sezilen neyse ancak varolduğunda sezilebiliyor. Sezildiği anda da gelecek zaman değil şimdiki zaman devreye giriyor. O halde geleceği önceden görme söz konusu olduğunda, henüz olmamış olay­dır, yani ancak gelecekte gerçekleşecek olaylar görülmüyor, bunları gerçekleştirecek nedenler ya da belki de birtakım belirtileri görülebili­yor, çünkü bunlar şimdiki zamanda mevcut. Dolayısıyla onları gören­lere gelecek zamanda değil de şimdiki zamanda görünüyorlar. Bu ne­denler ya da belirtiler aracılığıyla henüz gelecek zamanda gerçekleşe­cek olaylar zihinde canlandırabiliyor ve bu şekilde tahminde bulunu­luyor. Zihinde canlanan resimler şimdiki zamanda mevcut, böylece

geleceği yorumlayanlar zihinlerinde halen mevcut resimlere bakarak yorumda bulunuyorlar. Bu konuda yığmla örnek var, bunlardan, bir tanesini görelim: Şafak vakti göğe bakıyorum diyelim ve güneşin do­ğacağını tahmin ediyorum. Baktığım şafak orada mevcut, ama tahmin ettiğim olay gelecekte olacak Gelecekte olacak olan güneşin kendisi değil tabii, çünkü güneş de orada mevcut. Ben onun doğuşu hakkında tahmin yürütüyorum, yani henüz olmamış bir olay hakkında. Ne var ki onun doğuşuna ilişkin bir şeyler söylediğim anda bunu zihnimde de canlandırmamış olsaydım hakkında hiçbir tahminde bulunamaz­dım. Gökyüzünde gördüğüm şafak vakti güneşin doğuş ant değil, sa­dece güneşin doğuşunun bir belirtisi. Ama bu belirti de benim zih­nimde canlandırdığını güneşin doğuşuyla ilgili resim değil. Ben hem şafağı hem de zihnimdeki resmi, yani ikisini de aynı anda görüyorum, işte bu sayede güneşin doğacağını önceden söyleyebiliyorum. O halde gelecek zaman henüz gerçekleşmemiş zamandır, gerçekleşmediğinden de henüz mevcut değildir, mevcut değilse görülemez de. Ama şimdiki zamanda mevcut olan birtakım belirtilerden sezilebilir, çünkü o belir­tiler şimdide mevcuttur, dolayısıyla görülebilirler.

19. BÖLÜM

Tanrı'nın gelecek zamanı bize nasıl öğrettiğini kavrayamıyor. [544]

e ok uzaklarında; algımın çok üstünde; benim ona erişecek gücüm yok. Ancak sen bu gücü bana ihsan ettiğinde erişebileceğim, ey gör­mez gözlerimin tatlı lşığı.

20.    BÖLÜM

Üç farklı zamanı ne şekilde adlandırmalıyız?

26.    Ama gayet açık ve seçik olarak anladığım bir şey varsa o da ge­lecek ve geçmiş zamanın olmadığı. Bu yüzden zaman geçmiş, şimdi ve gelecek diye üçe ayrılır demek aslında pek de doğru değil. Belki şöyle demek daha doğru, zaman üçe ayrılır, geçmişte yaşananların şimdiki .•.amanı, şimdi yaşananların şimdisi ve gelecekte yaşanacakların şimdi­ki zamanı. Evet, bu üç zaman benim ruhumda mevcut, onları başka bir yerde göremiyorum. Geçmişte yaşananlarla ilgili şimdi benim bel­leğim; şimdi yaşananlarla ilgili şimdi doğrudan algı; gelecektekilerin >imdisi ise beklenti. Bu şekilde tanımlamamda bir mahsur yoksa o za­man üç zaman olduğunu görüyorum ve zamanın üçe ayrıldığını kabul ediyorum. Daha açık şekilde şöyle de ifade edilebilir: “Zaman üçe ayrı­lır: Geçmiş zaman, şimdiki zaman ve gelecek zaman." Bu doğru bir ta­nımlama değil, ama hepimiz böyle biliyoruz. Bu tanımlamayı kabul et­miyor değilim, itirazım da yok, eleştirmiyorum da, yeter ki ne dediği­mizi anlayalım, yani gelecek ve geçmişin şu an olmadığını. Zaten gün­lük dildeki kullanımların pek azı doğru, çoğu yanlış, gene de meramı­mızı bir şekilde anlatabiliyoruz işte. [545] şu zamanın iki katı ya da bu zaman şu zamanın aynısı diyebiliyoruz ya da ölçebildiğimiz ve b ir karara varabildiğimiz diğer zaman süreleriyle ilgili benzeri şeyler söyleyebiliyoruz. Bu yüzden, demin de dediğim gi­bi, zamanı akıp geçerken ölçüyoruz. Şimdi biri bana, “Bunu nereden biliyorsun?” diye soracak olsa yanıtım şu olur: “Biliyorum, çünkü öl­çüyoruz, olmayan bir şeyi ölçemeyiz; ama geçmiş ve gelecek zaman mevcut değil.” Peki şimdiki zamanı nasıl ölçüyoruz, bir mekanı yoksa? Şimdiki zamanı akıp geçerken ölçüyoruz, akıp geçtikten sonra ölçme­miz mümkün değil, çünkü ölçülecek bir şey kalmıyor ortada. Peki öl­çerken zaman nereden, nasıl ve nereye akıyor? Gelecekten gelmedik­çe? Şimdide duralamadıkça? Geçmişe gitmedikçe? Başka deyişle gele­cekten gelirken, henüz ortalıkta görünmüyor, şimdiden geçerken du- ralayacağı bir mekan bulamıyor, geçmişe akıp gittikten sonra ortadan kalkıyor. Peki biz zamanı bir mekanda ölçerken aslında neyi ölçmüş oluyoruz? Çünkü biz zamandan söz ederken zamanda belli bir durala­ma anını göz önünde bulundurmadıkça, bu temel ölçüm, şu bunun iki katı, üç katı ya da bu ikisi benzer türünde şeyler söyleyemeyiz ki. Zaman akı p geçerken hangi duralama anını ölçüt alıyoruz? O an zama­nın akmaya başladığı gelecekte mi? Ama olmayan bir anı ölçemeyiz ki. Akmakta olduğu şimdiki zamanda mı? Ama duralamadan geçiyorsa yine ölçemeyiz ki. Akıp gittiği geçmişte mi? Ama artık olmayan bir şe­yi ölçemeyiz ki. [546] ııstüne, şu hem aşikar hem de örtük olan yanıtın üstüne; lütfel, içine • .üzüleyim bu suların, senin ışığınla göstersinler bana kendilerini ya Kab. Kime sorarım yoksa bunları? Senden daha şifalı gelecek başka bi­ri mi var ki cehaletimi ona açayım, Kulsal Kitabını anlamak için giriş­liğim bunca hummalı çalışma bir tek seni huzursuz etmeyeceğine gö­re? Aşkıyla yanıp tutuştuğumu bana bahşet, çünkü bu ateşi sen yaktın içimde, ben öyle aşık oldum. Bahşet Baba, çünkü oğullarını armağan­larla nasıl donatacağını sen çok iyi bilirsin, [547] [548] n’ olur bahşet, çünkü ben unlamak işini üsllendim ve sen bana anlatana kadar da bu yük bana çok ağır gelecek. İsa adına yalvarıyorum, Azizlerin Azizi İsa adına yal­varıyorum, bu yolda bana kimse engel olmasın. Ben sana inandım, işte hu inançla konuşuyorum.20 Bütün umudum Rabbin güzelliğini temaşa edebilmek, işle ben bunun için yaşıyorum. Bak işte günlerim yaşlan­maya yazgılı, geçip gidiyorlar, nasıl geçip gittiklerini ise ben hiç bilmi­yorum. Hiç d urmadan zaman zaman diyoruz, süre süre diyoruz: “O hunu ne zaman söyledi!” “O bunu ne kadar sürede yaplt?” “Ben şunu görmeyeli ne kadar zaman oldu?" “Bu heceleri söylemek, tek ve kısa hir heceyi söylemekten daha fazla zaman alıyor." Hep böyle şeyler söylüyoruz, hep böyle şeyler işitiyoruz, anlaşılıyoruz, anlıyoruz. Apa­çık sözler bunlar, bunlarla her gün karşılaşıyoruz, ama bir o kadar da kapalılar ki, bulunduklarında yepyeni bir keşif oluyorlar.

23. BÖLÜM

Zaman nedir?

29.    Alim bir kişiden güneşin, ayın ve yıldızların kendi içlerindeki

hareketlerinin zaman olduğunu işitmiştim, ama onun bu düşüncesine katılmamıştım. Çünkü niçin bütün cisimlerin hareketi de zaman ol­masın ki? Gökyüzündeki cisimlerin hareketi dursa, o sırada çömlekçi­nin tekerleği dönmeye devam etse, onun deveranını ölçebileceğimiz bir zaman olmayacak mı, örneğin düzenli aralıklarla dönüyor, bazen daha yavaş, bazen daha hızlı dönüyor, bazı dönüşler daha çok, bazıla­rı da daha az süre alıyor gibi şeyler söyleyemeyecek miydik yani? Bun­ları söylerken de zaman içinde konuşuyor olmayacak mıydık ya da kullandığımız kelimelerin kimi uzun kimi kısa hecelerden, yani uzun­ları uzun süre titreşen, kısaları kısa süre titreşen hecelerden oluşmaya­cak mıydı yani? Tanrım lütfet, insanlar bu küçük örneklerde, hem kü­çük hem de büyük meselelerde geçerli olan evrensel doğruları göre­bilsin. Yıldızlar ve gökteki ışık saçan diğer cisimler zamana, günlere, yıllara işaret etsinler diye yaratılmışlar.21 Sahiden de öyleler. Ama ben nasıl ki o tahtadan tekerlekçiğin bir deveranının bir gün olduğunu söyleyemezsem, o alim kişi de onun bir deveranının zaman olduğunu söyleyemez.

30.    Ben cisimlerin hareketlerini ölçmemize ve örneğin şu hareket bunun iki katı süre alıyor dememize olanak tanıyan zamanın kudreti­ni ve doğasım bilmek istiyorum. Çünkü şunu merak ediyorum: Biz gün dediğimizde sadece günü geceden ayırt etmemizi sağlayan güne­şin dünyamızın üstünde durduğu süreyi anlamıyoruz, güneşin doğu­dan batıya doğru bütün seyrini anlıyoruz ve buna göre “onca gün ge­çip gitti” diyoruz, hatta onca gün derken, geceleri de kastediyoruz, ge­celeyin geçen süreleri ayrı ayrı hesaplamıyoruz. Demek ki tam bir gün [549]

jmneşin doğudan batıya seyrinden ibaret. O zaman soruyorum, bu ha- ı ekctin kendisi mi bir gün ediyor, yoksa bu hareketin tamamlanması iı m gereken süre mi ya da her ikisi mi? Eğer birincisiyse, yani gün gü- ı uvsin hareketiyse, güneş seyrini bir saat gibi kısa bir sürede tamamla­dığı halde gün hâlâ sürüyor olacak. İkincisiyse, bir güneş doğuşun- ı Lııı, öteki güneş doğuşuna kadar bir saatten kısa bir süre söz konu- .ııysa bu süre bir gün etmeyecek, çünkü güneş yirmi dört kez dolan­mak ki bir günü tamamlayabilsin. Her ikisiyse, ikisine d.e gün denme­yecek, eğer güneş bir saatte bütün seyrini tamamlıyorsa ya da güneş ılıırsa bile o sırada onca zaman, yani güneşin bir sabahtan öteki saba- 1 ıa kadar doğal seyrini tamamlaması için gereken zaman hâlâ akmaya devam ediyorsa. Ama ben şu an gün dediğimiz olayın ne olduğunu değil, zamanın ne olduğunu soruyorum, sayesinde güneşin dolanımını hesaplayıp bu dolammım on iki saat gibi kısa bir sürede tamamlamış , >lsaydı, dolanımını doğal süresinin yarısı kadar bir sürede tamamla­mış olurdu dediğimiz zamanı; bu iki süreyi birbiriyle kıyaslayıp, gü­neş doğudan batıya seyrini, bazen on iki saatte, bazen bunun iki katı .ürede tamamladığı halde birine on iki saat, diğerine bunun iki katı dediğimiz zamanın ne olduğunu. Bu nedenle kimse bana göksel cisim­lerin hareketinin zaman olduğunu söylemesin. Muharebeyi zaferle so­nuçlandırmak için bir adam bir vakitler dua edip güneşi durdurdu;22 evet, güneş durdu, ama zaman akmaya devam etti. Muharebe için ne

Liber Iosue, 10.12-13: “Rabbin Arnorluları İsraillilerin karşısında bozguna uğrattığı gün Yeşu halkın önünde Rabbe şöyle seslendi: ‘Dur ey güneş Gi- von üzerinde ve Ay, sen de Ayalan Vadisinde.’ Halk düşmanlarından öcü­nü alıncaya dek güneş durdu, ay da yerinde kaldı. Bu olay Yeşu Kitabı'nda da yazılıdır. Güneş yaklaşık bir gün boyunca göğün ortasında durdu, bat­makla gecikti.”

kadar süre gerekiyorsa, muharebe o süre içinde yapıldı ve bitli. Bu yüzden ben zamanın bir tür yayılım olduğunu görüyorum. Ama gör­düğüm şey doğru mu? Yoksa böyle mi görüyorum? Bunu sen bana göstereceksin ey Işık, ey Hakikat.

24. BÖLÜM

Zaman cisimlerin hareketini hesaplamamıza yarar.

31.     Zaman cisimlerin hareketidir diyenlerin görüşüne katılmamı mı buyuruyorsun? Hayır, bunu buyurmuyorsun. Çünkü zaman olma­dan hiçbir cisim hareket edemez diyen sesin i işitiyorum; evet, bunu sen söylüyorsun. Ama ben cismin hareketinin zaman olduğunu söyle­yen sesleri işitmiyorum; çünkü bunu sen söylemiyorsun. Çünkü bir cisim hareket ettiğinde hareketin süresini, yani hareketin başladığı an­dan bitişine kadarki süreyi ölçmemi sağlayan zamanın kendisi. Hare­ketin başlama noktasını göremezsem ve hareket devam ederken be­nim izleyenıed i ği m bir noktada biterse ölçüm yapamam, belki ancak gördüğüm başlangıç noktasından izleyebildiğim son ana kadarki süre­yi ölçebilirim. Hareketi uzun süre izlemiş olursam sadece uzun süre sürdü diyebilirim, ama ne kadar sürdüğünü tam. olarak söyleyemem, çünkü ne kadar dediğimizde kıyaslama yaparak, örneğin “Bunun sü­resi, şunun süresi kadar” ya da “Bunun süresi şunun süresinin iki katı" diyoruz veya buna benzer kıyaslamalar yapıyoruz. Ama hareket halin­deki bir cismin mekanda hangi noktadan başlayıp hangi noktaya gel­diğini ya da bu cismin bir çarkta döndüğünü düşündüğümüzde par­çalarının hareketini tespit edebilirsek, o zaman bu cismin iki nokta arasındaki hareketini ya da parçalarının devrini tamamlaması için ne kadar süre gerektiğini de söyleyebiliriz. Görüldüğü gibi, bir cismin

harekeli başka bir şey, onun harekelinin süresini ölçmemize yarayan 11 ac başka bir şey. Bu yüzden bunlardan hangisine zaman denmesi ge- ı <•-kliğini hala anlayamayacak biri olabilir mi? Dahası bu cisim bazen l.ırklı hızlarda hareket eder, bazen de durur. Dolayısıyla biz zamanı .ıraç olarak kullanıp cismin hızını hesapladığımız gibi, duruşunu da hesaplarız ve, “Hareket etme süresi kadar durdu” ya da “Hareket etme •tiresinin iki ya da üç katı kadar bir süre durdu,” deriz veya dakik bir t-klzlemde bulunarak ya da kaba bir tahmin yürüterek, alışkın olduğu- rn uz tarzda bir ifadeyle “aşağı yukarı” diyerek başka türlü bir hesap çı­karırız. Su halde bir cismin, hareketi zaman değil.

25.   BÖLÜM

Konuşmasına ara verip yeniden Tanrı'ya yakarıyor.

32.    Sana iliraf etmeliyim ki, ya Rab, hala zamanın n.e olduğundan 1 »ihaberim ve bir itirafım daha var ki, bütün bunları söylerken zamana bağlı olduğumu biliyorum, uzun zamandır zaman hakkında konuştu­ğumu ve bu uzun zamanın aslında uzun olmayıp sadece bir zaman aralığı olduğunu biliyorum. O halde ben zamanın ne olduğunu bile­mezken bunu nasıl biliyorum? Yoksa bildiğim bir şeyi ifade etmeyi mi bilemiyorum? Vah bana, bilmediğim şeyin ne olduğunu bile bilemiyo­rum! İşte Tanrım, şimdi senin huzurundayım, çünkü yalan söylemiyo­rum. Dilim ne söylüyorsa yüreğim de aynısını söylüyor. Sen yakacak­sın benim kandilimi ya Rab, Tanrım, sen aydınlatacaksın benim ka­ranlıklarımı.[550]

26.   BÖLÜM

Zamanın hesaplanması.

33.     Zamanı ölçebilirim derken ruhum sana doğruyu söylemiyor mu? Evet, sahiden Tanrım, zamanı ölçüyorum, ama neyi ölçtüğümü bilmiyorum. Zaman vasıtasıyla cisimlerin hareketini ölçüyorum. Öy­leyse zamanı da ölçmüş olmuyor muyum? Cismin hareketinin meyda­na geldiği zamanı ölçmedikçe cismin hareketini ölçebilir miyim, yani bu hareketin ne kadar sürdüğünü, buradan şuraya ne kadar sürede ulaştığını ölçebilir miyim sahiden? O halde zamanı nasıl ölçüyorum? Ya da kısa bir zamanla uzun bir zamanı ölçebiliyor muyum, örneğin dirseğimizden orta parmağımıza kadar olan uzunlukla[551] kirişin uzun­luğunu ölçtüğümüz gibi? Çünkü kısa bir hecenin süresi ile uzun bir hecenin süresini ölçüp kısasının iki katı dediğimizde böyle yapmış oluyoruz. Aynı şekilde şiirleri dize sayılarına göre ölçüyoruz, dizeleri ayak sayısına göre, ayaklarını da hece sayısına göre ve uzun heceleri kısalarıyla ölçüyoruz. Bunları ölçerken şiirlerin yazıldıklan sayfaları ölçüt almıyoruz -böyle yapsak mekanı ölçmüş oluruz, zamanı değil— şiirler okunurken akıp giden sözleri temel alıyoruz ve şöyle diyoruz: “Bu uzun bir şiir, çünkü şu kadar dizesi var. Bu dizeler uzun, çünkü her biri şu kadar ayaktan oluşmuş. Ayaklar uzun, çünkü şu kadar he­ceden oluşmuş. Şu hece uzun, çünkü kısasının iki katı.” Ama bu du­rumda bile zamanı dakik şekilde hesaplamış olmuyoruz. Çünkü kısa

lıir dize yavaş okunduğunda, hızlı okunan bir dizeye göre daha uzun .üre alabiliyor. Aynı şey bütün bir şiir, bir ayak ya da bir hece için de geçerli. İşte buradan hareketle zamanın bir yayılımdan başka bir şey olmadığım anlıyorum. Ama neyin yayılımı olduğunu bilmiyorum, /ilmin yayılımı olmasın sakın, bu oldukça şaşırtıcı olur. Yalvarırım 1 'anrım, kaba bir hesapla “Bunun süresi şundan daha uzun" ya da da­kik bir şekilde, “13u şunun iki katı kadar" dediğimde neyi ölçmüş olu­yorum? Biliyorum, zamanı öLçmüş oluyorum. Ama henüz ortalıkta ol­mayan geleceği ölçmüyorum, hiç ara vermeden yayılan şimdiyi ölç­müyorum. ve artık akıp gitmiş olan geçmişi de ölçmüyorum. O halde ııc ölçüyorum? Yoksa geçip gitmiş zamanı değil de geçmekte olan za­manı mı ölçüyorum? Bunu yukarıda da belirtmiştim.

27.    BÖLÜM

Zamanı zihinde tutarak nasıl ölçüyoruz?

34.     Sebat et zihnim, var gücünle dikkat kesil. Tanrı bizim yardım­cımız, bizi O yarattı, kendimiz değil.2'5 Dikkat kesil hakikatin ağardığı lan yerine. S,imdi varsayalım ki bir cisim ses çıkarmaya başladı, ses ya­yıldı, yayıldı, sonunda kesildi ve etraf sessizliğe büründü. Ses geçip gitti ve artık yok. Ses başlamadan önce gelecekteydi ve ölçülmesi mümkün değildi, çünkü henüz yoktu; şimdi de ölçülemez, çünkü ar­lık yok O halde ses duyulmaya başladığı anda ölçülebilirdi, çünkü o anda ölçülebilecek şekilde varolmuştu. Ama o anda bile yerinde dur­muyordu ki, çünkü akıyordu ve geçip gidiyordu. Yoksa tam da bu ne­denle mi ölçülmesi mümkündü? Çünkü geçip giderken, şimdiki za­manın hiçbir mekanı olmadığından, belli bir zaman aralığına, ölçül-

"5 Liber Psalmorum, 62.8; 100.3.

AUGUSTİNUS

mesini mümkün kılacak bir zaman aralığına yayılıyordu. İşte ölçülse ölçülse o arada ölçülebilirdi. Ama şimdi başka bir ses duymaya başla­dık diyelim. Ses yayılıyor, yayılıyor, bitip tükenmeden, hiç aralıksız. Ölçeceksek yayı lırken ölçeceğiz, çünkü yayılması bitince geçip gide­cek ve ortada ölçülebilecek bir şey kalmayacak. Bu yüzden ancak o sı­rada dakik bir şekilde ölçüp ne kadar sürdüğünü söyleyebiliriz. Ama ses hâlâ devam ediyorsa, o zaman ancak sesin duyulmaya başladığı başlama anından sesin kesildiği bitiş anına kadarki süreyi ölçebiliriz. Öyleyse bizim ölçtüğümüz şey başlangıçtan sonuca kadarki ara. Zaten

bu yüzden henüz sonlanmamış bir scsi ölçemiyoruz, yani ne kadar kı­sa, ne kadar uzun sürdüğünü, şu süreyle ya da bu süreyle aynı diye­miyoruz veya şu süre kadar ya da onun iki kan kadar diyemiyoruz, kı­sacası böyle bir oranlama yapamıyoruz. Ama ses kesilip bitince de or­talıktan kayboluyor. Öyleyse nasıl ölçülebilecek? Her şeye rağmen biz süreleri ölçebiliyoruz. Ama bu süreler henüz olmayan, şimdi olan ve artık olmayan süreler değil, zamana hiç ara vermeden yayılan ya da hiç sona ermeyecek süreler de değil. O halde bizim ölçtüğümüz süre­ler ne gelecek, ne geçmiş, ne şimdi ne de akıp gitmekte olan anlar. Yi­ne de biz süreleri ölçebiliyoruz.

35.    “Dcus creator omnium” (“Tanrı her şeyin Yaratıcısıdır”^ dize­si kısalı uzunlu sekiz heceden oluşuyor. Kısa olan dört hece, yani bi­rinci, üçüncü, beşinci ve yedinci hece dört uzun heceye oranla, yani ikincisi, dördüncü, altıncısı sekizinci heceye oranla yalındırlar. Uzun hecelerin her biri kısaların iki katı uzunluktadır. Bu kelimeleri oku­maya başladığımda bunun böyle olduğunu anlıyorum, çünkü duyu al­gımla aradaki farkı seçebiliyorum. Duyu algım farkı hissettiği sürece [552] ılı- uzun heceyi kısasıyla ölçüyar ve iki kat uzunlukta olduğunu görü­yorum. Ama bir hecenin ardından diğeri gelmeye başladığında, kısası imce gelip de uzunu sonra gelirse, kısasını nasıl tutup da uzununu ölçmede kullanacağım ve böylece uzununun iki kat daha uzun oldu­ğunu söyleyeceğim, kısa hecenin sesi bitmeden uzun hece ses verme­diğine göre? Öyleyse uzun heceyi okunduğu sırada ölçemiyor muyum, yani okunup bittikten sonra mı ölçebiliyorum? Ama okunup bitince ge­çip gitmiş oluyor. O halde neyi ölçeceğim? Ölçüm yapmamı sağlayan, kısa hece nerede o anda peki? Ölçeceğim uzun hece nerede? Her ikisi de okundu ve uçup gitti, geçmişe karıştı, artık yok. Buna rağmen ben onları ölçebiliyorum ve bu iki heceyi işiten kulaklarıma güvenebildi- ı>,im kadar güvenip kendimden emin bir şekilde birinin kısa, diğerinin onun iki katı olduğunu söylüyorum, tabii zaman içindeki sürelerini kastediyorum. Bu ölçümü heceler sonlaıımadıkça ve ortadan kaybol­madıkça da yapamıyorum. Bu yüzden ben hecelerin kendisini ölçemi­yorum, çünkü artık ortalıkta görünmüyorlar, ben onların hafızama ça­kılı kalan izlerini ölçüyorum.

36.    Sende ey zihnim, zamanı sende ölçüyorum. Dikkatimi dağıtma benim, bu böyle; sen de dikkatini dağıtayım deme sendeki izlenimle­rin curcunasına kapılıp. Bak diyorum ki, ben sende zamanı ölçüyo­rum. Geçip giden olaylar geçip gittiklerinde sende bir iz bırakıyorlar. Işte ben o andaki izi ölçüyorum, bu izi bırakarak geçip giden olayları değil. İşte ben zamanı ölçerken bu izi ölçüyorum. O halde bu iz ya za­manın kendisi ya da ben zamanı ölçemiyorum. Peki biz sessiz anları ölçtüğümüzde ve, “O sessizlik süresi sesin duyulduğu süre kadar uzun sürdü” dediğimizde ne oluyor? Sesi sanki duyuyorınuşum gibi, zih­nimde canlandırıp ölçmüyor muyum ve böylece o sesin işitildiği za­mandaki sessizlik anlarının süresini tayin edemiyor muyum? Çünkü nasıl ki hiç ses çıkarmadan, hiçbir şey söylemeden içimizden şiirleı. mısralar okuyoruz, değişik türde nutuklar atıyoruz, aynı şekilde yiııi' içimizden sanki yüksek sesle söylüyormuşuz gibi, hareketlerinin uzunluklarını, zamanda kapladıkları süreleri, birbirleriyle oranlarım da tayin edebiliyoruz. Diyelim ki biri uzunca bir ses çıkarmak istedi ve önceden düşünüp bu sesin ne kadar uzun süreceğini de belirledi, aynı şekilde susacağı süreyi de belirledi ve hafızasına güvenip belirle­diği sürenin sonuna gelene kadar o scsi çıkarmaya başladı. Belki şöyle demek daha doğru olacak: Ses çıktı ve çıkacak. Çünkü duyulan ses se­sin akıp gitmiş olan kısmı, sesin kalanı ise çıkınaya devam ed.ecek ve bu şekilde eylem sona ermiş olacak. l3ütün bu süreçle hep şimdide olan içsel farkındalık geleceği geçmişe taşır, geleceği azaltıp geçmişi çoğaltarak, ta ki gelecek tamamen tükenineeye ve her şey geçmiş oluncaya değin.

28. BÖLÜM

Zaman zihinde ölçülür. [553]

edilebilir mi? Ama dikkat kesintisizdir, bu sayede şimdi olacak olanı yok oluncaya kadar sürdürür. O halde uzun olan henüz ortalıkta ol­mayan gelecek zaman değil, uzak gelecek dediğimiz uzun bir gelecek .-.amanın beklentisi. Geçmiş de uzun değil, çünkü artık ortalıkta yok, ıızak geçmiş dediğimiz geçmişin uzun uzun hatırlanışı.

38.     Diyelim ki, bildiğim bir ilahiyi okumak üzereyim. Başlamadan tınce beklentim ilahinin bütününe yönelir. Ama okumaya başladığım­da, geçmişe atmış olduğum ilahiden dökülen dizeler hafızamın nesne­si haline gelmeye başlar. O an gerçekleştirdiğim eylem iki yola yayılır, söylemiş olduğum sözlerden dolayı hafızama ve söylemek üzere oldu­ğum sözlerden dolayı beklentime. Ama dikkatini şimdide olanın üze­rindedir, bu sayede gelecekte olanı geçip gitsin diye geçmişe taşır. Ey­lem bu şekilde uzar, uzar ve uzadıkça beklentim azalır, hafızam çoğa­lır, ta ki bütün beklentim tükenene ve bütün eylemim sona erip hafı­zama geçene kadar. İlahinin bütününde geçerli olan tek tek her parça­cığında ve tek tek her hecesinde de geçerlidir. Bu ilahinin de yer aldığı daha büyük bir eylem söz konusu olsa yine aynı şey geçerli olacaktır. Bireyin bütün ömründe de bu geçerlidir, o ömürde bireyin bütün ey­lemleri bütünün birer parçasıdır, yani insanoğullarının bütün tarihi­nin bir parçasıdır, o bütünde insanların tüm yaşamı sadece birer par­çadır. [554] na göre27 bak benim şu her yöne yayılan yaşamıma. Ama Rabbim’de, seninle, yani Bir Olanla, bizim, yani çok olan arasındaki Şefaatçi sayesinde, pek çok şekilde yoldan sapanların çokluğunda yaşayan İn­sanın Oğlun sayesinde senin o uğurlu elin imdadıma yetişti ki, tutulup yakalandığım Onda Onun aracılığıyla Onu tutup yakalayabileyim,28 eski günlerimden kurtulup Bir Olanın peşinden gitmek için bileyim ve geçmişi unutup gelecekteki gelip geçici şeylere değil de önümde du­ran şeylere yönelebileyim, her yana yayılarak değil bir araya toplana­rak, kopup ayrılarak değil yoğunlaşarak.2y Bu şekilde koşuyorum gök­sel çağrının bahşedeceği ödülün peşinden, işte orada sana övgüler yağdıran sesleri işiteceğim, senin o güzelliğini temaşa edeceğim, gelip geçici olmayan o güzelliğini. Ama şu an yaşadığım yıllar yas içinde ve sen ya Rab, benim tesclliınsin, sen benim ezeli ve ebedi Babamsın; bense düzenini anlayamadığım zamanda dağıldım. Türlü türlü olayın yarattığı fırtınada düşüncelerim, hatta ruhumun en iç organları lime limc oluyor, öyle de olacaklar, ta ki senin aşkının ateşiyle arınıp, eri­yip sana akana kadar. [555] [556] [557]

30.    BÖLÜM

Tanrı'nın evreni yaratmadan önce ne yaptığını sorma gafletine
düşenlere yeniden yanıt veriyor.

40.    Sonra bu kalıbımla sende, Senin Hakikatinde karar kılacak ve lıi ç sarsılmadan öyle duracağım; insanların sorularına da maruz kal­mayacağım artık, yakalandıkları şu sancılı hastalık yüzünden içlikçe .ıısayan ve, “Tanrı göğü ve yeri yaratmadan önce ne yapıyordu?" ya ıla, “Tanrı’nın aklına bir şey yaratma fikri nereden geldi böyle, hiçbir . aman hiçbir şey yaratmadığı halde?" diye soran insanların. Lütfet on­lara, ya Rab, söylediklerini dikkatlice düşünsünler ve zamanın olmadı­ğı yerde hiçbir zaman demlemeyeceğini anlasınlar. Tanrı’nın hiçbir za- ıııan hiçbir şey yaratmadığını söylemek, bir şey yarattığında zaman yok demekle eş değil mi? O halde lütfet, görsünler yaratım olmaksızın zaman da olamaz, lütfet anık bu boş konuşmaları bıraksınlar. Lütfet anık önlerinde duranlara yönelsinler, senin bütün zamanlardan önce, lıütün zamanların ezeli ve ebedi Yaratıcısı olduğunu anlasınlar, hiçbir zamanın ya da hiçbir yaratımın seninle ezeli ve ebedi olarak bir arada bulunamayacağını da, zamanın ötesinde bir yaratım düzeni olsa bile.30

31.    BÖLÜM

Tanrı nasıl bilinir, yarattığı varlıklar nasıl?

41.     Rab Tanrım, ne uçsuz bucaksız sırların var senin, derin mi de­rin ve ne kadar uzaklara alılmışım ben bunlardan, günahlarımın pe­şinden sürüklenip? Şifa ver gözlerime, senin nurunla coşsun gönlüm. [558]

Bu kadar yüce bilgiyle donanımlı, önsezisi bu kadar güçlü bir zihin ol­saydı, şu bana çok aşina gelen ilahiyi bilebildiğim gibi geçmişi geleceği apaçık bilebilseydi, kuşkusuz böyle bir zihni hayranlıkla karşılar, kar­şısında korkudan dilimiz tutulurdu. Ne geçmişle yaşananlar saklana­bilirdi bu zihinden, ne de gelecek çağlarda yaşanacaklar, tıpkı o ilahiyi söylerken ona ait ne varsa hiçbirinin benden saklanamaması gibi; o ilahinin başından itibaren ne söylemişim, ne kadar söylemişim, sonu­na kadar ne söyleyeceksem, ne kadar söyleyeceksem hepsini bildiğim gibi. Ama haşa senin geleceği ve geçmişi bu şekilde bilmen düşünüle­mez bile ey Evrenin Yaratıcısı, ey ruhların ve bedenierin Yaratıcısı. Se­nin bilme şeklin çok daha mucizevi, çok daha gizemli. Çünkü bildik bir ilahiyi söylerken ya da bildik bir ilahiyi dinlerken insanın duygula­rı değişir, duyuları gerilir, kah gelecek sözleri beklerken, kah geçmiş sözleri hatırlarken, ama sende durum çok başka, çünkü sen hiç değiş­meden ezeli ve ebecli kalansın, yani sen zihinlerin hakiki, ezeli ve ebe­di Yaraiıcısısın. Sen başlangıçta göğü ve yeri bildin ve bilginde hiçbir değişiklik olmadı ve başlangıçta nasıl biliyorsan göğü ve yeri de öyle yaraliın, yaratırken de hiçbir gerilim yaşamadın. Bu gerçeği anlayan­lar sana tövbe etsin, anlamayanlara da tövbe etmeyi lütfet. Ah sen ne yücelerdesin, ikametgahınsa mazlumların kalbinde! Çünkü sen devri- lenleri yukarı kaldırırsın ve bir daha düşmezler, çünkü onların yük­seldiği zirve sensin.

geçmiş ve gelecek arasındaki gerilimi.

12.      KİTAP1

1.    BÖLÜM

Hakikati araştırmanın zorluğu.

1. Nasıl da çalışıp didiniyor, ya Rab, Kulsal Kitabındaki sözlerinle küt kül atan yüreğim, şu fakir yaşantımda. lnsan aklı kıt da ondan bu kadar lafa boğuluyor yorumlamalar. Çünkü araştırma keşiften daha çok konuşur; talep etme elde etmeden daha uzun zaman alır, kapıyı çalan el içeriye kabul edilenden daha çok iş görür. Ama biz senin va­adine tutunmuşuz, bu vaadi kim çürütebilir? Tanrı bizden yanaysa, kim bize karşı çıkabilir?2 ‘Talep edin, talebinizi alacaksınız; araştırın, bulacaksınız; kapıyı çalın, size açılacak. Çünkü kim talep ederse talep etliğini alır, kim ararsa bulur, kim kapıyı çalarsa kapı açıîır.”3 Işte bunlar senin vaatlerin; Hakikat vaat etmişse, kim kandırılacağından korkabilir? [559] [560] [561]

2.     BÖLÜM

jki tür gökyüzü ve yeryüzü

2. Şu benim naçiz dilim, yücelerdeki sana itirafta bulunuyor, göğü ve yeri sen yarattın diye. Gözlerimle gördüğüm bu gökyüzü, ayak bastı­ğım bu yer, taşıdığını şu topraktan bedenin kaynağı sensin, onların Ya­ratıcısı sensin. Peki ama göklerin göğü nerede, ya Rab, Mezmurları dinlerken, “Göklerin göğü Rabbindir, ama yeryüzü İnsanoğuliarına verilmiştir,”4 şeklinde ifade edilen gökyüzü?ı Bizim göremediğimiz gökyüzü nerede? Onunla kıyaslandığında bizim gördüğümüz her şey sadece bu yeryüzü. Bu maddi bütünlüğe, hiçbir parçası bütün olma­yan bu maddi bütünlüğe, en minik parçasına kadar öyle güzel bir gö­rünüm verilmiş ki. En dibi de bizim dünyamız. Ama göklerin göğüyle kıyaslandığında bizim dünyamızın göğü bile sadece yeryüzü. Bu iki büyük cisme yeryüzü demekte bir sakınca yok,6 insanoğuliarına değil de Rabbe ait olan ve kavrayışımızın çok ötesindeki gökyüzüyle kıyas­landığında.

3. BÖLÜM

Boşluğun üstündeki karanlıkların anlamı.

3.     Hiç şüphe yok ki bu yeryüzü gözle görülmeyen, düzeni olma-

4        Liber Psalmorum, 115.6.

5        Augustinus zamanın akışına ve bu akışın getirdiği değişimlere bel verme­yen göklerin göğünü ön plana çıkararak, bu varlığı yaratılan Adem'den farklı bir yere koyuyor, böylece insanoğlunun zayıf ve biçare halinden kur­tulabileceğine dair bir umut ışığı yakmış oluyor. Bkz. Carl G. Vaught, a.g.e., s. 164.

6        Hem yeryüzüne hem de gökyüzüne.

yan, görünmeyen, üstünde ışık olmayan derin bir boşluktu, çünkü he­nüz bir şekli şeınaili yoktu. Bu nedenle sen şöyle yazılmasını emret­tin.7 “Uçsuz bucaksız derinliklerin üzerinde karanlıklar vardı.”8 Bu­nun tek nedeni ışığın olmaması değil mi? Çünkü ışık olmuş olsaydı, ancak üstte olurdu ki, her yere saçılsın ve her yeri aydınlatsın, öyle değil mi? Henüz ışık yokken, karanlıkların varlığı ışıktan yoksun oluş değil miydi? Bu yüzden karanlıklar üstteydi, çünkü üstte ışık yoktu, tıpkı sessizliğin olduğu yerde sesin olmaması gibi.9 Çünkü sesin olma­dığı yerde sessizlikten başka ne olur? Sen değil misin ya Rab, bu ger­çekleri öğreten, sana şimdi bunları itiraf eden bu ruha? Sen değil mi­sin ya Rab, bana öğreten, biçimsiz maddeye biçim vermeden önce hiç­bir şeyin olmadığını, hiçbir rengin, hiçbir şeklin, hiçbir maddiyatın, hiçbir maneviyatın olmadığını? Yine de mutlak bir hiçlik yoktu; hiçbir tanımı olmayan bir tür biçimsizlikse hep vardı.10

4.    BÖLÜM

Görünmeyen ve düzeni olmayan yeryüzü.

4. Peki bildik tanıdık terimler kullanmadan bunun anlamını nasıl anlatmalı kıt zekalara? Dört dolansanız da şu dünyayı, yeryüzü ve boş- [562] [563] [564] [565] luk kelimelerinden başka, baştan sona biçimsizliği ifade edecek daha yakın anlamlı bir kelime bulabilir misiniz acaba? Çünkü yeryüzü ve boşluk yaratımın alt basamağında yer aldıklarından bunların, biçimsel güzelliği, ışıklar saçıp pırıl pırıl parlayan üstün konumdaki öteki var­lıklara göre daha aşağı seviyede kalır. O halde niçin güzellikten yok­sun olarak yarattığın, ama bu kadar güzel bir dünyayı yaratmana vesi­le kıldığın o biçimsiz maddeyi insanlara tanımlarken, münasip şekilde ‘görünmeyen ve düzeni olmayan yeryüzü’ ifadesini kullanmayayım?

5. BÖLÜM

Biçimsiz madde olarak adlandırılmasının nedeni.

5.    Düşünce, biçimsiz maddeyi hangi algısıyla idrak edebileceğini araştırıp dururken kendi kendisine şöyle söylüyor: “Bu yaşam gibi, adalet gibi algılanabilecek bir kavram değil, çünkü bu madde cisimle­rin yaratıldığı ana madde. Duyu algımıza hitap edebilen bir yanı yok, çünkü görünmeyen ve düzeni olmayanın gözle görülebilir, duyularla hisseclilebilir bir yanı olamaz." İşte insanın düşüncesi kendi kendisine böyle söylerken ya bilemeyeceğinin farkında olduğu bir şeyi bilmeye çabalıyor ya da bildiğinin farkında olduğu bir şeyi bilmezlikten gelme­ye.

6. BÖLÜM

Vaktiyle Maniciler biçimsiz maddeye ne demişlerdi, onu ne
şekilde tanımlamışlardı?

6.    Bana gelince, ya Rab, bu maddeyle ilgili senden öğrendiklerimi hem dilimle hem d.e kalemimle sana samimi bir şekild.e itiraf edecek olursam; gerçek şu ki, önceki yaşamımdan bu kelimeyi işitmiş, ama anlamamıştım, hatta bunu bana anlatanlar da anlamamıştı. 12 Bu mad­deyi hep birbirinden farklı sayısız biçimlerde düşünürdüm ve bu yüz­den maddenin kendisini düşünmezdim. Gözlerimin önüne gudubet, korkunç, karmakarışık sıralanmış şekiller gelirdi, ama ne olurlarsa ol­sunlar sonuçta şekillerdi işte. Biçimsiz kelimesini biçimden yoksun bir şey için kullanmıyordum, ama kastettiğim biçimde bir şey olsaydı ve gözüme görünseydi, olağandışılığı ve acayipliği karşısında zihnim alt üst olur, insan olmanın çaresizliği içinde ne yapacağımı şaşırırdım. Neyse, yine de düşündüğüm şey bütünüyle biçimden yoksun değildi, sadece biçimli, güzel şeylere oranla biçimsizdi. Mantığım bana, keli­menin tam anlamıyla biçimsiz bir şey düşünmeyi istersem, bütün bi­çim elbiselerini çıkarmam gerektiğini söylüyordu, ama ben bunu be- ceremiyordum. Biçim ve hiçlik arasında duran bir şey düşünmekten- se, bütün biçimlerinden soyunmuş, yani, aslında olmayan bir şeyi dü­şünmek daha kolay geliyordu bana, yani ne biçimli ne de hiçlik olan bir şeyi, biçimsiz ve neredeyse hiçlik olan bir şeyi. Bu yüzden zihnim bir sürü maddi biçim canlandıran ve bunları kendine göre değiştiren ve farklılaştıran hayal gücüme soru sormayı bıraktı. O andan itibaren bütün dikkatimi tamamen maddi cisimlere yönelttim ve değişebilirlik konusuna daha eleştirel bir bakış açısıyla yaklaşmaya başladım, çünkü maddi cisimler bu özellikleri sayesinde evvelce oldukları hallerinden vazgeçip olmadıkları bir hale geçebiliyordu. Biçimden biçime geçme durumunun, biçimi olmayan, ama mutlak anlamda hiçlik d.e olmayan bir şeyden kaynaklandığından kuşkulandım. Oysa ben bilmek istiyor­dum, kuşkulanmak değil. Hem dilim hem de kalemim beni bu sorun- [566] [567]

dan nasıl kurtardığım baştan sona sana anlatacak olsaydı, hangi okur bunu sabırla anlamaya çalışırdı? Ancak benim yüreğim bu konuda sa­na şükretmekten asla vazgeçmeyecek ve söze dökmeye gücümün yet­mediği her şey için sana ilahilerle övgüler sunacak. Değişken varlıkla­rın değişebil irliği, değişken varlıkların değişebildiği bütün biçimleri alma yetisidir 13 Yine de değişebilirlik nedir? Zihin olmasın? Beden mi yoksa? Yoksa zihin ya da beden gibi bir biçim mi? “Hiçlik olan bir şey" ya da “varolmayan varlık" dememiz mümkün olsa, değişebilirlik işte budur derdim. Ama ne olursa olsun her şeyden önce varolmalı ki, gö­rünebilir ve düzenli biçimler alabilsin.

7.    BÖLÜM

Tanrı göğü, yani melekleri ve yeryüzünü, yani biçimsiz
maddeyi hiçlikten yarattı.

7.     Bu özellik^ senden kaynaklanmayacak da nereden kaynaklana­caktı, varlık dereceleri ne olursa olsun varolan her şeyin varoluş sebe­bi sen olduğuna göre? Ama varlıklar senden ne kadar uzaklaşırsa o ka­çlar sana benzemez hale gelirler, bu uzaklık mekansal bir uzaklık ol­masa da. Bu yüzden sen, ya Rab, şurada başka, burada başka olmaz­sın, hep kendin gibisin, hep kendin gibisin, hep kendin gibisin, kut­salsın, kutsalsın, kutsalsın, Her Şeye Kadir Olan Rab Tanrı'sın.ıs Baş­langıçta, yani sende, senin tözünden kaynaklanan bilgeliğinle bir şey yarattın ve o şeyi hiçlikten yarattın. Çünkü göğü ve yeri yarattın, ama onları kendi tözünden yaratmadın, öyle olmuş olsaydı, senin biricik [568] [569] [570]

Oğlunla eş olurlardı, Onun sayesinde de seninle eş olurlardı. Senin tö­zünden olmayanın sana eş olması adalete sığmazdı. Ama senden başka hiçbir şey yoktu ki onları yaratasın, ey Tanrım, ey Üçlü Birlik, Birlikte Üçlü. İşte bu yüzden sen gögü ve yeri hiçlikten yarattın, yani bir bü­yük, bir de küçük bir şey yarattın, çünkü sen hem Her Şeye Kadirsin hem de iyisin, dolayısıyla sen yarattığın her şeyi iyi olarak yaratırsın, bu yüzden hem o büyük gökyüzünü, hem de küçük gökyüzünü iyi olarak yarattın. Sen vardın, senden gerisi hiçlikti, sen hiçlikten göğü ve yeri yarattın, yani biri sana yakın, diğeri hiçliğe yakın iki varlık ya­rattın; sana yakın olandan sadece sen daha üstünsün, hiçliğe yakın olan ise hiçlikten daha üstün.

8. BÖLÜM

Biçimsiz madde hiçlikten yaratıldı, görünebilir şeyler de
biçimsiz maddeden. [571] [572] [573] [574] [575] [576] [577] [578]

sen hiçlikten insanoğullanmn hayran olduğu o devasa varlıkları yaral tın. Bu maddi gökyüzü zaten başlı başına hayran olunası bir varlık, ışığı yarattıktan sonra ikinci günde varolan su ile suyun arasına konaıı bir kubbe o;16 şöyle söyledin onu yaratırken: “Olsun," ve o oldu. Gök yüzü dedin bu kubbeye, ama bu gökyüzü bu dünyaya, bu denize ail. Üçüncü günde karayı ve denizi yarattın, tüm günlerden önce yaratmış olduğun biçimsiz maddeye biçim vererek yarattın onları. Tüm günler­den önce sen bir gök daha yaratmıştın, işte bu göklerin göğüydü, çün­kü sen başlangıçta göğü ve yeri yaratmıştın. Ama tüm günlerden önce yaratmış olduğun yeryüzü biçimsiz maddedendi, çünkü görünmüyor­du, düzeni yoktu ve boşluğun üstünde karanlıklar vardı. İşte bu her şeyi, değişime yazgılı dünyamızın içinde bir akış halinde olan her şeyi görünmez ve düzeni olmayan topraktan, bu biçimsizlikten, hiçliğe ya­kın hiçlikten yarattın . Onun değişebilirliği, algılayabildiğimiz ve ölçe­bildiğimiz şu akıp giden zamandan anlaşılmakta. Çünkü varlıkların değişkenlik özellikleriyle biçimleri farklılaşıp dönüşürken zaman olu­şuyor; bu varlıkların ana maddesi de baştan beri söyleyip durduğu­muz görünmez yeryüzü.

9. BÖLÜM

Niçin günlerden hiç bahsedilmeden Tanrı başlangıçta göğü
ve yeri yarattı, diye yazılmıştı?

9.    İşte bu yüzden Kutsal Ruh, yani senin kulununi7 öğretmeni, gö­ğü ve yeri başlangıçta yaratmış olduğunu ona esinlerken, zaman ko- [579] [580]

ıııısunda suskun kalmayı yeğledi, günler hakkında da sessizliğini ko- ı ııdu. Kuşku yok ki başlangıçta yarattığın göklerin göğü bir tür soyut evren. O senin gibi ezeli ve ebedi değilse de, ey Üçl ü Birlik, senin ezeli w ebedi oluşundan pay almış. Seni temaşa etmenin verdiği o tatlı mutluluktan kendi değişebilirliğini denetleyecek gücü de kazanmış. l'ıı yüzden içinde yaratıldığı zamana hiç bel vermeyerek sana kenetle- ı ıip akıp geçen süreçlerin döngüsel değişimlerini aşmtş. Aslında bu bi­çimsizlik, yani görünmeyen ve düzeni olmayan yer bile, yaratım gün- I ninin dışında kalır. Çünkü hiçbir biçim ve hiçbir düzen söz konusu değilse hiçbir şey yenilenmez, hiçbir şey geçip gitmez. Bunlar olmadı- ı ında da ne gün olur ne de geçip giden zaman süreçleri.

10.   BÖLÜM

Tanrı tarafından aydınlanmayı diliyor.

10.    Ey Hakikat, yüreğimin Nuru, karanlıklarımın benimle konuş­masına izin verme! Kayıp düştüm aralarına, bilinmezliklere daldım. Ama oradan, oradan bile seni sevdim. Hata yaptım ve seni hatırla­dım. [581] Arkamdan “dön gel” diyen sesini işittim, ama sürekli kaynaşıp duran insanların yarattığı kargaşadan tam olarak işitemedim. Bak işte şimdi susuzluktan yanıp kavrulmuş, nefes nefese kalmış bir halde pı­narına geri geliyorum. Bana kimse engel olmasın: bu pınardan içece­ğim ve bu pınarla can l anacağı m. Kendi yaşamım olmasın artık, kendi kendime kötü yaşadım, kendi ölümüm oldum, ama sende dirileceğim. İlenimle konuş, beni aydınlat. Kitabına iman ettim, onun satırlarında­ki sözlerin baştan sona sırlarla dolu.

11.   BÖLÜM

Tanrı'dan ne öğrendi?

11.    Ya Rab, gönül kulağımda çınlayan o gür sesinle bana ezeli ve ebedi olduğunu, sadece senin ölümsüz olduğunu, çünkü hiçbir biçim­le hiçbir hareketle değişmediğini, iradenin zamanın döngüsel akıntısı­na kapılmadığım, çünkü ölümsüz iradenin bir öyle bir böyle olmadı­ğını az önce söylemiştin. Senin huzurunda olduğumdan beri bu gerçe­ği çok iyi anladım. Ama yalvarıyorum sana, n’olur daha iyi, daha iyi anlayayım, daha iyi anlarken de senin kanatlarının altında dingin kala­yım. Ya Rab, yine gönül kulağımda çınlayan o gür sesinle bütün doğa­ları, bütün tözleri kendinden farklı şekilde yarattığını, buna rağmen varolduklarını söyledin; senin yaratmadığın bir şeyin hiıçbir zaman varlığı olamayacağını, kendinden, yani Üstün Varlıktan bağımsız bir i radenin hareketinin hiçliğe götüren hir hareket olduğunu, böyle bir hareket in kusurlu ve günahkâr olacağım, ama ne olursa olsun hiçbir iradenin sana zarar veremeyeceğini ya da senin hükümranlığının üst katlarındaki ve de alt katlarındaki düzenini bozamayacağını bana söy­ledin. Senin huzurunda olduğumdan bunu çok iyi anlıyorum, ama sa­na yalvarıyorum, n’olur daha iyi, daha iyi anlayayım ve daha iyi anlar­ken de senin kanatlarının altında dingin kalayım.

12.     Ya Rab, yine gönül kulağıında çınlayan o gür sesinle sana ait olan âl emi n b il e ıs senin gibi ezeli-cbedi olmadığını söyledin; buna karşın onun bütün sevinç kaynağının sadece sen olduğunu, susuzlu­ğunu sadece senin o bitip tükenmeyen saflığınla giderdiğini, hiçbir yerde ve hiçbir zaman değişkenliğini belli etmediğini, senin her an onunla birlikte olduğunu ve sana bütün sevgisiyle kenetlendiğini, bek- [582]

Icyeceği bir geleceği, hatırlayacağı bir geçmişi olmadığını, bu yüzden hiçbir şekilde değişmediğini ve hiçbir zamana yayılmadığını söyledin. llöyle bir alem varsa ne mutlu ona, senin kutluluğuna kenetlenen, seni ebedi istirahatgahı olarak bellemenin, senin nurunla aydınlanmanın sevincini tadan böyle bir alem varsa ne mutlu ona! O halde Rabbe ait olan göklerin göğünü en iyi senin yuvan olarak tanımlayabilirim, daha iyi bir tanım bulamıyorum; orası bıkıp usanmadan, başka şeylere dal­madan sadece senin hazzının tefekkür edildiği bir yuva, orası saf bir yüreğin kutsal ruhların, yani görünür göklerin üstündeki göklerde kurulu kentinin yurttaşlarının hiç sarsılmayan huzurundaki mutlak uyumu ve birlikteliği tattığı bir yuva.

13.     Ruh buradan bir ders çıkarsın kendisine, hac yolunu çok uzun sürede katetmiş olsa bile, artık sana susamışsa, gözyaşları ekmeği ol­muşsa, her gün biri ona, “Tanrın nerede?” diye soruyorsa;2o artık sa­dece seni istiyorsa, tek dileği bütün ömrünce senin yuvanda yaşamak- sa.21 Onun yaşamı senden başka ne ki? Senin günlerin ebediyetten başka ne ki, senin hiç bitmeyen yılların ebediyetten başka ne ki? Çün­kü sen hiç değişmezsin. İşte buradan anlasın ruh anlayabildiğini; anla­sın, senin bütün zamanların ötesinde ezeli ve ebedi olduğunu, senin gibi ezeli ve ebedi olmadığı halde senin yuvanın asla başka alemlerde dolanmadığını, tersine hiç vazgeçmeden, bıkmadan, usanmadan sana kenetlenip zamanın dalgalanmalarından uzak kaldığını. Senin huzu- [583] [584]

AUGUSTJNUS

randa olduğumdan beri bu gerçeği çok iyi anladım. Ama sana yalvarı­yorum, n’olur daha iyi, daha iyi anlayayım, daha iyi. anlarken de senin kanallarının altında dingin kalayım.

14.    Yaratımının en son ve en alt basamağında yer alan varlıkların maruz kaldığı değişimlerde dile dökemediğim bir biçimsizlik var. Biri çıkıp da hâlâ biçime dair ne varsa soyup atın ve yok edin, geriye sade­ce biçimsizlik kalıyorsa, yani şeylerin değişimine ve şekilden şekle gir­melerine aracılık eden biçimsizlik, o size zamanın değişkenliğini ka­nıtlayabilir diyebilir mi bana, tabii kalbi boş olduğundan, kendi yarat­tığı hayallerle dolanıp duran, oraya buraya toslayan biri değilse, sade­ce biliyle biri değilse? Asla böyle bir şey olamaz, çünkü hareketin yol açtığı değişimler olmadan zaman olmaz; biçimin olmadığı yerde zaten değişim olmaz.

12.   BÖLÜM

Zamana bağlı olmayan iki eser. [585] [586] [587] [588] [589] [590] [591]

men zamana bağlı.22 Ama onu o biçimsiz halinde bırakmadın, çünkü tüm günlerden önce, yani başlangıçta göğü ve yeri yarattın, az önce belirttiğim iki alem bunlar işte . Ama yeryüzü görünmüyordu ve düze­ni yoktu ve boşluğun üzerinde karanlıklar vardı. İşte bu sözlerle bi­çimsizliğin ne olduğu ima ediliyor, hiçbir hiçimi olmayan ve neredey­se hiçliğe yakın bir varlık düşünemeyen insanlara onu yavaş yavaş ta­nıtacak şekilde. Bu biçimsiz maddeden ikinci bir gökyüzü ve ikinci bir yeryüzü yaratıldı, göze görünen, düzenli, güzel denizleri olan, yani günler yaratılmadan önce yaratılış öyküsünde bu dünya hakkında söy­lenen ne varsa her şeye sahip bir yeryüzü. Bütün bunlar hareketin ve biçimin değişkenliklerine yazgılı olarak yaratıldı, bu yüzden zamanın değişimlerine de bağlılar

13.   BÖLÜM

Niçin Kutsal Kitap günlerden hiç bahsetmeden Tanrı
başlangıçta göğü ve yeri yarattı, diyor?

16.   Kutsal Kitabında, “Başlangıçta Tanrı göğü ve yeri yarattı; ama yer görünmeyen ve düzensiz bir oluşumdu, boşluğun üzeri karanlık­larla kaplıydı” ifadelerini işittiğimde benim az buçuk anladığım işte bu, Tanrım. Ama bunları hangi gün yarattığın belirtilmemiş. Buradan da bu göğün göklerin göğü olduğunu yine az buçuk çıkarıyorum. Bu gök ruhani bir yaralı, burada zihin her şeyi aynı anda biliyor, yani bu bilgi kısmi değil, bulanık da değil, cam arkasından bakıyor gibi de de­ğil, tersine tam bir bilgi, son derece açık, ‘yüz yüze’ bir bilgi. Bu bilgi kimi zaman böyle, kimi zaman şöyle olan bir bilgi değil, demin de söylediğim gibi, zamanın değişimlerine bağlı kalmadan aynı anda her [592] şeyin bilgisi. Görünmez ve düzensiz yer dendiğinde de zamansal deği­şimlerinden etkilenmemeyi anlıyorum. Zamansal değişim hep bazen buna, bazen şuna sahip olur, çünkü biçimin olmadığı yerde bu ya da şu arasında bir fark yoktur. O halde az buçuk anlıyorum ki Kutsal Ki­tap, “Başlangıçta Tanrı göğü ve yeri yaraLtı," derken günlere ilişkin bir bilgi vermiyorsa, bunun sebebi o iki âlemi kastetmesi; biri başlangıç­tan itibaren biçimli, diğeri tümüyle biçimsiz, biri göklerin göğü olan gök, diğeri görünmeyen, düzeni olmayan yeryüzü. Zaten hemen ar­dından hangi yeryüzünü kastettiğini belirtiyor. Çünkü gökkubbenin ikinci günde yaratıldığını ve ona gök adının verildiğini söylerken, ön­ceki metinde yaratım gününe ilişkin bilgi verilmeyen göğün hangi gök o 1 d ugunu ima ediyor. 21

14. BÖLÜM

Kutsal Kitabın derinliği.

17.   Senin bdagaıinin ne mucizevi bir derinliği var! Bak şu hemen önümüzde duran yüzeysel bilgilere, acemileri hemen büyüleyiveriyor. Ama derinleri öyle mucizevi ki, Tanrım, derinleri öyle mucizevi ki! Derinine dalmak ürpertici, bu hayranlıktan kaynaklanan bir ürperti, aşktan titreyişin ürpertisi. Kutsal Kitabına düşınan olanlardan nasıl nefret ediyorum, ah keşke iki yanı keskin kılıcınla onları öldürsen ve Kutsal Kitabının hiç düşmanı kalmasa! Çünkü senin için yaşayacaklar­sa, kendileri için ölmelerini seve seve kabullenebilirim. Ama bak, baş- [593] kalan da var, Yaratılış Kitabına hiç kusur bulmayan, tersine onu övgü­lerle yücelten. Gerçi onlar da şöyle söylüyorlar: “Tanrı’nın Ruhu kulu Musa’ya bu sözleri yazdırırken, böyle anlaşılsın istemedi, senin yo­rumladığın gibi anlaşılsın istemedi, bizim yorumladığımız gibi anlaşıl­sın istedi.” Bir yargıç olarak senin huzurunda, Hepimizin Tanrı’sı, on­lara şu yanıtı veriyorum.

15. BÖLÜM

Augustinus'un Tanrı, melekler ve biçimsiz maddeye getirdiği
yorumları muhaliflerinin reddetmesi mümkün değildir.

18.  Hakikatin gönül kulağımda çınlayan o gür sesiyle bana söyle­diklerinin yanlış olduğunu mu söylüyorsunuz yoksa, Yaratıcının ger­çek anlamda ezeli ve ebedi oluşu, yani Onun doğasının zamana göre değişmediği, iradesinin doğasından bağımsız bir şey olmadığı yalan mı yani? Çünkü tam da bu nedenle Tanrı bazen bunu, bazen şunu iste­mez, istediği her şeyi bir kerede, aynı anda ve sonsuzca ister. Niyetini defalarca tekrarlamasına gerek yoktur, kah onu, kah bunu, kah şunu istemez, önceden istemediği bir şeyi istemeye kalkışmaz, önceden iste­diği şeyi istemekten vazgeçmez, çünkü bu şekilde hareket eden bir irade değişkendir ve değişken olan hiçbir şey ezeli ve ebedi olamaz; oysa bizim Tanrımız ezeli ve ebedidir. Dahası şunu da söylemişti gö­nül kulağıma: Gelecek olayların beklentisi bu olaylar olurken doğru­dan algıya dönüşür, bu olaylar olup bittikten sonra da bu algı hafızaya dönüşür. Zihnin işleyişi bu şekilde farklılaşıyorsa değişken demektir ve değişken olan hiçbir şey ezeli ve ebedi değildir. Oysa bizim Tanrı­mız ezeli ve ebedidir. Bütün bu önermeleri bir araya getirip bir çıka­rım yapınca görüyorum ki, benim Tanrım, ezeli ve ebedi olan Tanrı,

eserini yaratırken yeni bir iradeyle yaratmamış ve görüyorum ki, onun bilgisinde gelip geçiciliğe yer yok.

19.   O halde ne diyeceksiniz muhalifler? Yoksa bunlar da mı yan­lış? “Hayır, değil,” diyorlar. Öyleyse yanlış olan ne? Yoksa yanlış olan, biçimli olan her doğanın ve biçimlenme imkanı olan her maddenin, Üstün olduğu için Üstün [yi olan Tanrı sayesinde yaratılmadığı mı? “Bunu da reddetmiyoruz,” diyorlar. Öyleyse nedir yanlış olan? Yoksa Hakiki Tanrı’ya, hakikaten ezeli ve ebedi olan Tanrı'ya saf bir aşkla ke­netlenen, Onun gibi ezeli ve ebedi olmadığı halde kendisini Ondan hiç ayırmayan, zamanııı değişen ve peş peşe gelen akmalarına hiç ka­pılmayan, bütün huzuru sahili bir şekilde sadece Onu temaşa etmekte bulan üstün bir âlemin varlığını mı reddediyorsunuz? Çünkü sen, ey Tanrı, seni emrettiğin kadar sevene kendini gösterirsin ve onu doyu­rursun, zaten o da bu yüzden senden yüz çevirip kendine dönmüyor. Bu Tanrı’nm evi, bu ev topraktan yapılmamış, semavi bir maddeden de değil, ruhani bir ev bu, sonsuza dek lekesiz kalacağından, senin ezeli ve ebedi oluşundan da pay alan bir ev. Çünkü sen onu ilelebet kalacak şekilde kurdun; bir yasa belirledin ona ve bu yasa hiç yürür­lükten kalkmayacak.24 Yine dc senin gibi ezeli ve ebedi değil, çünkü bir başlangıcı var; o yaratıldı çünkü.

20.   Ondan önce zaman diye bir şeye rastlamıyoruz, çünkü her şey­den önce bilgelik yaratılmıştı^" Bilgelik derken senin Bilgeliğini söz konusu etmiyoruz Tanrımız, ey Bilgeliğin Babası. Senin Bilgeliğinin senin gibi ezeli ve ebedi ve sana eş değerde olduğundan kuşku yok; sen her şeyi bu Bilgeliğin aracılığıyla yarattın, senin Bilgeliğin başlan- [594] [595] gıçtır ve sen bu başlangıçta göğü ve yeri yarattın. Oysa benim burada söz elliğim bilgelik yaratılmış bir bilgelik ve idrak yetisi olan bir doğa­sı var, ışığı temaşa ettiğinden kendisi de bir ışık. Evet, bu bilgelik ya­ratılmış, ama ona da bilgelik deniyor. Ama aydınlatan ışık ile aydınla­nan ışık arasında nasıl bir fark varsa, yaratan bilgelik ile yaratılan bil­gelik arasında da öyle bir fark var; tıpkı hakkı teslim eden adalet ile hakkın teslim edilmesinden doğan adalet arasındaki fark gibi; bizlere bile senin adaletinin temsilcisi olduğumuz söylendi, çünkü hepimizin tanıdığı o kulurne şöyle dedi: “İsa’da, Tanrı’nın adaletinin temsilcisi ol­mamız istendi.”27 O halde her şeyden önce yaratılmış bir varlık olarak bilgelik vardı, senin has Kentinin ,28 bizim anamızın, yücelere kurulu o özgürlüğün Kentinin, göklerde sonsuza dek baki kalacak Kentinin muhakeme ve idrak kabiliyeti olan zihniydi.2q Bu gökler sana övgüler yağdıran göklerin göğünden başkası olabilir mi, bunlar Tanrı’ya ait olan göğün göğünden başkası olabilir mi? Bilgelikten önce zaman diye bir şeye rastlayamıyoruz, çünkü bilgelik zamandan önce gelir, bilgelik her şeyden önce yaratıldı. Ama Yaratıcısının ezeli ve ebedi oluşu on­dan da önce gelir. Bilgelik Onun tarafından yaratıldığı andan itibaren başlangıç oldu, ama zamanla ilgili bir başlangıç değildi bu, çünkü za­man henüz yoktu, bu başlangıç kendi varlığının başlangıcıydı.

21.    O senden, Tanrı’mızdan doğdu, ama senden tamamen farklıy­dı, varlığının sebebi kendisi olan bir varlık değildi. Biz ne ondan önce ne de o başladığında zaman diye bir şeye rastlıyoruz, çünkü ona senin suretini kesintisiz seyredebilme ve senin suretinden başka bir yöne [596] [597]

sapmama kudreti verildi. Hiçbir değişime maruz kal maması, farklılaş­maması da zaten bu yüzden. Ama onun da doğasında değişebilme özelliği mevcuttur. İşte bu yüzden kararabilir, soğuyabilir, ancak bü­yük bir aşkla sana kenetlendiğinden, sen, hiç sönmeyen öğle güneşi gibi, onu aydınlatırsın, ısı lırsm. Ey nurl u, güzel Ev; sen in ışıltım, seni inşa eden ve sana sahip olan Rabbimin görkeminin, yaşadığı yeri ne çok sevdim! ,0 Şu hac yolunda olduğum dünyada, bırak senin hasretini çekeyim, sorayım seni yaratan Ona, sende beni de barındırabilir mi diye; çünkü beni de O yarattı. Yolunu kaybeden bir koyu n misali ava­re avare dolandım,! ama arlık tek beklentim senin mimarın olan ço­banımın omuzlarında, sana gerisin geri götürülmek.

22.   Bunları size hitaben söylüyorum muhalifler, şimdi buna ne di­yeceksiniz/ Bir de Musa’yı Tanrı'nın sadık bir hizmetkârı olarak kabul ediyorsunuz, kitaplarının Kutsal Ruh'un sözleri olduğuna inanıyorsu­nuz. O Tanrı’nııı Evi değil mi yani, Tanrı gibi ezeli ve ebedi olmasa da, doğasından dolayı göklerdeki ebediyet değil mil Zamansal değişimleri boşuna arıyorsunuz burada, bulamayacaksınız ki. Çünkü o zamanın bütün mesafelerini aşmış, 52 uçarak geçip giden bütün süreçlerini; ona en iyi gelen şey sonsuzca Tanrı'ya kenellenmek. ” “Evet, kabul,” diyor­lar. O halde Ona şükürler sunan sesi derinlerinde duyduğunda,’4 yü­reğimin Tanrıma hangi haykırışının yalan olduğun u iddia edebilirsi­niz? Biçimsiz madde yok mu yani, hiçbir biçimi olmadığından hiçbir düzeni de olmayan şu madde? Ama hiçbir düzenin olmadığı yerde peş [598] [599] [600] [601]

peşe gelen zamanlar da olmaz ki. Yine de mutlak hiçlik olmadığından neredeyse hiçlik diyebileceğimiz bu madde varolmuşsa, varolan her şeyin, hangi düzeyde olursa olsun, her şeyin kaynağı olan Ondan do­layı varolmuştur. “Buna da itirazımız yok," diyorlar.

16.   BÖLÜM

Tanrısal Hakikate karşı çıkanlarla herhangi bir bağlantısı
olsun istemiyor.

23.   Çünkü kendileriyle senin huzurunda tartışmak istediğim şu şa­hıslar, Tanrım, senin Hakikatinin benim gönlümün l.a derinlerine hiç susmadan söylediği sözlerin doğru olduğunu kabul ediyorlar. Bunları inkar edenlerse, istedikleri kadar havlasın, canlarını üzsün. Ben onları ikna etmeye çalışacağım, sakinleşsinler ve yüreklerinde senin Sözüne bir yol açsınlar diye. Ama bunu istemez de uzattığım eli iterlerse, n'o- lur Tanrım, kulak tıkama sesime. Doğruyu söyle yine yüreğime, çün­kü bir tek sen doğru söylersin. Mulıalillerimi. kendi haline bırakırım o vakit, toza dumana boğulsunlar dışarıda, kendi gözlerine toprak atıp dursunlar; ben kendi odama çekilir sana aşk şarkıları söylerim, hac yolumda avare avare dolanırken çektiğim tarifsiz acılarla inleye inleye, yüreğimin yücelerine erişmek için can attığı Kudüs'ü, yurdum Ku­düs’ü, anam Kudüs’ü ana ana; ve seni, onun hükümranı olan, onu ay­dınlatan, onun babası, velisi, kocası olan seni, onun en saf, en derin hazzı, hiç bitmeyen neşesi olan seni, onun tarifsiz iyiliklerini ve bütün bu iyiliklerin kendisini, yani seni; çünkü sen en üstün ve en hakiki iyisin. Onda, sevgili anamda, ruhumun ilk hasadının yapıldığı, bütün doğrularımı edindiğim o diyarda huzur bulana kadar başka yöne çe­virmeyeceğim yüzümü; sen beni bu dağınık, bu şekilsiz halimden kur- tanp bütün varlığımı olduğu gibi bir araya getirene ve böylece ebedi yaşama uygun bir biçime ve güce kavuştura kadar da çevirmeyeceğim, Tanrım, Bağışlayıcını. Öte yandan tamamı hakikat olan sözlerimi yan­lış diye eleştirmedikleri, aziz hizmetkarın Musa tarafından yazılan Kutsal Kitabına saygı duydukları ve bu Kilabm yüce otoritesine boyun eğmek gerektiği konusunda bizimle hemfikir oldukları halde bazı noktalarda fikir ayrılığı yaşadığımız kişilere gelince onlara tek söyleye­ceğim şu: Sen, Tanrımız, benim itiraflarım ile onların itirazları arasın­da hakem ol.

17.   BÖLÜM

Gök ve Yer kelimeleri farklı farklı şekillerde
yorum lanabilir.

24.    Onların iddiası şu: “Söylediklerin doğru, ama Musa Kutsal Ruh’un vahyiyle, 'Başlangıçta Tanrı göğü ve yeri yarattı,’ derken, iki alem yoktu zihııinde. Hayır, gök kelimesiyle ruhani ya da idrak yetisi olan ve kesintisizce Tanrı’nın suretini temaşa eden bir alemi kastetme­di, yer kelimesiyle de biçimsiz maddeyi.” Peki o halde neyi kastetti? “Bizim dediğimizi kastetti o zat,” diyorlar, “ve bizim dediğimiz de onun gök ve yer kelimeleriyle açıkladığı şeyler.” Peki nedir sizin dedi­ğiniz? “Ilk satırlardaki ’> gök ve yer kelimeleriyle şu görülebilir dünya­yı kastetmek istedi, genel anlamda ve kısaca; böylece sonradan Kutsal Ruh’un bize açıklamayı uygun gördüğü şekilde her şeyi, peş peşe sıra­ladığı günlere dağıtıp ayrıntılarıyla teker teker açıklayabilirdi. Hitap ettiği topluluk kaba saba ve maddiyata düşkün insanlardan oluşuyor- [602]

ıhı, bu yüzden onlara sadece Tanrı’nın görülebilir eserlerini sunmaya karar verdi.” Ama işte Musa'nın ‘görünmeyen ve düzeni olmayan yer' \t ‘karanlıklarla kaplı boşluk' ifadelerinden biçimsiz maddenin anla­tmasında bir gariplik olmadığını onlar da kabul ediyorlar. Çünkü metnin ilerleyen satırlarında, gözümüzle gördüğümüz ve hepimizin bildiği şeylerin bu maddeden gün be gün yaratıldığı ve bir düzene konduğu gösteriliyor.

25.    Ne yani? O zaman başkası da kalkar der ki, ilk satırlardaki gök ve yer ifadesiyle o biçimsiz ve karmakarışık madde ima edilmiş, çün­kü genellikle gökyüzü ve yeryüzü kelimeleriyle adlandırdığımız şu gö- ı ı'ınür dünya hepimizin önünde açıkça duran bütün doğasıyla bu maddeden yaratıldı ve mükemmel hale getirildi. E peki? Başkası da •.öyle bir yorum getirebilir, gök ve yer ifadeleri hem görünmeyen hem ile görünen doğayı gayet güzel tanımlıyor; bu iki kelimeyle bütün ya- ıatılış kastediliyor, yani Tanrı’nın Bilgeliğinde, başka deyişle başlan- tüt'La yaratılan bütün her şey. Ama bunların hiçbiri Tanrı'mn doğasın­dan yaratılmadı, hiçlikten yaratıldı. Çünkü hiçbiri, Tanrı gibi, kendi kendilerinin varlık sebebi değiller ve hepsinde ilkece değişkenlik söz konusu, bunlar isterse Tanrı’nın ezeli ve ebedi evi gibi kalıcı olsunlar, isterse insanın ruhu ve bedeni gibi değişime maruz kalsınlar, fark et­mez. Öyleyse hem görülebilir hem de görülemez olan her şeyin ortak maddesi, başlangıçta biçimlenmemiş, ama biçimlenme imkanı olan, yok ve yerin de yaratıldığı madde, yani kısacası görülemez ve görüle­bilir yaratı iki öğeden oluştu. Bu görüşe göre, henüz biçimlenmemiş yaratı, ‘görünmeyen ve düzeni olmayan yer' ve ‘boşluğun üstündeki karanlık” ifadeleriyle dile döküldü; şu farkla ki, ‘biçimlenmiş ve dü­zenlenmiş yer’ maddenin henüz biçimlenmemiş halini ima ederken, 1 mşluğun üstündeki karanlık’ ifadesi kontrolsüz akış diyebileceğimiz,

akış kontrol altına alınmadan ve bilgelikle aydınlanmadan önceki ru­hani alemi ima ediyor.

28.    Başka yorumlar da yapılabilir, örneğin çok istenirse biri de kal­kıp der ki, “Başlangıçta Tanrı göğü ve yeri yarattı" ifadesini okuduğu­muzda, buradaki gök ve yer kelimelerinin halihazırda mükemmel ya da biçimli doğaları kastetmediği açık, ister görülebilir olsun bu doğa­lar, isterse görülemez, fark etmez. Bu kelimelerle kastedilen, şeylerin henüz biçimlenmemiş başlangıcı, yani biçimlenme imkanı olan ve ya­ratım amacına hizmet edecek madde. Şeyler bu maddenin özünde mevcut, ama karışık bir halde, henüz özellikleri ve biçimleri ayırt edi­lemiyor. Bunlar kendi konumlarına göre ayrıldıklarında gök ve yer adını alırlar; bunların birisi ruhani, diğeri maddi yaratıdır.

18.            BÖLÜM

Hatalı olsa bile hangi tür yorum Kutsal Kitaplara halel
getirmez?

27. Bu yorumların hepsini dinliyor, üzerlerine düşünüyorum, ama kelimeler üstüne tartışmak istemiyorum, çünkü dinleyenlerin kafasını karıştırmaktan başka işe yaramaz bu.% Kutsal Yasa ıslah ve terbiye et­mek için iyi bir araç, tabii eğer yasal şekilde kullanılırsa, çünkü bu Ya­sanın amacı saf yürekten, temiz vicdandan, sahte olmayan imandan doğan şefkat.37 Öğretmenimiz, tüm Kutsal Yasa'nın ve peygamberlerin bağlı olduğu iki buyruğun şefkate dayandığını çok iyi biliyordu.38 [603] [604] [605] 1' anrım, sırları gözlerime gösteren Işık, ben bu buyrukları biliyorum ve bütün gönlümle sana itiraf ediyorum, o halde metinde geçen o iki kelime farklı şekillerde yorumlanabiliyorsa ve bütün bu yorumlar da doğruysa, ben neden zan altında kalıyorum? Yani neden zan altında kalıyorum, eğer ben o metnin yazarının kastettiği kelimeleri bir başka­sının anladığından daha farklı şekilde aniayıp yorumluyorsam? Hepi­miz o metni okuyor ve okurken de yazarın ne demek istediğini yaka­lamaya ve kavramaya çalışıyoruz. Yazarın doğruyu dile getirdiğine inandığımız için haddimizi aşıp, bizim yanlış olduğunu bildiğimiz ya da öyle düşündüğümüz şeylerin onun dilinden döküldüğünü söylemi­yoruz. O halde her birimiz yazarın metinde neyi kastettiğini elimizden geldiğince anlamaya çalıştığımıza göre, bir okur senin ona gösterdiğin anlamın doğru olduğuna inanıyorsa, ey doğruyu söyleyen zihinlerin Nuru, ne kötülük var bunda, okuduğu yazar böyle düşünmemişse, o da doğruyu kavradığı halde yarumcunun çıkardığı anlamı düşünme­mişse?

19.  BÖLÜM

Apaçık gerçekler.

28. Çünkü gerçek olan, ya Rab, senin göğü ve yeri yaratmış olman. Gerçek olan senin Bilgeliğinin başlangıç olması ve onun aracılığıyla lıer şeyi yaratmış olman. Gerçek olan, bu görünür dünyanın büyük

retmenim, Kutsal Yasa’da en önemli buyruk hangisidir?' tsa şu karşılığı verdi: ‘Rabbin Tanrı’yı bütün yüreğinle, bütün canınla ve bütün aklınla se­veceksin.’ Işte ilk ve en önemli buyruk budur. ilkine benzeyen ikinci buy­ruk da şudur: ‘Komşunu kendin gibi seveceksin.’ Kutsal Yasa'nın tümü ve peygamberlerin sözleri bu iki buyruğa dayanır."

bir bölümünü göğün ve yerin oluşturması ve bu iki kelimenin, lafı hiç dolandırmadan söylersek, yaratılmış ve bu dünyaya konmuş ne varsa hepsini kucaklıyor olması. Gerçek olan, değişebilir olan her şeyin bi­zim aklımıza bir tür biçimsizlik ilkesini getirmesi ve bu ilkenin şeyle­rin biçim almasına ya da değişmesine ve başka bir biçime dönüşmesi­ne imkân tanıması. Gerçek olan, değişime yazgılı olmayan bir biçime sıkı sıkıya kenetlenmiş bir varlığın, değişime yazgı11 olduğu halde za­mandan hiçbir şekilde etkilenmemesi ve değişim yaşamaması. Gerçek olan, hiçliğe yakın olan biçimsizliğin, özünde zamansal değişimlere olanak lan ı ma ması. Ge rçek o lan, bir şeyi n meydana geldiği kaynağın, geniş anlamda, meydana gctirdiği şeyin adıyla anılıyor olması; işte bu yüzden göğün ve yerin yaratıldığı biçimsiz maddenin gök ve yer ola­rak aııı l ah i lınesi. Gerçek o lan, bir biçime kavuşmuş olan varlıkların arasında hiçbirinin dünya ve boşluk kadar biçimsizliğe yakın olmama­sı. Gerçek o l an, senin yalnızca yaratılmış ve bir biçime kavuşmuş var­lıkların dcgi l, ayn1 zaman da yaratı lacak ve bir biçime kavuşacak var­lıkların da kaynağı olman, senin her şeye varlık kazandırman. Gerçek olaıı, hiç i msiz l ik ilkesinden biçim alan ne varsa i lki n biçimsiz o lması, son radan bir biç i me kavuşması.

20.   BÖLÜM

“Başlangıçta yarattı, vs." ifadesinin farklı yorumları. [606] [607] [608] [609]

yeri yarattık ifadesini kendimize göre yorumlamayı seçiyoruz. Biri­miz şöyle bir yorum getiriyor ve diyor ki, “Başlangıçta Tanrı göğü ve yeri yarattı” ifadesi, Tanrı’nın kendisi gibi ezeli ve ebedi olan Sözüyle birlikte bulunan, biri akılla kavranan, diğeri duyulur olan, yani ruhani ve maddi olan iki eser yarattığı anlamına gelir. Birimiz de şöyle yo­rumluyor ve diyor ki, “Başlangıçta Tanrı göğü ve yeri yarattı” ifadesi, Tanrı’nın kendisi gibi ezeli ve ebedi olan Sözüyle, şu maddi dünyanın koskoca kütlesini, içinde yer alan tüm varlıklarla, yani bizim gözleri­mizle gördüğümüz ve bil i p tanıdığımız tüm varlıklarla birlikte yarattı­ğı anlamına geliyor. Bir başkası çıkıyor ve eliyor ki, “Başlangıçta Tanrı göğü ve yeri yarattı” ifadesi, Tanrı’nın kendisi gibi ezeli ve ebedi olan Sözüyle, ruhani ve maddi yaratılarının kaynağı olan biçimsiz maddeyi yarattığı anlamına geliyor. Yine bir başkası da diyor ki, “Başlangıçta Tanrı göğü ve yeri yaram” ifadesi, Tanrı’nın kendisi gibi ezeli ve ebedi olan Sözüyle, maddi yaratımının kaynağı olan biçimsiz maddeyi yarattı­ğı anlamına geliyor; işte bu biçimsiz maddede gök ve yer de vardı, ama henüz karmaşık bir yapıdaydı, oysa şimdi birbirlerinden ayrıldıklarını ve dünyamızın koskoca kütlesi içinde belli bir biçime kavuşmuş olduk­larını görebiliyoruz. Yine bir başkası da şöyle diyebilir, “Başlangıçta Tanrı göğü ve yeri yarattı” ifadesi, Tanrı’nın kendisi gibi ezeli ve ebedi olan Sözüyle, yaratım eyleminin en başında gök ve yerin henüz birbirin­den ayrılmamış halde olduğu biçimsiz maddeyi yarattığı anlamına geli­yor; ama şimdi bu ikisi belli bir biçime kavuşmuş dürümdalar ve bize görünüyorlar, üstelik kapsadıkları bütün varlıklarla birlikte. [610]

21.   BÖLÜM

“Yeryüzü görünmezdi, vs.” ifadesinin farklı yorumları.

30.    Bu ifadeden sonra gelen sözlerin yorumlanmasında da aynı mantık geçerli. Yani yine yukarıdaki gerçeklere dayanarak, “Yeryüzü görünmeyen, düzeni olmayan derin boşluktu, bu boşluğun üzeri ka­ranlıklarla kaplıydı”4o ifadesini de herkes kendine göre değerlendirme yoluna gidiyor. Biri çıkıp diyor ki, “Yeryüzü görünmeyen, düzeni ol­mayan derin boşluklu, bu boşluğun üzeri karanlıklarla kaplıydı” ifa­desi, Tanrı’nın yarattığı o maddenin, maddi yaratımların biçimsiz, dü­zensiz ve ışıksız hammaddesi olduğunu belirtiyor. Bir başkası da çıkıp diyor ki, “Yeryüzü görünmeyen, düzeni olmayan derin boşluktu, bu boşluğun üzeri karanlıklarla kaplıydı” ifadesi, gök ve yer denen bu bütünlüğün henüz biçimsiz ve karanlık bir hammadde olduğunu be­lirtiyor; ayrıca bu hammaddeden maddi gökyüzünün ve maddi yeryü­zünün, içlerinde yer alan ve duyularımızla algıladığımız bütün varlık­larla birlikte yaratıldığını. Bir başkası da şöyle y orum luyor bunu: “Yer­yüzü görünmeyen, düzeni olmayan derin boşluktu, bu boşluğun üzeri karanlıklarla kaplıydı” ifadesi, gök ve yer denen bu bütünlüğün henüz biçimsiz ve ka ranlık bir hammadde olduğunu, bu maddeden hem al­gılanabilir göğün yaratıldığının -buna metnin başka bir yerinde gök­lerin göğü adı veriliyor- hem de yerin, başka deyişle maddi gökyüzü ifadesiyle dile getirebileceğimiz göğü de içine alan-12 şu bütün maddi doğanın yaratıldığını belirtiyor, yani görünen ya da görünmeyen ne kadar varlık varsa bu hammaddeden tezahür ettiğini. Başka biri çıkı- [611] [612] [613] yor ve diyor ki, “Yeryüzü görünmeyen, düzeni olmayan derin boşluk­tu, bu boşluğun üzeri karanlıklarla kaplıydı” ifadesi, Kutsal Kitabın bi­çimsizliğe gök ve yer adını vermediğini gösteriyor, çünkü zaten bir bi­çimsizlik vardı ve “görünmeyen, düzeni olmayan yeryüzü ve karanlık boşluk" sözleriyle tanımlanan zaten bu biçimsizlikti. Daha önceki ifa­dede görüldüğü gibi, Tanrı bu biçimsizlikten, göğü ve yeri yarattı, yani ruhani ve maddi eserini. Bir başkası da diyor ki, Kutsal Kitap, “Yeryü­zü görünmeyen, düzeni olmayan derin boşluktu, bu boşluğun üzeri karanlıklarla kaplıydı" ifadesiyle zaten biçimsiz bir hammaddenin va­rolduğunu, önceki ifadede geçtiği şekilde, Tanrı’nın bu maddeden gö­ğü ve yeri yarattığını, yani üstte ve altta olmak üzere koskoca iki par­çaya bölünmüş dünyamızın maddi kütlesini, içinde yer alan ve bizim aşina olup bildiğimiz bütün varlıklarıyla birlikte yarattığını dile getiri­yor.

22.   BÖLÜM

Tanrı tarafından yaratılan bir şeyden Yaratılış Kitabının hiç söz
etmemesi herhangi bir tartışma doğurmaz. [614]

Kitabın biçimsiz maddeye bu adı vermeyi uygun gördüğü anlaşılsa da, yine de biz buradan sadece Tanrı’nın yaratmış olduğu şeyi anlayabili­yoruz ki, bu da önceki satırda ‘göğü ve yeri yarattı’ şeklinde ifade edi­liyor.” Yukarıdaki açıklamalarımızın en sonunda yer alan iki yorumun sahibi, biri olmazsa öteki, bu tür itirazları işittiğinde mutlaka şöyle bir yanıt döşenecektir: “Biz bu biçimsiz maddenin Tanrı tarafından, her şeyi yaratan ve yarattığı her şeyi iyi yaratan Tanrı tarafından yaratılmış olduğunu reddetmiyoruz ki. Biz yaratılmış ve biçimlenmiş varlıkların iyilikten fazlasıyla nasiplenmiş olduklarını söylerken, yaratmaya ve bi­çimlendirmeye vesile olacak şekilde yaratılmış şeyin iyilikten daha az nasiplendiğini düşünüyoruz, ama ne olursa olsun sonuçta onun da iyi olduğunu kabul ediyoruz. Evet, Kutsal Ki tap Tanrı'nın bu biçimsiz hıaddeyi yarattığıyla iIgili bir şey belirtmemiş, ama ona bakarsanız, ör­neğin Chenıbim ve Seraphim'in yaraulışıyla ilgili de herhangi bir şey belirtmemiş, havarinin n t ahtlar, egemenlikler, yönelimler, erdemler[615] [616] [617] diye teker teker sıraladığı diğer meleklerle ilgili de bir şey dememiş.45

Buna rağmen hepsinin tanrı tarafından yaratıldığına hiç şüphe yok. 'Tanrı göğü ve yeri yarattı' ifadesi her şeyi içeriyorsa, ya sularla ilgili ııe demeliyiz, Tanrı’mn Ruhu üzerlerinde dalgalanıyordu' sözlerinden [618] [619]

ne anlamalıyız?46 ‘Yer’ kelimesiyle suların da kastedildiğini kabul edi­yorsak, o zaman yerin nasıl biçimsiz madde olduğunu düşünebiliriz, suların bu kadar güzel olduğunu görürken? Ya da böyle düşündüğü­müzü varsayalım, o zaman Kutsal Kitap niçin biçimsiz maddeden gök- kubbe yaratıldı ve gökyüzü olarak adlandırıldı diye yazıyor, niçin su­ların yaratıldığım yazmıyor? Çünkü sular biçimsiz değil, görünmez de değil, güzel güzel akıp gidiyorlar, biz d.e onları seyrediyoruz. Yok eğer sular, Tanrı ‘gökkubbenin altında toplansınlar’ dediğinde bu güzellik­lerine kavuşmuşsalar ve bu toplanmayı biz biçim alma olarak değer­lendi riyorsak, gökkubbenin üstündeki sularla ilgili ne diyeceğiz?47 Çünkü biçimsiz olmuş olsalardı, onlara bahşedilen o onurlu konumu hak etmemiş olurlardı, ama Kutsal Kitapta suların bi çi mlendiği ne dair herhangi bir bahis geçmiyor ki. Demek ki Yaratılış Kitabı Tanrı'nın ya­ratmış o l d uğu varlıklar hakkında suskunluğunu koruyabilir, ama sar­sılmaz imanımız ve doğru mantıksal çıkarımlarımız bize, bu varlıkla­rın Tanrı lara 1'ından yaratıldığına herhangi bir şüphe duymamamız ge­rektiğini söyler. Ayrıca güven ilir bir öğreti hiçbir şekilde haddini aşıp da, sı rf Yaratıl ış Ki tabı ndan iş i il i ği miz anlatımlara dayanarak, gökkub­benin üstündeki suların Tanrı gibi ezeli ve ebedi olduğu iddiasında buluııamaz, çünkü bu Kitapta bu suların ne zaman yaratıldıklarına da­ir bir bilgiye rast layam ıyoruz. Öyleyse niçin bu ol ayı Hakikatin öğreti­sine göre değerlendirmiyor ve Kutsal Kitapta ‘görünmeyen ve bir dü­zeni olmayan yer' ve ‘üzeri karanlıklarla kaplı boşluk’ olarak tanımla­nan biçimsiz maddenin Tanrı tarafından hiçlikten yaratıldığını, bu yüzden Tanrı gibi ezeli ve ebedi olmadığını anlamamakta ısrar ediyo- [620] [621]

ruz, Yaratılış Kitabında bu maddenin ne zaman yaratıidığma dair bir bilgi verilmemiş olsa bile?

23.   BÖLÜM

Kutsal Kitaplarda yoruma açık olan iki farklı görüş.

32.     Kavrayışımın ne kadar noksan olduğunu sana itiraf etlim, zaten sen de bunu çok iyi biliyorsun, ama yine de gücüm yettiğince bu sav­lan dinledim, algılamaya çalıştım ve anladım ki yazarianna ne kadar güvenirsek güvenelim, Kutsal Kitaplar bize ima yoluyla bir şeyler bil­dirmek istediklerinde iki farklı görüş ortaya çıkabiliyor. Biri anlatılan şeylerin doğruluklarıyla ilgili, diğeri yazarın niyetiyle ilgili konularda. Yaratılışın kökenindeki hakikati araştırmak başka bir şey, bu kelime­lerle okuyaniara ya da dinleyenlere ne anlatmak istediğini sana iman etmiş sevgili kulun Musa’ya sormak başka bir şey. Anlaşmazlık doğu­ran ilk konuda, yanlış olanı doğru bildiklerini sananlar benden uzak olsun. Aynı şekilde ikinci konuda da, Musa’nın söylediklerinin yanlış olduğunu düşünenler benden uzak dursun. Ben engin şefkatinde se­nin hakikatinle beslenenlerle sende kenetleneyim ya Rab ve onlarla birlikte sende kenetlenmenin hazzını yaşayayım, lütfeL, hep birlikte senin Kitaplarının sözlerini anlamaya çalışalım, bu Kitaplarda senin kullarının anlatmak istedikleriyle, senin onların kalemiyle anlaLtırmak istediklerinle senin iradenin anlamını kavrayalım. [622] den yansıyan bunca doğru arasında, hangimiz senin iradeni kavraya­biliriz? Hangimiz çıkıp da kesin bir şekilde Musa’nın ima etliği işte bu, o anlattığı olayda bunun anlaşılmasını istemiş diyebiliriz, Musa bunu ya da şunu kastetmiş olabilir, ama işte doğrusu budur diyebileceğimiz kadar kesin bir şekilde? İşte Tanrım, ben senin kulunum, bu kitapta itirafları mı sana kurban olarak sundum ve yalvarıyorum, n’olur, mer­hametine sığınıp sana olan adaklarımı yerine getireyim. Işle bak ken­dimden emin bir şekilde söylüyorum, gözümüzle görmediğimiz ya da gördüğümüz ne varsa her şeyi sen hiç değişmeyen sözünle yaratım. Ama acaba aynı şekilde kendime güvenerek Musa, “Başlangıçta Tanrı göğü ve yeri yarattı,” derken onun zihninde bu kelimelerin bundan başka bir anlamı yoktu diye bilir miyim? Çünkü senin hakikatinin ışı­ğında ben bunun doğru olduğunu görüyorum, ama Musa bu kelime­leri yazarken zihninden böyle geçip geçmediğini göremiyorum. “Baş­langıçta” dediğinde olasılıkla yaratılışın ilk anını düşünüyordu ve yine aynı yerde gök ve yer derken de olasılıkla ruhani ya da maddi anlam­da belli bir b içi m e kavuşmuş ve mükemmelleşmiş bir varlığı değil, her iki anlamda da henüz ham olan ve belli bir biçime kavuşmamış bir varlığı anlamamızı bekliyordu. Elbette bu önermelerin hepsi doğru olabilir, bunu anlıyorum, ben i m anlayamadığım bu metni yazdığı sıra­da Musa’nın zihninde bu düşüncelerden hangisinin olduğu. Yine de, ne olursa olsun, o ulu adam bu kelimeleri yazarken zihninden şu ya da bu düşünceyi geçirmiş olsun, isterse benim burada hiç bahsetmedi­ğim bambaşka bir düşünceyi geçirmiş olsun, son derece emin oldu­ğum bir şey varsa, o da Musa’nın hakikati gördüğü ve ifadelerini buna uygun olarak kaleme aldığı.

25.    BÖLÜM

Başkalarının yorumlama mantığını küstahça
reddedenlere karşı çıkış.

34.    Artık kimse, “Musa senin dediğini kastetmedi, benim dediğimi kastetti” diyerek canımı sıkmasın. Biri çıkıp da bana, “Musa’nın yazdı­ğı kelimelerin senin yorumladığın gibi bir anlam içerdiğini nereden biliyorsun?” diye sorsa, benden beklenen bu soruyu serinkanlılıkla karşılamam ve belki de üstle verdiğim yanıtı vermem ya da baktım ki eleştirenin algısı kıt, o zaman daha da uzun bir yanıt döşenmem. Ger­çi “senin dediğini kastetmedi, benim dediğimi kastetti” dediğinde, ne benim yaptığım yoruma ne de kendi yorumuna olumsuz bir şey söyle­miyor ki, aksine her ikisinin de doğru olabileceğini söylemiş oluyor. Ah, biz yoksulların yaşam pınarı, ah, Tanrım, sen ki bağrında hiçbir çelişkiyi barındırmazsın, n’olur hoşgörünü yağmur gibi yağdır şu gön­lüme, yağdır ki böyle insanlara sabırla katlanabileyim. Bana bunları söyleyenler, iman sahibi olduklarından ya da senin kulunun yüreğini okuyup öyle yorum yaptıklarından söylemiyorlar bunları, kibirlerin­den söylüyorlar. Musa’nın düşüncesi hakkında en ufak bir fikirleri yok, onlar sadece kendi düşüncelerini beğeniyorlar, doğru falan oldu­ğundan da değil, sadece kendilerinin düşüncesi olduğundan. Yoksa zaten başkalarının doğru düşüncelerini de aynı şekilde beğenirlerdi, nasıl ki ben doğru olduğunda başkalarının da düşüncesini beğeniyo­rum. Şu var ki, benim beğenim bu düşüncenin başkalarına ait olma­sından kaynaklanmıyor, doğru olmasından kaynaklanıyor. Zaten dü­şünce doğruysa kimsenin şahsi malı olmaz. Onlar da benim düşünce­mi sırf doğru olduğu için beğeniyor olsalar, bu düşünce hem kendile­rine ait olmuş olur hem de bana, çünkü doğru düşünceler Hakikate

aşık olanların ortak malıdır. Benim söylediklerimin değil de kendi söylediklerinin Musa’nın zihninden geçen düşünceler olduğunu ileri sürenlerin yorumunu reddediyor ve bu yoruma saygı duymuyorum. Haklı olsalar bile onların bu gözüpekliğinin bilimle falan alakası yok, daha çok küstahlıkla alakalı. Bu doğru sezgilerinin bir ürünü değil, ki­birlerinin bir ürünü. Senin yargılarından korkmalıyız ya Rab, çünkü senin Hakikatin ne bana ait, ne ona ne de buna, hepinize ait. Çünkü sen bizleri bu Hakikati beraberce paylaşmaya çağırdın ve keskin bir dille uyardın ki, ne onu şahsi malımızmış gibi görelim ne de ondan yoksun kalalım. Herkesin iyiliği için sunduğun bir şeyi yalnızca ken­disine aitmiş gibi gören ve herkese ait olan bir şeyde ayrıcalıklı haklar elde etmek isteyen insan, kim olursa olsun, ortak maldan elini eteğini çekmek ve sadecc kendi kaynağına çekilmek zorunda kalır, yani doğ­rudan ayrılıp yalana saplanır. Çünkü yalan söyleyen kendi düşüncesi­ni söyler.4

35.     Lütfet, beni dinle, ey Adil Yargıç, ey Tanrı, ey Hakikat, bana böyle bir eleştiri getiren olursa ona vereceğim yanıtı dinle. Çünkü se­nin huzurunda konuşuyorum, kardeşlerimin önünde konuşuyorum, adaleti adil biçimde uygulayanların, yani yasayı sevgi kazanmak için uygulayanların huzurunda. Lütfet, dinle ve ona ne diyeceğimi gör, ta­bii senin için bir mahsuru yoksa. Çünkü benim ona vereceğim yanıt kardeşçe ve gönül okşayışı bir tonda olacak. Şöyle: “Senin söylediğinin de, benim söylediğimin de doğru olduğunu ikimizde görüyorsak, o zaman soruyorum biz bunun doğru olduğunu nerede görüyoruz? Ben sende görmüyorum, sen de bende görmüyorsun, biz ikimiz de onu bi­zim zihnimizin üstündeki değişmez Hakikatte görüyoruz. Rab Tan-

4g Evangelium secundum loannem, 8.44.

rımızm ışığını tartışma konusu yapmadığımıza göre, niçin komşumu­zun düşüncesini tartışma konusu yapalım? Çünkü biz komşumuzun düşüncesini, değişmez hakikati gördüğümüz şekilde açık ve seçik gö­remiyoruz ki. Musa şu an bize görünmüş olsa ve “benim kastettiğim işte bu” demiş olsa bile, yine de onun düşüncesini göremeyiz, sadece söylediğine inanırız. Öyleyse hiç kimse Kutsal Kitaplarda yazılanların üstüne çıkıp da kimilerini övüp kimilerini küçümsemeye kalkmasın.[623] Bunun yerine Rabbimizi bütün yüreğimizle, bütün canımızla, bütün aklımızia sevelim, komşumuzu da kendimizi sever gibi sevelim.[624] [625] Mu­sa kitaplarında ne yazmışsa, sevgiyi öngören bu iki ilkeye dayanarak yazmış. Biz bunun böyle olduğuna inanmazsak Rabbi yalancı çıkarmış oluruz,5ı çünkü o vakit onun sadık kulunun zihnine bize öğretmek is­tediğinden farklı bir düşünceyi yerleştirmiş oluruz. Bak gör işte, o ke­limelerden çıkarılan bunca doğru yorumdan rastgele birini seçip, işte Musa’nın zihninden geçen bu olmalı demek ne budalalık, ne budalalık yıkıcı tartışmalar yaratıp sevgiye küfretmek, şu an yorumlamaya çalış­tığımız Musa’nın sözleri sırf sevgi için yazılmışken üstelik.

26.    BÖLÜM

Kutsal Kitaba yaraşan üslup.

36.     Bana gelince Tanrım, şu naçiz bedenimi yücelten ve bütün sı­kıntımı dindiren, itiraflarımı dinleyen ve günahlarımı bağışlayan sen, bana komşumu kendimi sever gibi sevmemi buyurduğuna göre, senin en sadık kullarından Musa’ya benim senden almak istediğim ve diledi­ğim yetenekten daha azını bağışladığına inanmam imkânsız. Onun za­manında doğmuş olsaydım ve sen bana onun konumunu bahşetmiş olsaydın, yani bütün yüreğimi ve belagatimi ortaya koyup o metinlere elçilik etme imkânına sahip olacağım konumu bahşetmiş olsaydın, an­ca o kadar yeteneğim olsun isterdim. O metinler ki yazıldıklarından bu yana nice zaman geçse de hâlâ tüm ulusların imdadına yetişiyor ve dünyanın dört bir yanında bütün şu sahte ve kibir dolu öğretilerin sözl erini öyle yüce bir otoriteyle aşıp geçiyorlar ki. Keşke o zaman lar- da ben Musa olmuş olsaydı m -ne de olsa hepimiz aynı hamurdan yoğrulmadık mı, zaten insan dediğin ne ki, sen onu hatırlamadık­ça?,.,^ işte bu nedenle keşke o zamanl a rda ben Musa olmuş olsaydım, ve sen ona bahşettiğin Yaratılış Kitabını yazma görevini bana bahşet­miş oIsaydın. Keşke bana öyle bir belagat gücü, kelimeleri öyle güzel d erley i p toparl a m a yeteneği bahşetmiş olsaydın da, bu di li ne Tanrı­nın yaratış mantığını henüz kavrayamayanlar zekâlarını aştığı için red- dedebilselerdi, ne de bu m an tığa erişebilenler ve düşünüp taşınıp doğ­ru anlaTıi yakal a m ış olanlar senin kulunun yazdığı o birkaç kelimede bu an l amı hiç sektirmeden bul ab i l sclcrd i, haıla Hakikatin ışığı nda larklı bir anlam çıkarmış olan bile, bu farklı anl am ı n da yine o kelime­lerde gizli olduğu n u anlayabilscydi.

27. BÖLÜM

Kutsal Kitaba mütevazı ve yalın bir ifade tarzı yaraşır.

37.    Küçük bir alana sığışmış pınar daha gür fışkırır, bir sürü kola ayrılıp akar, akarken de kendisinden hayat bulan ve değişik yöreler­den geçip giden derelerle kıyaslandığında daha geniş havzaları sular. [626]

İşte senin elçinin verdiği bilgiler de böyledir, pek çok yoruma kaynak­lık etmiştir, kısa kısa ifadelere bürüyüp duru Hakikatin derelerini dol­durup taşırmıştır. Bu kaynaktan her yarumcu yaratılış konusundaki anlayışı ölçüsünde bir şekilde doğru olanı çekip çıkarır, bu doğruyu daha uzun ve daha dolambaçlı ifadelere bürüyüp açıklamak zorunda kalsa bile. Çünkü Musa’nın sözlerini okuyan ya da dinleyen kimileri, Tanrı’yı sanki bir insanmış gibi tasarlarlar ya da sanki koskocaman maddi bir kütleymiş gibi; büyük bir güçle donatılmıştır bu kütle, yep­yeni bir karar almış ve birdenbire kendi dışında, çok uzak bir yerlerde göğü ve yeri, yani biri üstte biri altta olmak üzere her şeyi içinde ba­rındıran iki büyük cismi, yaratmıştır. Bu insanlar “Tanrı şu olsun dedi ve oldu” ifadesini işittiklerinde de, bu sözlerin başlayıp bittiğini, za­man içinde bir süre çınlayıp sonra geçip gittiğini ve geçip gittikten sonra da varolması, emredilen şeyin aniden varolduğunu sanırlar. Ben­zer başka konularda da hep alışkın oldukları maddi dünyanın diliyle düşünürler. İçlerinde hâlâ çocuk ruhları vardır bu insanların, Kutsal Kitapların o yalın üslubu işte onların bu aciz ruhlarını bağrına basar, adeta bir ananın çocuğunu bağrına basması gibi, sonra onları kurtulu­şa erdirecek inancı inşa eder usulca ve bu inanç sayesinde bütün var­lıkların, yani duyularıyla algıladıkları envai çeşitteki güzelliklerin Tan­rı tarafından yaratıldığından emin olurlar ve bunu teyit ederler. Olur da içlerinden biri Kutsal Kitabın dilinin o yalın üslubunu hor görmeye ve acizliğinden kaynaklanan kibrine kapılıp beslenip büyüdüğü yuva­nın dışına çıkmaya kalkarsa, vah haline, zavallıcık, düşer yere. Ya Rab, acı, yoldan geçenler basmasın bu tüyü bitmemiş yavru kuşun üstüne, gönder meleğini, yeniden koysun yuvasına onu, koysun ki, uçabilecek kadar yaşayabilsin.

AUGUSTİNUS
28. BÖLÜM

Kutsal Kitaplar uzmanları tarafından farklı şekillerde
yorumlanır.

38.    Kimileri de var ki, artık onlar için Kutsal Kitapların sözleri bir yuvadan öte, gölgeli bir meyve bahçesi. Meyvelerin gizlendiğini bili­yorlar bu bahçenin içinde, sevinçle uçuşuyorlar, cıvıldaşıyorlar arar­ken de, sonra da koparıveriyorlar onları. Çünkü Musa’nın sözlerini okuduklarında ya da işittiklerinde, ey ezeli ve ebedi Tanrı, o hareket­siz duruşunla bütün geçmiş ve gelecek zamanları aştığını, zamana yaz­gılı bu âlemde senin yaratmadığın tek bir varlık bile olamayacağını, seninle özdeş olan iradenin yarattığı bütün varlıkların asla değişmeyen ve baştan verilmiş bir karar sonucunda yarauldığını görüyorlar; senin bu alemi kendi doğandan, sana benzer biçimde yaratmadığını -bu benzerlik her şeye biçim vereceği halde- hiçlikten, sana tamamen ay­kırı bir biçimde, sana, yani senin Birliğine döndükçe sana benzeyerek şekillenecek bir biçimde yaraltığmı, lıer varlığın önceden tayin edilen yeteneği doğrultusunda ve kendi cinsine ne kadar yetenek bahşedil­mişse o ölçüde bu biçimlenmeden nasibini alacağını görüyorlar. Bu şekilde her şeyin iyi olarak yaratıldığını, ister hep senin yakınında ol­muş olsun, isterse zaman ve mekan açısından kademe kademe senden uzak bir mesafede yerleşmiş olsun, her şeyin bu dünyanın türlü türlü güzelliklerine bizzat vesile olacağını ya da bu güzelliklerden nasiplene­ceğini görüyorlar. işte bütün bunları görüyorlar ve Hakikatinin bu dünyada algılanabilecek ölçüdeki ışığı altında sevinçten uçuyorlar.

39.    l3u insanlardan biri dikkatini, “Başlangıçta Tanrı yarattı” ifade­sinin yer aldığı satıriara yöneltiyor ve Bilgeliği, Başlangıç olarak yo­rumluyor, çünkü o da bizimle konuşmuştur, diyor,53 Dikkatini yine bu satıriara yöneiten başka biri bu sözlerdeki başlangıçtan, yaratılışın başlangıç noktasını anlar ve “başlangıçta yarattı” ifadesini, “ilkin yarat­tı” denmiş gibi yorumlar. Dahası, “başlangıçta” ifadesini “bilgeliğiyle göğü ve yeri yarattı” şeklinde anlayanlar arasından kimi “gök ve yer” kelimelerinden göğün ve yerin yaratılmasına vesile olan maddeyi anlar ve bu maddenin bu şekilde adlandırıldığına inanır, kimi de bu kelime­lerin belli bir biçime kavuşmuş ve birbirinden farklı doğalara işaret et­tiğine. Bir başkası bu biçim alan ve ruhani olan doğalardan birine “gök” adını verir, öteki biçim almamış maddi doğaya ise “yer” adını verir. Öte yandan gök ve yer kelimelerini göğe ve yere şekil veren bi­çimsiz madde olarak ele alanlar farklı bir yorum getirirler. Kimisi bu maddeyi zihnimizde caıılandırabildiğimiz ve duyularımızla algılayabil­diğimiz her iki varlığın doğduğu ve mükemmel biçimine kavuştuğu kaynak olarak görür, kimisi de bu maddeyi sadece duyularımızla algı­layabildiğimiz bu maddi dünyanın ve onun o geniş bağrında varolan, bizim de gözümüzle açık ve seçik olarak gördüğümüz her çeşit varlı­ğın kaynağı olarak görür. Bundan başka, bu satırlardaki gök ve yer kelimelerinin, birbirinden ayrılmış ve yerli yerine oturtulmuş gökyü­zünü ve yeryüzünü kastettiğine inananlar da kendi aralarında farklı yorumlar yaparlar. Kimi bu kelimelerin hem görülür hem de görüle­meyen âlemi kastettiğini düşünür, kimi de bu kelimelerden sadece gö­rülebilir olan alemi anlar, yani hem ışıklı gökyüzünü hem de karanlığa sarılı toprağı ve bu ikisinin içerdiği bütün varlıkları seyrettiğimiz şu görülebilir alemi. [627]

29. BÖLÜM

İlk olan şeyin değişik şekillerde ifade edilişi.

40.  Ama “Başlangıçta yarattı” ifadesinden “ilkin yarattı” anlamından başka bir anlam çıkarmayan yorumcunun, gök ve yer sözcüklerini sa­dece göğü ve yeri yaratan madde olarak, yani hem ruhani hem de maddi bütün evreni yaratan madde olarak anlamaktan başka çaresi yok. O aşamada bütün evrenin belli bir biçime kavuşmuş olduğunu iddia eden birine, şöyle bir soru sorsak yeridir: “Tanrı ilkin bütün ev­reni yarattıysa, peki ondan sonra ne yarattı?” Çünkü evreni yarattıktan sonra Tanrı'ya yaratacak başka bir şey kalmıyor ki. Ardından istese de istemese de şöyle bir soruyla da muhatap olacak: “Tanrı sonradan bir şey yaratmadıysa ilkin evreni nasıl yarattı?” Ama bu yorumcu, “Tanrı ilkin maddeyi biçimsiz olarak yarattı, sonra ona biçim verdi” dese, id­diası bir mantıksızlık içermemiş olacak, tabii en azından ezeli ve ebedi açıdan bakıldığında neyin önce geldiğini ya da aynı şekilde zaman açı­sından neyin önce geldiğini, seçim açısından neyin önce geldiğini ve kaynak açısından neyin önce geldiğini ayırt etmesi koşuluyla. Ezeli ve cbedi açıdan bakıldığında Tanrı'nm her şeyden önce geldiği açık; za­man açısından bakıldığında örneğin tomurcuk çiçekten önce gelir; se­çim açısından bakıldığında örneğin çiçek tomurcuktan önce gelir; kaynak açısından bakıldığında da ses şarkıdan önce gelir. Bu dört ön­celik içinde, söz konusu ettiğim ilki ve sonuncusu çok zor anlaşılır, ortadaki iki önceliği anlamak ise çok kolaydır. Çünkü ya Rab, hiç de­ğişmeden değişebilir bir dünya yaratan ezeli ve ebediyetini ve bu an­lamdaki önceliğini görmek olağanüstü bir önsezi gerektirir ki, bunu elde etmek de bayağı zorlu bir iş. Sonra şarkının sesten önce geldiğini öyle büyük bir çaba harcamadan anlamak da çok ince bir zekanın har­cı. Buradaki zorluk şarkının sesin biçimlenmiş hali olmasından ve bi­çimi olmayan bir şeyin zaten varolamayacağmdan kaynaklanır, ama olmayan bir şeye nasıl biçim verilebilir ki? Bu anlamda madde kendi­sinden yaratılandan önce gelir. Ama önceliği ürününü yaratmasından kaynaklanmaz, çünkü o da yaratılmış bir şeydir; bu öncelik zamansal bir öncelik de değildir, çünkü zamanda öncelik olması için şarkı söy­lemeden önce biçimlenmemiş sesler çıkarmamız, sonra bu sesiere şar­kı biçimini vermemiz ya da onları şarkıya uyarlamamız gerekir ki, böyle bir şey yapmıyoruz, yani biz şarkı söylerken, tahtadan bir san­dık ya da gümüşten bir vazo yapar gibi iş görmüyoruz. Çünkü bu malzemeler zaman açısından yarattıkları ürünün biçiminden önce ge­lirler, ama şarkı söz konusu olduğunda, durum bambaşka. Şarkı söy­lendiği anda sesi de işitilir; ilkin biçimsiz bir ses çıkarılıp sonra ona şarkı biçimi verilmez. Çünkü bir ses çıktığı anda çoktan geçip gitmiş­tir, geçip giltikten sonra da geriye ondan eser kalmaz, nerede kaldı ki o sesi alıp sanatsal becerinizle şarkı şekline sokacaksınız. Şarkının var­lığı sesinde gömülüdür, sesi şarkının hammaddesidir. Bu madde şarkı olacak şekilde biçimlenir. Bu anlamda, dediğim gibi, ses yaratan mad­de, şarkının biçiminden önce gelir. Bu öncelik şarkıyı yaratma imkanı­na sahip oluşundan kaynaklanmaz, çünkü ses şarkı söyleyen bir sanat­çı değildir, sadece şarkıya dönüştürülmesi için şarkıcının bedeni tara­fından ruhunun hizmetine sunulan bir şeydir. Zaman açısından önce­liği yoktur, çünkü ses şarkıyla birlikte aynı anda çıkar; seçim açısın­dan da önceliği yoktur, çünkü ses şarkıya tercih edilebilecek bir şey değildir, şarkı sadece bir ses olmaktan öte aynı zamanda güzel bir ses olduğuna göre. Ama ses kaynak açısından öncedir, çünkü bir şarkı ses olacak şekilde şekillenmez, tersine ses bir şarkı olacak şekilde şekil alır. Belki bu örnekle insanlar neden ilkin şeylerin maddesinin yaratılmış ol­duğunu ve bu maddeden gök ve yer yaratıldığı için bu maddeye gök ve yer adının verildiğini anlayabilir. Ama bu maddenin zaman açısın­dan. önce yaratıldığı anlamına gelmez, çünkü şeylerin biçim alışları za­manın ortaya çıkmasına sebep olur."4 Demek ki bu madde önce bi­çimsizdi, zaman içinde biçimlendikçe algılanabilir hale geldi. Her şeye rağmen bu biçimsiz madde hakkında herhangi bir şey söyleyebilme­miz için, onu zamanda önceliği varmış gibi değerlendirmek zorunda­yız. Oysa bu madde varlık basamaklarının en altında yer alır, çünkü biçimlenmiş varlıkların biçimsizlere oranla daha üstün olacağı açıktır. Yaratıcının ezeli ve ebediliği tarafından da öncelcnir ki, kendisinden herhangi bir şeyin yaratılması için kendisi hiçlikten yaratılmış olsun.

30. BÖLÜM

Kutsal Kitaplar hakkında farklı farklı düşünceler ileri süren
yorumcular, sevgi ve Tanrısal Hakikat söz konusu olduğunda
aynı düşüncede birleşirler.

41.     Bu kadar farklı, ama bir yandan da doğru düşünce arasında, dilerim Hakikat kendi kendine bir uyum yakalayabilir ve dilerim Tan­rımız bize merhamet. eder de yasayı adil bir şekilde uygulayabiliriz, yani buyruğun amacı olan saf sevgiye erişecek şekilde."" Biri kalkıp da bana bunca düşünce arasında hangisi Musa’nın, yani senin kulunun düşüncesidir diye soracak olsa, bu buyruğa uygun olarak sana, “bilmi­yorum” diye itiraf etmedikçe yazdığım bu sözler benim ihraCarım ol­mayacak. Ama biliyorum ki bu düşüncelerin hepsi doğru, tabii yuka­rıda az biraz değinmeyi uygun bulduğum şu maddeci yorumlar dışm- [628] [629]

da. Gerçi bu yorumların sahipleri iyi şeyler umut eden çocuklar;[630] se­nin Kitaplarında yazılan sözlerden korkuya kapılmıyorlar, sırlarını ya­lın bir üslupla aktaran ve birkaç kelimeyle pek çok şey söyleyen o söz­lerinden. Bizlere gelince, yani yukarıda da dediğim gibi, bu Kitapların sözlerinde doğru anlamları yakalayan ve uygun bir dille açıklayanlara, birbirimizi sevelim ve kibre değil de Hakikate susamışsak aynı şekilde seni de sevelim, Tanrımız, Hakikatin Kaynağı. Ayrıca senin kulunu, bu Yazıların elçiliğini üstlenen, Kutsal Ruhunla dopdolu olan insana da[631] hak ettiği onuru verelim ki, unun senden aldığı vahiyle bu Kitabı yazdığına ve düşüncelerinin Hakikatin ışığına ve bizlerin ruhani gelişi­mine yaraşır bir anlamı olduğuna inandığımızı göstermiş olalım.

31.   BÖLÜM

Musa'nın kavradığını düşündüğümüz Hakikatin ne olduğu
onun sözlerinden anlaşılabilir.

42.    Bu yüzden biri kalkıp, “Musa benim düşündüğümü anlamış” ya da başka biri kalkıp, “Hayır, benim düşündüğü anlamış” dediğinde, ben “her ikinizin düşüncesi de doğruysa, neden Musa'nın anladığı her ikinizin de düşüncesi olmasın?” demeyi din açısından daha doğru bu­luyorum. Bu sözlere bir üçüncü, bir dördüncü, hatta daha da fazla doğru bir anlam yüklenebiliyorsa, o zaman niçin Musa’nın bu anlam­ların hepsini çıkarmış olduğuna inanılmıyor, sonuçta onun aracılığıyla bu kutsal sözleri birçok insanın farklı farklı doğruları görebileceği ve algılayabileceği kıvama getiren tek bir Tanrı değil mi? Ama bana soru­lacak olsa, hiç çekinmeden ve bütün içtenliğimle söyleyebilirim ki, böyle ulu bir yetke taşıyan metni ben kaleme almış olsaydım, sözleri­min tartıştığımız konularla ilgili bütün doğruları yansıtacağı ve her okuyanın da anlayabileceği bir üslupla yazmayı tercih ederdim, yani doğruluğu tartışma götürmez tek bir düşünceyi ortaya koyup beni eleştiriye maruz bırakacak bir hata içermiyorlarsa, öteki düşünceleri dışarıda bırakacak şekilde yazmayı tercih etmezdim. Buna rağmen Tanrım, o şahsın da senin tarafından böyle bir belagat yetisiyle dona­tılmadığına inanacak kadar düşüncesizlik etmek istemem doğrusu. O bu metni yazarken bizim hakikatle ilgili bu 1 abildiğimiz bütün doğru­ları hiç eksiksiz ifadelerine yansıtmıştı ve bunun bilinceydi; biz şu an hakikatle ilgili ne keşfedememişsek ya da henüz ne keşfedememişsek yine o ifadelerde bulabiliriz.

32. BÖLÜM

Kutsal Kitaptaki Hakikatin anlamları Kutsal Ruh tarafından
açıklığa kavuşturulur.

43.    Sonuçta ya Rab, sen Tanrı’sın ve etten kandan değilsin, insa­noğlu bu metinde varolan hakikatin belki pek azını sezebilir, ama se­nin o sözlerle geleceğin okurlarına iletmeyi istediğin doğrular beni hakkın ülkesine götürecek olan Lütufkar Ruhundan* gizlenebilir ıııi?’9 Hatta senin aracılığınla bu sözleri söyleyen o şahıs, bizim çıkar­dığımız bunca doğru arasında sadece bir tekini kastetmiş olabilir, ama o tek bir düşüncenin bile senin Lütufkar Ruhundan gizlenmesi müm- [632] [633] kün mü? Zaten durum böyleyse, o şahsın zihninden geçen o tek doğ­ru, bizim çıkarımlarımızın hepsinden üstün olsun. O halde bunu bize göster, ya Rab, senin bize açıklamak istediğin başka bir doğruyu bize göster; bize ya senin kulunun zihnindeki doğruyu açıkla ya da o me­tindeki sözlerden arılamamız gereken başka bir doğruyu açıkla, açıkla ki senden beslenelim ve yanılgılarımızın oyuncağı olmayalım. İşte bak, Rab Tanrım, şu birkaç kelime için ne çok şey yazdım, sana yalvarıyo­rum bak, ne çok şey yazdım! Bütün Kitaplarını böyle uzun uzun yo­rumlamaya kalksam, demek ki ne çok güç harcamam gerekecek, ne çok zaman! Öyleyse bana lütfet, bu cümlelere daha kısa yorumlar geti­rip sana ilirafta bulunabileyim, içlerinden senin esinlediğin tek bir doğruyu, kesin ve iyi olan tek bir doğruyu seçebileyim, birçok doğru­nun olduğu bu metinde benim de gözüme birçok doğru çarpmış olsa bile. Senin elçinin zihninden geçen düşünceyi doğrudan doğruya ve en iyi şekilde aktarırsam -zaten öyle de yapmam gerekir- itiraflarım­daki iman senin önüne serilsin, ama bunu aktarmayı başaramazsam, n’olur, en azıııdan senin Hakikatinin Kutsal Kitabın sözlerini vesile kı­larak benden açıklamamı istediği şeyi söylememe izin ver, çünkü o Hakikat Musa’dan açıklamasını istediğini ona söylemişti.

13.      KİTAP

1.   BÖLÜM

Tanrı'ya sesleniyor ve Ondan gelecek iyiliğin kendisine
yol göstereceğini biliyor.

1.   Sana sesleniyorum, Tanrım, Bağışlayıcım, sen beni yarattın ve seni unuttuğumda sen beni unutmadın. Sana sesleniyorum, gel gönlü­me gir diye, gir ki ona ektiğin özlemiııle seni içine sığclırabilsin.ı Sana scslcniyonım, ıı'olur beni terk etme, aslında ben sana seslenmeden çok önce, sen zaten gönlümdeydim ve hiç durmadan, sürekli, türlü türlü yollarla bana seslendin ki, seni çok uzaklardan işiteyim, sana dö­neyim ve se n bana seslendiğinde hen de sana sesleney i m. Çünkü sen, ya Rab, işlediğim bütün günahları silip attın, beni senden ayrı koyan şu cllcrimc[634] [635] [636] [637] hak ettiği cezayı vermeyesin diye; * işlediği m bütün sevap­larıysa ben daha onları işlemeden hesaba kattın, beni yarattığın elle­rinle hak ettiğim ödülü hana veresin diye. Çünkü ben varolmadan ön­ce sen vardıh, serı l üt (e d ip beni var e d i nceye kadar ben yoktum. Ama hak senin iyiliğin sayesinde artık varım, ben i yarattığın ve benim yara­tılmama kaynaklık eden bütün her şeyde n önce ge len iyiliğin sayesin­de." Senin bana ihtiyacın yoktu ki, sana yardımcı olacak kadar senin

iyiliğinden de pay almamıştım ki, Rabbim ve Tanrım, yani sen eserini yaratırken ben sana hizmet edeyim de yorulma ya da ben sana itaat edeyim de senin yetken azalmasın diye yaratmadın ki beni. Sen bir tarla değilsin ki seni ekip biçeyim, sanki ekip biçmezsem bakımsız ka­lacakmışsın gibi,[638] tersine, sana hizmet etmem ve seni ekip biçmem se­nin iyiliğinden pay alınam için; çünkü ben varlığımı ve varlığımın iyi­liğini sana borçluyum.[639]

2.   BÖLÜM

Alem Tanrı'nın inayetiyle varlığını sürdürüyor
ve mükemmelleşiyor.

2.   Yarattığın bu alem senin cömert iyi. liğin sayesinde varlığını sür­dürüyor. Senin çıkarına hizmet eden bir iyilik değildi bu, senin tözün­den olmadığından zaten sana denk değildi, ama senin sayende yaratıl­dığı için, varlığım hiç kaybetmedi.[640] Çünkü başlangıçta yarattığın şu göğün ve yerin sana layık olacak ne değeri vardı! Haydi söylesinler,

Bilgeliğinle yarattığın şu ruhani ve maddi doğanın8 sana layık olacak ne değeri vardı.9 Her şey bilgeliğine bağlıydı, hamdı, biçim almamıştı, kendi içinde ruhani ve maddi olarak sınıflara ayrılsa da. Her şey sen­den uzaklaşmaya ve karmaşaya süreklenmeye meyilliydi ve hiçbir şe­kilde sana benzememeye; ruhani varlık biçimsiz haldeyken biçimli bir varlığa göre daha üstün, maddi bir varlık ise biçimsiz haldeyken hiçli­ğe göre daha üstün olsa bile. Demek ki biçimsiz olan bütün varlıklar senin Sözün üzerine var oldular ve senin Sözün üzerine senin Birliğine yeniden çağrıldılar ve biçim aldılar; senden, yani Bir’den, En Yüce İyi­likten dolayı varoldular, bu yüzden hepsi bu İyilikten nasiplerini aldılar. Sadece biçimsiz olacak kadar bile bir değerleri var mıydı bu varlıkların senden önce, sen sebep olmasaydın biçimsiz bile olamaya­cak olan bu varlıkların?

3.    Görünmez ve düzensiz bir yapıda olacak kadar bile bir değeri var mıydı senden önce şu hammaddenin, sen onu yaraımadıkça bu halde bile varolamayacağına göre? Varolanıayacak olması senden önce bir değeri olamayacağını kanıtlıyor zaten. Ya da şu ruhani alemin, he­nüz haııı haldeyken bir değeri var mıydı senden önce, henüz derin boşluğun ı ° üzerinde dalgalanan karaltıları andı rırken ve sana benze­mekten çok uzakken, hep bu halde kalmaz mıydı, senin Sözünle çağ­rıldığında kendisini Yaratan bu Söze dönmemiş, yani senin Sözünün ışığıyla aydınlanmamış ve seninle denk olmasa da senin suretinde bi­çimlenmemiş olsaydı? Maddi bir cisinı söz konusu olduğunda da du­rum böyledir, o cismin varolması güzel olduğu anlamına gelmez, yok- [641] [642] [643] sa çirkin olma ihtimali ortadan kalkmış olurdu. İşte aynı şekilde yara­tılan bir ruhun yaşaması, bilgece yaşadığı anlamına gelmez, yoksa hiç değişmeksizin bilge kalırdı. Ruhun iyiliğinin anlamı her daim sana sımsıkı kenetlenmiş olmasıdır, başka türlü olsa, sana yöneldiğinde al­dığı ışığı senden uzaklaşarak kaybeder ve yeniden karanlık bir uçuru­mu11 andıran yaşamına düşer. Ruhumuz olduğu için birer ruhani var­lık olan bizler de senden, yani Işığımızdan yüz çevirdik ve bir zaman­lar karanlıklarla kaplı yaşamımızın içinde bulduk kendimizi12 ve halen o karanlığımızın kalıntıları arasında debelenip duruyoruz; Biricik Oğ­lun sayesinde senin ulu dağları andıran adaletinin temsilcileri olana kadar da böyle debelenip duracağız, '> çünkü bizler uçsuz bucaksız denizleri andıran senin yargılarının hükmü altındayız.'4

3.   BÖLÜM

Her şey Tanrı'nın inayetiyle olur.

4.   Bu alemi yaratırken La en başta “Işık olsun” dedin ve “Işık ol- du.”'5 Bu sözünüm6 ruhani alemi kastettiğini düşünürsem yanlış yap­mış olmanı, çünkü o sırada Tanrı’nın ışığıyla aydınlanma imkanına sa­hip bir yaşam mevcuttu. Ama henüz senin tarafından aydınlanabilecek [644] [645] [646] [647] [648] [649]

AUGUSTJNUS

bir değeri yoktu, sonra bu yaşam varoldu, ama yine de aydınlanmaya layık değildi. 17 Sadece varolmakla ışık olmuş olsaydı, bakışlarını ken­disini aydınlatacak olan ışığa çevirmemiş ve ona kenetlenmemiş olsay­dı, onun o biçimsiz hali senin gözüne hoş görünmezdi. Şimdi varlığını sürdürüyorsa ve varlığını mutlu bir şekilde sürdürüyorsa, bunu sade­ce senin inayetine değil, kendisini daha iyi hale getirecek bir değişim­den geçerek sana, yani onu bir daha iyi ya da kötü herhangi bir değişi­me uğratmayacak olana yönelmesine borçlu. Çünkü sen biriciksin, çünkü sen mutlak yalınlıksın, senin için yaşamak mutlu yaşamakla eş­tir, çünkü sen mutluluğun ta kendisisin.

4.   BÖLÜM

Tanrı yarattığı varlıklara muhtaç değildir.

5.    Öyleyse bütün bu varlıklar hiç olmamış olsaydı ya da öyle bi­çimsiz halde kalmış olsalardı, senin mutluluğundan ne eksilirdi, sen mutluluğun kendisi olduğuna göre? Sen onları ihtiyacın olduğundan mı yarattın sanki, iyilikle dolup taştığın için yarattın. Onları yoğurdun ve bir biçim verdin, bunu mutluluğun kat kat arttsın diye mi yaptın? Mükemmel olan sana tamamlanmamışlık çirkin gelir, bu yüzden ya­rattıklarını ınükemınelleştiriyorsun ki senin gözüne hoş görünsün. Sen tamamlanmamış değilsin ki, yarattıklarını mükemmelleştirdikçe sen de daha mükemmel bale gelesin. Evet, senin Lütufkar Ruhun sula­rın üstünde dalgalanıyordu,^ ama sanki onların üstünde duruyor- muşcasına sular tarafından taşınmıyordu ki. Çünkü Kutsal Kitap senin Ruhun insanların üzerinde olacak derken, insanların senin Ruhunda [650] [651]

olacağını kastediyor.19 Yani senin bozulmaz ve değişmez olan, kendi kendisine yeten ve kendinde olan iraden2o senin yaratmış olduğun ya­şamın üzerinde dalgalanıyor. Bu yaşamda, yaşamak ve mutlu yaşamak aynı şey değil, çünkü bu yaşam hala kendi karanlığında dalgalanarak yaşamını sürdürüyor. Yapması gereken tek şey yaratıcısına dönmesi ve yaşamın pınarından içerek dolu dolu yaşaması ve ışığını Onun ışığın­da görmesi ve mükemmelleşmesi ve aydınlanması ve kutsanması.

5.   BÖLÜM

Tanrı'nın Üçlü Birlik olduğu Yaratılış Kitabının ilk
ifadelerinden anlaşılır.

6.    İşte, sisler ardında da olsa Kutsal Üçlü karşımda beliriyor artık, çünkü bu Üçlü sensin ey Tanrım; çünkü sen, ey Baba, bizim bilgeliği­mizin başlangıcında -ki bizim bilgeliğimiz senin Bilgeliğindir, senden doğan, sana denk olan ve senin gibi ezeli ve ebedi olan Bilgeliğindir- yani senin Oğlunda göğü ve yeri yarattın. Göklerin göğü hakkında on- ca laf ettik, şu gözümüzle göremediğimiz, bir düzeni olmayan yeryüzü hakkında da, keza o karanlık boşluk hakkında da; karanlıktı, dedik, çünkü onun ruhani doğası henüz belli bir biçime kavuşmamışken de­ğişken bir akışa sahipti ve eğer şu anki yaşamına sebep olan Yaratıcısı­na dönmemiş, Onun ışığıyla daha güzel bir yaşama kavuşmamış ve sonradan su ile su arasınan yerleştirilen Onun göğünün göğü halini almamış olsaydı hep öyle karanlık kalacaktı dedik. Demek ki Tanrı derken aslında bütün bu varlıkları yaratan Baba’yı kastediyormuşurn [652] [653] [654] ben; Başlangıç derken de bütün bu varlıkları yarattığı Oğlunu kastedi- yormuşum. Ama ben Tanrımın Kutsal Üçlü olduğuna inanıyordum ve inancımın ışığında bu gerçeği Onun Kutsal Sözlerinde aradım ve niha­yet “Senin Ruhun suların üzerinde dalgalanıyordu” ifadesinde aradığı­mı buldum. İşte Kutsal Üçlü, işte Tanrım, Baba ve Oğul ve Kutsal Ruh, yani bütün bu alemin Yaratıcısı.

6.   BÖLÜM

Kutsal Kitapta neden “Kutsal Ruh suların üzerinde
dalgalanıyor” diye yazılmıştır?

7.   Ama sebep neydi, ey hakikati bildiren Işık; bak, gönlümü sana çeviriyorum, bana boş şeyler öğretmesin diye. Dağıt şu gönlümdeki karanlıkları ve bana söyle n’olur, Şefkatli Anamız adına! N’olur, sana yalvarıyorum, bana söyle, sebebi neydi de Kutsal Kitabın, gökyüzün­den ve o gözümüzle göremediğimiz, belli bir düzeni olmayan yeryü­zünden ve o boşluğun üzerindeki karanlıklardan söz ettikten sonra Kutsal Ruhunun adını anclı? Acaba Kutsal Ruhunun suların üzerinde dalgalandığının belirtilebilmesi için bize böyle gizlice ima edilmesi mi gerekiyordu? Evet, başka türlü söylenemezdi, önce Kutsal Ruhunun üzerinde dalgalandığı, şeyin anlaşılması gerekiyordu. Çünkü Kutsal Ruhun üzerinde dalgalandığı ne Baba’ydı ne de Oğul ve üzerinde dal­galandığı bir şey yoksa, doğrudan doğruya “üzerinde dalgalanıyor" da denemezdi. O halde önce üzerinde dalgalandığı şeyin, sonra da Kutsal Ruhunun söylenmesi gerekiyordu, çünkü “üzerinde dalgalanan” şek­linde bir tanım getirilmedikçe Kutsal Ruhun başka türlü ima edilmesi mümkün değildi. Ama niçin “üzerinde dalgalanan” şeklinde bir tanım getirilmedikçe Kutsal Ruhunun ima edilmesi mümkün değildi?

7.   BÖLÜM

Kutsal Ruh'un işlevi

8.    Sezgisi yüksek bir okur bu gerçeği aslında senin Havarinin şu sözlerinden çıkarabilir: “Bize bahşetmiş olduğun Kutsal Ruh sayesinde yüreklerimize senin sevgini aşıladın.”22 Havarin bize Kutsal Ruh’un iş­levlerini anlatırken, sevgiye giden yolun en mükemmel yol23 olduğu­nu da söylüyor, dahası İsa’nın sevgisinin üstün bilgisine erişebilelim diye bizim için senin önünde diz çöküyor.24 Demek ki başlangıçtan beri üstün olan Kutsal Ruh suların üzerinde dalgalanıyordu. Peki bu­nu kime söyleyeceğim, bizi palas pandıras o dik uçuruma sürükleyen ihtirasın ne kadar ağır olduğunu ve suların üzerinde dalgalanan Kutsal Ruh’un sayesinde senin sevginin bizi oradan nasıl yukarıya kaldırdığı­nı hangi ifadelerle dile getireceğim? Kime söyleyeceğim, hangi ifade­lerle dile getireceğim? Çünkü battığımız ve çıktığımız yerler somut mekanlar değil ki. Bunlara hangi kelimeler daha uygun düşer, hangi­leri uygun düşmez? Çünkü aslında bunlar bizim duygularımız, sevgi­lerimiz; dünyevi dertlere düşkün olduğumuzda ruhlarımızın kirliliği dibe vuruyor, ama dertlerden arınmış bir yaşama düşkün olduğumuz­da senin kutsallığın bizi yukarıya kaldırıyor ki, kalplerimizi sana doğ­ru, yani senin Ruhunun suların üzerinde dalgalandığı yere doğru yü­celtebilelim ve ruhlarımız sabit bir zemini olmayan o suların üzerin­den geçerek en üstteki ebedi istirahatgahına erişebilsin. [655] [656] [657]

8.   BÖLÜM

Tanrı'dan aşağı seviyedeki hiçbir şey ruhani âlemi mutlu
ve huzurlu etmeye yetmez.

9.    Melek düştü, insan ruhu düştü;20 ve böylece tüm ruhani, alemi saran boşluğun ne derin bir karanlıkta olduğunu gösterdiler. Sen baş­langıçta, “Işık olsun" dememiş olsaydın ve “Işık olmasaydı” ve d.e se­nin Göksel Kentinin ruhani varlıkları sana itaat edip huzuru senin Ru­hunda, yani değişime yazgılı bütün varlıkların üstünde hiç değişme­den da l ga l anan senin Ruh unda bulmamış olsalardı, hep karanlıkta ka­lacaklardı Hana gök lerin göğü bile kendi içinde öyle karanlık bir boş­luk olarak kalacaktı, oysa ş i mdi bu gök Rabbin içinde bir ışık.26 Çün­kü melekler düşerken ve senin nurlu giysinden soyunup kendi karan­lıklarını gözler önüne sererken, onların o içler acısı huzursuzluklarıyla bile akılla donatlığın bu alemin ne kadar üslün olduğunu bize gösteri­yorsun. Çünkü senden aşağı seviyede herhangi bir şey asla bu aleme mutluluk ve huzur vermeye yetmez, bu alem kendi kendine de bula­maz bu mutluluğu ve huzuru. Çünkü bizim karanlıklarımızı sen ay- dınlatacasın ey Tanrım, biz se nden alacağız giysilerimizi ve karanlıkla­rımız gün ışığı gibi pırıl pırıl olacak. Kendini bana sun ey Tanrım, kendini dön dür bana. Bak gör seni ne kadar sevdiğimi, zayıfsa bu sev­gi seni daha güçlü sevmemi sağla. Ben ölçemiyorum bu sevgiyi, bu yüzden ne kadar noksan bilemiyorum, yaşamımı bir an önce senin kollarına atmam, senin varlığının gizli mabedinde gizlenmem için seni ne kadar daha sevmeliyim bi lemiyorum. Tek bildiğim şu: senden baş­ka şeylerle olduğumda ya da kendi kendimle olduğumda başıma kötü- [658] [659]

lükten başka bir şey gelmiyor ve sahip olduğum zenginlik Tanrımdan başka bir şeyse, başlı başına' bir yoksulluk.

9.   BÖLÜM

Niçin sadece Kutsal Ruh suların üzerinde dalgalanıyor?

10.  Ama niçin Baba ve Oğul da suların üzerinde dalgalanmıyordu? Bunları mekanda hareket eden birer cisimmiş gibi düşünürsek, Kutsal Ruh’un da hareket etmemesi gerekirdi.. Öte yandan bunları değişebilir nitelikteki bütün varlıkların üstünde, asla değişmeyen tanrısal mü­kemmellik olarak düşündüğümüzde Baba, Oğul ve Kutsal Ruh’un su­ların üzerinde dalgalanması gerekirdi. O halde Kutsal Kitap niçin sa­dece senin Ruhunu söz konusu etmiş? Niçin sadece Onun bulunduğu yer bir mekan olmadığı halde sanki bir mekanmış gibi belirtilmiş, sa­dece Ondan bahsedilmesi acaba Onun senin armağanım7 olmasından mı kaynaklanıyor? Evet, biz senin armağanında huzur buluyoruz, işte orada senin sevincini tadıyoruz. Bizim huzurumuz, bizim mekanımız. Sana olan aşkımız bizi oraya kaldırıyor, bizim aciz varlığımızı ölümün kapılarından oraya yükselten senin İyi Ruhun.28 Biz huzuru senin yü­ce İradende buluyoruz. Bedense, kendi ağırlığı yüzünden, layık oldu­ğu yere çekiliyor. Ağırlık sadece aşağıya bel vermez, kendine uygun yere yönelir. Ateş yukarı çıkar, taş aşağı iner. Bunlar kendilerine özgü ağırlıklarıyla hareket ederler ve kendilerine özgü yeri bulurlar. Suya dökülen yağ suyun üstüne çıkar, yağın üstüne dökülen su yağın altına çöker, yani kendilerine özgü ağırlıklarıyla hareket ederler, kendilerine özgü yeri bulurlar. Kendilerine özgü yeri bulamayanlar kıpırdanmaya [660] [661] başlarlar; yerli yerine oturduklarında kıpırdanmaları biter. Benim ağırlığım, aşkım. Ben nereye taşmıyorsam aşkım beni oraya taşıyor. Senin armağanınla alev alıyoruz ve yukarıya yükseltiliyoruz, kora dö nüyoruz ve yukarıya yükseltiliyoruz. Yürekteki basamakları çıkıyoruz ve yükseliş ilahileri söylüyoruz. Senin ateşinle, senin iyi ateşinle tutu­şuyoruz, kora dönüyoruz ve yukarıya çıkıyoruz. Yukarıya çıkıyoruz, çünkü Kudüs'un2g huzurunu yaşamaya gidiyoruz. Rabbin evine gide­lim diyenlerin sesini işittikçe sevinç doluyor içime.30 Bizi orada senin iyi iraden yerleştirecek yerimize, sonsuzca orada kalmaktan başka hiç­bir şey istemeyelim diye.

10.    BÖLÜM

Her şey senin armağanından kaynaklanır.

11.   Orada öylece kalmak dışında başka hiçbir şey bilmeyen alem ne mutlu bir alem demek ki.3ı Ama bu alem değişebilir nitelikli var­lıkların üzerinde dalgalanan armağanınla yaratıldığı anda ve sen, “Işık olsun” dediğinde ve “Işık olduğunda,” o çağrınla hareket edip zaman­da hiç duralamadan hemen yukarı çıkmasaydı, başka bir durumda olurdu. Oysa bizim durumumuzda zamanın farklı anları söz konusu, çünkü önce karanlıktık, sonra ışık olduk. Kutsal Kitapta bu alemin ışıkla aydınlanmadan önceki hali neyse ondan bahsedilmiş sadece ve ilkin akışkan ve karanlık bir haldeydi denmiş, böylece onu farklı bir hale dönüştüren neden vurgulanmak istenmiş, yani bu alemin hiç sönmeyen ışığa dönerek ışık olduğu belirtilmiş. Anlayabilen anlasın ve [662] [663] [664]

1.ann’dan yardım dilesin. Bu konuda niye ben sıkıntı çekiyorum, be­nim bu dünyaya gelen her insanı aydınlatacak gücüm mü var?

11. BÖLÜM

Kutsal Üçlü'nün insandaki simgeleri.

12.Her Şeye Kadir Kutsal Üçlü'yü kim anlayabilir? Herkes Ondan bahsediyor, ama bakalım sahiden Ondan mı bahsediyor? Ondan bah­settiğinde, bahsettiği şeyin sahiden O olduğunu bilen ancak birkaç ki­şi vardır içimizde. İnsanlar tartışıyorlar, kavgalar ediyorlar, ama hiç­kimse sakinleşmediği sürece o hayali göremez. isterdim ki insanlar kendi ruhlarındaki üçlüye bakabilsinler.*2 Bu üçlü Kutsal Üçlü’den çok farklı tabii, ama demem o ki, insanlar zihinlerini çalıştırsalar, so­runu enine boyuna düşünüp Ondan ne kadar farklı olduklarının ayır- dma varsalar. İnsandaki üçlü derken şunu kastediyorum: olmak, bil­mek ve istemek. Çünkü ben varım, biliyorum ve istiyorum. Ben bilen ve isteyen bir varlığım; ben hem varolduğumu hem de istediğimi bili­yorum ve hem varolmayı hem de bilmeyi istiyorum. O halde bu üçlü- [665]

de tek bir yaşam, tek bir akıl ve tek bir varoluş sözkonusu ve bunların birbirinden ne denli ayrılamaz olduğunu ve bu denli ayrılamaz olduğu haide yine de her birinin birbirinden farklı olduğu anlayan anlasm. Şüphesiz herkes bunu kendisinde görebilir, bu yüzden insan önce kendine baksm, göreceğini görsün ve bana söylesin. 13 Ama bu üç işlev hakkında bir şeyler keşfedip de bana bir şeyler söyleyecek konuma geldiğinde, sakın bu işlevlerin hepsinin üstündeki o değişmez iİkeyi keşfettiğin i de sanmasın, !4 ya ni değişmeden varolanı, değişmeden bi­leni ve değişmeden isteyeni keşfettiğini. Çünkü kim öyle kol ay kolay an l ayabi li r, acaba bu üç işlev y üzün den mi Tanrı’da Üçlü Birlik vardır, yoksa bu üç bileşenin hepsi Kutsal İJçlü’nün her bir Kişiliğinde mi mevcut, başka deyişle her bir Kişilik bu üç işleve mi sahip; ya da her ikisi de doğru da, Tanrı gizemli bir şekilde, hem birlik hem ele çokluk olarak mı var, sınırsız olmasına rağmen kendi özünde, kendisinin mi sının, h u yüzde n mi kendi l i ği n d e n var, kendiliğinden biliyor ve kendi kendine yetiyor, uçsuz bucaksız yüce. Birliğinden dolayı mı hiç değiş­me ksizin kendisiyl e aynı kalıyor? Ki m bu konuda h erhan gi bir şey söyleyebilir? Kim bu konuda öyle paldır küldür fikir beyan edebilir? [666] [667]

12.   BÖLÜM

Dünyanın yaratılışı Kilisenin biçimlenmesinin ön taslağıdır.

13.      Ey inancım, itiraflarımı daha da derinleştir. Rabbin Tanrı’ya de ki: Ey Kutsal, Kutsal, Kutsal olan Rab Tanrım! Senin adınla vaftiz olduk, ey Baba, Oğul ve Kutsal Ruh; senin adınla vaftiz oluyoruz, ey Baba, Oğul ve Kutsal Ruh.35 Tanrı, Oğlu İsa aracılığıyla bizlerin ara­sında da göğü ve yeri yarattı, yani hem ruhsal hem de maddi anlamda Kilisenin, uzuvlarım. Dahası, bizim dünyamız da Hıristiyan öğretisiyle belli bir biçime kavuşmadan önce göze görünmüyordu ve düzenden yoksunclu,36 bizler de cehaletin karanlıklarıyla örtülüydük. Sen insanı günahından ötürü azarlayarak yola getirdin’7 ve senin yargıların uçu­rum gibi derindir.18 Ne var ki senin Kutsal Ruhun suların üzerinde dalgalanıyordu, senin merhametin bizi o zavallı halimize terk etmedi ve dedi ki: Işık olsun; tövbe edin, çünkü göğün krallığı yakındır,'9 tövbe edin ki ışık olsutı.40 Allak bullaktı ruhlarımız içimizde, bu yüz­den seni hatırladık ya Rab, Ürdün topraklarındaki senin kadar ulu ol- [668] [669] [670] [671] [672] [673] [674]

ı

1

duğu halde bizim önümüzde eğilip küçülen şu dağlarda[675] ve karanlı­ğımızın ne kadar nefretlik olduğunu anladık, sana döndük ve ışık ol­du. Ve işte bak bir zamanlar karanlıktık, şimdi Rabbimizde ışık olduk.

13.  BÖLÜM

İnsanın tekamülü; insan dünyada yaşarken
mükemmelliyete eremez.

14.  Ama ışığı gördüğümüzden değil, iman ettiğimizden ışık olduk, Çünkü biz umut ederek kurtuluşa erdik;[676] [677] [678] ama bizim gördüğümüz o umut umudun kendisi değil.*!4 Hala derin sular derin suları çağırıyor, ama şimdi senin çağlayanlarının scsi de karışıyor seslerine.!" Hala, “Ben sizinle ruhani varlıklarla konuşuyormuşum gibi konuşamadım, bedensel varlıklarla konuşuyormuşum gibi konuşabildim,” diyor Ha­vari;[679] o bile henüz hiclayelc ermiş olarak görmüyor kendisini. Sadece önceki yaşamını arkasında bırakıp unutmuş ve önünde uzanan yaşa­ma yoğunlaşmış.[680] Yükünün ağırlığı alıında48 inim inim inliyor, can katan Tanrı'ya susamış ruhu, gürül gürül akan derelere susamış geyik­ler misali. Şöyle soruyor: “Ne zaman sana geleceğim?” Göklerdeki evi-

 

 

ne kapanmak isliyor[681] [682] ve aşağıdaki uçuruma5° şu sözlerle sesleniyor: “Bu dünyaya ayak uydurmayın, zihninizi geliştirip tekamülünüzü ta­mamlayın.”[683] [684] [685] Ve devam ediyor: “Zihinsel açıdan çocuk kalmayın, kö­tülük söz konusu olduğunda çocuk kalın ki,52 zihniniz olgunlaşsın.”5} Ve devam ediyor: “Ah akılsız Galatyalılar, sizi kim büyüledi?”5[686] Ama arak bu ses onun kendi sesi değil, senin sesin; çünkü sen Ruhunu yü­ce göklerden gönderdin, o da yüce göklere erdi ve senin armağanları­nın kapaklarını açtı, açtı ki nehirler çağlayarak aksın ve senin Kentini sevince boğsun.*[687] Çünkü Havarin anık Güvey’in dostu olarak o Kente girmeye can atıyor, ruhunun ilk hasadını kendi kendine toplamış,5[688] ama hâlâ yüreğinin derinlerinden ah çekiyor, evlat edinilmeyi bekli­yor, bedeninin kefaretinin ödenmesini bekliyor. O Kente girmeye can atıyor, çünkü Gelinin[689] bir mensubu kendisi; zaten Gelin adma o Ken­te girmek için yanıp tutuşuyor, çünkü Güvey’in dostu kendisi; Gelin adına yanıp tutuşuyor, kendi adına değil, çünkü senin çağlayanlarının sesiyle sesleniyor aşağıdaki uçuruma, kendi sesiyle değil. O Kente duyduğu büyük aşkla uçurumdakiler adına korku duyuyor, çünkü yı­lanın Havva'yı kurnazca aldatması gibi;[690] onların da akıllarının çeline- bileceğini ve senin Biricik Oğlun, bizim Güveyimiz sayesinde59 edin­dikleri masumiyetlerini yilirebileceklerini düşünüyor. Ne parlak bir ışık O öyle? Onu olduğu gibi görünce,60 benim şu gözyaşiarım dine­cek, gündüz gece ekmeğini olan şu gözyaşlarım, bana her gün şöyle soran gözyaşlarım: “Tanrın nerede?”6i

14.    BÖLÜM

İmanımızla ve umudumuzla güçleniyoruz.

15.  Ben de soruyorum: “Tanrım neredesin?” İşte buradasın. Çünkü bayram sevinci yaşayanların coşkusuyla aşka gelip tövbe ederek çığlık çığlığa ruhumu dışıma taşırdığımda az da olsa seninle soluk alıp veri­yorum. Ama ruhum hâlâ üzgün, çünkü gerisingeri kayıp gidiyor ve uçurum oluveriyor ya da hâla bir uçurum olduğunu hissediyor. İma­nım, yani gece karanlığında ayaklarımın önüne tuttuğun imanım62 ona şöyle diyor: Neden üzgünsün ey ruh, neden beni huzursuz edi­yorsun? Tanrıya umut bağla,63 ayaklarının önüne tutulan kandil Onun Sözüdür. Umut ct ve azmet, imansızların anası olan şu gece ge­çene kadar, Rabbin gazabı dinene kadar. Onun oğulları olan bizler de bir zamanlar karanlıktaydık ve bu karanlıkların gölgelerini hâlâ sürü­yüp götürüyoruz bedenimizle, işlediği günah sonucunda ölen bedeni­mizle, gün ağarınca ve gölgeler ortadan kalkıncaya kadar da böyle sü- [691] [692] [693] [694] [695]

rüyüp götüreceğiz. Tanrı'ya umut bağla; sabah olunca kalkacağım ve onu temaşa edeceğim, her zaman ona tövbe edeceğim. Sabah olunca kalkacağım ve yüzümün aydınlandığını göreceğim Tanrım; sen Kutsal Ruhun sayesinde, ölü olan bedenlerimize de yeniden hayat vereceksin, çünkü O gönlümüzde oturmakta,64 çünkü merhametin sayesinde ruh­larımızın karanlığının ve akışkanlığının üzerinde dalgalanmakta. Bu dünyadaki hac yolculuğumuzda bize verilen bir güvence O, ışık olma­mızı sağladı bile.6’ Bu dünyada yaşarken bizler umudumuzla kurtulu­şa erdik ve hem İşığın oğulları hem de Tanrı'nm oğulları olduk, bu yüzden bir zamanlar olduğumuz gibi ne gecenin oğullarıyız artık ne de karanlıkların. Bizler ve hâlâ karanlıkta olanlar arasındaki farkı sa­dece sen ayırt ediyorsun, insanoğlunun bilgisiyse bu konuda hâlâ te­reddütle . Sen kalplerimizi deniyorsun ve hem gün ışığına sesleniyor­sun hem de karanlık geceye. Senden başka kim bizi ayırt edebilir? Za­ten sahip olduğumuz her şeyi senden almadık mı? Aynı kille yoğrulan kaplarız biz, kimimiz onurlu işlere yarıyoruz, kimimiz de rezil işle­re.[696] [697] [698] [699]          .

15.  BÖLÜM

Yaratılış Kitabı (1.6): "Gökkubbe olsun, vd." Gökkubbenin
anlamı, gökkubbenin ü stündeki suların anlamı.67

16.   Senden başka kim bizim için böyle bir gökkubbe yaratabilirdi,

yani şu Kutsal Kitabının bizim üzerimizdeki yetkesini? Çünkü bize dendi ki, gökyüzü bir kitap tomarı gibi dürülecek;[700] [701] şimdiyse bir deri gibi gerilmiş üzerimize. Kutsal Kitabın yazarları ölümlüydü, sen onlar aracılığıyla bu Kitabı bahşettin bize; yazarlar ölümü tattıklarında Kita­bın daha da büyük yetke kazandı. Sen biliyorsun, ya Rab, çok iyi bili­yorsun, işledikleri günah yüzünden ölümlü olunca insanlar, nasıl da deriler giydiler üzerlerine.6Q Bu yüzden Kitabını kalkan yapıp bir deri gibi yaydın,[702]° yani ölümlü elçilerine yazdırdığın ahenkli sözlerini[703] serdin üzerimize. O insanlar öldü ve onların ölümüyle birlikte senin sözlerinden oluşan bu sağlam kalkan bize teslim edildi ve göğe yükse­lip aşağıda ne kadar yaratık varsa hepsinin üzerine serildi. O yazarlar yaşarken bu kalkan göklere çıkıp böyle serilmemişti. Sen henüz göğü sermemiştin böyle bir deri gibi, dünyanın dört bir yanına henüz yay- nıamıştın, onların ancak öldüklerinde kazandıkları ünü.

17. Ellerinle ince ince dokuduğun gökleri görmemizi sağla, ya Rab, gökkubbene örttüğün şu bulutu kaldır gözlerimizin önünden. Orada yazılı işte, küçük çocuklara'2 bahşettiğin hikmet. I lidayete erdir Tan­rım, sana bebeklerin, henüz memedekilerin dilinden dökülen duaları. Başka bir Kitap daha tanımadım ben kibri böylesine kıran; daha güçlü bir silah görmedim, sana teslim olmayı reddedip işledikleri günahlara bahane uyduran düşmanı ve sana karşı direneni böylesine bozguna uğratan. Hiç rastlamadım, ya Rab, bu kadar arı bir belagate başka ki­taplarda hiç rastlamadım, beni tövbe ettiren, boynumu aşağı eğip se­nin yularına geçiren ve bütün irademle beni sana tapmaya davet eden. Bu belagati anlamamı sağla, ey İyi Baba, ben sana teslim olmuşum, n'olur, bahşet bunu bana, mademki yarattın bu sağlam kalkanı sana teslim olanlara.73

18.  Başka sular da var, inanıyorum, şu gökkkubenin üstünde, ölümsüz ve dünyevi fesatlardan uzak. Senin adını yüceltsinler, şükret­sinler sana, meleklerinden oluşan göklerin üstündeki halkın; çünkü onların bu kalkana bakmaları gerekmez, senin Sözünü öğrenmek için okumalarına. Her daim görüyorlar çünkü senin suretini ve zamana yazılı heceler olmadan da okuyarlar orada, senin ezeli ebedi iradenle verdiğin kararı. Okuyorlar, seçip ayırt ediyorlar ve seviyorlar; hiç dur­madan okuyarlar ve okudukları asla geçip gitmiyor; çünkü seçip ayır- dma vararak ve severek okudukları senin hiç değişmeyen kararın. On­ların Kitabı hiç kapanmayacak, onların Kitap tomarı hiç dürülmeye­cek, çünkü sensin onların okuduğu Kitap ve sen ezeli ve ebedi olan­sın, çünkü bizim üstümüzdeki gökkubbeye onları sen yerleştirdin ve bu gökkubbeyi aşağılarındaki halkların zayıflıklarının üstüne kurup sağlamlaştırdın, oradan baksınlar ve öğrensinler diye senin merhame­tini, zamanı yaratan seni zamana bildiren merhametini. Çünkü senin merhametin göklerdedir, ya Rab, Hakikatin bulutlara ulaşır.h Bulutlar geçip gider, ama gök kalır. Senin sözünü vaaz edenler bu yaşamdan diğerine geçip giderler, ama senin Kutsal Kitabın dünyanın sonuna kadar halkların üstüne serilecek. Hatta gök ve yer bile son bulsa, se- [704] [705]

nin sözlerin hiç son bulmayacak; çünkü deriler dürülecek/ üzerine serilen ot7® canlılığını yitirecek, ama senin Sözün ebediyen varolacak; şimdi Onu karanlık bulutların arkasından, göğün aynasından görüyo­ruz, olduğu gibi görünmese de bize henüz. Çünkü biz de Oğlun tara­lından. seçildik, ama bundan böyle ne olacağımız henüz bize bildiril­medi/7 Bedenimizin kalesinden şöyle bir baktı7» ve tatlı sözlerle okşa­dı gönlümüzü, ateşini de saldı içimize; şimdi mis kokusunun peşine takılmış gidiyoruz işte. Ama O bize görününce, biz de Onun gibi ola­cağız, çünkü Onu olduğu gibi göreceğiz; Onu olduğu gibi görmek bi­ze nasip olacak ya Rab, ama bizim için henüz vakit erken.

16.   BÖLÜM

Sadece Tanrı mutlak anlamda kendisini olduğu gibi bilir.

19. Seni mutlak anlamda olduğun gibi bilmek sadece sana özgü­dür; sen hiç değişmeden varolansın, sen hiç değişmeden bilensin ve sen hiç değişmeden irade buyuransın. Senin özün bilir ve hiç değiş­meden irade buyurur; senin ilmin var ve hiç değişmeden irade buyu­rur, senin iraden var ve hiç değişmeden bilir. Senin katında, değişme­yen ışığınla aydınlanan değişebilir bir varlığın ışığı, ışığın kendisini bilmesi gibi bilmesi adil olmaz/ Işte bu yüzden ruhum senin huzu- [706] [707] [708] [709] [710] randa suya hasret bir toprak,8o çünkü kendisini aydınlatacak gücü ol­madığı gibi, kendi kendisini de doyuramıyor. Çünkü nasıl ki yaşamın pınarı sende, aynı şekilde ancak senin ışığında göreceğiz ışığı.81

17.   BÖLÜM

Yaratılış Kitabı (1.9): “Sular toplansın, vd." Denizin anlamı,
kuru sıfatının anlamı. “Toprak çoğaltsın, vd." ile başlayan
satırın (1.11) yorumlanması.82

20.    Kim bu acı suları toplayıp bir toplum haline getirdi?83 Çünkü hepsinin amacı aynı, yani şu dünyadaki geçici mutluluk; bu amaç uğ­runa yapmadıkları kalmıyor, bin türlü dertle bir oraya bir buraya dal­galanıp duruyorlar. Senden başka kim diyebilir, ya Rab, “Sular birara- ya toplansın ve sana susamış kuru toprak görünsün” diye? Çünkü de­nizin sahibi sensin, onu sen yarattın ve ellerinle biçimledin şu kuru toprağı. Bu deniz derken suların bir araya toplanışını kastediyorum, insanın birbiriyle çatışan iradelerini değil. Çünkü sen insan ruhunun sapkın arzularına bile gem vurursun, sınırlarının dışına taşan sulara bir set çekersin, dalgaları üzerlerinde kırılsın diye. Böylece bir deniz [711] [712] [713] [714] [715]

AUGUSTİNUS

haline getirirsin onları, her şeyin üstündeki yetkenle kurduğun düzen

«4

uyarınca.8

21.  Ama sana susamış ruhlar da var, farklı bir amaç için acı suların toplandığı denizden ayırmayı uygun gördüğün ruhlar. Toprak kendi meyvesini versin diye,8; o esrarlı ve bal tatlısı pınarından suluyarsun bu ruhları. Toprak kendi meyvesini verirken ruhlarımız da, senin buyruğunla, Rab Tanrı'larının buyruğuyla, kendi türüne göre hem­cinslerinin yardımına koşup maddi sıkıntılarını gideriyorlar, ne de ol­sa benzer tohumlar var her birinin özünde. Aciz varlıklar olduğumu-

I

zun farkındayız, bu yüzden acıyıp muhtaç durumdakilerin yardımına koşma gereğini hissediyoruz, çünkü aynı şekilde muhtaç durumda ka­lırsak bize de yardım edilsin istiyoruz. Öyle filizlenen bir bitki gibi ko­laylıkla halletmiyoruz bu işleri, meyveler veren bir ağaç gibi var gücü­müzle koruma altına alıp yardımcı oluyoruz, yani haksızlığa uğramış bir insanı güçlünün elinden kurtararak ve adil yargının bize verdiği büyük güçle kanatlarımız altına alıp ona bir sığınak sağlayarak iyilik yapıyoruz.8'1

18.   BÖLÜM

Yaratılış Kitabı (1.14): “Işıklar olsun, vd." Gündüz ile geceyi
birbirinden ayıran ışıkların anlamı. 87

22.    Ya Rab, sen hem yaratırsın, hem de neşe ve dirayet verirsin, [716] [717] [718] öyleyse doğsun, yalvarırım sana, n’olur doğsun doğruluk o topraktan, adalet gökyüzünden baksın aşağıya[719] ve gökkubbede ışıklar olsun. 8[720] Ekmeğimizi birlikte bölelim aç olanla, evimizi açalım başını sokacak evi olmayana, çıplak olanı giydirelim ve aynı tohumdan doğduğumuz ev halkımızı hor görmeyelim[721] [722] Toprakta yetişen meyvelere bak, iyilik işte bu; kısa sureli ışığımız pırıltılar saçsın, sevaplarımızın verdiği kü­çücük meyveleri temaşanın verdiği büyük sevinçlere dönüştürüp Ya­şamın Sözünü yakalayalım ve Kutsal Kitabının gökkubbesine kattığın yıldızlar gibi görünelim biz de bu dünyada. Çünkü Kitabında bizimle konuşmanın amacı, gece ile gündüzü ayırt eder gibi zihinsel olarak bi­lebildiklerimiz ile bedensel duyularımızla algılayabildiklerimiz arasın­daki farkı ayırt etmemizi sağlamak ya da kendisini ruhani aleme ada­mış ruhlar ile duyuların maddi dünyasına adamış ruhlar arasındaki uçurumları görmemizi sağlamak. Öyleyse ışık ile karanlığı birbirinden ayırdığın ve daha önce de gökkubbenin yaratıldığı yargının o gizli me­kanında yalnız değilsin, senin ruhani halkın da o gökkubbeye yerleş­miş, ayrıcalıklı bir konum edinmişler ve bütün yerküreye yayılan ina­yetinle dünyaya ışık saçıyorlar ve gece ile günü birbirinden ayırıp za­manı gösteriyorlar,^1 bu yüzden eski zamanlar geçip gidiyor, ardından bak yenileri yaratılıyor, bu yüzden bizim kurtuluşumuz sandığımız­dan daha yakın ve bu yüzden gece uzaklaşıp gidince gün yaklaşıyor,[723] bu yüzden cömertliğinle kendi yılını taçlandırıyorsun, çünkü işçilerini senin hasadına yolluyor ve insanların ter döküp ektiklerini toplatıyor­sun ve yeni tarlalara gönderip yeniden ektiriyorsun ki, bunların hasa dı da dünyanın sonu geldiğinde toplansın. Bu şekilde senden aman di leyen insanların dualarını kabul ediyor ve onların sevap işleyerek ge girdikleri yıllarını kutsuyorsun, ama sen hep aynısın ve senin yılların hiç tükenmiyor,93 sen o yıllarda geçip giden yıllara bir ambar hazırlı • yorsun. Senin ezeli ve ebedi kararın uyarınca, mevsimi geldiğinde de göksel iyilikler dağıtıyorsun yeryüzüne.

23.  Kimine Kutsal Ruh t arafndan bilgece konuşma yetisi veriliyor, güçlü ışığını andırıyor bu yeti, senin duru hakikatinin ışığından sevinç duyanlar için şafak vakti doğan güneş gibi; kimine yine Kutsal Ruh ta­rafından bilgili konuşma yelisi veriliyor, öbüründen biraz daha az ışı­ğı Kimine iman bahşediliyor, kimine şifa sunma yetisi, kimine muci­zeler yaratma yetisi, kimine peygamberlik yetisi, kimine halis ruhları ayın etme yetisi, kimine de farklı dilleri konuşabilme yelisi ve bütün bu yetiler birer yıldız sanki. Ama hepsi tek ve aynı olan Ruh’un eseri, iradesine göre teker teker her insana uygun bulduğu armağanları bö­lüştüren ve bu yıldızların insanlığın hayrına açıkça görünmesini sağla­yan Ruh’un. Ama ay gibi zamanla değişen bütün kutsallıkları içereni bilgili konuşma ve yukarıda birer yıldızmış gibi sırasıyla kaydettiğim öteki yetilerin bilgileri, demin sözünü ettiğim günü aydınlatan bilgeli­ğin duru ışığından farklıdır ve aslında bunlar geceye aittir. Yine de se­nin en sağduyulu kullarından olan o Havarinin, ruhani insanlar olarak değil de, maddiyata bağlı insanlar olarak hitap ettiğini söylediği insan­lar için gerekli yetilerdir. O ancak mükemmel insanlar arasındayken [724] [725]

bilgece konuşuyor. Sıradan insan henüz İsa’nın kucağında bir bebektir ve daha sütten kesilmemişt.ir, katı gıdalarla beslenecek derecede güçle- nene ve güneşle karşılaşacak derecede keskin bir görüşe sahip olana kadar da böyle kalacaktır, ama sanmasın ki onun gecesi tümüyle ışık­tan yoksundur, ayın ve yıldızların ışığından kam almaya baksın yeter. Işte bu konuları o Kitabında, yani senin Gökkubbende, bütün bilgeli­ğinle bizimle konuştun Tanrımız, her şeyi temaşa ederek hayran ola­lım ve birbirinden ayırt edebilelim diye, üstelik bizler hâlâ işaretlere, mevsimlere, günlere ve yıllara yazgılı olduğumuz halde.®5

19.    BÖLÜM

“Işıklar olsun, vd” ile başlayan sadrı yorumlamaya
devam ediyor.

24.  Ama “ilkin yıkanın, paklanın, garazı atın ruhlarınızdan, benim de gözlerimin önünden, atın ki kuru toprak görünsün. Sevap işlemeyi öğrenin, yetimin hakkını koruyun ve dul hakkı yedirmeyin ki, toprak otlanacak ot, meyve taşan ağaçlar versin ve gelin hep birlikte konuşa­lım,”^ diyor Rab, gökkubbede ışıklar olsun ve yeryüzünü aydınlata­bilsinler diye. Zengin adam sorar Bilge Öğretmenine,[726] [727] [728] ebedi bir yaşa­mı hak etmek için ne yapması gerektiğini. Adam Öğretmeninin sıra­dan bir insan olduğunu sanıyordu, daha ötesini düşünemiyordu -oysa Öğretmeni Tanrı’ydı, dolayısıyla bilgeydi-neyse, Bilge Öğretmen ona der ki: ‘Böyle bir yaşama katılmak istiyorsan emirleri muntazaman ye­rine getir, kendini kötülüklerin acı tadından uzak tut, can alma, zina işleme, çalma, yalancı tanıklık etme ki, kuru toprak görünsün ve hem annenin hem babanın hayır duasını al, hem de komşunun sevgisini kazan.' Bunun üzerine adam, ‘Ama ben bu dediklerinin hepsini yap­tım. Mademki toprağım bereketli, bunca diken de neyin nesi?' ‘Git ha­di,' der Öğretmen, ‘git de şu hırsının dikenli çalılıklarım yol önce, sat neyin var neyin yoksa, göklerde bir hazine kazanmak için fakire ver, ver ki meyvelerle clonan; Rabbin yolundan git, mükemmel olmak isli­yorsan eğer, bilgeliğiyle konuştuğu insanların arasına katıl, çünkü O bilir kimin güne, kimin geceye ait olduğunu, sen de bir gün bileceksin bunu. Çünkü senin ışıkların gökkubbecle yaratılıyor, ama senin kalbin orada olmadıkça bunun olması mümkün değil; bunun olması müm­kün değil, Bilge Öğretmeninden işittiğin gibi senin hazinen orada ol­madıkça.’[729] Ama kıraç toprak[730] çok üzüldü ve dikenler boğdu Öğret­menin sözünü.[731]

25.  Size gelince, ey seçkin soy, dünyanın en zayılları; Rabbin yolu­na girebilmek için her şeyden vazgeçenler, gidin Onun peşinden, utandırın şu güçlüleri, gidin Onun peşinden, ey ışıklı ayaklar, yakın kandillerinizi o gökkubbede, yakın ki gökler anlatsın Onun yüceliğini; henüz melek olmamışlarsa da o mükemmel ruhların ışığını ayırın, umutlarını yitirmemiş olsalar da henüz daha çocuk olan o ruhların karanlığından. Yakın kandillerinizi bütün yeryüzüne, güneş ışığıyla parlayan gün söylesin bilgeliğin sözünü güne, ay ışığıyla parıldayan geceyse bildirsin ilmin sözünü geceye. Ay ve yıldızlar geceleyin parlar, gece de onları karartmaz, çünkü gecenin ışıyabileceği kadar ışığı ona

İtiraflar

bunlar sunar. Tanrı, “Gökkubbede ışıklar olsun” dediğinde[732] [733] [734] sanki gökten bir ses duyuldu, sanırsın şiddetli bir fırtına koptu; çatallı diller belirdi aniden birer ateş misali ve her birinin üzerine indi;1 2 işte gök­kubbede Yaşamın Sözünü taşıyan ışıklar böyle oluştu.1113 Haydi öyley­se koşun, dağılın dört bir yana, ey kutsal ateşler, güzelliğin ışıkları. Çünkü siz dünyanın ışıklarısınız, kile altında değilsiniz[735] Siz yüksel­diniz, çünkü Ona kenetlendiniz, O da sizi yükseltti. Haydi koşun, da­ğılın, bütün halklara tanıtın kendinizi.

20.   BÖLÜM

Yaratılış Kitabı (1.20): “Sular dolup taşsın, vd." Kıvrıla kıvrıla
giden canlıların anlamı; kuşların anlamı. [736] [737] [738]

26.  Deniz de gebe kalsın, ve senin eserlerini doğursun; sular kıvrıla kıvrıla giden canlı yaratıklarla dolup taşsın.ı06 Çünkü sizler değerli olanı değersiz olandan ayırt etmekle Tanrı’nın sözcüleri oldunuz;^7

 

 

Tanrı sizin aracılı ğınızla ne diyor bakın: ‘Sular, toprağın besleyeceği canlı yaratıklar doğurmasın sadece, kıvrıla kıvrıla giden canlı yaratık­lar da doğursun, yeryüzünün üstünde uçuşan kanatlı yaratıklar da.’ Senin azizlerinin yaptığı işler sayesinde, ey Tanrı, senin gizemlerin dünyanı n ayartıcı dalgalarının ortasından süzüldü kıvrıla kıvrıla, senin admla vaftiz olup yıkansınlar diye yeryüzünde yaşayan halklar. Dahası koskoca ve mucizevi canlılar da meydana geldi,1 08 koskoca deniz ca­navarları gibi.109 Çünkü senin habercilerinin sözleri Kitabının gök- kubbesi altında bütün yeryüzünde uçuştu, çünkü bu Kitaptan haber­cilerin sorumlu kılındı, onlar da bu Kitabın yetkesi altında gittikleri her yere kanatlanarak gitti. Seslerini duyurmadıkları ne bir dil kaldı, ne de bir vaaz; onların sedalarıyla çınladı yeryüzünün dön bir yanı, sözleri yankılandı ta dünyanın en son sınırında. Çünkü sen, ya Rab, onların sözlerini kutsadın ve bu sözleri çoğalttın.

27.  Yanlış mı konuşuyorum, gökkubbeye ait gerçeklerin apaçık bilgisini dalgalı denizde 1,0 ve gökkubbenin allında gerçekleşen maddi işlerle mi karıştırıyorum, bunları birbirinden ayın edemiyor muyum? Hayır, çünkü bilgisi tözsel ve tanımlanmış gerçeklikler var, soyların tekamülüyle çoğalmaz bu bilgiler, örneğin bilgeliğin ve bilimin ışıklan böyledir.ı 1 1 Bu gerçeklikler değişmez, sadece maddi alem de cisim ha­lini alırken artar ve çeşitlenir; senin lütfun sayesinde, ey Tanrı, bir şey başka bir şeyi doğurarak çoğalır. Çünkü sen duyularımızın zayıflığını öyle iyi telafi ediyorsun ki, zihnimizle herhangi bir şeyin bilgisine er­diğimi zde cisimlerin hareketlerinden anlamlar çıkarıp bu bilgiyi çok [739] [740] [741] [742] değişik şekillerde simgeleştirebiliyor ve ifade edebiliyoruz. Evet, sular bu cisimleri doğurdu, ama senin Sözün sayesinde. Bu cisimler senin ezeli ve ebedi hakikatine gözlerini yuman halkların ihtiyaçlarını karşı­lamaları için doğdular, tabii senin Müjden sayesinde. Evet, bu cisimler sulardan doğdu, ama onların acı hastalığı senin Sözün sayesinde bu ci­simlerin doğmasına neden oldu. [743] [744] [745]

28.  Her şey güzel, çünkü onları sen yarattın, ama her şeyi yaratan sen tarif edilemeyecek kadar güzelsin. Adem senden uzaklaşıp da düş­memiş olsaydı, onun dölünden şu tuzlu deniz suyu akmamış olacaktı, şu insan soyu, yani şu derin meraklılık, şu fırtınalarla kabaran de- niz,n’şu durduğu yerde duramayan akış. Hiç gerek kalmayacaktı, ha­varilerinin onca suyun ortasında hem maddi hem manevi işler yapaca­ğım diye uğraşmasına, gerek kalmayacaktı gizemli işlere, sözlere. İşte kıvrıla kıvrıla giden yaratıklardan, kanatlı yaratıklardan benim anladı­ğım bunlar.1,4 Çünkü insanoğlu bir kere Hıristiyan öğretisiyle donan­dıktan, sırlara erdikten ve maddi kutsallıklara bağımlı hale geldikten sonra, manevi âlemde ruhunu başka bir seviyede yaşayacak hale getir­medikçe, sırlı ayinlerin ötesindeki sözlere ermedikçe ve mükemmel-

AUGUSTİNUS

leşmeye yoğunlaşmadıkça daha fazla ilerleyemezi!5

21.    BÖLÜM

Yaratılış Kitabı (1.24): “Yeryüzü canlı yaratıklar doğursun,

vd."116

29.   Bu yüzden senin Sözün sayesinde sadece derin deniz değil, o acı sulardan ayrılan toprak da'ı? hem sürünen hem de uçan yaratıklar doğurdu, bir de canlı bir ruh.'ı s Çünkü bu ruhun günahkârlar için el­zem olan, yani sularla kaplı olduğu zamanlarda olduğu gibi vaftize ih­tiyacı yoklu. Bizimse senin tayin elliğin şekilde vaftiz olmadıkça Gö­ğün Krallığına başka türlü girecek kapımız yok.1 ly Oysa bu ruh iman etmesini sağlayacak öyle mucizeler falan hiç beklemiyor; bir lakım be- [746] [747] lirtiler, harikalar görmedikçe inanmamazlık etmiyor[748] [749] Çünkü artık yeryüzü iman ederek, iman etmediği için sulan acılaşan denizden ay­rıldı. Diler inanmayanlara bir işarettir, inananlara değil Bu yüzden suların üzerine yerleştirdiğin karanın, Sözün uyarınca suların yarattığı türde kanatlı yaratıklara artık ihtiyacı kalmamıştı. Gönder elçilerini, Sözünü iletsinler dünyaya. Çünkü biz ancak onların yarattığı eserler hakkında konuşabiliyoruz, ama onların bu eserleri yaratmasına sebep olan sensin ve onlar bu yüzden yaşayan bir ruhu dünyaya getirebili­yorlar. Evet, bu ruhu doğuran topraktır, çünkü toprak bu ruhun do­ğumuna neden oldu, tıpkı suların kıvrıla kıvrıla giden canlı yaratıklar ve gökkubbenin altında uçuşan yaratıkların doğumuna neden olması gibi. [750] Ama artık toprağın bunlara ihtiyacı yok, her ne kadar deniz­den çıkan Balığı, inananların gözü önünde hazırladığın sofrada yiyorsa da.121 Zaten bu Balık kuru toprağı beslesin diye denizden çıkarıldı.

Kuşlar da denizlerin ürünleriydi, ama onlar da toprak da çoğaldı. Çünkü insanların inançsız olması Müjdeyi yayanların ilkin vaaz ver­melerini gerekli kıldı, ama öğretikleriyle ve işledikleri sevaplarla in­sanlarda imanı körüklediler ve günden güne çoğalttılar. Buna karşın canlı ruhun kökeni topraktaydı ve sadece vaftiz olanların haynnaydı, O bu insanları dünyevi sevgilerden uzak tutacaktı ki, onların ruhları senin için yaşasın, yoksa dünyevi hazlarla, ah o öldürücü hazlarla ya­şarken hepsi birer ölüydü; çünkü saf yüreklere can katan haz sensin.

30.  O halde izin ver, elçilerin dünyada işlerini görsün, ama öyle inançsızlığın sularında gördükleri gibi değil, yani seni mucizelerle, gizli ayinlerle ve gizemli dualarla tanıtarak ya da vaaz ederek değil. Bunlar ancak cehaletin, yani gizli simgelerin yarattığı korkudan doğan hayretin anasının dikkatini çekebilir. Seni unutan, senin suretinden saklanan ve uçurum halini alan Adem oğulları ancak bu kapılardan irnaıı yoluna girebilir. Artık izin ver, ver ki elçilerin, girdaplarla engin sulardan ayrılan kuru toprakta işlerini görür gibi görsünler. Sürdür­dükleri yaşamlarıyla imaıılı insanlara örnek olsunlar ve onları kendile­ri gibi yaşamaya davet etsinler. Çünkü bu şekilde insanlar onları sade­ce işitmekle kalmaz, onların yaptıklarını yapmak için işitirler. Tanrı’yı arayın, ruhunuz yaşayacak, 1 24 öyle ki toprağınız can lı ruh doğuracak; bu dünyaya kapılmayın, kendinizi ondan sakıııın. Ondan uzak duru­lursa, ruh yaşar, ona heveslenirse ölür. Kibirden, o vahşi ilkellikten [751] [752]
uzak durun, şehvetin uyuşturucu hazzından uzak durun, adına bilgi denen sahtelikten uzak durun, uzak durun ki vahşi hayvanlar uysal­laşsın, davarlar boyunduruğa vurulsun, sürüngenler zararsız hale geti­rilsin. Çünkü bu yaratıklar ruhun dürtülerinin göstergeleridir. Ama kibrin kendini beğenmişliği, şehvetin hazzı ve meraklılığın zehri ölü bir ruhun dürtüleridir, çünkü ruhun ölümü bülün dürtülerin sona er­mesi anlamına gelmez, ruh Yaşam Pınarından ayrıldıkça ölür; dünya­nın gelip geçiciliğiyle sürüklenip gider ve kendini tamamen ona teslim eder.

31.  Metin Kutusu: 125
126
127
128
Oysa senin Sözün, ey Tanrı, ezeli ve ebecli yaşamın kaynağıdır ve bu kaynak hiç t ükennıez. işte bu yüzden Sözünk o kaynaktan ay­rılmamızı yasaklıyorsun, bir yandan da şöyle diyorsun bize: Bu dün­yaya kapılmayın ki, toprağınız Yaşam Pınarıyla canlı bir ruh doğur­sun. Senin habercilerin aracılığıyla duyurduğun Sözünle, ruhlar İsa’nı örnek alanları örnek alarak kendine hakim oluyor. “Her biri kendi tü­rüne göre” sözündeki anlam bu işte,ı2" çünkü bir insan kendisine an­cak arkadaşını örnek alabilir; Havarin 126 söyle der: Benim gibi olun, çünkü ben sizler gibiyim.ı[753] Canlı bir ruh işte böyle yaptığı takdirde vahşi hayvanların davr anışları da uysallaşır, iyi olurlar. Çünkü sen bi­ze şöyle buyurdun: Yapacağınız işi kibarca yapın, herkes tarafından sevilirsiniz. 128 Davar da iyi olur eğer yiyeceği kadar yer, gereğinden fazlasını yemezse. Sürüngenler de iyi olur, zarar vermez, tehlike yarat­maz, sadece kendilerini korumak için tedbirli davranırlar ve sadece gerektiği kadarıyla ölümlü doğayı keşfederler, o da yarattıkların aracı­
lığıyla bildiğimiz ebediyeti yeterince seyretmemize olanak tanımak için. Çünkü bu hayvanlar kendilerini ölüme götüren yollardan uzak durduklarında aklm hizmetkârları olurlar, yaşarlar ve iyi olurlar.

22. BÖLÜM

Yaratılış Kitabının "İnsanı suretimizde yaratalım, vd” ile
başlayan satırı (1.26). Ruhun ıslahı. 129

32.  İşte bak, Rab Tanrımız, YaraLicımız, kötü yaşayarak ölümümü­ze neden olan tutkular şu dünya aşkından kendilerini uzak Lu tunca ve iyi yaşayarak özümüzdeki canlı ruha hayaL vermeye başlayınca, Hava­rine söyletLiğin şu sözün gerçekleşmiş olacak: “Bu dünyaya kapılma­yın.” Bunun lıenıcn ardından eklediğin sözün de yerine oturacak son­ra, çünkü şöyle dem işsin: “Ruh un uzu ıslah ederek ıslah olun.”[754] [755] s0 şu var ki, “kendi cinsinize göre” dememişsin, yani bize yol göstereni ken­dimize örnek almamızı ya da daha iyi birisinin hakimiyetinde yaşama­mızı ima etmemişsin. L:vet, sen şöyle demedin: “İnsan kendi cinsine göre olsun.” Bunun yerine şöyle dedin: “İnsanı bizim surelimizde ve bize benzer yarattık.” Böyle d ed i n, çünkü iradenin n e olduğun u tanıt­lamak istedin. Bu yüzden seni muştulayarak evlatlarına babalık eden, onların asla küçük birer çocuk olarak kalmalarına izin vermeyen ve onları sütüyle besleyip bir ana selkatiyle sarıp sarmalayan elçin, “Islah olun, “dedi, “zihi n l e rinizi ıslah edip, Tanrı'nın iradesinin ne olduğunu anlamak için, o iyiliğin, o yüce mutluluğun, o mükemmelin ne oldu­ğunu anlamak için ıslah olun.” Demek ki sen bu yüzden, “İnsan ol­sun” demiyorsun, “İnsanı yaratalım” diyorsun, bu yüzden, “İnsanı kendi cinsine göre yaratalım” demiyorsun, “onu kendi suretimizde ve kendimize benzer yaratalım,” diyorsun. Çünkü insan zihinsel olarak ıslah olduğunda, senin Hakikatini görüp kavradığında, kendisine ör­nek alacağı bir insanın kılavuzluğuna ihtiyacı kalmayacak, senin kıla­vuzluğunda kendi kendine senin İradenin ne olduğunu, o iyiliğin, o yüce mutluluğun, o mükemmelin ne olduğunu tanıtlayacak; ve bu ye­tiyi elde ettiğinde sen ona Birlikteki Üçlü’yü ya da Üçlü’deki Birliği na­sıl anlayacağını öğreteceksin. Demek ki bu yüzden çoğul olarak, “İnsa­nı yaratalım” deniyor, ama hemen ardından tekil olarak, “Tanrı insanı yarattı,” deniyor. tik ifadede çoğul olarak, “bizim suretimizde" denir­ken, ikinci ifade de tekil olarak, “Tanrı’nın suretinde” deniyor. O hal­de insan, kendisini yaratan Tanrı’nın suretinde Tanrı’nın bilgisine ere­rek ıslah oluyor.13J Ruhani bir varlık olarak yaratıldığından dolayı da her şeyi, tabii yargılanması gereken her şeyi, yargılayabiliyor, ama hiç kimse tarafından yargılanmıyor. '32

23. BÖLÜM

Yaratılış Kitabı (1.26): “Denizdeki balıklara hakim olsun, vd."

Bir Hıristiyanın yargıda bulunabileceği konular.

33.  “İnsan her şeyi yargılar” ifadesi, insan denizdeki balığa, hava­daki kuşa, yeryüzündeki bütün evcil ve yabani hayvanlara, bütün top­rağa ve toprakta sürünen bütün sürüngenlere hakimdir anlamına ge- [756] [757]

lı r. 133 insan bu hakimi yeli ani ama yeti sı y1 e[758] sağl ar, anlama yelisi sa­yesinde Tanrı’nın Ruhunun gerçeklerini algılar. Tersi olsaydı, kendisi ne bahşedilen onurlu mevkiye rağmen insan anlayıştan yoksun kala­caktı; akıldan yoksun hayvanlarla kıyaslanacak, onlardan bir farkı ol­mayacaktı. ı 5> Bu yüzden senin Kilisenin, Tanrımız, senin inayetinle bahşettiğin ruhani anlamda yargılama hakkı var, çünkü biz senin ha­yırlı işlerini gerçekleştirmek üzere senin suretinde yaratıldık. Bu hak­ka sadece Kilisenin ruhani başkanları sahip değil, bu başkanlara ruha­ni olarak tabi olan hazırun da sahip. Çünkü sen insanları erkek ve ka­dın olarak yarattın, senin ruhani inayetinde herkes birbirine eşit, bu yüzden erkek ve kadın arasında cinsiyet farkı yok, tıpkı Yahudi, Yu­nan, köle ya da özgür arasında bir fark olmaması gibi. Demek ki ruha­ni insanların, ister Kiliseye başkanlık etsinler, isterse başkanlara itaat etsinler, hepsinin ruhani anlamda yargılama hakları var.ı!6 Yine de gökkubbedeki ışıkları, yani ruhani gerçekleri yargılayamazlar, çünkü böyle yüce bir yetkeyi yargılamak onlara düşmez. Senin Kitabını da yargılayamazlar, üstelik o Kitapta bazı noktalar karanlıkta kalmış olsa bile. Biz bütün anlama gücümüzü o Kitaba teslim etmişiz, bizim algı­mıza kapalı olan kısımlarından hile eminiz, bunların uygun ve doğru şekilde aktarılmış olduğundan eminiz. Ruhani olan ve Yaratıcısının suretine benzerliğinden dolayı Tanrı’nın bilgisine erip ıslah olmuş in­san bile sadece Yasa'nın uygulayıcısıdır, onun hakimi değil. Kaldı ki

insanlar arasında kimin ruhani, kimin dünyevi olduğuna da karar ve­remez. Bu ayrım ancak senin katında anlaşılır. Bize insanların yaptığı işler henüz gösterilmedi ki, onları verdikleri meyvelerden tanıya­lım.^ Ama sen, ya Rab, onları tanıdığından onları ayırdın ve gökkub- ben yaratılmadan önce onları çağırdın. Ruhani insan bu dünyanın fır­tınalarına uğramış insanlar hakkında yargıda bulunamaz. Çünkü in­san dışardakileri nasıl yargılayabilir, kimin dünyadan gelip ele senin inayetinin tatlı alemine girdiğini, kimin hâlâ imansızlığın acı tadını tat­makta olduğunu bilemeyeceğine göre?

34.  İşte bu yüzden kendi suretinde yarattığın insanın ne göğün ışıklarına hakim olma yetkisi var, ne de gözüyle göremediği gökyüzü­ne, ne gökyüzünden, önce yarattığın gündüze, ne geceye, ne de bir araya toplanan sulara ya da denize; sadece denizdeki balıklara, hava­daki kuşlara, bütün hayvanlara, bütün toprağa ve toprakta sürünen bütün sürüngenlere hakim olma yetkisi var. Insan doğru olanı beğe­nip onaylar, yanlış gördüğünü onaylamaz. Ya merhamet edip suların tam ortasından bulup çıkardığın insanların sırlara erdiği o kutsal ayin­lerde uyguluyor bu yetkisini, ya iman sahibi dünyanın besini olsun di­ye denizden çıkartılan o Balık ikram edildiğinde kutlanan o ayinde ya da Kitabının yetkesine tabi olan kelimeler ve ifadelerle vaaz verdiğin­de, yani göğün altında uçan kuşlar misali. Senin öğretini açıklayabilir, yorumlayabilir, tartışabilir, tartışmaya açabilir; seni övebilir ve senden yardım dileyebilir; dilinden dökülen kelimelerin insanların karşılık verebileceği ve “Amen” diye haykırabilecekleri bir anlamı olabilir. Söylediği bu sözler kulakların işitebileceği yüksek sesle söylenmek zo- [759] [760]

AUGUSTİNUS

randaysa, bunun nedeni dünyanın derin bir deniz, bedenin de kör ol­masıdır. İnsanlar gerçekleri göremez, bu yüzden kulaklarda çınlaması şart. Demek ki kuşlar yeryüzünde ürey ip çoğalsa da kökenieri sular - da. Ruhani insan imanla yapılan işlerde, davranış tarzlarında, toprağın verdiği ürünleri andıran zekatlarda doğru gördüğünü beğenerek ve yanlış gördüğünü kınayarak da yargıda bulunabilir. İffetle, oruç tuta­rak, bedensel duyularıyla algıladığı şeyler üzerine huşu içinde tefek­küre dalarak tutkularına gem vurmayı öğrenen ve yaşamaya başlayan ruh hakkında da yargıda bulunabilir. Kısacası, demem o ki, düzeltebi­leceği her şey hakkında yargıda bulunabilir.

24.    BÖLÜM

Yaratılış Kitabı (1.28): “Tanrı onları, 'Çoğalın, vd'
diyerek kutsadı." ı39

35.   Ama şu cümlenin anlamı ne, nasıl bir sır saklıyor içinde? Bak kutsuyorsun insanları, ya Rab, çoğalsınlar, artsınlar ve yeryüzünü dol­dursunlar diye. Bundan bir şeyler çıkarabilmemiz için hiç mi ipucu vermiyorsun yani bize? Peki niçin aynı şekilde kutsamadın gün dedi­ğin ışığı, gökkubbeyi, göksel ışıkları, yıldızlan, toprağı, denizi? Sana ancak şunu söyleyebilirim, bizi kendi suretinde yaratan Tanrımız, sen aynı şekilde balıkları ve balinaları çoğalsınlar, artsınlar ve denizin su­larını doldursunlar diye kutsamanıışsan, kuşları da yeryüzünü dol­dursunlar diye kutsamamışsan, sana ancak şunu söyleyebilirim ki, sen [761]

 

 

özellikle insanı kutsayarak ona cömert bir armağan bahşetmek iste­mişsin. Ağaçlara da, bitkilere de, yeryüzündeki hayvanlara da aynı ar­mağanın bahşedilmiş olduğunu anlasaydım sözlerinden, kutsanmanın çoğalarak artan bütün canlılara özel olduğunu söyleyebilirdim. Ama ne bitkilere, ne ağaçlara, ne hayvanlara ne de sürüngenlere “üreyin, çoğalın” denmemiş, üstelik bütün bu canlılar da tıpkı balıklar, kuşlar ve insanlar gibi çoğalarak arttıkları ve türlerini korudukları halde.

36.    Öyleyse ne demem gerekiyor, ey Nurum, ey Hakikat? Bunda özel bir anlam yok, öylesine söylenmiş bir laf ını bu yani/ Hayır, asla, ey Hürmetin Babası, böyle bir şey söylemek senin kulunun aklına bile gelmemeli. Ben bu sözle ne kastettiğini anlamıyorsam daha iyi yorum­cular, yani benden daha zeki, olanlar, her birine bahşettiğin anlama ye­tilerinin elverdiği ölçüde buna daha iyi bir açıklama getirsinler. Ama benim şu yorumum da senin katında kabul görsün, çünkü ben bu yo­rumu yaparken, ya Rab, senin bu sözü boş yere söylemediğine inandı­ğımı itiraf ediyorum ve metindeki sözünü okuduğumda aklıma gelen düşünceyi de söylemeden geçmek istemiyorum. Çünkü doğru bir dü­şünce benimki, üstelik senin Kitabındaki mecaz sözleri böyle yorum­lamamda bir sakınca olmayacağına da inanıyorum. Çünkü bir şekilde zihnimizde yakaladığımız anlamı somut olarak pek çok şekilde açıkla­yabileceğimizi biliyorum, somut olarak bir şekilde açıklayabileceğimiz bir anlamın da zihnimizde pek çok şekilde yorumlanabileceğini. Tanrı sevgisi ve komşumuza duyduğumuz sevgi ne kadar basittir mesela, ama somut olarak ne çok sembolle, ne çok üslupla ve her bir üslupta- da ne çok deyişle ifade edilir! Sudaki yaratıklar da işte böyle çoğalır ve artar. Tekrar dikkat et okur ne okuduğuna; işte bak Kutsal Kitap, “Başlangıçta Tanrı göğü ve yeri yarattı” derken doğruyu bize bir tek şekilde sunuyor, kullandığı üslup da bunu tek bir şekilde ifade ediyor.

AUGUSTİNUS

Ama bu ifade pek çok şekilde yorumlanmıyor mu, yanıltmaksızın, ha ta yapmaksızın; bütün yorumların hepsi kendine göre doğru değil mil lşte insan soyu da böyle çoğalıyor ve artıyor.

37.   O hald.e varlıkların doğasını mecazi olarak değil de düz anla mıyla düşünürsek, tohumdan doğan her şey, “Üreyin ve çoğalın,” si zünün muhatabı kılınır. Ama metni mecazi anlamda inceleyecek olur sak -ki bana göre, Kutsal Kitap bu niyetle kaleme alınmış, çünkü kuı samanın sadece denizdeki yaratıklarla ve insan soyuyla ilişkilendiril ınesi rastlantısal olamaz- işte o zaman mccazi olarak gök ve yer şek linde betimlenmiş ruhani ve maddi varlıklardaki çokluğu görebiliriz; aym şekilde, ışık ve karanlık olarak betimlenmiş dürüst ve dürüst ol­mayan ruhlardakini de; su ilc suyun arasına sağlam şekilde yerleştiri­len bir gökkubbcı40 olarak betimlenen, Tanrt’nm Yasasını bize bildir­mekle görevlendirilmiş kutsal yazarlardakini de; deniz olarak betimle­nen, iman etmediğinden acı bir yaşam süren insan topluluğundakini de; kuru toprak olarak betimlenen, dindar ruhların azınindekini de; tohumlu bitkiler ve meyve veren ağaçlar olarak betimlenen, şu anki yaşamda gerçekleştirilen hayırlı işlerdekini de; gökkubbedeki ışıklar olarak betimlenen, ıslah edilmemize yönelik bize açıklanmış olan ru­hani armağanlardakini de; canlı ruh olarak betimlenen, nefse hakimi­yetle denetim altına alınmış tutkulardakini de. İşte biz bütün bunlarda çoklukla, bollukla ve çoğalmayla karşılaşıyoruz. Ama çoğalacak ve artacak olan şeyi, ancak somut olarak açıklanan simgelerle ve zihinsel olarak algılanan kavramlarla keşfediyoruz, çünkü tek bir doğru birçok şekilde ifade edilebiliyor ve tek bir ifade pek çok şekilde doğrulanabi­liyor. Suların çoğalıp artması somut simgelerle açıklanmak zorunda, [762] çünkü biz bedenimizin derin deniziyle sarılmışız, keza insanların çoğalıp artmasını da zihinsel alemdeki kavramlarla anlayabiliyoruz, o da verimli bir akla sahip olduğumuzdan. Işte bu yüzden senin hem sulara hem de insanlara çoğalıp artın dediğine inanıyorum, ya Rab. Bu kutsamayla bize tek bir şekilde anladığımız şeyleri pek çok şekilde açıklayabilme ve örtülü olarak tek bir şekilde yazıldığını gördüğümüz şeyleri de pek çok şekilde anlayabilme olanağı ve yetisi bahşetmiş ol­duğunu düşünüyorum. Böylece denizin sulan doluyor, çünkü bu su­lar değişik simgeler olmadan hareket etmiyor;141 aynı şekilde toprak da insan soyuyla doluyor, çünkü onun kuruluğu insanın hevesinden ve aklın toprağa hakimiyetinde görünür kılınıyor.

25.   BÖLÜM

Yaratılış Kitabı (1.29): "İşte, yeryüzündeki her otu size gıda
olarak verdim, vd."143

38.   Kutsal Kitabının bundan sonraki sözünün de bana ne gibi bir anlam çağrıştırdığını söylemek isterim, ya Rab; söyleyeceğim de, çün­kü korkmuyorum. O sözlerde görmemi istediğin anlamı bana esinle­diğine göre, yaptığım yorum da doğru olacaktır. Senden başkası bana bunları esinleseydi, doğru bir yorum getireceğime inanmazdım, çün­kü sen Hakikatsin, insanlarsa birer yalancı.ı44 İşte bu yüzden yalan [763] [764] [765] [766]

söyleyen aslında kendi doğasına uygun olarak konuşur. Öyleyse do)l, ru konuşmam için senin doğana uygun konuşmamı bahşet. İşte bak, sen toprağın üstüne ekili ve tohum veren her bitkiyi, tohumu meyve sinde olan her ağacı bize yiyecek olarak sundun. Sadece bize değil , gökte uçuşan her kuşa, karada gezinen her hayvana ve sürüngene de, ama bu yiyeceği balıklara ya da balinalara sunmadın. Toprağın verdiği bu meyvelerin, mecazi anlamda yorumladığımızda, senin merhameti nin eserleri olarak anlaşılması gerektiğini söylemiştik, çünkü bu ya şantımızın temel ihtiyaçlarını bereketli topraktan elde ediyoruz. Diiıi bütün bir adam olan Onesiphorus’un da toprağı böyle bereketli bir topraktı ve sen onun bütün ailesine merhametini bağışladın, çünkü bu adam hep Paulus'un içini ferahlattı ve onun zincire vurulmuş olmasın dan hiç utanmadı. 145 Diğer kardeşleri de aynı şekilde davrandılar, aynı şekilde meyve verdiler ve Makedonya’dan gelip bütün ihtiyaçlarını karşıladılar. [767] [768] [769] [770] Ama bazı ağaçlar vardı ki, Paulus’u nasıl da üzdüler, çünkü meyve verip ona olan borçlarını ödemediler. Şöyle der Paulus: “lik duruşmamda kimse benden yana olmadı, herkes beni terk etti; yi­ne de bunun hesabı onlara sorulmasın.”^ Tanrısal sırlara erip ruhsal öğretiyi bize aktarmakla görevlendirilen azizlere gıdalarını vermemiz boynumuzun borcu; insan oldukları için bizim bu borcu onlara öde­memiz gerekir. Öte yandan canlı bir ruh olduklan için de onlara bu borcu ödemeliyiz, çünkü onlar her şeyden el ayak çekerek bize nefse hakimiyet konusunda örnek oldular. Dahası, kanatlı varlıklar oldukla­rı için onlara bu borcu ödemeliyiz, çünkü sayelerinde yeryüzüne hayır duaları yağıyor, çünkü onların sesleri dünyanın dört bir yanına dağılı­yor ı48

26.   BÖLÜM

Komşumuza yaptığımız iyilikten doğan haz ve yarar.

39.    Bu yiyeceklerle mutlu olanlar bu yiyeceklerle beslenir; ama tanrı diye midelerine tapanları-» bu yiyeceklerden aynı mutluluğu ala­maz. Bu yiyecekleri verenlere gelince, onların dereceği meyveler ver­diklerinde değil, niyetlerinde gizlidir. Bu yüzden, kendisini midesine değil de Tanrı’nın yoluna adamış o Havarinin niçin sevindiğini çok iyi anlıyorum ve onun sevincine yürekten katılıyorum. Evet, Philippili- lerin10 Epaphroditus aracılığıyla kendisine yolladıkları armağanları aldı; ama ben onun sevincinin kaynağını görüyorum. Çünkü onun se­vincinin asıl kaynağı onu besleyen kaynaktır, zaten şu sözleriyle bu hakiki kaynağı kendisi bize açıklıyor ve diyor ki, “Tanrı adına öyle bü­yük bir sevinç duydum ki, işte sonunda benim için kaygılanarak bir anlık da olsa canlandınız, aslında hep kaygı duyuyordunuz; ama bir bitkinlik vardı üzerinizde.”ı5ı Philippililer bitkinlikten uzun süredir miskin haldeydi, sararıp solmuşlardı ve hayırlı işler yapıp meyve yetiş- [771] [772] [773]

AUGUSTİNUS

tirememişlerdi. İşte Paulus onlar için sevinir, onlar yeniden canlandı lar diye sevinir; ihtiyacını karşıladıkları içindir bu sevinç, kendisi içiıı değil. Çünkü sözlerini şöyle sürdürür: “Hiçbir şeyim yok diyemem, çünkü ben her durumda elimdekiyle yetinmeyi öğrendim. Yokluk ne­dir bilirim, bolluk nedir bilirim; her koşulda, her şekilde yaşamın sır­rına erdim, ister tok olayım, ister aç, ister bolluk içinde olayım, isterse yokluk. Onun bana verdiği güçle her şeyin üstesinden gelebilirim.’^52

40.   Öyleyse nereden kaynaklanıyor bu sevincin, ey büyük Paulus? Nereden kaynaklanıyor bu sevincin, nereden besleniyorsun, seni Ya­ratanın suretinde Tanrı’nın bilgisine ermiş ey yeniden doğan insan, ey nefse hakimiyetin timsali canlı ruh, ey Tanrı'nın sırlarını yayan kanatlı diP O yiyecek senin gibi ruhların hakkı. Nedir o yiyecek, nedir seni besleyen yiyecek? Sevinç. Sözlerinin devamını da duymak istiyorum: “Her şeye rağmen sıkıntılarımı benimle paylaşmakla iyi ettiniz.” ı 5> İşte buradan kaynaklanıyor sevinci, buradan besleniyor, çünkü Philippili- lcr hayırlı bir iş yaptılar; yoksa onun sıkıntısını dağıttılar diye sevin­miyor. Sana şöyle diyor: Dara düştüğümde, içimi ferahlattın. 15-4 Çün­kü senden güç aldı ve bu sayede bolluk içinde yaşamayı da, yokluk içinde yaşamayı da öğrendi. “Siz de çok iyi bilirsiniz ki, ey Philippi- liler,” diyor, Macedonia’dan gelip de Müjdeyi ilk kez vaaz etmeye baş­ladığımda, sizin dışınızda hiçbir Kilise benimle temas kurup karşılıklı yardımlaşmada bulunmadı. Oysa siz, neye ihtiyacım olduysa Thessa- lonica'yaı5) gönderdiniz, hem bir kere de değil, birçok kere.”ı5İS İşte [774] [775] [776] [777]

 

 

Philippililerin yeniden hayırlı işler yapmaya başlamasına seviniyar Pa- ulus; bir tarlanın yeniden bereketlenmesi gibi, onların da yeniden can­lanması içini neşeyle dolduruyor.

41.   “Neye ihtiyacım olduysa yolladınız dediğinde, kendi ihtiyaçla­rının karşılanmasından dolayı mı seviniyordu yani şimdi, sahiden de bu yüzden mi seviniyordu? Hayır, bu yüzden sevinmiyordu. Nereden mi biliyoruz bunu? Çünkü Paulus şöyle devam ediyor sözlerine: “Ar­mağan peşinde değilim, ödül peşindeyim.”[778] [779]'57 Send.en öğrendim, ey Tanrım, armağan ile ödül arasındaki farkı. Armağan bu yaşamın temel ihtiyaçlarını paylaşan bir insanın verdiği bir nesne, para gibi, yiyecek, içeçek gibi, elbise gibi ya da bir dam altı ya da destek gibi. Ödül ise bağışta bulunanın iyi ve dürüst niyeti. Çünkü Bilge Öğretmenimiz sa­dece “bir peygamberi kabul eden” dememiş, “bir peygamberi peygam­ber olduğu için kabul eden” demiş. Sadece “dürüst bir adamı kabul eden” dememiş, “dürüst bir adamı dürüst olduğu için kabul eden" de­mişi58 Çünkü ilki peygambere yaraşan bir ödül alıyor, diğeri dürüst bir insana yaraşan bir ödül. Dahası, sadece “bu küçüklerime bir kap soğuk su veren” dememiş, ‘'öğrencim olduğu için” diye de eklemiş ve devam etmiş, “size söz veriyorum, ödülsüz kalmayacak.” Demek ki ar­mağan bir peygamberi kabul etmek, bir dürüst adamı kabul etmek,

öğrenci olan birine bir kap soğuk su vermek; ödülse o insanı peyganı ber olduğu için, dürüst bir adam olduğu için, öğrenci olduğu için ka bul etmek. Dul kadının llyas’a yiyecek vermesi bir ödüldü, çünkü ka dm onun Tanrının adamı olduğunu biliyordu ve bu niyetle ona yiye­cek vereli. ıw Ama bir karga ona yiyecek verdiğinde bu bir armağandı. Çünkü bu yiyecekle llyas’m ruhu değil, bedeni beslenmişti, çünkü peygamber de olsa yiyeceksiz kalırsa o da ölebilirdi. 160

27.    BÖLÜM

Balıklar ve balinaların anlamı.

42.   Bu yüzden senin huzurunda doğruyu söyleyeceğim, ya Rab; balıkların ve balinaların, sırlara erme ayinlerini ve Tanrısal öğretiyi edinımeıniş ve inançsız insanların sırlarını ermesi ve dine dönmeleri için zorunlu olan mucizevi yaratılan simgelediğine inanıyoruz. Böyle insanlar senin çocuklarını maddi anlamda yeniden canlanmak için ka­bul ettiklerinde ya da yaşamlarının temel ih tiyaçları n dan birini karşı­layıp onlara yardım ettiklerinde neden böyle davranmaları gerektiğini bilmiyorlar ya da ne amaçla böyle davranmaları gerektiğini. Onlar se­nin çocuklarım gerçek anlamda beslemiyorlar, çocukların da onlar ta­ralından gerçek an lam da beslenmiyor, çünkü onlar bu işi kut sal ve dürüst bir niyetle yapmıyorlar, çocukların da onların armağanların­dan gerçek anlamda sevinç duymuyorlar, çünkü bu armağanlarda herhangi bir ödül görmüyorlar. lşte bu yüzden balıklar ve balinalar, denizin acı dalgalarından ayrılmış ve ayın edilmiş toprağın s un duğu yiyecekle beslenmiyor. [780] [781]

İTIRAFLAR

28.    BÖLÜM

Yaratılış Kitabı 1.31: “Ve Tanrı bütün yarattıklarına baktı,
işte her şey âlâydı, vd."i6i

43.    Ve sen, ey Tanrı, “yarattıklarına baktın ve işte her şey alaydı.” Evet, biz de onlara bakıyoruz ve işte her şeyâlâ. Yarattığın her tür var­lık için “olsun” dedin ve “oldular;” sen tek tek her şeye baktın ve iyi olduğunu gördün. Saydım, Kutsal Kitap tam yedi kez, senin yarattık­larının iyi olduğunu gördüğünü yazmış. Ama bir de sekizincisi var, iş­te o an yarattığın her şeye baktın ve her şey sadece iyi değil, alaydı, san ki her şeye aynı anda bakmıştın. Çünkü varlıklar tek tek bakıldı­ğında sadece iyi, hepsine aynı anda bakıldığında ise hem iyi, hem de âlâydı. Cisimlerin güzelliği söz konusu olduğunda da aynı şey söyle­nir. Çünkü kendisini oluşturan bütün parçaları güzel olan bir cisim tek tek her parçasından çok daha güzeldir. Bu parçalar da ayrı ayrı güzeldir, ama onların ahenkli bir şekilde bir araya gelişiyle bütün ta­mamlanır.

29.    BÖLÜM

Tanrı'nın eserlerinin iyi olduğunu sekiz kez
görmesinin yorumu.

44.   Dikkatle inceledim, çünkü eserlerinden hoşnut olduğun an on­ların iyi olduğunu yedi kez mi, yoksa sekiz kez mi bakıp gördüğünü anlamak istedim. Ama senin bakışında hiçbir zaman aralığı yakalaya­madım ki, bununla yarattıklarına kaç kez baktığını anlayabileyim ve [782]

şöyle dedim: “Ah Rab, yoksa o Kutsal Kitabın hakiki değil mi, sen Ha­kiki olduğun halde ve bu Kitap Hakikat’in eseri olduğu halde? Niçin bana senin bakışında zaman aralığı olmadığını söylemiyorsun ve o Ki­tabın bana senin yarattıklarına tek tek her gün baktığını ve iyi olduğu­nu gördüğünü söylüyor ve ben bu günleri saydığımda senin kaç kez baktığını niçin anlayamıyorum? İşte bunu şimdi sen söylüyorsun ba­na, çünkü sen benim Tanrımsın ve gürül gürül bir sesle kulunun gön­lündeki kulağa bunu sen söylüyorsun sağırlığımı yırtar atarcasına ve şöyle haykırıyorsun: “Ey İnsan, Kutsal Kitabım ne demişse onu söyle­yen benim, ama Kitabın sözü zamana bağlı, ama benim Sözüme za­man qokunamaz, çünkü benim Sözüm benim gibi ezeli ve ebedi. Sizin Ruhumla gördüklerinizi ben görüyorum, aynı şekilde sizin Ruhumla söylediklerinizi ben söylüyorum. Ama sizin görüşün üz zamanla sınırlı, benim görüşüm zamanla sınırlı değil, aynı şekilde sizin söyledikleriniz zamanla sınırlı, benim söylediklerim zamanla sınırlı değil.”

30.    BÖLÜM

Manicilerin hezeyanları.

45.   Seni dinledim, Rab Tanrım ve senin Hakikatinden bal tatlısı bir damla emdim ve anladım. Senin eserlerini beğenmeyen bazıları var; diyorlar ki, bu eserlerin çoğunu zorunluluk sonucu yaratmak duru­munda kalmışsın, örneğin göklerin çatısını, yıldız kümelerini. Sen bunları kendi doğandan yaratmamışsın, onları oluşturan öğeler başka bir yerde, başka bir maddeden yaratılmışlarmış zaten, sen sadece bu öğeleri bir araya toplamış, birbirine eklemiş ve dokumuşsun; düşman­larını bozguna uğrattıktan sonra yapmışsın bütün bunları ve dünyaya surlar örmüşsün ki, bozguna uğrattıkların inşa ettiğin bu yapı sayesin-

İTİRAF^LAR

de bir daha sana saldırmaya kalkmasın. Diğer canlılara gelince, örne­ğin bütün cisimler, en miniciğine kadar bütün canlılar ya da kökleriy­le toprağa tutunan ne varsa, bunların hiçbirini sen yaratmamışsın, hatta bunların öğelerini bir araya getirip birbirine eklememişsin bile. Bunları düşman bir zihin, senin doğandan yaratılmayan ve sana karşıt olan bir zihin, dünyanın alt kesiminde üretmiş ve biçimlemiş. Ancak deliler böyle şeyler söyler, çünkü ancak onlar Ruhunun yardımıyla ya­rattığın eserleri görmezler ve bu eserlerin özündeki seni tanımazlar.

31.    BÖLÜM

İmanlı insanlar Tanrı'nın hoşuna gideni beğenir.

46.   Oysa Ruhun aracılığıyla senin yarattıklarını gören insanlar, ya­rattıklarında seni görürler. Bu nedenle, yarattıklarının iyi olduğunu gördüklerinde yarattıklarının iyi olduğunu gören sensin; yarattığın her şey sırf senden kaynaklandığı için hoşumuza gidince aslında yarat­tıklarının özündeki sen hoşumuza gidiyorsun. Ruhun aracılığıyla bizi mutlu eden şeyler aslında bizim özümüzdeki seni mutlu ediyor. Çünkü insanın düşüncesini kendi ruhundan başkası bilebilir mi? Aym şekilde Tanrı’nın düşüncesini ele Tanrı’nın Ruhundan başkası bilemez. Bu yüzden Paulus şöyle dedi: “Biz bu dünyanın ruhunu almadık, Tanrı'nın doğa­sından neşet eden Ruhu aldık, Tanrı tarafından bize sunulan armağan­ları bilebilelim diye.”]62 Bunun üzerine şunu sormam söylendi: Öyley­se Tanrı tarafından bize sunulan armağanları nasıl bilebiliyoruz? Şöyle bir yanıt geldi soruma: Tanrı’nın Ruhu aracılığıyla bildiğimiz şeyleri bile aslında Tanrı'nın Ruhundan başkası bilemez. Zaten bu yüzden Tanrı’nın Ruhu aracılığıyla konuşanlara, “Konuşan siz değilsiniz" den-

ı62 Ep,stula, ad Cormthios, 2.11-12.

 

 

miş, ne kadar yerinde bir söz. Aynı şekilde Tanrı'nm Ruhuyla bilenle­re de şöyle dense yeridir: Bilen aslında siz değilsiniz. Bu yüzden Tan- rı’nın Ruhuyla görenlere de, “Gören aslında siz değilsiniz” desek hiç de yanlış olmaz. Demek ki insanlar Tanrı’nın Ruhu aracılığıyla varlık­ların iyi olduğunu görüyorlarsa, bunların iyi olduğunu gören kendile­ri değil de Tanrı aslında. O zaman, yukarıda bahsettiğim şahıslar gi­bi, ı h3 insanın iyi olan bir şeyin kötü olduğunu sanması çok farklı de­ğerlendirilecek bir konu. Dahası, insanın iyi gördüğüne iyi demesi de başka bir şey. Şöyle ki çoğu insan senin eserini iyi olduğu için beğe­nir, ama bu eserde beğendikleri sen değilsin; çünkü aslında onlar se­nin eserine seni aramak yerine, sadece mutlu olmak amacıyla bakar. Ama çok daha başka bir şey var ki, o da bir insanın iyi olan bir şey gördüğünde, iyi olanı kendi özündeki Tanrı’nın gördüğünü söylemesi. Yani Tanrı’nm yarattığı eserde sevilmesi ve sadece bahşetmiş olduğu Ruh aracılığıyla sevilmesi. Çünkü Tanrı aşkı kalplerimize bize bahşe­dilmiş olan Kulsal Ruh aracılığıyla zerkedilirh'4 ve biz Kutsal Ruh sa­yesinde belli bir varlık derecesindeki her şeyin iyi olduğunu görürüz, çünkü bu iyilik belli bir varlık derecesinde olmayandan kaynaklanır, çünkü Tanrının kendisi mutlak varlıktır.

32.    BÖLÜM

Tanrı'nın eserlerini özetleyerek anlatıyor.

47.   Şükürler olsun sana, ya Rab! Göğü ve yeri görüyoruz, ister bunlar maddi dünyanın üst ve alt kesimleri olmuş olsunlar, isterse ru­hani ve maddi alem; dünyanın tüm kütlesini ve yaratılan tüm düzeni [783] [784] içeren bu iki alemi süslemek için yaratılan ve onları karanlıklardan ayıran ışığı da görüyoruz. Gökkubbeyi görüyoruz, ister yükseklerdeki ruhani sular ile aşağılardaki maddi suların, yani dünyadaki ilk maddi varlığın arasına yerleştirilmiş olsun bu gökkubbe, isterse havanın dol­durduğu ve gök olarak adlandırdığımız sadece şu mekân,ı6'5 yani bu­har olup yükselen ve bulutsuz gecelere bir çiy damlası olarak düşen sular ile ağırlaşıp toprak üzerinden akıp giden sular arasındaki şu me­kan; denizin havzalarında biriken suların güzelliğini görüyoruz ve is­ter çıplak olsun, isterse göze görünecek ve bir düzeni olacak şekilde biçimlenmiş olsun, kuru toprağı görüyoruz, yani bitkilerin ve ağaçla­rın anasını. Yukarıda pırıl pırıl parlayan ışıkları görüyoruz, günü do­yuran güneşi, geceyi avutan ayı ve yıldızları ve bütün bu ışıklarla za­manın geçip gittiğinin işaret edilip bildirildiğini. Nemli doğayı görü­yoruz dört bir yanda, balıkların, dev hayvanların, kuşların besin kay­nağını, sulardan yükselen buharla yoğunlaşan havanın kuşların uçma­sını kolaylaştırdığını. Üstünde yaşayan hayvanlarla donanan toprağın yüzünü görüyoruz ve insanı, senin suretinde ve sana benzer yaratılan, senin suretinde ve sana benzer yaratıldığı için de, yani akıl ve anlayış yetisine sahip olduğu için de akıl yoksunu tüm hayvanlardan üstün kılınan insanı; ve insanın ruhunda iki öğenin olduğunu, bunlardan bi­rinin karar verebildiği için hakimiyet gücüne sahip olduğunu, diğeri­nin ise boyun eğen ve itaat eden bir öğe olduğunu, bu yüzden maddi anlamda kadının erkek için yaratıldığını, ama zihinsel açıdan çıkarım yapma gücüne sahip aklıyla erkekle kadının doğasının eşit olduğunu, yine de bedeninin yaradılış özelliği bakımından erkek cinsiyetine bağlı kılındığını görüyoruz; ve bu bağlılığın, doğal dürtülerin doğru eylem- [785] lerde bulunması için aklın çıkarım yetisine ve kıvraklığına tabi olması­na benzediğini. İşte bütün bunları görüyoruz ve her şeyin tek tek iyi, bir bütün olarak da âlâ olduğunu.

33.    BÖLÜM

Her şey hiçlikten ya da hammaddeden yaratıldı..

48.   Eserlerin sana şükrediyor ki, seni sevebilelim ve biz seni sevi­yoruz ki, eserlerin sana şükretsin. Hepsinin zamanda bir başı ve bir sonu var, bir yükselişi vc bir batışı, bir başlayışı, bir bitişi, güzelliği ve bu güzelliği kaybedişi. Art arda gelen bir sabahı var, bir de akşamı, kışmen gizliler, kısmen apaçık. Senin sayende hiçlikten yaratıldılar; senin doğandan yaratılmadılar ya da senin taralından yaratılmayan ya da daha önce varolan bir maddeden de değil; senin tarafından yaratı­lan ve aynı anda şeylerin yaratıldığı bir hammaddeden yaratıldılar, çünkü herhangi bir zaman geçmeden bu biçimsiz maddeye biçim ver­din. Çünkü gök ve yerin maddesi başka bir şey, onların biçimi başka bir şey. Scn bu maddeyi mutlak anlamda hiçlikten yarattın, ama dün­yayı güzelliğine bu biçimsiz maddeden kavuşturdun; yine de aynı an­da her ikisini ele yarattın, böylece herhangi bir duralama ya da gecik­me olmadan biçim maddeye giydirildi.

34.    BÖLÜM

Dünyanın yaratılışının mecazi yorumu.

49.    Yaratılan şeylerin belli bir düzende olmasını ya da belli bir dü­zende yazılmasını irade buyurmandaki ruhani gerçekler üzerinde de epeyce düşündüm ve yarattığın şeyler tek tek ele alındığında iyi, bir bütün olarak ele alındığında ise âlâ olduğundan, senin Sözünde, yani senin biricik Oğlunda, yani sabahın ve akşamın olmadığı bütün za­manlardan önceki yazgıda göğü ve yeri, yani Kilisenin başını ve göv­desini gördüm. Sen o zamandan başlayarak takdir ettiğin bütün karar­larını zaman içinde uygulamaya soktun, saklı gerçekler gün yüzüne çıksın ve bizim şu düzensiz dünyamız belli bir düzene kavuşsun diye. Çünkü günahlarımız üstümüze yüklenmişti ve karanlık bir uçuruma sürüklenip senden uzaklaşmıştık Senin İyi Ruhun üzerimizde dalgala­nıyordu, zamanı geldiğinde bizim imdadımıza yetişmek üzere. Gü­nahkârları akladın, onları ahlaksızlardan ayırdın ve Kitabını bir hü­kümran gibi üsttekilerle, yani sana itaat etmiş olanlar ile alttakilerin, yani onlara tabi olanların arasına yerleştirdin. inançsızların tümünü ortak bir havayı soluyacakları şekilde bir araya topladın ki, iman sa­hiplerinin şevki görünür kılınsın ve bu insanlar göksel ödülü kazan­mak için dünyevi mallarını fakir fukaraya dağıtarak senin için sevap işlesin. İşte bundan sonra yaktın gökkubbedeki kandilleri, Yaşamın Sözünü taşıyan azizlerini ve ruhani ödüllerle tecelli eden yüce yetkeyle pırıl pırıl parlayanları. Ardından inançsız halkını eğitmek için dünyevi maddeden ayinler, gözle görünür mucizeler ve gökkubbe olarak be­timlenen Kitabındaki Müjde’yi yayacak sesler ürettin; hatta bunlarla imanlı halkım da kutsadın. imanlıların gönlünde canlı bir ruh biçim­ledin sonra, hiç vazgeçmeden nefse hakim olmakla tutkularını dene­tim altına almayı öğrendiği için canlanan bir ruh. Böylece insan zihni­ni sadece sana teslim olacak, örnek alacağı bir insanın boyunduruğu­na girmeye gerek duymayacak şekilde ıslah ettin, sırf senin suretinde ve sana benzer yaratıldığı için; bu şekilde, akla dayalı eylemleri idrak yetisinin hükümranlığına tabi kıldın, tıpkı kadını erkeğe tabi kıldığın gibi; ve imanlıların sevap işleyip Kilisenin hizmetinde çalışmasını ve onların bu dünya yaşamında pişip olgunlaşmasını sağlamakla görevli bütün elçilerinin geçici ihtiyaçlarını karşılamalarını buyurdun ki, ileri­de işledikleri bu sevapiarın meyvesini derebilsinler. İşte biz bütün bunları görüyoruz ve hepsinin âlâ olduğuna tanık oluyoruz, çünkü as­lında bütün bunları gören bizim içimizdeki sensin; sen bize Kutsal Ruhunu verdin ki, biz bütün bunları görebilelim ve onları görerek se­ni sevebilelim.

35.    BÖLÜM Huzur diliyor.

50.   Rab Tanrım, her şeyimizi bize bahşeden sensin, n’olur bize huzur da bahşet, bize ebedi huzuru bahşet, bize Yedinci Günün[786] [787] huzu­runu bahşet, bize akşamı olmayan huzuru bahşet.^7 Bu üstün güzel­likteki düzen yolun sonuna geldiğinde yok olup gidecek bütün o âlâ eserleriyle birlikte; çünkü bu eserlerin bir sabahı, bir de akşamı var, öyle yaratılmışlar.

36. BÖLÜM

Neden yedinci günün akşamı yoktur?

Sİ. Oysa ne yedinci günün akşamı vardır, ne de gün batımı. Çün­kü sen o günü kutsadın ve sonsuza dek sürmesini istedin. Bize âlâ gö­rünen eserlerini yarattıktan sonra yedinci günde dinlendin,[788] aslında sen o eserleri yaratırken de ebedi istirahatteydin. Kutsal Kitabında yer alan bu ifade bize müjdeliyor ki, bu dünyadaki âlâ işlerimizi (hepsi âlâ, çünkü onları sen bize bahşettin) tamamladıktan sonra biz de ezeli ve ebedi yaşamın Yedinci Gününde sende ebedi istirahata kavuşaca-

-    169

37. BÖLÜM

Tanrı'nın bizde dinleneceği zaman

52. Çünkü sen de o gün bizde ebedi istirahate çekileceksin, tıpkı şu an bizde çalıştığın gibi. Senin istirahatin bizim aracılığımızla ola­cak, tıpkı senin işlerinin bizim aracılığımızla olması gibi. Ama sen, ya Rab, hem her zaman çalışan hem her zaman istirahatte olansın. Senin görüşün zamana bağlı değil, senin hareketin zamana bağlı değil ve se­nin . dinlenmen de zamana bağlı değil; buna rağmen zamana bağlı ol­duğunu gördüğümüz her şeyi yaratan sensin, zamanın kendisini de yaratan sensin ve zaman sona erdiğinde kavuşacağımız istirahati de yaratan sensin.

38. BÖLÜM

Yaratılanları Tanrı başka türlü görür, insan başka türlü.

53. Biz yarattığın eserlerini varoldukları için görüyoruz, oysa onlar sen onları gördüğün için. varoluyorlar.l7o Biz somut olarak onların va­rolduğunu, soyut olarak da iyi olduğunu görüyoruz; oysa sen yaratıla­cakları gördüğünde yaratıldıklarını da gördün. Biz bir süre geçtikten sonra ve ancak yüreğimiz senin Ruhunla dolunca iyiye yöneldik, bun­dan önce günah işlemeye yönelik hareket ediyorduk, çünkü seni terk etmiştik. Oysa sen, Biricik Iyilik olan Tanrı, asla iyiyi gerçekleştirmek­ten vazgeçmedin. Bizim de gerçekleştirdiğimiz iyi işler var, senin Ru­hunla gerçekleştirdik bunları, ama hiçbiri ebedi değil. Ne zaman ki onları ebedi kılacağız, işte o andan itibaren senin ulu kutsallığında hu­zur bulmayı umut edebileceğiz. Oysa sen İyiliğin kendisisin ve ken­dinden başka bir iyiye ihtiyacın yok, bu yüzden sen her zaman ebedi istirahattesin, zaten sen ebedi istirahatin ta kendisisin. Bu sırrı bir in­san başka bir insana anlatabilir mi? Bir melek başka bir meleğe anlata­bilir mi? Bir melek bir insana anlatabilir mi? Bu sır ancak sana sorula­bilir, sadece send.en bir açıklama dilenebilir, sadece senin kapın çalı­şabilir. Evet, bu sır ancak bu şekilde anlaşılabilir, ancak bu şekilde keşfcdilebilir, senin kapın bize ancak bu şekilde açılabilir. Amen.

 



[1]    jamesj. O’Donnell, s. 35.

[2]     Augustinus, Confessiones, 1.5.1.

[3]     Augustinus, Confessiones, 2.2.2.

[4]    Tanrıyı.

[5]    Augustinus, Confessıones, 3.1.1.

[6]     Augustinus, Confessiones, 3. 4.8.

[7]    Augustinus, Confessiones, 4.4.8.

[8]     Augustinus, Confessiones, 4.8.13.

[9]    Augustinus, Conjessiones, 8.8.19.

[10]   Augustinus, Conjessiones, 8.12.29.

[11]   Augustinus, Conjessiones, 8.12.29.

[12]   Augustinus, Confessiones, 9.11.28.

[13]   Augustinus, Confessiones, 10.6.8.

[14]   Libcr Psalmorum, 144 .3; 145.3; 146.5;14 7.5.

2        Augustinus kendisinden söz ediyor.

3        Epistula T Petri, 5.5.

4        Epislula acl Romanos, 10.14.

5        Liber Psalmonım, 2:27; 22.26.

[15]  IJhcr l’salmorum, 138.8; 39.8.

[16]  Epislııla ad Romaııos, 11.36.

[17]  Lihcr leremiac, 23.24.

[18]   Çünkü senin içine alarak doldurduğun şeyler, bir sürahinin içindeki suyu tutması ve hiç dökmemesi gibi sem tutamazlar ve dökerler.

[19]   LihcıPsalmorum, 17.32; 18.31

1 lıcran, her yerdesin.

görünmeyen gııcunle.

[22] lıer şey kendisinin olsun isteyen.

[23] yapılan yanlışlıklardan.

[24] sana kim gelirse kucaklıyorsun.

[25]     insanlala sunduğu armağanları onların kendisine kat kat fazla ödemesini ister.

[26] Tanrı tarafından ödüllendirilmek için insan ona fazlasıyla hizmet etmeye

çabalıyor.

1 Tanrı insana hak ettiğini verir.

[28] Augustinus’a göre, Tanrı'yı tam anlamıyla dile getirmek insan için imkansız olsa da, yine de onun hakkında hiçbir şey söylemeyenler ve onu övmeye çaba göstermeyenler çok daha zavallı konumdadırlar.

[29]    Liber Psalmorum, 34.3; 35.3.

[30]    Biber Psctlmoıvm, 13.14; 19.12-13.

[31]    LiİJcr l’scıhnorum, 3 1.5; 32.5.

[32]  Lil?cr Icrcmiac, 2.29.

[33]  Libcr Pstıhnorum, 26.12; 27.12.

[34]    Libcr Psalmorum, 129.3; t30.3.

[35]    Liber leremiae, 12.15.

[36] Li ber II Regum, 23.5.

2    8            özgür insanlara.

[38] sonlu varlığın sonsuz nedenleri.

[39]0 zaman Tanrı’dadır.

3' Libcr I’salmorum, 91.2; 91.1.

[41]2 Libcr Psalmorum, 50.7; 51.5.

[42]    çünkü bana dayak atılıyorsa, bu benim iyiliğim içindi.

[43] oysa çocuk olsun ya da büyük, bütün insanlar acınmaya muhtaçtı.

[44]    Mitolojik masallardan söz ediliyor.

3    6            Oğlu İsa aracılığıyla.

3     7            O dönemde, ölüme yaklaşan insanların vaftiz edilmesi adettendi.

[46]  lsa tarafından tesis edilen dini ayinler.

3    9            Vaftiz olduktan sonra insanın hamuru tam olarak biçimlenir ve günah işle­diği takdirde büyük cezalara maruz kalır. Augustinus, insanın vaftiz olma­sıyla birlikte ruhunun tsa’nın mührüyle damgalanacağını belirtmektedir.

[48]   Yorumlu çeviri için bkz. Saint Augustine, Confessions, R. S. Pine-Coffin (tr.), s. 33.

4 ı Evangelium secundum Matthaeum, 10.30.

[50]2              Libcr Psalmorum, 77.39; 78.39.

[51]  Augustinus, Romalı destan şairi Vergilius’un Aeneis'inin ünlü karakterleri Aeneas ve ona çılgınca bir aşkla tutulan Kanaca kraliçesi Dido’nun aşkları­nı konu ediniyor. Dido, Aeneas tarafından terk edilince onun kılıcıyla inti­har etmiştir.

[52]    Liber Psalmorum, 72.27; 73.27.

4    5            Tapınma yerlerine, mahkemelere, imparator saraylarına ve evlere asılan

perdeler mahremiyeli ve haysiyeti simgeler. Auguslinus’a göre edebiyat okulları gizemli hakikati öğretmekten çok uzaklar.

46      Vergilıus.

[55]  Herkesin bildiği alfabenin kurallarına göre.

[56] Vergilius, Aeneis, 2.772.

[57] Geleneksel eğitim akıp giden bir ırmağa benzetiliyor.

50     Tahta, haç ya da Nuh'un gemisiyle özdeşleştiriliyor. Burada iman etmiş in­

sanlara gönderme yapılıyor.

5' Havva: Eva vivorum: Bütün canlıların anası. Liber Psalmorum, 126.8.

5    2            geleneksel eğitim yöntemlerinde.

[61]    Yunan mitolojisinde luppiter'in bir adı da Tonans’tır, yani Gürleyen, Yıldı­rımlar Yağdıran. luppiter suç işleyenlere yıldırımlar yağdırırken karısı He- ra’yı aldatırdı. Augustinus, eşi Hera’yı aldatmasından dolayı Iuppiter’e zina işleyen sıfatını yakıştırıyor.

[62] okulunda.

[63] Cehennem ırmağı: Dünyevi yaşamdaki cehennem ırmakları için bkz. Mac- robius, Somnium Scipionis, 1.10.11.

[64]   Terenlius’un Eunuchus adlı eserinden söz ediliyor.

5    7 Bu Yunan mitolojisinin çok iyi bilinen hikayelerinden biridir. Danae, Argos kralı Acrisius'un kızıdır. Acrisius’un torunu tarafından öldürüleceğine dair bir kehaneL yayılır. Bu yüzden Danae hiçbir erkeğin yanaşamayacağı bir kuleye kapatılır. Ama Zeus bir altın yağmuru olarak Danae'ın kucağına ya­ğar. Danae, Perseus’u doğurur.

[66]    Terentius, Eunuchus, 3.5.

[67]    Aeneas.

6° Juppiter’in eşi.

6ı Roma’nın efsanevi kurucusu Aeneas’m Troia savaşının ardından yeni bir ülke arayışı içinde çıktığı sürgün yolculuğu dile getiriliyor.

[70]  Aeneas’ın sürgün yolculuğuyla ilgili.

[71]  Vergilius’un.

[72] Düşmüş meleklere (transgressores angeli): şeytanlaşmış meleklere. Bu ifade

iç i n bkz. Augustinus, Confcssiones, 7.3.5; De Civitate Dei, 2.1-9. Hıristiyan­

lıkta düşmüş meleklerin şeytanlarla eş tutulması üzerine bkz. De Civitate De i, 9. 19; pagan tanrılarının düşmüş melekler olarak adlandırılışıyla ilgili

bkz. De Civitate Dei, 4.2.24.

[76]  Etkili bir anlatını için hiç kimsenin o ana kadar bilmediği ve işitmediği ya­bancı kelimeler seçip kullanmak bilinen bir yöntemdi.

[77]    Liber Psalmorum, 85.15; 86.15.

[78]  Liber Psalmorum, 26.8; 27.8.

[79]      plotinustan söz ediliyor.

[80]  Evangelium secundum Lucam, 15.11-32.

[81]  Insan.

[82]   Evangclium sccundum Ma/Lhaeum, 7.12.

[83] Augustinus idam cezasına karşı bir tavır sergiliyor.

[84] Augustinus çocukken gittiği okulu Yunan’da güreş vb gibi spor oyunları­nın öğretildiği palaestralara benzetiyor (ayrıca bkz. Augustinus, Confessi- ones, 56. 186, 68.228-229).

[85]  Çocuğun evdeki öğreniminden sorumlu ve onu okula götürüp getiren özel köle (paedagogus).

[86] çocukların oyunlar oynadığı malzemeler.

[87] evde beslenen kuşların.

[88] Çocukların kısa boyu ve küçücük gövdeleri insana özgü tevazunun ya da boyun eğişin simgesidir. Tevazusunu koruyan kişiler sonunda Tanrı tara­fından ödüllendirilip göklerdeki krallığa yükselecektir. Ama burada dikkat edilmesi gereken nokta, Auguslinus’un sadece çocukların küçücük beden­lerini tevazu simgesi olarak görmesi, daha önce de belirttiği gibi onların ruhundaki masumiyeti kabul eımecliğinden, onların ruhunu tevazu simgesi olarak görmemesidir.

7    8            Evangelium secundum Mauhaeum, 19.4.

[90] Auguslinus, Platon gibi, her varlığın kendisini koruma içgüdüsünün tanrı­sal varlığın ve birliğin gizemini yansıttığını belirtiyor. Bkz. Saint Augustine, Confessions, 1-Ienry Chaclwick (tr.), s. 22, n. 39.

[91]   Tanri'nin birliğinden ayrılınca içine düştüğü günahlar âleminden söz edi­yor; o çoklukta: birçok uyarıcı etkenin arasında.

2    Prophetia Danielis, 10.8.

[92] görülebilen ve yanılma payı bırakmayan o parlak sınırı.

[93]   Augustinus’a göre, Adem ile Havva’nın cennetten kovulmadan önceki cin­sel birlikteliği anık tamamen ruhsal bir birliktelikten çıkıp hem ruhsal hem de bedensel birliktelik olmuştur. Ama mantıkdışı bir tutkunun sonu-

cu değildir bu birliktelik, hem akıl hem de irade denetleyici bir rol üstlen­miştir. Ayrıca insanların sıradan yaşamlarındaki cinsel birlikteliklerinin doğurduğu kaba sorunlardan da çok uzaktır. Bkz. Sainl Aııgustine, Confcs- siom, l lenry Clıadwick (ir.), s. 25, dipnot 4.

s Epislulc.ı I ad Corinlhios, 7.28.

6    Epislula l ad Corinlhios, 7. 1.

7    Epistula I ad Corinlhios, 7.32-33.

8    Evangdium sccundum MaUhaeum, 1 9.12.

9        Liber Psalmorum, 93.20; 94.20.

[98] Liber Deuteronomii, 32.39.

1 ı ikna edici konuşmayı öğrendikten sonra bir meslek sahibi olabilmemdi.

[100] Thagaste’den yirmi mil kadar uzakta bir şehir. Augustinus ilk kez ailesin­den uzaklardadır.

[101]             l.il>cr Psa/morum, 29.1.

[102]  Aııgustinus bir tarla olarak gördüğü kalbinin tanrısal eğitimden yoksun kaldığını düşünerek böyle bir mecaz yapıyor.

1     5            369 yılından 370 yılına geçiş dönemini anlatan Augustinus on altı yaşının huzursuzluklarının hala bütün şiddetiyle devam ettiğini belirtiyor.

[104]  Ailesinin Kartaca’daki okul parasını henüz denkleştirememesi yüzünden.

[105]             Annesinin Hıristiyanlığı gönülden benimsediği ima edilmektedir.

[106] Augustinus'un öğrenciden (catechumenus') kastı, Hıristiyanlığın temel ilke­lerini öğrenen kişidir.

[107]  Epistula II ad Corinthios, 7.15.

[108] Incil'de sefahat yuvası olarak geçen, dünyevi tutkuların tatmin edildiği şe­hir.

2 ı Dünyevi annem ya da bana can veren annem olarak algılanmalı.

[110]  babamın benim evlenip çoluk çocuğa karışmamın vaktinin geldiğini söyle­mesine.

[111]             Senin sayende öteki dünyada kurtuluşa ereceğini düşünmesi gibi.

2     4            Liber Psalmorum, 73.7.

[113]             Liber Exodus, 20.15.

[114]             Epistula adRomanos, 2.14.

[115]  dünyevi, yani geçici iyilikler.

[116]  Liber Psalmorum, 63.11; 64.10.

[117] Sallusütıs’un Catilina hakkında söyledikleri dile getiriliyor. Bkz. Sallustius, Catilina, 16.

[118] Liber Psalmomm, 72.27.

[119]   Bana bahşettiği iyiliğin karşılığını Rabbime nasıl ödeyeceğim? Çünkü işlediğim günahları hatırlıyorum, ama bunlar artık benim ru­humu hiç korkutmuyor. Seni seveceğim ya Rab, sana şükredeceğim ve adını yücelteceğim, çünkü onca günahımı ve onca ahlaksızlığımı affettin. Biliyorum ki iyiliğinle ve bağışlayıcılığınla günahlarımı buz­ları eritir gibi erittin. Biliyorum ki işlemediğim günahlardan da senin iyiliğinle kurtuldum. Çünkü yok yere suç işlemeyi seven biri olarak kim bilir ben neler yapmazdım? Bağışladığın bütün günahlarım için tövbe ediyorum; hem isteyerek işlediklerim hem de senin sayende işlemediklerim için. İnsan kendi acizliğinin farkındaysa, haddini aşıp da namuslu ve masum olmasını kendi çabalarına bağlayabilir mi ve böylece seni daha az sevebilmesi için kendisine bir bahane yarata­bilir mi? Sanki senin bağışlayıcılığına, yani tövbe edip sana dönenle-

[120] Liber Psalmorum, 18.13; 19.12.

[121] Evangdium secundum Malthaeunı, 25.21.

Augustinus Kartaca’ya geldikten sonra, öncelikle şehvani hisleri, daha son­ra başkalarının acısından aldığı zevk ve okulunda iyi ve başarılı bir öğrenci olmasının kendisine verdiği müthiş gurur yüzünden kendisini yargılıyor.

[123]   Liber Psalmorum, 90.3.

[124]             Augustinus'un açlığı tinselliğe değil, eliyle dokunabileceği gerçek ruhlara, yani maddiyatadır. Augustinus o dönemde duyduğu aşkın sadece cinsel bir aşk olduğunu ve böyle bir aşkın ruhu (anima) olmadığını belirtiyor.

[125] Augustinus tiyatrolarda sergilenen trajik türdeki oyunlardan, özellikle bu oyunların içine sinmiş acıyı seyretmekten haz alıyor.

[126]             Dostluk pınarı (vena amicitiae), yani şefkat pınarı (vena caritatis).

lipislulu ll ad Corinthios, 2.16.

[128] Augustitıus’un burada kendisiyle ilgili çizdiği portre, Tanrı’nın sürüsünden ayrılmış, uyuz hastalığına tutulmuş ve hafif hafif kaşınmaktan zevk alan bir insandır.

[129]  Kartacah öğrencileri bu sıfatla tanımlıyor. Eversor: “bozguncu, düzen bozu­cu," hukukta baba parasını har vurup harman savuran kimse anlamına gelir.

[130]  Tanrı'ya boyun eğme düşüncesi hiç yoktu, inatçı ve dik başlıydım.

1 0 Klasik çağın özgür bireyin eğitimine yönelik scptem Uberales artcs’i (yedi öz­gür sanat) Augustinus’un düşüncesinde insana ahlak ve Tanrı sevgisi aşıla­madığından eksik bir eğitim olarak görülüyor.

[132]  Augustinus 17 yaşındadır.

[133]  Augustinus'un bu soğuk ifadeleri Cicero’nurı pagan olmasından ileri gelir. Augustinus, Cicero'nun kitabının kendi yaşamındaki önemini vurgulasa da, kitapla özdeşleştirdiği yazarın yüreğinden uzak olduğunu belirtiyor. Cicero’nun Hortensius adlı kitabı lö 45 yılında kaleme alınmış ve günümü­ze Augustinus’un aktardığı birkaç özdeyişten başka hiçbir şey kalmamıştır. Kitapta Hortensius’un, felsefenin toplumsal bir yararı olmadığına, insan mutluluğuna herhangi bir katkısı bulunmadığına ilişkin görüşü eleştirili­yor. Cicero ise Hortensius’un bu görüşünün felsefi bir ifade olduğunu ve doğruluğuna ancak bir felsefecinin karar verebileceğini söylüyor ve konuy­la ilgili görüşlerini dile getiriyor. Augustinus’un Cicero'nun mutlulukla il­gili düşüncelerinden etkilendiğini hiraflar'm 10. kitabında da tanık oluyo­ruz.

[134] Augustinus mutavit affectum meum ifadesiyle zihinsel bir değişim yaşadığını ima etmektedir.

[135]  Tanrı’nın yolundan çıkıp başka yollarda sürgün dolaşan Augustinus artık ona kavuşmak için battığı yerden yukarıya tırmanmaya ve yeniden Tanrı’- nın yoluna girmeye hazırlanır. Augustinus’a bundan böyle artık pagan de­nemez.

[136]  372-373 yıllarından söz edildiğine göre babası 370 yılında ölmüş olmalıdır.

16     Hpislula cıd Colossenses, 2.8-9.

[138]7            Yunanca Khristos: “meshedilmiş, kutsal yağla ovulmuş" sözcüğü tncil'de İb­ranca Messicıh sözcüğüne karşılık gelir. Yahudiler arasında beklenen kral anlamına gelir. Bu inanca göre, Davut peygamberin sorundan gelecek bir kral tsraili esaretten kurtaracak ve onu altın çağına kavuşturacaktır. Incil’­de bu ad lesus için kullanılır (!ö 5-30). Çünkü Iesus insanları günahların­dan arındıran ve göksel yolu aydınlatan bir kurtarıcı, bir kılavuzdur. Pa-

ulus'un mektuplarından Mesih tsa'mn yaşamıyla ve öğretileriyle ilgili geniş bilgi edinilmiştir.

[140]  Tullius Cicero.

ıc //or/cmiıcs'taki bilgiler ışığında fclsclcyi tadan Augustinııs, bu tatla gerçek

bilgeliği bulmak için başvurduğu Kutsal Kitaplardan ruhunu latmin eden bir lal alamıyor. Tanrı’ya kavuşmak için çıktığı bu yolculuk onu yeniden yanlış hi r yola saptırıyor. llorlensius’ıa yazılanlara gönülden bağlan maması­nın nedeni satırlarında Mesih’in adının olmamasıydı. Bunun üzerine Au- guslinus Mesih'in adını kullandıklarını sandığı Manicilere yöneliyor ve on­ların tuzaklarına düşüyor. Ama bu yolun da kendisin i Tanrı'ya götüreme- yeeegiııi anlıyor.

[142] Yıılıaııııa Incili'ndc Paradclos kel i mcsi Kutsal Ruh’a veri l en bir isi mdiıc Pa- rac lel os'uıı asıl anlamı aracı, arabul ucu, şefaat edendir. Hvangdium sccun- dımı Zornmcm, 14.16.26; 15.26-16.7.

zı Manici Triııitas (Kutsal Üçlü).

[144]   Kuşla rı avlamak için değnek l e re sürülen macun.

[145]             Mani çilerin kendisini 1 Iakikaıe eriştireceklerine söz verdiklerini, ama asla

bırnu gerçekleşürecek yetide olmadıklarını, çünkü bu Hakikatin onların ağzıııclan sadece bir ses olarak çıktığını vurguluyor.

[146]             Trinilas’a sesleniyor.

2     5            Maniciler için astronomi bilgisi ilahiyatın bir dalıydı. Augustinus'un ruhu­nu Tanrı’yla besleyecekleri yerde, onun yarattığı güzelliklerle, ayla ve gü­neşle beslemeye çalışıyorlar. Kötülük sorununu çözmede başarısız oluyor­lar, çünkü değişmez sonsuz yasayı, zamana bağlı, bu yüzd.en geçici olan âdetlerden ayın etmekten yoksunlar.

[148] Çünkü Tanrı ilk olarak güneşi veya ayı değil, göğü ve yeri yarattı. Liber Ge- nesis, 1.1: “İn principio creavit Deus ccelum et terram: Başlangıçta Tanrı göğü ve yeri yarattı”

2    7            Ayrıca bkz. Auguslinus, Confessiones, 4.15.25. Burada, sonsuzluğun hare­ketsizliğine ya da devinimden uzak yapısına ve tanrısal bilginin o değişmez ve bir an bile gölgelenmeyen duruluğuna atıfta bulunuluyor.

[150] Phantasmata: hayali görüntü. Maniciler Isa'nın çarmıha gerilmesini bir san­rı olarak değerlendirip Insan bedenli Tanrı’nın gerçek ölümü olarak görü­lemeyeceğini belirttiler. Augustinus Manicilerin Isa'nın çarmıha gerildikten sonra göğe yükselişiyle ilgili öğretisini şüpheyle karşılar ve bunu bir sanrı

olarak değerlendirir. Onlardan ed.indigi Tanrı'yla ilgili bilgileri yeniden dü­şündüğünde bu bilginin hayal gücünün yarattığı bir hayalet olduğunu dü­şünür. l3kz. Augustinus, Conjessiones, 4.7.12.

[152]9             Hiç görmediğimiz, sadece tahmin ettiğimiz.

30      Görüş gücümüzün ötesine varolduğunu tahmin ettiklerimize.

[153]             Augustinus ironik bir dille yiyecek hiçbir ekmeğinin kalmadığını, beslene­ceği hiçbir kitabın olmadığını belirtiyor. Domuzlarla kastettiği ise öğrenci­lerdir. Bkz. Evangelium secundum Lucam, 15.16: “Karnını domuzların yediği keçiboynuzlarıyla doyurmak istiyordu, ama hiç kimse ona keçiboynuzu bi­le vermiyordu.”

3    2            Yunan mitolojisinin Colchisli büyücüsü. Burada, Yunan mitolojisi üzerine işlenen konulara ve öğrencilerin hitabet yeteneğini geliştirmek üzere bu konular üzerine yaptıkları irticalen konuşmalara dikkat çekiliyor ve dolayı­sıyla hitabet derslerinde yapılan alıştırmalar ima ediliyor.

[155]             Manici öğretiye göre beş element (su, ışık, rüzgar, ateş ve hava) karanlığın mağarasında oturur.

[156]4           Lihcı Provcrbioı urn, 9.17. Burada söz edilen Sapientia'dır (Felsefe): Felsefe kendi evini inşa edip kentin dört bir yanına yolladığı hizmetçileriyle insan­ları yanına çağırır ve onlara kendi pişirdiği yemekleri yemelerini, kendi ha­zırladığı şaraptan diledikleri kadar içmelerini söyler. Çünkü ona göre ça­lıntı su tatlı, gizlice yenen yemek lezzetlidir.

3    5            Sen bende olmasaydın ben olamazdım, bkz. Augustinus, Confessiones, 1.2.2.

[158] Liber Genesis, 1.27: “Tanrı insanı kendi suretinde yarattı. Böylece insan Tanrı suretinde yaratılmış oldu."

[159] Epistula I ad Corinthios, 4.3.

38      Evangelium secundum Mallhaeum, 22.37, 39.

[161]   Liber Genesis, 19.5 vd.

[162]0 Liber Psalmorum, 91.2. Üçüncü kural insanların Tanrı’ya olan görevlerini, yedincisi ise insanın insana olan görevlerini dile getirir.

4* Liber Psalmorum, 26.12.

[164] Maniciler bu meyveden tanrısal zerreleri çıkarma yetisinin ancak seçkin bir rahibe nasip olduğuna inanır.

[165] Doğudaki Hıristiyanların dua ederken secdeye varmalarına gönderme ya­pılıyor.

[166] Liber Psalmorum, 87.3.

[167]  Thagaste'de özgür sanatlarla ilgili dersler verdiği yıllar.

[168]  Yaklaşık 372/3-381/2.

[169]             Epistula Had Timotheum, 3.13.

[170]  Augustinus o dönemde özgür sanatların öğretmenliğini yaptığını belirtiyor. Metnin az aşağısında, sadece özgür bireylerin alabileceği özgür sanat eğiti­minin kendisine sadece büyük bir kibir kazandırdığını da vurgulamadan geçmiyor. Augustinus bir yandan özgür sanat eğitimi vererek insanları kandırırken ve kibirli davranışlarıyla aslında kendisini kandırırken, öte yandan Manicilerin din olarak gördükleri batıl inanç sisteminin karanlığın­da dönüp durmaktadır. 4. Kitabın girişi üslup açısından özel bir edebi de­ğer taşır.

[171]             Maniciliği böyle niteliyor.

[172]  Saman alevi gibi bir anda sönüp gidecek olan.

[173]             Manicilerden söz ediliyor.

[174] Ubcr Psalmorum, 50.14: “Taım’ya şükran kurbanı sun, Yüceler Yücesi’ne adadığın adakları yerine getir.”

[175] Libcr Psalmorum, 72.27; Liber Proverbiorum, 10.4.

'0 Malhemalicus.

[177] Liber Psalmorum, 91.2.

!2 Evangelium secundum loannem, 5.14.

[179] Afrika’da proconsul, “Roma'ya bağlı eyaletlerde vali" olan ve IV. yüzyılın ikinci yarısından sonra ünlenen hekim Avianus Vindicianus'tan söz edili­yor. Ayrıca bkz. Augustinus, Confessiones, 7. 6.8.

1     4            Şiir yarışmasında kazandığı tacı, çarmıha gerilirken lsa'nın başına takılan dikenli taçla özdeşleştiriyor.

[181]  Epistula I Pelri, 5.5.

[182]6           Thagasie.

[183]  Epistula ad Romanos, 5.5.

[184] Cicero, De Amicitia, 7.24.

!9 Liber Psalmorum, 25.15

[186] Horatius, Odes, 1.3.8.

[187]   Zaman dur durak bilmez, ama öyle kendi kendine, duyguları­mızı hiç etkilemeden de geçip gitmez; ruhumuzda mucizelerini yara­tır. Öyle de oldu, günler günleri kovaladı ve zaman akıp geçti. Akıp geçerken de ruhuma yepyeni umutlar, yepyeni anılar zerk etti ve beni eskiden keyif aldığım zevklerime geri döndürüp yavaş yavaş toparladı; sonunda da ıstırabım bu zevklere yenik düştü. Bu zevkler o sıra başka acılara yol açmadı belki, ama gelmekte olan yenilerine çanak tuttular.

[188]3           Liber Psalmorum, 79.8.

22  Evangeliıım secundıım loannem, 14.6

[190]  Liber lob, 38.11.

[191]             Olünılü ruhlara: dostlarına.

26      Mesih’ten söz etmektedir.

[193]             Meryem Ananın.

[194]   lnsan doğasıyla.

[195]             Uber Psalmorum, 18.6.

3° Cehenneme inişiyle.

3’ Göğe yükselişiyle.

[198]             Libcr Psalmorum, 4.3.

[199]             Kibirlilere sesleniyor.

[200]             Yarış meydanlarındaki atlı araba sürücülerinden söz ediyor.

[201]  Yarış meydanlarında vahşi hayvanlarla dövüştürülen gladyatörlerden söz

ediyor.

[202]             Manicılerin ışık tanrısı devasa büyüklükte maddi bir varlıktı.

[203] Yunanca monas: “bir olan.” Yunan felsefesinde bölünmez birlik; Leibniz'de anık bölünemez bir birlik olan sonsuz sayıdaki tözlerin her biri. Dyas: iki sayısı.

[204] Mesih’in.

3     9            Bedeninin hâlâ Tanrı önünde eğilmediğini ima ediyor.

[206]             Matematikçilerin yaptığı gibi kuma ya da toprağa şekiller çizerek.

[207]  Aristoteles’in tözü ve dokuz kategorisi: öuuta, n6uov, noi.ov, tcqöuti, noıJ, nÖTt', Kt'îaeaı, i'xnv, nmnv, nâoxnv: Töz, nicelik, nitelik, görelik, du­rum, zaman, neredelik, sahip olma, etki, edilgi.

[208]  Liber Genesis, 3.18, 1 9.

[209] Özgür sanat konularından bazılarını sıralıyor: hitabet, mantık, geometri, müzik ve aritmetik.

[210] Libcr lob, 39.26; Liber Psalmorum, 83.4.

ı Liber Proverbiorum, 18.21.

2        Liber Psalmorum, 34.10.

3        Liber Psalmorum, 18.7.

[212]    Kötülük Tanrı'dan gelmez, insanın kendisi kötüdür.

[213]    Liber Psalmorum, 139.7.

13 Kasım 382 ile 13 Kasım 383 arasındaki dönem.

[215]  Augustinus Manicilerin arasında dokuz yıldır kaldığı halde yüksek düzey­deki bir rahipleriyle ilk defa karşılaşmaktadır.

[216]             Epistula I ad Timotheum, 3. 7.

[217] Libcr Psalmorum, 137.6.

'0 Libcr Psalmorum, 33.19.

[219]    İsa Mesih'in kurtuluşa erdiren yolundan.

[220]    Liber Psalmorum, 146.5.

[221]    Epistula I ad Corinthios, 1.30.

[222]             Evangelium secundumMatthaeum, 22.21.

[223] Epistula ad Romanos, 1.21-5.

[224]   H akikatin Rabbi olan Tanrı, senin katında kabul görmek için bü­tün bunları bilmek mi lazım? Bir insan her şeyi bildiği halde seni bil­miyorsa zaten mutlu olmaz, oysa sadece seni bilmesi mutlu olmasına

[225]    Epistula ad Romanos, 1.21.

[226]   Mısırlıların kullandığı, dirsekten orta parmağın ucuna kadar olan mesafe­ye eşit bir uzunluk ölçüsü.

[227] BÖLÜM

Faustus belagat sahibi bir insan, ama özgür sanatlar hakkında bilgisi yok.

10. İşte böyle zihnimi tam olarak bir yere otunamadan neredeyse dokuz yıl boyunca Manicileri dinleyip durdum, büyük bir sabırsızlık

[228] Liber Psalmorum, 36.23.

[229] Liber Psalmorum, 142.6.

[230] İnsanlık Adem'in yasak meyveyi çalmasıyla birlikte cennetten kovulmuş, yani ölüp yeniden doğmuştur. Ama doğduğu yer günahın kaynadığı bu dünya yaşamıdır. Bkz. Epistula I ad Corinthios, 15.22.

[231] Maniciler tsa'nın çarmıha gerildiğine inanmazlar, bunu insanlığın çektiği acının bir sembolü olarak değerlendirirler.

26        Liber Psalmorum, 1 17.1; 137.8.

[233] Bunlar Augustinus'un İtiraflar’da sıkça kullandığı sıfatlardır.

[234]    Liber Psalmorum, 40.5.

[235] Akademiacıların niyeti Stoiklerin ve Epikurosçulann maddeciliğine karşı Platon'un metafiziğine kalkan oluşturabilmekti.

[236] Bütün bunlardan başka senin Kutsal Kitabındaki Manicilerin eleştirilerine getirilebilecek bir yanıt olmadığını da düşünüyordum. Ama zaman zaman bu kitapla ilgili derin bilgisi olan birisiyle belli baş­lı konuları tartışmayı ve onun bu konular hakkında ne düşündüğünü öğrenmeyi de çok istiyordum. Kartaca’dan ayrılmadan önce, Manicile-

[237]   Roma’ya retorik sanatını öğretme amacıyla gelmiştim. Bu yüz­den geliş amacımı gerçekleştirmek üzere hummalı bir çalışmaya ko­yuldum. Ilk başta birkaç öğrenci toplayıp evimde dersler vermeye baş­ladım, sonradan bu öğrenciler aracılığıyla ünüm yayıldıkça yayıldı. Çok geçmeden Roma’da, Afrikada’yken karşılaşmadığım bazı sorun­larla karşılaşacağımı anladım. Evet, doğruydu, burada kabadayı öğ­renciler tarafından yaratılan isyanlardan eser yoktu, bunu açıkça gör­düm. Ama bana, “Dikkat et,” dediler, “buradaki öğrenciler öğretmen­lerinin parasını ödememek için anında işbirliği yapıp başka bir öğret­mene geçiverirler. Verdikleri sözlerden kolayca cayabilir bunlar, para

3* Liber Psalmorum, 138.22.

[239] Liber Psalmorum, 72.27.

[240] Symmachus 384 yılında Roma’ya vali olarak atanmıştı.

[241] Liber Psalmorum, 4. 7; 45.7.

[242] Tanrı’yı bilmenin verdiği sarhoşluk.

[243]   Liber II Regum, 1.9.

[244] Epistula U ad Corinthios, 3.6: “O bizi Yeni Ahit’in hizmetkârları olacak şe­kilde yarattı. Yeni Ahit yazılı yasaya değil de Ruha dayalı yasaya dayanı­yordu; çünkü yazılı yasa öldürür, Ruh ise yaşatır.”

[245]   Liber Psalmorum, 70.5.

[246]    Liber Psalmorum, 34.6.

[247] Liber Psalmorum, 72.26.

[248]    Evangelium secundum Lucam, 7.14.

[249]    Evangelium secundum Lucam, 7.15.

[250]    Evangelium secundum loannem, 4.14.

[251]    Hz. İsa’nın havarileriyle son yemeğini anmak için Hıristiyanların kilisede ekmek ve şarabı kutsayarak yaptıkları tören: Kudas.

[252]    Ambrosius’un.

[253] Romalıların Parentalia bayramından söz ediliyor. 13-21 Şubatta düzenle­nen bu bayramda halk atalarının mezarları etrafında toplanır ve onların ruhlarına yiyecekler ve şarap sunarlardı.

[254]            Epistula ll ad Corinthios, 3.6.

[255]   Dostça bir yaşamı paylaşan bizlerin en çok hayıüandığı konu­lardı bunlar. Ben en çok Alypius ve Nebridius’la muhabbet ederdim, üstelik gayet samimi şekilde. Alypius benim doğduğum memleketten

[256]   Liber Proverbiorum, 9.8.

[257]   Prophetia Ezechielis, 1.13.

!3 staj yapmak için.

[259]            Evangelium secundum Lucam, 16.10.

[260]            Evangelium secundum Lucam, 16.11, 12.

[261]    Liber Psalmorum, 114.15; 103.27.

[262] Liber Sapientiae, 8.21.

[263]   Liber Isaiae, 28.15.

[264]   Liber Ecclesiasticus, 3.27.

[265] Liber Proverbiorum, 19.21; Liber Psalmorum, 32.11.

[266]    Liber Psalmorum, 144.15 vd.

[267] Liber Isaiae, 46.4.

[268]             31 yaşına giriyor.

[269]   Benim için ya Rab, şu kandırılan kandırıkçılara, şu sesi çıkma­yan gevezelere -sesleri çıkmıyor, çünkü senin Sözünü ağızlarına almı­yorlar- karşı gelmek yetip de artacaktı. Nebridius’un uzun zaman ön­ce Kartaca’da ortaya attığı ve sürekli tekrarladığı ve ilk duyduğumuzda

2        Nebridius Manicilerin düalizmine karşı bir sav geliştirmişti: Eğer Tanrıya kötülük tarafından zarar verilebilirse o zaman Tanrı her şeye gücü yeten bir varlık olmayacaktı ki, bu kendi başına saçma bir şeydi; eğer Tanrı kötü­lük tarafından zarar verilemeyecek bir varlıksa o zaman onun kötülükle sa­vaşması için ne neden vardı?

'S Augustinus Ambrosius'un Platon üzerine yaptığı konuşmaları hatırlıyor.

[270]   Astrologların o yalan yanlış kehanetlerine ve zındık hezeyanları­na çoktan sırtımı dönmüştüm. Bu konuda da merhametini esirgeme, yüreğimin en derinlerinden sana elliğim tövbeleri kabul et ey Tanrım! Çünkü bu tövbeleri etmeme sebep olan sensin, sadece sen - çünkü yanılgılarımız yüzünden öldüğümüzde bizi yeniden dirilten Yaşamdan ve Bilgelikten başkası olabilir mi? O Yaşam ki ölüm nedir bilmez, o Bilgelik ki kendisinden başka hiçbir ışığa gereksinmez, tersine ışığa gereksinim duyan zihinleri aydınlatır ve bütün âlemi ta ağaçta titreşen yaprağa kadar yönelir. Keskin bir sezgi gücü olan Vindicianus'a ve levkalade yetenekli bir genç olan Nebridius'a karşı sü rd ü rdüğü m inat­çı tavrı kıran sen oldun. Vindicianus hiç çekinmeden dobra dobra, Nebridius ise daha çekingen bir tavırla, ama her fırsatta bana şöyle söyler dururdu: Öyle bizi gelecekten haberdar kılacak sanat falan yok.

[271]  Roma’nın anayolları kireçtaşıyla boyanırdı.

[272]  bir meslek sahibi olup.

[273]  Liber lab, 15.26.

Liber Psalmorum, 89.10.

[275]  Liber Ecclesiasticus, 18. 1; Liber Psalmorum, 84.6.

[276]  ölümlülere.

[277]  Evangelium Secundum lonnem, 1.1-1 4.

ı 1 bir yabancıymış gibi davrandı. Evangelium Secundum lonnem, 1.1 -12.

[279]  Evangelium Secundum lonnem, 1.1 1-12.

|J Evangelium Secundum lonnem, 1.13.

[281] Evangelium Secundum lonnem, 1.1 4.

[282] Epistula ad Philippenses, 2.6.

[283]  Epistulu ud Philippenses, 2.7-11.

[284]  Evangelium Secundum lonnem, 1.16.

'8 Epistula ad Romanos, 5.6.

[286]  Epislula ad Romanos, 8.32.

20      Evangelium secundum Matthaeum, 11.25, 28, 29.

2 Liber Psalmorum, 24.9.

[289]   Liber Psalmorum, 24.18.

[290]  Tragedya oyuncuların giydiği yüksek ökçeli çizmeden bahsediliyor.

[291]  Evangelium secundum MaUhaeum, 11.29.

[292]             Epistula ad Romanos, 1.21-23.

2    6            Epislula ad Romanos, 1.23.

2    7            Esau (Esav): Yeni Ahit’te günahkar ve imansız olarak geçen tshak ve Rebe- ka’nın ikiz oğullarından biri; kardeşinden önce doğmuştu. Kır hayatına aşık usta bir avcıydı ve dünya nimetlerine tapıyordu. İkizi Yakup ise tanrı­sal değerlere saygı gösteren bir kişilikti. llk doğan olma hakkını bir merci­mek çorbası için kendisinden sonra doğan ikiz kardeşine sattı. Liber Gene- sis, 25.33 vd.

[295]  Actus Apostolorum, 7.39.

2    9            Liber Psalmorum, 105.20.

30 Liber Psalmorum, 118.22. 3ı Epistula ad Romanos, 9.13.

[298]  Actus Apostolorum, 17.28.

[299]  Epistula ad Romanos, 1.25.

[300]             Liber Psalmorum, 29.11.

[301]  Liber Psalmorum, 38.14.

[302]  Liber Exodus, 3.14.

[303]   O zaman anladım ki, bozulmaya yazgılı varlıklar iyidir. Üstün iyi olmuş olsalardı ya da içlerinde hiç iyilik olmamış olsaydı bozulmaları da mümkün olmazdı. Çünkü üstün iyi olmuş olsalardı zaten bozulmaları da söz konusu olmazdı; içlerinde hiç iyilik olmamış olsaydı onlarda bo- zulabilecck bir şey de olmazdı. Bozulma zarar verir, iyiyi eksiltmedikçe zarar diye de bir şey olmazdı. Öyleyse ya bozulma zarar vermez, ama böyle bir şey mümkün değildir; ya da hiç şüphe yok ki, bozulabilen her şey iyilik bakımından noksandır. Ama tamamen iyilikten yoksun olmuş olsalardı hiçbir şekilde varolamazlardı. Varolmuş olsalardı ve bozulma­ları mümkün olmamış olsaydı daha iyi olurlardı, çünkü hiç bozulma­dan kalıcı olurlardı. İyiliği bütünüyle kaybederek varlıkların daha iyi ol­duğunu söylemek kadar mantıksız bir şey olabilir mi? Öyleyse varlık­lar iyiliklerini bütünüyle kaybetmiş olsalardı bütünüyle hiçlik olurlar-

[304] Senin yarattığın alemin herhangi bir öğesine kusur bulanların akıl sağlığı yerinde değil demektir; tıpkı bende olduğu gibi, çünkü bir zamanlar senin yarattığın pek çok şeye kusur bulurdum. Ama ruhum “kusur bulduğum aslında Tanrı’nın kendisi” demeye cüret edemedi­ğinden, kusur bulduğu şeylerin sana ait olduğunu kabullenmek iste­mezdi. lşte bu yüzden iki töz olduğunu düşünmeye başladı. Ama bu

düşünceden bir türlü tatmin olmadı ve saçma sapan şeyler söylemeye

[306] Yaşadığım deneyimlerden anladım ki, bir ekmeğin damak tadı

[307]   Senin yerine bir hayali değil de artık sadece seni sevmeye başlama­ma çok şaşırmıştım. Ama henüz senden aldığım hazzı sürdürecek kadar tutarlı değildim. Tam senin güzelliğine kapılıp gidiyorum derken bir­den kendi ağırlığımla senden uzaklaşmaya başlıyor, ümitsizlik içinde yeniden dünya haline dalıyordum. Bu ağırlık cinsel alışkanlığımdı. Ama sen her an aklımdaydın. Sana bağlanmam gerektiğinden bir an bile şüphe etmiyordum, ama henüz sana bağlanmaya hazır değildim. “Ölüme yazgılı beden ruhu ağırlaştırır ve bu topraktan yapılmış mes­ken zihni pek çok düşünceye daldı.rır.”39 Yine de senin görünmez do­ğan şu dünya kurulduğundan beri yarattığın onca varlıkla gözler önü-

'10 Epistulae ad Romanos, 1.20.

i Yunanca nous: Düşünmenin ilkesi ve gelip geçici olmayan tözü, insanın en yüksek yeteneği. Aristoteles'te teorik ve pratik düşünme gücü; Plotinus'ta akılla kavranan dünyanın, idealar alanının ilkesi.

4    2            Epistula I ad Timolheum, 2.5.

[310]  Epistulae ad Romanos, 9.5.

[311]             Evangelium secundum loannem, 14.6.

45  Evangelium sccundum Ioannem, 1.14.

[312]  AIypius'un Hıristiyan inancına bütün gönlüyle bağlanmasına engel olan şey, tsa'nın yaşamını konu alan Kutsal Kitapların tsa’yı gerçek anlamda bir insan olarak sunmasıydı. Çünkü ona göre Katolik inancı tsa’nın Tanrı’nın bedenlenınesi olduğunu ileri sürüyordu. Alypius Katolik inancıyla ilgili düşündüklerinin Laodicealı piskopos Apollinaris'e ait olduğunu ve 381 yı­lında Constantinopolis Konsilinde sapkın düşünceler olarak ilan edildiğini öğrenince kuşkularından kurtuldu.

[313]  376 yılında ölen Sirmium piskoposu Photinus tsa’nın sadece bir insan ol­duğunu, Tanrı olmadığını iddia ediyordu.

49     Epistula 1 ad Corinthios, 1 1.19.

[315]  Epistulae ad Romanos, 1.20.

[316]  Epistula I ad Corinthios, 8.1.

',2 Liber Psalmorum, 2.11.

"3 Epistula 1 ad Corinthios, 4.7.

'A Epistula ad Romanos, 7.22-23.

[320]  Şeytan hiçbir zaman hak yoluna girmedi.

[321]   Lihn Proverbiorum, 8.22. Auguslinus o andan itibaren Paulus’un mektupla­rı aracılığıyla, Mesih Isa'nın hem ruhu ve bedeniyle baştan sonra bir insan olduğunu, hem de Hakikatin kendisi olduğunu keşfediyor; lsa'nın Tanrı­nın ezcli ve ebedi Sözü olduğunu, yani Tanrı'nın bedenlenen Bilgeliği ol­duğunu anlıyor. Augustinus'un Platoncu kitaplarda görmediğini belirttiği nokta, hem maddi hem de ruhani olan Mesih Isa'nın Tanrı ve İnsan arasın­da şdaatçi olmasıydı. Isa insanın acizliği ile Tanrı'nın üstünlüğü arasındaki köprüydü. Bkz. Colin Stanıes, s. 197; Stacy Magedanz, s.54.

57  Evungelium suçundum loannem, 14.30. Isa'nın çarmıha gerilmesini emreden Pilatus ima ediliyor. Yuhanna Incili'nde Isa, Pilatus'un kendisi üzerinde hiçbir yetkisi olmadığım ve insanlara Baba'ya gideceği için üzülmemelerini, tersine sevinmelerini söyler. Onun ölümüyle birlikte insanlar hakkında ön­yargılı kararlar veren yazılı yasa bozulmuş, yerini tanrısal yasa almıştır.

5    8            Epistula ad Colossenses, 2.14.

[324]  Liber Psalmorum, 51.17 (50.19).

60 Rcvelatio, 21.2: “Ve ben, loannes, Kutsal Kentin, Kudüs’ün, Tanrı'nın ya­nından, yani Gökten inmekte olduğunu gördüm, güveyi için hazırlanan süslü bir gelin gibiydi."

61  EPistula ll ad Corinthios, 1.22.

62

Aşai Rabbani ayininde şarap içilen kadehler.

62 Liber Psalmorum, 61.2.3.

6    4            Evangelium secundum Matthaeum, 1 1.25.

[326]5           Tanrı’nın kendisinden üstün olduğunu bilip Onun huzurunda küçülen ve

Ona boyun eğenlere. Bkz. Evangelium secundum M atthaeum, 1 1.25, 28, 29.

66     Havari Paulus.

[327]             lsa, İsa'nın yolu ya da yaşamı.

[328]  Milana piskoposu (339-400/401).

[329]             Kilisede evliler de vardı, bekârlar da.

[330]  Evangelium sccundum MaLthacum, 19.12.

[331]  Epistula ad Romanos, 1.22.

[332]  Mısır tanrılarından söz ediliyor. Bkz. Vergilius, Aeneis, 8.698-700.

[333]  Çarmıha gerilmek en utanç verici, en aşağılayıcı ve en zalim ölüm biçimiy­di, çünkü Roma'nın gücüyle özdeşleştirilmişti. Büyük suç işleyenler çarmı­hı idam yerine kadar omuzlarında taşırlardı. Bkz. Ellen G. White, The Desi- re of Ages, s. 416.

[334]  Victorinus'un kalbine. Augustinus burada dağların yüksekliğini insanların kibriyle özdeşleştiriyor. Tütmeye başlamak günahları itiraf etmekle eştir. Liber Psalmorum, 144.5.

1     4 Liber Psalmorum, 29.5.

[335] Evangelium sccuııdum Lucam, 15.4,7: “‘Sizlerden birinin yüz koyunu olsa ve bunlardan bir tanesini kaybetse, doksan dokuzunu bozkırda bırakıp kay­bolanı bulana dek onun ardına düşmez mi?' ... ‘Size şunu söyleyeyim, aynı şekilde gökte, tövbe eden tek bir günahkar için, tövbeyi gereksinmeyen doksan dokuz doğru kişi için duyulandan daha büyük sevinç duyulacak­tır.’ ”

[336]  Evangelium secundum Lucam 25.8-9: “Ya da on gümüş parası olan bir kadın bunlardan bir tanesini kaybetse, kandil yakıp evi süpürerek parayı bulana

dek her taralı didik didik aramaz mı? Parayı bulunca da arkadaşlarım, komşularını çağırıp ‘benimle birlikte sevinin, kaybettiğim parayı buldum!’ diyecektir."

[338]  Kilise.

[339]  Aşai Rabbani ayininde tsa'nın yaşamı ve öğretilerini içeren Müjdeler’den hikayeler okunur ve yeniden yaşatılır.

[340]  Evangelium sccundum Lucam, 15.10-24: Adamın biri servetini iki oğlu ara­sında paylaştırır. Büyüğü parasını alıp uzak bir ülkeye gider ve orada varı­nı yoğunu sefahat aleminde çarçur edip harcar. Günün birinde bu ülkede bir kıtlık baş gösterir ve delikanlı da iyice fakirleşir. Sonunda birinin ya­nında domuz çobanlığı yapmaya başlar. Ama çok geçmeden hatasını anlar ve babasının yanına gidip, hem ona hem de Tanrı’ya karşı günah işlediğini ve babasının yanında işçi olarak çalışmaya razı olduğunu söylemeye karar verir. Öyle de yapar. Ama babası umulmadık şekilde onun bu isteğini se­vinç içinde karşılar. Oğlunun sırtına kaftan geçirir, parmağına yüzükler ta­kar, ayaklarına çarıklar giydirir, besili danalar keser, yer, içer, eğlenir. Çünkü ona göre oğlu ölmüş ve yeniden doğmuştur, kaybolmuş ve yeniden bulunmuştur.

[341] Evangelium secundum loannem, 1.9, 12.

2) Epislula I ad Corinlhios, 27-28. Augustinus burada, insanların gözünde kötü olan şeylerin Tanrı katında iyi olarak değerlendirilebileceğinden söz ediyor ve sonsuz olanın hükmü ile gelip geçici insanın hükmü arasındaki farkı açıkça vurguluyor.

[343]            Epislula l ad Corinlhios, 15.9: “Ben elçilerin en önemsiziyim. Tanrı’nın Kili­sesine zulmettiğim için elçi olarak anılmaya bile layık değilim.”

[344]   l.ucius Sergius Paulus: İmparator Claudius döneminde (IS 1. yy) Kıbrıs'ın Romalı eyalel valisi. Havari Paul us sayesinde Hıristiyanlığı benimsemiştin

[345] llctus Apostolorum, 13.7-12. Aziz Paulus Barnabas'la çıktığı ilk kutsal gezi­sin de Kıbrıs'a gide r. Adayı baştan sona geçerek Bafa (l’aphos) gelirler. Ora­da büyücü vc sahte peygamber Baryeşu adında bir Yahudiyle karşılaşırlar. Baryeşu vali Sergius Paulus’a yakın biriydi. Akıllı bir kişi olan vali, Barna- bas ile Paulus’u çağırtıp Tanrı Sözünü dinlemek ister. Ama Baryeşu ya da büyücü anlamına gelen öbür adıyla ülimas valiyi iman etmekten caydırma­ya çalışır. Ama Kutsal Ruh'la dolan Aziz Paulus gözlerini Elimas’a diker ve ona şöyle der: “Ey Iblis'in oğlu! Yüreğin bin türlü hile ve sahtekarlık dolu; doğru olan her şeyin düşmanısın. Rabbin düz yollarını çarpıtmaktan vaz­geçmeyecek misin? İşte şimdi Rabbin eli sana kalktı. Kör olacaksın, bir sü­re gün ışığını göremeyeceksin.” Paulus bunları söylediği anda adamın üze­rine bir sis, bir karanlık çöker. Dört dönerek elinden tutup kendisine yol gösterecek birilerini aramaya başlar. Bu olaya tanık olan vali Paulus iman eder. Sergius Paulıts’un. Hıristiyan oluşu Paulus için büyük bir zaferdir. Bu zaferden sonra Aziz Paulus önceden Saulus olan adını Paulus olarak değiş­tirir.

[346]  Tanrımız.

[347]  Epistula il ad Timotheum, 2.21: “ ... kişi kendisini bayağı işlerden çekerse onurlu amaçlara uygun, kutsal kılınmış, efendisine yararlı, her iyi işe hazır bir kap olur.”

[348] Epistula ad Galatas, 5.17.

[349]8             Epistula ad Ephesios, 5.14.

[350]   Epistula ad Romanos, 7.24-25.

[351]  Antonius'un yaşam öyküsü İskenderiye piskoposu Aziz Athanasius tarafın­dan kaleme alınmıştır.

31      Gallia Bclgica halkı olan Treveri'nin yaşadığı şehir. Mosel Nehri kıyılarına kurulu, Güneybatı Almanya’nın önemli şehirlerinden Trier. Saray 381 yı­lında Milano’ya taşınmadan önce, Dıocletianus döneminde Batı Roma İm­paratorluğunun başkentiydi.

[353]2           Evangelium secundum Matthaeum, 5.3: “Ne mutlu ruhları fakir olanlara! Çünkü Göklerin Krallığı onlarındır.”

[354]  Evangelium secundum Lucam, 14.28-29: Aranızdan biri bir kule yapmak is­terse, bunu tamamlayacak kadar parası var mı yok mu diye önce oturup yapacağı masrafı hesap etmez mi? Çünkü temel atıp da işi bitiremezse du­rumu gören herkes, “Bu adam inşaata başladı, ama bitiremedi” diyerek

onunla eğlenmeye başlar.

[355] Liber Psalmorum, 49.21.

[356]   İçimdeki evimde büyük bir kavga yaşanıyordu, ruhuma cesur­ca karşı koyup yatak odamızda, yani yüreğimde başlatmıştım bu kav­gayı. Hem zihnim, hem yüzüm allak bullak olmuştu, işte tam o anda Alypius’a dönüp haykırdım: “Daha ne bekliyoruz? Anlamı ne bu hikâ­yenin ? Ne anladın? Cahiller ayağa kalkıp göğü tutuyorlar, bizse hiçbir

[357]   Bu tuhaf durum nereden kaynaklanıyor? Neden böyle oluyor? Merhametinle aydınlat beni, aydınlat ki acaba Ademoğullarının çektiği onca sırlı ccfada, onca gizli belada bir yanıt bulabilir miyim diye sana sorabileyim. Bu tuhaf durum nereden kaynaklanıyor? Neden böyle oluyor? Zihnim bedenime emrediyor ve o da ona anında boyun eği­yor; zihnim kendine emrediyor, ama dirençle karşılaşıyor. Zihin elini

[358]  BÖLÜM

İki farklı iradeden iki farklı doğanın çıktığına inanan Manicilere reddiye.

22.  Boş konuşup insanın aklını çelenler nasıl senin huzurundan çekilip gittiyse Tanrım, aynı şekilde düşünüp taşınıp iki farklı irade­den biri iyi, diğeri kötü olmak üzere iki dağalı iki zihnin çıktığım id­dia edenler de senin huzurundan çekilip gitsinler. Böyle kötü düşün­dükleri için aslında onların içi kötü. Ama aynı insanlar doğru düşün-

[359]  EpisLula ad Ephcsios, 5.8.

[360]  Evangelium secundum loannem, 1.9.

3     7            Liber Psalmorum, 33.6.

,iS Epistula ad Colossenses, 3.5.

[362] Liber Psalmorum, 118.85.

[363] Epistula ad Romanos, 13.13-14.

[364]  Epistula ad Romanos, 14.1.

[365]  Epistula ad Ephesios, 3.20.

[366]  Liber Psalmorum, 115.16-17.

[367]  Sağ elin.

[368]  Epistula ad Romanos, 14.16: “Size göre iyi olanın kötülenmesine fırsat ver­meyin . ”

[369]                  Verecundus bizim bu mutluluğumuzu gördükçe derdinden eri­yip bitiyordu. Çünkü dünyevi zincirlerle sımsıkı bağlandığından bi­zim grubumuzdan koptuğunu hissediyordu. Henüz Hıristiyan olma-

[370]  Evungclium sccundum Lucum, 14.14: “Karşılığı dürüst insanlar dirildiği za­man sana verilecektir.”

[371]  Augustinus 387 yılının yazında Milano'dan Afrika'ya gitmek üzere ayrıldı, ama çıkan iç savaş sonucunda zorunlu olarak Roma’da kaldı.

[372]  Liher Psalmorum, 67.16 (68.15).

[373]       Evangelium secundımı Lucam, 16.22: “Bir gün o yoksul adam öldü, melekler onu alıp lhrahim’in yanına götürdüler.’’

[374]  Liber Psalmorum, 27.8.

[375]  Kır evinde Augustinus yanında annesi Monica, o sıralarda 15 yaşlarında olan oğlu Adeodatus, erkek kardeşi Navigius, akrabaları Rusticus ve Fasti- dianus, aynı zamanda dostları da olan öğrencileri Alypius, Trygetius ve Li- centius bulunmaktaydı.

[376] Liber Psalmorıım, 19.6.

[377] l.i/jCI l’sulmonım, 4.1.

ı3 /.ibır l’salrnoi'um. 31.7.

[379] l.ihcr l’salmonım, 4.2.

ı5 Evanfçclium sccundıım loaımcm, 7.39: “Bunu, kendisine iman edenlerin ala­cakları Ruhla ilgili olarak söylüyordu. Ruh henüz verilmemişti. Çünkü İsa henüz yücelrncmişti.”

[381]  Davud Peygamber.

[382]  Lihcr Psalmorum, 4.3-4.

Lihcr Psalmorum, 4.4.

[384] Epislula Romanos, 2.5: “İnatçılığın ve tövbesız yüreğin yüzünden Tanrı’mn adil yargısının açıklanacağı gazap günü için kendine karşı gazap biriktiri­yorsun."

[385]  Liber Psalmorum, 4.6.

[386]  Evangelium secundum loannem, 1.7.

[387]            Epistula ad Ephesios, 5.8.

23  Liber Psalmorum, 4.7.

[388]  Liber Psalmorum, 4.8: “Esenlik içinde yatar uyurum, çünkü ya Rab, bir tek sen beni güvende tutarsın.”

25  Epistula I ad Corinthios, 15.54: “Çürüyen ve ölümlü beden çürümezliği ve ölümsüzlüğü giyinince, ‘Ölüm emildi, zafere dönüştü!’ diye yazılmış olan söz yerine gelecektir.”

[390]   Liber Psalmorum, 4.8.

[391]  Eski AhiL’in peygamberlerinden ve Liber Isaiae'rıin adlı kitabın yazarı. Ku­düs'te doğmuş ve lö 8. yüzyılda yaşamıştır.

[392]  Vaftiz olup yeni bir ad alma günü. Augustinus Paskalyada vaftiz olmuştur.

[393]   4. yüzyıl sonunda Hıristiyanların çoğu Musa ve lşaya Peygamberi örnek alıp bedenlerine acılar çektirerek ıslah olurlardı.

[394]  Ambrosianus’tan önceki Milana piskoposu Ariusçuydu. imparator I. Va- lentinianus Ambrosius'un piskopos olmasına sıcak bakıyordu, ama o ölün­ce annesi Justina, Ambrosius'a ve Kiliseye zor günler yaşattı.

[395] İnsanları aynı evde uyum içinde yaşatan sen, i2 hemşehrimiz olan Evodius adındaki genci de arkadaş çevremize kattın. Kendisi ev­velden kamu işlerinden sorumlu bir devlet memuruymuş, bizden ön- cc senin dinine dönmüş ve vaftiz olup dünyevi mesleğini bırakıp senin hizmetine girmiş. Zaten hep birlikteydik ama sonra birlikte manevi bir karar aldık, artık aynı evi paylaşacaktık. Sana rahatça hizmet ede­bilmemizi sağlayacak uygun bir yer bakınmaya başladık. Ardından yi­ne hep birlikle Afrika'ya dönme kararı aldık. Tam Tiberis Nehri ağ­zındaki Ostia'ya gelmiştik ki, annem vefat etti. Aceleyle yazdığımdan

[396]   İşte annem bu şekilde edepli ve ölçülü bir eğitim anlayışıyla ye­tişmiş. Senin sayende ana babasına itaatkar davranırken aslında ana babası sayesinde sana itaatkar davranmış. Evlilik çağına geldiğinde ko­caya verilmiş ve o andan itibaren kocasına efendisi gibi hizmet etmiş. Onu hep senin yoluna döndürmeye çalışmış, kendisini senin gözünde güzel kılan, kocasının da sevgisini, saygısını ve hayranlığını kazandığı ahlaklı davranışlarıyla aslında kocasına hep senden söz etmiş. Sada-

[397]  Epistula I ad Timotheum, 5.4, 10.

[398]   Epistula ad Galatas, 4.19.

[399]  Epistula ad Philippenses, 3.13.

[400]   Epistula l ad Corinthios, 2.9: “Tanrı’nın kendisini sevenler için hazırladıkla­rını hiçbir göz görmedi, hiçbir kulak duymadı, hiçbir insan yüreği kavra­yamadı.”

[401]    Epislulcı ad Romanos, 8.23.

[402]    Liber Psalmurum, 3.5.

40  Evangclium secundum Malthacum, 25.21.

[404]  Epistula I ad Corinthios, 15.51.

[405] BÖLÜM

Annesinin ölümüne tuttuğu matem. Günahlarının bağışlanması için kestiği kurban.

29.   Gözlerini kapadım, tarifsiz bir acı dalga dalga aktı o anda yüre-

[406] Liber Psalmorum, 101.1.

[407] Bkz. Augustinus, De musica, 6, 2; 2-3, A. S. Walpole, s. 44-49.

[408]  Ben artık yüreğimdeki bu yarayı iyileştirdim. Belki insani duy­gulara kendimi fazla kaptırdığım için beni kınayanlar olmuştur. Şimdi sana Tanrım, senin bir hizmetkarın olarak sana döktüğüm gözyaşları ise bambaşka türden; Adem’de ölen ruhları^ bekleyen tehlikeleri dü­şündüğümde içimin sızlamasından akan yaşlar bunlar. Annem İsa’da

) yeniden can bulduğu halde henüz tensel kurtuluşa ermediği zaman­larda, gönlündeki inancı ve ahlaklı davranışlarıyla hep senin adını yü­celterek yaşadı. Nasıl söylesem bilmiyorum, ama vaftiz olup da senin sayende yeniden doğduğundan beri senin ilkelerine ters bir laf çıkma­mıştır hiç ağzından, bir gün bile. Oğlun, yani Hakikatin söyle söyle­miştir: “Kim kardeşine budala derse cehennemin ateşlerinde ödesin

[409]   Mvungdium sccundum Mallhucuın, 5.22.

[410]  Hpistula ll ad Coriıılliıos, 10.17.

[411]             Epislu/u ad Romana.s, 142.2.

[412]   l.ihcr l’salmonım, 142.2. “Kulunla hesaplaşmaya girişme. Çünkü hiçbir canlı senin karşında aklanamaz.”

[413]  Evangelium st'cundum MaUhaeum, 5.7.

5 Epistula ad Romanos, 9.15.

[415]  Liber Psalmorum, 119.108.

[416]  Epistula ad Colossenses, 2.14.

53  Epistula ad Romanos, 8.37.

[418]  İsa’nın kendisini feda ederek insanoğlunu günahlarından arındırma ve esenliğe kavuşturma sırrına.

[419]             Liber Psalmorum, 91.13. (Aslan ya da yılan şekline dönüşen şeytana.)

[420] Confessiones’in I -10. kitapları herkesin öğrenmesine yönelik bilgilerin su­nulduğu kitaplardır. Ama 10. kitaptan itibaren Augustinus’un içsel yaşa­mıyla ilgili bilgiler, yani Augustinus ile Tanrı arasındaki özel konular su­nulmaya başlar. Bkz. Cari G. Vaught, Books X-XIII, s. 43.

’ Epistula I ad Corinthios, 13.12.

[422] Epistula ad Ephesios, 5.27.

ı Evangelium secundum loannem, 3.20-21: “Kötülük yapan insan ışıktan nefret eder ve yaptıkları açığa çıkmasın diye ışığa yaklaşmaz. Ama doğru işler ya­pan insan ışığa yaklaşır ki, yaptığı işlerin Tanrı sevgisiyle yapıldığı anlaşıl­sın.” Bkz. Cari G. Vaught, Books X-XIII, s. 43.

[424]  Liber Psalmorum, 5.12: “Çünkü sen doğru kişiyi kutsarsın ya Rab, çevresini kalkan gibi lütfunla sararsın.”

[425]  Epistula ad Romanos, 4.5. Augustinus Tanrı’ya iman etmediği dönemden söz ediyor.

[426] Epistula I ad Corinlhios, 2.11.

[427]  Senin Krallığında hemşerisi olduğum insanların.

[428]  İsa’nın yol göstericiliği olmasaydı.

[429]  Epistula ! ad Corinthios, 2.11.

[430]  Epistula ! ad Corinthios, 13.12.

[431]  Epistula I ad Corinthios, 10.13.

[432]  Liber Isaiae, 58.10.

[433]  Epistula ad Romanos, 1.20: “Tanrı’mn gizli nitelikleri, hatta sonsuz kudreti ve tanrısallığı bile dünya yaratılalı beri açıkça meydanda; Onun yarattıkla­rıyla anlaşılmakta. Demek ki bunların bir bildikleri var.”

[434]  Mama: Kudret helvası: tsraüoğullannm çölü geçerlerken yedikleri beyaz renkli çiçek (Jmxmus ornus). Manna aynı zamanda Şabat akşamı kurulan sofraları süsleyen ve o akşama özel hazırlanan ekmeklerin üstüne örtülen beyaz örtüdür. Bu örtü Mısır'dan çıkıştan sonra mannanın üzerine her sa­bah cennetten düşen çiyi simgeler.

'6 Augustinus’un söz eniği ışık, ses, ekmek, koku ve kucaklaşma beş tensel duyunun ruhani karşılıklarıdır. Augustinus Tanrı’yı idrak etmek için ruhu­na (zihnine) bakmaya karar veriyor. Dikkat edilirse Augustinus burada hem Platon’dan hem de Paulus’tan ayrılıp farklı bir yola giriyor. Çünkü Augustinus, Platon'un kitaplarındaki gibi Tanrı’nın doğası vs gibi kesin doğrular ya da Paulus’ta okuduğu gibi kendisini Tanrı'ya götürecek bir ge­çit aramıyor. (Bkz. Augustinus, Confessiones, 7.9.13; 7.21.27) Tek bilmek is­tediği kendisi. Kendisini araştırıyor, çünkü kendisine sadece Tanrı sahip ve Augustinus kendisinin gerçek sahibini bilmekle kendisine de sahip olacak­tır.

17     lö VI. yüzyılın doğa düşünürlerinden Anaksimenes evrenin ilk ilkesinin (arkhe) hava olduğunu ileri sürmüştür.

[436]  Zihin: Augustinus'a göre beşer ruh ve bedenden oluşur. Insan olmak ruh olmakla eştir. Augustinus buna içteki ben (ya da içteki insan) der. Ayrıca insan olmak beden olmakla da eştir, bedene dıştaki ben (ya da dıştaki in­san) der. Augustinus’un bu satırlarında kendisini ruhla özdeşleştirmesi, in­sanın beden ve ruh bütünü olduğu düşüncesine ters düşmez; burada Au­gustinus’un Tanrı'ya yolculuğunda ruhunun farklı bir yapı kazandığını, bir anlamda dönüşüm geçirdiğini belirttiğine dikkat etmek gerekir. Bkz. Cari G. Vaught, Books X-X1II, s. 39. Augustinus'a göre, ruh tensel duyuları bir araç olarak kullanıp onların yardımıyla doğayı ya da doğa düzenini incele­yip buradan Tanrı'yı nerede bulabileceğine dair ipuçları çıkarmaya çalışı­yor. Augustinus'a göre, ilk olarak içindeki ben, yani ruh, bedenle iletişime geçer, ama tensel duyuların ne dediğini anlamak için ruhtan zihne hareket etmek gerekir. Zihin (animus) ruhun (anima) üstünde yer alır. Ama bu du­rum bir insanda iki ruh olduğu anlamına gelmez, Tanrı’yı bulma yolculu­ğunda bir ruhun farklı roller üstlendiğini gösterir. Bu yüzden Augustinus’- ta insanı tanımlarken onun kurucu öğelerinden olan ve Tanrı’yı araştırma­nın başlangıç noktasında yer alan Latince anima sözcüğünü ruh olarak, ama duyuların öğrettiğini anlamaya çalışan Latince animus sözcüğünü zihin olarak çevirmek gerekir. Bkz. Cari G. Vaught, a.g.e., s. 40.

[437]               BÖLÜM

Tanrı bedenin ya da ruhun yetilerinde bulunmaz.

11. Öyleyse ben Tanrıma aşıkken neye aşık olmuş oluyorum? Ru­humun doruğundan da üstün olan O kim? Işte Ona ancak ruhumun

[438]  Liber Psalmorum, 32.9.

[439] Var mı, nedir, nasıldır gibi üç tür soru olduğunu işittiğimde, ben bu kelimeleri oluşturan seslerin imgesine sahip oluyorum ve bu

[440]  Augustinus, Plato’nun öğrenmenin hatırlamak, hazır olan zihne getirmek olduğu görüşünü anımsatıyor. Saint Augustine, Confessions, Henry Chad- wick (tr.), s.l89, dipnot. 15.

[441]  Latince cogere, “bir araya getirmek, toplamak, bir araya getirmek için uğ­raşmak;” colligere, “toplamak, bir bütün haline getirmek, bütünleştirmek, bir araya getirmek," vs anlamlarına gelir. Mecaz anlamlarından birisi zihin­sel olarak toparlamak, bir araya getirmektir. Düşünmek, tartmak, zihinsel olarak bir şeyin üzerine yoğunlaşmak fiilinin, yani Latince cogitare’nin asıl

[442]   Duygular da hafızamda tutuluyor, ama bu duyguları yaşadığım sırada zihnime yansıdıkları şekilde değil de hafızama yansıdıkları şe­kilde, yani çok daha değişik bir yöntemle tutuluyor. Çünkü ben geç­mişte mutlu olduğumu hatırladığımda aynı şekilde mutlu olmuyorum, geçmişteki üzüntümü hatırlarken aynı şekilde üzüntülü olmuyorum ya da bir zamanlar çok korktuğum anları şimdi hiç korkmadan hatır-

[443]  Cicero, De Finibus, 3.10.35; Tusculanae Disputationes, 4.6.11.

[444]   Ama bu süreç imgelerle mi yoksa imgeler olmadan mı işliyor, kim rahatça yanıtlayabilir ki bunu? Duyularımla o an için algılamamış olsam bile örneğin taş diyorum, güneş diyorum, çünkü bunların im­gesi benim hafızamda mevcut. Örneğin bedenimde hissettiğim bir acı­dan söz ediyorum, ama o sırada acı falan yok ve benim canımı yakmı-

[445]   Peki buna ne diyeceksiniz? Ben unutmadan da söz edince ne­den söz ettiğimi biliyorum. Bunu hatırlamamış olsaydım nereden bile­cektim? Bu kelimenin sesinden söz etmiyorum, bu kelimenin anla­mından söz ediyorum. Bu anlamı unutmuş olsam o sesin ima ettiği şe­yi kesinlikle bilemezdim. Öyleyse hafızayı hatırladığımda hafıza ken­dini kendiliğinden devreye sokuyor. Ama unutmayı hatırladığımda hem hafıza hem de unutma devreye giriyor, yani hatırlamamı sağlayan

[446]               Hafızanın gücü çok büyük Tanrım, insanı ürküten bir şey var ) derinlerinde ve sonsuz karmaşasında. Işte zihnin kendisi bu, işte bu benim. O halde ben kimim Tanrım? Nasıl bir doğaya sahibim? Sürekli değişen, pek çok biçime giren, ölçülere sığmayan bir yaşam. Baksanıza şu hafızamdaki geniş ovalara, dehlizlere, mağaralara, her türden şey var içinde, saymaya kalksanız sayamazsınız. Nesneleri arıyorsanız im­geleri orada, sanatları arıyorsanız kendileri orada. Zihnimizi etkileyen

[447]  Liber lob, 35. ll.

[448]    Evangelium secundum Lucam, 15.8.

[449]  Peki, hafızanın kendisi bir şey kaybettiğinde, yani bir şeyi unuttuğumuzda ve hatırlamaya çalıştığımızda ne yaparız? Tek bakaca­ğımız yer yine hafıza değil mi? Hafızamız bize bulmak istediğimizden başka bir şey sunsa, aradığımız şeyle karşılaşıncaya kadar bu teklifini geri çeviririz. Aradığımız şeyle karşılaşınca da, “işte bu” deriz. Onu ta­nımamış olsaydık bu lafı etmezdik, zaten onu hatırlamamış olsaydık tanımazdık O zaman da onu unutmuş olmamız kesinlik kazanırdı. Yoksa tamamen çıkıp gitmemiş midir hafızamızdan, bir parçası kalmış

[450]  Liber Isaiae, 55.3.

[451]  Adem’de. Augustinus için Adem insan soyunun atası olmaktan öte insanın ölümlü bir varlık olmasının simgesidir.

[452]   Öyleyse herkesin mutlu olmak istediğinden emin olamayız, çünkü sevinçlerinin kaynağını sende aramayanlar da var. Oysa hakiki mutlu yaşam bu ve onlar bu hakiki mutlu yaşamı istemiyorlar. Yoksa herkes bunu istiyor da henüz beden ruha, ruh da bedene aykırı olanı

[453]  Epistııla ad Galatas, 5.17: “Çünkü benlik Ruha, Ruh da benliğe aykırı olanı arzular. Bunlar birbirine karşıttır; sonuç olarak istediğinizi yapamıyorsu­nuz.’’

[454]   Ruhumun kurtuluşu için yüzümü sana döndürdüm.

[455]  Bak, seni ararken hafızamda ne geniş yollar kat ettim ya Rab ve seni onun dışında bulamadım. Çünkü seni ilk öğrendiğim andan itibaren hatırıma gelenler dışında seninle ilgili hiçbir şey bulamadım. Çünkü seni ilk öğrendiğim andan itibaren seni hiç unutmadım. Haki-

[456]  Seni çok geç sevdim ey en eski, en yeni Güzellik, seni çok geç sevdim! İşte artık içimdesin ve ben dünyanın dışındayım. Ben seni orada aradım ve çirkinleşip senin yarattığın alemin güzelliğine kapıl­dım. Sen bcnimleydin, bense seninle değildim. Bu güzellikler beni senden uzak tutuyordu, sen onlarda olmasan zaten varolamayacak

olan güzellikler. Sen seslendin, haykırdın ve sağırlığımı kırıp parçala­dın, ışıdın, pırıl pırıl parladın ve körlüğümü kaçırttın; rayihanı yaydın ve ben esintisinin peşine düştüm, o andan beri seni soluyorum, seni tattım, o andan beri sana açım, sana susuyorum, bana dokundun, o andan beri sende huzur bulmak için yanıp tutuşuyorum.

[458] Benim bütün uınudum senin o engin merhametinde. Ne buyu­ruyorsan güç ver, ne istiyorsan buyur. Bize nefse hâkimiyeti buyuru-

[459]    Liber Sapicntiae, 8.21.

[460]  Augustinus kendisini günah işlemeye götüren ana nedenleri üç ana başlıkta loplar: Bedenin tutkuları, göz doymazlığı ve kibir. Bunların arasında dere­ce farkı vardır, sonuncusu ilkine göre çok daha ciddidir. Bu bölümde be­denin şehvani arzularına neden olan beş duyudan söz etmeye başlar: Do­kunma, tatma, koklama, işitme ve görme.

[461]  Yaşamı cinsellikten uzak sürdürmeyi başarmak, Augustinus'a göre, insanın kendi başarısından öte tanrısal bir armağandır. Bu armağanı kabul etmek Tanrı'nın inayetine nail olduğunu açığa vurmak demektir. Yeni Platoncu bakış açısına göre, böyle bir yaşam bedeni reddetmektir. Bkz. Carl G. Va- ught, a.g.e., s. 95.

[462]  Evangeiium secundum Matthaeum, 6.34: “O halde yarın için kaygılanmayın. Yarının derdi yarının olsun. Her günün derdi kendine yeter.”

[463]     Epistula ! ad Coıinlhios, 6.13: “Yemek mide için, mide de yemek içindir” di­yorsunuz, ama Tanrı hem mideyi hem de yemeği ortadan kaldıracaktır. Be­den fuhuş için değil Rab içindir. Rab de beden içindir.

[464] Epistula I ad Corinthios, 15.53: “Çünkü bu çürüyen beden çürümezliği, bu ölümlü beden ölümsüzlüğü giyinmelidir.”

3° Augustinus çocukluğunda. Bkz. Augustinus, Confessiones, 2.4.9.

[465]  Evangclium secundum Lucam, 21.34.

3    7   Libcr Ecclesiasticus, 18.30.

[467]    Epistula I ad Corinthios, 8.8.

3    9   Epislula ad PhiUppenses, 4.11-13.

[469]  Paulus.

[470]  Epistula ! ad Corinthios, 1.31: “Övünen Rab’le övünsün."

[471]  Liber Ecclesiasticus, 23.6.

[472]  Epistula ad Titum, 1.15; Epistula ad Romanos, 14.20.

[473]      Epistula I ad Timotheum, 4.4.

45  Epistula I ad Corinthios, 8.8.

46  Epistula ad Colossenses, 2.16.

44 Epistula ad Romanos, 14.3.

48 Sözlerini kulaklarıma çarpan.

[478] Libcr Genesis, 9.1-2: Tanrı Nuh'u ve oğullarını kutsayarak, “Verimli olun, çoğalıp yeryüzünü doldurun” dedi, “Yerdeki hayvanların, gökteki kuşların tümü sizden korkup ürkecek. Yeryüzündeki bütün canlılar, denizdeki bü­tün bal ıklar sizin hâkimiyetinize verilmiştir. Bütün canlılar size yiyecek olacak ... hepsini size sunuyorum.”

s° Libcr l Rcgıım, 17.6: “Dereden su içiyor, kargaların sabah akşam getirdiği et ve ekmekle besleniyordu.”

S) Evangclium secundum Matthacum, 3.4: “Yahya'nın deve tüyünden giysisi, be­linde deri kuşağı vardı. Yed iği çekirge ve yaban balıydı.”

[481]   Liber Gencsis, 25.34.

[482]  Liber II Sarnuelis, 23.15-17: Davut susayınca askerleri ne, “Keşke biri Beytle- hem kapısının yanındaki kuyudan bana su getirse,” dcr. Askerler canlarını hiçe sayıp düşmanın ortasından geçer, kuyudan su çekip Davut’a getirirler. Ama Davut onların hayatını tehlikeye attığını anlayınca suyu içmez ve yere döker. Sonra şöyle der: “Ya Rab, bu suyu içmek bana nasip olmasın, canla­rını tehlikeye atan bu üç kişinin kanını mı içeceğim yani?”

5    4      Evangclium secundum Matthaeum, 4.2: “lsa kırk gün kırk gece oruç tuttuk­tan sonra acıktı. İşte o ara İblis yanına yaklaşıp, Tanrı'nın Oğluysan söyle şu taşlar ekmek olsun' dedi. İsa ona yanıtı şöyle oldu: ‘Insan ekmekle yaşa­maz, Tanrı'nın ağzından çıkan sözlerle yaşar,’ diye yazılmıştır.”

[484]  İsrail halkı.

[485]   Liber Numen, ll.l: “İsrailliler de yine ağlayarak, ‘Keşke yiyecek biraz et ol­saydı!’ dediler. Mısır’da parasız yediğimiz balıkları, salatalıkları, karpuzları, pırasaları, soğanları, sarımsakları hatırlıyoruz da..."

[486]  Mesih tsa.

[487]       Liber Psalmorum, 139.16: “Henüz döl yatağındayken gözlerin gördü beni; bana ayrılan günlerin hiçbiri gelmeden hepsi senin kitabına yazılmıştı."

[488] Epistula II ad Corinthios, 5.2: Şimdiyse göksel evimizi giyinmeyi özleyerek inliyoruz.

[489] Liber Thobis, 4.2 vd.

1 Liber Genesis, 27 vd: Ishak yaşlanmış, gözleri görmez olmuştu. Büyük oğlu Esav’ı çağırıp, “Oğlum!” dedi'. Esav, “Efendim!” diye yanıtladı. Ishak, “Artık yaşlandım,” dedi, “ne zaman öleceğimi bilmiyorum. Silahlarını -ok kılıfını, yayını- al, kırlara çıkıp benim için avlan. Sevdiğim, lezzetli bir yemek yap, bana getir yiyeyim. Ölmeden önce hayır duamı al.”

[491]  Liber Genesis, 48 vd: Bir süre sonra, “Baban hasta” diye Yusuf a haber gel­di. Yusuf iki oğlu Manaşşe’yle Efrayim’i yanma alıp yola çıktı. Yakup’a, “Oğlun Yusuf geliyor,” diye haber verdiler. İsrail kendisini toparlayıp yata­ğında oturdu. Yusufa, “Her şeye kadir olan Tanrı bana seni verimli kıla­cak, çoğaltacağım” dedi, “soyundan birçok halk doğuracağım. Senden son­ra bu ülkeyi sonsuza dek mülk olarak senin soyuna vereceğim. Ben Mısır’a gelmeden önce burada doğan iki oğlun benim sayılır. Efrayim’le Manaşşe benim için Ruben’le Şimon gibidir. Onlardan sonra doğacak çocuklar se­nin olsun. Efrayim’le Manaşşe’den onlara miras geçecek. Ben Paddan’dan dönerken Rahel Kenan ülkesinde, Efrat’a varmadan yolda yanımda öldü. Çok üzüldüm, onu orada Efrat’a, Beytlehem’e giden yolun kenarına göm­düm.” İsrail Yusufun oğullarını görünce, “Bunlar kim?” diye sordu. Yusuf, “Oğullarım,” diye yanıtladı, “Tanrı onları bana Mısır’da verdi.” İsrail, “Lüt­fen onları yanıma getir, kutsayayım,” dedi. İsrail’in gözleri yaşlılıktan zayıf- lamışlı, göremiyordu. Yusuf oğullarım onun yanına götürdü. Babası onları öpüp kucakladı. Sonra Yusufa, “Senin yüzünü bir daha göreceğimi hiç sanmıyordum," dedi, “ama işte Tanrı bana soyunu bile gösterdi." Yusuf oğullarını babasının kucağından alıp onun önünde yere kapandı. Sonra Ef- rayim'i sağına alarak İsrail'in sol eline, Manaşşe'yi soluna alarak İsrail'in sağ eline yaklaştırdı. İsrail ellerini çapraz olarak uzattı, sağ elini küçük olan Ef- rayim'in, sol elini Manaşşe'nin başına koydu. Oysa ilkin Manaşşe doğmuş­tu. Sonra Yusufu kutsayarak şöyle dedi: “Atalarım İbrahim'in, İshak’ın hiz­met ettiği, Bugüne dek yaşamını boyunca bana çobanlık eden Tanrı, beni bütün kötülüklerden kurtaran melek bu gençleri kutsasın! Adım ve atala­rım İbrahim’le lshak’ın adları bu gençlerle yaşasınl Yeryüzünde çoğaldıkça çoğalsınlar.” Yusuf babasının sağ elini Efrayim’in başına koyduğunu görün­ce bundan hoşlanmadı. Babasının elini Efrayim'in başından kaldırıp Ma­naşşe'nin başına koymak istedi. “Baba, öyle değil," dedi, “ilkin Manaşşe doğdu. Sağ elini onun başına koy." Ancak babası bunu istemedi. “Biliyo­rum oğlum, biliyorum” dedi, “Manaşşe de büyük bir halk olacak. Ama kü­çük kardeşi daha büyük bir halk olacak, soyundan birçok ulus doğacak.”

[492]  Augustinus’a göre iki tür körlük var. İlki Tanrı’yı görememeye yol açan körlük, ikincisi her insanın başına gelebilecek bir durumdan, gözlerin gö­rüş yeteneğini yitirmesinden kaynaklanan körlük. Dünya ışığını göreme­mek tanrısal ışığı görememek anlamına gelmez.

[493]  Ambrosius\ın gün ışığını yücelten ve gecenin ruhani aydınlanmasını öven ilahisinden söz ediliyor.

os Liber Psalmorum, 25.15.

[495] Liber Psalmorum, 121.4.

[496]  Liber Psalnıorum, 26.3. “Merhametli olduğunu bir an olsun çıkarmıyorum aklımdan.”

[497]    Epistula i loannis, 2.16.

"9 yeni deneyimler edinme hırsı.

10 Gençliğinde tiyatro gösterilerine aşırı merakını bir kez daha eleştiriyar (Augustinus, Confessiones, 3.2 3; 10.35.55-57).

[500]  Hastalar ve yoksullar ya da bu türden muhtaç konumdaki insanlar adına Tanrı’ya dua ederken pagan adetleriyle hareket edip batıl törenler, büyü, yıldız falcılığı gibi dindışı inançları ve uygulamaları kullanan insanlara kar­şı olduğunu ima ediyor.

[501]  bedenimi.

[502]  düşerken.

[503]     Liber Psalmorum, 103.3-5.

[504]  Episiula l Pelri, 17.4.8.

[505]  Libcr Psalmorum, 18.7.

[506]     Libcr Isaiac, 14.3 vd. “Babil kralını alaya alarak, ‘Halkı ezenin nasıl da sonu geldi!” diyecekler, “Zorbalığı nasıl da sona erdi!... Ey parlak yıldız, seherin oğlu. Göklerden nasıl da düştün! Ey ulusları ezip geçen, nasıl da yere yıkıl­dın! İçinden “Göklere çıkacağını” dedin, ‘Tahtımı Tanrı’nın yıldızlarından daha yükseğe koyacağım; Safon’un doruğunda, İlahların toplandığı dağda oturacağım. Bulutların üstüne çıkacak, kendimi Yüceler Yücesiyle eşit kıla­cağını." Ancak ölüler diyarına, ölüm çukurunun dibine indirildin işte. Seni görenler bakıp bakıp şöyle diyecekler: “Dünyayı sarsan, ülkeleri titreten, yeryüzünü çöle çeviren, kentleri yerle bir eden, tutsakları evlerine salıver­meyen adam bu mu?"

[507]   Evangelium secundum Lucam, 12.32.

/g Evangelium secundum loannem, 3.21.

HO Liber Psalmorum, 141.5: “Doğru insan bana vursa iyilik sayılır, azarlarsa başa sürülen yağ gibidir, Başım reddetmez onu. Çünkü duam hep kötüle­re karşıdır.”

[509]   Augustinus 8. Kitabının sonunda, Tanrı’ya gidecek yolu kendisine göster­mesi için bir şefaatçi araması gerektiğini anlıyor ve Kitabının sonunda Me­sih lsa’yı buluyor.

[510] Epistula ad Ephesios, 2.2: “Sizler bir zamanlar suçlu olduğunuz ve günah dolu bir yaşam sürdüğünüz için ölüydünüz. Bu dünyanın gidişine ve gök­lerdeki hükümranlığın kralına, yani söz dinlemeyen insanlarda etkin olan ruha uymaktaydınız.”

[511] Epistula II ad Corinthios, 11.14: “Buna şaşmamalı. Şeytan da kendisine Nur'un meleği süsü verir."

[512] sahte bir tsa figürü.

[513]  Augusünus’un şefaatçi olacak kişide Tanrı ve insan özelliklerini birleştir­mesi, özellikle Ariusçu ve Plotinusçu görüşleri reddetmesine olanak tanır. Çünkü bu görüşleri savunanların iddiası, insan bedenli olduğu için İsa'nın şefaatçi olmadığı yönündedir. Bkz. Carl G. Vaught, a.g.e., s. 96.

[514]    Epistuh ad Romanos, 6.23: “Çünkü günahın bedeli ölüm, Tanrı’nın arma­ğanı ise Rabbimiz Mesih İsa’da sonsuz yaşamdır.”

89        Epistula ad Romanos, 8.32.

90       Epistula ad Philippenses, 2.6, 8.

9| Liber Psalmorum, 88.5.

[516]2 Evangelium secundum loannem, 10.18: “Canımı kimse benden alamaz; ben onu kendiliğimden veririm. Onu vermeye de, tekrar geri almaya da yet­kim var. Babam böyle buyurdu bana.”

[517]  Epistula II ad Corintlıios, 5.15.

[518]    Liher Psalmorum, 119.18.

[519] Epistula ad Colossenscs, 2.3.

[520]    Revelatio. 5.9.

9      7    Li/Jcr Psalmorum, 119.122.

9      8    Liber Psalmorum, 22.26.

Liber Psalmorum, 144.3; 145.3; 146.5;147.5

[522]             Evangclium secundum Matthaeum, 6.8.

[523]  LibtT Psalmorum, 118.2.

[524] Su saatine (clepsydra) gönderme yapıyor.

[525] Liber Psalmorum, 74.16.

[526]  Evangclium secundum Matthaeum, 6.33.

[527]  Evangelium secundum loannem, 5.46: “Musa'ya iman etmiş olsaydınız bana da iman ederdiniz. Çünkü o benim hakkımda yazmıştır."

[528]                   işte gök ve yer göz önündeler, yaratıldıklarını haykırıyorlar; çünkü değişiyorlar ve çeşitleniyorlar. Oysa yaratılmamış, ama varolan bir şey kendisinde önceden olmayan hiçbir şey barındırmaz ki değişti- rilebilsin ve farklılaştınlabilsin. Zaten gök ve yer de kendi kendilerini yaratmadıklarını haykırıyorlar bak: “Varsak yaratıldığımız için varız, çünkü yaratılmadan önce yoktuk ki kendi kendimizi yaratacak gücü­müz olsun.” İşte bunları söyleyenlerin sesi, apaçık kanıt. O halde sen,

[529]             Liber Psalmorum, 33.9.

[530]  Evangelium secundum Matthaeum, 17.5: “Petrus daha konuşurken parlak bir bulut üzerlerini gölgeledi. Buluttan gelen bir ses, ‘Sevgili Oğlum budur, Ondan hoşnudum. Onu dinleyin!’ dedi.”

[531] Evangelium secundum loannem, 1.1: “Başlangıçta Söz vardı. Söz Tanrı’yla birlikteydi ve Söz Tanrıydı." [In principio erat Verbum, et Verbum erat apud Deum, et Deus erat Verbum.]

[532] 1 Evangelium secundum Ioannem, 8.25: “Ona, ‘Sen kimsin?’ diye sordular. Isa, ‘Başlangıçtan beri size ne söyledimse Oyum’ dedi.

[533]  Evangelium secundum loannem, 3.29.

[534] Liber Psalmorum, 31.10.

[535] Liber Psalmorum, 103.3-5: “Bütün suçlarım bağışlayan, bütün hastalıklarım iyileştiren, canını ölüm çukurundan kurtaran, sana merhamet ve şefkat tacı giydiren, yaşam boyu seni iyiliklerle doyuran Odur. Bu nedenle gençliğin kartalmki gibi tazelenir.

[536] Liber Psalmorum, 104.24.

[537] Bunları söyleyenler henüz seni anlamıyorlar ey Tanrı’nın Bilge­liği, zihinlerin İşığı, varlıkların senin sayende ve sende nasıl olduğunu henüz anlamıyorlar. Ebediyeti tatmaya çalışıyorlar, ama yürekleri hâlâ şeylerin hir geçmişe bir geleceğe gidip geldiği âlemde bir oraya bir bu­raya uçuşup duruyor ve hâla kararsızlar. Kim tutacak bu yüreği, kim bu yüreği sabitleyecek ki birazcık durabiisin ve bir anlık da olsa o hep durduğu yerde duran ebediyetin görkemini yakalayabilsin? lşte belki o zaman ebediyeti hiçbir zaman durduğu yerde durmayan zamanla kı­yaslayabilir ve kıyaslanmasının mümkün olmadığını anlayabilir; uzun bir zamanın art arda gelen bir dizi hareketten ibaret olduğu için uzun olduğunu, bu hareketlerin aynı anda beraberce akıp gidemeyeceğini görebilir; ebediyette ise hiçbir şeyin gelip geçici olmadığını, tersine her şeyin bütünüyle şimdi olduğunu, buna karşın zamanın bütünüyle

Bkz. Aristoteles, Metaphysica. Zaman yoksa öncesi ve sonrası da olmaz.

[539]  Liber Psalmorum, 102.27.

[540] Liber Psalmorum, 2. 7.

[541] Uzun zaman, kısa zaman gibi tabirler kullanıyoruz ama. Bu ta­birleri de sadece geçmiş ve gelecek zamanla ilişkili olarak kullanıyo­ruz. Geçmişle ilişkili olarak, örneğin yüzyıl öncesine uzun bir zaman diyoruz, aynı şekilde gelecekteki uzun bir zamanla yüz yıl sonrasını kastediyoruz. Kısa bir zaman önce dediğimizde, örneğin on gün önce­sinden söz ediyoruz, kısa bir zaman sonra dediğimizde de, örneğin önümüzdeki on günlük bir süreden söz ediyoruz. Ama olmayan bir şey nasıl uzun ya da kısa olabiliyor? Çünkü geçmiş artık yok, gelecek de henüz yok. O halde geçmişten söz ederken “uzundur” dememek

[542] Sadece araştırıyorum Baba, doğrulamıyorum Tanrım, koru be­ni, bana hakim oL Zamanın geçmiş, şimdi ve gelecek şeklinde üçe ay-

[543]  Lütfet Tanrım, araştırmamı daha derinleştirebileyim, ey Umu­dum; dikkatimin dağılmasına ve amacımdan sapmama izin verme. Ge­lecek ve geçmiş olaylar mevcutsa şu an bunların nerede olduklarını bilmek istiyorum. Henüz bunu çözecek kadar bilgim yok, ama en azından bir yerlerde olduğunu biliyorum, ayrıca nerede olurlarsa ol­sunlar orada gelecek ya da geçmiş zaman olarak değil şimdiki zaman olarak da bulunduklarını biliyorum . Çünkü orada gelecek zaman ola­rak bulunuyorlarsa demek ki henüz burada yoklar; orada geçmiş za­man olarak bulunuyorlarsa demek ki anık burada yoklar. O halde ne­rede bulunurlarsa bulunsunlar, gelecek ya da geçmiş olarak hangi za­mandan olurlarsa olsunlar ancak şimdiki zaman olarak bulunuyorlar. Geçmişe ilişkin doğru bir aktarımda bulunduğumuzda hafızamız ge­çip gitmiş olayların kendilerini değil de, bu olayların hafızamızda can-

[544]  Öyleyse sen, ey Alemin Yöneticisi, ruhları gelecek konusunda ne şekilde bilgilendiriyorsun? Nitekim sen peygamberlerine bunu öğ­rettin. Gelecek hakkında ne şekilde bilgilenmemizi sağlıyorsun, gele­cek bizim için henüz ortalıkta bile görünmezken? Şimdiki zamanın ışığında mı geleceği okumamızı sağlıyorsun? Yoksa olmayan bir şey nasıl öğretilebilir ki? Bu bilgilendirme biçimin benim görüş alanımın

[545]               BÖLÜM

Zaman nasıl ölçülebilir?

27.   Demin de dediğim gibi biz zamanı ölçebiliyorsak ancak akıp giderken ölçebiliyoruz. Bu şekilde şu zamanı ölçüt alırsak, bu zaman

[546]          BÖLÜM

Bu bilmeceyi çözmek için Tanrı'dan yardım diliyor.

28.   Bu karmaşık b ilmeceyi çözmek için zihnim yangın yerine dön­müş durumda. N’olur kapama kapını Rab Tanrım, ey İyi Baba, İsa adı­na yalvarıyorum, n’olur kapama kapını şu bulmaya çalıştığım yanıtın

[547]  E vangel i um secundum M atthaeum, 7.11.

[548]  Uber Psalmorum, 116.10.

[549] Liber Genesis, 1.14: “Tanrı şöyle buyurdu: ‘Gök kubbede gündüzü geceden ayıracak, yeryüzünü aydınlatacak ışıklar olsun. Belirtileri mevsimleri, gün­leri, yılları göstersin.' Ve öyle oldu.”

[550] Liber Psalmorum, 18.28.

[551] Cubitum: Uzunluk ölçü birimi, kübiL Eski ölçü birimlerindeki güçlükler­den biri, işaret parmağı genişliği olarak tanımlanan dijit ile önkol uzunluğu olarak tanımlanan kübit arasında temel hiçbir bağıntının olmamasıydı. Bu sorun kübitin standart olarak belirlenmesi ve öbür uzunluk birimlerinin bunun kesri ya da katı olarak alınması yoluyla çözüldü. Böylece örneğin Mısır’da dijit kübitin 28'de l'i, kulaç ise kübitin dört katı olarak belirlendi.

[552]  Ambrosianus’un hir şiirinin dizesi.

[553] Ama henüz olmayan gelecek nasıl azalıyor ve tamamen tükeni­yor ya da anık olmayan geçmiş nasıl çoğalıyor? Bunun tek nedeni, bu süreci idare eden zihinde üç işlevin gerçekleşmesi. Çünkü bu süreçte zihin hem bekliyor, hem dikkat kesiliyor hem de hatırlıyor, böylece beklediği geleceği, dikkat kesildiği şimdiki zaman aracılığıyla, hatırla­dığı geçmişe taşıyor. Gelecek zamanın henüz olmadığı inkar edilebilir mi? Oysa zihinde gelecek zamana dair hep bir beklenti söz konusu­dur. Geçmiş zamanın anık olmadığı inkar edilebilir mi? Oysa zihinde geçmişin hatırası hâlâ mevcuttur. Dahası, akıp giderken sadece bir an­lık varolan şimdiki zamanın hiçbir duralama anının olmadığı inkâr

[554] BÖLÜM

Gelip geçici olayların arasında dağılan benliğini Tanrı'ya sığınarak toparlamak istiyor.

39.   Ama senin merhametin tüm yaşamlardan daha değerli olduğu-

[555]  Libcr Psalmorum, 63.3.

[556]  Epistula ad Philippenses, 3.12-14.

[557]  Augustinus insan yaşamındaki hareketlilik ve dağınıklıktan kurtulmak için durağanlığın ve dikkati bir noktaya toplamanın önemini vurguluyor ve mükemmelliğe ancak bu şekilde ulaşılabileceğini söylüyor. Auguslinus’un zihnindeki Birlik ve Çokluk arasındaki farkları vurgulaması açısından 29. bölüm ayrı bir önem taşımaktadır.

[558] Meleklerden söz ediliyor. Bkz. Augustinus, Confessiones, 12.9.9; De Civitate Dei, 12.16.

[559]  Auguslinus'un Genesis’teki yaratılışa ilişkin ifadeleri yorumladığı bu bölüm ana hatlarıyla şöyledir: Tanrı her şeyi hiçlikten (ex nihilo) yaratır; Tanrı'nın ve Hiçliğin zamandan önce bir arada bulunduğu yerde. Aralarında sırasıyla göklerin göğü (Yüce Gök: Tanrı gibi ezeli ve ebedi olmadığından değişime yazgılıdır, ama Tanrı'ya kenetlenmiş olduğundan zamanın dalgalanmala­rından uzaktır), henüz biçim verilmemiş madde (varlıkların yaratılmasına sebep olan biçimsiz madde, yani yeryüzü), varolan (esse) ve var olmayan (non esse) ruhlar, bedenler ve şeylerin değişkenliği sonucu meydana gelen ve var olmayan (non esse) kozmolojik zaman yer alır. Bu sıralama Tanrı'yla başlar ve mutlak hiçlikle (nihil) son bulur. Bkz. Carl G. Vaught, a.g.e., s. 163.

[560]      Epistula ad Romanos, 8.31.

[561]  Evangelium secundum Matthaeum, 7. 7-8.

[562]  Genesis (Yaratılış) adlı Kutsal Kitabı yazarken Musa Peygambere.

[563]  Buradaki boşluk (abyssus) denizin uçsuz bucaksız derinliğiyle özdeştir. Abyssus boşluk ya da uçsuz bucaksız derinlikller olarak çevrilmiştir. Bkz. Barry L. Bandstra, Genesis 1-11: A Handbook on the Hebrew Text, Baylor University Press, Waco, Texas, 2008.

g Augustinus boşluk, yani ışıktan yoksun oluşla biçimlenmemiş maddeyi, yani yeryüzünü özdeşleştiriyor.

[565] Dünya (biçimsiz madde) mutlak anlamda bir hiçlik değil Augustinus’a gö­re, ayırt edici bir özelliği bulunmayan biçimsizlik sadece.

[566] Vaftiz öncesi.

[567]   Maniciler.

[568]  Biçimsiz maddede olabilecek bütün biçimler mevcuttur.

[569]  Değişebilirlik

[570]  Apocalypsis loannis, 4.8.

[571]             Ama göklerin göğü sana ail ya Rab. Insanoğullarına görmeleri

ve dokunmaları için sunduğun yeryüzü ise başlangıçta bizim gördü­ğümüz ve dokunduğumuz gibi bir şey değildi. Çünkü görünmezdi,

bir düzeni yoktu, boşluktu, üzerinde ışık yoktu, başka deyişle üstü

karanlıklarla kaplı bir boşluktu; boşluğun üstündeki kararılık demek, boşluktaki karanlıktan daha karanlık demektir. Bu boşluğun, yani şimdi gözümüzle gördüğümüz denizlerin bile derinlerinde kendine

özgü bir ışık vardır, balıkların ve dipte sürüne sürüne yol alan diğer

canlıların algılayabileceği türde. Ama başlangıçta bütün dünya nere­deyse bir hiçti, çünkü hiçbir biçimi yoktu. Buna karşın biçim alma

imkanları mevcuttu. Çünkü sen, ya Rab, dünyayı biçimsiz bir madde­

den yarattın. Sen hiçliğe yakın olan bu dünyayı hiçlikten yarattın ve

[579]  Henüz biçim verilmemiş olan göklerin göğünün akışkanlığı ile dünyadaki denizler arasında.

[580]  Musa Peygamber.

[581]     Liber Psalmorum, 118.176.

[582]  Göklerin göğünün bile.

20 Liber Psalmorum, 42.2.3.

[584]ı Göklerin göğü Tanrı'nın yolundan sapmış ruhlar için bile bir kurtuluş umududur. Insan Tanrı’ya dönmeyi bütün kalbiyle istediği andan itibaren bu göğün kapısı ona açılır. Auguslinus'a göre burası Tanrı’nın yuvası ya da evidir. Burasının vatandaşları ömürleri boyunca ebediyete kenetlenip za­manın değişkenliğinden uzakta yaşar.

[585]         Bu düşüncelerin ışığında, bana bahşettiğin anlayış ölçüsünde,

Tanrım, kapıyı çalınama teşvik etmenin ve çaldığımda kapını bana aç­manın verdiği güvenceyle zamana bağlı olmayan iki eser yaratmış ol­duğunu ve ikisinin de senin gibi ezeli ve ebedi olmadığını anlamış bu­

lunuyorum. Bunlardan biri seni hiç kesintisiz temaşa edecek ve değişi­

min sebep olduğu fasılalardan uzak kalacak şekilde biçimlenmiş; oysa

o da değişime yazgılı, ama hiç değişmeden senin ebediyetinden ve se­

nin değişmezliğinden pay alıyor. Öteki ise evvelce öyle biçimsizdi ki, gerek hareket halinde gerekse dururken bir biçimden diğer biçime

geçmesini sağlayacak hiçbir aracı yoktu, işte zaten bu yüzden tama-

[592] Maddenin serapa kudretsizliği.

[593]   Libcr Genesis, 1.6-8: “Tanrı, ‘Suların anasında bir kubbe olsun, suları birbi­rinden ayırsın,' diye buyurdu ve öyle oldu. Tanrı gökkubbeyi yarattı. Kub­benin akındaki suları üstündeki sulardan ayırdı. Kubbeye ‘gök' adını verdi. Akşam oldu, sabah oldu ve ikinci gün oluştu.”

24      Libcr Psalmorum, 148.6.

[595]   Liber Ecdesiaslicus, 1.4.

2     6     Paulus.

2    7     Epistula II ad Corinthios, 5.21.

[596]  Kudüs.

2    9     Epislula ad Galatas, 4.26; Epislula II ad Corinthios, 5.1.

[598]   Liber Psalmorum, 26.8.

[599]  Liber Psalmorum, 119.176.

[600]   Geçmiş ve gelecek arasındaki.

[601]   Libcr Psalmorum, 73.28.

3     4  Liber Psalmorum, 26.7.

[602]  Yaratılış (Genesis) Kitabından bahsedilmektedir.

[603]      Epistula II ad Tmotheum, 2.14.

[604]      Epistula I ad Timotheum, 8.5.

[605]   Evangelium secundum Matthaeum, 22.35-40. “Onlardan biri Kutsal Yasa’nm iyi yorumcularından biriydi, İsa'yı sınamak amacıyla Ona şunu sordu: ‘Öğ-

[606]  G önül gözlerine bu ge rçekleri görebi l me ol an ağını bahşettiğin

insanlar bu önermelerden kuşku duymazlar ve senin kulun Musa’nın

Hakikatin Ruhunun vahyiyl e konuşmuş ol duğuna içtenlikle inanırlar.

Demek ki bizler bu gerçekiere dayanarak, “Başlangıçta Tanrı göğü ve

[610] Uber Genesis, 1.1.

[611]  Liber Genesis, 1,2.

[612]  Sadece zihnimizde canlandırabildiğimiz.

[613]  Dünyamızın üstünde yer alan şu maddi göğü de içine alan.

[614]             Bu son iki yoruma belki birileri şu şekilde itiraz edebilir: “Mad­denin biçim almamış haline gök ve yer dendiği görüşüne karşı çıkı­yorsanız, o zaman Tanrı’nın yaratmadığı, ama göğü ve yeri yaratması­na vesile kıldığı bir madde vardı diyorsunuz. Çünkü Kutsal Kitapta Tanrı tarafından yaratılan biçimsiz bir maddeden hiç söz edilmemiş, biz sadece ‘Başlangıçta Tanrı göğü ve yeri yarattı’ dendiğinde, ‘gök ve yer kelimelerinden, (ya da sadece dünya kelimesinden) biçimsiz bir maddeye gönderimde bulunulduğunu çıkarıyoruz. Sonraki satırdaki, ‘Yer görünmeyen ve düzeni olmayan bir boşluktu’ ifadesinde, Kutsal

43  Paulus.

[616]  Hpislula uJ Colossenscs, 1.16.

[617]      Pscuclo Dionysius, Meleklerin Hiyerarşisi adlı eserinde melekleri şöyle sıra­lar:

/. Sırtı: Tanrı’ya en yakın olanlar.

Serctphim: Tanrı'ya en yakın olan melekler: Libcr Isaiac, 6.2-4: “Üzerinde Se- raphiınler duruyordu; her birinin altı kanadı vardı; ikisiyle yüzlerini, iki­siyle ayaklarını örtüyor, öbür ikisiyle de uçuyorlardı. Birbirlerine şöyle ses­leniyorlardı: ‘Her şeye egemen olan RAB kutsal, kutsal, kutsaldır. Yüceliği bütün dünyayı doldurur. Seraphimlerin sesinden kapı söveleriyle eşikler sarsıldı, tapmak dumanla doldu.”

Cherubim: Liber il Samuelis, 6.2: Tarifsiz bir ışıkla parıl parıl parlayan bu aşamadaki melekler Her Şeyi Bilen Tanrı'nın önünde dururlar. Tanrı'nın Bilgeliğinin ışığıyla aydınlanır ve çok gözlü olarak tanımlanırlar.

Tahtlar: Tann'yı taşıyan tahtlar Tanrı'nın adaletinin melekleridir. Onun adaletini dünyevi taht sahiplerine, yani krallara ve efendilere aşılarlar. Bkz. Liber Psalmorum, 9.4.

il. Sıra: Göksel Sarayın Rahip-Hükümdarları.

Güçler: Kötülüğün üstünde hakimiyet kuran güçlerdir, böylece şeytanların kötülüklerine gem vururlar. Dolayısıyla, şeytanların insan ruhuna ektiği tutkular ve kötü düşüncelerden insanları uzak tutarlar.

Egemenlikler: Kendilerinden sonra gelen meleklere egemen olduklarından höyle adlandırılırlar. Dünyaya adil ve bilgece yönetim gücü yollar, insanla­ra tutkularını nasıl denetleyeceklerini, ruhlarını et ve kanın, yani bedenin hakimiyetinden nasıl kurlarabileceklerini ve iradelerine nasıl hakim olabi­leceklerini öğretirler.

Yönetimler: Kendilerinden sonra gelen meleklere hakim oldukları gibi, aynı zamanda evrenin, dünyanın ve dünyadaki her ülkenin, her ulusun, her ır­kın yöneticiliğini de üstlenmişlerdin

[619]    Sıra: Elçi Melekler.

Erdemler: Yüceler Yücesi ve Her Şeye Kadir olan Tanrı’nın iradesinin anın­da yerine gelmesini sağlayan meleklerdir. Mucizeler yarattıkları gibi, Tan­rı’nın yoluna giren azizlerin de gerek hastaları iyileştirmelerini gerekse ge­lecekten haber vermelerini sağlayarak mucizeler gerçekleştirmesinde rol oynarlar. Ayrıca her insana sabretme gücü aşılar, böylece yaşamlarındaki acı olaylara dingin bir ruhla katlanmayı öğretirler.

Başmclckler: Hayırlı haberleri taşıyan, haber veren güçlerdir. Üst aşamadaki meleklerden aldıkları hayırlı haberleri alt sıradaki meleklere ilelirler, onlar aracılığıyla da insanlara. İnsanların zihinlerinde bilgi ışığını yakar ve onları gizemlerin sırrına erdirirler.

Melekler: Tanrı ile ölümlüler arasında aracılık eden, insanlara en yakın var­lıklardır. Tanrı tarafından her insana doğduğu andan itibaren verilen ve onu bürün yaşamı boyunca koruyan ve bilgilendiren güçlerdir.

46      Liher Genesis, 1.2.

[621]7    Li her Genesis, 1.7: “Tanrı gökkubbeyi yarattı. Gökkubbenin altındaki suları üstündeki sulardan ayırdı. ”

[622]          BÖLÜM

Pek çoğu doğru olan düşüncelerden, Musa'nın hiç tartışmasız şunu ya da bunu kastettiğini söylemek zordur.

33.   Sorgulayan zihinlerin farklı farklı yorumladıkları bu kelimeler-

[623]  Epistula I ad Corinthios, 4.6.

[624]  Evangelium secundum Matthaeum, 22.37-39.

[625]  Epistula I Ioannis, 5.10.

[626]  Ijber Psalmorum, 8.4.

[627]  Evangdium secundum Ioannem, 8.25: “Ona, ‘Sen kimsin?' diye sordular. tsa, ‘Başlangıçtan beri size ne söyledimse Oyum,’ dedi.”

[628] Biçimin olduğu yerde zaman mevcuttur düşüncesini yineliyor.

[629] Epistula I ad Timotheum, 8.5.

[630]   İmanları henüz olgunlaşmamış.

[631]  Musa Peygambere.

[632] L.iber Psalmorum, 143.10.

[633] Augusünus’un ve diğer yorumcuların hakikatle ilgili gözünden kaçan bir nokta olsa bile bu Kutsal Ruh aracılığıyla mutlaka gelecek kuşaklara açıkla­nacakta.

[634] Augusıinus’un ilk kitabının ilk bölümünün ana konusu, son kitabının baş­langıç; cümleleriyle yineleniyor.

[635] Günah işleyen ellerime.

J Uber Psalmorum, 17.21

[637] Augusünus Tanrı’nın iyiliğinin kendisini yaratan maddeye önceden balışe- dildiğini özellikle vurguluyor ve böylece yaratılan her şey ıyiclir önermesini bir kez daha göstermiş oluyor.

[638]   Kimse sana Lapmmayacakmış gibi.

[639]  Auguslinus Tanrı'nın yaralına amacının sadece yaratmaktan ibaret olmadı­ğını özellikle vurguluyor. Ona göre Tanrı yarattıklarını kendisine hizmet etsin ya da tapsın diye yaratmadı, asıl anıacı yarattığı ruhların doygunlaşıp mükemmelleşmesine imkan tanımasıydı. Bu yüzden Tanrı yarattığını mü­kemmelleşme yolculuğuna kattı ve sonra da yarattığı kaynağa, yani kendi­sine dönmesini istedi. Cari. G. Vaught, a.g.e., s. 191.

[640]  Yaratılan her şey Tanrı’nın iyiliği sayesinde vardır ve bu iyilik sayesinde va­rolmaya devam eder. Yaratılan her şey Tanrı'nın sonsuz akışının ifadeleri­dir. Yaratılanlar sonlu varlıklar olduğu için, Tanrı’nın kendi doğasından değil hiçlikten yaratılmışlardır; yoksa zaten sonsuz olurlardı. Cari. G. Va­ught, a.g.e, s. 191.

[641]  Ruhani doğa = göklerin göğü (caelum caeli).

[642]     Yaratılan şeyler sadece Tanrı sayesinde varolurlar, yoksa onların kendi

kendilerine yaraLılmayı hak edecek değerleri yoktur.

[643]  Denizin.

[644]  Abyssus.

[645]  Epistula ad Ephesios, 5.8.

[646]       Epistula 11 ad Corinthios, 5.21: “Cünah nedir bilmeyen Mesih’i bizim günah­larımız adına kurban olarak sundu, böylece Mesih sayesinde Tanrı'nın ada­letini uygulamamızı istedi.”

[647]  Liber Psalmorum, 36.6: “Adaletin ulu dağlara benzer, yargıların da uçsuz bucaksız enginlere. İnsanı da, hayvanı da koruyan sensin, ya Rab."

[648]  Liber Genesis, 1.3. “Fiat lux, et facta est lux.”

[649]     jşığın yaratımıyla.

[650]  Kendi imkanlarıyla ya da kendi kendine.

[651]  Liber Genesis, 1.2: “Tanrı'nm Ruhu engin suların üzerinde dalgalanıyordu.”

'9 LiberIsaiae, 1 1.2.

[653]  Vo'luntas tua = SpiriLus sanctus: Kutsal Ruh.

[654]  Yukarıdaki sular ile aşağıdaki sular arasında.

[655]   Epistula ad Romanos, 5.5.

[656]  Epistula I ad Corinthios, 12.1

[657]   Epistula ad Ephesios, 3.14, 19.

[658]   Doğası gereği Tanrı’dan uzaklaşmaya mahkumdu.

[659]   Epistula ad Ephesios, 5.8.

[660]  Actus Apostolorum, 8.20.

2g Liber Psalmorum, 9.13.

[662]  Göksel Kent.

[663]  Liber Psalmorum, 122.1.

[664]   Göklerin göğü.

[665] Ruhun üç temel niteliği. Augustinus Tanrı'daki Üçlü'yü anlayabilmek için insanın kendisine bakmasını önerirken, Yaratılış Kitabındaki (1.26), “Tanrı, ‘insanı kendi suretimizde, kendimize benzer yaratalım,' dedi" ifadesinden yola çıkıyor. (Bkz. Augustine, On the Trinity: Books 8-15, ed.. Gareth B. Matthews, Cambridge University Press, Cambridge, 2002, s. x.) Augusti- nus'a göre bu üç niteliğe ilkönce kendi doğasında tanık oluyor ve bu niteli­ğin Üçlü Birlik olan Tanrı'dan geldiğini anlıyor. Çünkü Tanrı, Baba anla­mında, ezeli ve ebedi Varlık olarak Tanrı'dır ve varolan her şeyin kaynağı­dır; Tanrı, Oğul anlamında, bilgi olarak Tanrı'dır, bilen ve bilinen her şe­yin kaynağıdır, Tanrı, Kutsal Ruh anlamında, sevgi olarak Tanrı’dır, kalbin ve ruhun bütün kıpırtılarının kaynağıdır. Tanrı’daki bu üçlü nitelik bizim anlayışımızın çok ötesinde gizemli bir şekilde birbirine harmanlanmıştır.

Augustinus insandaki bu üçlünün ayrılmazlığına, ama aralarındaki farklılı­ğa işaret, ederek Kutsal Ûçlü'nün anlaşılabilmesine olanak tanıyor. Yine de ona göre, bu birlikteki üçü anlamak demek, Tanrı'nın Birliğindeki Üçü an­lamakla eş değildir. Çünkü Bir, Tanrı'nın doğasının kelimelerle ifade edile­meyecek derecede gizemli çokluğudur. Augustinus bu gizemi daha sonra­ları kaleme aldığı De Trinilale adlı eserinde çözmeye çalışır.

[667]      Ruhun birbirinden ayrılamaz görünen, ama aralarında fark olan bu üç iş­levdeki ortak noktayı yakalayan insan, bizlerin üstündeki o değişmez varlı­ğı anladığını düşünmemeli. Çünkü Augustinus’a göre, Kutsal Üçlünün do­ğası gizemlidir.

[668] Evangel'um secundum Matthaeum, 28.19. Augusünus vaftiz olanların Kutsal Üçlü adıyla vaftiz olduklarını hatırlatıyor.

36 Augustinus dünyanın yaratılışını alemin yaratılışına benzetiyor ve Yaratılış Kitabının ilk iki satırına gönderme yaparak yorumlarda bulunuyor. Ona göre, dünyanın azaları Kilisenin kendisidir.

[670] Liber Psalmorum, 39.11.

38 Liber Psalmorum, 36.6.

39 Evangelium secundum Matthaeum, 3.2.

[673] Hıristiyanlıkta vaftiz edilmek aydınlanmayla eştir.

[674] Ürdün ya da Şeria nehrinin suladığı topraklardan söz ediliyor. Şeria nehri İsa’nın Yahya tarafından vaftiz edildiği nehirdir, bu yüzden Hıristiyanlıkta önemli bir hac merkezidir.

[675] Kutsal Kitapla lsa çok kez dağ olarak adlandırılır.

4    3            Epistula ll ad Corinthios, 5.7.

[677]            Epistula ad Romanos, 8.24: “Çünkü bu umutla kurtulduk. Ama görülen umut umut değildir. Gördüğü şeyi kim umut eder? Oysa görmediğimize umut bağlarsak sabırla bekleyebiliriz.”

45  Liber Psalmorum, 42.7.

4Û Havari Paulus. Epistula I ad Corinthios, 3.1.

47 Epistula ad Philippenses, 3.12-13.

48 Bedeninin yükü altında.

[681] Epistula II ad Corinthios, 5.2.

[682] Dünya yaşamına tutkun olanlara.

[683] Epislula ad Romanos, 12.2.

52  Çocuk masumiyetinizi koruyun.

53      Epistula 1 ad Corinthios, 14.20.

[686]  Epistula ad Galatas, 3.1.

[687]            Liber Psalmorum, 46.4.

[688]  Hıristiyanlığı kabul edince.

[689]  Kilisenin.

° Epistula l ad Corinthios, l 1.2.

[691]             Mesih. İsa.

[692]  Evungclium secunclum loanncm, 3.2.

[693]  Liber Psalmorum, 42.3. Auguslinus bu satırlarda kendisinin henüz hidayete ermediğini de özellikle vurguluyor. Bkz. Carl G. Vaught, a.g.e., s. 205.

62     tman = kandil.

[695]  Liber Psalmorum, 42.5.

[696]  Epistula ad Romanos, 8. 1 1.

[697]  Artık karanlıkların değil, ışığın çocuğu olduğunu özellikle belirtiyor.

[698]          Epistula ad Romanos, 9.21.

[699]   Liber Genesis, 1.6: ‘Tanrı dedi ki: ‘Suların ortasında bir gökkubbe olsun ve suları sulardan ayırsın.' ”

[700]  Revelatio, 6. 1 4.

[701]  Liher Psalmorum, 103.2. Adem ve Havva yasak meyveyi yediklerinde teni giydiler, yani ölümlü varlıklar oldular.

[702]  Deriden, sağlam bir çadır gibi.

[703] Kavgaya lırsat tanımayacak nitelikteki.

72 Yüreği saf ve temiz olanlara.

73     Augustinus hem iman ederek hem de anlayarak kurtuluşa ermek istediğini belirtiyor.

[705]4           Liber Psalmomm, 36.5.

[706] Kutsal Kitabın cildi.

[707] Ölümlü şeyler.

[708]            Episiula ! loannis, 3.2.

'8 Canticum Canticorum, 2.9.

[710]  İnsanın Tanriyı bilmesi ile Tanrının kendisini bilmesi birbirinden çok farklıdır. Işığın kendisini bilmesi ile o ışık sayesinde aydınlanan insanın ışı­ğı bilmesi apayrı şeylerdir.

[711]   Liber Psalmorum, 143.6.

[712]   İlki varolmamızı, ıkincisi ise görmemizi sağlıyor.

82  Liber Genesis, 1.9: “Tanrı dedi ki: ‘Göğün altındaki sular biraraya toplansın

ve kuru toprak görünsün.' Ve öyle oldu.” Liber Genesis, 1.11: “Ve Tanrı şöy­le dedi: ‘Toprak yemyeşil otlar versin, filizlensin; her biri kendi cinsine gö­re meyve veren ağaçlar yetiştirsin ve onların kendinde bulunan tohumları atılsın toprağın üstüne.’ Ve öyle oldu.”

83  insanlığın tuzlu ve dolayısıyla dil yakan acı denizini ya da tam anlamıyla

yaşamını. Augustinus dünya halkı ile Tanrı devletinin halkını kıyaslıyor. Bkz. Augustinus, De Civitate Dei, 19.5.

84  Her şeyi yönelen öngörün sayesinde.

85  Liber Genesis, 1.12.

[717]  Meyve veren verimli toprak ve bir Hıristiyanın komşusuna duyduğu sevgi­nin ahlaksal bereketi arasında bir benzerlik kuruluyor.

[718]  Li ber Genesis, 1.14: “Tanrı dedi ki: ‘Gökkubbede ışıklar olsun ve gündüzü geceden ayırsın; mevsimleri, günleri ve yılları belirtecek birer işaret olsun.' Ve öyle oldu."

[719]  Liber Psalmorum, 85.11.

Liber Genesis, 1.14.

[721]  Liber Isaiae, 58.7-8.

[722]  Liber Genesis, 1.14.

[723]  Epistula ad Romanos, 13.11-12.

[724]  Lıber Psalmorum, 102.27.

[725]  Eski Ahıt’te önemli olan kimi kutsallıkların yerini Yeni Ahıt'le başka kutsal­lıklar almıştır; örneğin Eski Ahit’te sünnet kutsal sayılırken Yeni Ahit’te vaftiz kutsal sayılmıştır.

[726]  Henüz bu dünya yaşamını paylaşan, zamana yazgılı varlıklar olduğumuz halde.

96  Liber lsaıae, 1.16-18.

[728]  İsa’ya. Bkz. Evangelium secundum Matthaeum, 19.16-22.

[729] Evangelium sccundum Malthaeum, 6.21.

9 9 Zengin adam.

[731] Tanrı Sözünü. Evangelium secundum Matthaeum, 6.21.

[732]

Lıber Genesis, 1.14.

*02 Actus Apostolorum, 2.2-3.

!03 Evangelium secunılum Matthacum, 5.14-15.

104 Evangclium secundum MaUhaeum, 5.14-15: “Kimse kandil yakıp kilenin al­tına koymaz; kandilliğe koyar ve bu kandil evdekilerin hepsine ışık sağ­lar.”

*05 Augustiııus Yaratılışın beşinci gününden söz ediyor ve bu günle ilgili yo­rumlamalarda bulunuyor. Liber Genesis, 1.20: “Tanrı dedi ki: ‘Sular kıvrıla kıvrıla giden canlı yaratıklarla dolup taşsın, yeryüzünün üstünde, gök- kubbenin altında kuşlar uçuşsun.’ ” İsa'nın sözlerinde bu ateşler dünya­nın ışıklarıdır ve görülmeyecek bir yere konmamıştır.

[737]

0 Liber Genesis, 1.20.

[738]

Liber Ieremiae, 15.19.

[739]     Balinalar.

[740]     Liber Genesis, 1.21: “Aynı zamanda Tanrı devasa canlılar yarattı. .. "

110

Dünyada.

[742]     Incil'de verilen Tanrı'nın bilgisi.

[743]   Gözümüzle gördüğümüz cisimler insanlığın aciz ve günahkâr doğasının

ihtiyacım karşılamak üzere doğdu. Çünkü günahkâr halk birtakım belir­tilere muhtaçtır, ama Tanrının ezeli ve ebedi Hakikatini idrak eden in­sanlar bu cisimlerin ötesini görür.

[744]   Boş ve d.eğersiz bilgilerle şişinen kibirli insanlar.

[745]             - î

Augustinusa göre, Tanrı’nın ezeli ve ebedi Hakikatinden uzaklaşan, gü­nahkar doğaya sahip olan insanoğlu kıvrıla kıvrıla giden yaratıkların ya da uçan yaratıkların belirtilerine muhtaç varlıklar haline dönüşmüştür. Kilisenin görevi, Hıristiyanlar için bedeni, ruhani seviyeye getirmelerine imkan sağlamaktır.

1 15 Hıristiyan olmanın en önemli sırlarından vaftiz, ekmek ve şarap ayini (;\şai Rabbani ayini, kudas: Hz. Isa'nın havarileriyle birlikte yediği son yemeği anmak için Hristiyanlartn kilisede ekmek ve şarabı kutsayarak yaptıkları tören, liturya) olmaksızın tamamlanmış sayılmaz.

ı ı6 Lihcr Genesis, 1.24: “Tanrı dedi ki: ‘Yeryüzü çeşit çeşit canlı yaratık doğur­sun, büyükbaş hayvanlar, sürüngenler, karada yaşayan çeşit çeşit vahşi hayvanlar.' Öyle oldu.” Bu metindeki sürüngen hayvanlardan fare, böcek gibi hayvanlar da anlaşılır.

1 1 ? Kilise.

[747] 8 İnsan. Lihcr Genesis, 2.7: “Rab Tanrı Adem’i topraktan yarattı ve burun deliklerine yaşam soluğunu üfledi. Ve Adem yaşayan varlık oldu.” İnsa­nın topraktan yaratılması hem bedene hem de ruha sahip olmasıyla ilgili­dir.

1 1 9 tnsan günah işledikten sonra ruhunun kurtuluşu için vaftizle arınmaya muhtaç oldu. Ama vaftiz olduktan sonra artık onun iman etmesi için be­li rtilere ve mucizelere ihtiyacı kalmaz.

[748]     Evangelium secundunı loanncm, 4.47-48: “Adam İsa’nın Yahudıye’den Celi- le’ye geldiğini işitince yanına gitti, evine gelip ölmek üzere olan oğlunu iyileştirmesi için Ona yalvardı. İsa adama, ‘Sizler belirtiler ve harikalar görmedikçe iman etmeyeceksiniz,’ dedi.

[749]     Yabancı dillerde konuşma yetisi inanmayanları ikna etmek için verilir, inananlara değil. Augustinus yaratılışın beşinci ve altıncı günü arasındaki farkı anlatırken, toprağın sudan ayrılmasıyla birlikte, suların imansız in­sanlarla konuşsun diye doğurduğu kanatlı yaratıklara ihtiyaç kalmadığını belirtiyor. Bunun yerine, Tanrı Sözü habercileri vasıtasıyla kuru toprağa hitap etmektedir, bu topraktan canlı varlığın doğumuna neden olarak. Bkz. Cari G. Vaught, a.g.e., s. 214.

[750]     Toprak canlı varlığı doğurmuştur, çünkü Tanrı’nm habercilerinin manevi yaratımını gerçekleştirebilmesi için maddi bir nedene ihtiyaç vardır.

ı23 Toprak sulardan ayrıldıktan sonra denizin doğurduklarına ihtiyaç kalma­mıştır. Ama hala denizden çıkan balıkla (İsa) beslenmeye muhtaçtır. Bu balık Tanrı tarafından inananların gözü önünde kurulan sofraya konmuş-

tur (başka deyişle artık belirtiler ya da mucizelere gerek yoktur, çünkü Tanrı'nın Sözü somut olarak, ete kemiğe bürünerek insanlara görünür kı­lınmıştır.) Yunanca balık anlamma gelen t^OuÇ (ikhtus) kelimesini oluş­turan harflerden bir anagram oluşmuştur: “IrıGonÇ Xpw1:oD, ©£Ot> Yı- oÇ, LC01:f]p” (Mesih İsa, Tanrı'nın Oğlu, Kurtarıcı).

[752] Libcr Psalmorum, 69.32.

Liher Genesis, 1.21. Paulus.

Epistula ad Ga/atas, 4.12. Liher Ecdesiaslicus, 3.19.

129 Lihcr Gencsis, 1.26: “Ve dedi ki: ‘İnsanı kendi suretimizde, kendimize ben­zer yaratalım; bu şekilde denizdeki balıklara, gökteki kuşlara, bütün hay­vanlara, bütün toprağa ve toprakta sürünen bütün sürüngenlere hakim olsun.”

[755] 0 Eplstuia ad Romanos, 12.2.

[756]      EPistula ad Colossenses, 3.10.

[757]     Epistula I ad Corinthios, 2.15.

ı33 Liber Genesis, 1.26.

ı34 Anlık: Skolastik felsefede duyum (sensaiıo), akıl (ratio) basamağının en

sonunda yer alan düşünme ve bilme yelisi ya da kavramlarla düşünme yetisi.

135 Liber Psalmorum, 42.19.

136 Epistula I ad Corinthios, 2.15.

ı37 Evangelium secundum Matthaeum, 7.20: “Sahte peygamberleri meyvelerin­den tanıyacaksınız.”

[760] Epistula I ad Corinthios, 5.12.

[761] Liber Genesis, 1.28: “Tanrı onları kutsayarak dedi ki: ‘Üreyin, çoğalın, tüm yeryüzünü doldurun ve onu denetiminiz altına alın; denizdeki balıklara, gökteki kuşlara ve toprağın üstünde gezinen bütün hayvanlara hakim olun.' ”

[762] Liber Genesis, 1.7. Göğün üstündeki suları altındaki sulardan ayıran gök- kubbe.

[763]        Denizle betimlenen insan, zihninde ancak değişik simgelerle suların irili ufaklı balıklarla dolduğunu anlamlandırabiliyor.

[764]     Tanrı'ya duyduğu özlemle, öğrenmeye olan hevesinde.

ı43 Liber Genesis, 1.29: “lşte yeryüzünde tohum veren her otu, türüne göre

tohumu meyvesinde bulunan her ağacı size veriyorum; bunlar sizin gıda­nız olacak.'"

[766] Epistula ad Romanos, 3.4.

[767]     Epistula I ad Timotheum, 1.16: Paulus'un överek bahsettiği Onesiphorus, Paulus'un Roma’da hapse atıldığı yıllarda kendisinden yardımını esirge­meyen dindar bir Hıristiyandı.

[768]     Epistula II ad Corinthios, 11.9. “Aranızdayken, ihtiyacım olduğu halde hiç­birinize yük olmadım. Çünkü Makedonya'dan gelen kardeşler ihtiyaçları­mı giderdiler. Size yük olmamaya hep özen gösterdim, bundan böyle de

özen göstereceğim.”

*44 Epistula II ad Timotheum, 4.16.

'48 Liber Psalmorum, 19.4.

Epistula ad Philippenses, 3.19.

[772]     Macedonia'da (Makedonya) bir şehir.

[773]     Ruhunuz kaygısını gösteremeyecek kadar yorgundu. Epistula ad Philip­penses, 4.10.

ı52 Epislula ad Philippcnscs, 4.11-13.

[775]     Epistula ad Philippcnses, 4.14.

[776]     Liber Psalmorum, 4.1.

[777]     Selanik.

*56 Epislula ad Philippenses, 4.14-16.

|5? Philippilerin hayır işleyerek ruhsal gelişimlerini tamamlamalarının bek­lentisi içinde olduğunu belirliyor. Epistula ad Philippcnses, 4.17.

[779] 8 Evangelium secundum Matthaeum, 10.40-42: “Sizi kabul eden beni kabul el­miş olur. Beni kabul eden de beni göndereni kabul etmiş olur. Bir pey­gamberi peygamber olduğu için kabul eden peygambere yaraşan bir ödül alacaktır. Dürüst birini dürüst olduğu için kabul eden dürüst kişiye yara­şan bir ödül alacaktır. Bu küçüklerime öğrencilerim olduğu için bir kap soğuk su veren, kim olursa olsun, size söz veriyorum, ödülsüz kalmaya­cak”

[780]   Liber I Regum, 17.15,18.

[781]   Liber I Reglim, 17.4. “Dereden su içeceksin ve buyruk verdiğim kargaların getirdiklerini yiyeceksin.”

[782]     Liher Genesis, 1.31: “Tanrı yarattıklarına baktı ve her şeyin çok iyi olduğu­nu gördü. Akşam oldu, sabah oldu ve altıncı gün oluştu."

[783]    Maniciler.

[784]        Epistula ad Romanos, 5.15.

[785] Augustinus daha sonra kaleme aldığı Retractationes adlı eserinde, bu ifa­desini yeterince düşünülmeden yazılmış bir ifade olarak eleştirir (2.6.2).

[786]     Yaratılışın yedinci ve son günü, şabat günü (ya da kutsal dinlenme günü) İsrail halkına, onları kölelikten kurtararak kendisine ayıran Tanrı’yı hatır­latır.

[787]     Bkz. Augustinus, Confessiones, 13.36.

[788] Liber Genesis, 2.2-3.

*69 Ancak mükemmelliğe erişince ruhumuz huzur bulacak, o glrnc kaılaı dünya yaşamında her an huzursuz olacağız. Bkz. Augıısms, C aı/ıfrssiııııcs, 1.1.1.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar