AUGUSTINUS/ İtiraflar
Latinceden
Çeviren: Çiğdem Duruşken
İTİRAFLAR
ya da Tanrı'ya Sessiz Bir Haykırış
Augustinus’un 13
kitaplık Confessiones (itiraflar) adlı eseri yazarın kendi dilinden
özyaşam hikâyesidir, dolayısıyla bu eser baştan sona okunup anlaşılmadıkça
Hıristiyanlığın ve Batı felsefesinin en önemli şahsiyetlerinden biri olan
Augustinus üzerine her okuma ya da her çalışma yarım kahr.ı Bu eser pagan bir
babanın, koyu Katolik bir ananın ocağında yetişen ve kendisini bildiği yaştan
itibaren Tanrı'yı arayan, nihayet Milano’daki bahçesinde duyduğu bir sesle
irkilip Onu gönlünde keşfeden bir düşünürün tövbesidir; Tanrı'yı bulmadan
önceki yaşantısında kendisini günahkar olarak nitelendiren, Tanrı'yı bulduktan
sonraki yaşamında hafızasına üşüşen bütün günahlarını itiraf ederek arınan
ölüme yazgılı bir insanın, ölümsüzlük karşısında bütün acizliğiyle boyun eğişi
ve ruhani kata yükselerek yeniden dirilmesidir. Bu eser hakikati ararken
düştüğü dünyanın kaynar kazanında debelenip duran, kimi zaman Manicilerin, kimi
zaman Cicero’nun, kimi zaman Platon'un, kimi zaman Şüphecilerin öğretilerine
dalan, ama hiçbirinde kaygıiarına şifa bulamayan kıpır kıpır bir ruhun sessiz
çığlığıdır.
Augustinus’un bu eserde
kullandığı dile hayran olmamak elde değil. Çünkü eğitimini aldığı klasik
hitabetin tadına doyulmayan incelikleri, mükemmel bir Latinceyle ancak bu
kadar örülebilir, ancak bu kadar baştan sona mecaz ve derin bir eser
yaratılabilirdi. Bu yüzden Augustinus için itiraflar bir tövbekarın
Tanrı’ya günah çıkarması olabilir, ama salt üslup zenginliği açısından
değerlendirildiğinde, bu eser bü- [1]
tün
edebiyatseverlerin yüreğine evrensel bir sesleniştir.
“Kim
sende huzur bulmamı sağlayacak? Seni benim kalbime
kim getirecek, kim bu kalbi mest edip yaptığım kötülükleri bana unutturabilecek
ve seni biricik iyiliğim olarak kucaklamama neden olacak? Benim için anlamın
ne? Merhamet et ki konuşabileyim. Ben senin için neyim ki bana seni sevmemi
buyuruyorsun, ben kimim ki seni sevmezsem, bana kızıyorsun ve beni büyük
acılara salacağını söyleyip tehdit ediyorsun? Zaten seni sevmiyorsam, bu az
bir acı mı? Vah bana!”[2]
[3]
der Augustinus ve bu haykırışıyla inanç yolculuğunu başlatır. Edebiyat ve
hitabet aşkı, mevki hırsları, dünyevi başarılar kazanma kaygısı, kadına duyduğu
tedavisi mümkün olmayan müthiş tutku onu Ezeli ve Ebedi Olan’dan olabildiğince
uzaklara savurmuş; rüzgârın önünde çaresizce oradan oraya sürüklenen yaprak
misali şu koskoca dünyada yana yakıla Tanrısını arayan bir mecnun kılmıştır.
Sürekli sorar kendisine, Tanrı’yı nerede bulacağım diye; sorulan arasında
boğulur, acılara, karmaşaya, yanılgılara saplanır. Birliği ararken çokluğun
içinde kaybolur, derin uçurumlara sürüklenir, varlığı yarılır, günahın
girdabına batar. “Evet, sen o sıra susuyordun
ve ben kendi yolumda yürürken senden uzaklaştıkça
uzaklaşıyordum, acınası kibrimle ve huzura erdiremediğim bu bitkin halimle
sadece mutsuzluk üreten kısır tohumlar eke eke,”1 der
Tanrısına, Ondan yaralarına merhem olacağı güne eriştirmesini diler. Ama o
zayıf, o çelimsiz, o aciz insan haliyle o mutlu günden o kadar uzaktadır ki.
Dostlarında arar huzuru, ama gençliğinin baharında o dostlarla bahçelerden
armut çalıp günah budalası olur. Kibir, hırs, onur, şöhret bir türlü yakasını
bırakmaz, nereye baksa, nereye gitse bu zayıflıklar onu adım adım takip eder,
içimdeki insan dediği iç benliği ile dışımdaki insan dediği dış benliği sürekli
savaş halindedir; iç benliği doyumsuz Hazzı[4]
ararken, dış benliği bu hazzı bolluk ve taşkınlıkta, şehvette bulmaya çalışır;
yasak olanı sırf yasak olduğu için yapmış olmayı haz sanır. Bu yarım haliyle
Kartaca’ya geldiğinde, kendi deyimiyle tam anlamıyla yasak aşklarla kaynayan
kazanın içinde bulur kendisini.[5]
Etrafına bakınıp âşık olacağı bir nesne arar adeta ve batağa saplanır. Aşka
âşık olacağına bir kadına âşık olur. Tragedyaya dadanır sonra, bu tür oyunları
seyretmekten doyulmaz bir haz alır. Bu sahneleri seyrederken, içinde hissettiği
o tuhaf acı ruhunu eritirken, bir yandan da müthiş bir sevinç verir. Ama
istediği Sevinç, asla böyle hemen başlayan, hemen biten bir sevinç değildir,
çünkü Augustinus hiç bitmeyecek bir Sevincin peşindedir. Karıaca’da hitabet
eğitimine devam ettiği yıllarda Cicero’nun Hortensius
adlı eseriyle tanışır. Bir solukta okur ve hitabet diline hayran olur. Bakış
açısı değişir birden, bilgelik aşkıyla dolar. “Cicero’nun
kitabında beni asıl cezbeden, şu ya da bufelşefe okuluna bağlanmamamızı, ne
olursa olsun sadece bilgeliği sevmemizi, onu aramamızı, onun peşine düşmemizi,
onu yakalamamızı ve ona sıkı sıkı sarılmamızı üğüdeyen ifadelerdi. İşte beni
heyecanlandıran, alev alev yakan bu ifadelerdi,” der.[6]
Sonra Kutsal Kitabı okumaya başlar, ama üslubunu Cicero’nun üslubuyla
karşılaştırınca çok yavan bulur, üstelik sırlarla örülü, mecaz dilini hiç
anlamaz. Çünkü yazık ki, o sırlara erişebilecek bir adam değildir henüz. İşte
tam o döjıemde Manicilerin tuzağına düşer ve onların sadık bir dinleyicisi
olur. Ama somut görüntüler, sahte cisimler, yani bir dolu zırvalığı Hakikat
diye yutturmaya çalışan bu insanların hiçbir öğretisinde Hakikati bulamaz.
Augustinus dünya
haliyle hemhal olurken, Tanrı ya bütün gönlüyle inanan ve Tanrı Yasası'ndan
hiç sapmadan yaşamını sürdüren annesi Monica, gece gündüz oğlu için gözyaşı
dökerek yakarmakta ve Tan- rı'dan kendisine o mutlu günü, yani oğlunun doğru
yola girdiği günü gıisterınesin i dilemekledir. Bir gece rüyasında İsa’yı görür
ve Ondan oğlunun lıak yoluna gireceğine dair muştulu bir haber alır. Hatta daha
sonraları hir ralıip kendisine cennetten çıkına bir laf eder ve “Huzıırla
!.!,il, s en suğ oldukça hu döklüğil n gözyaşların yüzü
suyu hürmetine oğlun asla ımılıvolmavacüklır,” der.
Augustinus’a göre rahibin bu sözü annesinin ruhuna su scrpcr.
Ne yazık ki, o beklenen
gün çok çok uzaklardadır. Çünkü Aııgus- liıms oıı dokuz yaşından yirmi sekiz
yaşına kadar lanı anlanııyla yııl- dan çıkar, liırlü türlü hayaller peşinden
koşturmaya başlar, aldanır ve aldatır. llilabel öğrelmenliğinc başlar aym
yıIlarda; para kazanma hırsının kölesi olur, yel nı i yormuş gibi kendisini
asirolnjiyc, yani asiro- Ingların düzenbazlıklarına kaplırır. Bunların t e
İkinle ri sonucunda, gü- 11alılarıııın sebebini
göklerde aramaya başlar, Vcnus yıldızında ya da Sanırı lus'la veya Mars’la.
Tlıagasıe’dc lıiıahcı
öğretmenliğine haşlar sonraki yıllarda. Orada kendisine çok yakın bir dost
edinir; ayııı yaşlımla, aynı ilgileri paylaştığı hir dost. Ama onu da yoldan
çıkarır ve kendi uçurumuna sürükler. Sonra hasıalanır hu dost, ateşler içinde
yanar ve öleceği anlaşıldığından valıiz edilir. Augusıinus dostunun valliz
edilişine hiç iinenı vermez, onun ruhuııa ektiği zırva h ayal l er i koruyacağı
n ı san ı r. Dostu iyileşir, Augusıinus da va lı i ziyle ilgi li şa kalar
yapmaya kalkışır hem en, ama biç: de umduğu manzarayla karşılaşmaz. Çünkü
dostunun gözünde düşmanca bakışlar görür ve “Benimle dost kalmak istiyorsan sakın
bir
lO
daha benim vaftizimle ilgili şaka
yapma," diye azarlan ı r bir de. Donakalır Augustinus,
ne diyeceğini bilemez. Eski sorular yeniden üşüşür zihnine. Ne olmuştur
vaftizle? Ne yazık ki sorularına yanıt bulamadan, canından çok sevdiği dostunu
kaybeder. Bu olay onda büyük bir üzüntü yaraiır, gözyaşları sel olur akar,
hiçbir şeyle teselli olmaz, doğduğu şehir onun için işkence odasından farksız
bir görünüm alır. insanların ölümlü olduğunu unutup onları insandan başka bir
şeymiş gibi sevmek ne delilik!? Ama Augustinus bunun bir delilik olduğunun çok
sonradan farkına varacaktır. Kalkar gider hemen o şehirden, Kartaca’- ya döner.
Zaman acısına merhem olur, yeni edindiği dostlar sayesinde yarasını yavaş yavaş
iyileştirir. Bu yeni dostlar, daha önce tatmadığı birtakım duygulan tattırır
ona. “Oturup
sohbet etmek mesela, birlikte gülmek, karşılıklı yardımlaşmak, birlikte kitap
okumaktan zevk almak, birlikte gülüp eğlenmek, birlikle ciddileşmek, nefrel
uyandırmamaya dikkat ederek sanki kendi kendinizle konuşuyormuşçasına ara sıra
tartışmak, nadir de olsa yaşanan fikir ayrılıklarında orla yolu bulabilmek,
birbirimize yeni bir şeyler öğrelmek, birbirimizden yeni hir şeyler öğrenmek,
birisi bir yere gilli mi sabırsızlıkla yolunu gözlemek, geldiğinde de onu
sevinçle karşılamak’,» diye tanımlar içten hissettiği bu
duyguları. Ama o daha derin duygulan yaşamak ve dostlarıyla paylaşmak
peşindedir. “Güzel nedir" diye sorar dostlarına bir
ara. Sevdiği nesnelerde onu cezbeden, büyüleyen nedir? Nesnelerin
biçimlerindeki bütünlüğü keşfeder o anda, bir nesnenin başka bir şeye gayet
güzel uyd.uğunu keşfeder, yani güzelliği ve oranı keşfeder; bedenin bir
kısmının bütünüyle uyumuna hayran olur. Bu duygu yoğunluğuyla Güzellik
ve Oran adında, sonradan kaybolan bir kitap kaleme
alır. Güzellik ve oranı keşfetmiştir, ama maddi [7]
[8]
şekillerin güzelliğini ve oranını.
Tanrı'mn yarattığı o muhteşem eserin güzelliğini ve oranını idrak edecek zihin
aşamasına ermesi için daha c.;ok yol kat etmesi gerekmektedir; o sıralarda
yirmi dokuz yaşındadır ve hala Tanrı’yı aramaktadır.
Manici piskopos
Fausıus’un Kartaca'ya geleceği duyurulur; Manici- Icrin dediklerine göre
bilgisine, belagatinc hayran olunası bir adamdır. Augustinus o andan itibaren
yolunu bekler Fausıus’un; bir an önce onunla konuşmak, sorulardan yumak olan
zihnini onun ışığıyla ilmek ilmek açmak ister. Üstelik yaşamının o döneminde
iyiden iyiye varlık prob lc mine d al ıp gitmiştir. Işte nihayet Taustus geli
r; ilk bakışta samimi bir iıısan izlenimi bırakır Augusı inus'ta, konuşma
tarzı da saiıiden çok lıoştur. Ama ya konuşmasının içeriği! Dikkat edildiğinde
Manici- lerin lıcr gün kü masallanııdan pek farkı yoktur anlattıkları ııın, tck
lark bu ıııasallan inceliidi bir üsluba sararak anlatmasıdır. “Bilgelik ve buılcıhılıh /resin
değeri yüksek
ya da
besin değeri hiç olmayan yiyecekler gibidir; parlak ifadelerle de dile
gelebilirler, parlak olmayan ifadelerle de, yani bunları işlemeli tabaklarla da sunarsınız,
basil çanak çömleklerle de, kısacası her iki yiyeceği her iki tabakta da
sunabilirsiniz,”9 der Augusı i- nus; sahiden de
Faustus'un yaptığı tam da budur, yani o budalalığı işlemeli bir tabakla
sunmaktadır.
Faustus da yanıt
veremez Augustinus'uıı içinden doğru yükselip zihnini bulutlara saran inanç:
arayışına. Annesinin rızası olmadığı halde kalkar gider Roma'ya. Orada retorik
dersleri verecektir artık. Etraftan duyduklarına bakılırsa, Karıaca'daki gibi
öyle başına buyruk öğrenciler yo kt ur orada, hiçbiri öyle kalasına estiği an,
paldır küldür sınıflara dalmamaktadır. Bu huzursuzlukları yaşamayacak olması,
Au- gustinus’un Roma'da öğretmenlik fikrini benimsemesinde büyük rol oynar. Ama
düşündüğü gibi olmaz, çünkü Roma’daki öğrenciler öğretmenlerinin parasını
ödememek için anında işbirliği yapıp başka bir öğretmene geçiveren, verdikleri
sözlerden kolayca cayabilen, para aşkı için adaleti bile hiçe sayabilen
kişilerdir. 1 0 Roma’da neredeyse ölümle burun buruna geldiği
şiddetli bir hastalığa yakalanır Augustinus, ama sonunda annesinin duaları
sonucunda kurtulur. Hastalıktan kurtulur, ama Roma'da da Manicilerin tuzağına
düşer; üstelik o sahte öğretiyle bir adım daha öteye gidemeyeceğini bile bile;
her şeyden kuşkulanmak gerektiğini, bir insanın hiçbir şey hakkında kesin bir
bilgisinin olamayacağını söyleyen Akademiacı filozofların bile daha iyi
olduğunu düşünecek kadar onlardan nefret ettiği halde.
O dönemde Roma valiliğine, Milana'da retorik
öğretmeni açığı olduğu ve acilen bu konuda yetkin birinin arandığı haberi
ulaşır. Romalı vefasız öğrencilerden ve Manici budalalıklardan zihni iyiden
iyiye karmaşıklaşan Augustinus hiç düşünmeden göreve talip olur ve vali
tarafından Milano'ya gönderilir. Dünyalar iyisi bir insanla karşılaşır orada,
Tanrı'nın aziz kullarından piskopos Ambrosius’la. Kilise’den tam anlamıyla umut
kestiği bir anda Ambrosius’la karşılaşması ve ondan ruhun kurtuluşuyla ilgili
dinlediği vaazlar onun için yaşamının en büyük sürprizlerinden biri olur. Ah,
bir de zihnini bu vaazların bela- gatinden öte, içeriklerine daha çok
verebilse; nasıl söylediğinden öte neler söylendiğine daha dikkat edebilse!
Yine de hiç farkında olmadan Ambrosius sayesinde adım adım kurtuluşa
yaklaşmaktadır. Annesi o dönemde yanına, Milana’ya gelir. Augustinus dertlidir,
onca yıldır Manicilere bağlanmış olmanın hayal kırıklığı içindedir, ama ruhunun
İTİRJ\FLAR
Katolik inancına hâlâ direnç göstermesini
de anlayamamaktadır; zihni bütün bu huzursuzluklarla perperişandır. Annesi
yanına geldiğinde, tanı anlamıy la dinsel b ir bunalım yaşamaktadır. Annesine
ilk defa artık bir Manici olmadığını, ama henüz bir Hıristiyan Katolik de
olmadığını söyler. Ambrosius'un Kutsal Kitaba getirdiği yorumlan dinlemekten
de bir an olsun geri durmaz. Kutsal Kitapta yazı lanla rı kelimesi kelimesine
alıp değerlendirmemek, tersine her bir kelimenin arkasındaki derin anlamı
yakalama k gerekt iğini öğrenmiştir artık, bu yüzden onu artık başka bir gözle
yeniden ve hak ettiği şekilde okumaya başla- ım:;nı\ Katolik öğretisinin
insanlardan kamllanmayacak şeylere bile inanmalarını öğütlemesi ve belki de
bazı şeylerin asla kanıtlanamadan kalacağı m açık ve seçik olarak dile get
irmesi Augustinus'u çok etkilemiş ir; Manicilerin sahtekarlıklarından,
yalanlarından eser yoktur bu ııgrciide. Augustinus zihinsel bir devrim yaşar
adeta, başlangıçta olduğu gibi insan biçimli hir Tanrı hayal etmiyordur artık,
ama ne var ki lıala güzlerinin görmediği bir varlığı da lıayal etmekten
acizdir. “Yüreğim OyIc yağlammşlı lıi, kendimden hile öyle bihaberdim ki, belli
bir mekânla sınırlı olmayan, yani bir mekâna yayılmamış, toplaşmamış ya da
genişlememiş veya bu lür Özellikleri olmayan yu
du
olamayan herhangi bir şey bana göre lam lıir hiçlikli. Çünkü gözlerim bu tür
şekiller görmeye alışkındı, yüreğim böyle imgeleri seçebiliyordu ve ben bütün bu
görüntüleri oluş- lurmamı sağlayan zihinsel gücümün bunlardan
çok farklı bir şey olduğunu ve bu gücün çok dalıa
büyük hir şey olmamış olsa bütün bıı şekilleri ve bu imgeleri oluşlummayacağım
idrak edemiyordum,"1! diye yakınarak bu
acizliğini dile getirmeye çalışıyordu. Bu arada kötülük problemi de zihnini
lazlasıyla meşgul eder olmuştu; çünkü üstün İyi olan bir Var-
lıktan, Tanrı’dan kötülüğün nasıl
çıktığını, kötülüğe neyin neden olduğunu bir türlü çözemiyordu. “işte
Tanrı, işte Tanrının yarattığı âlem. Tanrı iyidir ve mutlak anlamda, tamamıyla
yarattıklarından üstündür. Tanrı iyi olduğundan yarattıkları da iyidir. Işte
bak nasıl da yarattıklarını çepeçevre sarıyor ve onları dolduruyor. Öyleyse
kötü nerede, nereden kaynaklanıyor, yarattıklarına nereden giriyor?”]2 diye
sorup duruyordu. Platon'un kitapları ile Kutsal Kitapta yazılanları
karşılaştırarak okumaya başladı sonra. Tanrı Sözünün bedenlenip insanlar
arasında insanlar gibi yaşamaya başladığını keşfetti; İsa'yı anladı sonra, onun
sıradışı ahlakını, uysal ve mazlum kalbini. Platon'un öğretilerini içeren
kitaplar sayesinde, Tanrı'yı ararken kendi benliğinin derinlerine dönmesi gerektiğinin
farkına vardı. Döndü de ve orada henüz Lam olarak anlam- landıramadığı bir ışık
gördü. Gönül gözüyle gördü bu ışığı; bildiği türde büyük bir ışık değildi bu,
hani pırıltısı gitgide artan ve her yeri olanca parlaklığıyla kaplayan türde.
Yok, öyle bir ışık değildi bu, onun görüp bildiği bütün ışıklardan çok, ama çok
farklıydı. Çünkü bu ışık ezeli ve ebedi Hakikatin Nuruydu. Varlığın en alt
kademesine çevirdi sonra gönül gözünü, temaşa etmeye başladı alemi ve yaratılan
hiçbir şeye kusur bulunulamayacağmı gördü; sadece İsa'nın yolunun ruhu
kurtuluşa erdireceğini de gördü.
Zincirlerinden kurtulma
aşamasındayken bir akıl hocasına ihtiyaç duydu. Dönemin Milano piskoposu
Simplicianus derdine çare olabilirdi, bu yüzden hemen onun yanına koştu.
Ambrosius’un vaftiz babasıydı Simplicianus. Romalı ünlü hatip Victorinus'un,
laf cambazlarının işi olan hitabeti nasıl terk edip, bebeklerin diline bile
belagat katan Tanrı Sözüne girdiğini anlattı Simplicianus ona. Sonra bir hikaye
daha anlattı
böyle ve Augustinus bu hikâyede bir anda gönlün derinlerine dolan bir hisle
bütün malı mülkü dünyevi yaşamda bırakıp çırılçıplak Tanrı’mn huzuruna çıkan
insanlar olduğunu öğrendi. Onlar gibi olmak için yanıp tutuşmaya başladı,
çünkü ancak öyle bir ruh haline kavuşursa, dünyanın sıradanlıklarmdan
avareliklerinden ve zihnini kaygılara sevk eden ayrıntılı sorulardan
kurtulacağım, ezeli ve ebedi Hakikati açık ve seçik olarak görebileceğini
anladı. Ama ah o alışkanlıkları! Kamçı gibi vuruyorlardı ruhuna, bizi
bırakma diye veryansın ediyorlardı. Karar verdi, tek başına çekildi
kaldığı evin bahçesine. “Deliriyordum, ama aklımı başıma
getirecek şekilde; ölüyordum, ama yeniden doğacak şekilde”[9] dedi, o
bahçede yaşadığı ruhsal bunalımı tanımlamak için. Derin bir tefekküre daldı
sonra, daldığı anda da ruhundaki bütün bedbahtlığı söküp attı. Bir incir
ağacının altına çekildi sonra, imanın doğum sancısı hıçkırıklara boğdu gönlünü,
gözyaşları sel gibi boşandı yanaklarından. Ardından bir sesle irkildi aniden,
yandaki evden gelen, bir çocuğun şarkı söylemesini andıran bir sesle. “Al oku,
al oku,”[10] diyen bir
sesti bu ve sürekli aynı şeyi tekrarlamaktaydı. Hıçkırıklarını susturdu, ayağa
kalktı ve sesi dinleyip Kutsal Kitabı açtı ve tesadüfen gördüğü bir satırı
okumaya başladı. “Git, varını yoğunu sat, yoksullara
ver, göklerdeki hazine senin olacaktır; haydi gel, beni izle,”[11] yazılıydı o
satırda. Evet, tanrısal bir seslenişti bu, bir uyarıydı; bir vahiydi ve o an
Augustinus hiç tereddütsüz hak yoluna girdi. Annesine de bu müjdeyi vermekte
gecikmedi.
Eski
Ahit’teki Mezmurlar, Yeni Ahit’teki Paulus’un Mektupları onun adeta başucu kitapları
oldu. Bu kitaplarla Tanrı’nm iyiliğine, iyi olarak yarattığı âleme şükretti, bu
kitaplarla ruhani dünyasını zenginleştirdi ve ebedi istirahata çekileceği ana
kadar olan yaşam yolculuğunu bu kitapların kılavuzluğunda sürdürdü. Hitabet
öğretmenliğinden ayrıldı, hemen ardından annesini, oğlunu ve yakın
arkadaşlarını da yanma alarak Verecundus adlı bir dostunun Cassiacum’daki
çiftlik evinde inzivaya çekildi. Tanrı’nm hasretinden iç çekerek, Kutsal
Kitabı okuyarak geçirdiği bu dönem ruhunun olgunlaşmasına yardımcı oldu. Ardından
yine dostlarıyla birlikte Afrika’ya dönüp, aynı evi paylaşma kararı aldı ve
yola çıktı. Ostia’ya geldiklerinde annesi hastalandı ve öldü. Tarifsiz bir acı
sardı dalga dalga Augustinus’u; teselliyi annesinin, “Hiçbir yer Tanrı’dan uzak değildir, korkmama hiç gerek
yok, dünyanın bir ucunda da olsam O beni bulacak ve diriltecektir”
şeklinde son sözlerinde aradı.[12]
Zamanla iyileşti yarası, en büyük dayanağı artık sadece imanıydı. Çünkü
gönlündeki bütün niyetleri bildiğine inandığı Tanrısına duyduğu aşkla yaşam
yoluna devam etmek, Ona yükselinceye ve Onda dinleninceye kadar, insanın ölümlü
doğasını ve bu doğanın vereceği acıları sineye çekmek zorundaydı.
Ama
Tanrısına duyduğu aşk nasıl bir şeydi? Gökyüzü, yeryüzü, her yer, her şey ona
Tanrı’ya âşık olmasını söylemektedir. Ama bu aşk nasıl bir şeydir. Bu aşk
tensel bir cazibeye, geçici bir güzelliğe, göz kamaştıran parlak bir ışığa,
çiçeklere, esansların, baharatların baygın kokusuna ya da bunların benzeri
hiçbir şeye benzememektedir. Tanrı’ya
I
aşk, ruhun
mekânla sınırlı olmayan iç benliğindeki hiç sönmeyen ışığa, zamanın
dağıtamadığı sese, rüzgârın dağıtamadığı bir rayihaya, yendikçe tükenmeyen
ekmeğe, doydukça kenetlenen kucaklaşmaya âşık olmadır.[13]
Âşık olduğu Tanrı’nm, diğer canlılarda olmayan bir ye-
Lide bulunması gerekliğini düşünür sonra
ve ilkin hafızasının geniş ovalarına dalar. Evet, her şey oradadır işte;
düşünceye konu olan ne varsa orada saklıdır. Her biri sanki gizli odalarına
saklanmış, çağrılmayı beklemekledir, çağrıldıkları anda da hemen kapısına
üşüşüver- mckledir. “Hafızanın gücü büyük, akıl almayacak kadar büyük Tanrım,
hafıza uçsuz bucaksız, sonsuz bir derinlik. Onun dibine dalan biri olmuş mudur
acaba? İşle bu giiç benim zihinsel gücüm ve bana doğanın bir arma- ğatıı,"iH
der Auguslinus, insanoğluna bahşedilen bu ycliyi laııımlarken.
Evet, Auguslinus
Hakikati hafızasında bulmuştur ve Onu bulduğu anda Tanrı'yı da, Mutlu Yaşamı
da, Hazzı da bulmuştur. Şöyle der: “ilakikali ilk öğrendiğim
andan ilibaren onu hiç umulmadım. Demek ki seni ilk öğrendiğim andan itibaren
hafızamdasın ve ben seni hatırlayınca ve sertin lıazzma varınca seni orada
buluyorum.”'1’
Auguslinus İlakikali
bulduktan sonra, yaşamının dümenini artık bambaşka bir yola çevirir ve dünya
halinin ayartıcı etkilerinden lck tck arınmaya haşlar, bedenine karşı müthiş
bir savaş başlatır. Oburluğa karşı Mıücaddc eder, hoş kokuların albenisine
karşı mücadele eder, kulağına gelen hoş scsiere karşı mücadele eder, gözlerini
kamaştıran lıazlara karşı mücadele eder ve meraka, kibre ya da kendini beğenmişliğe
karşı mücadele eder. Nasıl mücadele etliğini de her ayrıntısına kadar Tanrı'ya
itiraf eder.
Ama Tanrı zaten bu
iıirallarını bilmiyor mudur? Ezcli ve ebecli zaman Taıırı'nm olduğuna göre,
Tanrı zaman içinde olup bilenleri zaten görmüyor mudur? İtiraflarının en önemli
konusu belki de işle bu zaman prohlemidir. Iliraflar'm XI.
kitabının içeriğini oluşturan zaman
18
Auguslinus, Con/cssioncs, 10.8.15.
19
Auguslinus, Confcssioncs, 10.24. 35.
sorununu, Augustinus yine zihnini ince
ince işleyerek çözmeye çalışır. Bu kitap zamanı incelerken, bir yandan da Eski
Ahil’in Yaratılış Kita- bı'nda yazılanlar hakkında yorumlamalara
girişir ve Augustinus İtiraf- lar'ının son iki kitabında bu yorumlamalarını
daha da derinleştirir. Bu yorumlamaları yaparken de zaman zaman,Tann’nın göğü
ve yeri yaratmadan önce, yani yaratılışının başlangıcından önce ne yaptığını
soranlara açık, kesin yanıtlar vermeye çalışır. Tanrı'nın zamanı aşkın bir
varlık olduğunu, Varlığın kendisi olduğunu ve Onun için ne gelecek ne de geçmiş
zaman olduğunu, her şeyin şimdide gerçekleştiğini tumturaklı bir dille, bir
dolu mecazla öre öre anlatmaya çalışır. Bu yüzden hafıza konusunun anlatıldığı
X. kitap da dahil olmak üzere son dört kitap hem edebi, hem felsefi hem de
ilahiyat açısından son derece önemli bilgiler veren bir hazinedir.
Augustinus zamana
yazgılı bir varlık olan insanın görüşü ve anlayışı ile Tanrı'nın zamana aşkın
doğası, görüşü ve anlayışı arasındaki farkı güçlü bir belagatle sunar eserinde
ve mükemmelleşme çabasındaki insan ruhunun her şeyden önce bu farkı idrak
etmesi gerektiğini defalarca, altını çizerek vurgular. Mükemmelleşme yolculuğu
Tanrı’nın insandan tek beklentisidir. Çünkü O sadece insanoğlunu kendi suretinde
ve kendine benzer yaratmıştır ve onu yarattığı andan itibaren de kendine
dönmesini beklemektedir. Mükemmelleşme büyük bir sırdır ve bu sırrın anlamını
bir insan bir başka insana anlatmaktan acizdir. Bu sır sadece Tanrı'nın kapısı
çalınarak dilenecek ve anlamına vakıf olunacak bir sırdır ve Augustinus'a göre
Tanrı’nın kapısını çalan insana o kapı mutlaka açılacaktır.
Augustinus’un ilk kez
Lalinceden Türkçeye çevrilen Confessiones (İtiraflar)
adlı eseri için temel olarak üç edisyonclan yararlanılmıştır. Metnin
çevirisinde Latince yazılını benimsenmiş olmakla birlikte, kimi modern ülke ve
kişi adları ile Tevrat, ya da Incil'de geçen kişi ve yer adlarının Türkçe'deki
kullanımı tercih edilmiştir. Dipnotlarda, antik- çağ yazarlarından yapılan
alıntılarda, başka türlü belirtilmedikçe, Lo- ch Classical Library temel
alınmıştır.
Metnin Çevirisinde Kullanılan Latince Edisyonlar:
1.
Augustinus 1 lipponcıısis, Confessiones, J.
P. Migııc (cd.) Patro- logia katina, Vol. 32, Parisiis, 1841.
2. S. Aurclii Augustiııi Con/cssioncs, J.
H. Parker; j.G. ct F. Riviııg- toıı (tr), Loııdini, 1838.
3. Augustinc, Confessiones, ll Voluıııcs, William
Watts, llarvard Uııiversity Press, l.ocb Classical Library, 2000.
Kitapların Bölüm Başlıkları için Yararlanılan Edisyon:
S. Aurdii Augustiııi Confessiones, J.
11. Parker; J. G. et T. Riviııgton, Loııdiııi, 1838.
Metnin Yorumlanmasında Yararlanılan Kaynaklar:
1.
Cari G. Vauglıt, Access lo
Gocl in Augusünc’s Confcssions, Books X-X/ll, State University of
New York, Ncw York, 2005.
2.
Cari G. Vaught, U.ncounlers
wilh God in Augusline’s Confessions, Books VH-JX, Slale
University of New York, New York, 2004.
ÇEVİRİ YÖNTEMİ
3. Cari G. Vaught, The Journey toward God in Augustine’s
Confessi- ons, Books I-VI, State University of New
York, New York, 2003.
4. Saint Augustine, Confessiones, Henry
Chadwick (tr.), Oxford World's Classics, Oxford, 1998.
5. Saint Augustine, Confessiones, R.
S. Pine-Coflin (tr.), Penguin Books,London, 1961.
6.
Augustine, Confessions,
Books I-IV, Gillian Clark (ed.), 1998.
Çeviri kitabımızın
gerek son okumasında yerinde uyarılarıyla gerekse yayım aşamasında gösterdiği
özverili çalışmalarıyla emeklerini esirgemeyen Yayın Yönetmeni Sn. Mustafa
Küpüşoğlu'na ve Kabalcı Yayınları’nın sahibi Sn. Sabri Kabalcı'nın şahsında
yayımda emeği geçen tüm kültür dostlarına öncelikle içten teşekkürlerimi sunar,
2010 yılında 5. yaşım kutlayan llumanilas dizimizin
genç klasik lilologlarca sonsuza dek yaşatılmasını temenni ederim.
Ortaköy, 2010
Çiğdem Dürüşken
ONÜÇKİTAP
1. BÖLÜM
Tanrı'nın çağrısıyla aşka gelip
Onu övmek istiyor.
1.
Çok yücesin ya Rab ve yüce
övgülere layıksın; kudretin yüce, bilgeliğin uçsuz bucaksız.[14] Yarattıklarının bir parçası
olan bu insan2 seni övmek istiyor. Bu insan ölümlü mührüyle
damgalı, kendi günahına şahadet ediyor ve senin kibirliierin karşısında
olduğuna şahadet ediyor.3 Buna rağmen bu insan yarattıklarının bir parçası
olduğundan seni övmek istiyor. Onu davet eden sensin, seni överek mutlu olacağını
biliyorsun. Çünkü sen bizi kendin için yarattın ve kalbimiz sende ebcdi
islirahate çekilene kadar huzur bulamayacak Ya Rab, ilkin sana yakar malı
mıyım, yoksa seni övmeli miyim; seni bilmeli miyim, yoksa sana yakarmalı mıyım,
n’olur bana bunları bilme ve anlama gücü ver. Ama seni bilmeyen biri sana
yakarabilir mi? Çünkü seni bilmeyen biri senin yerine bir başkasına da
yakarabilir. Yoksa seni bilmek için ilkin sana yakarmak mı gerekir? Ama sana
inanmayanlar nasıl yakarabilirler? Ya da bize vaaz edilmeden sana nasıl
inanılabilir?4 Sadece Tanrı’yı arayanlar onu övebilirler.5 Çünkü arayanlar onu
bulur ve bulanlar onu över. Sana yakararak seni arayacağım, ya Rab; ve sana
inanarak sana yakaracağım. Çünkü seni bize bildiren bir vaizimiz var. Ya Rab,
sana olan inancımla sana yakarıyorum, bu inancı bana sen, senin vahyinin
elçisi ve bir insan olan Oğlun aracılığıyla bağışladın.
2.
BÖLÜM
Kendi içindeki Tanrı'ya
yakarırken
asi ında Tanrı' daki kendisine sesleniyor.
2. Tanrım, sana nasıl
yakaracağım, Rab olan Tanrım? Cüııkü sana yakardığımda bendeki sana yakarmış
olmuyor muyum? lçinıde nasıl bir yer var ki Tanrım oraya gelebiliyor? Nasıl bir
yer ki burası, göğü, yeri yaralan Tanrı oraya gelebiliyor? Sahiden böyle ıııi,
Rab olan Tanrını, sahiden içimde seni alacak bir yer ıııi var? Sahiden şu ya
ran ığın ve içinde de beni yarattığın yer ve gök, seni içine alabilir ıııi?
Yoksa sensiz hiçbir şey var olamayacağına göre, sen bütün bu varolanların
iciııde ıııisiıı? Eğer öyleyse, ben de varolduğuma göre, niçin bana gelmeni
istiyorum? Çünkü sen bende değilsen ben nasıl varolabilirim? Çünkü hcıı öteki
dünyada deği l i m, ama seıı aynı zamanda oradasın; hen öteki dünyaya iııscm de
serı yine orada bulunacaksın.[15] O halde Tanrım, sen bende
olmasaydın ben de asla olamazdım. Her şeyi yaratan, lıcr şeye vasıla olan ve
lıer şeyin yöneldiği sende olmasam ben nasıl var olurdum?[16]
İşte bu, ya Rab, sorumun doğru yanıtı işle hu. Aıııa bcıı şendeysem sana nasıl
yakaracağım? Ya da sen nereden bana geleceksin? Çüııkü sen şöyle dedin: “Yeri
ve göğü dolduran hen değil miyim?"[17]
Öyleyse ben nasıl yerin ve göğün dışına çekilebilirim ki, sen oradan bana
gclebilcsin?
3.
BÖLÜM
Tanrı her yeri bütün varlığıyla
doldurur,
ama hiçbir şey Onun bütün varlığını içine alamaz.
3.
Sen göğü ve yeri
dolduruyorsan, peki onlar seni içlerine alabilir mi? Alamıyorlarsa o zaman sen
onları dolduruyor ve biraz taşıyor musun? Eğer öyleyse, sen göğü ve yeri
doldurduğunda senin kalan kısmın nereye taşıyor? Yoksa herhangi bir şeye
sığmana gerek yok mu, her şey senin kendi içinde ve sen onları içine alarak
doldurduğuna göre? Onlar birer sürahi değil ki seni hiç dökmeden
tutabilsinler; onlar kırılıp parçalansalar bile sen hiç dökülmüyorsun[18] Bizim üzerimize dökülsen bile
akıp gitmiyorsun, tersine bizi kendine çekiyorsun; dağılmıyorsun, tersine bizi
bir araya getiriyorsun. Sen her şeyi dolduruyorsun, aııta acaba bütün
varlığınla mı dolduruyorsun? Yoksa yarattığın her şey seni bütünüyle
alamayacak kadar küçük de, senin ancak bir kısmını mı içine alabiliyor? Peki o
zaman, bu kısmını hepsi aynı anda mı içine alıyor? Yoksa farklı şeylerde farklı
kısımların mı var, yani büyük şeylerde senin büyük bir kısmın, küçük şeyler de
küçük bir kısmın ını var? Eğer öyleyse senin bir kısmın büyük, bir kısmın küçük
mü? Yoksa sen aynı anda her yerdesin de, tek tek şeyler seni bütün varlığınla
içlerine alamıyor mu?
4.
BÖLÜM
Tanrı'nın
yüceliği ve üstün vasıfları kelimelerle ifade edilemez.
4.
O halde Tanrım sen nesin?
Soruyorum, benim Rabbim değil de nesin? Yani Rab, Rab’dan başka kim olabilir?
Ya da Tanrı, Tanrıdan başka kim olabilir?ıo Sen en yüce olansın, en iyi, en
yetkin olansın, her şeye gücü yetensin, en merhametli ve en adil olansın; en
gizli ve cıı acık olansın;’1 en güzel, en cesur, en durağan olansın,
ama asla idrak edilemeyensin; hiç değişmeyen, anıa her şeyi değiştirensin; her
zaman yeni, hiçbir zaman eski olmayansın; her şeyi gençleştiren, ama lıiç lark
etıinnedeni2 ki birli l ere yaşlılık verensin; her zaman
çalışan ve lıcr zaıııaıı dinlenensin; her şeyi kendinde toplayan, ama hiçbir
şeye gereksinim duymayansın; bize dayanak olan, bizi dolduran ve koruyansın;
yaratan, besleyen, olgunlaştıransın; hiçbir şeyin eksik değil, aıııa sen lıep
isi iyorsun.[19] [20]
[21] [22]
[23] [24]
[25] [26]
Seviyorsun, ama tutkuya kapılmıyorsun; kıskanıyorsun, aıııa kurumu yapmıyorsun;
pişmanlık duyuyorsun, ama acı çcknıiyorsun;i4 öfkeleniyorsun, ama dinginsin;
yarattığın eserler binbir çeşit, ama amacın bir ve aynı; hiç y i tir m em iş
olduğun lıalde bulduğun her şeyi hemen alıyorsun;i5 asla muhtaç değilsin, ama
kazanmaktan keyif alı yorsun; taınahkâr değilsin, ama fazlasıyla a l ıyor-
sun.n1 llize borçlu kalman içiıı sana her şeyi cömertçe veriyoruz,’7
ama hangimiz sana ait olmayan bir şeye sahibiz? Hiç kimseye horcun yok, ama
borçlarını ödüyorsun;[27] borçlarımızı affediyorsun, ama
bu yüzden hiçbir şey yitirmiyorsun. Yine de bu söylediklerim seni anlatmaya
yeter mi ey Tanrım, Yaşamım, benim kutsal Sevincim? Senden söz etmeye kalkan
bir insan, senin hakkında ne diyebilir ki? Ama yine de senden hiç söz
etmeyenler ne zavallı, vay onların haline! Çünkü dilleri var, ama dilsiz
gibiler.[28]
5.
BÖLÜM
Tanrı'nın sevgisini kazanmayı ve
günahlarının bağışlanmasını diliyor.
5.
Kim sende huzur bulmamı
sağlayacak? Seni benim kalbime kim getirecek, kim bu kalbi mest edip yaptığım
kötülükleri bana unuttura- bilecek ve seni biricik iyiliğim olarak kucaklamama
neden olacak? Benim için anlamın ne? Merhamet el ki konuşabileyim. Ben senin
için neyim ki bana seni sevmemi buyuruyorsun, ben kimim ki seni sevmezsem,
bana kızıyorsun ve beni büyük acılara salacağım söyleyip tehdit ediyorsun?
Zaten seni sevmiyorsam, bu az bir acı mı? Vah bana! Sen benim için ne anlam
ifade ediyorsun, n’oltır bütün bağlayıcılığınla söyle Rab Tanrım.[29] Ruhuma şunu söyle: “Senin
kurtuluşun benim!” Söyle ki duyabileyim. İşte ruhumun kulağı sende, ya Rab.
Onu aç ve ruhuma şöyle de: “Senin kurtuluşun benim!” Bu sesin ardından
koşacağım ve seni yakalayacağım. Yüzünü benden saklama: ölmemek
i çin öleyim ki seni görebileyim.
6.
Ruhumun evi senin
giremeyeceğin kadar dar; lütfet, genişlesin. Harabe halde; onar. Gözüne hoş
gelmeyecek şeylerle dolu; itiraf ediyorum, biliyorum. Ama onu kim
temizleyecek? Senden başka kime şöyle haykırayım: Ya Rab, bilmeden işlediğim
günahlarımı affet, beni kölen olarak kabul el ki başka günahlara girmeyeyim.21
İnanıyorum, bu yüzden bunları söylüyorum, ya Rab, sen biliyorsun. İstemeden de
olsa işlediğim günahları sen önceden bilmiyor muydun Tanrım? Bu yüzden sen
kalhimdeki sadakatsizliği kovmadın mı?22 Bunun yanıtını
seninle tartışmak benim haddim değil,[30]
[31] [32]
[33] [34]
çüııkü sen Hakikatin ta ken- disisin, bu yüzden kcndinıi kandırmak istemem,
çünkü kötü niyetim sana yalan söyleyebilir.24 Bu yüzden vereceğin
yanıtı seninle tartışmak bcııinı haddim değil. Ya Rab, eğer sen bizim kötü
niyetlerimiz i bir yere yazmışsan, kinı buna karşı çıkabilir Tannm?25
6. BÖLÜM
Bebekliğini anlatıyor; Tanrı'nın öngörüsünü
ve sonsuzluğunu övüyor.
7.
Izin ver, merhametine
sığınıp seninle konuşabileyim; toprak ve külden ibaret bir varlık olsam da ben,
yine de izin ver seninle konuşabileyim. Çünkü ben senin merhametinle
konuşuyorum, beni alaya alacak herhangi bir insanla değil. Belki sen de
güleceksin bana, ama sonunda insafa geleceksin ve bana merhamet edeceksin.[35] Çünkü seninle konuşmak
istediğim konu şu, Rab Tanrım: ben nereden geldim, bilmiyorum; bu yaşamıma
ölümle sonlanacak bir yaşam mı denmeli, yoksa yaşamla sonlanacak ölüm mü,
bilmiyorum. Ben et ve kandan oluşan bir varlık olarak dünyaya geldiğimde, sen
beni merhametinden kaynaklanan nice nimetle karşıladın. Beni babamdan aldın ve
geçici bir süre annemde tutup biçim verdin. Bunları anne babamdan işittim,
çünkü ben o dönemle ilgili hiçbir şey hatırlamıyorum. Demek ki benim için ilk
nimet insan sütüydü, ama ne annem ne de sütannelerim memelerini kendi
kendilerine sütle doldurmuştu. Senin kurduğun düzene ve bütün yarattıklarının
en küçük zerresine kadar yaydığın zenginliğe bakılırsa, demek ki onlar
aracılıyla beni bebekken besleyen sendin. Hatta öyle cömertçe veriyordun ki,
senin verdiğinden fazlasını istemiyordum. Üstelik beni besleyenlere
bahşettiğin sütü, onlar bana senin sayende isteyerek, seve seve veriyordu.
Çünkü onlar senin kendilerine cömertçe bahşetıiğin bu sütü, senin emrettiğin
gibi bana şefkatle vermeye can atıyordu. Çünkü onlardan bana gelen iyilik,
kendilerinin iyiliğinden kaynaklanıyordu. Ama bu iyilik bana doğrudan doğruya
onlardan değil, onlar aracılığıyla geliyordu. Çünkü bütün iyilikler senden
gelir Tanrım; benim bütün esenliğim Tanrımdan gelir.[36]
Sonradan idrak ettim ki, sen hem içimi, hem dışımı bunca nimetle doldurarak
bana sesleniyordun. Oysa o yıllarda tek bildiğim meme emmek, karnım doyunca
yatmak, karnım acıkınca ağlamaktı, başka bir şey bilmiyordum.
8.
Sonra gülmeye başladım;
ilkin uykumda, sonra uyanıkken. Böyle yaptığımı bana başkaları söyledi, sonra
baktım ki başka bebekler de aynısını yapıyor, o zaman onlara inandım, çünkü ben
o yıllara ilişkin hiçbir şey hatırlamıyorum. İşte böyle yavaş yavaş nerede
olduğumu anlamaya başladım. Ama isteklerimi yerine getirecek olan insanlara bu
istek leri nasıl anlatacağımı henüz bilmiyordum; çünkü bu istekler benim içim
deydi, oysa bu istekleri yerine getirecek olanlar benim dışımdaydı ve onların
benim zihninıc girmelerini sağlayacak bir yetileri yoktu. Bu yüzden ellerimi
kollarımı çırpıyor, birtakı m sesler çıkartı yordum. Bu işaretlerle derdimi
anlatmak istiyordum, ama bu işaretlerden sadece birkaçı anlaşılabiliyordu, ne
demek istediğimi bir türlü doğru dürüst anla- tamıyordum. Ama ya
anlamadıklarından ya da bana zarar gelmesinden korktuklarından, bazen
isteklerimi yerine getirnıiyorlardı, işte o zaman hana itaat etmediler diye
büyüklerime, bana kölelik etmediler diye başka insanlara[37]
öyle kızıyordtını ki, ağlayıp gözyaşı dökerek onlardan intikam al maya
kalkıyordum. Bebeklerin neden böy le davrandıklarını sonradan onları izle ye i
z ieye öğrend im, yani onlar bana hiç: farkında olmadan, benim de hebekkeı ı
aynı şekilde davrandığımı öğretmiş oldular, halta beni kendilerinden daha lazla
tanıyan dadılarımdan da çok.
9.
İşle hak bebekliğim çoktan
öldü, ama ben hâlâ yaşıyorum. Sense ya Rab, her zaman yaşıyorsun ve sende
hiçbir şey ölmüyor. Çünkü sen bizim çağlarımızın öncesinde de vardın, hatta
önce denebilecek ne varsa hepsinden önce vardın ve sen yarattığın her şeyin hem
Tanrısı hem de Rahhisin. Sonsuz olmayan her şeyin nedeni sendedir, değişime
yazgılı ne varsa hepsinin değişmez temelleri sendedir. Akıl sahibi olmayan ve
zamana bağl ı olan her varlı ğın sonsuz nedeni sen dedi r.[38]
O halde önünde diz çöküp yakaran, senin merhametine ihtiyacı olan şu kuluna
söyle ey Tanrı; söyle, acaba bebekliğimden önce ölmüş olan başka bir yaşan-
tım var mıydı ve eğer varsa onu
annemin rahmindeyken mi geçirdim? Çünkü bu konuda kulağıma bazı şeyler çalındı
ve kendim de hamile kadınları gördüm. Ama ondan da önce neredeydim ey benim
Sevincim, Tanrım? Herhangi bir yerde miydim ya da herhangi biri miydim? Çünkü
bana bunu söyleyebilecek kimsem yok. Ne babam ne annem, ne başka insanların yaşantıları,
ne de kendi belleğim bana bunu söyleyebildi. Bunları sorduğum için yoksa bana
gülüyor musun ve sadece bütün bildiklerim için sana şükretmemi ve bunları sana
itiraf etmemi mi buyuruyorsun?
10. O halde ey Göğün ve Yerin Hakimi, hiçbir şey hatırlamasarn da,
yaşamımın ilk evreleri ve bebekliğim için sana şükrediyor ve itiraflarımı dile
getiriyorum. Çünkü sen insana başkalarının yaşantılarını gözlemteyerek kendisi
için çıkarımlar yapmasını ve kadın kullarının anlattıklarından kendi
yaşantısıyla ilgili pek çok şeyi öğrenmesini sağladın. Ben yaşamımın o ilk
evresinde bile vardım ve yaşıyordum; bebekliğimin son yıllarında derdimi
işaretlerle başkalarına anlatmaya çalışıyordum. Bu tür bir canlı senden gelmez
de nereden gelebilir, ya Rab? Bir insanda kendi kendisini yaratma yeteneği
olabilir mi? Ya da senin bizi yarattığından başka bir kaynak mı var ki, ya Rab,
buradan bize varlık ve yaşam akıyor? Sonsuzca olmak ve sonsuzca yaşamak bir ve
aynı şeyse, sende varolmak ve yaşamak apayrı şeyler olabilir mi? Çünkü sen en
yücesin ve asla değişmezsin. Sende bugün hiç bitmez, ama
bizim bugünümüz sende biler; çünkü bugün ve diğer günlerin hepsi sendedir[39]o
Çünkü sende olmasalardı, akıp gidecek bir yolları olmazdı. Senin yılının sonu
yoktur, çünkü senin yılların her zaman bugündür. Şimdiye kadar hem bizim hem de
atalarımızın nice günü
AUGUSTINUS
senin bugününde geçip gitti. Yaşam
süremizi ve şu anki varoluş biçimimizi senin bugününden aldık; gelecekteki
günlerimiz de senin bugününde böyle geçip gidecek, yaşam süremizi yine senin
bugününden alacağız ve şu an nasılsak öyle varolacağız! Sense hep aynı sensin;
yarınları ve yarınlardan sonraki günleri, dünleri ve dünlerden önceki günleri
sen bugününde yaranın ve bugününde yaratacaksın. Bunu anlamayan varsa, ben ne
yapabilirim? Böyle biri varsa o zaman bunun anlamı nedir diye
sorsun ve en azından bu soruyu sorduğu için sevinsin; seni arayıp da
hulamamaktansa, seni aramadığı halde bulursa sevinsin.
7. BÖLÜM
Bebeklik dönemi bile günaha
meyillidir.
11.
Alı Tanrım, n’olur beni duyı
Vah, insanların işlediği günahlara! Gerçi buııu söyleyen de bir insan ve sen
onun günahlarına merhamet gösteriyorsun; çünkü sen onu yaranın, ama içindeki
günahı sen yaratmadın. Peki, lıaııa bebekken işlediğim günahları kim
hatırlatacak? Senin huzurunda hiçbir ölümlü günahsız değil ki; hana dünya
yüzüne ayak hasan bir günlük bebek bile! Bu günahlarımı bana kim hatırlatacak?
Yoksa kcı ıd imle ilgili hatırlayamadıklarımı bana şu minnacık yavru mu
gösterecek? O yıllarda işlediğim günah ne olabilir? Acaba meme emmek için
ağlayarak ağzımı kocaman açmam mı günahtı? Çünkü şimdi böyle bir şey yapsam,
yani meme emmek için değilse de, bugünkü yaşıma uygun bir şeyi yemek için
kocaman ağzımı açsam, insanlar haklı olarak beni alaya alır ve ayıplar. Demek
ki o günlerde de ayıplanacak şeyler yapıyordum, ama ayıplanacak şeyler
yaptığımı fark etmiyordum. O yaşta ayıplanmamı gerektirecek bir görgü kuralı da
yoktu, olsaydı zaten çok mantıksız olurdu. Büyüdükçe bu kusurları kökünden
söküp atıyoruz ve hepsinden soyunuyoruz. Bir insanın kusurlarını düzeltirken
bile bile iyi huylarından da vazgeçtiğine hiç tanık olmadım. Bebeklik
yıllarında da olsa, bir insanın olur olmaz her şeyi ağlayarak istemesi,
kendisine itaat etmediler diye gerek özgür doğumlu insanlara, gerek aile
büyüklerine, gerek kendisini doğuran ana babasına gerekse isteklerine olmaz
anlamında başlarını sallayan sağduyu sahibi diğer insanlara kızıp küsmesi,
dahası kendisine zararı dokunacak türdeki buyrukları yerine getirilmedi diye
karşısındakilere haince vurarak onların canını yakmaya çalışması iyi huylar
olabilir mi? Demek ki bebeklerin sadece narin bedenleri masumdur, ruhları
değil. Örneğin ben kıskançlığın ne demek olduğunu ancak kıskanç bir bebek
görünce anladım: Bu bebek henüz konuşamıyordu, ama süt kardeşini ne zaman meme
emerken görse, beti benzi atıyor, haset dolu gözlerle ona bakıyordu. Herkesin
bildiği bir şey değil mi bu? Anneler ve sütanneler kendilerine özgü birtakım
yöntemlerle bebekleri bu tür huylarından vazgeçirdiklerini söylüyorlar. Ne söylerse
söylesinler, mademki bir bebek böyle cömertçe, bol bol süt akan bir kaynağı
tamamen biçare ve yaşaması sadece bu besine bağlı olan kardeşiyle paylaşmaya
katlanamıyor, bunun adına kesinlikle masumiyet denemez. Ama ne yaparsınız ki
insanlar bu tür davranışları bir şekilde hoş görüyor ve geçiştiriyorlar,
sıradan bir mesele olarak algıladıklarından değil tabii., yaş ilerledikçe
bunların da kendiliğinden ortadan kalkacağını düşündüklerinden böyle
yapıyorlar. Peki şimdilik hoşgörü gösterelim göstermesine, ama aynı kusuru
büyük bir insanda gördüğümüzde ona da aynı şekilde hoşgörü gösterebilecek miyiz
bakalım.
12.
Öyleyse Rab olan Tanrım,
bir bebeğe yaşamını ve bedenini sen bahşettin ve bizlerin de tanık olduğu gibi
bu bedeni duyu organlarıyla donattın, uzuvlarla bezedin, biçim vererek
güzelleştirdin, bülünlügü- nü koruması ve sağlıklı olması için gereken bütün
içgüdüleri ona aşıladın. İşte bu içgüdülerle bana seni sevmemi, sana
şükretmemi ve adını “Ey Yüceler Yücesi” şeklinde ilahilerle yüceltmemi buyurdun.31
Çünkü sen her şeye gücü yeten Tanrı’sın, en iyi olansın, bu yüzden sadece
bunları yaratmış olman bile benim seni övmeme yeter; çünkü bunları senden başka
hiç kimse yaratamaz, sen olmadıkça ey Biricik Tanrım, hiçbir şey biçim alamaz
ey Güzeller Güzeli, her şey seninle güzelleşir ve her şey senin yasana göre
düzenlenir. O halde ya Rab, bebeklik çağımı hatırlayamasam bile o çağda beni
bilenlerin aktardıklarına inanmalıyım ve başka bebekleri izleyip benim de
onlar gibi yaşamış olduğumu anlamalıyım. Gerçi bu çıkarımlarım doğru olsa bile
o yıllarımı şimdi yaşadığım yaşamın bir parçası olarak görmek canımı çnl<
sıkıyor. Çünkü ben bu çağıını artık unuttuklarımın karanlıklarına sardım,
bunlar artık benim için annemin rahminde geçirdiğim yaşamımdan larksız. Ama
ben günahkâr olarak doğmuşsam ve hen rahmindeyken annem beni günahlar içinde
beslemişse^2 o zaman ey Tamun, çaresiz bir kulun olarak sana
yalvarıyorum, ben nerede ya Rab, hen nerede ve ne zaman masum oldum? Ama bak
artık o yaşamımı bir kenara alıyorum, çünkü belleğimde hiç iz bırakmayan o
yaşamın artık benimle ne ilgisi olabilir?
8. BÖLÜM
Konuşmayı öğrendiği kaynak.
13. Evet, gillikçe büyüdüm ve bebeklik çağımdan çocukluk çağıma
geçtim. Daha doğrusu, çocukluk çağı beni devraldı ve bebekliğimin pe- [40] [41]
şinden geldi. Ama hayır, bebekliğim beni henüz terk etmemişti, zaten terk edip
nereye gidecekti? Yine de artık ortalıkta yoktu. Çünkü artık ben konuşamayan
bir bebek değil, konuşan bir çocuktum ve ben artık bu çağımı hatırlıyorum, yine
de konuşmayı nasıl öğrendiğimi sonra anladım. Bana kelimeleri belli bir alfabe
düzenine göre belleten ve çok geçmeden de nasıl okuyacağımı öğreten büyüklerim
değildi. Tersine, ben bunları senin bana bahşettiğin zekâm sayesinde kendi
kendime öğrendim Tanrım. İsteklerimi yerine getirsinler diye, bir zamanlar
yüreğimden geçenleri ağlayıp sızlayarak, değişik sesler çıkararak ve ellerimi
kollarımı farklı şekillerde aynatarak anlatmak isterken, anladım ki ne ben
anlatmak istediklerimi böyle anlatabiliyordum, ne de derdimi anlamalarını
istediğim insanlar beni anlayabiliyorlardı. Ben de belleğimin uyarısına kulak
verdim. İnsanların bazı nesnelere bazı adlar verdiklerine ve hangi nesnenin
adı söylense ona doğru yöneldiklerine dikkat ettim ve belli bir nesneyi
göstermek istediklerinde çıkardıkları sesin, o nesneye verdikleri birer ad
olduğunu anlayıp bunu belleğime yerleştirdim. Vücut hareketlerinden onların ne
kastettiği açıkça anlaşılıyordu, sanki şu yeryüzündeki bütün insanların yüz
ifadelerinden, göz hareketlerinden, ellerini kollarını oynatmalarından ve ses
tonlarından ibaret ortak bir dilleri vardı ve bir şey istediklerinde,
istediklerine sahip olduklarında ya da bir şeyi reddettiklerinde veya bir
şeyden kaçındıklarında zihinlerinden geçenleri bu dille gösterebiliyorlardı. Böylece
farklı cümlelerdeki kelimeleri yerli yerine koydukça ve bu kelimeleri tekrar
tekrar işittikçe, sonunda yavaş yavaş bu kelimelerin nelere işaret ettiğini tek
tek çözmeye başladım. Bu işaretleri telaffuz etmemle birlikte, bunlar
aracılığıyla artık isteklerimi de dile getirebildiğimi gördüm. İşte bu şekilde
aralarında yaşadığım insanlarla iletişim kurmaya başladım ve bu işaretlerle
onlara derdimi anlattım. Sonunda insanoğlunun o fırtınalı
AUGUSTİNUS
yaşamına bir adım daha atmış oldum, hala
ana babamın kontrolü altında, hala büyüklerimin isteklerine bağlı olsam da.
9. BÖLÜM
Çocukluk çağında okuldan duyduğu
nefret; oyun oynamaya
düşkünlüğü ve dayak korkusu.
14.
Ah Tanrı, Tanrım,
çocukluğumda bana dürüst bir yaşam sürmem vc büyüklerimin uyarılarına kulak asmam
öğütlendiğinde ne sefillikler, ne maskaralıklar yaşamak zorunda kalmışım
meğer. Çünkü ncy nıi ş, bu dünyada ancak böyle başarılı olabilirmişim, ancak bu
şekilde retorik sanallnda herkesi gölgede bırakıp insanların saygısını kazanabilir
ve zengin olmanın türlü hilelerini öğrenebilirmişim. İşte höyle bir ortamda
okuma yazma öğrenmek için okula gönderildim. Oysa o sıralarda zavallı ben okuma
yazmanın neye yaradığını hiç bilmiyordum ki. Buna rağmen derslerimde tembellik
ettiğimde dayağı yiyıveriyordunı. Çünkü büyüklerimiz dayak atmayı marifet
sayıyordu. Demek ki bizden çok önceleri aynı şekilde yaşamış olanların, Adem-
ogulları daha çok işkence çeksin, daha çok üzülsün diye döşedikleri hu çakıllı
yollardan şi m d i bizler ele geçmek zorundaydık İşte, ya Rab, tam o dönemde
sana dualar eden birtakım insanlarla tanıştık. Onlardan öğren d iğim ize göre,
seni zekâmızın elverdiği ölçüde büyük bir varl ı k olarak tasarlamalıymışız;
sen bize görünmesen de bizi işitebilir ve bizim yardımımıza koşabilirmişsin.
Böylece sana daha bir çocukken dua etmeye başladım ey tck Dayanağım, tek
Sığınağım. Sana dua ederken de dilimin bağlarını çözdüm. Evet, küçüktüm belki,
ama sana okulda dayak yemeyeyim diye yalvarırken duyduğum sevgi hiç de küçük
değildi. Ama sırf benim iyiliğim için dualarımı işitmediğin zamanlar[42] anne ve babam da dahil olmak
üzere bütün büyüklerim, yani başıma en ufak bir kötülüğün bile gelmesine
gönülleri elvermeyen bu insanlar, yediğim dayaklara sadece gülüp geçiyorlardı.
Oysa o yıllarda benim için dayaktan daha kötüsü yoktu ki.
15.
Ya Rab, sana kendisini
büyük bir sevgiyle bağlayan yüce gönüllü bir insan var mı, soruyorum, var mı
böyle bir insan? Çünkü bazen her şeye kayıtsız insanların da kendilerini sana
adadıkları sanılabilir. Öyleyse sorumu şöyle sorayım, şu dünyadaki bütün
insanların büyük bir korkuyla sana sığınıp bizi bunlardan kurtar diye
yalvardıkları gergiler, kancalar ya da bu türden bin bir çeşit işkence aletine
metelik vermeyecek kadar kendisini sana bütün varlığıyla adamış bir insan
olabilir mi? Bütün bunlardan ölesiye korkan insanlara, tıpkı öğretmenlerinden
azap çeken çocuklara ana babalarının gülmesi gibi sevgiyle gülebilen bir insan
var mı? Çünkü biz de dayaktan az korkmuyorduk ve bizi bundan kurtar diye sana
az yalvarmıyorduk. Buna rağmen bızlerden beklendiğinden daha az yazarak, daha
az okuyarak ya da daha az ders çalışarak günaha giriyorduk. Oysa ne bellek
yoksunuyduk ne de yetenek, ya Rab, senin sayende yaşımıza göre her ikisi de
yerli yerind.eydi. Ama bizim aklımız hep oyundaydı. Bu yüzden de büyüklerimiz
taralından sürekli cezalandırılıyorduk. Aslına bakarsanız büyükler de aynı
şekilde oyun oynuyorlardı, ama onların oyunlarına iş deniyordu, aynı şeyi
çocuklar yaptığında ceza veriliyordu. Hiç kimsenin ne çocuklara acıması var,
ne de büyüklere, şöyle dersek, hiç kimsenin hiç kimseye acıması yok[43] Çünkü sağduyulu hiçbir yargıç
çocukluğumda oyun oynadığım ve bu yüzden derslerimde daha çabuk ilerlemem
gerekirken ge-
ri kaldığım için dayak yememe göz yumamaz,
üstelik bu dersler ben büyüdüğümde daha çirkin oyunlar oynamama yol açacaksa.
Çünkü bana dayak atan öğretmenim sanki benden çok farklı bir şey yapıyordu.
Önemsiz bir tartışmada meslektaşına yenilecek olsa, top oyununda beni yenen
rakibime öfkelenmemden daha çok öfkeleniyor, kıskançlıktan çaılıyo rdu.
10. BÖLÜM
Oyunlara ve tiyatroya düşkünlüğü
derslerine çalışmasına
engel oluyor.
16.
1 lcr şeye rağmen günalı
işliyordum, Rab olan Tanrı, doğadaki lıe r şeyin Düzenleyicisi
ve Yaral ıcısı,
günahların ise
sadece düzenleyicisi, günah işliyordum, Rab Tanrım, çünkü ana babamın ve demin
söz ettiğim öğrenilenlerimin öğütlerine kulak asmıyordum. Oysa onların amacı
ııc olursa olsun benim öğrenmemi istedikleri derslerden
ileride iyi şekilde de yararlanabilirdim. Üstelik onların
öğüdünü dinlemememin sebebi, dersten dalıa iyi bir şeye yönelmem
değil, oyuna düşkünlüğümdü. Çünkü yarış kazanmanın yarattığı kibri
seviyordum ya da uyduruk masallarla[44]
kulaklarımın okşanmasını ve okşa ndı
kça
daha
çok kaşınmasını seviyordum. Bu okşanma zamanla gözlerime de
geçti, büyüklerin gösterilerini, oyunlarını seyrettikçe meraktan ışıl ışıl
parlamaya başladılar. Bu gösterilerin maddi külfetini üstlenip sahneye
koyanlar toplumda öyle büyük bir saygı görüyorlar, öyle el üstünde
tutuluyorlardı ki, hemen lırnıen bütün ana babalar kendi çocukları da bu mesleği yapsın
diye deli oluyordu. Anıa gösteriler
yüzünden
derslerini aksatınca, dayak yemelerine de içtenlikle rıza
gösterebiliyorlardı; ne de olsa onlara göre bu dersler ileride çocuklarını
böyle gösteriler düzenleyecek hale getirecekti. N’olur acıyarak bak şu boş
hayallere, ya Rab ve sana yakaran bizleri bütün bunlardan kurtar; henüz sana
yakarmayan- ları da kurtar, kurtar ki sana yakarsınlar ve bu boş hayallerden
kurtulsunlar.
11.
BÖLÜM
Ağır bir hastalığa yakalanınca,
annesinin ertelemekte ısrar ettiği
vaftiz töreninin gerçekleşmesini talep ediyor.
17. Rab olan Tanrımızın insan kılığında biz kibirlilerin yanına indiğini36
ve bizlere sonsuz bir yaşam vadettiğini duyduğumda hâlâ küçük bir çocuktum.
Bütün umutlarını sana bağlamış olan annemin rahminden çıkar çıkmaz, haç
işaretinle kutsanmış ve tuzunla ovulmuş- tum. Sen tanıksın, ya Rab, çocukken
nasıl da bir keresinde aniden karnıma müthiş bir sancı saplanmış, neredeyse
ölüyorum sanmıştım. Sen o zaman da benim koruyucum olduğundan Tanrım, tanıksın,
nasıl da büyük bir hevesle ve nasıl da büyük bir inançla hem annemin hem de
herkesin annesi olan Kilisenin sana olan sadakatine sığınıp Tanrım ve Rabbim
olan oğlun Mesih’ten vaftiz olmayı dilemiştim.37 Beni dünyaya getiren annemin
aklı başından gitmişti, çünkü benim kurtuluşum için yüreğinde sana duyduğu saf
inancıyla çektiği sancıyı beni doğururken bile çekmemişti. Hemen işe koyuldu ve
kurtuluş ayinlerine kabul edildiğimi^ günahlarımdan arınmam için sana, Rab [45] [46]
olan İsa, tövbe ederek yıkandığımı görmek için ne gerekiyorsa yapmaya başladı.
Ama birden iyileşiverdim. Böylece kutsal suda arınma törenim de ertelendi,
sanki yaşarsam kendimi muhakkak kirletmem gerekiyordu. Çünkü vaftiz sonrası
günaha girip kirlenirsem çok daha büyük vc çok daha vahim bir suç işlemiş
olacaktım. Ama artık sana inanıyordum, tıpkı annem ve bütün ev halkını gibi;
babam hariç. Kendisi inanmıyordu inanmasına, ama asla benim annemin dinine
girip de Mesih’e inanmama engel olmaya kalkmadı. Anneminse en büyük dileği
Tanrım, babamın bana babalık etmesinden çok senin bana babalık etmendi. Bu
konuda ona seıı ele arka çıktın ve annem kocasına her zamankinden daha fazla
hizmet ederek onu gölgede bıraktı. Çünkü annem, senin buyruğun üzerine,
kocasına hizmet ederek aslında sana hizmet ediyordu.
18.
N'olur Tanrım, söyle hana,
eğer o sıra vaftizimin ertelenmesi senin kararınsa ne amaçla bu kararı verdin,
bilmek isterim. Acaba beni günahtan alıkoyan dizginlerin gevşetilmesi benim
iyiliğime miydi? Yoksa sahiden gevşetilmemiş miydi? Gevşctilmcmişse, o zaman
neden insanlar hâlâ birileri hakkında birbirlerinin kulaklarına eğilip Bırak onu,
yapsın; nasıl olsa vaftiz edilmedi diye fısıldıyor? Vücut
sağlığımız söz konusu olduğunda, lıiç kimse çıkıp, Bırak, daha kötü olsun, nasıl olsa
henüz iyileşmedi diyor mu? Aslında bir
an önce iyileşmiş olsaydım ııc kadar iyi olacaktı, hem benim hem de ailemin
göstereceği özenle ruhumu sağlığına kavuşturacak olan vaftizim gerçekleşmiş
olsaydı ve senin vasiliğine geçip onu sonsuza kadar güvenceye almış olsaydım ne
kadar iyi olacaktı. Gerçekten de ne iyi olacaktı. Ama demek ki çocukluk
çağımdan sonra nice dalgalanmalar yaşayacağım ve baştan çıkacağım çoktan
belliydi. Demek ki annem de böyle olacağını daha o zamandan biliyordu ki,
ileride tam olarak biçimlenecek bedenimi bu dalgalara teslim etmektense, henüz
yoğrulmamış hamurumu teslim etmeyi yeğledi.[47]
12.
BÖLÜM
Derslerine
zoraki çalışıyor, ama Tanrı bunu bile onun hayır
hanesine işliyor.
19.
Çocukluk çağımda, ergenlik
çağımda yaşadığım korkuların hiçbirini yaşamamıştım. Ama bu çağda bile ders
çalışmaktan hiç hoş- lanmazdım, ders çalışmaya zorlamalarından da nefret
ederdim. Gene de zorlarlardı, iyi de olurdu, ama ben ille de iyi olsun diye
çaba sarf etmezdim. Çünkü bana kalsa hiç çalışmazdım, zorlandığım için çalışıyordum.
Bir insan bir işi gönülden yapmıyorsa, iyi bir şey yapsa bile iyi bir şey
yaptım diyemez. Beni ders yapınaya zorlayanlar da bana kendilerinin iyilik
yaptıklarını düşünmesinler, çünkü bu iyilik sadece senden geliyordu, ya Rab.
Benden ders çalışmaını isteyenler, öğrendiklerimi hangi amaçla kullanacağıma
bakmıyorlardı ki, onların tek derdi insanoğlunun adına zenginlik dediği büyük
yoksulluğun ve adıııa şeref dediği şerefsizliğin doyınaz arzularını tatmin
etmekti.[48] Ama başımızda
kaç tel saçımızın olduğunu bile bilen sen,[49]
beni ders çalışmaya zorlayanların hatasını benim için hayırlara vesile
kılıyordun. Ben öğrenmek istemedikçe sen ceza almama neden oluyordun; bu kadar
küçük
bir çocuğun, bu kadar büyük günahkar olması düşünülürse bu ceza hiç de hak
etmediğim bir ceza değildi doğrusu. İşte bu şekilde benim hayrıma olmayan
davranışları, benim için hayırlı kılıyordun; ben kendim günah işlersem de bana
hak elliğim cezamı veriyordun. Sen böyle buyurmuşsan, böyledir; düzenin dışına
çıkan her ruh, cezasını da yüklenir.
13.
BÖLÜM
En sevdiği dersler.
20.
Küçücük bir çocukken
öğrendiğim Yunancadan neden bu ka- da r nefret elliğimi hala tanı olarak
anlamış değilim. Latinceyc ise bayılıyordum, ama ilkokul öğretmenlerimin
öğrelliği Latinceye değil, daha sonraları edebiyat öğretmenlerimin öğrettiği
Latinceye. Çünkü Latin- ccnin ilk dersleri okumak, yazmak ve sayı saymaktan
ibaretti ve bu dersler Yunanca dersleri kadar ağır ve sıkıcıydı. Ama bütün
bunlar günahkar ve amaçsız yaşamımdan kaynaklanıyordu, başka bir şeyden değil.
Çünkü ben henüz et ve kandan iharellim, sadece hır kere alınıp verilen bir
soluklan\42 Aslına bakarsanız bu ilk dersler, somut
bilgiler verdikleri için daha yararlıydı. Bunlar sayesinde ne bulsam okuyacak
ve ne istesem yazacak bir yet i elde ettim. Bu yeti ruhuma öyle işlenmiş ki,
hâlâ kaybetmiş değilim. Oysa sonraki derslerde Aeneas’ın başıboş gezinmelerini
ezberlemek zorunda kaldım, kendimin başıboş gezinmelerini ununum. Aşk için
intihar eden Dido’nun ölümüne ağlamak zorunda kaldım, ama o zaman zarfında bu
tür masallarla senden uzaklaşıp ölüme giderken, ey bana can veren Tanrım, kendi
zavallığı- ma tek damla gözyaşı akıtmadım. [50]
İTiRAFLAR
21.
Kendi haline acımayan bir
zavallıdan daha zavallısı olabilir mi, Aeneas’a aşkı yüzünden ölen Dido’ya
gözyaşı dökerken,[51] [52]
[53] seni sevmediği için ölen
ruhuna tek damla gözyaşı akıtmayan bir zavallıdan daha zavallısı olabilir mi ey
Tanrım, ey yüreğimin ışığı, ruhumun ağzının en iç ekmeği, zihnimi düşüncemin
derinlerine bağlayan güç? Seni sevmiyordum ve sana vefasızlık ediyor44
ve vefasızlık ettikçe her yandan “Aferin, Aferin” diye sesler yükseliyordu.
Çünkü bu dünyayı dost tutan sana vefasızlık eder. Ama “Aferin, Aferin”
deniyordu ki, bu aferini hak etmeyecek bir insansam utanç duymam bekleniyordu.
İşte ben bunlara ağlamıyordum da, kılıcının sivri ucuyla ölüme koşan Dido için
ağlıyordum, yani seni terk edip en aşağı yaratıklarının peşine takılıyordum,
bir balçık olan ben iyice balçığa batıyordum. Ama bu kitapları okumaını
yasaldasalardı o zaman beni üzen bu şeyleri okuyamadığım için üzülürdüm. Çünkü
bu tür saçmalıklar okuma ve yazma öğrendiğim derslerden çok daha fazla
yüceltiliyar ve çok daha yararlı görülüyordu.
22.
Ama artık ruhuma haykır ey
Tanrım, bana Hakikatin konuşsun, desin ki, Hayır, doğru değil, hayır doğru değil!
Ilk dersler çok daha iyi. İşte bak, Aeneas'ın başıboş
gezintilerini unutınaya hazırım ve bunun gibi pek çok şeyi; okumak ve yazmak
dışında. Evet, doğru, edebiyat okullarının kapılarına perdeler asılı. Ama o
perdeler mahremiyetin şerefini simgelemiyorlar, onlar yanlışın üstünü
örtüyorlar^5 Bundan böyle öğ-
retmenlerim bana istedikleri kadar
bağırsınlar, onlardan korkmuyorum, çünkü artık ruhumdan geçenleri sana itiraf
ediyorum Tanrım ve bana gösterdiğin doğru yolların tadına varabilmek için,
sapmış olduğum yanlış yollar için azarlanmayı seve seve kabul ediyorum.
Edebiyat tacirleri de bana istedikleri kadar bağırsınlar, çünkü onlara Şairin[54]
dediği doğru mu, sahiden bir zamanlar Aeneas KarLaca’ya gelmiş miydi şekli
nde bir soru sormaya kalktığımda, bilgisizleri bunu bilmediklerini,
bilgilileri ise bu olayın gerçek olmadığını kabul edeceklerdir. Ama onlara Aeneas adının
hangi harflerle yazıldığını sorduğumda, okuma yazması olanlar, insanların kendi
aralarında uzlaşıp bir kurala bağladıkları işarcılcrc uygun olarak bu soruma
doğru yanıtı verecektir,[55] Başka bir soru
sorsam ve deseni ki, acaba insanın yaşamında okumayı yazmayı unutmak mı vah i
m
bir sorun doğurur, yoksa bu şairane uydurmaları unutmak mı?
İnsan bu iki şıklan hangisinin doğru yanıt olduğunu nasıl göremez? Tabii aklım
tümüyle yitirmişse o başka. Demek ki çocukluğumda bu zırvalıkları hana yararı
dakunacak derslere tercih çimekle günah işliyordum. Ya da daha doğrusu, okuma
yazmadan ııdrci ediyordum, zırvalıkları seviyordum. O zamanlar bir bir
daha iki eder, ilıi ihi daha dört eder türündeki şeyler benim
için nefretlik bir tekerlemeydi, ama içi silahlı asker dolu Tah t a
At, Troia yangını ve Cre- usa’ı ı ın hayaleti[56]
o beyhude yaşamımın cn tatlı hülyasıydı.
İTİRAFLAR
14. BÖLÜM
Yunan edebiyatından nefret
ediyor.
23.
Öyleyse niçin bu tür
masallar terennüm eden Yunan edebiyatından, hatta dilinden nefret ediyordum?
Çünkü Homeros da böyle masalları birbirine örmekte çok ustadır, hana ağzından
bal damlayan bir avaredir, ama yine de çocukken bile Homeros benim dilimde acı
bir tat bırakmıştı. inanıyorum ki Yunan çocuklar da Vergılius'u öğrenmeye
zorlandıklarında, benim Homeros’a karşı hissettiklerimi hissediyorlardı. Tabii
ki yabancı bir dil öğrenmenin zorlukları da, Yunanın o tatlı masallarının anlatımına
tuz biber katan unsurlardı. Çünkü tek kelime bile anlamıyordum, ama anlayayım
diye de sürekli öğretmenlerimin acımasız tehditlerine ve zalim işkencelerine
maruz kalıyordum. Hiç şüphesiz bebekken tek kelime Latince de bilmiyordum, ama
bu dili korkmadan ve işkence çekmeden öğrendim, sadece dadılarımın tatlı
sözlerine, bana gülüşenlerin yaptığı şakalara ve benimle oyun oynayanların
sevinç nidalarına kulak kabarttım. Gerçekten de Lalinceyi baskı altında
kalmadan, cezalandırma korkusu yaşamadan öğrendim, çünkü düşüncelerimi ifade
edebilmek için bu dile beni zorlayan kendi yüreğimde Ama bana öğretenlerden
değil de düşüncelerimi kulaklarına fısıldadığımda beni dinleyen ve benimle
konuşanlardan birkaç kelime öğrenmemiş olsaydım bu dilin üstesinden gelemezdim.
Bu da açıkça gösteriyor ki, bir dili özgür bir merakla öğrenmek, dehşet saçan
bir zorunlulukla öğrenmekten daha etkili bir yöntem. Ama senin yasaların
sayesinde ey Tanrım, zorunluluk merakımızın öyle özgürce akıp gitmesine engel
oluyor; senin yasalarınla, senin o şifalı yasalarınla, öğretmenlerimizin
sopalarından, şehitlerin çetin sınavlarına doğru bizler için sağaltıcı
panzehirler karılıyor ve bizi senden koparacak olan ölümcül zevklerden
uzaklaşıp sana geri dönmemiz sağlanıyor.
15.
BÖLÜM Tanrı'ya yakan.
24.
Yakarımı işit, ya Rab, işit
ki senin yoluna giren ruhum cesaretini yitirmesin; işit ki, düştüğüm bütün
kötü yollardan beni çekip çıkaran yüce merhametin için sana şükretmekten
yorgun düşmeyeyim; işit ki, ardından sürüklendiğim bütün o ayartıcı zevklerden
daha çok büyüleneyim; seni bütün varlığımla seveyim, bütün yüreğimle ellerine
sarılayım ve sayende ömrümün sonuna değin bütün günahlardan uzak kalayım. Sen,
ya Rab, benim Kralım ve Tanrımsın, çocukluğumdan beri yararlı ne öğrendimse
senin yoluna serilsin; ne konuşmuşsam, ne yazmışsam, ne okumuşsam, ne
saymışsam, hepsi senin yoluna serilsin. Çünkü saçma sapan şeyler öğrenirken,
sen beni hep denetim altına aldın ve o saçmalıklardan zevk alırken girdiğim
günahları affettin. Bu saçmalıklardan yararlı birkaç kelime de öğrenmedim
değil, ama aynı kelimeleri saçma olmayan başka derslerde de pekala öğrenebilirdim.
Öyle de olmalı, çünkü kesinlikle bu bir çocuğun yürüyebileceği en güvenilir
yol.
16.
BÖLÜM
Gençlere verilen eğitimi kınıyor.
25.
İnsanın yarattığı törelerin
ırmağı, vah sana![57] Kim karşı duracak sana? Hiç
mi kurumayacaksın? Bir tahtaya tutunanların bile[58]
[59] zar zor aştığı o koskoca, o
korkunç denize kadar sürükleyecek misin Havva oğullarım?51 Senin
kitaplarında[60] okumadım mı şu gökleri
gürleten ve zina işleyen luppiter’i?5[61]
Iuppiter’in bu iki rolü birden üstlenmesi tabii ki imkansız. Ama insanlar bir
gök gürültüsü masalı uydurarak gerçek hayatta zina işleyecek olanlara
Iuppiter’i kefil kılmış. Ama şu cübbeli öğretmenlerimizden hangisi kendi
çöplüğünde[62] [63]
ona kafa tutan ve şöyle soran bir adamı hiç istifini bozmadan dinleyebilir:
“Bu masalları Homeros uydurdu ve insanların kusurlarını tanrılara yükledi.
Oysa tanrısal iyilikleri biz insanlara yüklese daha iyi olmaz mıydı?” Hatta
şöyle dese belki daha doğru olurdu: “Bu masalları kesinlikle Homeros uydurdu
ve böylece en aşağılık insanlara tanrısallık yükleyerek ahlaksızlıkları
ahlaksızlık olmaktan çıkardı. Bu şekilde ahlaksızlık yapanlar artık günahkar
insanları değil, göksel tanrıları örnek almış sayılacaktı.”
26.
Ey cehennem ırnıağı,5s
bak yine de insanlar evlatlarını hâlâ senin sularına atıyor ve bu masalları
öğrensinler diye paralar harcıyor. Hele bu masallar pazar yerinde bütün halka
anlatılmaya görsün, daha büyük değere biniyor, çünkü yasalar öğretmenlere
öğrencilerinin ödediği paraya ek olarak bir de devletten maaş almalarına onay
veriyor. Ama hâlâ dalgaların kayalara vuruyor ve şöyle söylüyor: “Bu okulda
kelimeler öğrenilir, burada belagat kazanılır, insanları ikna etmede ve
düşüncelerinizi açıklamada çok önemli bir sanattır bu.” Gerçekten de doğru,
çünkü Terentius o haylaz genci sahneye davet etmeseydi ve bu genç duvarda asılı
duran bir resme bakıp da kendisine Iuppiter’i bir çapkınlık örneği olarak
almasaydı biz “altın yağmuru, kucak, aldatma, göksel tapınak” ve bunlar gibi o
bahse konu olan eserinde geçen daha nice kelimeyi öğrenebilir miydik?[64] [65]
[66] Dediklerine bakılırsa o
resimde Iuppiter’in, Danae’m kucağına altın yağdırarak genç kızı nasıl baştan
çıkarttığı arılatılıyordu^7 Bakın görün o genç nasıl da aşka gelip
anında şehvete kapıldı, sanki göksel bir öğretmenden cevaz almış gibi şöyle
dedi:
“Hangi tanrı bu diye
sordu? Göğün zirvesindeki tapınağı böyle gürül gürül sallayan hangi tanrı?
Ben, biçare ölümlü,
yapamam mı sanki onun yaptığını? İşte bakın yaptım, hem de seve seve!’^
1 ■ layır, bu
ahlaksız yöntemle bu kelimeler öğrenilmez; bu kelimelerle ancak ahlaksızlık
yapılır, hem de her zamankinden daha güvenli bir şekilde. Sözüm kelimelere
değil, ne de olsa her biri çok şık vc pahalı birer kadeh adeta. Benim sözüm
bunların içindeki günah şarabına, ayyaş öğretmenlerimiz tarafından bize
içirilen günah şarabına. İşte bu şarabı içmeyi reddedersek, dayak yiyorduk,
üstelik ayık bir yargıca başvurma hakkımız bile yoktu. Şimdi senin huzurunda
artık rahatım ey Tanrım, bak aklıma gelenleri gayet rahat söylüyorum: evet,
ben bunları isteyerek öğrendim, çünkü bir zavallı olduğumdan bu masallar bana
keyif veriyordu ve bu yüzden o zamanlar bana istikbal vaat eden bir çocuk
gözüyle bakılıyordu.
17. BÖLÜM
Gençlere öğretilen türdeki dil ve
edebiyat yöntemine
karşı çıkışını sürdürüyor.
27.
Izin ver bana Tanrım, izin
ver ki bana bir armağan olarak bağışladığın şu aklımla ilgili bir şeyler
söyleyeyim ve onu ne budalaca hayallerle süslediğimi anlatayım. Günlerden bir
gün başıma bela olan bir ödev verildi bana. Başarırsam, ödülüm övgü kazanmak
olacaktı, başaramazsam, utanç ve dayak korkusu. Troia kralının[67] İtalya’ya gitmesine engel
olamayan tanrıça luno’nun[68] yaptığı konuşmayı[69] [70]
[71] ezberden okuyacaktım. Aslında
luno’nun gerçekten konuştuğunu hiç duymamıştım, ama benden istenen şiirsel
uydurmaların aldatıcı izlerini sürmem ve Şairi^3 şiir şeklinde
söylemiş olduğu kelimeleri düz yazı haline getirip bir şeyler söylememdi.
Öğretmenimin dediğine göre, Şairin kişileştirdiği karakterin saygınlığına
yakışır kelimeler seçip onun öfkesini ve kederini en iyi şekilde ifade eden
çocuk daha çok övüle- cekti. Peki, benim ezberimin aynı yaşta ve aynı sınıfta
olduğum diğer çocukların ezberlerinden daha çok alkışlanmasının bana ne gibi
bir yararı olacaktı, ey benim hakiki yaşamım, Tanrım? Sonuçta bunların hepsi
birer duman, birer esinti değil miydi? Zekâmı bileyecek ve dilimi geliştirecek
başka bir yöntem bulunamaz mıydı yani? Oysa yüreğimde yeni süren filize ancak
senin övgülerin, ya Rab, senin Kutsal Kitabındaki o övgülerin dayanak olurdu;
işte ancak o zaman bu filiz üzümsüz bir asma olmaktan kurtulur, böylece kuşlara
da yem olmazdı. Çünkü bu avcı kuşlara, yani düşmüş meleklere, yem vermenin bin
türlü yolu bulunabilirdi[72] [73]
[74] [75]
18. BÖLÜM
İnsanlar dil ve edebiyat
öğretmenlerinin belirlediği kurallara
uymak konusunda titiz davranıyorlar,
ama tanrısal yasaları hiçe sayıyorlar.
28.
Ama benim bu boş işlerle
vakit geçirmiş olmamda ve senden uzaklara sürüklenmemde şaşılacak ne var ki ey
Tanrım? Önüme örnek olsun diye koydukları insanlar, yaptıkları sevapları
anlatırken bilinmedik kelimeler[76] ya da tuhaf deyimler
kullanmıyorlar diye azarlanıp utandınlıyorsa, öte yandan edepsizliklerini
kusursuz bir akıcılıkta ve düzgün kelimeler seçip okkalı ve tumturaklı bir
üslupla anlattıkları için göklere çıkarı ılıyorsa, bunda şaşılacak ne var? Sen
bunlara tanık- sm, ya Rab, ama susuyorsun, çünkü sen sabırlısın, çok
merhametlisin ve her zaman doğruyu söylersin.66 Hep böyle susacak mısın? Ama şu
an bile seni arayan, senden gelecek sevinçlere susamış ve “Senin Mânâm
arıyorum ve hep senin Mânânı arayacağım ey Tanrım!” diyen ruhumu o korkunç
uçurumdan çekip çıkarmaya hazırsın.67 Çünkü senin Mânândan uzaklaşmak demek,
kapkara tutkulara gömülmek demek. Senden uzaklaşmak ya da sana geri dönmek
öyle yürüyerek ya da başka şekilde bir yerden başka bir yere giderek olmaz.
Senin o küçük oğlun senden aldığı yol paralarını har vurup harman savurarak
yaşamak üzere o uzak diyara gittiğinde at mı kiralamıştı sanki, araba mı, gemi
mil Yoksa gerçek kanatlar takıp havada mı uçmuştu ya da seke seke yürüyerek mi
katetmişti onca mesafeyi?68 Sen ona bu paralan verirken müşfik bir babaydın,
beş parasız sana geri döndüğünde ise evvelce olduğundan daha müşfik bir baba
oldun. O halde senin Mânândan uzaklaşmak demek şehvetin girdabına kapılmak,
yani karanlıklara gömülmek demektir.69
29.
Seyret, Rab Tanrım, her
zamanki gibi sabırla seyret de gör bak şu insanoğulları kendilerinden önceki
hatiplerin onlara miras bıraktığı harflerin, hecelerin kurallarına nasıl
titizlikle itaat ediyor, ama senden miras kalan sonsuz kurtuluşun ölümsüz
antlaşmasını hiç hesaba katmıyor. Öyle ki, geleneksel telaffuz kurallarını
öğrenmiş ya da bu kuralları başkalarına öğreten bir insan, senin kurallarını
çiğneyip kendisi de bir insanken diğer bir insandan nefret edebiliyor da,
gramer bakımından hata yapıp homo70 [77] [78]
[79]
[80]
[81]
kelimesindeki ilk soluksuz ünsüzü okumasa ve omo
dese, insanların gözünde rezil rüsva oluyor. Sanki düşman olarak gördüğümüz
insan, içimizde ona karşı beslediğimiz nefretten daha tehlikeliymiş gibi ya da
bir insana düşmanlık gütmekle ona kendi kalbimize verdiğimiz zarardan daha
fazla zarar verecekmişiz gibi. Oysa gün gibi açıktır ki edebiyat bilgisi,
vicdanımıza yazılmış olan ve kendimize yapılmasını istemediğimiz bir şeyi
karşımızdakine de yapmamamızı belirten ahlak bilgisi gibi yaratılışımıza özgü
değildir.[82] [83]
[84] Ey biricik yüce Tanrım, göğün
yücelerinde sessiz sessiz oturan, bıkmadan usanmadan insanlara körlük saçıp
haram tutkuları gerektiği gibi cezalandıran sana hiç akıl sır erer mi! Çünkü
bir insan belaga- liyle şöhret kazanma peşine düşünce, etrafını çeviren bir
sürü insanla birlikte ölümlü bir yargıcın önünde durup kudurmuş öfkesiyle
düşmanına verip veriştirirken ölümlülerin önünde dili sürçüp de yanlış bir şey
söylemesin diye azami dikkat gösteri rken, yüreğindeki öfkenin sövüp saydığı
insanı ölüm cezasına çarptıracağını ve böylece onu diğer insanlardan sonsuzca
uzaklaştırabileceğin hiç düşünmüyor bile.72
19. BÖLÜM
Çocuklukta yapılan hatalar
ilerleyen yaşlara aktarılır.
30.
İşte çocukluğumda sefil bir
halde kapısına atıldığım ahlak dünyasının hali buydu. Böyle bir arenada güreş
tutmak zorundaydım.73 Gramer hatası yap maktan korkmam bir yana, bir
de hala yaptığımda, hata yapmamış olanları kıskanmaktan korkuyordum. Şimdi
kabul ettiğim ve sana itiraf ettiğim bütün bu yanılgılarla o zamanlar
insanların övgüsünü kazanıyordum ve şerelli bir yaşamın insanların hoşuna
gitmek olduğunu sanıyordum. Çünkü senin gözlerinden fırlatılıp atıldığım o
utanç girdabını göremiyordum. O zamanlar senin gözünde benden daha aşağılık
bir yaratık var mıydı acaba? Çünkü oyun tutkum, saçma sapan gösteriler izleme
merakım ve o gösterilerdeki kimi hareketleri taklit etmek için yanıp
tutuşmalarım, hem özel öğretmenlerime,[85]
[86] [87]
hem okul öğretmenlerime hem de ana babama bin türlü yalan uydurmama neden
oluyor, böylece hoşuna gitmek istediğim bu insanları bile çok kızdırıyordum.
Hatta evimizin kilerinden ya da soframızdan bir şeyler aşırıyordum, kimi zaman
oburluğumu bastırmak için, kimi zaman da benim kadar oyuna düşkün olan
arkadaşlarıma vermek için. Çünkü onlar da bu verdiklerime karşılık bana en
sevdikleri oyuncaklarını veriyorlardı. Hatta arkadaşlarımla oynadığım oyunlarda
bile anlamsız bir kazanç hırsına yenik düşüp birinci olabilmek için sürekli
sahtekarlık yapıyordum. Ama onları aldatmama rağmen onlar tarafından
aldatılmaya göreyim, bundan daha az tahammül gösterebileceğim başka bir şey
olabilir miydi acaba, bundan daha çok öfkelenip kavgaya tutuşabileceğim bir
şey? Üstelik sahtekârlığım anlaşılıp da ayıplandığımda, alttan alacağıma nasıl
da daha büyük bir öfkeyle saldırıyordum. Çocukluk masumiyeti bu muydu yani?
Hayır değildi, ya Rab, bu masumiyet değildi. N’olur Tanrım, beni affet. Ama
hiçbir şey değişmiyor, sadece özel öğretmenlerimizin, okul öğretmenlerimizin,
cevizlerin/5 bilyelerin, serçeleri^6 yerini valiler,
krallar, altınlar, malikâneler, hizmetkârlar alıyor. Öğretmenlerimizin sopası
yerine daha ağır cezalara maruz kalarak yıllar birbirini kovalıyor, yaşlarımız
ilerliyor, ama hiçbir şey değişmiyor. Demek ki sen tevazu mührünü çocukluğun
küçücük gövdesine bastın ey Kralımız[88]
ve dedin ki: Göklerin krallığı böyle tevazu gösterenlere aittir.[89]»
20. BÖLÜM
Çocukluğunda
edindiği iyilikler için Tanrı'ya şükrediyor.
31.
Yaşantımda sadece bir kez
çocuk olmamı buyurmuş olduğun halele, yine de sana ya Rab, evrenin en yüce
Yaratıcısı ve Yöneticisi olan Tanrıma şükretmeliyim. Çünkü o yaşta bile ben
vardım, yaşıyordum, hissediyordum ve kendi varlığımı da sağ salim koruyabilecek
güce salı i pli ın ki, bu var lı k senin sırlarla dolu birliğinin bir
işaretiydi ve ben bu birlikten çıkıp varolmuştum.[90]
İçimdeki güç bana duygularımın bütünlüğünü ve doğruluğunu korumamı söylüyor,
en basit meselelerle ilgili en basit düşüncelerimde bile doğruluktan büyük bir
haz alıyordum. Aldatılmaktan nefret ediyordum, hafızamı gitgide güçlendiriyordum,
kelimelere hakim olmayı öğreniyordum, kurduğum dostluklar beni
sakinleştiriyordu, acıdan, umutsuzluktan ve cahillikten uzak duruyordum. Bu
ufacık yaratıkta böyle huyların olması hayranlık uyandırıcı ve övgüye değer
değil mi yani? Ama bunların hepsini Tanrım bana armağan etti, ben kendi kendime
vermedim. O halde beni var eden Iyinin kendisiydi ve ben kendi iyiliğiınİ bu
İyilikten alıyordum; işte henüz daha bir çocukken sahip olduğum bütün bu
iyilikler için Tanrıma şükrediyorum. Yine de günah işliyordum, çünkü hazları,
güzellikleri ve doğruları onda değil de kendimde ve başka yaratıklarda
arıyordum. Işte bu yüzden acılara, karmaşalara ve yanılgılara saplanıyordum.
Sana şükürler olsun ey Tanrım, sevinçlerimin kaynağı, onurum, umudum, verdiğin
nimetler için sana şükürler olsun; n’olur onları benim için koru. Çünkü o
zaman beni de korumuş olacaksın; koru ki verdiğin bu nimetler büyüsün,
mükemmelleşsin ve ben seninle olayım; çünkü bu varlığı bana armağan eden
sensin.
1. BÖLÜM
Gençlik çağını
ve işlediği kusurları hatırlıyor.
1.
Geçmişte yaptığını
iğrençlikleri ve ruhumu kirleten bedensel günahlarımı hatırlamak istiyorum.
Bunlara bayıldığımdan değil tabii, bunları seni sevebilmek için hatırlamak
istiyorum ey Tanrım. Senin aşkma duyduğum aşkla hafızamı yokluyorum. Geçtiğim o
ahlaksız yolları aklıma getirmem canımı yaksa da, senin tatlılığını tatmak için
hatırlamak istiyorum. Bu tatlılık aldatıcı değil, bu tatlılık gerçek mutluluk
ve doyum; bu tatlılık, senden uzaklaşınca kaybolduğum o çoklukta darmadağın
olan varlığımın parçalarını bir araya getirecek. ı Çünkü ergenliğe geçtiğim
sıralarda cehennemlik tutkularımı doyurmak için yanıp tutuşuyordum, türlü
türlü gölgeler yansıtan aşk ormanına kudurmuş gibi koşuyordum. Kendime güzel
görüneyim, başka insanların gözüne hoş geleyim derken, güzelliğim silinmiş, bir
leşe dönmüştüm senin gözünde.2
2. BÖLÜM
Onaltı yaşında
şehvet ateşiyle yanıp kavruluyor.
2.
O dönemde sevmek ve
sevilmekten başka bana zevk veren bir şey var mıydı acaba? Ama bu sevgi bir
ruhun diğerine duyduğu sevgi- [91] nin ötesine geçmişti,
dostluğun ışıklı eşiğini çoktan aşmıştı.[92]
Tensel arzularım ve fokur fokur kaynayan ergenliğim bataklıktan yükselen buğular
gibi tütüyor ve yüreğimi bulutlara sarıp karartıyordu, öyle ki şehvetin
karanlığından gerçek aşkın o parlak ışığını seçemez olmuştum. Aşk ve şehvet,
her ikisi de birbirine karışmıştı içimde, körpe gençliğimi arzuların uçurumuna
sürüklüyor ve günahların girdabına batırıyordu. Senin bana olan öfkense bir çığ
gibi büyüyordu bu arada, ama ben bundan bihaberdim. Ölümlülüğümün, yani kibirli
ruhuma verilen cezanın zincirlerinin şakırtısı kulaklarımı sağırlaştırmıştı;
senden uzaklaştıkça uzaklaşıyordum ve sen buna izin veriyordun. Yasak aşk
ateşlerinde fokur fokur kaynarken oraya buraya çalkalanıyor, dökülüp
saçılıyor, darmadağın oluyordum ve sen susuyordun. Ah benim geç bulduğum
mutluluğum! Evet, sen o sıra susuyordun ve ben kendi yolumda yürürken senden
uzaklaştıkça uzaklaşıyordum acınası kibrimle ve huzura erdiremediği bu bitkin
halimle sadece mutsuzluk üreten kısır tohumlar eke eke.
3.
Bu ıstırabıma merhem
olacak, yeni keşfettiğim bu geçici güzellikleri iyiye döndürecek vc bunların
büyülerine bir sınır çekecek kimse yok muydu? Olsaydı, işte o zaman belki
gençliğimin dev dalgaları evlilik sahiline vurabilirdi. Belki böylece ben de
kendiliğinden dinmeyecek bu dalgaları, senin yasanda buyrulduğu gibi, ya Rab,
çocuk sahibi olduktan sonra sakinleştirebilirdim. Çünkü sen biz ölümlülerin
üremesini bu şekilde düzenlemedin mi, cennetine sokmadığın o dikenlerin
üzerine ellerini yavaşça sürüp onları yumuşatmadın mı?[93]
Çünkü her şeye gücü yeten sen asla bizden
uzak değilsin, biz senden çok uzakta olduğumuzda bile. Gerçi bir yol daha
vardı, o da senin bulutlardan yükselen şu sözlerine daha dikkatle kulak
kabartmak: “Evlenmiş olanların bile tensel ıstırapları olacak. Ama ben sizi
esirgeyeceğim.[94] Bir erkeğin kadına dokunması
mübah değildir.[95] Karısı olmayan bir adam
tanrısal buyruklar üzerine daha fazla kafa yorar, Tanrı’yı hoşnut etmenin
yollarını arar. Ama evli bir adam kafasını dünya haline takar vc karısını
hoşnut etmenin yollarını arar.”[96] İşte bu sözlere da- lıa
dikkatle kulak kabartmış olsaydım ve göksel krallığın uğruna hadım olsaydım[97] sana sımsıkı sarılır ve daha
mutlu olurdum.
4.
Ama alı zavallı ben, fok ur
fokur kayniyordum, tutkularımın gürdü akıntısıyla sürüklenip seni terk
ediyordum. Yasalarınla çizilen sı ıı ı rları aşmıştıın, bu yüzden sen in
kamçımdan kaçamad ı m. Bir ölünı- lü içiıı böyle bir şey mümkün mü zaten? Çünkü
sen her zaman be- ııiıııleydin, bağışlayıcılığınla işkence ediyorduıı ve bütün
yasak bazlarıma acı tatlar katıyordun ki, acı bulaşmamış başka hazların peşine
d üşe hiley i m. Bu hazzı da senden başka hiçbir yerde bulamayacağımı hana ima
ediyordun ya Rab; çünkü senden başka hiç kimse canımı yakarak baııa ders ve re
mezd i. 9 iyileşelim diye dövüyordun, senden
İTİRAFLAR
uzakta ölmeyelim diye öldürüyordun.[98] [99]
Dünyevi yaşantımın on altıncı yaşında ben nerelerdeydim, ah, senin evinin
ışıklarından ne kadar uzaklara sürgün edilmiştim? Kudurmuş şehvetin beni
tamamen esir aldığı bir yaştaydım ve senin yasalarının asla izin vermediği, ama
utanmaz insanlığın izin verdiği bu kudurmuşluğa nasıl böyle gönülden teslim
olabildim? Ailem bile beni evlendirerek bu taşkınlığımı dizginlemeyi hiç
düşünmedi. Çünkü onların tek derdi hitabet sanatını mükemmel şekilde öğrenmem
ve konuşmamla insanları ikna etmeyi başarabilmemdi.11
3.
BÖLÜM
Eğitim maksatlı seyahat ve anne
babasının beklentisi.
5.
Aynı yıl Madaura’clan geri
dönmek zorunda kalınca öğrenimime bir süre ara verdim. Komşu şehrimiz
Madaura’ya edebiyat ve hitabet eğilimi almak için gitmiş ve derslere daha yeni
başlamıştım[100] Ama ailem beni daha uzak bir
diyara, Kanaca'ya yollamak istiyordu ve bunun için gerekli parayı hazırlama
telaşındaydı. Çünkü Thagaste’nin mütevazı bir sakini olan babamın beni okutma
hevesi servetinden daha büyüktü. Bütün bunları sana ne diye anlatıyorum ki?
Aslında sana anlatmıyorum Tanrım, senin huzurunda kendi soyuma, yani insan soyuna
anlatyorum, bu sözlerimi ancak birkaçının ciddiye alacağını da bile bile.
Amacım mı ne? Benim ve bu satırları okuyan herkesin ne de-
rin bir uçurumdan sana haykırdığım
anlayalım istiyorum.[101] [102]
Çünkü sen ancak tövbe eden bir kalbin ve inanç dolu bir yaşamın sesine kulak
kabartırsın değil mi? Kim oğlu için ailesinin tüm kaynaklarım zorlayan ve sırf
oğlu dışarılarda, yabancı bir memlekette okusun diye para bulmaya çalışan bir
insana, yani babama övgüler yağdırmaz? Çünkü bizim memleketimizde ondan daha
zengin olanların hiçbiri oğulları için hiç böyle bir sıkıntıya girmemişti. Ama
şu da bir gerçek ki, babamın niyeti beni senin gözünd.e iyi bir evlat olarak
yetiştirmek ya da iffetli bir insan olmamı sağlamak d.eğildi. Sırf iyi bir
konuşmacı olmamı istiyordu. Bu yüzden sen i n tarafından ekilip biçilemedim.
Oysa kalbimin, yani senin tarlanın tek doğrusu ve tek hakimi sendin Tan-
4
rım. 14
6.
Mala on a 111
yaşındaydım[103] vc a i l cvi nedenlerden
dolayı[104] okulu falan bırakıp zorunlu
bir istirahata çekilmiştim. Ama aileınle yaşamaya başladığım döııcmdcn itibaren
şehvetin dikenli çalıları da gitgide büyüdü, büyüdü, ta tcpcme kadar çıktı.
Bunları koparacak kimse de yoktıı. Dahası bir gün hamamda yıkanırken babanı
benim erkekliğimin uyan d ıgı n1, kıpır kıpır bir gençlikle
dolduğunu görünce, bu işaretten artık torun sahibi olabileceğini düşünüp
sevinçle durumu anne- mc aıı lattı. Babam sevi nçtcn sarhoş ol m uşt u, ama bu
sarhoşluk, şu dünyaya sc n iıı Yaratıcısı olduğunu unutturan ve senin yerine
senin yarattıklarına aşık olmasına neden olan gizli bir şaraptan kaynaklanıyordu.
Bu şarap dünyanın yoldan çıkmış ve en bayağı şeylere bel vermiş iradesinin bir
ürünüydü. Ama neyse ki annemin gönlünde sen çoktan tapmağını dikmiş, kutsal
evinin temellerini atmıştın.[105] Babamsa henüz senin bir
öğrencindi ve bu yolun henüz çok başındaydı. [106]
[107] Dolayısıyla annem inançlı bir
insan olduğundan bu haberi kaygıyla karşıladı ve içi titredi. 19
Henüz vaftiz olmadığım halde sana yüzünü değil de sırtına dönerek yürüyenlerin
sapkın yollarına gireceğimden korkuyordu.
7.
Yazıklar olsun bana! Senden
gitgide uzaklaşırken senin suskun kaldığını söylemeye cüret ediyorum ey Tanrım.
Oysa o sırada senin suskun kalman olacak şey mi7 Annemin, yani o sadık kulunun
benim kulaklarıma fısıldadığı sözler senin değil de kimindi? Ama kulaklarımdan
yüreğime hiçbir şey akmıyordu ki, o söylenenleri yerine getireyim. Hafızamı
derinden yokladığımda bugün gibi hatırlıyorum, nasıl da büyük bir ciddiyetle
beni uyarıyor, zina işlemememi, hatta herhangi bir adamın karsına yan gözle
bakmamamı öğütlüyordu. Ama bütün bunlar bana kadınca öğütler gibi geliyordu ve
onlara uymak bana utanç veriyordu. Oysa bu sözler senin sözlerindi, bense bunu
bilmiyordum; ve senin sustuğunu, annemin konuştuğunu sanıyordum, oysa sen
annem aracılığıyla benimle hiç susmadan konuşuyordun ve ben annemi, yani senin
sadık hizmetkarını hiçe sayarken, aslında hem onun oğlu olarak hem de senin
sadık kulun olarak seni hiçe sayıyordum. Ama ne yaptığımı bilmiyordum, öyle
körlemesine, paldır küldür yoluma devam ediyordum. Öyle ki yaşıtlarımın
arasında onlardan daha az hovardayım diye hicap duyuyordum. Çünkü onların,
işledikleri günahları ballandıra ballandıra anlattıklarını ve ne kadar adilik
ederlerse o kadar böbürlendiklerini görüyordum. Ben de onların yaptıklarını
yapıyordum, böylece hem şehvetimi tatmin etmekten zevk alıyor, hem de övgü
kazanıyordum. Ahlaksızlıktan başka ayıplanacak bir şey olabilir mi? Bense
ayıplanmayayım diye daha fazla ahlaksız oluyordum. Hatta diğer günahkârlarla
boy ölçüşecek kadar günah işlememişsem, hiç yapmadığım şeyleri yapmış gibi
gösteriyordum, çünkü masumiyetimin tabansızlık, iffetimin de zayıhık olarak
algılanacağından müthiş korkuyordum.
8.
İşte ben bu tür
arkadaşlarla Babil[108] [109]
[110] sokaklarını arşınlıyordum ve
mis kokulu tarçınlara vc pahalı merhemlere bulanıyormuşum gibi buranın
çamuruna bulanıyordum. Yapıştıkça yapıştığım ve beni en derinlerine sürükleyen
bu çamur gizli bir düşman gibi beni ayaklarının alıma alıyor ve beni haslan
çıkarıyordu, zaten ben de baştan çıkarılmaya dünden hazırdım. Beni dünyaya
getire^1 annem bile babamın benimle ilgili söylediklerini ciddiye
almıştı.22 Gerçi şimdiye değin Ba- bil'in kucağına
düşmekten hep kaçınmıştı, ama demek ki hâlâ kenar mahallelerinde dolanıyordu.
Oysa bir zamanlar bakirliğini korumam konusunda bana öğüt le r verirken ne
kadar endişeliydi. Şimdi ise pençesine düştüğüm bu vebanın iler i de daha
tehlikeli bir hal alacağını hissetmişti, bu yüzden lutkularımın önüne başka
türlü geçilemeyecekse o zaman evlilik bağıyla bunları zapturapt altına almanın
en doğru hareket olacağını düşündü. Ama bunun çok da fazla üzerinde durına-
dı, çünkü bir kadına takılıp kalırsam
gelecek umudumun suya düşeceğinden kaygılandı. Tabii bu gelecek umudum annemin
sana bel bağladığı türde bir gelecek umudu değildi,[111]
edebiyat öğrenimimle ilgili bir umuttu. Çünkü benim annem de babam da edebiyat
öğrenmemi o kadar çok istiyordu ki. Babam sana dair gerçek bir inanç beslemediğinden
benimle de ilgili gerçek düşüncelerden uzaktı. Annem ise edebiyat öğreniminin
zararlı bir şey olmadığına, hatta bu tür bir disiplinin beni sana daha fazla
yaklaştıracağına inanıyordu. Çünkü hafızamın derinlerini yokladığımda onların
düşünce tarzlarıyla ilgili bu sonuçları çıkarıyorum. Ama bu durum
dizginlerimin iyice boşalmasından ve sefahat alemine dalmamdan başka işe
yaramadı, beni denetleyecek sıkı bir disiplinden yoksun kaldım, dört yanımı
saran yasak aşkların girdabında kaybolup gittim. Bu uçarılıklar seninle benim
arama kalın bir sis perdesi çekti ey Tanrım, senin o parlak ışığından beni
ayırdı. Sefahatle semiren bedenimden kötülük fışkırıyordu adeta.[112]
4. BÖLÜM
Kafadarlarıyla işlediği hırsızlık.
9.
Senin yasan hırsızlığı
kesin olarak yasaklar ya Rab.2[113]
Bu yasa insanların kalplerine yazılmıştır ve günah işleseler bile oradan silinmez.[114] Yoksa hiçbir hırsız başka bir
hırsıza serinkanlılıkla katlanabilir mi? Zengin bile olsa bir hırsız, ihtiyacı
olduğu için çalan bir hırsıza katlanamaz. Ben de hırsızlık yapmak istedim ve yaptım,
üstelik aç da değildim, açıkta da, ama bana rahat batmıştı, günah budalası
olmuştum. Çünkü çaldığım şey zaten bende bol bol vardı, hem de en iyisiydi.
Hem arsızlık edip de çaldığım şeyi kullanacağım falan da yoktu. Asıl hoşuma
giden hırsızlık yapmak ve günaha girmekti. Bizim bağın yan ında bir armut ağacı
vardı, dallarından armutlar taşardı, ama ne şekilleri ne de tatları bir şeye
benzerdi. Mahallemizde gece yanlarına kadar oyun oynamak gibi berbat bir huy
edinmiştik. İşte bu gecelerden birinde geç bir vakit ben de dahil olmak üzere
bir alay yontulmamış genç- kalktık bağa girdik, ağacı sallayarak meyveleri
düşürecek ve kapıp götürecektik. Üylc de yaptık ve epeyce bir armut yüklenip
kaçtık. Yemek için değil tabii, domuzlara atmak için. Birazını da biz mideye
indirdik belki, aına asıl hoşumuza giden yasaklanan bir şeyi yapıyor olmaktı.
lw benim kalbim ey Tanrım, işte merhamet duyduğun kalbim böyle uçurumun en
dibindcydi. Ama izin ver kalbime artık sana söylesin, oralarda ııc arıyordu
ki, beni böyle yok yere kötü bir insan haline getirdi, söylcsiıı artık
kiitülüğümün sebebi kötülükten başka bir şey değildi. hvei, bu budalalıktı, ama
ben budalalığı sevdim; kendimi mahvetmeyi sevd im; k usurl u ol m ayı sevd im;
uğruna kusur işlediğim şeyi değil, sadece kusurlu olmayı sevdim. Benim
aşağılık ruhum senin gök kubbenden yıkıntılara düştü; rezil olup da bir şey
elde etmek istemedi, sadece rezil olmak istedi.
5.
BÖLÜM
Hiç kimse durduk yere günah işlemez.
10. Güzel şeylerde göze hoş görünen bir çekicilik vardır, altında,
gümüşte ya da bunlara benzer her şeyde. Dokunmaya değer bulduğumuz şeylerden
müthiş bir haz alırız, keza diğer duyu organlarımızın da beğenilerine hitap
edecek böyle nice maddi nesne söz konusudur .. Dünyevi makamların da
kendilerine özgü bir çekiciliği vardır, emretme ve söz sahibi olma yetkisi
çekicidir. İntikam hırsı işte bu çekilikten doğar. Ama bütün bunları elde
edeceğiz derken senden uzaklaşmama- lıyız ya Rab, senin yasandan sapmamalıyız.
Bu yaşadığımız yaşamın d21. bir çekiciliği var,
çünkü kendine özgü bir güzelliğe sahip ve bu güzellik dünyanın bütün
güzellikleriyle uyum içinde. İnsanlar arasındaki dostluk bağının da kendine
göre bir tadı, bir tılsımı var, çünkü bütün kalpleri tek bir kalp haline
getirir. Ama bütün bunlar ve bunlar gibi nice değer günah işlemek için bir
fırsat yaratır, çünkü bu değerler en alt seviyede iyiliklerdir[115] ve kendi cazibelerine
kapılanları daha iyi ve daha üst seviyedeki iyiliklerden ederler, ey Rab olan
Tanrım, yani senden, senin hakikatinden ve senin yasandan ederler. Çünkü bu en
alt seviyedeki iyilikler dc sevinç verir, ama bu sevinç her şeyin Yaratıcısı
olan Tanrımın verdiği sevince asla benzemez. Çünkü dürüst insanlar sadece sende
sevinç bulur, çünkü sen dürüst kalplerin gerçek sevincisin.[116]
11.
Bir suçun neden işlendiğini
araştıracak olsak, bu suçun en alt seviyede değerler olarak adlandırdığımız,
bir şey elde etme arzusu ya da bir şey kaybetme korkusu yüzünden işlendiğine
dair bir kanıt bul- mad.ıkça asla ikna olmayız. Çünkü bu tür değerler güzel ve
çekicidir, ama en yüce ve en kutlu değerlerin yanında aşağılık ve bayağı
kalırlar. Diyelim ki bir adam cinayet işledi. Sizce neden işlemiştir? Ya
kurbanın karısına göz dikmiştir ya da malına. Veya kurbanını soyarak geçimini
sağlayacak para elde etmek istemiştir. Bu da değilse, o zaman kurbanının
kendisinden bir şeyler çalacağından korkmuştur ya da haksızlığa uğradığı için
intikam ateşleriyle yanıp tutuşmuştur. Acaba bir adam durduk yere, sırf
öldürmekten hoşlandığı için cinayet işleyebilir mi? Böyle bir şeye inanabilir
misiniz? Çünkü ortada hiç sebep yokken ahlaksızlık ve gaddarlık eden şu tam
anlamıyla deli ve zalim adamın bile en azından bir nedeni vardı:[117] Derler ki elleri ve yüreği
pas tutmasın diye cinayet işlemişt i. Peki neden cinaye t işledi? Neden
işlemesin ki? Çünkü böyle sürekli cinayetler işleyerek sonunda kenti tamamen
ele geçirecek ve ardından mevkilere, yönetim gücüne ve servete sahip olacaktı,
ayrıca artık kanun korkusu olmadan yaşayacak, para sıkıntısı çekmek ya da
cinayetlerinin gün yüzüne çıkmasından kaygılanmak gibi bir derdi de
kalmayacaktı. Demek ki Catilina bile i şl ed iği ci nayet ler i sı rl' cinayet
olsun diye işlemedi, omı mutlaka ci nayet işlemeye iten bir sebebi vardı.
6. BÖLÜM
İyiyın iş gibi görünen ve bizi günaha sevk eden
her şeyin doğrusu ve kusursuzu Tanrı'da bulunur.
12. Ne zavallı biriymişim meğer, sende ne buldum da acaba seni
sevdim ey hırsızlığım, ey benim dünyevi yaşamımın oıı altı yaşında o gece
işlediğim suçum? Çünkü sen güzel değildin, sen hırsızlıktın. Ama seıı gerçek
bir varlık mısın ki, beıı seninle böyle konuşuyorum? Çaldığımız armutlar
güzeldi, çünkü onlar da senin tarafından yaratılmıştı, ey bütün varlıkların en
güzeli, her şeyin Yaratıcısı, her şeyin en iyisi Tanrım, ey benim Yüce Tanrım,
ey benim en hakiki İyiliğim. Evet, o armutlar güzeldi, ama benim zavallı
ruhumun arzuladığı o armutların kendisi değildi. Çünkü bende bu armutların daha
iyileri vardı, hem de bol bol. Ama ben bunları sırf hırsızlık yapmak için
çaldım. Çünkü onları toplar toplamaz hemen fırlatıp attım, onlarda tattığım tek
şey günahım oldu, işte bunu tatmaktan büyük zevk aldım. Dudaklarıma bu
meyvelerden birkaçının tadı değmişse, onlara bu tadı veren sadece günahımdı.
Şimdi soruyorum ey Rab olan Tanrım, bu hırsızlıkta beni cezbeden neydi diye,
ama beni cezbedici herhangi bir güzellik bulamıyorum. Adaletteki ya da
bilgelikteki güzellik gibi bir güzellikten bahsetmiyorum. İnsanın zihnindeki,
hafızasındaki, duygularındaki ya da diri bedenindeki güzellik gibi bir
güzellikten de bahsetmiyorum. Kendi yörüngelerindeki yıldızların ihtişamındaki
ve yüceliğindeki güzellik gibi bir güzellikten de bahsetmiyorum ya da ölenlerin
yerini yeni doğanların aldığı o bereketli yeryüzündeki ya da denizlerdeki
güzellik gibi bir güzellikten de bahsetmiyorum. Kötülüğü cazip kılan o
aldatıcı, o gölgeli güzellikten de bahsetmiyorum.
13.
Kibir sadece yüceliği
taklit eder, oysa sadece sen Tanrısın ve her şeyin en yücesisin. Hırs sadece
onur ve şöhret arayışı değil mi? Oysa her şeyden önce sen onurlandırılmaya
layıksın ve ebedi bir şöhrete sahipsin. İktidarın doğurduğu zalimlik sadece
insanların gözünü korkutmaya bakar. Oysa Tanrı’dan başka bir şeyden korku
duyulur mu? Herhangi bir zamanda, herhangi bir yerde, herhangi bir şekilde ya
da herhangi biri Tanrı’nm iktidarından herhangi bir şey kapıp götürebilir mi?
Baştan çıkarıcı tatlı sözler sadece sevilmek için söylenir. Oysa hiçbir şey
senin şefkatinden daha tatlı değildir, hiçbir şey senin hakikatinden daha çok
sevilmez, her şeyin en güzeli, en parlağı olan senin hakikatinden. Merak bilgiye
susamışlık gibi gösterir kendisini, oysa her şeyin en üst bilgisine sahip olan
sadece sensin. Cahillik ve budalalık, saDık ve masumiyet maskesine bürünür,
oysa senden daha saf bir şey aramaya gerek bile yok. Dahası senden daha masum
bir şey olabilir mi? Çünkü kötüler bile kendi yaptıkları işlerden ötürü zarara
uğruyorlar. Tembellik huzur gibi gösterir kendisini. Ama Rab’dan başka bir
yerde huzur bulunabilir mi? Taşkınlık, doygunluk ve bol- luk d e n mes ini
ister ke n d isi n e, oysa sen doygunluğun ta ke ndisi si n ve bitmez tükenmez
bir hazzm ebedi hazinesisin. Savurganlık, cömertlik maskesi altına gi z l c
nir, oysa bütün i yi 1 i klerin en cömert dağı tıcısı sensi n. Açgözl ülük,
birçok şeye sah ip olmak ister, oysa her yeyin salıibi sensin. Kıskançlık,
mükemmeliyet için savaşır, oysa senden daha mükemmel olan mı var? Öfke,
intikam almaya çalışır, ama senin kadar acialetli intikam alan mı var? Korku,
sevdiği şeyleri tehdit edeıı tuhal ve ani olaylardan ürker ve kendisini güvende
hissedeceği önlemler alır, oysa senin için tuhal bir olay mı var? Scııin için
hiç beklenmedik bir olay olabilir nıi? Ya da kiııı seni sevdiklerinden ayırabilir?
Ya da senden başka bir yerde insaıı ke nd is i n i daha güvenli hissedebilir
mi? Pişmanlık, tamahkârlığım doyuran zevkleri yitirdiğinde kendisini yer
bitirir, cünkü kendisinden hiçbir şey alınıp götürülsün istemez, yani sana
benzemeye çalışır, ama senden hiçbir şey kapıp gö- türülcnıez.
14. Deıııek ki ruh setıden yüz çevirdiğinde zina işlerÇ0
sal ve temiz olanı scni11 dışında bulmaya
çalışır, oysa yüzünü yeniden sana dönmedikçe bunları asla bulamayacaktır.
Yollarım senden ayıran ve seni yüce lteceklerine kendilerini yücelten herkes
seni kötü bir şekilde taklit etmeye çalışır. Ama bu şekilde seni taklit ederken
bile senin bütün doğanın Yaratıcısı olduğunu ve sonuçta senden hiçbir şekilde
kaçamaya- [118] caklarını kanıtlamış olurlar.
O halde hırsızlık yaptığımda beni cezbeden neydi? Bu hırsızlığı yaparken ben
Rabbimin hangi yetisini bu kadar ahlaksızca ve sapkınca taklit etmiştim? Onun
yasasına karşı gelecek bir gücüm olmadığına göre, karşı geliyormuşurn gibi
görünmekten mi zevk almıştım? Her şeye kadir olduğu sanrısına kapılıp cezalandırılmaktan
hiç korkmadan yasağı delen ve kendisine sahte bir özgürlük yaratan bir mahkûm
gibi mi davranmıştım? İşte Efendisinden kaçan ve onun yerine bir gölgenin
peşine takılan bir köle! Ah, ne kokuşmuşluk! Ne ucube bir yaşam ve ne derin
bir ölüm! Yasak olanı sırf yasak olduğu için yapmış olmaktan zevk almak mümkün
mü?
7. BÖLÜM
Günahlarını bağışladığı ve başka günahlar
işlemesinden
alıkoyduğu için Tanrı'ya şükranlarını sunuyor. [119]
rin günahlarını affettiğin
bağışlayıcılığına kendisinin pek ihtiyacı yokmuş gibi. Senin çağrına sadık
kalmış ve senin sesine kulak kabartıp buraya kaydettiğim ve okunmasını
istediğim günahlarımdan hayatı boyunca kaçınmış bir insan sakın beni alaya
alayıp da, kendisini hastalıktan ya da en azından benimki gibi ağır bir
hastalıktan korumuş olan o Hekimin beni de tedavi etmiş olmasına gülmesin. Sana
olan sevgisi azalmasın, tersine d aha da çoğalsın; ve beni harap eden büyük
günahlarımdan Onun sayesinde kurtulduğumu, kendisinin de bu tür büyük
günahların yol açacağı harabiyetten Onun sayesinde korunduğunu anlasın.
8. BÖLÜM
Hırsızlık yaparken günahkârlarla birlik olmayı
sevdi.
16.
.Şimdi hatırlamaktan
ulandığım o günahlar ben biçareye ne kazandırmış olabilir,3ı özellikle sırf
hırsızlıktan hoşlandığım için yaptığım hırsızlık? Hiçbir şey. Zaten
hırsızlığın başlı başına bir hiç olduğu düşünülürse, demek ki ben daha da
zavall ı ydım. Ama o zamanki hislerimi hatırlı yorum da, tck başıma olmuş
olsaydı m asla hırsızlık yapamazdım diye düşünüyorum. O halde benim hoşlandığım
şey hu suçları işlediğimiz o çeteyle birlikte olmak mıydı? Eğer öyleyse o zaman
sır! hırsızlığı sevdim diyemem. Ama ne fark eder, birlikte olmaktan hoşlanmak
da koca bir hiç. Peki hiç olmayan neydi o zaman? Bunu bana senden
başka kim öğrete bil i r, yüreğime ışık tutan ve sislerini dağı tan senden
başka? Zih n i m i bu soruyu sormaya kışkırtan, bu soruyla karşılaştırıp bu
soru üzerine düşünmemi sağlayan başka ne olabilir? Çünkü derdim sırf çaldığım
meyveler olsaydı
3ı Epislula ad Romanos, 6.21.
ve sırf onları yemek isteseydim, zaten tek
başıma da bunu yapabilirdim, eğer o suçu işlemek benim zevkimi tatmin etmeye
yeterli olsaydı. Birlikte olduğum arkadaşlarımın bendeki bu arzuyu
ateşlemesine gerek kalmazdı. Ama o meyvelerde benim zevkime hitap eden bir şey
yoktu, benim zevkime hitap eden şey günahkârlar çetesiyle birlikte işlemiş
olduğum suçun kendisiydi.
9. BÖLÜM
Kötü arkadaşlık bulaşıcı bir hastalıktır.
17.
O zamanki ruh halimi nasıl
açıklayabilim? Kesinlikle rezaletti ve böyle bir hale düştüğüm için yazıklar
olsun bana. Ama yine de nasıldı? Bir insan zaaflarını anlayabilir mi?[120] Yaptığımız her şeye gülmekten
kırılıyorduk, çünkü ne yaptığımızı bir türlü çözemeyen ve bize sert bir şekilde
çıkışan ev sahiplerini aldatmak sanki yüreğimizi gıdıklıyordu. Ama niçin ben
yalnız başıma asla yapmayacağım şeyleri yapmaktan hoşlanıyordum? Bunun nedeni
kendi başıma olsam öyle içten gelerek güleıneyecek olmam mıydı? Sahiden de hiç
kimse kendi başına böyle içten gelerek güleınez. Yine de öyle durumlar olur
ki, insan kendi kendine, yanında hiç kimse olmadığı halde, gülme krizine tutulabilir,
özellikle çok komik bir şey gördüğünde ya da işittiğinde ya da düşündüğünde.
Hayır, bana kalsa tek başıma bu suçu işlemezdim, asla tck başıma bu suçu
işlemezdim. İşte kalbimi sana olduğu gibi açıyorum Tanrım, çünkü her şey
hafızamda capcanlı. Yalnız başıma ben hırsızlık yapmazdım, çünkü çaldığım şeyde
bana cazip gelen bir şey yoktu, sadece çalmaktan hoşlanıyordum. Tek başıma
olsam çalmaktan zevk almayacağımdan çalmazdım. Ah bu ne düşmanca bir
arkadaşlık, zihnin kelimelerle açıklanamayacak baştan çıkarıcılığı, oyun ya da
şaka kabilinden zarar vermeye duyul an hırs, başkasının kaybından duyulan
açlık. Hiçbir kişisel çıkar yok, intikam duygusu hiç yok. Ama haydi
gidelim, yapalım dediklerinde, utanç duymaktan utanıyoruz.
10. BÖLÜM
Bütün iyilikler Tanrı'dadır.
I 8. Bu birbirinin içine geçmiş karmakarışık düğümü kim çözecek?
Ne iğrençlik! Ben artık bunları düşünmek istemiyorum, bunları görmek istemiyorum.
Seni istiyorum ey Adalet, Masumiyet, ikili bakan gözleri kamaştıran Güzellik
ve Işık; senin doygunluğun ne doyumsuz. Sende sonsuz bir huzur var, sende
dingin bir yaşanı var. Senin krallığına giren insan Rabhiııin sevincine
kavuşur;[121] hiçbir şeyden korkmaz,
mükemmel olanda mükemmelleşir. ( kinliğimde senden uzaklaşmıştı m Tanrım ve
senin kımıldamaz durağanlığından başka yollara sapıp yolumu kaybetmiştim ve
kendi kendimi çöle döndürmüştüm.
1.
BÖLÜM
Aşkı yakalayayım derken, aşka yakalanıyor.
1.
Kartaca’ya geldim ve yasak
aşklarla kaynayan kazanın tam ortasına düştüm. Şimdiye kadar aşkı hiç
tatmamıştım, ama aşık olmaya âşıktım.1 Aşka duyduğum gizli özlem, bu
özlemi daha yoğun hissetmediğim için kendimden nefret etmeme neden oluyordu.
Etrafıma bakınıp âşık olacağım bir nesne arıyordum, âşık olmaya duyduğum aşkla
güvende olmaktan ve tuzaksız yollardan nefret ediyordum.[122]
[123] İçsel bir açlık içindeydim,
ama içimi doyuracak bir besinden yoksundum, yani senden yoksundum Tanrım. Ama
ben sana aç olduğumu hissedemiyordum. Çünkü henüz kokuşmamış besinlere karşı
bir açlık duymuyordum. Bu tür besinlere doymuş olmamdan kaynaklanmıyordu tabii
bu duygum, tersine bunlara açlık hissettikçe bana daha da lezzetsiz
gelmelerinden kaynaklanıyordu. Bu yüzden ruhum sağlığını yitirdi, her yanını
saran ülser yüzünden kendisini dışarılara attı ve duyular dünyasıyla temas
edip kaşıntısını gidermenin sefil yollarını aramaya koyuldu. Ama yöneldiği
şeylerin ruhu olmadığından gerçek aşkın nesnesi de olamıyorlardı.[124] Sevmek ve sevilmek bana öyle
tatlı geliyordu ki, hele sevdiğim şeyin bedenine sahip olmuşsam tadına
doyamıyordum. Yani dostluk pınarını şehvani pisliklerle kirletiyordum ve onun
dupduru sularını cehennemlik şehvetle karartıyordum, yine de rezilliğime ve
ahlaksızlığıma aldırmadan aşırı bir kendini beğenmişlik içinde dünyanın en
kibar, en beyefendi insanıymışım gibi ortalıklarda dolanıyordum. Sonunda
kölesi olmak istediğim aşka düştüm. Ey Tanrım, ey merhamet li Tanrım, sen o
kadar iyisin ki, çünkü bu zevkin lezzetine öyle acı bir tat kattın ki. Evet,
sevildim ve hiç farkına varmadan zevkin zincirleriyle bağlandım, can yakıcı
halkalarına seve seve geçirdim boynumu ve gün geldi kıskançlığın, kuşkuların,
korkuların, öfketerin ve kavgaların o kızgın demirden sopalarıyla dövülmeye
başladım.
2.
BÖLÜM
Tragedya oyunlarını seyretmekten hoşlanıyor.[125]
2.
Tiyatro oyunlarına
bayılıyordum. Çünkü bunlar benim sefilliğimi yansılıyor ve ateşi m i
körüklüyordu. Neden insan o hüzünlü ve trajik oyunları seyredip acı çekmek
ister, üstelik başına da hiç böyle olaylar gelsin istemezken? Ama bu olayları
seyrederken içinin acımasını ister ve üstelik bu acıdan zevk alır. Tuhaf bir
delilik değil de nedir bul Çünkü bu sahnelerden acı çektikçe kendisindeki
benzer acılar da bir türlü iyi leşıııez. Ama insanın kendisinin çektiğe acıya
dert, başkalarının acısını hissetmesine ise merhamet denir. Tiyatroda
sergilenen bu hayali oyunlardaki merhamet ne tür bir merhamettir? Çünkü bu
oyunlarda seyircinin yardıma koşması beklenmez, sadece acı çekmesi beklenir ve
ne kadar çok acı çekilirse, hayali oyundaki aktör o kadar çok alkışlanır. Bu
insanlık dramı ister tarihsel bir olaya, isterse efsane
lere
dayanmış olsun, seyircinin açı çekmeyeceği kadar kötü oynanırsa, o zaman
insanlar tiyatroyu canlan sıkkın bir halde eleştirerek terk eder. Ama oynanan
oyun seyirciye acı vermişse, insanlar mutlu mesut, oyunun sonuna kadar
tiyatroda kalır ve ağlar.
3.
Bu durum şunu gösteriyor
ki, biz acıları da seviyoruz. Gerçi her insanın mutlu olmak istediğinden de
kuşkumuz yok bu arada. Ama hiçbirimiz acınacak duruma düşmek istemezken yine de
başkalarına acımaktan hoşlanmamız, bizim acı çekmeden acı duyamayacağımızdan
kaynaklanıyor da biz acıları sırf bu yüzden mi seviyoruz? Eğer böyleyse bu
bizdeki dostluk pınarından kaynaklanıyor.[126]
Ama bu pınarın suları nereye akıyor? Bu pınar nereden doğuyor? Niçin zift
kaynayan akıntıya, o iğrenç tutkuların vahşi ateşlerine karışıyor sonra ve
bunların içinde kaybolup bile bile asıl yolunu, yani göğün berraklığını terk
edip başka bir yola sapıyor? O halde merhametimizi bir kenara mı atmalıyız?
Asla. Öyleyse zaman zaman acılan da sevmeliyiz. Ama dikkat et, kendini kirletme
ey ruhum, benim Tanrımın, atalarımızın Tanrısının ve çağlar boyunca övülecek ve
yüceltilecek Tanrı'nın koruyuculuğuna sığın ve dikkat et, kendini kirletme.
Bugün bile acıma duygumu yitirmiş değilim, ama o yaşlarda o oyunlardaki
sevgililer ahlaksızca birbirlerinden zevk aldıklarında onların hazlarını
paylaşıyordum, sahnelenen gösterideki hareketlerin hayali olduğunu bildiğim
halde. Dahası, birbirlerini kaybettiklerinde onları acıyarak seyrediyor ve
üzüntülerini paylaşıyordum. Ama hem sevincim hem de üzüntüm bana aynı şekilde
haz veriyordu. Oysa bugün ahlaksızlığından zevk duyan insana, iğrenç zevkind.en
yoksun kaldığı ya da acınası mutluluğunu kaybettiği için kendisini çetin
sınavlardan geçiyormuş sanan insandan daha çok acıyorum. işte gerçek acıma
duygusu bu, çünkü insana zevk veren bir yanı yok. Zavallılığından ötürü acı
çeken bir insana bizdeki şefkat hissiyle acıma duyuyorsak da, gerçekten bütün
gönlüyle acıma hissi duyan bir insan şefkat hissini bahane olarak kullanmamalı.
Çünkü iyi niyetin arkasında kötü niyet varsa, yani imkansız olan olabiliyorsa,
o zaman gerçekten ve bütün samimiyetiyle acıma hissi duyan bir insanın
başkalarının acı çekmesini istemesi gerekir ki kcııdisi bunlara acıyabilsin. Bu
nedenle bazı acılara şefkat gösterilebilir, aıııa hiçbir acıdan zevk alınmaz.
Oysa senin, ey Rab olan Tanrım, senin ruhlarımıza duyduğun acıına bizim acınıa
hissimizden o kadar larldı ki, o kadar sal ki, o kadar katışıksız ki, çünkü
hiçbir acı seni yaralamıyor. Böyle bir ycti başka kimde var?[127]
4.
Aıııa o yıllarda zavallı
bir insan olduğumdan acı duymayı seviyordum ve canımı yakacak şeyler
aranıyordum. Bu yüzden sahnedeki aktörün, başkalarının yaşadığı hayali
felaketleri canlandırması benim öyle hoşuma gidiyordu, beni öyle derinden
etkiliyordu ki, gözlerimden sel gibi yaşlar boşalıyordu. Senin çobanlığına
katlananıayıp süründen ayrılmış ve kendisini yollara vurmuş biçare bir koyunun
o iğrenç: uyuz illetine tutulmuş olmasında tuhaf olan ne var?[128] Zaten bu yüzden acılardan
büyük zevk alıyordum, ama yüreğimi delip geçecek türdekilerden değil. Çünkü
tiyatroda seyrettiğim gibi acılar yaşamak istemiyordum, sadece derimi sıyırıp
geçen acılı öyküler, hayali masallar dinlemek istiyordum. Ama tırnaklarımla
kaşıdıkça, derim daha fazla alev alıyordu sanki, kabarıyor, şişiyor ve pis
kokulu irinler akıyordu her yanından. Böyle bir yaşama gerçek bir yaşam
denebilir miydi ey Tanrım?
3.
BÖLÜM
Hitabet okulunda Bozguncuların[129]
yaptıklarından
dehşete kapılıyor.
5.
Yaşantım böyle akıp
giderken senin bağışlayıcılığın çok uzaklardan bana kol kanat geriyordu. Dalalet
içine düşmüş, kendimi harcamıştım, haram bir meraka kapılmıştım. Seni terk
edince inançsızlığın diplerine sürüklendim ve şeytanların kölesi olup maskaraya
döndüm. İşlediğim günahları onlara kurban olarak sundum ve bütün yaptıklarımın
cezasını senin kırbacını yiyerek ödedim. Hatta haddimi öyle aştı m ki, senin
için düzenlenen kutsal ayinler sırasında senin kilisenin dört duvarı arasında
bile arzularımı bastıramadım ve ölüm meyvesini dereceğimi bile bile günaha
girdim. Bu yüzden senin tarafından kırbaçlanarak ağır bir şekilde
cezalandırıldım. Ama işlediğim suçun yanında bu cezalar çok hafif kalır ey
Tanrım, ey yüce bağışlayıcım, korkunç tehlikelerle dolu yollardan kaçıp
sığındığım tek korunağım. Başıboş dolanıyordum bu yollarda, başım dimdikti[130] ve senden gitgide uzaklaşıyordum.
Senin yolunu değil kendi yolumu seviyordum, bir firarinin özgürlüğünü
seviyordum.
6.
Özgür sanatlar denen o
dersler[131] benim mahkemelerde avukatlık
yapınama yönelikti. Bu derslerle ayrıcalıklı bir yer edinecektim, yani
insanları ne kadar kandırırsam o kadar büyük övgü kazanacaktım. insan ne kör
bir varlık ki körlüğüyle bile gururlanabiliyor. Hitabet okulunda üstün bir
konumdaydım ve bu başarımdan ötürü böbürleniyor, kurum kurum kurumlanıyordum.
Ama ya Rab, biliyorsun yine de çok usluydum ve ortalığı birbirine katan o Bozguncuların yaptıklarının
hiçbirini yapmıyordum. Kendilerine uygun gördükleri bu uğursuz, bu şeytani ad,
onların kentli züppclikleriyle ne de güzel uyuşuyor. Yine de onların
arasıııdayken, onlardan biri olmadığım için tuhaf bir utanç du- yuyordtim.
Onlarla birlikte yatıp kalkıyordum, arkadaşlıklarından zevk aldığım zamanlar
bile oluyordu. Gerçi davranışları hep beni ürkütüyor- d u. Sınıfa yen i ge len
utangaç ve acemi çaylaklara yüzsüzce kancayı takıyorlar, onlarla dalgalarım
geçip cğle ne rek kötü ni ye 11 eri ni besliyorlardı. Yapt ıkları :ıııcak bir
şeytanın yapabileceği şeylerdi. Bu yüzden Bozguncular kadar
onlara yakışan başka bir ad olabilir mi? Çünkü hc.r şeyden ön- cc kendileri
bozuktu bu insanların, başkalarını alaya alıp kandırmaya çalışırlarken aslında
kendilerini alaya alan ve kendilerini baştan çıkaran kötü ruhların maskarası
olmuş, yol dan çıkarılmışlardı.
4.
BÖLÜM
Cicero'nun
Hortensius
adlı eseri ruhunu felsefe ateşine salıyor.
7.
Işte en hassas yaşımda ı ı
böyle bir arkadaş çevresinde hitabet kitapla rını lıatmetmekle meşguldüın.
Amacım hep birinci olmaktı, insanoğlunun heylıudeliğinden doğan boş bir
hevesle lanetlenesi ve gelip geçici bir amaca hizmet edecektim. Derslerimiz
belli bir müfredat programına göre işienirken bir gün o malum Cicero'nun bir
kitabıyla tanış- [132] tım. Bu kitabın yüreği değil,
ama dili hepimizi büyüledi.[133] [134]
[135] [136]
İçerik açısından felsefeye çağrı niteliği taşıyan bu kitabın adı Hortensius’tu.
İşte bu kitap yaşama bakış açıını değiştirdi B ya Rab, dualarımı
sana yöneltti, dileklerimi, hedeflerimi başkalaştırdı. O boş umutlarımın hepsi
birden sönüverdi, yüreğimde hissettiğim mucizevi bir ateş sayesinde sonsuz
bilgelik aşkıyla doldum ve yeniden sana dönmek için yavaş yavaş doğrulmaya
başladım. ı4 Çünkü annemin parasıyla satın aldığım bu kitabı dilimi
geliştirmek için okumadım. O sıralar on dokuz yaşındaydım ve babam öleli iki
yıl olmuştu. ıs Her neyse, bu kitabı dilimi geliştirmek ya da üslup
edinmek için okumadım. Bu kitaptan etkilendim, çünkü içinde yazılanlar beni
ikna etmişti.
8. Nasıl yanıp tutuşuyordum Tanrım, bu dünyadan kanatlanıp sa-
na yemden uçmak için nasıl yanıp
tutuşuyordum, benim hakkımda ne düşündüğünle ilgili en ufak bir bilgim olmadığı
halde. Çünkü senin bilgin asıl bilgeliktir. Yunancada felsefe kelimesinin
karşılığı bilgelik aşkıclır, işLe bu kitabın ruhumda yaktığı ateş bilgelik
aşkıydı. İnsanın gözünü boyamak için felsefeyi bir araç olarak kullananlar var,
yanılgıları na renk katmak ve bahane uydurmak için felsefenin yüce adını su-
istimal ediyor, tılsımını ve şerelıni iki paralık ediyorlar. İşte bu kitapta
Gcero’mm zamanında ya da daha önce yaşamış bu Lür sözde felsefecilerden
bahsediliyor, hakiki renklerine işaret ediliyor ve senin en iyi ve en sadık
kullarından Paulus'un sözlerinde hayaL bulan o şifalı öğüdün ne kadar doğru
olduğu bize gösteriliyor: Dikkat edin! Kimse sizi felsefeyle ve insan
yaşantısının boş hayalleriyle, Mesih’in ilkelerine göre değil de dünyevi
ilkelere görc. kandırmaya çalışmasın. Çünkü sen o ulu heybelinle Mesih'te
bedeldendin.10 Ama o zamanlar, sen de
çok iyi biliyorsun ki. ey Kalbimin Nuru, ben bu havarinin sözlerinden
bihaberdim. Cicero’- rum kitabında beni asıl cezbed.en, şu ya da bu felsefe
okuluna bağlanmamamızı, ııc olursa olsun sadece bilgeliği sevmemizi, onu
aramamızı, onun peşine düşmemizi, onu yakalamamızı ve ona sıkı sıkı sarılmamızı
öğütleyen ifadelerdi. İşte beni heyecanlandıran, alev alev yakan bu ifadelerdi.
Ama bu ifadelere yüreğimi yeniden yangın yerine döndürecek şekilde bağlanmamamın
lek nedeni satırlarında Mesih adının geçmiyor olmasıyduz Çünkü senin merhametin
sayesinde bu adı, se- [137] [138]
nin oğlunun ve benim kurtarıcımın adını minicik yüreğim daha annemden süt
emerken kana kana içmişti ve bu adı derinlerine işlemişti. Bu adı taşımayan bir
eser ne kadar edebi olursa olsun, ne kadar süslü bir üslupla yazılmış olursa
olsun ve ne kadar doğru olursa olsun, benim ruhumu derinden fethetmeyi
başaramazdı.
5.
BÖLÜM
Yavan üslubu yüzünden Kutsal Kitabı sıkıcı
buluyor.
9.
İşte böylece Kutsal Kitabı
okumaya ve onun ne tür kitap olduğunu anlamaya karar verdim. Şimdi çok iyi
biliyorum ki, o satırlarda kibirlilerin kavrayamayacağı ve çocukların
göremeyeceği bir şeyler var. Başlangıçta sıradan, ama gittikçe yüceleşen bir
üslubu var ve sırlarla örülü. Ben bunlara nüfuz edebilecek, başımı öne eğip
adımlarının peşine düşebilecek bir adam değildim ki. Ama şu an hatırlıyorum da
bu Kitabı ilk okuduğumda hiç de böyle düşünmüyordum. Tulli- us’un[139] [140]
muhteşem üslubuyla karşılaştırdığımda, bu Kitap o kadar yavan görünmüştü ki
gözüme. Çünkü bendeki kibir bu Kitabın tevazu- sunu kabullenecek gibi değildi,
aklım satırlarının derinliğine nüfuz etmiyordu. Şu bir gerçek ki, bu Kitap
küçük çocuklarla büyüyüp boy atacak şekilde yazılmıştı, ama ben küçük bir
çocuk olmaktan nefret ediyordum, kendini beğenmişliğin doruklarında
olduğumdan, kendimi büyük bir adam sanıyordum.
6.
BÖLÜM
Manicilerin
tuzağına düşüyor.[141]
[142]
[143]
[144]
10.
işte bu yüzden gördükleri
sanrılarla övünen, şehvet budalası bir yığın gevezenin arasına düştüm. Dillerinde
şeytani tuzaklar vardı bu adamların ve bir de senin adının, Rabbimiz İsa
Mesih’in adının ve Şefaatçi ,20 Avutucu Kutsal
Ruh’un2i adının hecelerini karman çorman edip
hazırladıkları öksc macunu.22 Du adlar onların
dudaklarından hiç eksik olmuyordu, ama sadecc ağızdan paldır gül dür çıkan bir
ses olarak; yoksa yüreklerinde hakikaıten eser yoktu. Oysa hiç durmadan
“Hakikat, l lakikat” d i yo rlard ı ve bana bu konuda pek çok telkinde
bulunuyorlardı, aına on la r m hiçbir yerinde hakikat yok tu [145]
Ne seninle, yani asıl ha- kikal olan seninle i Igi l i söyledikleri doğruydu,
ne de sen i n yarattığın bu dünyayı meydana getiren ilk ilkelerle ilgili. Ama
gerçek şu ki, sana olan aşkım uğruna, ey en yüce iyi olan Baba, ey bütün
güzelliklerin güzelliği,[146] bana bu konularda doğruları
söylemiş olan felsefecilerden bile aşkım uğruna vazgeçmiştim. Ey Hakikat,
Hakikat, iliğime kemiğime kadar nasıl da derin derin soluyordum
demek ki seni! Onlarsa tekrar tekrar ve türlü türlü şekillerde seni
fısıldıyorlardı kulağıma, sadece bir sesten, cilt cilt koca kitaplarda okunan
bir sözcükten ibaret olan seni. Sana aç olan ruhuma senin yerine güneşi ve ayı
tepsiye koyup getiriyorlardı[147] yani senin o güzel
eserlerini. Ama bunlar yalnızca senin eserlerindi, sen değildin, üstelik bunlar
senin ilk eserlerin de değildi^[148] Çünkü maddi alemin ne kadar
ışıl ışıl, ne kadar semavi olsa da, senin ruhani alemin ondan önce gelir. Ama
benim açlığım ve susuzluğum senin önce yarattığın bu aleme de değildi, ben
sadece sana aç ve susuzdum, sana, yani hiçbir değişimin ve anlık
gölgelenmelerin olmadığı hakikate.[149]
[150] Ama onlar bana göz
kamaştırıcı hayali görüntüler sundular,28 ben de bu görüntüleri sen sanıp
yuttum. Aslında gözlerimin aklımı çelmesine neden olan o boş hayaller yerine
güneşi sevmiş olsaydım daha doğru olurdu, çünkü en azından onu gözlerimle
apaçık görebilıyordum. Ama ben onların bana sunduklarını sen sanıp yuıiunı,
yine de öyle pek iştahla değil. Çünkü o zaman ağzımda bıraktığın tat şimdikine
hiç benzemiyordu -nasıl bıraksın, senin o yapmacık şeylerle hiç alakan yokıu
ki- işte bu yüzden bu hayallerle doymadım, tersine daha fazla acıktım.
Rüyalardaki yiyecekle r uyanıkken yed iği miz y iyeceklerin aynısıdır, ama
uykudaki insanlar bunlarla doymaz, çü nkü uy tırnakladırlar. Bu yüzden şimdi benimle
konuştuğun için biliyorum ki, o hayallerin seninle uzaktan yakından alakaları
yoktu. Çünkü o hayaller somut birer görüııtüydCı, sahte cisimlerdi. Görme
yeteneğimiz sayesinde gerek gökyüzünde gerekse yeryüzündc gördüğümüz gerçek
cisimler onlardan daha kesindir 13u gerçek cisimleri biz insanlar da görürüz,
vahşi lıayvaıı lar da görür, kuşlar cla. Bu cisimler bizim hayalimizde can
laııdır- dıgımız görüm illerinden daha kesindir. Ama bu görüntüleri, gerçekte
hiç var olnıayaıı ve bu görüntülerden daha büyük ve sınırsız olan başka
görüntülere görc[151] [152]9
daha kesin bir şekilde hayal ederiz. İşte o zamanlar ben bu tür boş görüntü l
erle besleniyordum, ama doymuyordum. Ama ben sana eğiliyordum ey Aşkım, sana
eğiliyordum ki senden güç alabileyim, çüııkü sen ne o gökyüz ün de gördüğümüz
cisimlere benziyorsun, ne de hiç görmcdiklerimize.30
Evet, bunların hepsini sen yarattın, ama bunların hiçbiri senin en büyük âlemin
değil. Demek ki benim hayal gücümde canlandırdığım görüntüler, gerçekte
varolmayan cisimlerin o görüntüleri senden ne kadar uzak görüntülerdi! Evet,
varolan cisimlerin görüntüleri daha kesindir, ama sen bu tür görüntüler de
değilsin. Sen ruh da değilsin, ruh ki bedenlerimize can verir ve bedenlerdeki
can bedenin kendisine göre daha üstündür. Sen ruhlara can verensin, canların
canısın. Sen canın kendisisin ve hiç değişmezsin, sen benim ruhumun canısın.
ll. Öyleyse o vakitler sen neredeydin, ne kadar
uzaktaydın? Ben de senden ayrı orada burada dolanıyordum, hatta keçiboynuzuyla
beslediğim domuzların keçiboynuzundan bile yoksundum.[153]
[154] Bu tuzakların yanında
edebiyatçıların ve şairlerin uydurduğu masallar bile ne kadar masummuş meğer! O
dizeler, o şiirler, o uçan Medea bile32 meğer ne kadar iyiymiş bu adamların beş
elementinin yanında, karanlığın beş mağarasına göre sürekli renk değiştirip
duran, hiçbir yerde varolmayan ve onlara inananı öldüren şu beş elementinin
yanında.[155] Çünkü hiç değilse
şiirleri, şarkıları gerçek bir besine dönüştürebiliyo- rum. O zamanlar uçan
Medea diyordum, ama bunun böyle olduğunu iddia etmiyordum. Kulağıma şiirler
okunduğunda onlara inanmıyordum. Ama bu adamların söylediği masallara inandım.
Ah, ah! Hakikatten yoksun olan görüntüleri aramak için nice cefa çekip su gibi
terlerken nasıl da adım adım cehennemin diplerine inmişim meğer! Çünkü seni,
Tanrım, seni ararken -bunları şimdi bana merhamet ettiğin için sana itiraf
ediyorum, ama itiraf etmediğim zaman da bana yine merhamet etmiştin- zihnimin
idrak etme yetisiyle aramıyordum; oysa hu yetiyi sen insana hayvanlardan üstün
bir varlık olması için vermiştin, bense seni bedenimin duyularına göre aramaya
kalkıştım. Oysa sen benim en iç varlığımdan daha içtin ve benim en üst varlığımdan
daha üstlün. Ama ben Süleyman’ın mesellerindeki o cüretkar, o ar yoksunu kadına
takılıp tökezledim. Kapısındaki sandalyesine olurmuş şöyle diyordu bu kadın:
“Sizden gizlenen şu ekmekleri dilediğinizce yiyin, çaldığım şu tatlı suyu kana
kana için.”34 İşte beni bu kadın baştan çıkardı, çünkü beni kendi
varlığımın dışımda yaşarken, sadece bedenimdeki gözlerle görürken ve bu
gözlerle görüp oburcasına yuituğu yiyecekleri kendi kendime çiğneyip geviş
getirirken buldu.
7.
BÖLÜM
Saçma sapan
öğretileri olan Manicilere
yaranmaya çalışıyor.
12. Başka tür bir gerçeklikten habersizdim, oysa o asıl gerçeklikti.
Kafamın dikine gidiyor ve bana Kötülük nereden gelir; acaba [156]
Tanrı’nın bir bedeni var da onunla
sınırlı mı; Onun saçları ve tırnakları var mı; birdenfazla kadını olanları,
insanları öldürenleri ve hayvanları kurban edenleri haklı mı görmeliyiz
şeklinde sorular soran o budala yalancılara yaranmaya çalışıyordum. Cahilliğim
yüzünden bu sorular aklımı iyice karıştırıyordu, hakikatten uzaklaştıkça
hakikate erdiğimi sanıyordum. Çünkü bilmiyordum ki kötülük yoktur, kötülük
denilen şey sadece hiçbir iyi kalmayıncaya kadar iyilikten mahrum kalmaktır.
Bunu nasıl bilebilirdim ki, gözlerimle sadece maddi olan şeyleri görebiliyorken
ve zihnimde sadece görüntüleri canlandırabili- yorken? Tanrı'nın ruh olduğunu
bilmiyordum, enine boyuna ölçülebilen uzuvlarının, bir kütlesinin olmadığını
bilmiyordum. Çünkü her kütlenin bir bölümü bütününden daha küçüktür. Sonsuz
olsa, sınırlı mekanda kalan sonlu bölümü sonsuzluktan daha kısa kalacaktı, böy-
lece bir ruh ya da bir tanrı gibi her yerde bütünüyle olamayacaktı. Dahası
içimizde olan ve bize varlığımızı veren[157]
[158] şey hakkında da en ufak bir
bilgim yoktu ya da Kutsal Kitap doğruyu söylediğinde, yani biz Tanrı’nın
suretinde yaratıldık dediğinde ne kastettiklerini hiç mi hiç anlamıyordum.36
13.
İçsel, hakiki adalet nedir
hiç bilmiyordum, oysa bu adalette hükümler geleneklere göreneklere göre değil,
her şeye gücü yeten Tanrı'nın yasasına göre veriliyordu. Bu yasa yeryüzündeki
bütün coğrafyalara, bütün çağlara, bütün zamanlara uygun bir ahlak anlayışı geliştirmiş
olan, kendisi ise her yerde ve her zaman hep aynı kalan, ülkeden ülkeye,
çağdan çağa değişmeyen yasaydı. Bu yasaya itaat ettikleri için İbrahim, İshak,
Yakup, Musa, Davud adil insanlar olarak Tanrı'nın övgülerine mazhar
olmuşlardı. Oysa aynı kişiler işinin ehli olmayan yargıçlar tarafından dünya
mahkemesinde[159] yargılanıp günahkâr ilan
edildiler. Bu yargıçlar insanoğlunun doğrularına ya da yanlışlarına kendi
ahlak ölçütlerine göre değer biçen kişilerdi. Varsayın bir zırh giyeceksiniz,
ama hangi parçanın vücudunuzun hangi kısmına giyileceğini bilmiyorsunuz ve
baldırınıza giyeceğiniz kısım başınıza, miğferinizi ayağınıza geçirmeye
çalışıyor, sonra da uymadı diye söylenip duruyorsunuz ya da öğleden sonra satış
yapmanın yasak olduğu bir gün mallarınızı sabahleyin satmanıza izin verildiği
halde öğleden sonra satış yapamadınız diye dırdır edip duruyorsunuz ya da bir
evde şarap mahzeninden sorumlu kahyanın yasakladığı bir şeye bir kölenin el
sürdüğünü görüyorsunuz veya sofrada yapılması yasaklanan bir şeyin ahırın
arkasında yapıldığını görüyorsunuz ve aynı evde ya da aynı ailede yaşadığınız
halde neden size de istediğinizi istediğiniz yerde yapma özgürlüğü verilmiyor
diye sinirleniyorsunuz. lşle falan çağda dürüst insanların yapmasına izin
verilen şeylerin, yaşadıkları çağdaki dürüst insanlara yasaklandığını gören ve
her iki çağın insanı da aynı yasaya tabi olduğu halde Tanrı’nın çağın geçici
koşullarına göre falanca- ya böyle, filancaya şöyle yapmasını buyurduğunu
işitince işte böyle sinirlenenler oluyor. Ama bunlar aynı insanda, aynı
zamanda ve aynı evde bile farklı şeylerin farklı işlevleri olduğunu
anlamalılar. Günün belli saatinde yasak olmayan bir şey başka saatinde yasak
olabiliyor ya da şu köşede yapılmasına izin verilen ya da buyrulan bir şey bu
köşede yasaklanıyor ve cezalandırılıyor. Ne yani, adalet bu kadar farklı, bu
kadar değişken olabilir mi? Hayır, sadece yön verdiği zamanlar birbirinin aynı
değil. Şu dünyada kısacık yaşamı olan insanlar kendilerinden önceki hiç
tanımadıkları yüzyıllar ve başka uluslar ile bilip tanıdıkları yüzyıllar ve
uluslar arasındaki sebep sonuç ilişkisini kavrayabilecek yetide değiller. Ama
tek beden, tek gün ya da tek ev söz konusu olduğunda, o tek bedene hangi
parçaların uygun olduğunu, o tek güne hangi işlerin uygun düştüğünü ve o tek evde
hangi görevlerin hangi insanlara uygun olduğunu kolayca anlayabilirler. Bu
yüzden kavradıkları şeyleri kabulleniyorlar, ama kavrayamadıklarına kızıyorlar.
14.
İşte ben o yaşlarda bunları
hiç bilmiyordum ya da şöyle dersem, bunlara hiç dikkat etmiyordum. Oysa her an
gözlerime çarpıp duruyorlardı, ama ben görmüyordum. Şiir okuduğumda kafiyeleri
istediğim şekilde istediğim yere koyamıyordum, tersine şu ölçüye bu kafiyeyi,
bu ölçüye şu kafiyeyi oturtmak, hatta aynı dizede her yere aynı kafiyeyi
oturtmamak durumundaydım. Yani şiiri kurallarına göre okumak zorunda olduğum
şiir sanatında bile farklı yerlerde farklı kurallar yoktu, her yerde aynı
kurallar geçerliydi. Böyle olduğu halde ben iyi ahlaklı ve kutlu insanların
itaat ettiği adaletin, belirlediği ilkeleriyle bütün çağları ve bütün
coğrafyaları kucakladığını fark edemiyordum; kendi içinde hiçbir tutarsızlık
olmadığı halde geçip giden çağlara göre bütün ilkelerini aynı anda
uygulamadığını, bunları hakkaniyetle paylaştırıp uygulamaya koyduğunu
anlayamıyordum. O kadar kördüm ki, bu yüzden kutlu peygamberlerimizin kendi
zamanlarında Tanrı’nın buyruklarına ve vahiylerine göre hareket etmiş olmalarım
kınadığım gibi, bir de Tanrı’nın onlara bildirdiği geleceğe ilişkin haberler
veriyorlar diye kızıyordum.
8.
BÖLÜM
Manicilere karşı çıkıp hangi
eylemin her zaman ayıplanması
gereken bir suç, hangisinin kusur olduğunu açıklıyor.
15.
Her hangi bir zamanda,
herhangi bir yerde insanın Tanrıyı bütün kalbiyle, bütün ruhuyla, bütün
aklıyla sevmesinin nesi yanlış ya da insanın komşusunu kendisini sever gibi
sevmesinin?^ Demek ki Sodomlularm günahları gibi doğaya aykırı günahlar her
yerde, her zaman k man ır ve ccza lan d ı rılır.[160]
[161] Bu günahları bütün bir halk
işliyorsa, işlen en günahın bedelini hepsi tanrısal yasa karşısında ödemek durumundadır.
Çünkü bu yasa insanlar tarafından bu şekilde kötüye kullanılsın diye
yazılmamıştır. Hatta Tanrı tarafından yaratılmış olan doğamız bu türlü cinsel
sapıklıklarla kirlen irse, Tanrı'yla aramızdaki o güçlü birlik hile bozulur.
İnsanın töresine aykırı davranışlardan gelenek ve göreneklerdeki lark111ıkları
dikkate alarak kaçınmak gerekir, yerli ya da yaba ncı kim olursa olsun kendi
keyfine göre hareket edip bir ülke nin veya hir halkın törelerle ya da yasayla
güvenceye aldığı huzurunu kaçı ramaz. Bütünün bir parçası o 1 up da bütünle
uyuşmayan parça kusurlu demektir. Ama Tanrı bir halka bi r şey buyurduğunda, bu
şey hu haIkın âdcılcrine ya da yasalarına aykın olsa bile yapılmalıd'r, daha
öncc orada hiç; yapı 1 m a m' ş olsa bi le. Hatta daha önce böyle bir şey terk
edilmişse yeniden uygulanmalı, daha önce yasalaşmamışsa yasal aşmal ı. Çüııkü
bir kral hükümranı ol duğu kendi krallığın da bazı şeyleri buyurnıa yetkisine
sahiptir, bu buyruklar daha önce kimse tarafından buyrulmamış olsa bile, hatta
kralın kendisi bile daha önce hiç böyle bir buyrukla bulunmamış olsa bile.
Kralın buyruğuna itaat top- lurnun birliğine ters düşmez, aksine eğer itaat
edilmezse bu birlik bozulur. Çünkü insan topluluklarında krala itaat şarttır.
Öyleyse evrendeki bütün varlıkların yöneticisi olan Tanrı’nın buyruklarına hiç
tereddütsüz, haydi haydi itaat edilmeli! Çünkü insan toplumundaki iktidar
anlayışına göre, alttaki iktidar üstteki iktidara boyun eğmek zorundaysa,
Tanrı’ya herkes boyun eğmeli.
16.
Zarar verici davranışlar da
doğaya aykırı davranışlarla aynı kefeye konur . İster kötü bir sözle isterse
kötü bir davranışla, yani ne olursa olsun başkasına zarar verme intikam
duygusundan kaynaklanır. Kimi zaman düşmanlar arasında oluşur bu duygu, kimi
zaman da kendinin olmayan bir malı sahiplenme hırsından, tıpkı haydutun yoldan
geçen birine saldırmasında olduğu gibi. Bir insan bazen kendisine kötülük
gelebileceğinden korktuğu birine de saldırabilir ya da insan yoksulsa bazen
zengin olanı kıskanıp ona zarar verebilir. Bazen de üstün bir başarı elden
biri karşısındakinin kendisine rakip olabileceğinden korkup veya halihazırda
rakibi olarak görüp ona zarar verebilir. Ya da sırf başkalarının acı
çekmesinden hoşlandığından zararlı olabilir, gladyatör gösterilerinin
seyircileri gibi veya başkalarını alaya alıp onlarla eğlenenler gibi. İşte
ahlaksızlığın başlıcaları bu tür davranışlardır. Ya iktidar tutkusundan
kaynaklanır bunlar ya da göz doymazlığından veya şehveti tatmin etme
hırsından, yani ya birinden, ya ikisinden ya da her üçünden; ve işte böylece
ahlaksızca yaşanıp gidilir, senin ey yüceler yücesi, tatlılar tatlısı Tanrım,
senin on telli santurunun, yani on emrinin üçüncü ve yedinci kuralım hiçe
sayarak.40 Ama sana hangi kötülük yapılabilir, sana asla kötülük
yapılamayacağına göre? Kim sana saldırabilir, sana asla zarar verilemeyeceğine
göre? Sen ceza [162] veriyorsan bu insanların
kendi kendilerine işledikleri kötülüklerin bir sonucudur, çünkü sana karşı
günah işlerken aslında sadece kendi ruhlarına zarar vermiş oluyorlar, yani
kötülükleriyle kendi kendilerine ihanet ediyorlar.[163]
Senin yarattığın ve biçimlediğin doğalarını, ya kendilerine yasak olanı kötüye
kullanarak ya da doğaya aykırı olduğundan yapılması yasak olana kendilerini
kaptırarak bozuyor ve kirletiyorlar. Ya da yüreklerinde ve dillerinde sana
karşı besledikleri düşmanlıkla, yani üvendireyi teperek kendi kendilerini
mahkûm ediyorlar. 13azen de toplumun kurallarını hiçe sayıp sırf kendilerinin
istedikleri ve istemedikleri doğrultusunda hizipleşmeye ve bölücülük yapmaya
kalktıklarından suçlu duruma düşüyorlar. İşte bütün bunlar seni terk
elliğimizde başımıza geliyor ey Yaşam Pınarım, evrenin tek hakiki Yaratıcısı vc
Yöneticisi ve gönlümüzü senin yarattıklarının bütününe değil de sadece bencilce
bir kısmına kaptırdığımızda. Oysa sana ancak boynumuzu eğerek inanırsak geri
dönebiliriz ve sen ancak o zaman bizi bu kölü huyumuzdan kurtarır, tövbe
ettiğimizde de günahlarımızı bağışlarsın. Ancak o zaman biz mahkûmların
iniltilerini duyar ve kendi kendimizi bağladığımız bu zincirleri kırarsın.
Yeter ki biz daha çok şeyi elde edeceğiz diye hayali bir hırsa kapılıp, her
şeyimizi kaybetmek pahasına sana boynuz atmaya kalkmayalım ve elde ettiğimiz
nimeti bütün nimetlerin Yaratıcısı olan senden daha fazla sevmeyelim.
9.
BÖLÜM
İşlenen günahlara Tanrı'nın
bakışı ile insanların
bakışı birbirinden farklıdır.
17. Ama bütün bu kötülüklerin, bu ahlaksızlıkların ve bunlar gibi
nice kötülüğün arasında iyilik yolunda
ilerleyenlerin işlediği günahları da saymak gerekir. Mükemmel ölçüt alındığında
adil yargıçlar tarafından bu insanlar da mahkûm edilir, ama büyüyüp serpilen
başakların yemyeşil yaprakları gibi kendilerinden bir gün olgun meyveler
derile- bileceğine dair umut beslendiğinden aynı zamanda yüreklendirilir.
Bunların yaptıkları da suçtur, ahlaksızlıktır belki, ama yine de günah
değildir, çünkü ne sana bir küfürdür bunlar ey Rab olan Tanrım, ne de birlikte
yaşadığımız topluma. Çünkü bazen temel gereksinimlerimiz için ya da ilerde
lazım olur diye mallarımızı üst üste yığarız, ama bu davranışımızın aç
gözlülükle alakası yoktur. Ya da bazen otoriteler sırf insanların kusurlarını
düzeltmek için şiddetli cezalar verebilirler, ama burada da zarar vermek asıl
niyet değildir. İnsanlara kötü gibi görünen pek çok davranış senin katında
kabul görürken, insanların alkışlayıp göklere çıkardığı pek çok davranış senin
katında yerilir. Bunun nedeni davranışlarımızın görüntüsünün başka, bu
davranışları yaparkenki niyetimizin başka olması ve o anki koşulları iyi
hesaplaya- mamızdır. Ama sen aniden bize tuhaf gelen ve öngöremediğimiz bir şey
yapmamızı buyursan, hatta bu şeyi daha önceleri bize yasaklamış olsan bile,
hatta o an için bu buyruğunun amacını da gizli tutmuş olsan, hatta bu buyruğun
bazı halkların toplumsal kurallarına aykırı düşmüş olsa bile kim senin bu
buyruğunu yerine getirmemezlik edebilir? Çünkü adil bir toplum demek, sana
itaat eden bir toplum demek değil mi? Bu buyruğun senin buyruğun olduğunu bilen
insanlara ne mutlu! O halde senin hizmetine girenlerin yaptığı her davranış ya
o anki ihtiyaçlarını karşılamaya yöneliktir ya da gelecekte ihtiyaç duyabileceklerini.
10.
BÖLÜM
Manidlerin toprağın verdiği
ürünlerle ilgili zırvalıkları.
18.
Işte o zamanlar ben bütün
bunlardan bihaberdim ve o aziz kullarınla ve peygamberlerinle dalga
geçiyordum. Ama onlarla dalga geçiyordum da ne oluyordu? Sadece senin gözünde
küçülüyor ve hiç farkına varmadan yavaş yavaş birtakım zırvalıkların ardı sıra
sürükleniyordum, incirlerin kopartılınca ağladığına ve ana ağacın da sütten
gözyaşları döktüğüne inanıyordum mesela. Güya bu inciri Manici bir rahip yerse
ve midesinde sindirirse nefesinden melekler çıkarmış, hatta dua ederken
iıılerse ve geğirirse Tanrı’nın zerreleri bile fışkırırmış; tek şartla, rahibin
kendisi bu inciri kopartıp da günaha girmiş olmayacakmış, başkası koparacakmış.
Yani en yüce ve en hakiki Tanrı'nın zerreleri sadece seçilmiş bir rahibin[164] dişinden ya da midesinden
çıkmadıkça o incire öylece hapsolup kalacaktı. Ben zavallı bir insan olarak
bütün bunlara inandım ve toprağın verdiği meyvelere insanlardan daha fazla
şelkal göstermem gerektiğini düşündüm, oysa meyveler insan için yaratılıyordu.
Gerçekten de açlıktan midesi kavrulan, ama Manici olmayan biri benden bir lokma
incir istese ve ben de versem herhalde darağacıııı boylardım.
1 1. BÖLÜM
Annesinin oğluna döktüğü
gözyaşları ve onunla ilgili
gördüğü bir düş.
19. Ama sen bana göklerden elini uzattın ve ruhumu o karanlık
uçurumdan çekip çıkardın. Çünkü sadık kulun annem senin huzu-
runda benim için öyle gözyaşı döktü ki,
herhalde evladı ölen analar bile cenazesinde onun kadar gözyaşı dökmemişlir.
Sana borçlu olduğu inancı ve gönül gözü sayesinde benim ölü biri olduğumu
görüyordu. Ve sen onu işittin ya Rab, onu işittin ve gözlerinden sel gibi akıp
her secdeye varışında yüz sürdüğü toprakları sırılsıklam eden gözyaş- Iarım hor
görmedin;[165] evet, onu işittin. Yoksa
gönlüne su serptiğin o düş sayesinde benimle birlikte yaşamayı kabullenişini,
evini, sofrasını bana açışım başka nasıl açıklayabilirim? Üstelik tam da annem
benden yüz çevirmek, sapkın inancımın lanetinden kaçmak üzereyken. Düşünde
kendisini tahta bir cetvelin üzerinde görmüş annem, nurlar içinde genç bir adam
yanına yaklaşıyormuş, yüzünde tatlı bir tebessüm varmış bu adamın. Annemse yas
içindeymiş, ağlamaktan bitip tükenmiş. Genç adam ona neden böyle
kederlendiğini, neden dur durak bilmeden ağladığını sormuş. Bu tür rüyalarda
hep böyle olur, yanıt almak için sorulmaz sorular, yanıt vermek için sorulur.
Annem benim yok oluşuma ağladığını söyleyince genç adam yüreğini serin tutmasını
bildirmiş ona, teskin edip nerde durduğuna şöyle bir dikkatle bakmasını
istemiş, çünkü onun durduğu yerde ben de duruyormuşum. Annem bakınca benim de
o cetvelde kendisinin yanı başında olduğumu görmüş. Bunun başka açıklaması
olabilir mi, demek ki sen bütün dikkatinle annemin yüreğinden geçeni
işitmişsin? Senin merhametin nelere kadir ey Tanrım, nasıl oluyor da her
birimizi tek kişiyi gözetir gibi gözeliyorsun ve her birimizi gözetir gibi
hepimizi gözetiyorsun 7
20.
Peki şu olayın da başka
açıklaması olabilir mi sorarım. Annem bana düşünü anlatınca, ben bu düşü başka
yerlere çekip, bak artık benim ileride nasıl bir insan olacağıma dair yeise
kapılmaman sana bildirilmiş dedim.
Bunun üzerine annem aniden ve hiç tereddü ısüz atılıp, hayır,
bana böyle söylenmedi. Bana onun olduğu yerde sen de olacaksın denmedi. Senin
olduğun yerde o da olacak dendi diye haykırdı. Bu olaydan sana
sıkça söz ett i m ve şimdi de h afizamın izin verdiği kadarıyla sana itiraf e
diyorum ki, o sıra tamamen uyanık olan annem arac ılı ğıyla bana yaptığın
çağrı beni lazlas lyla etkilemişti. Annem düşüyle ilgili o yanlı ş yorumumun.
üzerinde durmadı bile; oysa ne kadar harikayımş benim yorumum. Annem bu rüyadan
anlayacağını çoktan anlamıştı, bense başta hiçbir şey an l a m anı ı şt ıın, ta
ki o bana yanıt verene kadar. Sabiden de onun yanıtı o zamanlar beni gördüğü d
üşten daha fazla etkilemişti. Oysa bu düşle çok sonraları yaşayacağı mutluluk
o anki kederini dindirmek için bu dindar kadına çok önceden bildirilmişti.
Nitekim hen yaklaşık dokuz yıl bu derin bataklıkta, bu kapkara sahte l i ktc
yuvarlanıp durdum, ne zaman doğrulmaya kalksam biraz daha diplere gömüldüm.
Ama bütün bu zaman sürecinde bu iffetli, bu dindar ve aklı başında kadın, yani
senin en sevdiğin insanlardan biri olan bu ka- dııı umudunu hir an olsun yi
tirme d i, öncekinden daha çok ağla dı, da- lıa çok dövündü, senin huzurunda
dua ettiği her saat benim için ağlamaktan vazgeçmedi. Onun duası senin katına
ulaştı,^4 ama yine de benim o karanlıklarda dönüp dönüp durmama hiç
ses çıkarmadın.
12. BÖLÜM
Bir başpiskoposun Augustinus'un annesine
oğlunun din yoluna gireceğine dair iması.
21.
Şimdi hatırlıyorum da o
zamanlar senden ikinci bir çağrı da al- [166]
mıştım. Bu konuda pek çok şeyi atlayarak
geçeceğim, zaten çoğu ayrıntıyı da unuttum. Esasında derdim bir an önce şu
senin asıl duymak istediğin ilirafıma gelebilmek, bunun için acele ediyorum. Bu
ikinci çağrıyı rahiplerinden birisi aracılığıyla iletmiştin bana. Kilisede büyüyüp
yetişmiş bir başpiskoposlu bu rahip, senin Kutsal Kitabını yalayıp yutmuştu.
Annem ona rica etmişti, yanılgılarımdan kurtarması, zihnimdeki kötülükleri
kovup iyilikleri ekmesi için lütfedip de benimle konuşmasını isteınişli. Çünkü
gözüne keslirdiği öğrencileriyle hep böyle konuşurmuş. Ama rahip annemin
ricasını geri çevirmiş. Ne kadar yerinde bir kararmış, sonradan anladım.
Annemin ona anlattıklarından, benim şu sapkın mezhebin tuhaf coşkusundan kibre
kapıldığımı ve körpe zihinleri bir sürü ipe sapa gelmez masalla karıştıracağımı
anladığından, benim henüz böyle bir konuşmayı kaldıramayacak kadar ham olduğumu
vurgulamış. “Bırak olduğu yerde kalsın,” demiş, “sen sadece onun için Tanrı’ya
dua cl. Kendi kendine okudukça hatasının ne olduğunu ve inançsızlığının
boyutunu kavrayacaktır.” Ayrıca anneme kendisinin de küçük bir çocukken annesi
tarafından nasıl yanlış yönlendirilip Manicilcre teslim edildiğini, onların bütün
kitaplarını baştan sona haLınekle kalmayıp bir de hepsinin kopyasını
çıkarttığını, sonra bir güıı kimsenin kendisiyle konuşmasına ve ikna etmesine
gerek kalmadan bu sapkın mezhepten kaçıp kurtulması gerektiğini kendiliğinden
anladığım ve böylece kaçıp kurtulduğunu anlatmış. Annem onun anlattıklarını
pürclikkal dinlediği halde kendisine hayır denmesini yine de
kabullenemiyormuş. Daha çok ısrar etmiş, hatta yalvarıp yakarmış, hüngür
hüngür ağlamış, beni bir kere görmesini ve benimle konuşmasını istemiş. Rahip
artık kızmaya başlamış, biraz da sıkılmış olacak ki anneme şöyle demiş:
“Huzurla git, sen sağ oldukça bu döktüğün gözyaşların yüzü suyu hürmetine oğlun
asla mahvolmayacaktır." Annem için bu söz adeta cennetten gelen bir müjde
olmuş, bana her defasında böyle söylemiştir.
1.
BÖLÜM
Uzunca bir
zaman, bin türlü yola başvurup
başkalarının aklını çeliyor.
1.
On dokuz yaşımdan yirmi
sekiz yaşıma kadar olan o dokuz yıl boyunca[167]
[168] tamamen yoldan çıktıın ve
arkadaşlarımı da yoldan çıkardım. Türlü türlü hayaller kurup kendimizi
aldattık, başkalarını aldattık,[169]
kimi zaman özgür sanatlar denen bilim dallarıyla açıktan açığa,[170] kimi zaman sahte
bir din kisvesi altında gizliden gizliye;[171]
insanlar arasındayken kibirli, kendi kendimizeyken batı!, ama hep sahte olduk.
Toplumda itibar kazanacağız diye beyhude bir uğraş sergiledik, bazen
tiyatrodaki alkışların, şiir müsabakalarının, samandan taçlar kazanma hırsının,[172] gösterilerin o boş, o ölçüsüz
arzularının peşine takıldık, bazen de bütün bu kirlerden arınmayı bekledik, bu
yüzden kendilerini seçilmiş ve kutlu insanlar olarak adlandıranlara yiyecekler
taşıdık, bu yiyecekleri midelerindeki atölyelerinde işlesinler de bizleri
kurtuluşa erdirecek melekler ve tanrılar imal etsinler ve bizi kurtarsınlar
diye[173] İşte
arkadaşlarımızla birlikte ardından koşuşturduğumuz hayaller, yaptığımız işle r
bunlardan ibaretti ve bu koşuşturma içinde ben onları hep aldattım, aslında hep
birlikte aldandıle Şimdi kendini beğenmişler, yani senin taralından henüz
savrulmamış ve senin tokadım henüz yememiş olanlar Tanrım, isterse benimle alay
etsinler. Hiç önemli değil, yeter ki sen bana izin ver, utanç duyduğum bütün
her şey için senin huzurunda tövbe edeyim ve senin övgülerine mazhar
olabileyim. N’olur izin ver bana, geçmişteki günahkar yaşamınım
kısırdöngülerini şimdi hafızamda yeniden caıılandırabileyim ve bu şekilde sana
şükranlarımı kurban olarak sunabileyim.[174]
Sensiz hen kendi kendimi uçurumlara sürükleyen bir kılavuzdan başka neyim? Her
şeyim olsa hile senin sütünü emmedikçe, senin o bitip tükcııınez ekmeğini
yemedikçe bir yaratıktan başka ııc olabilirim? İnsan ne olursa olsun sonuçta
sadece bir insaıı değil ıııi? İşte bu yüzden isterse bütün güçlülcr, bütün
kudretliler benim gibilere gülsünler. Yeter k i sen sadece izin ver, biz
zavallılar ve biçareler sana tövbe edelim.
2.
BÖLÜM
Hitabet öğretmenliği yapıyor;
nikahsız yaşadığı kadınına şefkat
gösteriyor; kendisine zafer vadeden bir falcıyı aşağılıyor.
2. () yıllarda hitabet dersleri veriyordum. Para kazan ma hırsımın
kölesi olmuş, karşımdaki insanları alt
etmek için belagat satıyordum. Ama dürüst öğrencileri tercih ettiğimi sen, ya
Rab, çok iyi biliyorsun; tabii dürüst derken herkesin anladığı anlamdaki
dürüstlükten bahsediyorum. Onlara hilekârlıklar öğretiyordum, ama hiçbir
hileye başvurmadan. Çünkü öğrettiklerimi masum insanları değil de,
gerektiğinde suçluları idama götürmeleri için kullansınlar istiyordum. Sen
Tanrım, benim bu kaygan zeminde ayağımın tökezleyeceğini ta uzaklardan gördün,
ama buna rağmen o kalın sis tabakası içinde bile bendeki dürüstlük kıvılcımını
fark ettin. Bu kıvılcım bütün iyi niyetimle sürdürdüğüm derslerimde kendisini
açığa vurmuştu, öğrencilerime beyhudeliğin ve yalanın peşinde koşmayı
öğrettiğim lıalde. O yıllarda bir kadınla birlikteydim. Resmi nikâhımız
olmadığından karı koca değildik. Bir türlü dindi- rcmccliğim ateşimin ve
basiretten yoksunluğumun arayıp bulduğu bir kadındı bu sadece. Ama yine de
hayatımdaki tek kadındı, ona sadıktım. Onunla yaşadığını bu deneyim sayesinde
evlilik sözleşmesi ile şehvani aşkın pazarlığı arasındaki farkı kendiliğimden
keşfetmiş oldum. Evlilik çocuk sahibi olmak için yapılan bir antlaşmadır, ama
öbüründe çocuk sahibi olmak sizin iradeniz dışındadır. Gerçi bu şekilde doğan
çocuklarınız için de onları sevmek dışında yapacağınız fazla bir şey yoktur.
3.
Bu yıllardan aklımda kalan
başka bir olay daha var: Bir gün tiyatroda düzenlenen bir şiir müsabakasına
katılmaya karar vermiştim. Falcının biri yanıma gelip müsabakayı kazanmamı
garanti ederse kendisine ne kadar para verebileceğimi sordu. Bense yanıt olarak
bu tür büyülerden nefret ettiğimi ve iğrendiğimi, kazanacağım ödül sonsuza
kadar taşıyacağım altın bir taç olsa bile bunu elde etmek için bir sineğin
dahi öldürülmesine rıza göstermeyeceğimi söyledim. Adamın niyeti belliydi,
kendine özgü bir gizem ayini düzenleyecek, bu ayinde hayvanları katledecek ve
sonra bunları şeytanların onuruna sunup bana yardımcı olmalarını dileyecekti.
Ama ben bu kötülüğü reddettim ey Yüreğimin Hakimi, o sıralar sana saf bir
aşkla bağlanmamış olsam bile. Çünkü henüz seni sevmeyi öğrenmemiştim, gözüme
yansıyan parlak cisimlerin ötesin- dekini sevmeyi henüz öğrenmemiştim. Bu tür
hayallerin olduğu bir ortamda soluk alıp veren bir ruh, boş umutlara bel
bağlayan ve rüzgarlara çobanlık eden böyle bir ruh seni aldatmaz da ne yapar?[175] Evet, benim adıma şeytanlara
kurban sunulmasını istemedim, ama batıl bir dine i n anarak zaten kendimi onlara
her gün kurban olarak sunuyordum. Çünkü rüzgarlara çobanlık etmek şeytanlara
çobanlık etmekten başka nedir ki, yanlış yollara saparak onların maskarası olup
ekmeklerine yağ s ürmüş olmuyor muyuz?
3.
BÖLÜM
Kendini kaptırdığı astrolojiden, yaşam tecrübesi olan yaşlı
bir
hekimin yardımıyla kurtulmaya çalışıyor.
4. Yine de lıiç çekinmeden şu astrolog[176]
[177] denen düzenbazlara danışmaktan
lıiç vazgeçmiyordum. Aslında bu adamlar gelecekten haber almak için öyle kurban
falan kesmiyordu, cin de çağırmıyordu. Ama 1 Iırisliyanlık, yani hakiki
dindarlık doğal olarak astrolojiyi kabul etmez ve yasaklar. Ne mutlu sadece
sana itirafta bulunana ya Rab ve şöyle cliycnc: “Bana merhamet ct, ruhuma şifa
ver, çünkü sana karşı günaha girdim.11 Bundan böyle sertin
bağışlaytalığını günah işleme hakkı gibi görüp istismar etmemeliyim, tersine
Rabbin şu sözünü hep hatırlamalıyım: Işte artık iyileştin; başına daha
kötüsünün gelmemesi için bir daha asla günah işleme!”[178]
İşte hakiki kurtuluş bu öğretide, ama astrologlar bu öğretiyi yıkmaya
çalışıyor. Şöyle söylüyorlar: “Günah işliyorsan bunun nedeni gökyüzüdür,
kaçamazsın; günahlarının bütün sorumlusu ya Venus, ya Saturnus ya da Mars
yıldızı.” Böyle diyerek insanı, yani etten ve kandan oluşan o kibirli ölümlüyü
suçsuz olduğuna, suçlanacak biri varsa bunun göğün ve yıldızların Yaratıcısı ve
Yöneticisi olduğuna bizi ikna etmeye çalışıyorlar. Peki bu suçlu kim, sen
değilsin de kim, ey tatlığın ve adaletin kaynağı Tanrımız, her birimizi
yaptığımız işlere göre ödüllendirecek olan, tövbekar ve hürmetkar yürekleri
asla hor görmeyecek olan sen değilsin de kim?
5.
O yıllarda bilge bir adamla
tanıştım.[179] [180]
[181] Kendisi hekimlik sanatının
üstadı olduğundan mesleğinde çok saygın bir konum edinmişti. Aynı zamanda
eyalet valisiydi, dolayısıyla o ıstırap tacınıH akıl sağlığı yerinde
olmayan başıma kendi elleriyle taktı, keşke o elleri aklımı yerine getirmek
için başıma koymuş olsaydı. Ama bilirim bu hastalığın şifası yalnız sende,
kibirlilerin karşısında duran ve alçakgönüllülerden inayetini esirgemeyen
sende.ı5 Yine de o yaşlı adam aracılığıyla yardımıma koşmaktan ve
ruhumu tedavi etmekten bir an bile vazgeçmeyen sen olmayasın sakın? Çünkü gün
geçtikçe onu daha iyi tanımaya başlamış ve konuşmalarının müdaviıni olmuştum,
ne söylüyorsa dikkatle dinliyordum. Öyle çok seçkin bir üslubu yoktu belki, ama
yaratıcı düşünceleri sözlerine bir çekicilik, bir ciddiyet katıyordu. Onunla
sohbetlerimiz sırasında benim yıldız falcılığıyla ilgili kitapların hayranı
olduğumu anlayınca gayet nazik ve babacan bir tavırla beni uyardı ve bütün bu
kitapları bir yana atmamı, bu çerçöple vaktimi boşa harcamamamı öğütledi,
dikkat ve emek isteyen daha nice değerli sanal var dedi. Kendisi de zamanında
astroloji öğrenmiş, hana bunu meslek haline getirip para kazanmayı bile
düşünmüş ve Hippocrates’i anlayabildikten sonra bu tür kitapları haydi haydi
anlayabilirim demiş. Ama her şeye rağmen bir gün bu kitapların hepsini kaldırıp
aLmış, bunun yerine kendisini hekimliğe vermiş, sırf astrolojinin tamamen
uyduruk bir sanal olduğunu anladığından. Ayrıca dürüst bir insan olduğu için
insanları kandırarak para kazanmak istememiş. “Ama senin zaten para kazandığın
kamusal bir mesleğin var," dedi, “hitabet öğretmenliği yapıyorsun ve
astroloji gibi sahte bir sanatla, hayatını geçindirmek gibi zorunlu bir
nedenden değil de sırf merakın yüzünden uğraşıyorsun. Bense geçimimi sadece bu
kaynaktan sağlamak istediğimden astrolojiyi mükemmel derecede öğrenmek için çok
çaba sari ettim. Zaten sırf bu nedenle astroloji konusundaki uyarımı hiç yabana
atmamaksın." Bunun üzerine ben ona, peki nasıl oluyor da astrolojinin
söylediği çoğu şey doğru çıkıyor diye sordum. [lana bu konuda verebileceği en
uygun yanıtı verdi ve bunu doğanın en küçük zerresine kadar nüfuz etmiş olan
rastlantısal gücün etkisine bağladı. “Bu öyle bir şey ki," diye devam
elli, “tesadüleıı lalanca şairin kitabını açarsınız, yazarının terennüm
enikleri ve niyeti tamamen farklı olsa da, kitabı okurken aniden kalanızdakinc
birebir uyan bir dizeyle mucize eseri karşılaşabilirsiniz. Demek ki insan
zihni üstün bir içgüdüyle, kendi içinde neler olup billiğin i hiç bilmeden,
astroloji bilgisiyle değil ele tamamen rastlantı sonucu, araştırılan konunun
koşullarına ve olgularına uygun bir yanıt bulabilir, bunda öyle hayret edilecek
bir şey yok”
6.
Işte onun bana verdiği bu
yanıt ya da şöyle dersem, onun aracılığıyla işittiğim bu yanıt, bana senden
gelen bir yanıttı. Sonradan kendim araştırıp bulayım diye zihnime şüphe
tohumlarını o zaman sen ektin. Ama o dönemde ne o hekim ne de aziz dostum
Nebridius beni yeterince tatmin edip de astrolojiden soğutmayı başaramamıştı.
Nebridius ki son derece karakterli ve son derece sağduyulu bir gençti ve
hayatı boyunca bu türden falcılık işleriyle hep dalga geçmişti. Yine de her
ikisinin de düşünceleri beni bu sanatın uzmanlarının yazdığı kitaplar kadar
etkileye- mcmişti, dahası o ana kadar aradığım gibi kesin bir kanıt da henüz
bulmuş değildim. Çünkü bu kanıt beni öyle ikilemde bırakmayacak bir kanıt
olmalıydı ki, kendilerine danışılan astrologların doğruları söylemelerinin
nedeninin yıldızları gözlemleme bilgilerine değil de sadece şansa ya da
rastlantıya bağlı olduğunu anlayabileyim.
4.
BÖLÜM
Kendi hatalarına ortak ettiği
arkadaşının
hastalığını ve vaftizini anlatıyor; arkadaşının ölümü
onu derinden sarsıyor. Vaftiz töreninin sonundaki
mucizevi etkiyi dile getiriyor.
7.
Doğduğum kentte16
ilk öğretmenliğime başladığım yıllarda aziz bir dostum oldu. Ikimizin de ilgi
alanları ortaktı, aynı yaştaydık O da benim gibi gençliğinin baharını
yaşıyordu. Gerçi bu insanla çocukluktan itibaren beraber büyümüştük, aynı okul
sıralarını paylaşmış, beraber oyunlar oynamıştık Ama o dönemde henüz dost
sayılmazdık Şu da bir gerçek ki, ne o dönemde ne de şimdi yaşadığımıza gerçek
dost- [182]
luk
denmemeli. Çünkü bizler birbirimize ne kadar kaynaşmış olursak olalım, sen
yüreklerimize Kutsal Ruh aracılığıyla (ki bize bu Ruhu sen bahşettin) sevgini
ekmez ve bu sevginle bizi birleştirmezsen aramızda- kine gerçek dostluk denmez[183] Her şeye rağmen bizimki çok
hoş bir dostluktu ve ortak çalışmalarımızın körüklediği ateşle de pişip olgunlaştı.
Kendisi henüz çok gençli, bu yüzden ruhunda kök salmış, derin bir dinsel
inancı yoktıı. Dolayısıyla onu kolayca yoldan çıkarıp şu batıl masallara ve
ölümcül hülyalara, yani annemin benim için sürekli gözyaşı dökmesine neden olan
beylıudeliklere çekmeyi başardım. O andan itibaren o da benim gibi yanılgılar
arasında dolanmaya başladı, benim ruhum da onsuz yaşayamamaya. Ve işte sen,
kaçakların yakın takipçisi, merhamet pıııarı olduğun kadar intikamların da
Tanrı’sı olan sen, mucizevi yöntemlerle bizleri kendi yoluna döndüren sen, o
adamı bu hayattan çekip aldııı, Lam da dostluğumuz henüz bir yaşına basmışken
ve bcıı o ana kadar yaşamış olduğum bütün zevklerin en âlâsını bu dostlukta
bulmuşken.
8.
Sadece kendi yaşamımızda bize
bahşettiğin iyilikleri saymaya kalksak bile acaba bunu başarabilir miyiz? O
dönemde ne yaptığını anlayabilir miyim Tanrım, senin o dönemde verdiğin akıl
ermez hükmünün derinlerine dalabilir miyim? Arkadaşım ateşler içinde yandı,
uzun süre kendisini bilmez halde ecel terleri döktü. Hayatından umut
kesilmişti, hiç kendinde olmadığı bir sırada da vaftiz edildi. Buna hiç aldırış
etmedim, çünkü ruhuna ektiğim inançları ne olursa olsun koruyacağından
emindim, vaftiz sırasında bedenine ne yaparlarsa yapsınlar nasıl olsa
kendisinde değildi diye düşündüm. Ama hiç de düşündüğüm gibi olmadı. Çünkü
yeniden canlandı ve sağlığına kavuştu.
Kendisiyle ilk konuşan ben oldum -kendine
gelir gelmez ilk ben bunu başardım, çünkü birbirimize aşırı düşkün olduğumuzdan
onun yanından bir an olsun ayrılmamıştım- ve hemen vaftiz oluşuyla ilgili şakalar
yapıp onu biraz güldürmeye çabaladım, çünkü onun da bu konuyu alaya alacağını
sanıyordum. Ne de olsa vaftiz olduğu sırada ne aklı yerindeydi, ne de hisleri.
Oysa o vaftiz edildiğini çoktan fark etmişti. Bir düşmana bakar gibi dehşetle
bana baktı, onda daha önce hiç görmediğim tuhaf bir özgüvenle bundan böyle
arkadaşı olarak kalmak istiyorsam kendisiyle bir daha bu şekilde konuşmamamı
söyledi bana. Hayretler içinde kaldım, zihnim allak bullak olmuştu, yine de o
anda içimden geçenleri ona söylemek istemedim, sandım ki daha iyi olunca ve
gücünü toparlayınca söyleyeceklerimi anlayacak. Ama bu bendeki akıl
noksanlığından kurtulması çok uzun sürmedi ve senin koruyuculuğun altına alındı;
bunu sırf beni teselli etmek için yaptın. Birkaç gün sonra da, benim olmadığım
bir sırada, ateşi iyice yükseldi ve bı: hayattan göçüp gitti.
9.
Onun acısı yüreğimi
karanlıklara gömdü, nereye bakszm orada ölümü görür oldum. Doğduğum şehir
benim için artık bir işkence odasından farksızdı, baba ocağımsa tuhaf bir
mutsuzluk yuvasından. Onunla beraberken yaptığım her şey onsuz korkunç bir
eziyete dönüştü. Gözlerim her yerde onu arıyordu, ama aradığını bulamıyordu.
Her yerden nefret ettim, çünkü oralarda o yoktu, çünkü oralar artık “bak işte,
geliyor” demiyordu, oysa o sağken ve bir an için yanımda yokken hep böyle
söylerlerdi. Derin bir muammaya dönüşmüştüm, tekrar tekrar soruyord.um ruhuma,
neden böyle kederlisin, neden beni bu kadar üzüyorsun diye. Ama ruhum bana ne
diyeceğini bilemiyordu. Ona, “Tanrı’dan sabır dile” dediğimde bana itaat etmiyordu
. Haklıydı, çünkü yitirmiş olduğu aziz dostu, sabır dileyeceği o hayal den çok
bir insandı, daha gerçek, daha iyiydi. Bir tek göz- yaşlarım tatlı geliyordu
bana, çünkü arkadaşımın boşluğunu doldurup yüreğime teselli veriyordu.
5.
BÖLÜM
Mutsuzken ağlamak neden bu kadar
büyük
teselli verir?
10.
Ama şirndi, ya Rab, bütün
bunlar geçmişte kaldı ve zaman yarama ilaç oldu. Artık hakikatin kendisi olan
senden duymak istiyorum ve yüreğimi dilinden dökülcnlere kabarttım dinliyorum,
n’olur söyle neden mutsuz olduğumuzda ağlamak hizi bu kadar teselli
edebiliyor? Yoksa sen her yerde olduğun halde bizim acılarımızdan çok ımı
uzaktasın, biz sıııav üstüne sınav yaşarken sen kendi içine mi kapalısın?
Hıçkırıklarımızı sana duyuramıyorsak umul edeceğimiz hiçbir şey kalmamış
demektir. Peki o zaman ağlayarak, inleyerek, iç çekerek, yas tutarak derdiğimiz
yaşamın o acı meyvesindeki bu hoş tat da neyin nesi? Yoksa bu tat senin ağladığımızı
duyabileceğini umut etmemizden mi kaynaklanıyor? Dua eniğim i zcle böyle bir
umut t aşıdığımız çok doğru, çünkü dua ederken sana ulaşmak isteğiyle
doluyoruz. Ama o sıra beni ezip geçe 11 o olayda, yani
sevdiğim bir kimseyi kaybettiğimde duyduğum acı ve üzüntüde de aynı umudu mu
taşıyordum? Hayır, çünkü dostumun yeniden hayat a geleceğine dair hiç umudum
yoktu, gözyaşlarıını da böyle bir beklentiyle akıtmıyordu m, sadece çok canını
ya ıııyord u ve ağlıyordu nı. Bunun tek nedeni hen im mutsuz olmam ve bana sev
in ç veren birini kaybetmemeli. Ya da ağlamak aslında acı bir şey de, sadece
önceden hoşumuza giden bir şey leri artık düşünmekten yorulduğumuz ve on l arı
hatırlamaktan kaçındığımız anlarda mı bize tatlı geliyor?
İTİRAFLAR
6.
BÖLÜM
Bir dostun ölümünden duyulan acı
ne büyükmüş!
1 1. Ama niçin
bunlardan söz ediyorum ki? Şimdi soru sorma zamanı değil, tövbe elme zamanı.
Zavallı bir haldeydim, çünkü ölümlü şeylere bağlanan her ruh zavallıdır ve
bunları kaybedince yaralanır. İşLe o zaman hem o anki zavallılığını fark eder
hem de onları kaybetmeden önceki zavallılığını. O dönem ben de bu haldeydim,
hem acı acı gözyaşı döküyor hem de o acının içinde teselli buluyordum. Bu halim
Lam anlamıyla bir zavallılıktı ve ben bu zavallı yaşamıma kaybetLiğim dostumdan
daha fazla değer veriyordum. Çünkü içinde bulunduğum durumu değiştirmek
istediğim halde, yine de dostumu kaybetmiş olmayı kendi yaşamımı kaybetmeye
tercih ediyordum, ve doğrusunu söylemek gerekirse onun için ölmek isler miydim
hiç bilmiyorum. Oresles ile Pylades’in birbirleri uğruna birlikte ölmek
istedikleri söylenir[184] -labii bu hikaye bir
kandırmaca değilse- çünkü onlar için ölümden daha kötüsü birlikte
yaşayamamaklır. Bana gelince, o sıra içimde yükselen duygu onlarınkine laban
tabana zıtlı, hem yaşamın ağır yükünden yorulmuştum hem de ölümden
korkuyordum. Eminim dostuma duymuş olduğum büyük sevgi beni ölümden iyice
korkar hale getirmişti. Çünkü dostumu benden almıştı ve o andan itibaren ondan
artık zalim bir düşmandan nefret eder gibi nefrel ediyor, aynı zamanda da
korkuyordum. Dostumu aniden kapıp götürmüşlü ya, demek ki bülün insanları da
böyle aniden kapıp götürebilirdi. O sıralar bu düşüncelerle nasıl haşır neşir
olduğumu dün gibi hatırlıyorum. İşte kalbim Tanrım, bak içine; bak da gör neler
hatırladığımı ey Umudum, böyle kirli düşüncelere daldığımda beni arındır, sana
çevir gözlerimi ve
ayaklarımı tuzaktan kurtar. ı9
Hayretler içindeydim, nasıl oluyor da başka ölümlüler hâlâ yaşayabiliyordu,
çünkü hiç ölmeyecek sandığım dostum ölmüştü. Beni daha fazla hayretlere salan
olay ise o öldüğü halde benim hâlâ yaşıyor olmamdı, çünkü o benim ikinci
benliğimdi. Ne güzel söylemiş dost insanın diğer yarısıdır diyen.[185] [186]
Çünkü kendi ruhumu ve onun ruhunu iki bedende tek bir ruh olarak görmüştüm ben.
Demek ki artık benim yaşamım bir kâbustu, çünkü kendi yarım olmadan yaşamak
istemiyordum, yine de ölümden korkuyordum. Belki de ölümden bu kadar korkmamın
nedeni, ben de ölürsem çok sevdiğim dostumun bütünüyle ölecek olmasıydı.
7.
BÖLÜM
Ölüm acısının verdiği huzursuzluk
Augustinus'un
başka bir yere gitmesine neden oluyor.
12.
Alı, insanları insandan
başka bir şeymiş gibi sevmek ne delilik! Ah, insanın yazgısı karşısında
duygularına hâkim olamayan insan ne koca bir budala! Işte ben o sıra öyle koca
bir budalaydım. Ateşler içinde kavruluyordum, inliyordum, ağlıyordum, kafam
öyle karışıktı ki, ne bir an yerimde durabiliyordum, ne de akıllı uslu
düşünebiliyordum. Yerlere serilen, kanlar içinde kalan ruhumu adeta sırtıma
almış taşıyordum, o ise benimle gelmemek için ayak direliyordu, bense onu
koyacak yer bulamıyordum. Ne o büyülü korulara sığabiliyordu artık, ne
oyunlara, ne şarkılara, ne mis kokulu bahçelere, ne dost sofralarına, ne yatak
odalarından, yataklardan alınan hazlara, hatta ne kitaplara, ne şiirlere. Her şeyden
ürküp kaçıyordu, ışıktan bile; dostuyla paylaşmış olduğu ne varsa, artık o yok
diye tatsız ve yavan geliyordu ona, iniltileri ve gözyaşları dışında; çünkü bir
tek onlar biraz teselli oluyordu ıstırabına. Gözyaşlarıma ne zaman dur desem,
bu kez zavallılığım koca bir yük olup biniveriyordu omzuma. Ancak sana
doğrulmam tuz basardı yarama ya Rab, biliyordum, ama ne böyle bir şey
istiyordum, ne de yapabiliyordum, çünkü o sıralar seni düşündüğümde sağlam ve
güçlü bir varlıkmışsın gibi gelmiyordun bana. Benim inandığım Tanrım sen
değildin, o boş bir hayaldi, bir yanılgı. Dinlensin diye orada ikamet et-
tirseydim ruhumu, bir boşluğa düşer, can havliyle yeniden benim sırtıma
çullanırdı. Demek ki o bedbaht hapishanemde kalakalmıştım, ne burada böyle
yaşayabilirdim, ne de buradan kaçabilirdim. Çünkü kalbim kalbimden başka
nereye kaçıp sığınabilirdi? Kendimden başka kaçacağım bir yer olabilir mi?
Kendimin peşine düşmeden nereye gidebilirim? Yine de her şeyi göze alıp
yurdumdan kaçtım. En azından gözlerim artık dostumu daha az arar dedim, ne de
olsa gideceğim yerlerde onu görmeye alışık değillerdi. Böyle dedim ve Thagaste
şehrinden kalkıp Kartaca’ya gittim.
8.
BÖLÜM
Zaman ve dost
sohbetleri acısına merhem oluyor. [187]
Çünkü içime bu kadar kolayca süzülüp ta
iliklerime kadar yerleşen o acı, bir ölümlüyü hiç ölmeyecekmiş gibi severek
ruhumu kum:.: dökmemden kaynaklanmamış mıydı? Öyleyse bana en iyi gelecek ve
beni kendime gelirecek ilaç başka dostluklardan alacağım teselli olmalıydı
gene, seni seveceğime gene bu dostları sevmeliydim. Bu koskoca bir masal,
upuzun bir yalan; kaçamak öpücükleriyle gönlümüzün kulaklarını okşayıp yoldan
çıkarıyor. Ama bu masal benim için hiç ölmüyordu, arkadaşlarımdan biri ölmüş
olsa bile. Yepyeni şeyler buldum bu yeni arkadaşlarda, ruhumu çok daha fazla
büyüleyen şeyler. Oturup solıbel etmek mesela, birlikte gülmek, karşılıklı
yardımlaşmak, birlikte kitap okumaktan zevk almak, birlikte gülüp eğlenmek,
birlikte ciddileşmek, nefret uyaııdırmamaya dikkat ederek sanki kendi kendinizle
konuşuyormuşçasına ara sıra tartışmak, nadir de olsa yaşanan fikir
ayrılıklarında ona yolu bulabilmek, birbirimize yeni bir şeyler öğretmek,
birbirimizden yeni bir şeyler öğrenmek, birisi bir yere gitti mi sabırsızlıkla
yolubu gözlemek, geldiğinde de onu sevinçle karşılamak. lştc büıüıı bunlar ve
benzerleri karşılıklı seven ve sevilen kalplerimizin işaretleriydi; yüz
ifadelerimizden, dilimizden dökülüyordu bu işareller, gözlerimizden okunuyor,
sayısız jestlerle kendisini sergiliyordu ve adeta birer çıra gibi ruhlarımızı
tutuşturuyor, her bir rulıu birbirine lehimleyip tek bir rulı kılıyordu [188]ı
9.
BÖLÜM
İnsanlar
arasındaki dostluk; sevgiyi Tanrı'da bulana ne mutlu!
14.
Dostlukları sevmemizin
nedeni de işle bu kaynaşma. Öyle çok severiz ki bunu, bizi seven birini sevmediğimizde
ya da sevdiğimiz
Cicero, De
Amicitia, 98.
halde sevilmediğimizde vicdanen rahatsız
oluruz ya da iyi niyetini göstermesi dışında ondan maddi anlamda hiçbir şey
beklemeyiz. lşte bu yüzden bir dostu kaybettiğimizde karalar bağlar, acının
karanlıklarına gömülür, lezzetleri acı tatlara dönüştürüp yüreğimizi
gözyaşlarına boğar, ölenlerin kaybettiği yaşamı biz yaşayanların ölümü haline
getiririz. Seni sevene, sende dostunu sevene, hatta senin uğruna düşmanını
bile sevene ne mutlu. Çünkü bir tek bu kişi değer verdiği hiçbir şeyi
kaybetmez, çünkü bütün sevdikleri senden, yani hiçbir zaman kaybetmeyeceği
senden dolayı azizdir onun için. Sense bizim Tanrımızdan, şu göğü yeri
yaratan, onları bütün varlığıyla dolduran ve doldururken onları yaratan Tanrımızdan
başka kimsin ki Tanrım? Seni terk etmedikçe hiç kimse seni kaybetmez; zaten
terk ederse nereye gider ya da nereye kaçar, tek sığınağı senin gazabın
olduğuna göre? Nereye gitse cezasını vereceğin yasanla karşılaşmaz nıı? Çünkü
senin yasan hakikatin kendisidir, çünkü sen hakikatin kcndisisin.22
10.
BÖLÜM
Yaratılan her şey akıp gider,
onlarda ruhun dinleneceği
bir sığınak yoktur.
15. Ey iyiliklerin Tanrısı, sana döndür bizi, göster yüzünü, göster
ki kurtuluşa erelim.23 Çünkü insan ruhu nereye dönerse dönsün sana
dönmedikçe acılara çarpacaktır yüzünü. Güzelliklere dönmüş olsa bile fark
etmez, bu güzellikler senin dışında ve kendi ruhu dışındaysa sadece acılara
çarpacaktır yüzünü. Zaten sen olmasan hu güzellikterin de hiçbiri olamazdı. Bu
güzellikler doğarlar ve batarlar, doğarken sen- [189]
2 den başlarlar ve öyle yükselirler, yükselirler, la ki en mükemmel konumlarına
gelene kadar, en mükemmel konumdayken de yaşlanırlar, yaşlanırlar ve ölüp
giderler. Üstelik hepsi yaşlanmaz bile, ama hepsi mutlaka ölür. Şu halde doğduklarında
ve varoluşlarına tutunduklarında, olmaları gereken en mükemmel konuma ne kadar
hızla çıkarlarsa yok olacakları konuma da o denli hızla inerler. Bu onların
doğasına yazılıdır. Bu yazıyı sen yazdın onlara, çünkü hepsi bütünün birer parçasıdır.
Bütün parçalar aynı anda varolmaz, bazıları gelir, bazıları gider ve gelip
gittikleri bu yolda parçaları oldukları bütünü oluştururlar. Her biri bir şeye
işaret eden şu seslerle yarattığımız konuşmalarımızda da aynı mantık
geçerlidir. Tek kelime eksik olsa o konuşma tam bir konuşma olmaz. Cümlenin
kurucu öğeleri heceler çıktıkça ağızckın mutlaka bir başka hece gclir ardından.
İzin ver, bütün bunlardan dolayı ruhum sana şükretsin Tanrım, ey her şeyin
Yaratıcısı; ama n’olur ruhum bütün bunlara tensel duyularımdan kaynaklanan sevgimle
yapışmasın. Çünkü bu şeyler gidecekleri yere kadar giderler ve sonra yok
olurlar; ama ruh bunlarla olmayı seçerse, bunları sevip de huzuru bunlarda
aramaya kalkarsa, ölümcül arzularıyla onu paramparça edip bırakırlar. Bunların
içinde ruhun dinleneceği hiçbir yer yoktur, çünkü hiçbiri kalıcı değildir;
kaçıp giderler, hiç tensel duyularımızla takılabilir miyiz peşlerine? Ya da
hiç o an oldukları yerde bile tutabilir miyiz ellerimizle? Çünkü insanın tensel
duyusu yavaş işler, çünkü bu duyu etin ve kanın duyusudur, dolayısıyla kendi
doğasıyla sınırlıdır. Sadece ne için yaratıldıysa ona hizmet eder, belli bir
başlangıçtan belli bir sona doğru akıp giden gelip geçici şeyleri tutup yakalamaya
gücü yetmez. Çünkü senin sözünle yaratılan her şeye senin sözün şöyle der:
“Başlangıcınız da bende, sonunuz da.”[190]
İTİRAFLAR
11.
BÖLÜM
Yarahlan her şey değişkendir.
Değişken olmayan
sadece Tanrı'nın kendisidir.
16.
Kibirli olma ruhum,
kibrinin gürültüsü yüreğinin kulağını sağırlaştırmasın. Sen de dinle bu sözü.
Çünkü bu söz seni de çağırıyor, bana dön diyor. Orada hiçbir şeyin bozamayacağı
bir huzur var, orada sen esirgemedikçe hiç esirgenmeyecek bir sevgi var. Bak
gör nasıl da akıp gidiyor şeyler, yerini yenileri alsın ve bütün parçalarıyla
ta en alt katından korunsun diye bütün evren. “Hiç başka bir yere gidebilir
miyim?” diyor bak Tanrı Sözü. Işte sen de kur oraya ikametgâhını, sana verilen
her şeyi oraya emanet et, ey en sonunda yanlış yollara sapmaktan yorgun düşen
ruhum. Gelip geçiciliklerden ne edindinse Hakikate emanet et, böylece hiçbir
şeyini kaybetmeyeceksin. Çürüyüp kokuşan parçaların yeniden tomurcuklanacak,
bütün hastalıkların şifa bulacak, göçüp giden parçaların yeniden dirilecek,
zindeliğine kavuşacak ve sana sımsıkı bağlanacaktır, öyle ki diplere
sürüklendiğinde artık seni de beraberinde çekip götüremeyecek, aksine sonsuza
kadar dimdik duran ve hiç değişmeyen Tanrı’nın huzurunda seninle birlikte
dimdik duracak ve hiç değişmeyecektir.
17.
O halde neden hâlâ
bedeninin peşinden koşturuyorsun? Dön önüne, bırak o senin peşinden koştursun.
Onun aracılığıyla hissettiğin her şey parça parçadır, bu parçalar sana haz
verir, ama parçası oldukları bütünden seni bihaber kılar. Tensel duyularının
bu bütünü algılamana yardımcı olacak güçleri olsalardı ve sırf seni
cezalandırmak amacıyla bütünün sadece birer parçasını oluşturacak şekilde
sınırlanmamış olsalardı, emin ol, bütünden alacağın o büyük haz için şimdide
olan ne varsa hepsinin geçip gitmesini isterdin. Ben konuşurken beni
tensel duyunla işitiyorsun ve heceler
ağzıma takılıp dursun istemiyorsun, aksine akıp gitsinler ki ardından
diğerleri gelsin ve konuşmamın bütününü anlayabilmek istiyorsun. İşte bütünün
tek tek parçalardan oluştuğu her yerde bu mantık geçerli. Tek tek parçaların
aynı anda beraberce bulunması imkansız, ama böyle olmasa ve bir bütün olarak
algılanabilseler tek tek verecekleri hazdan çok daha fazlasını verirler. Düşün
o zaman, bütün bunların yanında her şeyi yaratan ne kadar mükemmel ve işle o
bizim Tanrımız; hiçbir yere akıp gitmez O, çünkü onun ardından gelip yerini
alacak bir şey yok.
12.
BÖLÜM
Tat aldığımız şeylerde Tanrı'yı
seviyorsak, sevgi kınanmamalı.
18. Nesnelerden tat alıyorsan, bunlar için Tanrı’ya şükret ve
sevgini bunların Yaratıcısına ve Yöneticisine yönelt. Böylece sevdiğin şeyler
yüzünden Onun seni sevmemesine sebep olma. Ruhlardan hoşlanıyorsan Tanrı’dan
dolayı sev onları, çünkü onlar da değişkendir ve sadece Ona yapışırlarsa sabit
durabilirler, yoksa geçip gider ve yok olurlar. Bu yüzden bırak onları
Tanrı’dan dolayı sevilsinler, onları da al yanında götür Tanrı'ya, ne kadar çok
götürebilirsen götür ve onlara şöyle söyle:[191]
“İşte sevmemiz gereken varlık. Bu dünyayı O yarattı ve bizden hiç uzakta değil.”
Çünkü O bu dünyayı yaratıp başka yere gitmedi; Ondan çıkan her şey varlığını
Ona borçlu. Hakikati nerede tadıyorsak, işte O orada. O yüreğimizin en
derininde, ama yüreklerimiz Ondan uzakta. Kendi yüreğinize geri dönün inançsız
ruhlar, sizi yaratan Ona yapışın. Onunla durun, düşmezsiniz; Onda dinlenin,
huzur bulursunuz. Bu sarp patikalardan geçip nereye gidiyorsunuz? Nereye
gideceksiniz? Sevdiğiniz bütün iyiliklerin sebebi O; ama sadece Ona itaat
ettikleri ölçüde iyi ve tatlılar. Yoksa hepsinin tadı bir anda bozulur, çünkü
Ondan varlık bulan her şey Onun tarafından yüzüstü bırakıldıklarında sapkın
sevgilere malzeme olur. Neden hâlâ bu zor, bu meşakkatli yollardan yürümeyi
göze alıyorsunuz? Aradığınız huzur o gideceğiniz yerlerde yok. Nerede ararsanız
arayın, ama aradığınızı o yerlerde bulamazsınız. Mutlu yaşamı ölümün ülkesinde
arıyorsunuz, yok o orada bulunmuyor. Yaşamın olmadığı yerde mutlu yaşam nasıl
olur?
19.
Bizim Yaşamımız buraya,
aramıza indi[192] ve ölüınümüzü alıp götürdü.
Ölümü kendi yaşam pınarıyla öldürdü ve gök gürültüsünü andıran sesiyle gürleyip
bizlere bu dünyadan Onun sırlar âlemine dönmemizi istedi. Çünkü O bu sırlar
âleminden aramıza indi ve ilkin Bakire Kadının[193]
rahmine girdi ve orada insanlık onunla nikâh kıydı,[194]
öyle ki insanın ölümlü bedeni sonsuza kadar ölümlü kalmasın diye. Ve oradan
zifaf yatağından çıkan bir güvey gibi sevinçle çıkıp kendi yolunda dev
adımlarla koşmaya başladık[195] Bir an bile gecikmek
istemedi, avazı çıktığı kadar bas bas bağırarak koşmaya başladı; söyledikleriyle,
yaptıklarıyla, ölümüyle, yaşamıyla, inişiyle,[196]
çıkışıyla[197] bizlere Ona geri
dönün diye haykırdı. Ve gözlerimizin önünden ayrılıp gitti,
kendi yüreğimize geri dönelim ve Onu orada bulalım diye. Gözden kayboldu, ama
bakın hep burada. Bizimle uzun süre kalmadı, ama bizi hiç terk etmedi. Sadece
gözden kayboldu ve aslında hiç ayrılmadığı mekânına gilti, çünkü bu dünya onun
sayesinde yaratıldı ve O bu dünyadaydı ve O bu dünyaya günahkârları kurtuluşa
erdirmek için geldi. Ruhum ona tövbe ediyor ve O ruhumu iyileştiriyor, çünkü ruhum
Ona karşı günaha girdi. Ey insanoğulları, ne zamana kadar böyle kaskatı olacak
gönülleriniz?[198] [199]
Dünyanıza yaşam geldikten sonra da mı yükselrnek ve yaşamak istemiyorsunuz? Ama
en yüksekteyseniz ve çığlıklarınız gökleri tutuyorsa daha ne kadar
yüksclebilirsiniz?33 Çıktığın ız gibi inin o zirvelerden, çünkü arıcak o zaman
Tanrı’ya çıkabilirsiniz. Çünkü Ona karşı yükselirseniz düşersiniz. Bunları
söyle onlara ey ruhum, söyle ki gözyaşı vadisinde ağlasınlar ağlayabildikleri
kadar, sonra al götür onları da yanında Tanrı’ya. Bütün bunları şefkat ateşiyle
yanarak söylüyorsan onlara, bil ki seni böyle konuşturan Onun Kutsal Ruhudur.
13.
BÖLÜM
Sevginin kaynağı.
20.
O zamanlar bütün bunlardan
bihaberdim. En alt düzeydeki güzellikleri seviyordum ve diplere
sürükleniyordum. Dostlarıma şöyle soruyordum: “Acaba güzelden başka bir şey mi
seviyoruz? öyleyse güzel ne? Peki güzellik ne? Sevdiğimiz nesnelerde bizi
cezbeden ve büyüleyen ne? Çünkü onlarda güzellik ve cazibe olmasa bizi asla
kendilerine çekemezlerdi.” Bu konuyu haddinden fazla düşündüm ve gördüm ki, bu
nesnelerin biçimlerinde bir çeşit bütünlük var ve bu yüzden güzeller, sonra bir
çeşit oranları var, yani bir şey başka bir şeye gayet güzel uyabiliyor, tıpkı
bedenin bir parçasının bütünüyle uyumlu olması gibi ya da bir ayakkabının ayağa
uyması gibi ve bu türden benzer şeyler. Bu düşünce yüreğimin ta derinlerinden
sanki bir pınardan fışkırır gibi geldi aklıma ve hemen oturup bir eser yazdım,
Güzellik ve Oran başlığıyla, sanırım iki veya üç bölümden
oluşuyordu. Sen kaç bölüm olduğunu bili- yorsundur Tanrım, ben hatırlamıyorum,
çünkü böyle bir esere artık sahip değilim, ne olduysa oldu bir şekilde benden
çıkıp kayboldu.
14.
BÖLÜM
Hierius'a adadığı Güzellik ve Oran
başlıklı eseri. Hierius' a
beslediği sevginin kaynağı.
21.
Bu eserimi Romalı bir hatip
olan Hierius’a adamamın nedeni neydi, ne olmuştu da ona bu eseri adamıştım, Rab
olan Tanrım? Yüzünü bile görmemiştim onun, ama çok kültürlü bir insan olarak
tanınmasına ve parlak bir şöhret elde etmiş olmasına hayran olmuştum, ondan
aktarılan birkaç söz de çok hoşuma gitmişti. Bunlardan da öte, başkalarının ona
duyduğu hayranlık beni derinden etkilemişti. Öve öve bitiremiyorlardı, olacak
şey değil diyorlardı, bir adam Syrialı olsun, ilkin Yunanca belagat eğitimi
alsın, sonra da Latinceyi takdire şayan bir üslupla konuşabilsin, yetmiyormuş
gibi bir de felsefi meseleler hakkında bu kadar üstün bilgisi olsun. Demek ki
bir insanı hiç görmesek bile övebiliyor ve sevebiliyorduk. Hiç olabilir mi
böyle bir şey, birileri bir adamı övünce, bu övgüleri dinleyenin yüreğinde bir
sevgi oluşabilir mi? Saçma; ama bir adama duyulan sevgi başka birinin yüreğinde
benzer bir sevgiyi ateşleyebilir. Sevdiğini öven kişinin yüreğinin
samimiyetine, yani övdüğü kişiyi sahiden severek övdüğüne inanıyorsak, övdüğü
kişiyi de sevebiliriz.
22.
Çünkü o zamanlar insanlan
insanların yargılarına göre seviyordum, senin yargılarına göre değil Tanrım;
oysa senin yargıların hiç kimseyi yanılımaz. Ama neden ben Hierius'a ünlü bir
sürücüye34 ya da yeteneğiyle halk arasında seçkin bir yer edinmiş bir avcıya35
hayran olduğum gibi değil de, çok daha farklı ve çok daha ciddi anlamda hayrandım,
kısacası neden ona sanki kendime nasıl hayran olunmasını isliyorsam öyle
hayrandım? Örneğin aktörleri de övüyor ve seviyordum, aıııa asla onlar gibi
övülmek ve sevilmek islemiyordum, hatta onlar gibi tanınacaksam bir köşede
gizli kalayım, onlar gibi sevileceksem benden nc İre t edilsin daha iyi
diyordum. Nasıl olur da bir kalbe bu kadar değişik ve farklı ağırlıkla sevgi
dağılabiliyor? Başkasında beğendiğim bir özelliği niye kendimde düşününce
nefret ediyorum, nefret etmesem hu kadar tiksinir, bu kadar lepki verir miyim,
ikimizin de insan olduğunu hile bile? 13ir insan cins bir atı sevebilir, ama
mümkün olsa hile onun gibi bir at olmak istemeyebilir oysa benim aktörlerle ilgili
bıı söylediğimde durum farklı, çünkü bizim doğalarımız ortak. O halde ben de
bir insanken, kendimde nefret ettiğim bir özelliği bir başkasında nasıl olur da
sevebil i ri m? 1 nsan koca bir muamma ya Rab; evet, başındaki saçların
sayısını hesaplayıp koymuşsun, senin iraden dışında teki hile düşmüyor, ama
insanın yüreğindeki duygular ve heyecanlar başındaki saçlar kadar kolay
sayılmıyor.
23.
O hatibe dönersek,
hayranlığımı kazanan o adam benim de olmak istediğim türde bir adamdı.
Kihrimdcn işte böyle yanılgılara düşüyor, her esen rüzgara kendimi
kaptınveriyor ve hep senden [200] [201]
uzaklaşıyordum, ama sen yine de adeta bir dümenci gibi gizliden gizliye beni
idare ediyordun. Yoksa o hatibi sevmemin, onun övgüye değer başarılarından
değil de sırf onu övenlerin sevgisinden kaynaklandığını nereden bilebilirdim
ve sana bunu bu kadar doğru bir şekilde nasıl itiraf edebilirdim? Çünkü
insanlar onu övıneyip de kınamış olsalardı, ondaki yetenekleri kınayarak ve
kusur bularak aktarmış olsalardı, ona karşı ne böyle bir ateş yanardı
yüreğimde, ne de böyle heyecanlanırdım. Oysa o adamın yeteneği yine aynı
olacaktı, adam da yine aynı adam olacaktı, tek fark onu övenlerin duygulanımlarının
değişikliğinden kaynaklanacaktı. !şte gör bak, insan ruhu hakikatin sağlam
kayasına tutunmadıkça ne kadar aciz durumda. Değişken fikirli insanların
yüreklerinden adeta dedikodu fırtınaları esiyor, ruh da bunlara kapılıp
sürükleniyor, dönclükçe dönüyor, burkuluyor, sonra tersine bir kez daha
burkuluyor; bir bulut seriliyor üstüne kararıyor, artık hakikat seçilmez
oluyor. Oysa işte bakın, hakikat tanı da gözlerimizin önünde. Evet, o zamanlar
benim için gerek yaptığım konuşmalarımın gerekse yazdığım kitapların o hatip
tarafından tanınması çok ama çok önemliydi. Onay verdiği taktirde, daha da şevkle
sarılacaktım işime. Onay vermediğinde de, senin sağlam kayana tutunmamış
kibirli yüreğim yara alacaktı. Yine de ona adamış olduğum kitabıının konusu
olan güzellik ve oran üzerine kafa yormak, bu konuyu derin derin düşünmek o
sıralar en severek yaptığım işti. Bu kitabımı övecek binlerini bulamamış olsam
da ben ona hayrandım ya, yeter.
15.
BÖLÜM
Nesnelerin imgeleri gözlerini
kararthğmdan ruhani
âlemi algılayamıyor.
24.
Ama henüz senin sanat eseri
yaratımlarındaki inceliği seçecek yetide değildim, ey bütün bu mucizeleri tek
başına yaratan, ey Her Şeye Kadir Olan! Ruhum hâlâ maddi şekillerin arasında
dolanıp duruyordu. Bunları güzel olarak tanımladım ve kendiliğinden güzel
oldukları için güzel olanlar ve başka bir şeye gayet iyi uyum gösterebildikleri
için güzel olanlar diye ikiye ayırdım. Bu ayrımı maddi nesnelerden örnekler
vererek göstermeye çalıştım. Bunlar da yetmiyormuş gibi bir de ruhun doğası
üzerine kafa yormaya başladım, ama ruhani varlıklarla ilgili yanlış bilgilerim
hakikati görmeme engel oldu. Oysa hakikat bütün heybetiyle neredeyse
gözlerimin ta içine girecekti, ama ben hop hop alan yüreğimi ruhani olandan
çizgilere, renklere ve devasa büyük gövdelere[202]
çevirdim ve zihnimde böyle şeyler tasariama yeteneğim olmadığı için de zihnimi
kavrayamadığımı düşündüm. Dahası, erdemi barış getirdiği için seviyordum,
kötülükten de uyumsuzluk yarattığı için nefret ediyorum. Buradan hareketle,
erdemde birlik olduğu, kötülükte de bir tür ihtilaf olduğu sonucuna vardım.
Bana göre bu birlik hem rasyonel zihin, hem hakikatin doğası hem de mükemmel
iyiden ibaretti, oysa ihtilaf bir çeşit töz halindeki akıldışı yaşam ve başlıca
kötülüğün doğal halinden ibaretti; başlıca kötülük ise bana göre yalnızca bir
töz değil, aynı zamanda gerçek yaşamın kendisiydi, yine de bu kötülüğün
kökeninin sende olduğunu hiç düşünmüyordum ey Tanrım, ey her şeyin Yaratıcısı.
Birliğe, hiçbir cinsiyeti olmayan bir zihinmiş gibi monas
dedim, ihtilafa da dyas dedim,[203]
cinayetlerdeki öfkeyi ve günahlardaki şehveti dile getirmek istedim böylece; gerçi
ne dediğimi ben de bilmiyordum. Çünkü o zamanlar kendi kendime araştırıp da
kötülüğün töz olmadığını, insan zihninin de üstün ve sarsılmaz iyilik
olmadığını öğrenecek yetide değildim, hiç kimse de bana bunları öğ- retmemişti.
25.
Cinayetler, bizi şiddete sevk
eden ruhsal heyecanlarımız ayartıcı olduğunda ve edepsizce, isyankârca
başkaldırdığında işlenir, ahlaksızlıklar ise bedensel tutkuları yaratan ruhsal
dürtülere hakim olamamamızdan kaynaklanır, benzer şekilde rasyonel zihin
bozulduğunda da hatalı düşünceler ve yanlış inançlar yaşamımızı zehirler. İşte
ben o sıralar böyle bir durumdaydım. Zihnimin hakikatten pay alması için ancak
dışarıdan gelecek başka bir ışıkla aydınlanması gerektiğini, çünkü zihnin
kendisinin hakikatin özü olmadığını bilmiyordum. Öyleyse sen yakacaksın benim
kandilimi ya Rab, sen aydınlatacaksın benim karanlıklarımı Tanrım, çünkü
hepimizin senin doygunluğundan nasiplendiğimiz bir şeyler var. Bu dünyaya
gelen her insanı aydınlatan hakiki ışık sensin, çünkü sende değişime yer yok,
yoldan sapma sonucunda oluşan gölgeye de.
26.
Ama yine de sana yaklaşmaya
çabalıyordum, sense ölümü tadayım diye beni itiyordun; çünkü sen kibirlilere
karşı durursun. O tuhaf delilik hali içinde, seninle aynı doğaya sahip olduğumu
iddia edecek kadar kibirlisini görmüş müydün? Değişebilir bir öze sahiptim ve
bunu çok iyi biliyordum, çünkü bilge biri olmaya duyduğum özlem, kötüden daha
iyiye evrilme isteğimden kaynaklanıyordu. Ama ben yine de senin gibi olma-
dığıını düşürmektense, senin de benim gibi değişebilir bir varlık olduğunu
düşünmeyi tercih ediyordum. İşte bu yüzden senin tarafından itiliyordum, işte
bu yüzden sen benim şahlanan kibrime karşı duruyordun. Bense hâlâ maddi
biçimler hayal edip duruyordum, tensel bir varlık olduğum halde teni suçluyordum,
serseri ruhumun henüz sana dönecek gücü yoktu. Üstünde yürüdükçe yürüdüğüm
şeylerin sende bir varlığı yoktu, bende de, bedende de. Bunlar senin
hakikatinin benim için yarattığı şeyler değildi, hepsi benim maddi biçimler
üzerine çalışan budala hayalgücümün icatlarıydı. Sürgündeydim, ama bunu
bilmiyordum, kalkıp bir de senin o alçakgönüllü inananlarına, yani benim vatandaşlarıma
küstahça, anlamsızca şöyle soruyordum: “Madem ruhu Tanrı yarattı, o zaman ruh
niçin hata yapıyor?" Ama onların bana şöyle söylemesini hiç istemiyordum:
“Ruhu yarattığına göre, niçin Tanrı hata yapsııı?” Benim değişken doğamın kendi
seçimi sonucunda yoldan çıktığını ve hatanın onun cezası olduğunu itiraf
etmektense, senin değişmez tözünün hata yapmaya yönelttiğini düşünmeye devam
ediyordum.
27.
Söz konusu kitapları
yazdığımda yirmi altı ya da yirmi yedi yaşındaydı m, yüreğim in kulakların ı
sağırlaştıran şu maddi icatlar üzerine düşünmekten bir hal olmuştum. Niyetim
senin o gizemli melodini duymaktı ey tatlı Hakikat, ne zaman güzellik ve oran
üzerine düşünsem senin yanında olmak, seni dinlemek ve Güvey’in38 sesini
işitip sevince boğulmak istedim. Ama yapamadım. Çünkü yanılgılarımın çığlıklarıyla
kendi dışıma çıkıp sürüklendim ve kibrimin ağırlığıyla diplere doğru battıkça
hattını. Sense benim sevinç ve mutluluk şarkıları işitmemi istemedin;
kemiklerim heyecandan titremiyordu, çünkü he- [204]
nüz tevazu nedir bilmiyordu.[205]
[206]
16.
BÖLÜM
Aristoteles'in Kategoriler'ini ve
özgür sanatlarla ilgili kitapları
kendi başına okuyup anlıyor.
28.
Aristoteles'in 10
Kategori adlı eseri elime geçtiğinde henüz sadece yirmi
yaşındaydım. Kartaca'daki hitabet öğretmenim ve toplumun okumuş yazmış
kesiminden birileri bu kitaplardan yanaklarını şişire şişire, büyük bir gururla
bahsederdi. Bu kitapların adını işittiğimde sanki çok büyük ve tanrısal bir
şey okuyacakmışım gibi meraktan nerdeyse soluğum kesilmişti. Ama hepsini tek
başıma okudum ve anladım, e peki ne işime yaradı? Bazıları bana bu kitapları
ancak alim hocalarla, onların açıklamalarına, hatta kuma çizdikleri sayısız
şekle göre^0 anlayabildiklerini söylediler. Ama onlara bazı şeyler
sorduğumda, benim kimsenin yardımı olmadan tek başıma okuyup anla- dıktarımdan
fazlasını söyleyemcdiler. Bana göre bu kitapların konusu gayet açıktı,
tözlerden, örneğin bir insandan ve bu tözlerin öznitelikle- rinden söz
ediyordu, yani insanın biçiminden, nasıl bir boyda olduğundan, yani ne kadar
uzun olduğundan, akrabalık ilişkisinden, yani örneğin kimin kardeşi olduğundan,
nerede durduğundan, ne zaman doğduğundan, ayakta durup durmadığından, oturup
oturmadığından, ayakkabısı var mı yok mu ya da silahlı mı silahsız mı, kendisi
ne yapıyor ya da ona ne yapılıyor gibi. İşte örneklerini sunduğum hu tür şeyler
ve bunlar gibi niceleri bu kitapta dokuz kategori olarak ya da tözün dokuz
kategorisi olarak sınıflandırılmış.[207]
29.
Bu kitabın bana ne yararı
oldu, hiç, sadece yoluma taş koydu. Çünkü varolan her şeyin bu on kategori
altında düşünülebileceğini sandım, öyle ki seni bile ey Tanrım, senin o akıl
ermez sadeliğini ve değişmez bi rliği ni bu yöntemle anlamaya çalıştım, sanki
sen kendi büyüklüğüne ve güzelliğine tabi kılınmışsın gibi. Bu iki vasfın,
sanki bir öznenin içindelermişçesine senin özünde olduğunu düşündüm, yani bir
bedende olduğu gibi. Oysa senin büyüklüğün de, senin güzelliğin de senden başka
bir şey değil. Bedense sadece beden olduğundan ne büyük ne de güzel. Yani daha
az büyük ve daha az güzel olmuş olsaydı daha az mı beden olacaktı sanki?
Kısacası sen i n hakkın daki düşüncem bir yal aıı dı, hakikat değildi, zavallılığımın
icat ettiği bir hayaldi, senin kutlu luğu na uygun düşecek sağlanı bir dayanak
değildi. Çünkü sen toprağa hana dikenler, çalılar vermesini emrettin ki, hen
ekmeğimi almmın teriyle kazanayım;[208]
işte öyle de oluyor.
30.
Peki, aşağılık lıırslarımın
beş para etmez bir kölesi olduğum dönemlerde hiç kimseden yardım almadan kendi
başıma okuyup anladığım şu özgür denen sanat kitaplarının bana ne gibi bir
yararı oldu? Onları o kürke n büyük zevk duyuyordum, ama içlerindeki doğruluğun
ve kesinliğin nereden kaynaklandığına dair hiçbir fikrim yoktu. Çünkü ışığa
sırtımı dönmüştüm, ışığın aydınlattığı şeylere ise yüzümü. Bu yüzden ışıkla
aydınlandığını gördüğüm şeyleri seyrederken yüzüm karanlıkta kalıyordu. Konuşma
ve tartışma sanatıyla ilgili ne
varsa, şekillerin boyutlarıyla ilgili,
müzikle ve sayılarla ilgili ne varsa,[209]
hiç öyle büyük zorluklar yaşamadan, hiç kimsenin yardımına ihtiyaç
duymadan okuyup anladım. Bütün bunları sen çok iyi biliyorsun, Rab olan Tanrım,
çünkü hem anlayış çabukluğu hem de keskin bir algılama yeteneği senin
armağanlarıdır. Ama ben bu yeteneklerimden bir parçasını bile sana sunmadım. Bu
yüzden hepsi benim yararıma değil zararıma iş gördüler, çünkü bana verilen bu
yeteneklerin en iyisini hep kendi kontrolüm altında tutmaya çalıştım, azınimi
koruyup da senin hizmetine sunmadım. Aksine senden ayrılıp çok uzak diyarlara
gittim, senin armağanlarını o kahpe arzulanın için har vurup harman savurayım
diye. Düzgün şekilde kullanamıyorsam, yeteneğimin ne anlamı var? Dahası, ben
bu sanatların çalışkan ve akıllı öğrenciler için bile anlaşılması zor sanatlar
olduğunu göremiyordum, ta ki bunları öğrencilerime aktarmaya çalıştığım
sıralarda içlerinden en mükemmelinin bile dersimi izlerken bocaladığını fark
edene kadar.
31.
Ama bunların bana ne yararı
oldu ya Rab, Tanrım ve Hakikatim, seni ışıklı ve koskoca bir gövde, kendimi de
bu gövdenin küçücük bir parçası olarak gördükten sonra? Ne büyük sapkınlık!
Ama böyleydiın işte ve şimdi sana zavallılıklarımı itiraf ederken ve senden
medet umarken nasıl hiç utanmıyorsam Tanrım, işte o dönemde de insanların
önünde küfürlerimi boca ederken ve sana karşı havlarken hiç utanmamıştım. O
halde o yıllarda özgür sanatları keskin zekamla, ölümlü hiçbir öğretmenden en
ufak yardım almadan öğrenmemin, son derece karmaşık onca kitabı hatmetmemin
bana ne gibi bir faydası olmuştu, din bilgim bu kadar çarpıkken, yüz kızartıcı
derecede saygısızca davranıp hatalar yaparken? O zaman o alçakgönüllü
evlatlarının bu sanatları benden daha yavaş anlamalarının ne sakıncası var, seni
lerk edip uzaklara gitmediklerine göre, aksine senin Kilisenin o sıcak
yuvasında lüyü yeni biten minicik yavrular gibi büyüyüp serildiklerine ve
şefkatin kanatlarını senin inancının yemiyle beslediklerine göre?44 Rab olan
Tanrım, umudumuz senin kanallarının gölgesi altında, bizi koru, bizi taşı.
Bizi taşıyacak olan sensin, bebekliğimizden saçlarımız ağarana kadar bizi
taşıyacak olan sensin; senin gücüne dayanmak, işte güçlülük bu; k en d i
gücümüze dayanmak, işte güçsüzlük bu. Bizim için iyi yaşam daima senin yanında
olmaktır, oradan ayrıldığımız anda yolumuzu şaşırırız. İzin ver ya Rab, anık
sana dönelim, dönelim ki tersimiz dönmesin, çünkü bizim için iyi yaşam senin
huzurunda olmak ve hiçbir şeyden yoksun kalmamaktır, çünkü iyi yaşam sen
demeksin. Dönecek bir yuvamız yok diye hiç korkmayalım, çünkü biz o yuvadan
düştük. Biz şimdi orada olmasak da senin öncesiz ve sonrasızlığın olan o yuva
hala dimdik ayakta. [210]
1.
BÖLÜM
Ruhunu Tanrı'ya şükretmeye
yönlendiriyor.
1.
Dilimin kendi eliyle
sunduğu itiraflarımı bir kurban olarak kabul et; 1 onu sen
biçimlendirdin ve senin adını itiraf etmeye yönelttin. Şifa ver şu kemiklerime,
izin ver şöyle söylesinler: “Ya Rab, senin bir benzerin daha var ım?”2
itirafta bulunan insan içinden geçenleri sana öğretmeye kalkmaz, çünkü mühürlü
bile olsa hiçbir kalp senin gözünden kaçmaz, nasır tutmuş olsa bile bir insan
senin elini itmez. Yeter ki iste, sen onu insafa getirirsin, kah merhamet
ederek, kah intikam alarak; hiç kimse senin yakıcı ateşinden saklanamaz.3 izin
ver ruhum sana şükretsin, şükretsin ki seni sevebilsin, izin ver senin
merhametini ikrar etsin, etsin ki sana şükredebilsin. Bir an bile durmadan, hiç
susmadan sana şükrediyor şu bütün alem, sana dönmüş dudakları, şükrediyor
bütün ruhlar; bütün hayvanlar, bütün cansızlar kendilerini temaşa edenlerin
ağızlarında ses bularak sana şükrediyor, öyle ki ruhumuz uyuşukluğundan
silkinsin ve yarattığın bu aleme dayanarak senin katına yükselebilsin ve
böylece bütün bu mucizeleri yaratan sana katı- labilsin, çünkü onun kendisini
toparlayacağı yer orası, gerçek metanetine kavuşacağı yer orası. [211]
2.
BÖLÜM
Günahkârlar Tanrı huzurundan
kaçamazlar;
o yüzden Ona geri dönmek zorundalar.
2.
Bırak, kendi yollarına
gitsin, senden kaçsınlar kararsızlar, ahlaksızlar. Sen onları görürsün,
karanlık varoluşlarını delip geçersin. Ama bak onlara rağmen nasıl da güzel bu
alem, onların kendisi kötü.4 Sana nasıl zarar verebilirleri Ya da ne şekilde
senin hükümranlığına halel getirebilirler, göğün yücelerinden yerin en
altındaki mahlükata kadar yayılan o hakkaniyetli, o el değmemiş hükümranlığına?
Şu senin huzurundan kaçanlar, nereye kaçabildi ki?5 Ya da kaçtıkları yerde sen
onları bulamaz mısın? Ama kaçtılar, sen onları görürken onlar seni görmemek
için kaçtı, ama öyle körler ki sende tökezlediler, çünkü sen yarattıklarından
birini bile icrk etmezsin. Adaletsizler sende tökezledi, adaletinle cezalarını
buldu, senin şefkatinden kendilerini geri çekerken, senin adaletinde
tökezlediler ve senin gazap ateşine düştüler. Kuşkusuz, senin her yerde olduğundan
haberleri yok, hiçbir mekanla sınırlanmayacağından, senden çok uzaklarda
olanların bile seninle olacağından. Öyleyse geri dönsünler ve seni arasınlar,
çünkü sen yarattıklarını terk etmedin, onlar Yaratıcılarını terk etse de. İzin
ver geri dönsünler, baksınlar kalplerine, işte sen oradasın, gittikleri o zorlu
yollardan dönüp de sana tövbe edenlerin ve işte senin kucağına atılıp sinen ve
gözyaşı dökenlerin kalplerindesin. Sen sildikçe gözyaşlarını usulca, daha çok
ağlasınlar, ağladıkça sevinsinler, çünkü sen ya Rab, sen etten kandan oluşmuş
bir insan değilsin, çünkü sen ya Rab, sen onları yarattın, işte şimdi onları
yeniden toparlıyor ve onları teselli [212]
[213] ediyorsun. Ama seni aradığım
zamanlarda peki ben neredeydim? Sen benim gözlerimin önümdeydin, bense kendimi
terk etmiştim ve kendimi bile bulamıyordum, seni bulmak şöyle dursun.
3.
BÖLÜM
Manici Faustus ve yarattıklarına
bakıp Yarahcıyı göremeyen
filozofların körlüğü üzerine.
3. Şimdi Tanrı'nın huzurunda yirmi dokuz yaşındaki halimden söz
etmek isliyorum.6 O yıllarda Kartaca'ya Faustus adında Manici bir piskopos
gelmişti.7 Tam anlamıyla şeytanın bize kurduğu bir tuzaktı kendisi, yumuşacık
dilinin büyüsüne kapılan çok kişi kendisini bir anda onun ağının içinde
buluverdi.8 Konuşmalarına ben de hayran olmuştum, ama onun öğretisinin
varlıkların asıl bilgisinden çok farklı olduğunu görebiliyordum ve ben artık
varlıkların bilgisine erişmeyi her şeyden çok istiyordum. Bu yüzden Maniciler
arasında saygın bir yeri olan bu Faustus adlı kişinin önüme bilgiyle dolu bir
kap yemek koymasını bekliyor, konuşmalarıyla süslediği kaptan yemek istemiyordum.
Çünkü kulağıma çalınanlara göre Faustus bütün bilim dallarında son derece
yüksek bir eğitim almıştı, özellikle özgür sanatları çok iyi öğrenmişti. Ben o
zamana dek felsefecilerin birçok kitabını okumuştum ve onlardan edindiğim
bilgiler hafızamda hala capcanlıydı. Bunlarla Manicilerin uçsuz bucaksız
masallarım karşılaştırdığımda, felsefecilerin düşünceleri bana Manicilerin
söylediklerinden çok daha [214] [215]
[216] doğruymuş gibi geliyordu.
Felsefecilerin bilgisi dünyayla ilgili belli bir yargıda bulunmaya yetecek
güçteydi, her ne kadar onlar dünyanın hâkimini henüz keşfedememiş olsalar da.
Çünkü sen büyüksün ya Rab ve sen biçarelere şefkatle bakarsın, azametlilere de
bakarsın, ama çok uzaktan;9 çünkü sen sadece tövbekar kalplerin yanına
yaklaşırsın. 10 Kibirliler seni bulamaz, yıldızları ve
kumları sayacak kadar, takımyıldızların yörüngelerini ölçecek ve yıldızların
yollarının izinden gidecek kadar meraklı ve yetenekli olsalar da.
4.
Çünkü bu araştırmaları
yapmalarını sağlayan akıl ve anlama yetisini onlara sen bahşettin. 13u sayede
nice keşifte bulundular, güneş ve ay tutulmalarının hangi gün, hangi saatle,
kısmi mi yoksa tam ını olacağını yıllar öncesinden haber verdiler ve hesaplarında
da hiç şaşmadılar. Ne dedilerse öyle oldu, keşfettikleri yasaları kitaplara
yazdılar, bu kitaplar bugün bile hala okunuyor ve güneş ya da ayın hangi yılda,
yılın hangi ayında, ayın hangi gününde, günün hangi saatinde tutulacağım,
halta ışığınırı ne derece kararacağını tahmin etmede bunlardan yararlanılıyor;
ve ne yazmışlarsa öyle de oluyor. Bu olaylarla ilgili yasaları bilmeyen
insanlar böyle şeylerle karşılaştıklarında hayrete düşüyor ve şaşıp kalıyor,
bilenlerse kurum kurum kurumlanıyor ve kendilerine hayranlık duyulmasını
bekliyor. Dini hiçe sayan gururları yüzünden senin ışığından uzaklaşıyor ve
ondan mahrum kalıyorlar; gelecekte güneşin ne zaman tutulacağını bilseler de o
an kendi tutulmalarının farkına bile varamıyorlar. Çünkü bütün bu
araştırmaları yapacak aklın nereden geldiğini inançlı bir yürekle
araştırmıyorlar. Senin onları yarattığının farkına varsalar bile
yarattıklarını kendine saklarsın di- [217]
[218] ye sana teslim olmuyorlar.
Sanki kendi kendilerini yaratmışlar gibi, kendilerini sana kurban olarak
sunmuyorlar. Kuşlar gibi azametle yükseklerden uçuyorlar, denizdeki balıklar
gibi merakla enginlerin en gizli köşelerinde geziniyorlar, şehvetlerini
otlaklardaki hayvanlar gibi semirtiyorlar, ama bir türlü kibirlerini sana
kurban etmiyorlar. Oysa kibirlerini sana kurban etmiş olsalar Tanrım, senin o
her şeyi yalayıp yutan ateşin onların bu gelip geçici arzularını da yakıp yok
edecek ve onları ölümsüz olarak yeniden, diriltecektir.
5.
Ama onların Yoldan, 11
yani Sözünden hiç haberleri yok. Oysa sen onların ölçüp biçtiği her şeyi, ölçüp
biçen insanı, ölçüp biçtikleri şeyleri ayırt etmeye yarayan duyguları, ölçüp
biçmelerine yarayan aklı bu Sözünle yarattın; ve senin bilgeliğin ölçülüp
biçilemez. 12 Senin o biricik Oğlun bizim için bilgelik,
doğruluk ve kutsallık oldu, 13 aramızdan biri
sayıldı ve Caesar’a vergisini ödedi.14 Ama onlar bu yolu
tanımıyorlar, oysa ancak bu yolla kendilerinden Ona inebilir ve bu yolla yine
Ona çıkabilirler. Ama onlar bu yolu tanımıyorlar ve kendilerinin yıldızlar kadar
yüksek ve parlak olduğunu sanıyorlar; işte zaten bu yüzd.en yeryüzüne düştüler
ve sağduyudan yoksun kalpleri karanlıklarda kaldı. 15 Yaratılışla
ilgili söylediklerinin çoğu doğru, ama Hakikatin ve Evrenin Mimarının peşine
halis duygularla düşmüyorlar, işte bu yüzden de Onu bulamıyorlar; ya da
bulsalar ve Tanrı’nın bilgisine erseler bile Onu Tanrı gibi yüceltmiyor ve Ona
şükretmiyorlar. Kendi düşünceleri arasında kaybolmuşlar, kendilerinin bilge
olduğunu söylüyorlar, senin [219] [220]
[221] [222]
[223]
vasfını
kendilerine mal ediyorlar. Öyle yoldan çıkmışlar ki, öyle körler ki,
kendilerine ait vasıf1anrn da sana yamamaya kalkışıyorlar, Hakikatin kendisi
olan sana yalanlar atfediyorlar ve ölümsüz Tanrı'nın heybetini ölümlü insanın,
kuşun, hayvanın ve yılanın biçimine dönüştürmeye kalkıyorlar. Senin Hakikatini
bir yalana çeviriyorlar ve Yaratıcıdan çok yaratılana tapıyor ve hizmet
ediyorlar.16
6.
1 ler şeye rağmen
filozofların yazdıkları kitaplarda yaratılış üzerine söyledikleri pek çok şey
doğruydu ve bunlar benim hafızamda hâlâ capcanlı. Ölçümlerinin doğruluğunu
birbiri ardına gelen mevsimlerin düzeninde gördüm, gözümüze apaçık görünen
yıldızlarda gördüm ve bütün bunları Manicilerin öğretileriyle karşılaştırdım,
çünkü onlar da bu konuda birçok kitap kaleme almıştı, ama bu kitapların hepsi
son derece tutarsızdı. Bu kitaplarda gün dönümlerine, ekinokslara, güneş ve ay
tutulmalarına ve bu türden benzer olaylara ilişkin mantıklı bir açıklama
bulamadım, hiçbiri o dünyevi felsefe kitaplarından öğrendiklerime
benzemiyordu. Yine de benim Manicilere inanmam bekleniyordu. Oysa bunların
öğretisi matematik ilkelerle açıklanan ve benim gözlerimle bizzat tanık olduğum
doğrulara hiçbir şekilde uymuyordu, hatta bunlardan çok çok farklıydı.
4. BÖLÜM
Sadece Tanrı bilgisi insanı mutlu eder.
[224]
yeter, öyleyse varsın her şeyi bilmesin.
Öte yandan hem seni hem de her şeyi bilen insan bildiği şeyler yüzünden değil
de sırf seni bildiği için mutlu olur, dahası senin bilgine sahip olduğu için
mutlu olur, sana saygıda kusur etmeyip sana şükrettiği ve kendi düşüncelerinde
kaybolmadığı için mutlu olur[225] Örneğin bir ağaca sahip
olduğunu bilen ve bu ağaçtan yararlandığı için sana şükreden insan, bu ağacın
boyunun kaç kübit[226] yüksekliğinde, eninin de ne
kadar kalınlıkta olduğunu varsın bilmesin, çünkü bu insan bu ağacı ölçüp biçen
ve bütün dallarını tek tek hesaplayan, ama ne ona sahip olduğunu bilen, ne Yaratıcısını
tanıyan, ne de onu seven bir insana kıyasla ne kadar değerlidir. Benzer
şekilde, sana inanan bir insan dünyanın bütün zenginliklerine sahip olur,
çünkü her şeyin hizmet ettiği sana teslim olmakla, hiçbir şeyi olmasa da her
şeye sahip demektir, varsın Büyükayı’nın devinimlerini de bilmeyiversin. Bu
insanın gökyüzünü ölçüp biçen, yıldızları tek tek sayan ve ilk öğelerin
ağırlıklarını tartan, ama hesap ettiği her şeyin ölçüsünü, sayısını ve
ağırlığını veren seni bilmeyen bir insandan çok daha değerli olduğunu
kabullenmemek budalalıktır.
5.
BÖLÜM
Manicinin
yıldızlar konusundaki bilgisizliği diğer bilgi
dallarındaki otoritelerini de sarsıyordu.
8.
Peki ama, kim bir Maniciden
bilimlerle ilgili yazmasını istedi, yazdıklarının hiçbiri bize dindarlığı
öğretecek bilgi içermediğine göre?
Çünkü sen insana şöyle dedin: “Dindarlık
bilgeliktir."]^ Gerçi Maninin kendisi bile bundan bihaber, ama bilim
dallarında mükemmel bir bilgisi var. Ama anlamadığı bir konuyu bizlere
öğretmeye kalkışmasındaki küstahlık dindarlığın ne olduğunu hiç bilmediğini
gösteriyor. Çünkü bir insan dünyevi konularda bilgi sahibi olabilir, ama bunu
itiraf etmesi sadece gösterişten ibaret olur, halbuki insanın dindarlığı sana
ilirafta bulunmaktır. Mani gerçek görevini saptırdı Bilim hakkında çok şey
söyledi, ama bilimden gerçekten anlayanlar tarafından cahillikle suçlandı Bu
durum anlaşılması çok daha zor olan din konularında onun ne derece bilgi sahibi
olduğunu bize zaten yeterince gösteriyor. Az buz bir saygı da görmek
istemiyordu doğrusu, hatta öyle ki, senin inançlı kullarının teseliisi ve
bereket kaynağı olan Kutsal Ruhunun bile bütün güçleriyle ve bütün heybetiyle
kendisinde bulunduğuna müritlerini inandırmaya çalışıyordu. Ama gökyüzüyle,
yıldızlarla, güneşin ve ayın hareketleriyle ilgili söylediklerinin bir
masaldan ibaret olduğu anlaşılınca, bu konuların ilahiyatla herhangi bir
bağlantısı olmadığı halde, onun küstahça yaptığı tahminlerin dine gölge
düşürdüğü açıkça anlaşılmış oldu. Mani cahil olduğu konularda konuşmaya
kalkıştığı gibi, yaptığı yanlışları tanrısal bir şahısmış gibi kendisine mal
edilmesini isteyecek kadar da kibrine yenik düşüp delice bir gösterişe kapıldı.
9.
Ne zaman bilimsel
konulardan hiç anlamayan, sapla samanı birbirine karıştıran bir Hıristiyan
kardeşim konuşsa, fikirlerini sabırla dinlemeye özen gösteririm ve
cahilliğinin onun için bir tehlike oluşturmayacağını düşünürüm. Çünkü maddi
varlıkların konumuna ve doğasına ilişkin bilgileri doğru olmasa da, senin
büyüklüğüne gölge düşürecek şeylere inanmıyor ya, yeter ya Rab, her şeyin
Yaratıcısı. Asıl tehlike,
sahip
olduğu bilgilerin ilahiyat öğretisinin özüyle ilgili olduğunu düşünmesinden ya
da hiç bilmediği konularda inatla fikir yürütmeye çalışmasından kaynaklanır.
Yine de bir insan imanın beşiğine ilk adımını attığında, annesi olan Şefkat
onun bu tür zayıflıklarına hoşgörü gösterecektir, ta ki bu bebek önüne çıkan
her öğretinin yeline kapılmaktan vazgeçip olgun bir insan olana kadar.20
Ama Mani cüretkarlık edip kendisini bir alim, bir otorite gibi gösterip kendi
öğretilerine inanan müritlerinin önderi ve kralı olmak istedi, öyle ki onun
peşinden gidenler sıradan bir insanın değil de senin Kutsal Ruhunun peşinden
gittiklerini sandılar. Artık onun öğretilerinin yanlış olduğu kanıtlandığına
göre, hâlâ bu büyük delilikten nefret edilmesi ve hemen defedilmesi gerektiğini
düşünmeyecek bir insan olabilir mi? Her şeye rağmen ben yine de başka
kitaplarda okumuş olduğum günlerin ve gecelerin uzunluğu ve kısalığıyla ilgili
değişimlerin, gecenin ve gündüzün an arda gelişinin, güneş ya da ay
tutulmalarının ya da bu türden benzer olayların Manicinin yazılarıyla
açıklanamayacağına dair net bir karara varmış değildim. Açıklanacak olsa bile
bakalım o mu haklıydı, yoksa bilim adamları mı, bu soru benim için hâlâ
gizemini koruyordu. Bu yüzden yine de onu kendime bir otorite olarak alabilirim
diye düşündüm, çünkü ne de olsa kendisinin kutlu bir kişilik olduğu
kanıtlanmıştı. [227]
içinde
de Faustus’un gelmesini bekledim. Tesadüfen karşılaştığım Ma- nicilerden
bazıları bilimsel konularla ilgili sorduğum sorulara yanıt verememişti. Bana,
Faustus gelince ve onunla oturup konuşunca bütün bu sorularıma çok kolay yanıt
bulabileceğimi, hatta aklıma gelebilecek çok daha zorlarını rahatlıkla çözüme
ulaştırabileceğimi söylediler ve beni buna ikna ettiler. Nihayet Faustus
geldi. Samimi bir insanın ış izlenimi verdi bana, konuşma tarzı da çok hoştu.
Manicilerin her zaman söylediklerini o çok daha tatlı bir üslupla yineliyordu.
Ama bu kibar saki hangi pahalı kadehle benim susuzluğumu giderecekti? Çünkü
kulaklarım o tür süslü laflara çoktan doymuştu, şimdi daha iyi açıklanıyorlar
diye, bana daha iyi gelecekler diye bir şey yoktu; ya da dalıa güzel
anlatılıyorlar diye bunları doğru bulamazdım veya adamın yüzü anlamlı,
konuşması güzel diye ruhunun da bilge olduğunu söyleyemezdim. Faustus’a kefil
olup bana övenler demek ki işinin ehli eleştirmenler değiller. Onu sağduyulu ve
bilge olarak görmelerinin tek nedeni, konuşma tarzının kendilerine büyük zevk
vermesi. Ama başka türdc adamlar da tanıyordum, bunlar hakikate bile kuşkuyla
bakıyor ve kendilerine güzel ve akıcı bir dille anlatılsa bile hakikati
kabullenmeye yanaşmıyorlar. Otc yandan sen, Tanrım, bana bunu çoktan mucizevi
ve gizemli yollarla öğretmiştin, bu yüzden sen bana ne öğretmişsen ben ona
inaııırıın, çünkü o doğrudur; hakikat nerede ve nasıl karşımıza çıkarsa çıksın
onu senden başka bize öğretecek hiçbir hoca yok. Senden öğrendiğime göre, güzel
ifade edildi diye herhangi bir düşünceye ille de doğru, dudaklardan dökülen
harfler kulağa hoş gelmedi diye ille de yanlış diyemeyiz. Ayrıca kaba bir
üslupla ifade edildi diye doğru değil de diyemeyiz, muhteşem kelimelerle dile
getirildi diye yanlış değil de diyemeyiz. Bilgelik ve budalalık besin değeri
yüksek ya da besin değeri hiç olmayan yiyecekler gibidir; parlak ifadelerle de
di
le
gelebilirler, parlak olmayan ifadelerle de, yani bunları işlemeli tabaklarla
da sunarsınız, basit çanak çömleklerle de, kısacası her iki yiyeceği her iki
tabakla da sunabilirsiniz.
11.
Faustus’u uzun zamandır
sahiden büyük bir sabırsızlıkla beklemiştim. Geldiğinde de konuşmalarındaki
hareketlilik ve hissiyattan, akar gibi söylediği kelimeleri yerli yerinde kullanmasından
ve bunları düşüncelerine kolayca yedirmesinden çok etkilenmiştim. Evet, çok etkilenmiştim
ve birçokları gibi, hatta onlardan daha fazla bu adamı övmeye, göklere
çıkarmaya başlamıştım. Ama bir sıkıntım vardı, kalabalık dinleyici
topluluğundan sıyrılıp da onunla konuşarnıyar ve beni rahatsız eden sorularımı
onunla paylaşamıyordum, yani samimi bir konuşma ortamı yakalayıp da fikir
alışverişinde bulunamıyordum. Sonunda başardım ve özel bir tartışmaya müsait
olabileceği bir sırada hemen bir grup arkadaşımla birlikte dikkatini üzerimize
çekip kendisiyle konuşmaya başladık. Zihnimde şüphe uyandıran birtakım sorular
sordum kendisine, gördüm ki gramer ve edebiyat dışında özgür sanatlarla ilgili
hiçbir bilgisi yok; hatta gramer ve edebiyatta da bildikleri çok sıradan
şeyler. Tullius’un bazı söylevlerini okumuş mesela, Seneca’nın birkaç eserini,
şairlerden birkaç bir şey ve kendi mezhebiyle ilgili, seçkin bir üslupla
kaleme alınmış Latince birtakım kitaplar; ayrıca her gün konuşma talimleri
yapmış ve böylece iyi bir üslup edinmiş, zihnindekileri denetleme yetisini ve
doğasındaki letafeti de işe katınca üslubu çok daha inandırıcı, çok daha çekici
hale gelmiş. Rab olan Tanrım, vicdanımın Hakimi, bu hatırladıklarım doğru mu
acaba? işte yüreğim ve hafızam apaçık senin önünde. O yıllarda senin öngörünün
gizemli eli hep bana kılavuzluk ediyordu, utanç verici yanılgılarımı hep
yüzüme çarpıyordu ki, onları göreyim ve onlardan nefret edeyim.
7.
BÖLÜM
Manicilerin mezhebine ters
düşüyor.
12.
Özgür sanatlarda bir üstat olduğunu
düşündüğüm Faustus’un bu alandaki bilgisizliğini yeterince anladıktan sonra, ne
yalan söyleyeyim, onun kafamı kurcalayan sorunları da açıklığa
kavuşturabileceğin- dcn ve bunlara bir çözüm yolu bulabileceğinden şüphe etmeye
başladım. Gerçi Manici olmamış olsaydı özgür sanatlardaki bu cehaleti onun
gerçek anlamda dindar bir insan olmasına engel teşkil etmezdi; çünkü
Manicilerin kitapları gökyüzü, yıldızlar, güneş ve ayla ilgili upuzun
masallarla dolu. f'austus’tan, başka kitaplarda okuduğum matematiksel
hesaptarla Manici kitapları kıyaslamasını istedim. Böylece bu kitaplardaki
açıklamaların benim okuduğum kitaplardakilerden daha doğru olup olmadığına ya
da en azından onlar kadar doğru olup olmadığına karar verebilecektim. Ama artık
anlıyordum ki Faustus bu konuda ayrıntılı bir açıklama yapamayacaktı. Ona bu
sorunlar üzerine düşünmemiz ve beraberce tartışmamız gerektiğini söyleyince,
büyük bir tevazu gösterip böyle bir yükün altına giremeyeceğini belirtti. Çünkü
kendisinin bu konularda yetkin olmadığını biliyor ve bunu dile getirmekten de
hiç utanmıyordu. Bana özgür sanatları öğretecekler diye canla başla çalışan,
ama hiçbir şey söyleyemeyen geveze insanlardan o kadar Farklıydı ki. Açık
yürekli biriydi, senin yoluna girmemiş olsa bile en azından kendisini yoldan
çıkartmayacak kadar akliselim sahibiydi. Cehaletinin Farkında olmayacak kadar
cahil değildi, bu konuları öyle hiç hesapsız kitapsız tartışarak içinden
çıkamayacağı, sonra da geri adım atamayacağı bir durum yaratmak istemedi. Bu
tavrı onu daha fazla beğenmeme sebep oldu, çünkü sınırlarım bilen bir ruhun
sergilediği alçakgönüllülük, öğrenmeye can attığım özgür sanatlara hakim
olmaktan daha güzel bir meziyettir. Ona sorduğum diğer bütün zor ve karmaşık
sorularda bu tavrını hep yineledi.
13.
Sonuçta Manicilerin
öğretilerine olan o büyük ilgim azaldı. Bana öve öve bitiremedikleri Faustus’un
zihnimde şüphe uyandıran sayısız sorunu çözümsüz bırakması, bu mezhebin diğer
hocalarına olan güvenimi de gitgide yok etti. Yine de Faustus’la görüşmeyi
sürdürdüm, çünkü edebiyata çok büyük ilgisi vardı ve ben de o dönemde Kanaca’da
gençlere retorik dersi veriyordum. Dinlemekten zevk aldığını söylediği ya da
onun gibi bir zihnin beğeneceğini düşündüğüm eserleri birlikte okumaya
başladık. Onu daha fazla tanıdıkça, bu tarikatta yükselmeye karar verdiğim
zamanlardaki şevkim de iyiden iyiye kırıldı. Ama yine de Manicilerden tamamen
kopmadım. Tesadüf eseri içine düştüğüm bu tarikattan daha iyisini henüz
bulamadığımdan, bir süre daha aralarında kalmaya karar verdim. Kim bilir belki
de tercih edebileceğim daha iyi bir tarikatla günün birind.e karşılaşacaktım.
Böylece birçokları için ölüm tuzağı olan o Faustus, istemeden de olsa benim
bağlı olduğum zincirlerden kurtulmama yardım etmiş oldu. Çünkü gizemli inayetin
sayesinde Tanrım, senin elin hep üzerimdeydi, ruhumu hiç terk etmedi. Annem
günlerce, gecelerce yüreğinden akan kanlı gözyaşlarıy- la senden beni kurtarman
için merhamet diledi ve sen bana mucizevi şekillerde kılavuzluk ettin. Evet,
bana kılavuzluk eden sendin Tanrım. Çünkü Tanrı insanın adımlarına yön verirse
insan da doğru yolu bulur[228] Senin elin yarattığını
yeniden diriltmedikçe kurtuluşa erişilebilir mi?
8.
BÖLÜM
Annesinin
rızası olmadığı halde Roma'nın yolunu tutuyor.
14.
Sen bana kılavuzluk etlin
ki, ben Roma’ya gitmeye ve Kartaca’- da verdiğim retorik derslerini bundan
böyle Roma’da vermeye ikna oldum. Bunu sana itiraf etmeden geçmeyeceğim, çünkü
bu konuda bile senin ulu sırlarını ve bize göstermekten hiçbir zaman
kaçınmadığın merhametini görmemiz ve bunu bildirmemiz gerekir. Roma’ya gitmek
istememin nedeni daha fazla para kazanmak ya da daha saygın bir mevki elde
etmek değildi. Gerçi beni Roma’ya gitmeye ikna eden arkadaşlarım benim orada
bu tür şeyler de kazanabileceğimi söylemişlerdi ve onların bu söyledikleri o
yıllarda kararımı oldukça etkilemişti. Ama benim için en önemli ve belki de tek
neden, Roma’daki gençlerin derslerinde daha sakin bir tavır sergilediklerini,
kendilerine daha katı bir disiplin uygulandığı halde buna hiç ses
çıkarmadıklarını işitmiş olmamdı. Oradaki öğrenciler kendi derslerine girmeyen
öğretmenlerin sı- mllarına öyle kafalarına estiği an paldır küldür dalamıyordu,
aslında öğretmenin izni olmadan hiçbir sınıfa giremiyordu. Kartaca’da ise kontrol
öğrencilerin elindeydi, çirkinlik ve ölçüsüzlük diz boyuydu. Küstahça
sınıflara dalıyorlar, tam bir deli gibi davranıp öğretmenlerin öğrencilerin
yararını gözeterek kurdukları bütün düzeni alt üst ediyorlardı. İnanılmaz bir
laubalilik içinde öyle zararlar veriyorlardı ki, töreler baskın çıkmamış olsa,
yasalar karşısında kesinlikle suçlu ilan edilirlerdi. Zaten onların
zavallılıklarını açık eden de bu törelerdi, çünkü töreler sayesinde bu
davranışları meşruluk kazanıyordu. Oysa senin ezeli ve ebedi yasan bu tür
davranışlara asla izin vermez. İnsanlar cezadan muaf olduklarını düşünerek
hareket ederler, ama aslında kendilerini bu tür davranışlara iten körlüğün
kendisiyle cezalandırılırlar ve verdikleri her zararın kat kat fazlasını
kendilerine vermiş olurlar. Ben öğrenciyken böyle zararlı davranışları asla
benimsememiştim, ama şimdi bir öğretmen olarak bu tür davranışlar sergileyen
başka insanları çekmek zorunda kalmıştım. İşte bu yüzden Roma’ya gitmek
istiyordum, çünkü herkes orada bu tür huzursuzluklarla karşılaşmayacağımı
söylüyordu. Ama ruhumun kurtuluşu için şu ölümlü dünyadaki yerimi değiştirmemi
sağlayan aslında sendin, sen benim Umudumsun, insanların yaşadığı şu koca
dünyada benim bütün kısmetim sensin.[229]
Bana üvendire vurup da Kartaca’dan kopmaını sağlayan sendin, beni Roma’ya çeken
bütün tılsımları önüme seren sendin. Bu amaçla Kartaca’da deliler gibi
davranan, Roma’da ise bana boş hayaller vaat eden, ölümlü yaşama çılgınca
tutkun insanlar çıkardın karşıma. Adımlarımı doğru yola sokmak için hem onların
sapkınlığından hem de kendi sapkınlığımdan gizliden gizliye ders almamı
sağladın. Çünkü benim rahatımı kaçıran insanların iğrenç kudurganlıkları
gözlerini kör etmişti, beni başka yere davet edenlerse sadece dünyevi
tutkuların tadına bakmayı biliyordu. Bana gelince, Kartaca'daki sefil
yaşantımdan artık sahiden bıkmıştım ve Roma’daki sahte mutluluğu içmek için
can atıyordum.
15.
Işte bu yüzden sen benim
neden Kartaca’yı bırakıp Roma’ya gittiğimi çok iyi biliyordun, ama ne bana ne
de anneme hiçbir şey hissettirmiyordun. Annem ben giderken gözyaşlarına
boğuldu ve sahile kadar arkamdan geldi. Bana sıkı sıkı yapışmıştı, geri
dönmemden korkuyordu ya da tam tersi onu da yanımda götürürüm diye ümit ediyordu,
ama ümidini boşa çıkardım. Bir yalan uydurdum ve rüzgar çıkıp da gemimiz
hareket edene kadar bir arkadaşımla beraber olmak istediğimi söyledim ona.
Anneme bile yalan söyledim -öyle bir kadına bile- ve çekip gittim. Sense bu
davranışımı bağışlayıp göz yumdun, baştan sona iğrenç lekelere bulanmış
olduğum halde kendi inayetinin sularında yıkanabilmem için beni denizin
sularından korudun. Beni arındıracak olan senin sularındı, annemin gözlerinden
sel olup akan ve benim için her gün sana secde ettiği toprağı ıslatan yaşlarını
kurutaca k olan da senin su la rındı. Bu arada annem bensiz asla geri dön -
mek istemiyordu, ne yapıp edip sonunda onu o geceyi gemimizin bulunduğu yerin
yakınlarındaki Aziz Cyprianus'a adanmış kilisede geçirmeye ikna ettim. Gece
olunca da gizlice yola çıktını, annemi yanıma almadım; orada gözyaşlarıyla ve
dualarıyla tek başına kaldı. Tanrım, annem benim gitmeme izin vermeyesin diye
bunca gözyaşı dökerken, acaba senden ne bekliyordu? Sense onun o sıradaki
beklentisine hiç karşılık vermedin. Çünkü sen derin düşüncenle onun asıl
özlemini sezmiştin ve onun hep senden istediği gibi bir insan haline gelmemi
istemiştin. Rüzgar çıktı, yelkenlerimizi doldurdu ve sahil gitgide gözden
kayboldu. Sabah olunca sahile gelen annem acısından adeta deliye döndü, sana
ağladı, sızladı, ama sen ona hiç aldırmadın. Çünkü tutkularıma son vermek iç
in ben i tutku l arımın alıp götürmesine izin verdin, anneme ise hak ettiği
cezayı verdin ve kendi etine ve kanına bu kadar bağlı olmasından dolayı onu
acıların k ı rbac'yla dövdün. Çünkü o her anne gibi, belki hepsinden daha da
fazla oğlunu seviyor ve her an kendi yanında olmasını istiyordu. Ama benim
gidişimle birlikte senin ona ne büyük sevinç le r bahşedeceğini hiç
bilmiyordu. Bunu bilmiyordu ve bu yüzden ağlıyor, inliyordu; çektiği
işkenceler acı çekerek doğurduğunu acı çekerek arayan Havva Anamızın bir
mirasıyd ı.23 En sonunda beni sadakatsizlikle ve zalimlikle
suçlamayı bıraktı ve yeniden benim için sana dualar etmek üzere evinin yolunu
tuttu. Bense artık Roma’daydım.
9.
BÖLÜM
Ateşlenip
hastalanınca hayatı tehlikeye giriyor.
16.
Heyhat, Roma’ya varır
varmaz hastalanarak ilk kırbacımı yemiş oldum. Neredeyse cehennemi boyluyordum,
hem sana, hem kendime hem de diğer insanlara karşı işlemiş olduğum günahı da
beraberimde götürerek, hepimizin Adem’le birlikte ölmemize sebep olan o ilk günahın2'!
zincirine halka halka eklediğim nice ağır günahı da. Çünkü henüz ne Mesih'in
vaftiziyle yıkanıp bu günahlarımdan bağışlanmıştım ne de günahlarım yüzünden
senin katında kazandığım düşmanlıktan Mesih’in haçıyla kurtulmuştum. Ama ben
Onun çarmıha gerilişinin bir masaldan ibaret olduğuna inanıyorken, O beni
nasıl kurtarabilirdi?[230] [231]
Demek ki bana göre onun bedensel ölümü ne kadar yalansa, benim ruhumun ölümü o
kadar gerçekti; onun bedensel ölümü ne kadar gerçekse, onun ölümüne inanmayan
ruhumun yaşamı da o kadar yalandı. Ateşim gitgide yükseliyordu, neredeyse
ölüyor, yok oluyordum. O yıllarda bu dünyadan ayrılmış olsaydım, senin
kurduğun düzenin adil mahkemesinde yargılandığımda işlediğim günahlar sonucunda
hak ettiğim ateşler ve işkencelerden başka nereye gidebilirdim? Annem hasta
olduğumu bilmiyordu, ama uzakta da olsa dualarını benden hiç eksik etmiyordu.
Ama sen her yerdeydin, hem onun dualarını işittiğin yerdeydin, hem de beni
bağışladığın yerde. Sonunda bedenim sağlığına kavuştu, ama inançsız yüreğim
hâlâ hastaydı. Hayati tehlike içinde olduğumda bile senin vaftizini
istememiştim, demek ki çocukken daha inançlıydım. Çünkü daha önce de dile
getirdiğim ve itiraf ettiğim gibi çocukken annemin inancına sığınıp vaftiz
olmak için can atmıştım. Ama artık büyümüştüm ve yıllar geçtikçe daha da günahkâr
olmuştum. Şimdi sadece senin beni iyileştirmek için yazdığın ilaçlara gülüp
geçen bir budalaydım ve ben bu haldeyken sen benim hem bedenen hem de ruhen
ölmeme izin vermedin. Bu halimle ölmüş olsaydım annemin yaralı yüreği bu kadar
büyük acıyı kaldıramazdı. Çünkü beni ne çok sevdiğini anlatmama kelimeler
yetmez ya da benim ruhsal doğumumu görebilmek için ne çok sancı çektiğini,
öyle ki beni doğururken bile böyle bir sancı çekmemişti.
17. Benim bu haldeki ölümünı onun sevgisinin ta böğrüne kadar hançer
gibi saplanacağından bir daha nasıl kendine gelebilirdi, tahmin bile
edemiyorum. Ama ettiği onca dua nereye gidecekti o zaman, art arda, hiç ara
vermeden ettiği onca dua? Nereye olacak, tabii ki sadece sana. Ama sen, ey merhametlerin
Tanrısı, sen o iffetli, o sağgörülü dulun tövbekâr ve mütevazı gönlünü hiç
kırabilir miydin, zekat vermeye bu kadar can atan, senin azizlerine bu kadar
bağlı ve onlara bu kadar içten hizmet eden, bir gününü bile senin sunağında
kurban kesmeden geçirmeyen, hiç aralıksız günde iki kez, hem sabah hem de akşam
senin kilisene gelen, boş masallara, kocakarı dedikoduiarına kulaklarını
tıkayan sadece senin vaazlarında seni dinleyen, kendi dualarında sadece
seninle konuşan o d.ulun? Sana gözyaşı dökmekle ne altın, ne gümüş ne de gelip
geçici bir iyilik isteyen, sadece oğlunun kurtuluşunu dileyen o kadının, senin
böyle bir karakter bahşettiğin o kadının ağlamasına hiç kayıtsız kalabilir
miydin, yardım elini ona uzatmadan hiç durabilir miydin? Hayır, duramazdın ya
Rab, bu yüzden hep onun yanında oldun, onun yakanlarını dinledin ve senin
katında belirlenen düzene göre hepsini sırasıyla kabul ettin. Ona gönderdiğin
rüyalarda, yakanlarına verdiğin yanıtlarda onu kandırdığını haşa düşünemem.
Bazılarını hatırladığım, bazılarını hiç hatırlayamadığım bütün bu işaretleri
inanç dolu yüreğine kaydediyordu annem ve ne zaman dua etse hepsini senin önüne
seriyordu, bunların her biri senin taahhütnamelerindi onun için. Çünkü senin
merhametin sonsuza değin sürer,26 söz verdin mi lütfedip borçlu
olmayı kabullenirsin, bütün borçlarını affettiğin insanlara bile.
10.
BÖLÜM
Hıristiyanlık
öğretisini kabul etmeden önce yaptığı hatalar.
18.
Demek ki o hastalıktan beni
sen kurtardın, o naçiz kulunun oğlunu o dönem bütün bedeniyle kurtardın ki,
yaşasın ve sayende daha güçlü ve daha dayanıklı bir bedene kavuşabilsin. Ama
ben Roma’da da şu aldanan ve aldata^7 azizleri bulup aralarına
katıldım. Üstelik bu kişiler sadece dinleyici de değildi, Seçilmişler
olarak adlandıranlar da vardı içlerinde. Ama hastalanıp iyileştiğim sırada
evinde kaldığım adam bunların dinleyicilerinden biriydi. Ben o sıralar hâlâ
kendimizin değil de içimizdeki falanca bir doğanın günah işlediğine
inanıyordum. Bu yüzden kötü bir şey yaptığımda günahtan muaf olduğumu düşünmek
ve bunun için sana tövbe etmemek kibrimi okşuyordu, oysa sana karşı günah
işleyen bir ruhu yine ancak sen sağlığına kavuşturabilir- [232]
[233] din.[234]
Bense kendi kendimi affetmeyi tercih ediyordum, içimde olan, ama benim bir
parçam olmayan o falan doğayı da suçlamayı. Ama gerçek olan, bütün hepsinin
ben olduğumdu ve beni bana karşı bölen sadece inançsızlığımdı. Günahım
affedilemeyecek kadar büyüktü, çünkü kendimin günahkâr olduğunu düşünmüyordum.
Lanetlenesi ahlaksızlığım, kurtuluşum pahasına sana teslim olmak yerine,
ruhumu kaybetmek pahasına seni, ey Her Şeye Kadir Tanrım, seni içimde bozguna
uğratmayı tercih ediyordu. Ama henüz sen ağzıma bir bekçi dikmemiştin,
dudaklarımın etrafına bir kapı koymamıştın ki yüreğim kötü sözlere düşüp de
ahlaksızca davranan insanlarla bir olup günaha girmek için bahaneler bulmaya
çalışmasın. İşte bu yüzden hâlâ o seçkin Rahiplerle sıkı fıkıydım, onların o
sahte öğretisinde daha fazla yol katedemeyeceğimi bile bile. Daha iyi bir
tarikat bulamazsam diye onlarla birlikte olmaya karar vermiştim, ama onlara
karşı tavrım artık gitgide daha ihmalkâr, daha kayıtsız bir hal almaya
başlamıştı.
19.
Bir ara Akademiacı adı
verilen filozofların bile bütün hepsinden daha bilge olduğunu düşündüm
doğrusu. Çünkü bu filozoflar her şeyden kuşkulanmak gerektiğini söyleyip bir
insanın hiçbir şey hakkında kesin bir bilgisinin olamayacağı sonucuna
varmışlardı. Onların öğretisi hakkındaki yaygın inanç böyleydi ve ben ele
buradan hareketle onların açıkça böyle düşündüklerine inanıyordum, ama doğrusu
asıl niyetlerini henüz çözmüş değildim[235]
O aralar ev sahibimin Mani- cilerin yazdığı kitaplardaki bir dolu masala aşırı
düşkün olduğunu anlayınca, onu bu konuda uyarmadan edememiştim. Buna rağmen
hâlâ onlarla olan samimi dostluğumu sürdürmeye bakıyor ve bu mezhepten
olmayanlarla fazla görüşmüyordum. Bu mezhebi eskisi gibi ateşli bir şekilde
savunmuyordum -Roma bu mezhebe girenlerle gizliden gizliye kaynıyordu- ama
onlara olan samimiyetim başka mezheplere yönelmeme engel teşkil ediyordu.
Özellikle hakikatin senin Kilisende olabileceğine dair ümidimi tamamen
kaybetmiştim ey göğün ve yerin Rabbi, görünen ve görünmeyen her şeyin
Yaratıcısı, çünkü Maniciler beni senden tamamen uzaklaştırmışlardı. Senin insan
bedenine sahip bir varlık olduğuna ve gövdenin de bizim gibi kollar ve
bacaklarla sınırlandığına inandığımı hatırlamak şu an öyle utanç veriyor ki
bana. Seni Tanrım olarak düşünmek istediğimde, maddi bir varlık olarak
düşünmekten başka bir şey gelmiyordu elimden. Çünkü ben maddi varlıklar dışında
başka türlü bir şey düşünemiyordum ki hiç. Bu durum benim kaçınılmaz hatalara
düşmemin en önemli ve belki de yegane sebebiydi.
20.
Aynı nedenden ötürü
kötülüğün de bir çeşit töz olduğuna inandım, kendine özgü kaba ve biçimsiz bir
kütlesi vardı bu tözün. Ya Manicilerin yeryüzü dedikleri gibi katıydı bu töz ya
da hava gibi ince ve hafif. Maniciler havayı, yeryüzü dedikleri töze süzülerek
giren bir çeşit habis ruh olarak kurguluyordu. Ama benim o ufacık inanç kırmalarım
beni, iyi olan Tanrı’nın doğası kötü olan herhangi bir varlık yaratmayacağını
düşünmeye zorluyordu. Bu yüzden birbirine zıt iki kütle olduğunu hayal ettim.
Her ikisi de sonsuzdu bu kütlelerin, ama kötü olan daha dar, iyi olansa daha
genişti. Işte diğer bütün küfürlerim bu ölümcül önermeden türedi. Zihnim ne
zaman Katolik inancına geri dönmeye çabalasa geri tepiyordu, çünkü Katolik
inancı benim düşündüklerimle hiç uyuşmuyordu. Sana senin merhametini itiraf
etmeme izin veren Tanrım, senin insan bedenine sahip olmakla her bakımdan sonlu
bir varlık olduğunu düşünmektense, tek bir özelliğin dışında her bakımdan
sonsuz olduğunu düşünmek bana üstün bir dindarlıkmış gibi geliyordu. Bu
özellik kötülüğün sana zıt olmasıydı. Benim düşündüğüm şekilde bir kötülüğün
doğaca sende bulunduğuna inan- maktansa, senin kötü hiçbir şey yaratmamış
olduğuna inanmak bana daha uygun görünüyordu. Çünkü cehaletim yüzünden
kötülüğün sadece belli belirsiz bir töz olduğunu değil, maddi bir töz olduğunu
da düşünüyordum. Bu durum benim ruhu sadece mekana yaygın hafif bir cisim olarak
düşünmemden kaynaklanıyordu, çünkü ruhu başka türlü düşünmeyi bilmiyordum.
Kurtarıcımızın da, yani senin biricik Oğlunun da, senin o göz kamaştırıcı
parlaklıktaki bedeninden bizim kurtuluşumuz için çıktığını sanıyordum. Zihnimde
yalan yanlış betimlediğim bu görüntü dışında da onunla ilgili başka hiçbir şey
tasarlaya- mıyordum. Onun böyle bir doğası olduğuna göre, tenle karışmadan
Bakire Meryem’den doğması bana imkansız görünüyordu. Öte yandan O benim hayal
ettiğim gibi bir varlıksa, hiç bozulmadan tene karışmış olması da imkansızdı.
Tenin Onu lekelediğine inanmak zorunda kalacağımdan korktuğum için de onun
tensel doğumuna inanmıyordum. Kutsal Ruhunun armağanlarıyla donanan insanlar bu
itiraflarımı okuduklarında bana hoşgörüyle yaklaşıp tatlı tatlı güleceklerdir;
ama ne yapayım ki, o yıllarda ben böyle biriydim.
i ı. BÖLÜM
Augustinus Katoliklerin
öğretilerini kıyaslıyor. [236]
rin öğretilerini eleştiren tarzda halka
açık konuşmalar ve tartışmalar yapan Elpidius adlı birinin vaazları beni bayağı
huzursuz etmeye başlamıştı, özellikle Kutsal Kitaptan alıntıladığı içinden
çıkılması çok zor olan savlar ileri sürdüğünde. Manicilerin ona verdiği yanıt
bana göre oldukça zayıftı. Kamunun önünde yanıt verirken fazla rahat değiller,
bu yüzden yanıtı bize gizlice verdiler ve dediler ki Yeni Ahit’in kitapları
Yahudi yasasını Hıristiyanlık inancına sokmak isteyen falanca kişilerce tahrif
edilmiş. Ama bizlere tahrif edilmemiş tek bir kopya bile gösteremediler. Bunlar
bir yana ben asıl şu iki maddi kütle30 düşüncesine tutsak olmuştum
ve bu düşünce beni adeta boğuyordu, çünkü maddi gerçeklikler dışında hâlâ başka
bir şey düşünemiyordum. Bu kütlelerin ağırlığı altında soluğum kesildiğinden,
senin hakikatinin saf ve temiz havasını içime çekemiyordum.
12.
BÖLÜM
Roma'
daki öğrencilerin öğretmenlerine olan aldatıcı tavırları. [237]
aşkı için adaleti bile hiçe sayabilirler.”
Birden yüreğimde bu öğrencilere karşı bir nefret doğdu, tabii bu bencilce
olmayan bir nefret değildi.[238] Çünkü nefret ettimse onlar
yüzünden müşkül bir duruma düşebileceğimi düşündüğüm için nefret ettim, yoksa
herhangi bir öğretmene böyle bir ahlaksızlık yapılmaz diye düşünmedim. Ama ne
olursa olsun bu tür öğrenciler aşağılık insanlar ve temelsiz, gelip geçici tutkulara
aşık olup seni bunlarla aldatırlar.[239]
Dokunduklarında ellerini kirleten pis paraları severler, fani dünyaya
sarılırlar, olduğu yerde hareketsiz duran sana ise yüz çevirirler, onları her
an çağırmaya hazır olan sana, geri döndüğünde de insanın o zina işlemiş ruhunu
her an affetmeye hazır olan sana. Bugün de nefret ediyorum bu tür ahlaksız ve
hilekar öğrencilerden, gerçi ıslah edilmeye ihtiyaçları olduğunu düşündüğümden
bir yandan da seviyorum onları. lslah edilsinler ki para yerine öğrenmek
istedikleri sanatı tercih etsinler, sanattan da öte seni, Tanrı’yı tercih
etsinler, yani Hakikati, hiç tükenmeyecek iyilik Pınarını ve en saf Huzuru. Ama
ben o yıllarda bu kötü insanları sevmiyorsam, sadece bana zarar verecekler diye
sevmiyordum, yoksa bu insanlar özellikle sana karşı iyi olmalılar diye
düşünmüyordum.
13.
BÖLÜM
Retorik
sanatını öğretmek üzere Milana'ya gönderiliyor;
Ambrosius tarafından ağırlanıyor.
23. Milana’dan Roma valisine kentin bir retorik öğretmenine ihtiyaç
duyduğu haberi geldi. Seyahat giderleri de devletçe karşılanacaktı. Manici
zırvalıklarla sarhoş olmuş dostlarımın aracılığıyla bu göreve talip oldum. Bu
seyahatin anlamı onlardan tamamen kapmam demekti, ama henüz bunu hiçbirimiz
bilmiyorduk. O zamanki Roma valisi Symmachus belli bir konu üzerinde verdiğim
söylevi beğendi[240] [241]
[242] [243]
ve beni Milana’ya gönderdi. Milana’da dünyalar iyisi bir insan olarak tanınan,
senin aziz kullarından piskopos Ambrosius’u buldum. O zamanlar belagatiyle hiç
bıkmadan usanmadan senin bereketli buğdayını dağıtıyordu kullarına, sevinç
yağlarıyla mesh ediyordu^4 şarabın ayık sarhoşluğunu tattınyordu.35
Bilmeden beni ona götüren sendin, öyle ki onun sayesinde seni. bilip sana
götürüleyim istedin. Babacan bir tavırla karşıladı beni bu Tanrı adamı^6
ziyaretimden ne kadar memnun olduğunu ifade etti bir piskoposa yaraşır şekilde.
Ona hemen kanım kaynadı, ama başlangıçta bunun nedeni Ambrosius’un hakikati
öğreten bir hoca olması değildi tabii -çünkü senin Kilisenden tam anlamıyla
umudu kesmiştim- bana karşı son derece müşfik davranmasıy- dı. Halka vaaz
verirken onu bütün dikkatimle dinledim, böyle bir şeye mecbur olduğum için
değil hiç kuşkusuz, asıl niyetim herkesin övdüğü belagalinin sahiden bu övgüyü
hak edip etmediğini anlamaktı ya da konuşmasının dendiği kadar akıcı olup
olmadığını öğrenmekti. Bu yüzden sadece ağzından çıkan kelimelere dikkat
ediyordum, konuşmasının içeriği hiç umurumda değildi, hatta bu içeriğe burun
bile kıvırıyordum. Ambrosius’un vaazlar pek hoştu, beni etkilemişti. Faus-
tus’unkinden de çok daha nitelikliydi, ama üslup açısından değerlendirdiğimde
Faustus’unki kadar nükteli ve sakinleştirici değildi. İçerik açısından
baktığımda ise ikisi arasındaki fark açıkça görülüyordu. Fa- ustus Manicilerin
hayal aleminde dolanıp duruyordu, Ambrosius ise kesin bir dille kurtuluşu
öğretiyordu. Ama kurtuluş günahkârlardan o kadar uzaktaydı ki ve ben de o
dönemde böyle çok uzaktaydım. Yine de ona adım adım yaklaşmaktaydım, hem de hiç
farkında olmadan.
14.
BÖLÜM
Ambrosius'u dinledikçe
yanılgılarından kurtulup yavaş yavaş
kendine geliyor.
24.
Ambrosius’un neler
söylediğini öğrenmek gibi bir merakım olmadığından sadece bunları nasıl
söylediğine bakıyordum. İşte bende kala kala sadece bu boş heves kalmıştı,
çünkü artık insanı sana götürebilecek bir yolun olduğuna inanmıyordum. Ama gün
oldu o çok hoşlandığım kelimelerle birlikte hiç umursamadığım o anlam da
zihnime girmeye başladı, çünkü anık bu ikisini birbirinden ayıramıyordum.
Ambrosius’un o hoş üslubuna bütün yüreğimi açmışken, onun sözlerindeki hakikat
de süzülüverdi içeriye, yavaş yavaş da olsa. İlkin, ileri sürdüğü savların
savunabilirliği dikkatimi çekti ve Manicilerin karşı çıkışlarına herhangi bir
yanıt veremeyeceğini sandığım Katalik inancını savunmanın artık anlamsız
olmadığını düşünmeye başladım, özellikle Ambrosius’un Eski Ahit’in bazı
karmaşık metinlerini teker teker çözümlediğini görünce. Demek ki ben bunları
yazılı yasaya göre anlamaya çalışıyordum, o yüzden de kelimeler beni
öldürüyordu.[244] Eski Ahit’teki birçok bölüm
böyle ruhani olarak açıklanınca, ilahi yasadan ve peygamberlerden nefret eden
ve onlarla alay eden insanlara karşı herhangi bir yanıt verilemeyeceğini
düşündüğüm için doğrusu kendimi ayıpladım. Ama yine de kendimi Katalik
inancını kabul etmeye mecbur hissetmiyordum. Çünkü Katalikler arasında bu
şekilde iddialarda bulunabilecek aydın insanlar olabilirdi ve bunlar
kendilerine karşıt görüşleri pek çok savla ve gayet akıllıca çürütebilirdi, ama
bu durum benim inancıını inkar etmeme neden olamazdı, çünkü her iki inancın da
kendisini savunabileceği aynı ayarda silahları vardı. Bu yüzden bana göre Katalik
inancı bozguna uğramış sayılmazdı, ama henüz zafer de kazanmamıştı.
25.
Bütün gayretimle işe
sarıldım ve Manicilerin yanılgısını ortaya çıkarabileceğim birtakım sağlam
kanıtlar aramaya koyuldum. Keşke ruhsal bir töz düşünebilseydim, işte o zaman
Manicilerin bütün kurgularını bir anda yok edebilir ve zihnimde ne var ne yok
hepsini söker atardım. Ama bunu yapamıyordum. Gerçi tensel duyularımızın elverdiği
ölçüde ne zaman maddi dünya ve doğa düzeni üzerine kafa yarsam, bunlarla
ilgili bildiğim ne kadar kuram varsa hepsini şöyle bir gözümün önüne
getirdiğimde ve birbiriyle kıyasladığımda birçok felsefecinin Manicilerden çok
daha akla yatkın düşünceler ileri sürdüklerini görebiliyordum. Bu yüzden
Akademiacılarm benimsediği söylenen yoldan gidip her şeyden kuşku duymaya
başladım ve şu öğreti senin bu öğreti benim biraz ortalarda dolandıktan sonra
Manicilerden ayrılmaya karar verdim. Çünkü böyle kararsızlık yaşadığım bir dönemde
kimi felsefecileri Manicilere tercih edebiliyorsam, artık o mezhepte kalmamım
da bir anlamı olamayacağını düşündüm. Yine de ruhumun hastalığının tedavisini
İsa'nın kurtarıcı adından bihaber olan o felsefecilere de tamamen bırakmak
istemedim. Bu nedenle büyüklerimin tavsiyesine uydum ve yolumu bulmama
yarayacak parlak bir ışık gelene kadar bir süre Katalik Kilisesinin çömezi
olarak kalmaya karar verdim.
1.
BÖLÜM
Augustinus artık ne Manici ne de
Katolik.
1.
Gençliğimden beri aradığı m
Umudum, 1 bunca yıldır neredeydin, nerelere gizlenmiştin? Beni
yaratan sen değil misin, beni dört ayaklılardan daha üstün, havadaki kuşlardan
daha akıllı kılan sen değil misin? Ama ben buna rağmen karanlıklar arasında,
kaygan topraklarda yürüyordum,[245] [246]
seni kendimin dışında arıyordum ve kalbimin Tanrısını bulamıyordum.[247] Denizin diplerine kadar
inmiş, bütün güvenimi kaybetmiş ve hakikati bulmaktan umudumu kesmiştim. Annemse
inancının verdiği cesaretle çoktan yanıma gelmişti, kara dememiş deniz dememiş
sürekli beni izlemiş ve senden aldığı güçle her türlü tehlikeyi göze almıştı.
Zorlu anlarda denizcilerin bile yüreğine su serpmişti, oysa tam tersi ilk kez
denize açılan yolcular korkuya kapıldıklarında yüreklerine su serpecek olan
denizcilerin kendisidir. Sağ salim varacağız kıyıya demiş annem onlara, çünkü
sen rüyasında ona öyle demişsin. Annem geldiğinde, ben tam bir hayal kırıklığı
içindeydim, artık hakikati bulmaktan tam anlamıyla ümidi kesmiştim. Anneme
artık bir Manici olmadığımı, ama henüz bir Hıristiyan Katalik de olmadığımı
söyledim. Hayret, annem sevinçten havalara falan uçmadı, benden böyle bir haber
duymayı hiç ummadığı halde. Bunun nedeni benim o zavallı halimle ilgili
endişelerinin belli ölçüde azalmış olmasıydı. Sanki ölmüşüm gibi sana dualar
edip yakarıyordu hâlâ, ama artık senin beni yeniden dirilteceğinden emindi.
Yüreğinde beni bir tabuta koyup sana sunmuş, senin o dul kadının oğluna şöyle
demeni bekliyordu: “Genç adam, sana söylüyorum, ayağa kalk!”[248] Bunu duyduğu anda o oğul
yeniden dirilecekti, konuşmaya başlayacaktı ve sen onu yeniden annesine teslim
edecektin[249] İşte bu yüzden günlerce sana
yalvarıp yakardığı dileğinin gerçekleştiğini ve henüz hidayete ermemiş olsam da
yanlış yoldan döndüğümü duyunca, yüreği deli gibi çarpıp heyecandan aklı
yerinden oynamadı. Aksine içi çok rahattı, çünkü sen ona oğlun tamamen
kurtulacak demiş olsaydın verdiğin bu sözü de mutlaka yerine getirirdin. Bu
nedenle gayet sakin bir şekilde ve serinkanlılıkla bana Mesih’e inancının tam
olduğunu, bu dünyadan göçüp gitmeden önce beni inançlı bir Katolik olarak
göreceğini söylüyordu. Evet, annem tam olarak bana böyle söylüyordu. Yine de ey
Merhametin Pınarı, sana her zamankinden daha çok dua ediyor, kanlı gözyaşları
döküyordu, bir an önce yardımıma koş ve karanlıklarıma ışık tut istiyordu. Her
zamankinden daha büyük bir şevkle Kiliseye koşuyor, Ambrosius’un dudaklarından
dökülen sözcüklere pürdikkat kesiliyordu, çünkü bu sözler onun için sonsuz
yaşama akan sular gibiydi.[250] Bu adamı Tanrı’nın bir meleği
olarak görüyordu, çünkü onun sayesinde ikircikli bir duruma düşüp bocaladığımı
öğrenmişti ve bu sayede hastalıktan kurtulup sağlığıma kavuşacağımdan, ama
daha önce hekimlerin buhran dedikleri çok daha büyük bir tehlikeyi de atlatmak
zorunda olduğumdan öyle emindi ki.
2.
BÖLÜM
Şehitlerin mezarlarında kutsal
yemek ve Liturya.7
2.
Afrika’da bir adet vardır,
azizlerin mezarlarına lapa, ekmek ve şarap götürürsünüz. Annem bu adeti
Milona’da uygulamaya kalkınca, bekçi yasak deyip onu engellemiş. Bu yasağın
Piskopos tarafından konduğunu öğrenen annem öylesine içten, öylesine itaatkar
bir tavırla bu yasağa uydu ki, şaştım kaldım doğrusu. Bu alışkanlığından dolayı
hemen kendisini suçladı, Piskopos'un yasağını tartışma konusu bile yapmadı.
Çünkü ruhu aşırı içkinin kölesi olmamıştı ya da şarap tutkusuna kapılıp
hakikatten nefret edecek hale gelmemişti, oysa çoğu erkek ya da kadın
kendilerine ayıklıkla ilgili vaaz verildiğinde kusacak gibi olur, tıpkı şarap
yerine su teklif ettiğiniz sarhoşlar gibi. Annemse her zaman ağzına kadar kutlu
yiyeceklerle dolu sepetiyle mezara gelir, birazını önce kendisi tadar, geri
kalanını olduğu gibi dağıtırdı. Sadece küçük bir kap şarap dökerdi mezara,
zaten bu şarabı da hiç ölçüsünü kaçırmayan damağına uygun şekilde sulandırmış
olurdu ve sırf adet yerini bulsun diye sadece bir yudum alırdı bu şaraptan.
Birden çok azizin mezarı ziyaret edilecekse, her gittiği mezara o küçük kaptaki
şaraptan dökerdi. Bu şarap hem sulandırılmış bir şaraptı, hem de gayet ılık.
Etrafındakilere de yudum yudum tattırırdı şarabından, çünkü onun amacı dinsel
bir görevi yerine getirmekti, insanlara keyif vermek değil. Ama o ünlü vaizin,
o dini liderin8 hiç kimsenin, hatta ayıkların bile bu tür törenler yapmasına
izin vermediğini öğrenince bu alışkanlığından hiç tereddütsüz vazgeçti.
Piskopos bu tür törenlerin sarhoş- [251]
[252]
lara aşırı içki içme fırsatı
yaratabileceğinden kaygı duyuyordu, ayrıca bunlar paganların atalarının onuruna
düzenledikleri bayrama da[253] çok benzediğinden batıldı.
Anneme bu bir ders olmuştu, bundan böyle sepetini toprağın verdiği ürünlerle
doldurmak yerine artık yüreğindeki saf dualarla daldurarak geldi şehitlerin
mezarlarına, elindekinin hepsini muhtaç olanlara dağıttı ve oralarda İsa’nın
çilesi gibi çile çekip Tanrı katına yükselen şehitler için düzenlenen
Lituryalara katıldı. Düşünüyorum da, ey Rab olan Tanrım, böyle bir yasak
annemin Ambrosius kadar değer vermediği birinden gelmiş olsa, o alışkanlığını o
kadar kolay terk eder miydi, emin değilim. Bu kuşkumu senin huzurunda tüm
içtenliğimle dile getiriyorum. Ambrosius’u bu kadar sevmesinin nedeni onun bana
kurtuluş yolunu göstermiş olmasıydı. Ambrosius da annemi sevmişti, nedeni
annemin dini böylesine içten kucaklaması, bütün gönlünü hayır işlerine adaması
ve her fırsatta Kilise’ye gidip gelmesiydi. Ne zaman karşılaşsak bana annemi
öve öve bitiremiyordu ve böyle bir anneye sahip olduğum için ne kadar şanslı
olduğumu söylüyordu. Ama annemin her şeyden şüphe eden ve yaşama giden yolu
asla bulamayacağını sanan bir oğlu olduğunu pek bilmiyordu.
3.
BÖLÜM
Ambrosius'un
kamu görevleri ve özel çalışmaları.
3. Zihnimde bir sürü soru olmasına ve bunları ortaya döküp tartışmak
için yanıp tutuşmama rağmen henüz sana yakarıp da seni yardımıma çağırmaya
hazır değildim. Ambrosius’u bile dünyevi değerlere göre yargılayıp, nice saygın
şahsiyet tarafından övüldüğü için şanslı bir adam olduğunu düşünüyordum. Çile
çekerek katlanmak zorunda olduğu tek özelliği bekarlığıymış gibi geliyordu
bana. İçinde ne gibi bir umut taşıdığından, seçkin konumunun ayartıcılıklarına
karşı ne tür savaşımlar verdiğinden, tersliklerle karşılaştığında kendisini ne
şekilde teselli ettiğinden, senin Ekmeğinle beslendiğinde kalbinin derinlerinde
ne tür bir sevinç duyduğundan hiç haberim yoktu, hatta tahmin bile edemiyordum,
çünkü böyle şeyler benim yaşantımda hiç olmamıştı. Ama o da benim çektiğim
işkenceleri, içine düştüğüm o tehlikeli çukuru bilmiyordu. Çünkü ona sormak
istediğim soruları istediğim şekilde soramıyordum. Kendisine gelen insanların
eften püften sorunlarıyla o kadar meşguldü ki, onunla yüz yüze gelip de bir
türlü konuşma fırsatım olmuyordu. Bu insanlardan soluk aldığı zamanlar da öyle
kısıtlıydı ki, zaten o da o anlarda bünyesine gerekli birkaç bir şey yiyip
bedenini dinlendiriyor ya da birkaç bir şey okuyup ruhunu rahatlatıyordu.
Okurken, gözleriyle sayfaları şöyle bir tarıyor, yüreğiyle de o satırların
anlamını yakalamaya çalışıyordu, ama hiç sesi soluğu çıkmıyordu. Odasına ne
zaman girsek -isteyen herkes odasına girebilirdi, şu geldi bu geldi gibi
kendisine haber verilmesi gerekmiyordu— onu hep öyle sessiz sessiz bir şeyler
okurken buluyorduk, biz de bir kenarda oturup uzun süre öyle sessizce
bekliyorduk - böyle yoğun düşüncelere dalmış bir adama müşkülat çıkartmaya gönlümüz
razı olabilir miydi- sonra da kalkıp gidiyorduk, çünkü kısa bir süre de olsa
insanların dertlerinin yarattığı karmaşadan uzakta kafası- m dinlendirip huzur
bulduğunu ve herhangi bir şekilde rahatsız edilmek istemediğini düşünüyorduk.
Yüksek sesle okumamasının nedeni belki de dikkatli ve meraklı bir dinleyicinin
okuduğu kitabın yazarının kullandığı bulanık bir ifadeye takılmasından
çekinmesiydi, çünkü o durumda bu ifadeyi açıklaması gerekecekti ya da bundan
daha zor birtakım sorunlar hasıl olacak, o da bunlara yanıt vermek zorunda kalacaktı
ve zamanını bu şekilde harcadığında da istediği kadar çok kitap
okuyamayacaktı. Ya da böyle sessiz sedasız okumakla çok haklı olarak her an
kısılmaya hazır sesini dinlendirmek istiyordu. Ne düşünüyorsa düşünsün böyle
yapmasının mutlaka kendine göre iyi bir nedeni vardı.
4. Ama kesin olan şu ki, bir fırsatını bulup da araştırıp öğrenmek
istediğim sorulan senin kerametin olan bu adamın yüreğine soramadım, sadece
bazı şeyler hakkında kısa kısa yanıtlar alabildim. İçimi bunaltan dertleri onun
önüne dökmem için epeyce boş vaktini bana ayırması gerekiyordu, ama böyle bir
şey de hiçbir zaman olmadı. Her pazar günü hakikatin sözüyle ilgili halka vaaz
verirken onu dinliyordum ve gün geçtikçe bizleri Kutsal Kitaba düşman etmiş
insanların kurnazca birbirine ördüğü bütün o dalaşık düğümlerin çözülebileceğine
inancım artıyordu. Orada anladım ki, senin inayetinle Katalik Anadan yeniden
doğan ruhani çocukların, insan senin suretinde yaratıldı
dendiğinde bu ifadeden senin insan şeklinde bir bedene hapsolmuş olduğunu
anlamıyor ya da böyle bir şeye inanmıyor. Ama henüz kafamda tinsel bir tözün
olabileceğine dair en ufak bir fikir ya da hatta belli belirsiz bir hayal bile
yoktu. Buna rağmen onca yıl Katalik inancına değil de maddi düşüncelerden
kaynaklanan hayallere havladığımı anlayınca mutlu oldum, ama bir yandan da çok
utandım. Demek ki aceleciliğim ve inançsızlığım, inceden inceye araştırdıktan
sonra üzerinde konuşmam gereken şeyleri küfürler yağdırarak söylememe neden
olmuştu. Çünkü sen hem çok yükseklerde hem de çok yakınlardasın, hem çok gizli
hem de apaçık olansın, senin kimi uzvun büyük, kimi uzvun küçük değil, sen
bütünüyle her yerdesin, ama hiçbir zaman hiçbir mekanla sınırlı değilsin, bizi
kendi suretinde yarattın, ama senin bizler gibi bir bedenin yok; insansa
tepeden tırnağa mekan içinde.
4.
BÖLÜM
Ambrosius'un teşvikiyle Kilisenin
öğretisini
kavramaya başlıyor.
5.
Senin suretinin nasıl bir
şey olduğunu bilmediğimden, kapını çalmak ve bu ifadeyi nasıl anlayacağımızı
sormak zorundaydım. Benim anladığım şekilde bir yorum getirecekmişsin gibi
sana hemen karşı çıkıp alay etmeyecektim. Bazı şeylere kesin olarak inanmak
istediğim, yıllarca bilimsel kesinlik vaatleriyle oyuna getirildiğim, aldatıldığım
ve kesinliği olmayan düşünceleri kesinmiş gibi ele alıp bunlar hakkında cahil
bir çocuk tavrıyla, öyle paldır küldür konuşmalar yaptığım için ulandıkça içim
daha fazla yanıp kavruluyordu. Bunların hepsinin yanlış olduğunu ancak çok
sonraları anlayabildim. Evet, benim bir zamanlar kesinliklerinden şüphe
etmediğim ve bunlar için Kilisene saldırıp gözüm kapalı ithamlarda bulunduğum
öğretilerin kesin olmadıkları gayet açıktı. Kilisenin gerçekleri öğretip
öğretmediğini henüz bilmiyordum, ama en azından benim inatla karşı çıktığım
düşünceleri öğretmediği belliydi. Şaşkınlık içindeydim, doğru yola giriyordum
ve seviniyordum ey Tanrım, çünkü senin biricik Kilisenin, yani biricik Oğlunun
Bedeninin, çocukken Mesih’in adıyla başımın sıvazlandığı bu yerin, o tür çocuk
oyuncaklarından hiç haberi yoktu, Kilisenin o sağlam öğretisinde her şeyin
Yaratıcısı olan senin, ne kadar büyük, ne kadar geniş olursa olsun sınırlı bir
mekanda olduğuna ve insanın sahip olduğu şekilde uzuvlarla sımsıkı tutulduğuna
ilişkin bir
ifade yoktu.
6.
Seviniyordum, çünkü artık
hukuktan ve peygamberlerden söz eden eski kitaplar önüme okunmak için
geldiklerinde onları o zamanki gözlerimle okumak zorunda kalmayacaktım. Oysa
eskiden bana öyle saçma geliyorlardı ki, senin azizlerinin hiçbir zaman
savunmadıkları düşünceleri savunmuşlar gibi gösterip onlara sövüp saydığım
yıllarda. Ambrosius'un halka vaaz verirken son derece dikkatle, sanki cetvelle
ölçüp biçmişçesine yaptığı yorumları dinlediğimde, “Yazılı yasa öldürür,
tanrısal yasa can verir,”[254] dediğinde ruhum sevinçle
doluyordu. Kelimesi kelimesine ele alındığında son derece çarpık yorumlara yol
açabilecek metinlerden sır perdesini kaldırıp ifadeleri mecaz anlamlarıyla
açıkladığında, söylediği şeyler artık canımı sıkmıyordu, oysa hâlâ gerçekleri
söyleyip söylemediğini bilmiyordum. Baş aşağı düşme korkusundan yüreğimi
herhangi bir düşünceye inanmaktan uzak tutuyordum, çünkü öyle düşerken bir
yerlerde asılı kalmak benim için ölümden de beter olurdu. Bu nedenle gözümden
kaçan şeylerden yedi artı üçün on etmesi gibi emin olmak istiyordum.
Gerçi henüz bu hesaptan bile kuşkulanmamız gerektiğini düşünecek kadar aklımı
yitirmiş değildim, ama her şeyden bunun kadar kesin şekilde emin olmak istiyordum,
ister duyularımla hemen görüp dokunamadığım maddi nesneler olsun bu şeyler,
isterse sadece maddi biçimde düşünmeyi bilebildiğim tinsel gerçeklikler.
İnanarak iyileşebilirdim, böylece gönül gözümü açabilir ve bu yolla senin o hep
olduğu yerde duran ve hiçbir şekilde bozulmayan hakikatine yönelebilirdim. Ama
hep olur ya, insan kötü bir hekimin eline düşmüşse artık bir daha iyisine de
kendisini teslim etmez, işte benim ruhum da o durumdaydı, inanarak iyileşebileceği
halde yanlış olana inanının korkusuyla ellerini ite ile iyileşmeyi
reddediyordu, oysa sen bu ellerinle inanç verecek ilaçlar hazırlamış ve bunları
dünyanın bütün hastalıklarına uygulamıştın, hepsini de öyle etkili güçlerle
donatmıştın ki.
5.
BÖLÜM
Kutsal Kitap yetkedir ve hakkıyla
okunınası gerekir.
7. Her şeye rağmen o andan itibaren tercihimi Katolik öğretisinden
yana kullandım. Bu öğreti kanıtlarıamayacak şeylere de inanmamızı bekliyordu,
çünkü bazı şeyler kanıtlanmış olsa bu kanıtı herkes kolayca anlayamayacaktı ve
belki de bazı şeyler hiçbir zaman kamtlanamayacaktı. Bu benim kafama yatan bir
düşünceydi ve bilimsel bilgi diye tutturup inançlarımızla dalga geçen, sonra da
kanıtlayamadıkları onca masala ve zırvalığa inanmamızı bekleyen Mani-
cilerinki gibi sahtelik içermiyordu. Sonra yavaş yavaş ya Rab, sen o yumuşacık,
o merhamet dolu ellerinle yüreğime dokundun ve onu dindirdin. Çünkü görmediğim
ya da benim tanıklığımdan uzakta gerçekleşen ne çok olaya inandığımı düşünmeye
başladım, dünya tarihindeki pek çok olaya inanmıştım mesela, hiç görmediğim
yerlerle, kentlerle ilgili anlatılan pek çok şeye inanmıştım, arkadaşların,
hekimlerin ve daha nice insanın pek çok sözüne inanmıştım. Çünkü inanç olmasa
yaşam bizim için çekilmez olurdu. Hepsinden de öte nasıl da kendimden emin bir
şekilde, sorgusuz sualsiz ana babamın çocuğu olduğuma inanmışıın, işittiğime
inanmasam asla bilemeyeceğim bir şey bu. Bir kusur arayacaksam bu kusuru senin
kitaplarına inananlarda değil inanmayanlarda aramamı, çünkü bu kitapların şu
dünyada yaşayan neredeyse bütün uluslarca tek yetke olarak kabul edildiğini
gösterdin ve birileri çıkıp da bana, “Bu kitapların insanoğluna biricik hakikat
olan ve riyası olmayan Tanrı’nın Ruhu tarafından gönderildiğini nereden
biliyorsun?” diye soracak olursa onlara kulak aşmamayı öğrettin. Ama inanmaını
sağlayan en büyük gerekçe, birbirine muhalif filozofların kitaplarını okurken
sıkça karşılaştığım o dalavereli önermelerden kaynaklanan kavgaların zihnimi
çelip de bir an için bile olsa senin varlığını inkar etmeme ya da insan yaşamının
idaresinin sana bağlı olmadığını düşünmeme neden olamamalarıydı, üstelik senin
nasıl bir varlık olduğunu tahayyül bile edemezken.
8.
Bu düşünce zaman zaman çok
güçleniyordu, zaman zaman da azalıveriyordu, ama her zaman senin varolduğuna ve
bizlerin refahının senin ellerinde olduğuna inandım, senin tözünle ilgili ne
düşüneceğimi, hangi yolun beni sana getireceğini ya da hangisinin
uzaklaştıracağını hiç bilmememe rağmen. Demek ki hakikati sadece duru bir
akılla kavrayacak yetiye sahip değildik ve bu nedenle senin kutsal yazılarının
yetkesine başvurmak durumundaydık Öyleyse artık rahatlıkla inanabilirdim ki,
sen Kutsal Kitabına yeryüzünün bütün uluslarınca tek yetke kabul edilecek bir
mükemmellik verdiğine göre, onun aracılığıyla sana inanalım ve onun aracılığıyla
seni arayalım istemiştin. Ayrıca bu Kitapta daha önceleri bana mantıksız
göründüğü için hayal kırıklığı yaşadığım çoğu metnin makul şekilde
açıklandığına tanık olunca, bu mantıksızlığı kitabın derin sırlarının bir
özelliği olarak görmeye başladım. Bana göre Kitabın yetkesi daha derin bir
saygı ve daha saf bir inanç gerektiriyordu, çünkü hem herkesin okuyabileceği
rahatlıkta sunuyordu kendisini, hem de yüce sırrını derin bir akılla
kavranabilecek şekilde saklı tutuyordu. Kendisini herkese apaçık bir dille ve
son derece sade bir konuşma üslubuyla sunarken, bir yandan da yüreklerinde
cahillik olmayan insanların üstün dikkatine mazhar olmayı bekliyordu. Kucağını
açıp herkesi sinesine sarıyordu, ama dar geçitlerinden ancak birkaç kişiyi
geçirip sana ulaştırıyordu. Bu sayı az, ama bu kitap yetkenin yüce doruklarında
tek başına dikildiği halde o kutlu te- vazusuyla bağrını bütün insanlığa
açmamış olsaydı daha da azalırdı. Bunları düşünüyordum ve sen yanımdaydın ve
beni dinliyordun, dalgalarla boğuşuyordum ve sen benim dümenime geçiyordun, o
geniş dünya yolunda dolanıyordum ve sen beni terk etmiyordun.
6.
BÖLÜM
Halinden memnun bir dilenciyi
örnek göstererek hırslı
insanların zavallılığını vurguluyor.
9.
Mevki sahibi olmaya, para
kazanmaya ve evlenmeye heves ediyordum ve sen bana gülüyordun. Bu tutkular çok
acı tecrübeler yaşamama neden oluyordu. Sana özgü olmayan herhangi bir şeyden
zevk almaını yasaklıyordun belki, ama bu şekilde bana daha çok iyilik yapıyordun.
Yüreğime bak ya Rab, çünkü bütün bunları haür!amamı ve sana itiraf etmemi
isteyen sensin. Ruhum sana kilitlensin artık, çünkü beni ölüme sımsıkı
yapıştıran şu ökse macunundan çekip kurtaran sensin. Ah, ne zavallı bir
haldeydi! Buna rağmen sen onun yarasını neşterinle deştikçe deştin, bütün hırslarımı
bırakıp sana dönebileyim diye, her şeyin üstünde olan, sensiz her şeyin koca
bir hiçlik olacağı sana dönebileyim ve şifa bulayım diye. lmparatora bir övgü
konuşması yapmaya hazırlandığım o yıllarda da ne kadar zavallıymışım ve sen bu
zavallılığımın ne kadar farkındaymışsın meğer. Hazırlayacağım bu konuşmada bir
sürü yalan söyleyecektim ve bu yalancılığım sözlerimin doğru olmadığını çok
iyi bilenler tarafından da alkışlanacaktı. Bütün derdim bu konuşmaydı, yüreğim
küt küt atıyordu, sıkıntıının yakıcı ateşinden su gibi terliyordum. işte bu
halde Milano caddelerinin birinde yürürken zavallı bir dilenci dikkatimi çekti.
Bana sarhoşmuş gibi geldi, şakalar yapıyor, gülüp oynuyordu. Üzüntüyle iç
geçirdim ve o sırada yanımda olan arkadaşlarıma dönüp budalalıklarımızın ne
acılara mal olduğunu anlatmaya çalıştım: Hayat gaileleri içinde debelenip
dururken aslında tek isteğimiz kaygılardan uzak bir mutluluk yakalamaktı.
Örneğin ben hırslanma kapılıp konuşma yapacağım diye çabalayıp duruyordum,
beraberimde bir dolu mutsuzluk yükünü de çekip götürüyordum, çektikçe daha da
ağırlaşıyordu üstelik. Oysa şu dilenci bizi kat kat aşmıştı ve belki de biz
onun olduğu yere asla ulaşamayacaktık. Çünkü benim böyle acı içinde yürüdüğüm
onca dolambaçlı, onca virajlı yolun çıktığı yer, o adamın dilenerek elde
ettiği o birkaç kuruşla kazandığı şey, yani geçici mutluluktan kaynaklanan sevinçten
başka bir şey değildi. Evet o adam gerçek mutluluğa sahip değildi, ama benim
hırslarımı tatmin etme isteğim onun mutluluğundan çok daha sahteydi. Sonuçta o
sahiden neşeliydi, bense sıkıntılıydım, onun hiçbir kaygısı yoktu, bense
huzursuzdum. Biri çıkıp da bana, mutlu olmak mı istersin, yoksa korkuyla
yaşamak mı dese, ona yanıtım şöyle olurdu: “Mutlu olmak.” Sürdürse sorusunu ve
o dilenci gibi mi olmak istersin, yoksa kendin gibi mi dese, kendim gibi olmayı
tercih ederim derdim yine de, korkularımla, kaygılarımla, yani olduğum gibi;
aksi halde çok saçma bir seçim yapmış olurdum. Peki, salıiden doğru seçimi mi
yapmış olurdum? Çünkü sırf daha eğitimliyim diye kendimi dilenciye tercih
etmemeliyim, sonuçta eğitimim bana mutluluk sağlamadığına göre. Eğitimim bana
başka insanları memnun etmemi sağladı, onlara bir şeyler öğretmemi değil,
sadece memnun etmemi. İşte bu yüzden ıslah sopanla vurup kemiklerimi
kırıyordun sen de.
10.
Öyleyse artık ruhuma şöyle
diyenler onun yanına hiç yaklaşmasınlar: “İnsanların mutlu oldukları kaynaklar
farklıdır. Dilencinin mutluluğu içtiği içkidedir, sense şan şöhretle mutluluğu
yakalamak istiyorsun. “Ne şan şöhreti ya Rab? Bu şan şöhret sende değil ki.
Dilencinin mutluluğu da gerçek değildi, benim aradığım şöhret de gerçek değil,
hatta bu yüzden daha fazla döndürdü başımı. Dilenci sarhoşluğunu o gece
hazmedecekti, ama ben benimkiyle uyumuştum, kalkmıştım, uyuyacaktım,
kalkacaktım, kim bilir ne çok gün geçecekti böyle! Evet doğru, insanların mutlu
oldukları kaynaklar farklı farklı, bilirim, iman umudu taşımanın verdiği
mutluluk ile o benim aradığım sığ mutluluk arasında da dünyalar kadar fark var.
Ama dilenciyle benim aramda da bir fark vardı. O sahiden benden çok daha
mutluydu, ama bu durum ben kuruntularla kendi kendimi yiyip bitirirken onun
sevince bulanmasından kaynaklanmıyordu; ben yalanlar söyleyerek gururunıu
okşarken, onun yoldan geçenlere iyi şanslar dileyerek şarabını kazanmasından
kaynaklanıyordu. İşte bu vesileyle sevgili dostlarıma bu konuda ne
hissettiğimi böyle uzun uzun anlattım durdum. Onların durumuyla kendiminkini
sürekli kıyaslardım ve benim kötü durumda olduğumu anlardım, bu da bana çok acı
verirdi ve zavallılığımı kat kat arttırırdı. Şansım bana gülecek olsa bile onu
yakalamaya artık üşeniyordum, çünkü tam yakalayacağım anda o uçup gidiyordu.
7.
BÖLÜM
Alypius'u yarış tutkusundan
vazgeçiriyor. [255]
İTİ^RAFLAR
gelmişti buralara, ailesi oranın ileri
gelenlerindendi. Yaşça benden küçüktü. Hem kendi memleketimde ilk öğretmenliğe
başladığım yıllarda hem de Kartaca’dayken derslerimi takip etmişti. Beni çok
sevmiş, iyi ve bilgili bir insan izlenimi bırakmışım onda. Ben de onu sevdim,
doğuştan sağlam bir karakteri vardı, yaşı büyük olmasa da daha şimdiden böyle
olduğu belliydi. O beş para etmez oyunlara aşırı tutkun olan Kartacalıların
yaşantısındaki girdaplar arenalardaki yarışlara çekmiş onu, hem de çılgın
gibi. işte onun bu heves uğruna çaresizce debelenip durduğu yıllarda ben
Kartaca’da halka açık bir okulda retorik öğretmenliği yapıyordum. Babasıyla
aramda yaşanan husumet yüzünden henüz öğrencim olup da derslerime
katılmamıştı. Ama onun ölümcül yarış tutkusundan haberdar olduğumda doğrusu
canım fena halde sıkıldı, çünkü parlak geleceğini silip atmak üzere olduğunu anladım,
hatta belki de silip atmıştı. Onu uyarmak ya da herhangi bir baskı uygulayıp bu
huyundan vazgeçirmek imkanım yoktu, ne dostluk hatırına böyle bir şey
yapabilirdim ne de öğretmenliğimin verdiği yetkeyi kullanabilirdim. Benim
hakkımda babası gibi düşündüğünü sanıyordum, ama hiç de öyle değilmiş. Çünkü bu
konuda babasının ne düşündüğüne aldırmadan beni gördüğünde selam vermeye
başladı, sınıfıma geldi ve bir süre dersimi izledi, sonra ayrıldı.
12. Bir süre sonra onunla ilgili kaygılarım aklımdan uçup gitti, sözde
o boş oyun tutkusunun gözünü kör etmesine ve o deli hevesinin kendindeki
yeteneği öldürmesine izin vermemesini tavsiye edecektim ona. Ama sen, ya Rab,
yarattığın her şeyin dizginlerini çeken sen, onun bir gün senin evlatların
arasına katılıp onlara senin ayinlerinde başkanlık yapacağını unutmadın. O
ıslah olduysa bunu kesinlikle sana borçlu, sen beni sadece bir aracı kıldın,
ama ben bunu hiç bilmiyordum. Çünkü bir gün her zamanki yerimde oturmuş,
öğrencilerimi de
önüme almıştım ki, o çıkageldi, selam
verdi, oturdu ve ne anlatıyorsam pürdikkat dinlemeye başladı. O sıra elimde
bir metin vardı ve ben bunun üzerinden açıklamalar yapıyordum, bir ara
arenalardaki gösterilerle ilgili bir örnek geldi aklıma. Bana göre bu örnekle
demek istediğim şey daha güzel ve daha sade bir şekilde anlaşılacaktı, hem de
kendilerini yarış çılgınlığına kaptıranlara şaka yollu dokundurmalarda
bulunabilecektim. Sen tanıksın Tanrımız, o sırada Alypius’u yakalandığı o
vebadan kurtarmayı hiç düşünmemiştim. Ama o üstüne alındı ve bu benzetmeyi
sadece kendisini ima ederek yaptığımı sandı. Başkası olsa böyle bir şeyi bana
kızıp köpürmek için bahane olarak kullanırdı, oysa o dürüst bir genç
olduğundan bunu kendisine kızıp köpürmek için bir bahane olarak kullandı ve
bana eskisinden daha büyük bir sevgiyle bağlandı. Çünkü sen çok önceleri şöyle
demiştin ve bunu Kutsal Kitabına nakşetmiştin: “Bilge insanı azarla, seni
sevecektir.”11 Ben onu azarlamamıştım. Ama sen hepimizi, farkında
olalım ya da olmayalım, senin bildiğin düzen içinde aracı kılarsın; ve o düzen
adildir. Sen benim yüreğimi ve dilimi kızgın kömürlere dönüştürdün ı2
ve böylece gelecek vaat ettiği halde yok olup gidecek olan bir ruhu dağlayarak
iyileştirdin. Senin merhametini göremeyenler sana şükranlarını sunmasın,
sussun, oysa senin o merhametindir bana yüreğimin en derininden bu itirafları
ettiren. Çünkü Alypius benim konuşmamı işitir işitmez zevkin büyüsünden
gözleri kamaşmış bir halde kendi düştüğü o derin çukurdan fırlayıp çıktı, bütün
azmiyle dengesini toplayıp şöyle bir silkindi, arenanın bütün tozunu da silkti
üstünden, bir daha da oraya adımını atmadı. Ardından babasının inadmı kırdı ve
öğretmeni olmam konusunda onu ikna etti. Babası da yelken- [256]
[257]
İTİRAF^LAR
leri suya indirdi, isteğine ses çıkarmadı.
Böylece yeniden derslerime girmeye ve benim o batıl itikatlarımla hemhal olmaya
başladı. Manici- lerin göstermelik ölçülülüklerine hayran oldu, bunun gerçek ve
samimi olduğunu sandı. Ama bu ölçülülük mantık dışı, baştan çıkarıcı bir
taktikti, dipteki erdeme nasıl dokunacaklarını henüz bilmeyen, onun suya
yansıyan görüntüsüne kolayca kanan aziz ruhları kapıveriyordu, bu görüntü
erdemin bir gölgesi, onun taklidiydi.
8.
BÖLÜM
Alypius eskiden nefret ettiği
gladyatör oyunlarının
çılgınlığına kapılıyor.
13. Her şeye rağmen Alypius anne babasının kendisine telkin ettiği
dünyevi yoldan da vazgeçmedi ve hukuk okumak için benden önce Roma’ya gitti. Bu
kez de orada gladyatör oyunlarına kaptırdı kendisini, hem de inanılmaz bir
tutkuyla ve inanılmaz ölçüde. Başlangıçta böyle oyunlardan nefret ediyordu ve
asla görmek istemiyordu. Ama şans işte, bir gün yolda arkadaşlarıyla ve
sınıfından bazı öğrencilerle karşılaştı, akşam yemeğinden dönüyorlarmış onlar
da. Dostça girdiler koluna, azimle dirense de, ısrar kıyamet sürükleyip
götürmeye başladılar onu arenaya. O günler bu acımasız, bu kana susamış
gladyatör oyunlarının da mevsimiydi. Şöyle diyordu dostlarına: “Belki şu bedenimi
sürükleyip götürüyorsunuz o arenaya, oraya da oturtturacaksınız, ama sanıyar
musunuz ki o oyunlara bütün ruhumla katılmamı, onları şu gözlerimle seyretmemi
sağlayabileceksiniz? Orada yokmuşum gibi davranacağım ve irademin hem
sizlerden, hem de o oyunlardan daha güçlü olduğunu göstereceğim.” Arkadaşları
dediğini işittiler, ama nafile, çekiştirip sürümeye devam ettiler
beraberlerinde; kim bi-
lir, belki de verdiği sözde duracak mı
bakalım diyorlardı. Arenaya geldiklerinde ve bulabildikleri bir yerlere
oturduklarında her yer canavarca tutkularla kaynıyordu. Alypius sımsıkı yumdu
gözlerini, o kötülüklere katılmasını yasakladı ruhuna. Ama keşke kulaklarını
da yummuş olsaydı! Çünkü dövüş esnasında yaşanan bir olay kalabalık arasında
öyle müthiş bir gürültü kopardı ki, yüreği ağzına geldi Alypi- us’un. Merakına
yenik düştü, ne olursa olsun, hatta ne görürse görsün hiç aldırmayacakmış ve
iradesine yenik düşmeyecekmiş gibi gardını alıp gözlerini açtı, açmasıyla
birlikte ruhu öyle ağır bir yara aldı ki, sarsıldı, bu yara görmeye
heveslendiği gladyatörün bedenine aldığı yaradan da beterdi, bu yüzden düşüşü
de ondan daha berbat oldu ve kalabalık arasında daha müthiş bir uğultu
kopardı. Zaten bu uğultu olmuştu onun kulaklarından süzülüp giren, bu uğultu
açtırmıştı ona gözlerini, ruhunu yerlere serip yaralanmasına meydan vermişti.
Bu ruh cüretkârdı, güçlü değil. Hatta ne güçlüsü, çok zayıftı, çünkü gücünün
kaynağının sen değil, kendisi olduğunu sanmıştı. Çünkü kanı görmesiyle
vahşiliği içmesi bir olmuştu, kendisini bundan alamamıştı. Gördüğü manzaraya
saplanıp kalmış, emmişti öfkeyi. Hiç farkında bile olmadan o vahşi dövüşten
zevk almış, o kanlı tutkudan sarhoş olmuştu. Artık arenaya gelen insan değildi
kendisi, oraya gelen kalabalıktan biriydi, onu oraya götüren arkadaşlarına
layık biriydi. Dahame söyleyeyim? Seyretti işte, bağırıp çağırdı, coşkuyla
yanıp tutuştu ve deliliğini de çekip götürdü beraberinde; öyle ki başlangıçta
onu sürüye sürüye götüren arkadaşlarıyla birlikte tekrar buralara getirsin,
hatta bu sefer onu onların başına geçirip başkalarını da taksın diye peşine.
Ama senin o güçlü, senin o merhamet dolu elin yetişti yine ve çekip çıkardı onu
buralardan, kendisine değil, sana güvenmeyi öğretti; ama tabii bu dediğim çok
sonra oldu.
9.
BÖLÜM
Alypius bir hırsız gibi
tutuklanıyor.
14.
Her şeye rağmen yaşadığı bu
olay hafızasında yer edip gelecekte kendisine iyi bir ders vermiş oldu.
Sonraları benzer\ bir olay daha yaşadı. O sırada hâlâ Kartaca’da bir öğrenciydi
ve bellim derslerime devam ediyordu. Bir öğlen vakti pazar yerine gitmiş
ezberden konuşma yapmak amacıyla; öğrenciler bu tür konuşma alıştırmaları
yaparlar hep. İşte orada pazar yerinin bekçileri tarafından hırsız diye yakalanmış,
çünkü sen bunun böyle olmasını istemiştin. Buna göz yummuşsan Tanrımız, bana
göre tek nedeni, gelecekte büyük bir şahsiyet olacak bu adama daha o zamandan
başlayarak hayati kararların verildiği davalarda bir insanın safdillilikle
hareket edip bir başk< insanı rahatlıkla mahküm etmemesi gerektiğini
öğretmekti. Alypius elinde yazı levhası ve kalemiyle mahkemenin önünde tek
başına bir- aşağı, bir yukarı dolanıp duruyormuş. Aniden gençten bir başka
öğrenci beliriver- miş gümüşçüler caddesinin tepesindeki kurşun parmaklıklarda,
gerçek hırsız oymuş zaten. Alypius’a hiç çaktırmadan, yanında gizliden
taşıdığı baltayla vurup kırmaya başlamış kafesleri. Ama aşağıdaki gümüşçüler
işitmiş balta sesini, kendi aralarında fısıldaşıp ueler olup bittiğini
anlamaya çalışmışlar ve adamlarını yollayıp onlara kimi bulursanız yakalayıp
getirin demişler. Bu fısıltıları işiten hırsız da yakalanmaktan korkup
baltasını bıraktığı gibi kaçmış. Alypius atjamı girerken görmediği halde
çıkarken fark etmiş ve hızla kaçtığına tanık olmuş. Niye böyle kaçtığını merak
edip öğrenmek için oraya yöneldiğinde hırsızın fırlatıp attığı baltayı görmüş,
öylece orada durup şaşkın şaşkın bu buraya nasıl geldi diye düşünüp dururken,
kuyumcuların yolladığı adamlar onu bulmuşlar, üstelik çıkardığı ses yüzünden
onları buraya getiren balta da elinde değil miymiş. Hemen yakalamışlar
Alypius’u, yaka paça sürüyerek dışarı çıkarmışlar, o sırada forumda toplanan
dükkancılara da övünerek hırsızı iş başında yakaladıklarını söylüyorlarmış bir
yandan. Sonra da tutup kolundan yargıcın önüne çıkarmak üzere sürümeye
başlamışlar.
15.
Ama ona bu kadarlık ders
yeterdi. Anında yardımına koşup geldin, ya Rab, çünkü sen onun masumiyetinin
tek tanığıydın. Hapishaneye ya da cezasını çekeceği yere götürülürken, yolda
kamu binalarından sorumlu bir mimar çıktı kalabalığın önüne. Alypius’u yakalayanlar
bu mimarla karşılaştıklarına çok sevindiler. Çünkü pazar yerinde ne kaybolsa
bu adam onlardan biliyordu. işte şimdi bütün bu olayların asıl failinin kim
olduğunu anlayacaktı. Ama bu mimar sıkça gidip geldiği falanca senatörün
evinde birçok kez rastlamıştı Alypius’a. Bu yüzden onu hemen tanıdı, tanır
tanımaz da elinden tutup kalabalığın arasından çekip aldı ve bu utanç verici
duruma nasıl düştüğünü sordu ona. İşin aslını esasını öğrenince de yanı
başındaki o yaygaracı, tehditler savurup bağırıp çağrışan kalabalığa dönüp
kendisini takip etmelerini istedi. Hep birlikte bu işin asıl faili olan o
gencin evine gittiler. Kapıda köle bir oğlan duruyordu, yaşı o kadar küçüktü
ki, efendisinin başına bela açıp açmayacağını hiç düşünmeden her şeyi tüm çıplaklığıyla
anlatabilirdi. Pazar yerine efendisiyle birlikte gelmişti. Alypi- us da
sonradan tanıdı onu ve mimara tanıdığını ima etti. Bunun üzerine mimar baltayı
çocuğa gösterdi ve kime ait olduğunu sordu. Çocuk, “bizim,” dedi. Ardından
başka sorular da soruldu ona ve ne sorulduy- sa açık açık cevap verdi. Böylece
hak yerini buldu ve suçlunun adresi bu ev oldu. Alypius’u yakalamakla zafer
kutlamalarına erkenden başlamış olan kalabalık hayal kırıklığı içinde öylece
kalakalmıştı. ileride senin Sözünün habercisi olacak ve senin Kilisende bu tür bir
sürü davaya bakacak olan Alypius ise yaşadığı bu olaydan gerekli dersleri çıkararak
oradan ayrıldı.
10. BÖLÜM
Alypius'un dürüstlüğü ve
Nebridius'un gelişi.
16.
Roma’ya geldiğimde onu
orada buldum. Öyle güçlü bağlarla bağlandı ki bana, Milana’ya giderken o da
benimle geldi. Benden kapamayacağından değil de, daha çok eğitimini gördüğü
hukukla ilgili bir şeyler yapabilsin diye.[258]
Hukuk okuması ana babasının fikriydi, kendisinin değil. Daha önce üç kere
avukatlık yardımcılığı yapmıştı ve nefsine hakimiyetiyle birçoklarını şaşkına
çevirirken, kendisi de onların parayı namusa tercih etmelerine çok şaşırmıştı.
Sadece rüşvetin kışkırtıcılığıyla denenmedi Alypius’un karakteri, gözdağı
verilerek de denendi. Roma’- dayken, İtalya eyaletlerinin bütçesinden sorumlu
bir başdanışmanın yanında yardımcı olarak çalışıyordu. O dönemde nüfuz sahibi
bir senatör vardı. Rüşvet vererek bir sürü insanı kendine bağlamış ya da
korkutarak sindirmişti. İşte bu adam bir keresinde her zamanki yetkisine başvurup
yasal olarak hak etmediği bir imtiyaz talebinde bulundu. Alypius adama ret
cevabı verdi. Rüşvet teklif edildi, güldü geçti. Tehdit edilmeye başlandı,
hiçbirine pabuç bırakmadı. Onun bu sıradışı şahsiyeti herkesi kendisine hayran
bırakmıştı, çünkü bu kadar yetkin ve insanlara rüşvet vermenin ya da onların
canlarını yakmanın bin türlü yolunu bilmekle dünya çapında bu kadar ün kazanan
bir adamın ne dostu olmak istemişti, ne de düşmanı olmaktan çekinmişti.
yardımcılığını üstlendiği yargıç bile adamın isteğine karşı çıkmakla birlikte
bu tavrını açıkça sergileyemedi, bunun yerine davanın bütün sorumluluğunu
Alypius’un omuzlarına yükleyip onun izin vermediğini söyledi. Çünkü adama ödün
verdiği takdirde Alypius'un istifa edeceği gün gibi açıktı. Ama edebiyat aşkı
yüzünden bir kere yoldan çıkacak gibi oldu. Praetorlara tanınan bir haktan
yararlanıp kendisi için düşük bir ücretten el yazmaları kopyalatacaktı. Böyle
bir şeyin adil olup olmayacağını iyice düşündü taşındı. Dürüstlüğü böyle bir
davranışa izin vermezken yetkesi buna izin veriyordu. Alypius dürüstlüğün
yetkeden daha geçer akçe olduğuna karar verip doğru yolu seçti. Küçücük bir
ayrıntıydı bu, ama en küçük işte güvenilir olan insan büyük işlerde de
güvenilir olur. 14 Senin Hakikatinin dilinden dökülen şu sözler
öyle boşu boşuna söylenmemiş: “Siz dünyanın sahte servetini bile güvenilir
şekilde koruyamazken kim size gerçek serveti emanet edebilir? Başkasının
servetini güvenilir şekilde koruyamazken kim size kendi malınızı emanet edebi
lir?” 15 işte bana o yıllarda sımsıkı bağlanmış, benimsememiz
gereken yaşanı tarzına henüz tam olarak karar verememiş dostum bu karakterde
bir insandı.
17. Nebridius da Kartaca yakınlarındaki memleketini, hatta zamanının
çoğunu geçirdiği Kartaca'yı bıraktı ardında, babasının zengin topraklarını
bıraktı, evini bıraktı, peşinden gelmesini istemediği annesini bıraktı ve
hakikate ve bilgeliğe duyduğu büyük aşkla sırf benimle birlikte olabilmek için
kalkıp geldi Milano’ya. Benimle dertleniyor, benimle bocalıyordu; ateşli
tutkusuyla hep mutlu yaşamı arıyor, keskin zekasıyla en zor soruların altını
deşiyordu. ÜÇ aç ağız gibiydik, sadece birbirimizin nefesiyle
beslenebiliyorduk, senin yolunu gözlüyor, zamanı geldiğinde gıdamızı senin
bize vermeni bekliyorduk [259] [260]
[261] Peşinde koşuşturup
durduğumuz dünya işlerimiz senin inayetinle hüsranla sonuçlandığında, niye hep
böyle acı çektiğimizi sormaya başlıyorduk birbirimize, ama hep karanlıklar
çıkıyordu karşımıza, iç çekip tekrar geri dönüyorduk ve “Bu böyle ne kadar
sürecek?” diye soruyorduk. Hep tekrar tekrar soyuyorduk bu soruyu, ama yine de
dünya işlerinden geri durmuyorduk; çünkü hiçbirimiz hakiki ışığı göremiyorduk
ki, elimizdekileri bırakıp onu yakalayalım.
11. BÖLÜM
Augustinus
hangi yoldan gitmesi gerektiğine karar veremiyor.
18.
Bilgelik ateşiyle yanıp
tutuşmaya başladığım ve onu bulduğum anda beş para etmez hırslarımdan
kaynaklanan bütün o boş umutlarımı ve deli hayallerimi bir kenara alacağım
dediğim on dokuz yaşımdan bu yana geçen o uzun zaman dilimine şöyle bir baktım,
anılarımı şöyle bir gözlerimin önüne getirdim de doğrusu kendime şaştım. Işte
şimdi otuzlu yaşlarımı sürüyordum ve hâlâ aynı bataklıklarda debelenip duruyordum,
çünkü hâlâ dünyanın bana verdiklerine ölesiye açtım, hepsinin elimden kayıp
gittiğini ve bütün gücümü tükettiğini bile bile şöyle söylüyordum: “Yarın
bulacağım; bakın görün, açıkça gösterecek bana yüzünü, ben de kesin
yakalayacağım onu. Faustus gelecek, bana her şeyi açıklayacak. Ey Akademiacı
filozoflar, ne büyüksünüz! Yaşamımızı yönlendirmemizi sağlayacak herhangi bir
kesin bilgiye ulaşamayacak mıyız sahiden? Yok canım, ulaşacağız, ama daha
dikkatli aramalıyız, ümidimizi kaybetmemeliyiz. İşte bakın, Kilise’nin
kitaplarında bana eskiden saçma görünen metinler artık öyle görünmüyorlar,
başka türlü yorumlandıklarında, gayet rahat anlaşılabilirler. Ailemin beni
çocukken koyduğu yola daha sağlam basmalıyım, hakikati açıkça görene kadar.
Ama nerede arayacağım onu? Ne zaman aramalıyım? Ambrosius’un boş vakti yok,
bizim de okumaya ayıracak boş vaktimiz yok. İhtiyacımız olan kitapları nerede
bulacağız? Nereden ve ne zaman edineceğiz onları? Kimlerden ödünç alacağız?
Zamanımızı iyi ayarlamalı, belli saatleri ruh sağlığımıza ayırmalıyız. Içimde
büyük bir umut doğdu, çünkü Katalik inancı hiç de benim düşündüğüm gibi
değilmiş, boşu boşuna suçlayıp durmuşum. Bu öğretinin alimleri Tan- rı’nın
insan bedeniyle sınırlı olarak düşünülmesinin caiz olmadığını söylüyor. Bize
her şeyi açıkça göstereceği halde Onun kapısını çalmakta hâlâ niye tereddüt
ediyoruz? Bütün bir sabah öğrencilerimle meşgul oldum, günün kalanında ne
yapacağım? Niçin çalınıyorum ki hâlâ kapısını? Peki, ama ne zaman desteklerini
üzerimizden eksiltmemeleri gereken şu çok nüfuzlu dostlarımızı ziyaret
edeceğiz? Bunca çalışmadan sonra ne zaman kafamı dinleyeceğim? Bana para ödeyen
öğrencilerim için ne zaman hazırlanacağım? Bu tür kaygılarla gerilen zihnimizi
ne zaman rahatlatacağız da şöyle yeniden kendimizi bir toparlayabileceğiz?
19. Bu kaygıların hepsi kahrolsun, kurtulalım artık bu boş, bu sahte
hayallerden, kendimizi sadece ve sadece hakikati aramaya yöneltelim. Yaşam bir
ıstırap, ölümün ne zaman geleceği hiç belli değil, bir anda gelip alacak bizi.
Ne şekilde bu yaşamdan çekip gideceğiz? Bu yaşamda öğrenmeyi ihmal ettiğimiz
şeyleri nerede öğreneceğiz? Bu ihmalkârlığımızın cezası ağır olmayacak mı?
Peki ya ölüm sahiden bütün kaygılarımıza bir son veriyorsa ve o gelince biz
artık hiçbir şey hissetmiyorsak? işte alın size tartışacağınız bir sorun daha.
Ama boş verin bunu, ölüm böyle bir şey değil. Gök kubbeye ağan Hıristiyan
inancının yetkesi bütün dünyaya yayılmışsa bunun anlamı bu kadar boş, bu kadar
değersiz olamaz. Beden ölünce ruhun yaşamı da bitiyor-
sa Tanrı bizim için bu kadar büyük, bu
kadar çok mucize yaratmazdı. O halde niçin dünyevi umutlarımızı bir kenara
bırakıp da sadece Tan- rı’yı ve mutlu yaşamı aramakta hâlâ tereddütlü
davranıyoruz? Durun, biraz daha bekleyin. Bu yaşam da çok tatlı, kendine özgü
lezzeti hiç fena değil. Bu lezzetten öyle hemen kurtulmak olmaz, sonra geri dönmek
zorunda kalırız falan, ayıp olur. Bak, çok az kaldı, neredeyse iyi bir mevki
yakaladım. Bundan başka ne isteyebilir ki bir insan yaşamdan? Nüfuz sahibi bir
sürü dostum var, biraz daha küçük düşünürsem ve aceleci davranmazsam en
azından küçük bir eyalette valilik kapabilirim. Daha olmadı parası olan bir kadınla
evlenirim, böylece yapacağım harcamalar da belimi bükmemiş olur. Sonra önümde
örnek alacağım pek çok büyük adam var, hepsi evli, ama aynı zamanda bilgelik
yoluna adamışlar kendilerini.”
20.
Işte bunları söylüyordum,
bir oradan esiyordu bu rüzgârlar, bir buradan; bir oraya savuruyorlardı ruhumu,
bir buraya. Zaman akıp gidiyordu, Rabbime yönelmekte geç kalıyordum, gün be gün
senin yolunda yaşamayı erteliyordum da her gün kendi içimde ölmeyi
erteleyemiyordum. Mutlu yaşamayı seviyordum, ama senin ikametgâhında olan bu
yaşama yaklaşmaktan korkuyordum, ondan kaçtıkça da hep yeniden aramak zorunda
kalıyordum. Bir kadının kollarından yoksun kalırsam bunun bana çok ağır
geleceğini sanıyordum. Merhametinle ilaç olup bu zaafımı iyileştirebileceğini
düşünmüyordum bile, çünkü hiç böyle bir şey yaşamamıştım. İnsan ancak kendi
iradesiyle cinsel perhiz yaparsa yapar diyordum, ama böyle bir iradem olduğunu
dahi bilmiyordum. Öyle budalaydım ki, Kutsal Kitaptaki şu sözü de hiç
bilmiyordum: “Sen bahşetmedikçe kimse kendi başına nefsine
ısı
hakim olamaz.”[262]
Eminim böyle bir iradeyi bana bahşederdin, yüreğimin derinliklerindeki
iniltileri senin kulaklarına ulaştırabilseydim ve salt iman kudretimle derdimi
kesip senin önüne atabilseydim.
12. BÖLÜM
Alypius ile Augustinus arasında
evlilik ve bekârlık
üzerine bir tartışma.
21.
Alypius benim evlenmeme
gerçekten karşıydı, evlenirsem böyle rahat rahat oturup da nicedir özlemini
çektiğimiz bilgelik aşkını beraberce tadamayacağımızı söyleyip duruyordu.
Kendisinin bu konuda o zamana kadar gösterdiği nefsine hakimiyet beni öyle
şaşırtmıştır ki. Ilk gençlik yıllarında cinsel deneyimi olmuş, ama bunu bir
alışkanlık haline getirmemiş. Hana tam tersi bundan çok ulanmış ve nefret etmiş,
sonra da zaten tamamen cinsellikten uzak bir yaşam sürmeye başlamış. Bense ona
itiraz ediyor ve evli olduğu halde bilgelik yolunda ilerlemekten geri durmamış,
Tanrı’ya hizmetle kusur işlememiş, arkadaşlarına karşı sadakatini korumuş ve
onları hep sevip saymış nice örnek insan gösteriyordum. Ama doğrusu ben bile
onların bu yüce ruh hallerinden çok çok uzaktım; tensel hastalığa tutulmuş, bu
hastalığın ölümcül tılsımıyla zincirlenrni.şlim, bu zinciri de beraberinde öyle
sürüyüp götürüyordum, ama bir yandan da ondan kurtulmaktan korkuyordum. Taze
yarasına tuz basılmış gibi, dostumun benim hayrıma olacak öğütlerini
dinlememezlikten geliyor ve olur da zincirimi çözer diye elini hep geri
itiyordum. Üstelik yılan benim ağzımda yuva yapmış, beni kullanarak Alypius’la
konuşuyordu; o masum, o zincir vurulmamış ayaklarını bağlamak için benim
dilimden büyülü tuzaklar örüp seriyordu yoluna.
22.
Derin saygı duyduğu bir
adamın tensel zevkin tutkalma böyle sımsıkı yapışmış olması onu hayretler
içinde bırakıyordu. Ne zaman bu meseleyi kendi aramızda konuşacak olsak, bekâr
bir yaşam sürmek benim harcım değil diyordum ona. Onun şaşırdığını görünce de
hemen kendimi savunmaya geçiyor ve şimdilerde güç bela hatırlayabildiği ve bu
yüzden en ufak bir zorluk çekmeden kolayca vazgeçebildiği o bir çırpıda yaşanan
geçici ilişkisi ile benim yaşam tarzım olmuş zevklerim arasında uçurumlar
olduğunu söylüyordum; bu zevklerimi o kutsal evlilik kurumuyla taçlandırabilmiş
olsaydım evlilik yaşamından neden kolayca vazgeçemediğime böyle şaşmazdın
diyordum. Benim bu sözlerim üzerine bu sefer kendisi arzular olmuştu evliliği,
ama bu arzusu cinsel zevkin çekiciliğine yenik düşmesinden kaynaklanmıyordu,
onunkisi salt meraktı. Senin yaşamının olmazsa olmazı olan bu zevk ne menenı
bir şeydir öğrenmek isterim diyordu bana, ne menem bir şey ki bu, kabul ettiğimde
senin bu zevk olmadan yaşadığın yaşamın işkenceden başka bir şey olmadığını
anlayabileyim. Benim esaretim karşısında doğrusu serseme dönmüştü, çünkü onun
ruhunda bendeki şu zincirlerden yoktu. Ama bu sersemlik artık onu da bu zevki
yaşamaya itecekti ve belki de bu zevki tadar tatmaz o da sersemlemesine sebep
olan o esarete sürüklenecekti, çünkü artık ölümle antlaşma imzalamaya dünden
hazırdı[263] ve tehlikeye aşık olup tehlikenin
içine düşecekti.[264] Çünkü ne o ne de ben
evliliğimizde üstümüze düşen görevleri yerine getirdim, çocuklarımızı
yetiştirelim gibi onurlu bir birliktelik hayal etmiyorduk, tabii bu şekilde bir
birliktelik varsa. Mesela beni büyük ölçüde evliliğe çeken şey esiri olduğum ve
işkenceler çektiğim doymak bilmez cinsel arzumu yoğun biçimde doyurma
alışkanlığıydı, Alypius ise kölesi olduğu merakı yüzünden evliliğe
sürükleniyordu. lşle bizler bu haldeydik ey Yüceler Yücesi, balçıktan
yarattığın bizleri hiçbir zaman terk etmeyen sen bizim sefilliğimize acıyıp
türlü mucizevi ve gizemli yolla yardımımıza koşuncaya kadar.
13.
BÖLÜM
Augustinus'a bir eş aranıyor.
23.
Evlenmek için üzerimde öyle
büyük bir baskı hissediyordum ki. En sonunda bir kıza teklif götürdüm,
özellikle annemin büyük uğraşları sonucunda kızdan da olumlu yanıt aldım.
Anneme göre bir kere evlenirsem kutsal vaftiz sularında arınacaktım. Bu yüzden
benim her geçen gün vaftiz olmaya bir adım daha yaklaşmış olmam onun içini
sevince boğuyordu. Inancıının artması kendi dualarının kabulünün, senin de
verdiğin sözleri tuttuğunun işaretiydi ona göre. Hem benim ricalarımla, hem de
kendi arzusuyla her gün yüreğinin derinlerinden çığlıklar atarak sana
yakarıyor ve yapacağım bu evlilikten sonra neler olacağını göstereceğin bir
rüya göndermeni bekliyordu senr den, ama sen ona hiç böyle bir rüya
göndermek istemiyordun. Insan aklının sürekli bir konuya takılmasından
kaynaklanan bulanık ve tuhaf birtakım hayaller görüyordu sadece. Sonra bunları
bana anlatıyordu, ama senin ona sahiden gösterdiğin rüyaları anlatırken
duyduğu güveni duymuyordu bunları anlatırken, o da inanmıyordu aslında anlattıklarına
. Senin ona gönderdiğin rüyalar ile kendi ruhunun yarattığı rüyalar arasındaki
farkı, senin rüyalarından aldığı, kelimelerle açıklayamayacağı kadar tılsımlı
bir tatla ayırt edebildiğini söylüyordu sürekli. Her şeye rağmen azimliydi bu
konuda, hatta kızı bile istetmişti. Ama kızın evlilik çağına gelmesine en az
iki yıl daha vardı. Olsun, sonuçta benim de hoşuma gitmişti, öyleyse
bekleyebilirdim.
14. BÖLÜM
Arkadaşlarıyla ortak bir yaşam
sürmeye karar veriyor.
24.
Pek çok arkadaşımla
birlikte ciddi bir karar arifesindeydik, birbirimizle oturup konuşuyor, insan
yaşamının fırtınalarına, huzursuzluklarına duyduğumuz nefreti dile
getiriyorduk. Sonunda bir şekilde kalabalıktan uzakta, sakin bir hayat yaşamaya
karar verdik. Sakin yaşam planımız şu şekilde işleyecekti: Kimin neyi var neyi
yoksa ortaya koyacak, ortaya konan bu mallardan tek bir evin bütçesini oluşturacaktık
Samimi dostluklarda şunun malı, bunun malı gibi bir olmazdı, bütün mallar tek
bir mal olacaktı, yani tek tek her birimiz hem bütün mallara sahip olacaktık
hem de her şey herkesin olacaktı. Görülen o ki bu topluluk on kişiden
oluşacaktı. Aramızdaki bazı arkadaşlarımız çok zengindi, özellikle memleketlim
Romanianus. O dönemde işleriyle ilgili yaşadığı ciddi sorunlar yüzünden
Milana’daki mahkemeye gelmesi gerekmişti. Çocukluk yıllarımızdan itibaren
onunla çok yakın bir dostluğumuz vardı. Bu girişimimize büyük destek verdi,
mali kaynakları hepimizinkinden yüksek olduğundan düşünceleriyle de ağırlığını
hissettirdi. Her yıl seçilen yüksek memurlar gibi, içimizden seçeceğimiz iki
kişi bütün zorunlu ihtiyaçlarımızı giderecek, diğerleri de keyiflerine
bakacaktı, herkes bunda hemfikirdi. Ama sonra şöyle bir soru takıldı kafamıza,
peki kadınlarımız böyle bir uygulamaya sıcak bakacaklar mıydı. Çünkü
arkadaşlarımızın bazıları evliydi, biz de evlen-
rnek
istiyorduk. Planımız böylece suya düşmüş oldu, oysa ne de özene bezene
oluşturmaya çalışmıştık Yeniden iç çekişlerimize, sızlanmalarımıza geri
döndük, yeniden dünyanın o geniş, o aşınmış yollarını arşınlamaya başladık.
Bizim zihinlerimizde böyle bin türlü düşünce dolanıp durur, ama senin kararın
sonsuza dek hep aynı kalır.20 Kararını almış
olduğundan bizimkilere gülüp geçiyordun zaten ve bizi kendi kararlarına göre
hazırlıyordun, zamanı geldiğinde besinimizi vermek, ellerini açıp yüreklerimize
lütullarını yağdırmak üzere.21
15. BÖLÜM
Ayrıldığı kadınının yerini bir
başka kadın alıyor.
25.
Bu arada günahlarım da kat
kat artıyordu. Hep beraberce uyumaya alıştığım kadını evliliğime engel
oluşturacağı düşüncesiyle yanı başımdan koparıp aldılar. Ona yapışmış olan
yüreğim yarıldı sanki, yaralandı, kan seline dönüştü ardından. Afrika'ya geri
döndü, bir daha başka bir adamla yaşamamaya yeminler ede ede. Benden olan evlilik-
clışı oğlumuzu da bana bıraktı. Ama ben mutsuzdum, o kadınımdaki yürek yoktu
bende, beklemeye de tahammülüm yoktu, çünkü sözlüm olan kızla evlenebilmem için
iki yıl gibi bir zaman geçmesi gerekiyordu. Zaten ben evliliğe âşık bir adam
değildim, şehvetimin kölesjydim. Bu birliktelik kökleşmiş alışkanlığımı
sürdürerek evlilik dünyasına adımımı atana kadar ruhumun hastalığına iyi
gelebilirdi belki, gücünü koruyabilirdi, ya olduğu gibi ya da belki daha etkin
şekilde. Ama önceki ayrılığımdan aldığım yara iyileşmek bilmiyordu. Aksine
daha fazla alevlendi, zonk zonk zonkladı, sonunda iltihaplandı. Donmuştu [265] [266]
İTİRAFLAR
sanki acısı, ama iyileşme umudunu
tüketmişçesine ıstırap veriyordu şimdi de.
16.
BÖLÜM
Ölüm ve yargılanma korkusundan
asla kurtulamıyor.
26.
Şükürler olsun sana,
binlerce şükürler olsun ey Merhamet Pınarı! Acizliğim arttıkça sen daha
yakınıma geliyordun. Arlık elin tam üzerimdeydi, çekip çıkaracaktı beni bu
çamurdan, yıkayıp arındıracaktı, ama ben henüz bunu bilmiyordum. Tensel
zevklerin çukuruna ballıkça batmaktan hiçbir şey alıkoyamazdı beni, ölümden
korkma- saydım ve gelecekte senin tarafından yargılanmaktan. Çünkü bin türlü
duygu girip çıkıyordu yüreğime, ama bir tek bu duyguyu asla söküp alamadım
derinlerimden. Arkadaşlarım Alypius ile Nebridius’la iyi ve kötünün son sınırı
üzerine konuşup duruyorduk. Ben ölümden sonra ruhun yaşamını sürdüreceğine ve
hak ettiği şekilde ödüllendirip cezalandırılacağına inanmamış olsaydım
Epicurus çoktan ruhumu fethetmiş olurdu, ama Epicurus lam tersi bir inanca sahipti.
Hep şöyle sorup duruyordum, bizler ölümsüzsek ve tensel hazzımız sonsuza dek
böyle sürecekse, bu hazzı kaybetmekten hiç korkmayacaksak o zaman niçin mutsuz
olalım ki, bundan başka ne isteyebiliriz ki? Ama asıl acizliğimizin tam da bu
olduğunu kavrayamıyordum, öyle derinlere batmıştım, öyle körleşmişti ki
gözlerim, erdemin ve sırf kendi doğasından dolayı sevilmeye layık olan o
güzelliğin yaydığı ışığı seçemiyor- dum, çünkü bu ışık bedenimizdeki gözlerle
değil, gönül gözümüzle seçebileceğimiz bir ışıktı. Ne zavallıydım,
arkadaşlarımla o ayıp konuları böyle tallı tatlı konuşurken bu konuşmalardan
aldığım hazzın hangi kaynaklan geldiğini merak bile etmiyordum, hiç sormuyordum
kendime zihnimi tensel zevklerin akışına kaptırdığım zamanlarda bile arkadaşlarım
olmaksızın neden benim anladığım anlamda da olsa mutlu olamadığımı.
Arkadaşlarımı hiçbir çıkar gütmeden seviyordum, arkadaşlarımın da beni hiçbir
çıkar gütmeden sevdiklerine inanıyordum. Ah dolambaçlı yollar'. Vah cüretkar
ruhlar, senden ayrıldığında kendilerine daha iyi bir ikametgah bulacağını
sananlar! Nereye dönerlerse dönsünler, ister sırt üstü yatsınlar, ister
yüzükoyun, her yer onlara sert gelir, çünkü sadece sen ebedi istirahatsın.
işte hazırsın, bizi o dolambaçlı patikalarımızdan çekip alacaksın ve kendi
yoluna koyacaksın, teselli, vereceksin ve diyeceksin ki: “Haydi koşun, ben
size destek olacağım, ben size kılavuzluk edeceğim ve o son yolculuğunuza bile
ben sizi uğurlayacağım.”[267]
|
1.
BÖLÜM
Tanrı'yı sonsuz mekâna yayılmış
bir cisim
olarak algılıyor.
1. Gençliğimde
işlediğim o utanç verici günahlar ölüp gitmişti artık,[268]
olgunluk çağıma giriyordum, ama yaşım ilerledikçe kibrim daha da yüz kızartıcı
bir hal alıyordu. Gözlerimin görmeye alışkın olmadığı türde bir varlık hayal
edemiyordum. Ama senin bilgeliğinle ilgili bazı şeyler kulağıma çalındıktan
sonra Tanrım, artık seni insan biçimli bir varlık olarak da düşünemiyordum,
aslında bu şekilde düşünmekten hep kaçınmıştım. Baktım ki, bizim ruhani
anamızın, yani Katalik Kilisesinin inancında da aynı düşünce söz konusu, o an
rahatladım. Peki ama, seni başka türlü nasıl düşünecektim, hiç bilemiyordum.
Ben bir insan olarak, hem de böyle kusurlu bir insan olarak, seni en yüce, biricik
ve hakiki Tanrı olarak düşünmeye çalışıyordum ve bütün kalbimle senin
bozulmaz, zedelenmez ve değişmez bir varlık olduğuna inanıyordum. Bunun
nedenini, nasılını açıklayamasam da, açıkça görebildiğim ve kesinlikle emin
olduğum tek gerçeklik, bozulabilenin bozulamayana göre daha alt seviyede,
zedelenemeyenin zedelenebile- ne göre hiç tereddütsüz daha üst seviyede ve
değişmez olanın da değişebilir olana göre daha iyi durumda olmasıydı. Yüreğim
hayal gücümün yarattığı bu görüntülere şiddetle karşı çıkıp bas bas
bağırdıkça, ben de emin olduğum bu tek gerçekliği silah olarak kullanıp
zihnimin gözlerinde uçuşan o kirli kalabalığı silmeye çalışıyordum. Tam dağılıp
AUGUSTJNUS
gittiler derken, gözümü kırpmamla birlikte
tekrar oraya üşüşüyorlardı, görüşüme hücum ediyorlar ve onu karartıyorlardı,
öyle ki seni insan bedenli olarak düşünmediğim halde yine de mekandaki
herhangi bir cisim olarak görmekten kendimi alıkoyamıyordum, ya dünyaya nüfuz
eden bir şey olarak görüyordum seni ya da dünya ötesine sonsuzca yayılmış bir
şey olarak. Gördüğüm bu cismi bozulamaz, zedele- nemez ve değişemez olarak
algılıyor ve bozulabilen, zedelenebilen ve değişebilir olandan daha üst
seviyeye yerleştiriyordum zihnimde. Çünkü mekansız tasavvur benim için
hiçlikti, hem de mutlak hiçlikti, öyle ki boşluk bile değildi, şöyle söylersem,
bir cisim mekandan kaldırılırsa ya da mekan bütün cisimlerinden, örneğin
yeryüzünden, sudan, havadan ya da gökyüzünden boşaltılırsa, geriye yine de boş
bir mekan olarak kalır ya hani, tıpkı hiçlik mekanı gibi, işte bu bile değildi
benim için mekansız bir tasavvur.
2.
Yüreğim öyle yağlanmıştı
ki, kendimden bile öyle bihaberdim ki, belli bir mekanla sınırlı olmayan, yani
bir mekana yayılmamış, toplaşmamış ya da genişlememiş veya bu tür özellikleri
olmayan ya da olamayan herhangi bir şey bana göre tam bir hiçlikti. Çünkü
gözlerim bu tür şekiller görmeye alışkındı, yüreğim böyle imgeleri seçebiliyordu
ve ben bütün bu görüntüleri oluşturmamı sağlayan zihinsel gücümün bunlardan
çok farklı bir şey olduğunu ve bu gücün, çok daha büyük bir şey olmadıkça bütün
bu şekilleri ve bu imgeleri oluşturamayacağını idrak edemiyord um. İşte bu
yüzden seni, ey yaşamıının Yaşamı, seni mekanın her yanına sonsuzca yayılmış
devasa bir varlık olarak düşünmekten kendimi alıkoyamıyordum, dünyamızın o
koskoca yuvarlağına süzülen, dünyamızın ötesine de her yandan sınırsızca
yayılan devasa bir varlık olarak düşünmekten. Öyle ki yeryüzü, gökyüzü ve
bütün alem seninle doluydu ve seninle sınırlanıyordu, ama senin hiçbir sınırın
yoktu. Nasıl ki güneşin ışığı dünyamızın üstünü örten havadan, yani hava
dediğimiz maddi cisimden hiçbir engele takılmadan geçerek süzülür, havayı
kırmadan, çatlatmadan olduğu gibi doldurur, işte aynı şekilde seni de böyle
bütün maddi cisimlerden, ya- ııi sırf havadan değil, gökyüzünden, denizden,
hatta yeryüzünden sü- züldüğünü, bu cisimlerin en büyük ya da en minik
parçasına nüfuz ettiğini, onların da senin varlığınla dolduğunu ve gizemli
nefesinle bütün yarattıklarını hem içeriden hem de dışarıdan yönettiğini
düşünüyordum. Işte böyle düşünüyordum, çünkü başka türlü düşünemiyordum, ama
bu bir yanılgıydı. Çünkü doğru olsaydı, dünyanın daha büyük bir bölümü senin
büyük bir kısmına, daha küçük bir bölümü de senin küçük bir kısmına sahip olmuş
olacaktı. Her şey seninle dolu olduğuna göre, bu durumda bir filin gövdesi,
bir serçenin gövdesine oranla senden daha fazla pay almış olacaktı, çünkü filin
gövdesi serçe- ııinkinden daha büyüktür ve daha fazla yer işgal eder. O vakit
sen parçalarını bölüp bölüp büyük parçalarını dünyanın büyük parçalarına,
küçük parçalarını da dünyanın küçük parçalarına pay ediyor ve onlar o şekilde
dolduruyor olacaktın ki, böyle bir şey doğru olamaz Ama sen henüz
karanlıklarımı aydınlatnıamıştın.
2.
BÖLÜM
Nebridius'un
Manicilerin iddialarını çürüttüğü önemli an. [269]
bize de sarsıcı gelen bir iddiası vardı.2
Bu iddiayla onlara karşı çıkmak bana yetip de artacaktı. Şöyle soruyordu
Nebridius: Manicilerin sürekli senin karşına çıkarttıkları şu karanlık soy,
sen onlarla savaşmayı reddetseydin, acaba ne yapacaktı? Sana biraz zarar vermiş
olacaktı diye yanıtlanacak olsa bu soru, o zaman sen zarar verilebilen ve
bozulabilen bir varlık olacaktın. Aynı soru, bu soy sana hiç zarar veremezdi
diye yanıtlanacak olsa o zaman da böyle bir savaş çıkartmanın anlamı
kalmayacaktı, çünkü bu şartlar altındaki bir savaş için senin bir parçan, yani
senin uzuvlarından biri ya da senin tözünden bir oluşum düşman güçlerle ve
senin yaratmadığın doğalarla karışacak ve onlar tarafından bozulacaktı, böylece
kutluluktan sefilliğe dönüşecek ve kurtarılmayı ve arınmayı bekleyecek kadar kötü
bir duruma düşecekti. Manicilerin dediklerine bakılırsa, bu oluşum insanın
ruhuydu. Esir alınmış bir ruhtu bu, murdar olmuş ve bozulmuştu, ancak senin Sözün
yardımına koşunca özgürleşecek arınacak ve bozulmamış hale gelecekti. Ama
gerçekten böyleyse o zaman senin Sözünün de bozulabilir olması gerekiyordu,
çünkü o da ruh gibi bir ve aynı tözden meydana gelmişti. Bu yüzden senin, yani
ne isen onun, yani seni sen yapan tözünün bozulamaz olduğunu söylediklerinde
bütün kuramları hatalı ve tutarsız olacaktı. Senin bozulabilir olduğunu
söylediklerinde ise bu hem hatalı hem de şiddetle karşı çıkılması gereken bir
küfür olacaktı. İşte Manicilere karşı geliştirilen bu iddia, bu adamların öğretileriyle
ağzına kadar dolan midemi kusar gibi boşaltmama yetip de
artmıştı. Çünkü onlar içine düştükleri bu
ikilemden artık sana şöyle yürekten, ağız dolusu küfür etmedikçe öyle kolay
kolay kurtulamayacaklardı.
3.
BÖLÜM
Günahın nedeni özgür iradedir.
4. Ama benim için hâlâ birtakım şeyler açık değildi, senin bozulamaz,
zedelenemez, hiçbir şekilde değiştirilemez bir varlık olduğunu ve senin hem
ruhlarımızı hem de bedenlerimizi yaratan, hatta bizim ruhlarımızı ve
bedenlerimizi yarattığın gibi canlı ve cansız her şeyi yaratan Tanrımız,
hakiki Tanrımız olduğunu bütün kalbimle itiraf edip kabul etsem de kötülüğün
nedenine açık ve seçik bir yanıt getiremiyor, bu konudaki düğümü çözemiyordum.
Bununla birlikte bu nedenin, değişemez olan Tanrı’nın değişebilir olduğuna
inanmama yol açacak herhangi bir kuramla açıklanamayacağını da seziyordum.
Çünkü böyle bir şeye inanacak olursam aradığım nedenin kendisi bizzat ben
olurdum. Bu yüzden tedbiri hiç elden bırakmadan sorunun üzerine gidiyordum ve
Manicilerin ileri sürdükleri iddianın doğru olmadığından emindim. Onlardan
bütün ruhumu uzak tutuyordum. Artık iyice anlamıştım ki onlar kötülüğün
nedenini ararlarken tamamen kötülükle dolmuşlar, çünkü senin doğanın kötülüğe
maruz kaldığını söyleyebiliyorlar da kendi doğalarının kötülük yaptığını kabul
etmiyorlar.
5.
Bu konuda bana neler
öğretildi diye düşündüm ilkin, bana öğre- ı ilen iradenin özgür seçiminin
yanlış yapmamıza ve senin tarafından yargılanmamıza neden olduğuydu.3 Ama bunu
çok iyi anlayamıyor- dum. Zihnimin gözlerini bulunduğum uçurumdan
uzaklaştırmaya çalışıyordum, ama yine içine düşüyordum, tekrar tekrar
uzaklaştırmaya çalıştım, ama hep yeniden içine düştüm. Beni senin ışığına
çıkaran tek neden, benim hem irade sahibi bir varlık, hem de canlı bir varlık
olduğumu bilrnemdi. Adım gibi emindim ki, ben bir şey istediğimde ya da istemediğimde
bunu isteyen ya da istemeyen benden başkası değildi. İşte yavaş yavaş anlamaya
çalıştığım günahımın sebebi buydu. Gördüm ki, isteklerime karşıt hareket
ettiğimde aslında ben bir eylemde bulunmuş olmuyordum, tersine ben bir eyleme
maruz kalmış oluyordum ve bu durumu bir kusur değil de bir ceza olarak
görüyordum. Çünkü senin adil bir varlık olduğunu düşündüğümden, cezalandırılmamın
adaletsiz olamayacağına inanıyordum. Ama yeniden şöyle sordum kendime: “Peki
beni yaratan kim? Tanrım değil mi, yalnızca iyi olan, hatta iyiliğin kendisi
olan Tanrım? Öyleyse neden ben kötülüğü isteyip iyiliği istemiyorum? Layığımı
bulup cezalandırılmanı için mi böyle oluyor? Benim içime bu acı tohumları
koyan, bunları eken kim öyleyse, ben baştan sona tatlılar tatlısı Tanrımın bir
eseri olduğuma göre? Bunu yapan şeytansa, peki şeytanı kim yarattı? Bu şeytan
yoldan çıkmış iradesiyle kendini şeytana dönüştüren bir melekse o zaman onun
içindeki bu kötü iradenin kaynağı ne ki onu böyle şeytan kıldı, iyiler iyisi
Tanrı onu baştan sonra iyi bir melek olarak yaratmamış mıydı?” İşte yeniden
bastırıyordu bu düşünceler, soluk alamıyordum, ama artık insanın kötülük
yapmadığını, senin kötülüğe maruz kaldığını sanıp sana tövbe etmekten kaçınan
insanların bulunduğu o günah cehennemine kadar sürüklenmiyordum.
4.
BÖLÜM
Tanrı'nın bozulamaz olması
gerekir.
6.
Çünkü artık bozulamaz
olanın bozulabilir olandan daha üstün olduğunu anlamıştım ve bu yüzden her ne
olursa olsun senin bozulamaz olduğunu biliyordum, buradan hareketle diğer
ilkeleri de bulmaya çalışıyordum. Çünkü daha önce senden, yani en yüce ve en
üstün iyilik olan senden daha iyi bir şey olduğunu idrak edebilecek hiçbir ruh
olamazdı, olmayacaktı da. Vardığım bu sonuç, yani bozulamaz olanın bozulabilir
olandan daha üstün olduğu sonucu tartışmasız doğru ve kesin bir bilgi olduğuna
göre, senin bozulamaz olman şarttı, yoksa benim Tanrımdan daha iyi bir şeyi
düşünebiliyor olmam gerekirdi. O halde artık bozulamaz olanın bozulabilir
olandan daha üstün olduğunu anladığıma göre, seni bu gerçeğin ışığında aramalı
ve buradan hareketle araştırmamı kötülüğün nedeni üzerine, yani senin doğanı
hiçbir şekilde etkileyemeyecek olan bozukluğun kaynağına yöneltmeliyim. Çünkü
Tanrımız mutlak anlamda hiçbir bozulmanın konusu ulamaz, hiçbir irade, hiçbir
zorunluluk ya da kör bir rastlantı böyle bir sonuca yol açamaz. Çünkü o
Tanrı’dır, kendisi için istediği her şey iyidir ve o iyinin kendisidir, oysa
bozulmak iyi değildir. Sen isteğin dışında bir şey yapmaya zorlanamazsın,
çünkü senin iraden gücünden daha büyük değildir. Büyük olması için her şeyden
önce senin kendinden daha büyük olman gerekir. Çünkü Tanrı’nın iradesi ve gücü
lanrı’nın kendisidir. Sen her şeyin bilgisine sahipsen senin için beklenmedik
bir şey söz konusu olabilir mi? Bu şeyin doğası ne olursa ol- Min o senin
bilgin dışında zaten varolamaz. Tanrı olan tözün bozulamaz olduğuna ilişkin
daha fazla kanıt ileri sürmeme gerek var mı, ter- ■■ı mümkün
olsaydı bu töz Tanrı olamayacağına göre?
5.
BÖLÜM
Kötülüğün nereden
kaynaklandığını,
yani kökeninin ne olduğunu araştırıyor.
7.
Kötülüğün kökenini
araştırıyordum, ama kötü bir şekilde araştırıyordum ve bu şekilde bir
araştırma yöntemiyle onu bulamıyordum. Bütün alemi gözlerimin önüne getirmeye
çalışıyordum, hem bizim görebildiklerimizi, örneğin karaları, denizleri,
havayı, yıldızları, ağaçları ve ölümlü canlıları, hem de bizim
göremediklerimizi, örneğin üstümüzdeki gök kubbeyi, oradaki tüm melekleri ve
oradaki ruhani olan her şeyi; çünkü ruhani olan şeylerin hepsinin, hayal
gücümün elverdiği ölçüde, tıpkı maddi cisimler gibi belirli yerlerde
bulunduğunu düşünüyordum. Senin yarattığın her şeyin farklı türde bedenlerden
oluşmuş devasa bir kütle olduğunu sanıyor, bunların bazılarını gerçek, bazılarını
da hayal gücümün ruhani dediği cisimler olarak tasavvur ediyordum. Bu kütleyi
çok büyük bir şey olarak hayal ediyordum, ama gerçekten ne kadar büyük olduğunu
bilemiyordum. Her yönden sınırlı olduğunu düşündüğüme göre, işte olabildiğince
büyüktü. Seni ise, ya Rab, bu kütleyi her yandan çevreleyen ve içine nüfuz
eden, ama her yönüyle sonsuz bir varlık olarak hayal ediyordum; şöyle ki, her
yere ve her yana uzanan, ama her yönden sonsuz engin bir tek deniz düşünün ve
içinde de olabildiğince büyük, ama sonlu bir sünger; sonra da bu süngerin bütün
gözeneklerinin o engin denizle dolduğunu düşünün. İşte senin sonlu aleminin
tıpkı bu şekild.e sonsuz olan seninle dolduğunu düşünüyordum ve şöyle diyordum:
“İşte Tanrı, işte Tanrı’nın yarattığı alem. Tanrı iyidir ve mutlak anlamda,
tamamıyla yarattıklarından üstündür. Tanrı iyi olduğundan yarattıkları da
iyidir. işte bak nasıl da yarattıklarını çepeçevre sarıyar ve on- lan
dolduruyor. Öyleyse kötü nerede, nereden kaynaklanıyor, yarattıklarına nereden
giriyor? Kötünün kökeni ne, hangi tohumdan neşet ediyor? Yoksa kötülük diye
bir şey hiç yok mu? O zaman olmayan bir şeyden neden korkuyoruz ve
kaçınıyoruz? Boşuna korkuyorsak o zaman korkunun kendisi kötü, çünkü
yüreklerimizi hiç yoktan huzursuz edip onlara işkence çektiriyor. Bu durumda
kötü korkudan daha büyük, çünkü korkulacak bir şey değilken biz ondan
korkuyoruz. O halde ya kötülük var ve biz ondan korkuyoruz ya da kötü olan
korkunun kendisi. Peki, Tanrı iyi olduğuna göre ve her şeyi iyi olarak
yarattığına göre, kötü nereden kaynaklanıyor? Hiç şüphesiz Tanrı en yüce
iyiliktir, dolayısıyla yarattığı iyiliklerden daha büyük olmak durumundadır.
Ama sonuçta hem Yaratan hem de yaratılanların hepsi iyidir. O zaman kötülük
nereden geliyor? Yoksa evreni yarattığı maddede mi bir kötülük vardı? Bu
maddeye biçim verirken ve kendi amacına uygun hale getirirken, onun herhangi
bir kısmını iyiye döndürmeden mi bıraktı acaba? Ama niçin böyle bir şey yapsın?
O her şeye kadir olduğuna göre, bütün maddeyi iyiye çevirecek ve içinde
herhangi kötü bir şey kalmayacak şekilde değiştirecek gücü yok muydu yani? Hem
sonra böyle bir maddeden neden bir şey yaratmak istedi de her şeye kadir
gücüyle bu maddeyi tümüyle yok etmeyi seçmedi? Onun iradesine rağmen bu madde
var olabilir miydi? Bu madde ezelden beri varsa, neden Tanrı geçmişin o sonsuz
zaman diliminde onun böyle bozuk bir halde varoluşuna izin verdi de, nice
sonra bu maddeden bir şeyler yaratmaya karar verdi? Ya da Tanrı aniden yaratıma
geçmeye karar verdiyse, her şeye kadir oluşuyla neden bu kötü maddeyi yok edip
de sadece kendisi en hakiki, en yüce ve sonsuz iyilik olarak kalmayı seçmedi?
Ya da Tanrı iyi olduğundan kendinden başka iyi bir şey yapmaması ya da
yaratmaması uygun olmayacak idiyse, neden kötü malzemeyi imha edip hiçliğe
indirgemedi ve onu her şeyi yaratacağı iyi bir madde haline getirmedi?
Kendisinin yaratmamış olduğu bir maddeden yardım almadıkça iyi bir şey
yaratamayacak idiyse, her şeye kadir değil mi yani?" Işte bu tür
düşünceler dönüp duruyordu zavallı zihnimde, hakikati bulamadan ölmek korkusu
da içimi yiyip bitirdikçe iyiden iyiye ağırlaşıyordu. Buna rağmen Katolik
Kilisesinde edindiğim senin Oğlun, bizim Rabbimiz ve Kurtarıcımız Isa’ya olan
inanç yüreğime sıkıca tutunmuştu. Evet, pek çok açıdan hâlâ belirsiz sayılırdı
bu inanç, hatta kendi öğretisinin kurallarıyla ilgili de tereddütleri vardı,
ama zihnim bu inancı hiç terk etmedi, aksine her geçen gün içtikçe içti.
6.
BÖLÜM
Astrologların
kehanetlerini reddediyor. [270]
1 lisanların tahminleri çoğu kez
tesadüflere dayanır; durmadan atıp tutarlar, aralarından birkaçı da tutuverir,
ama söyleyenler bile durumun larkında olmaz; susmamacasına konuşup dururlarken
aralarda bir yerlerde körün taşı rastgelir sadece. İşte sen de karşıma böyle
birini çıkarıp onunla arkadaş olmamazı sağlayarak beni terbiye ettin. Astrologlara
danışmaya meraklı bir adamdı bu arkadaş. Bu konuda öyle eğitimi falan yoktu,
ama dedim ya, danışmaya meraklı biriydi. Ama temel nitelikte birkaç bilgi de
edinmiş babasından, öyle söylüyordu. Aslında temel nitelikte dediği bu
bilgilerin onun astrolojiye olan güvenini tamamen sarsıcı bilgiler olduğunun
hiç farkında değildi. Bahsettiğim arkadaşm adı Firminus’tu, özgür sanatlar
dalında öğrenim görmüştü, belagatle ilgili bilgisi de müthişti. Beni kendisine
yakın görüp, geleceğe dair büyük umutlar beslediği işleriyle ilgili yıldız falı
dedikleri fala bakıp gördüklerimi kendisine söylememi istedi. Ben de tam o
aralar Nebridius'un sözlerinin etkisiyle astrolojiden yavaş yavaş kop- ınaya
başlamıştım. Ama peşinen olmaz demedim, hayal meyal ne görüyorsam da söyledim,
ama bu tür şeylerin artık bana gülünç ve anlamsız geldiğini söylemek üzereydim
ki, o bana babasının astroloji kitaplarına olan aşırı merakından ve bunlara
kendisi kadar meraklı bir arkadaşı olduğundan söz açtı. Hep birlikte
çalıştıklarından, birbirle- riyle sürekli fikir alışverişinde bulunduklarından,
sonunda bu zırvalı- ğa olan tutkuları öyle artmış ki yüreklerinde, diyelim ki
şu akıl yoksunu hayvanlardan biri evlerinde doğum yaptı, hemen doğum anını gözleyip
gökteki yıldızların konumuna göre bu anı bir yerlere kaydetmeye başlamışlar,
böylece bu sözde bilimle ilgili bire bir bilgi toplamışlar. Babasından
dinlediği kendi doğum hikâyesini de anlattı bana: Annesi ona hamileyken,
babasının arkadaşının falanca hizmetçisinin karnı da büyümeye başlamış. Evdeki
köpeği hamile kalsa konuyu en
AUGUSTİNUS
ufak ayrıntısına kadar bilip öğrenmeye
çalışan bir efendiden saklaya- mamış haliyle durumunu. Neyse, sonuçta birisi
karısının, diğeri hizmetçisinin gününü, saatini, dakikasını, hatta saniyesini
bile titizce gözlemleyip hesap etmiş. Ama her iki kadının da aynı anda
doğurması üzerine bizim kafadarlar yeni doğan bebekleri için, yani biri kendi
oğlu, diğeri de küçük kölesi için, dakikası dakikasına birbirinin kopyası
birer yıldız haritası çıkartmak zorunda kalmış. Zaten doğum başladığı anda
bizimkiler evde olanı biteni birbirlerine haber vermişler, adamlarını da
ellerinin altında hazır tutmuşlar ki doğum olduğu anda birbirlerine haber
uçurabilsinler. Bu haber akışını da sanki aynı evdeymişler gibi kolayca halletmişler.
Firnıinus’un söylediğine göre, her iki tarafın yolladığı haberciler,
birbirlerinin evine eşit mesafede buluşmuş, bu şekilde yıldızların konumundaki
bir değişikliği, saliselerde yaşanabilecek en ufak sapma olasılığını bile
kaydetme olanağını bulmuşlar. Ama her şeye rağmen zengin bir ailede doğan
Firnıinus dünyanın o beyaza boyalı yollarını‘1 arşınlayıp'! zenginliğine
zenginlik katmış, en üst mevkilere kadar yükselmiş, köle ise kölelik
boyunduruğundan bir an bile nefes almaksızın efendilerine hizmetini sürdürmüş,
yani Firminus bana böyle söyledi, çünkü o köleyi iyi tanıyormuş.
9.
Bu hikâyeyi işitip de
inandığım anda -inandım, çünkü bana hikayeyi anlatanın dürüst bir karakteri
vardı-, astrolojiyle ilgili bütün inadım kırıldı gitti. İlk işim ne yapıp edip
Firminus’u bu merakından vazgeçirmeye çalışmak oldu. “Senin yıldız haritanı
çıkarıp doğruları dile getiriyor olmam için," dedim ona, “o haritada senin
ebeveynlerinin önemli insanlar olup kentin soylu ailelerinin birinden
geldiklerini, [271] [272]
senin özgür doğumlu olduğunu, bu yüzden
iyi bir eğitim alıp özgür sanatları öğrendiğini görmem gerekirdi. Aynı şekilde
o köle de gelseydi, benim o yıldızlara bakıp ona doğruları söylemem için,
çıkarttığım haritada onun aşağı tabakadan bir aileden doğduğunu, köle olduğunu
ve bütün yaşamının seninkinden çok farklı, hatta aranızda uçurumlar olduğunu
görmem gerekirdi. Anlayacağın aynı yıldızlara bakıp doğruları dile getirmek
için ikinize de apayrı şeyler söylüyor olmam gerekirdi, çünkü ikinize de aynı
şeyleri söyleyecek olsam yanlış şeyler söylüyor olacaktım. Yani kısacası
anladım ki, yıldızlara bakıp da doğru tahminlerde bulunmak astroloji bilgisine
değil sırf şansa dayanıyor; yanlış tahminlerde bulunmak da öyle, konunun
acemisi olmakla falan alakası yok, sadece şansın tersine dönmesiyle alakalı”.
10.
Işte bu olayı basamak yapıp
astrolojiyle ilgili ne kadar tuhaflık varsa üzerinde düşünmeye başladım, olur
da geçimini bu deli saçması şeylerden sağlayan biri bana kafa tutmaya kalkar ve
Firminus'un bana, babasının da ona anlattıklarının yalan olduğunu söyler diye;
gerçi böylelerine artık hadlerini bildirmek, iddialarını çürütüp onları gülünç
duruma düşürmek de istemiyor değildim. Bir hatmda doğan ikizleri düşünmeye
başladım, çoğu peş peşe belli aralıklarla ana karnından çıkıyorlardı.
Astrologlar bu aralıkların doğa yasalarını etkileyecek derecede önemli sonuçlar
doğurabileceği kanısındalar, ama bir insanın gözlemleyemeyeceği kadar kısa
olan bu anları kağıtlara dökmek, sonra da bir astroloğun bunlara bakıp doğru
bir tahminde bulunmasını beklemek olacak şey değil. Böyle tahminler gerçeği
yansıtmaz, çünkü haritalara bakarsanız, örneğin İşaya ile Yakup'un aynı kaderi
paylaştığını söylemeniz gerekir, ama onların ikisi aynı olayları yaşamamıştır.
Bu durumda yapılan tahminler yanlış olacaktır; diyelim ki doğruyu söylediniz,
o zaman ikisine de farklı şeyler söylemiş olacaksınız;
ama düşünün ki o sırada aynı haritaya
bakıyorsunuz. O halde doğruları tahmin etmek astrolojiye değil, şansa
bağlıdır. Çünkü ya Rab, evrenin en adil Denetleyicisi sen, yüce sezginle
olayları öyle hale yola koyarsın ki, bunu ne astrologlara danışanlar, ne de
astrologların kendileri anlayabilir. Astroloğa danışan kişi ne duyması
gerekiyorsa onu duyar, yani senin adil kararının derinlerinden onun ruhu
hakkında verdiğin o akıl sır ermez liyakatini. Hiçbir insan sana şöyle
sormamalı: “Nasıl bir karar bu?” “Niçin böyle?” Hayır, sormamalı, asla
sormamalı, çünkü sonuçta o sadece bir insan.
7.
BÖLÜM
Kötülüğün
kökenini araştırırken büyük sancılar çekiyor.
11.
Çok şükür sonunda beni bu
zincirlerden kurtardın ey biricik Dayanağım. Ama hala kötülüğün nereden
geldiğini anlamaya çalışıyordum ve hiçbir çıkış yolu bulamıyordum. Yine de sen
düşüncelerimdeki bu dalgalanmaların beni inancımdan uzaklaştırmasına asla izin
vermiyordun. Çünkü o inanç sayesinde ben senin varolduğundan artık emindim,
senin tözünün değişemez olduğundan, insanları koruyup kolladığından, bizler
için son karar merci olduğundan, senin Oğlun, bizim Rabbimiz İsa’da ve Katolik
Kiliseni yetke kılıp bize emanet ettiğin Kutsal Kitapta insanlık için bir
kurtuluş yolu açtığından ve ölüm sonrasında ancak bu yoldan geçerek öte yaşama
kavuşabileceğimizden anık emindim. işte kurtuluşum olacak bu inanç zihnimde
sağlam şekilde kök salmışken ben hararetle kötülüğün nereden kaynaklandığını
araştırıp duruyordum. Yüreğim doğum sancıları çekerken ne işkenceler yaşadım
Tanrım, ne ıstırapları Senin kulağınsa hep benim yüreğimdeydi, ama ben bunu
bilmiyordum. Var gücümle araştırmalarımı sürdürürken ruhumun için için yaşadığı
hüzün, senden merhamet dileyen koskoca çığlıklardı aslında. Ne çektiğimi sen
biliyordun, başka kimsenin haberi yoktu. En yakın arkadaşlarımın kulaklarına
fısıldadıklarım ne ki! Ruhumda yaşanan bu fırtınayı baştan sonra onlara
anlatmaya zaman yeter miydi ya da şu dilim? Sense hepsini duydun, nasıl ta
yüreğimin derinlerinden inim inim inlediğimi duydun, özlemim senin önüne
seriliydi, ama gözlerimin nuru benimle birlikte değildi. Çünkü o nur içteydi,
bense dışardaydım ve o nurun mekanı yoktu. Bense zihnimi mekanla sınırlı
varlıklara yöneltiyordum ve onu huzura erdirecek hiçbir yer bulamıyordum,
“yeterli” ve “iyi” diyebileceğim bir sığınak sağlamıyorlardı bana ve yeterli
iyiliğe kavuşabileceğim yöne dönmeme izin vermiyorlardı. Onlardan üstündüm, ama
senden aşağıdaydım, sana tabi olsam sen benim gerçek sevincim olurdun; o halde
sen benim aşağımda yarattığın varlıkları bana tabi kılmıştın. İşte doğru ölçü
buydu, beni kurtuluşa erdirecek orta yol buydu, ancak senin suretinde
yaratıldığımı bilirsem ve sana hizmette kusur işlemezsem bedenime hakim
olabilecektim. Ama sana kibirle diklenince ve o koca göbekli kalkanımın altına
sinip Rab- bime saldırınca,^ o zaman benden aşağıda olanlar benim üstüme çıkıyor,
ezdikçe eziyorlardı, öyle ki dinlenip soluklanacağım hiçbir yer bırakmıyorlardı
bana. Onlara baktığım anda her yandan üşüşüveriyor- lardı gözlerimin önüne,
sürü sürü, yığın yığın, onları düşünmeye kalktığımda kendi imgelerini karşıma
çıkarıp kendilerinden kaçınama engel oluyorlardı, şöyle söylüyorlardı adeta:
“Ey aşağılık, pis adam, nereye gidiyorsun?” Bütün bunlar kendi yaramdan
çıkıyordu aslında, çünkü sen kibirli insanı yaralı bir insan gibi aciz kıldın.7
Kibrim ka- [273] [274]
bardıkça senden uzaklaşıyordum, yanaklarım şiştikçe gözlerimi karartıyordu.
8.
BÖLÜM
Augustinus sonunda Tanrı'nın
merhametine
mazhar oluyor.
12.
Ya Rab, sen ezeli ve
ebedisin, ama senin bize olan ölken ezeli ve ebedi değil ,h
çünkü sen toprağa ve küle9 merhamet gösterensin. İşle sonunda beni gördün ve
çirkinliklerimi düzeltmek lütfunda bulundun. Ruhumun derinlerini üvendirenle
dürtüp bir an bile huzura erdirmedin, La ki gönül gözümle seni açık ve seçik
olarak görene dek. Senin gizemli elin dokundukça yüreğimin kabarıklığı indi,
gönlümün o bulanık, o karan lık gözleri can yakıcı şifalı merheminle gün
geçtikçe biraz daha sağlığına kavuştu.
9.
BÖLÜM
Platon'un kitaplarında, Tanrı'nın
ezeli ve ebedi Sözünü
keşfediyor, bedenlenen Sözün tevazusunu değil.
13. İlkin bana kibirlilerin her zaman karşısında olduğunu, alçakgönüllülere
ise lütfunu hiç esirgemediğini kanıtlamak istedin, ayrıca insanlığa
merhametinin ne kadar büyük olduğunu kanıtladın, çünkü te- vazun sayesinde
Sözün bedenlenmiş ve insanlar arasına yerleşmişti. 10 O büyük
kibriyle kurum kurum kurulan bir adamı bana aracı kılıp şi- [275] [276]
[277]
7
İliRAFLAR
fa bulmam için Platon’un Yunancadan
Latinceye çevrilmiş kitaplarıyla tanıştırdın. Bu kitaplarda okuduklarım
kelimesi kelimesine aynı olmasa da, tamamen aynı anlama gelecek, farklı
çıkarımlar yapıp farklı yöntemlerle kanıtlayabileceğimiz ifadeler buldum. Şöyle
ki: “Başlangıçta Söz vardı, Söz Tanrı'yla birlikteydi ve Tanrı Sözdü. Söz
başlangıçta Tanrı'yla birlikteydi, her şey Söz aracılığıyla yaratılmıştı ve
yaratılmış olanlar O olmadan hiçbir şekilde yaratılamazdı. Yaşam bu Sözdeydi
ve yaşam insanların ışığıydı; ve yaşam karanlıklara ışır, ama karanlıklar onu
idrak edemez, çünkü insanın ruhu ışığın tanığı olsa da, kendisi ışık değildir,
oysa Söz, yani Tanrı hakiki ışıktır, çünkü bu dünyaya gelen her insanı
aydınlatır. O bu dünyadadır ve dünya Onun tarafından yaratıldı, ama dünya onu
tanımadı.”iı Ama bu kitaplarda şöyle şeyler okumadım: “O kendi yarattıklarına
geldi, ama kendisinin yarattıkları Onu kabul etmediler. Yine de O kendisini
kabul eden ve Onun adına iman eden herkese Tanrı’nın çocuklar olma hakkını verdi."^
14. Yine o kitaplarda şöyle ifadelere de rastladım: “Söz ya da Tanrı
ne etten, ne kandan doğdu; insani iradeyle, yani bedensel iradeyle de doğmadı,
sadece Tanrı’dan doğdu.”i3 Ama o kitaplarda, “Söz beden- lendi ve biz
insanların arasında yaşadı,"]4 gibi bir cümleye rastlamadım.
Farklı şekillerde ifade edilmesine rağmen sıkça yer alan şu düşünceyi de
öğrendim mesela o kitaplardan: “Oğul Baba'yla aynı biçimdeydi, ama Tanrı’ya eş
olmayı bir hırsızlık olarak görmedi,]5 çünkü [278]
[279] [280]
[281] [282]
doğası bakımından aynı tözdendi.” Ama o
kitaplarda şöyle şeyler söylenmiyordu: “Özünden feragat etti ve köle biçimini
alarak kendisini insana benzer kıldı ve insan gibi davrandı; ölüme yazgılı hale
gelinceye kadar, hatta çarmıha gerilerek ölecek kadar alçaldı. Öyle ki Tanrı
onu ölümlüler arasından alıp yüceltsin, bütün adların en yücesi olan İsa adını
ona lütfetsin ve gökyüzündeki, yeryüzündeki ve yeraltındaki bütün yaratıklar
Isa adının önünde diz çöksün, bütün diller Isa’nın Baba Tanrı’nın yüceliğinde
yaşamaya devam eden Rab olduğunu söylesin.”^ O kitaplar şöyle söylüyordu:
“Senin tek evladın olan Oğlun seninle ezeli ve ebedi olarak varolacak; o bütün
zamanlardan önce vardı, bütün zamanlardan sonra da varolacak ve hiçbir değişime
uğramayacak, öyle ki Onun mükemmelliğine erişen ruhlar'7 kutlu
olabilsinler ve kendi özlerinde varolan bilgelikten pay alarak bilge olmak
üzere yeniden dirilsinler.” Ama o kitaplarda şöyle bir ifade yoktu: “Günü
geldiğinde imansızlar için ölclü's ve sen biricik Oğlunu esirgemedin ve biz
insanlık adına ondan feragat ettin. ı9 Bütün bunları bilgelerden
sakladın ve küçük çocuklara açıkladın, çile çekenler, dert çekenler Ona gelsin
ve huzura kavuşsunlar diye. Çünkü O uysal, mazlum bir kalptir;20
uysal olanlarımızı yasalarıyla terbiye eder,2* boyun eğenlere kendi
yollarını öğretir, çünkü bizim acizliğimizi ve çileli halimizi görür, bütün
günahlarımızı affeder.”[283] [284]
[285] [286]
[287] [288]
[289] Ama üstün bilgiyi yüksek
ökçeli bir çizme gibi ayaklarına giydiklerinden,23 başı arşa değenler Onun,
“Benden öğrenin, çünkü ben uysal ve mazlum kalbim ve siz ruhlarınızı bende
huzura erdireceksiniz,” dediğini işitmezler.24 Hatta Tanrı’yı bilseler bile,
“Tanrı’ya Tanrı olduğu için övgüler sunmazlar ve ona şükretmezler, kendi
düşünceleri içinde kaybolurlar, duyarsızlıklarından yürekleri karam;
kendilerine bilge diye diye budalalaşırlar.”25
15.
Ayrıca bu kitaplarda, senin
asla bozulamayan üstün doğanı bozulabilir doğaya sahip insanlara, kuşlara,
dört ayaklı hayvanlara ve sü- rüngelere benzeyen putlara ve çeşit çeşit
heykellere dönüştürdüklerini de okudum ?6 yani Esau’ın ilk doğan
olma hakkını kaybetmesine neden olan o Mısır çarbasma dönüştürdüklerini.27
işte bu yüzden senden ilk doğan halk senin yerine dört ayaklı bir hayvan
kafasına taptı, çünkü Mısır’a yürekten bağlanclılaraı ve senin suretini, yani
kendi ruhlarını ot yiyen bir buzağı heykelinin önünde eğdiler.29
İşte ben o kitaplarda bütün bunları okudum, ama bunlardan beslenmedim. Zaten
sen de, ya Rab, Yakup’un Esau’dan daha küçük olmasının verdiği utancı seve seve
[290] [291]
[292] [293]
[294] [295]
[296] yok ettin,30 çünkü
büyüğünü küçüğünün hizmetine verdini ve putperest olan halkları mirasına kabul
edeceğini söyledin. Ben de putperest bir halktan doğup sana gelmiştim ve
halkına Mısır’dan getirmelerini buyurduğun altınlardaydı gözüın. Oysa nerede
olurlarsa olsunlar bu altınların hepsi senindi. Havarin aracılığıyla
Atinalılara şöyle söyledin: “Kimi şairlerinizin de dediği gibi, biz sizde
yaşıyoruz, hareket ediyoruz ve biz sizdeyiz.”ı2 Doğru, o okuduğum kitapların
yurdu Atina’ydı. Ama ben Mısır’ın putlarına hiç metelik vermedim, şu senin
altınlarından yapılan, Tanrı’nın hakikatini bir yalana dönüştürerek,
Yaratıcıdan çok yaratıklara tapınan ve onlara hizmet eden putlarına.3ı
10.
BÖLÜM
Augustinus
tanrısal olan şeyleri artık daha kolay anlıyor.
16.
Platoncu kitaplar sayesinde
kendi benliğimin derinlerine dönmeni gerektiğini anladım ve senin
kılavuzluğunda bunu başarabildim, çünkü sen benim yardımcılığımı üstlendin.14
Benliğimin derinlerine girdim ve adeta gönül gözümle gördüm ki, gönül gözümün
üstünde aklımdan çok daha üstün olan, hiç titremeden yanan bir Işık
var. Öyle her enen, kandan yaratılmışın göreceği türde sıradan bir ışık değildi
bu. Ya da bizim bildiğimiz türde büyük bir ışık da değildi, hani pırıltısı
gitgide artan ve her yeri olanca parlaklığıyla kaplayan türde. Yok, [297] [298]
[299] [300]
öyle bir ışık değildi bu, bizim görüp bildiğimiz bütün ışıklardan çok, ama çok
farklıydı. Benim aklımın üstündeydi, ama öyle zeytinyağının suyun üstünde
olması gibi ya da gökyüzünün yeryüzünün üstünde olması gibi değil. Çok daha
üstteydi, çünkü bu ışık beni yaratmıştı, ben onun çok altındaydım, çünkü bu
ışık sayesinde yaratılmıştım. Hakikati bilen insan bu ışığı da bilir ve bu
ışığı bilen ezeli ve ebedi olanı da bilir. Şefkat bu ışığı bilir. Ey ezeli ve
ebedi Hakikat, Hakiki Şefkat ve Aziz Ebediyet! Hepsi sensin Tanrım ve ben gece
gündüz senin hasretinle yanıyorum. Seni ilk tanıdığım an başımı tutup
kaldırdın ki, görmem gerekeni görebileyim, ama ben henüz görmem gerekeni görmeye
hazır değilim. Zayıf gözlerime öyle parlak bir ışık saçtın ki var gücünle, aşk
ve dehşetle bir anda ürperiverdim. Senden çok uzaklarda, apayrı bir diyarda
olduğumu anladım ve yücelerden senin sesini duyar gibi oldum: “Ben erginlerin
besiniyim: büyü, ancak o zaman benden besleneceksin. Ama beni, bedeninin
yediği besin gibi, kendi doğanda dönüştüremeyeceksin, sen benim dağama
dönüşeceksin.” O zaman anladım ki, sen insanı işlediği günah yüzünden terbiye
ediyorsun ve ruhumun bir örümcek ağı gibi kurumasına izin veriyorsun.35
Kendi kendime şöyle sordum: “Hakikat bir hiçlik mi yoksa, sınırlı ya da
sınırsız biçimde bir mekana yaygın olmadığına göre?” Çok uzaklardan haykırdın:
“Hayır var, ben benim.”36 Ve ben bu sesi duydum, insan kalbinden gelen sesi
nasıl duyuyorsa öyle duydum ve bütün şüphelerimi bir tarafa attım. Artık
yaşadığımdan daha kolay kuşku duyardım, ama Hakikatin varlığından kuşku
duymazdım, çünkü yaratılanlar aracılığıyla biz Hakikati açıkça görebiliyorduk.
[301] [302]
ll. BÖLÜM
Varolan varlıklar, varolmayan
varlıklar.
17.
Bunun üzerine senin
altındaki varlıkları düşünmeye başladım ve onların mutlak anlamda varlığından
ya da mutlak anlamda yokluğundan söz edilemeyeceğini anladım. Çünkü gerçekte
onlar senden varlık buluyorlardı, ama öte yandan onlar sen değildi. Çünkü
gerçekten varolan hiç değişmeden kalandı. Bana gelince, benim için iyi olan
Tanrı’- ya sıkı sıkı bağlanmamda çünkü onda kalıcı olamazsam, kendimde hiç
kalıcı olamam. Oysa Tanrı kendinde hiç değişmeden kalarak her şeyi yeniliyor.
Öyleyse sen benim Rabbimsin, çünkü senin benim iyiliğime hiç ihtiyacın yok.
12.
BÖLÜM
Varolan her şey iyidir. [303]
dı. İşte bu yüzden varoldukları sürece
varlıklar iyidir. Öyleyse varolan ne varsa iyidir ve şu kökenini araştırmaya
çalıştığım kötülük bir töz degildir, çünkü bir töz olmuş olsaydı iyi olacaktı.
Kötülük ya bozulamaz bir töz olmalı, yani sahiden büyük bir iyilik olmalı ya
da bozulabilir bir töz olmalı, yani iyi olmadıkça bozulması mümkün olmamalı.
Buradan hareketle açıkça gördüm ve anladım ki, sen her şeyi iyi olarak
yarattın ve senin yaratmadığın hiçbir töz mutlak anlamda yok. Sen her şeyi eşit
şekilde yaratmadığına göre, varlıklar tek tek ele alındığında iyi, hepsi
birden ele alındığında çok iyi. Çünkü bizim Tanrımız her şeyi çok iyi yarattı?7
13.
BÖLÜM
Yaratılan her şey Tanrı'yı
yüceltiyor.
19.
Senin için kötülük diye bir
şey yok, sadece senin için değil tabii, şu yarattığın evrende de kötülük diye
bir şey yok. Çünkü senin dışında hiçbir şey yok ki, senin kurdugun bu düzene
saldırıp onu bozsun. lşin aslı, evreni oluşturan parçalardaki bazı öğeler
diğerleriyle uyumlu olmadığından biz onlara kötü diyoruz. Ama bu aynı öğeler
başka şeylerle uyum sağlıyorlar ve iyi oluyorlar, aslında kendi başlarına
iyiler. Birbiriyle uyumsuz olan bütün bu öğeler bizim dünya dediğimiz
yaratımın alt seviyesiyle uyum içindeler. Bu dünyanın bulULlu ve rüzgarlı olan
göğü dünyayla bire bir uyumlu mesela. “Bütün bunlar keşke olmasaydı,"
dersem, yanlış yapmış olurum. Çünkü bunlardan başka bir şey görmemiş olsaydım o
zaman daha iyi şeyler isteyebilirdim. Ama yarattıkların sadece bu şeyler olmuş
olsaydı bile yine de yapmam gereken tek şey seni yüceltmek olmalı. Çünkü seni
yüceltmemi gerektiren öyle çok şey var ki şu dünyada: şu toprak, şu mahlukat,
şu derin uçurumlar, ateşler, buz, kar, dolu ve Sözünü açıkça kanıtlayan
fırtınalı esintiler, şu dağlar, tepeler, meyve ağaçları, sedirler, vahşi
hayvanlar, sürüler, sürüngenler ve havada uçan kuşlar; yeryüzündeki bütün
krallıklar, bütün halklar, prensler, hakimler, delikanlılar ve genç kızlar,
yaşlısından gencine bütün insanlar, hepsi senin adını yü- celtiyorlar.38
lzin ver, göklerdeki varlıklar bile seni yüceltsin, seni yüceltsin Tanrım,
yücelerdeki bütün melekler, şu bütün güçlerin, güneş ve ay, bütün yıldızlar,
ışık, göklerin gökleri ve göklerin üstündeki sular senin adını yüceltsinler.
İşte bütün bunları bir arada düşündüğümde, daha iyi bir dünya dilemekten
vazgeçtim. Üstteki varlıklar alt seviyedeki varlıklara göre daha iyidir, şüphe
yok, ama sağlıklı düşününce anladım ki, her şey bir bütün olarak ele alınırsa
salt bu bütün kendinden daha üstün olan varlıklardan daha üstündü.
14.
BÖLÜM
Akıl sağlığı yerinde olan insan
Tanrı'nın yarattığı
hiçbir şeye kusur bulmaz. [304]
[305]
kalktı. Bu yanlıştan geri adım atarken bu
kez de mekanın her yerine sonsuzca yayılan bir tanrı yarattı kendi kendine ve
bu tanrının sen olduğunu sanıp onu yüreğine yerleştirdi. Yani kendi putuna bir
tapınak dikmiş oldu yeniden, senin katında menfur olarak değerlendirilecek bir
tapınak. Ama sen başımı okşayıp da gözlerimi boş hayaller görmemesi için
kapadıktan sonra birazcık sakinleştim, deliliğim uykuya daldı. Sende uyandım
ve senin farklı bir anlamda sınırsız olduğunu gördüm, ama bedenimin gözleriyle
elde ettiğim bir görüş değildi bu.
15.
BÖLÜM
Yaratılan varlıklardaki gerçeklik
ve sahtelik
21.
Başka yaratıklara baktım
sonra ve varoluşlarını sana borçlu olduklarını anladım. Sınırsız olan ne varsa
sendeydi, ama bir mekândaymış gibi değil, başka şekilde sendeydiler. Çünkü sen
her şeyi kendi elinde, yani Hakikatin kendisinde tutuyordun ve her şey
varoldukları sürece gerçekti. Sahtelik diye bir şey yok; sahtelik, olmayan bir
şeyi varmış gibi düşünmekten başka bir şey değil. Ben aynı zamanda her şeyin
hem bulundukları konum, hem de bulunduklar zaman açısından uyumlu olduğunu
anladım, sadece senin ezeli ve ebedi olduğunu ve eserinin inşasına yüzyıllar
geçtikten sonra başlamadığını da. Çünkü sen hep işinin başında olmasaydın ve
sonsuza kadar da kalıcı olmasaydın, ister geçmiş olsun, isterse gelecek,
yüzyıllar dediğimiz zaman ne gidebilirdi ne de gelebilirdi.
16.
BÖLÜM
Her şey iyidir, her şey her şeyle
uyumlu olmasa bile. [306]
bozulmuş birine bayat, sağlıklı birine ise
taze gelmesinde öyle şaşılacak bir yan yok. Işık gözleri iyi görmeyen birini
rahatsız eder, ama gözleri iyi gören birini memnun eder. Aynı şekilde senin
adaletin adaletsiz insanların hoşuna gitmez; nerde kaldı bunlar engereklerden,
solucanlardan hoşlanacaklar. Oysa sen bu hayvanları yaratımının alt seviyelerine
uygun olacak şekilde iyi olarak yarattın. Adaletsiz insanlar da bu alt seviyeye
uygunlar. Bunlar senden farklılaştıkları oranda, bulundukları seviyeye, sana
benzedikleri oranda da daha üst seviyeye daha uygun düşüyorlar. Adaletsizlik ne
demek diye sordum sonra kendi kendime ve adaletsizliğin bir töz olmadığını,
sadece irade bozukluğu olduğunu anladım, yani en yüce töz olan senden, ey
Tanrım, yüz çevirip daha aşağı varlıklara yönelen, içsel yaşamını reddeden ve
dışsal şeylerle böbürlenen bozuk bir irade olduğunu.
1 7. BÖLÜM
Tanrısal şeylerin bilgisine
erişmekten alıkoyan engeller. [307]
ne serildiğinden, senin sonsuz gücünden ve
tanrısallığından adım gibi emindim.[308]
Kendi kendime soruyordum, nasıl oluyor da şu gökteki ya da yerdeki varlıkların
güzelliğini algılayabiliyordum, nasıl bir şey bana yardım ediyordu da değişime
yazgılı varlıklar hakkında doğru bir lıükme varabiliyordum ve “bu böyle olmalı,
şu öyle olmamalı” diyebi- liyordum ya da bunların böyle olmasına karar vermeye
nasıl karar verebiliyordum. İşte bunları kendi kendime sorup dururken, benim
değişime yazgılı zihnimin üstünde asla değişmeyen ve kendine özgü sonsuzluğu
içinde bir hakikat olduğunu keşfettim. Böyle adım adım bedenlerden, bedendeki
duyular aracılığıyla iletişim kuran ruha kadar yükseldim, oradan da bedensel
duyuların ruhu dışsal nesnelerden haberdar eden içsel yetisine kadar çıktım,
yani hayvanların da ulaşabileceği kadar yüksekliğe ulaştım. Buradan tekrar
muhakeme yetisine kadar yükseldim, bu yeti bedensel duyularımızın algıladığı
şey hakkında yargıda bulunmamızı sağlıyor. Bu yetinin de bende değişime yazgılı
olduğunu anladım. Bu yeti beni saf aklımı kaynağına kadar yükseltti ve
düşüncelerimi her zamanki yolundan geri çekti ve üzerine üşüşen hayallerin
yarattığı karmaşadan uzaklaştırdı, nasıl bir ışıkla dolup taşı ığını
görebileyim diye. İşte o noktada hiç tereddüt etmeden değişime yazgılı olmayan
değişime yazgılı olandan daha üstündür diye haykırdı. buradan anladım ki, saf
akıl değişemez olanı bilebiliyordu, çünkü onu lıiçbir şekilde bilmemiş olsaydı
değişemez olanı değişebilir olana bu kadar kesin şekilde tercih edemezdi.
Birden titreşen ışık şimşek gibi :iydınlandı ve değişemez olanın ne olduğunu
gösterdi. O anda anladım ki, senin görülemez olan doğan senin yarattığın
varlıklar aracılığıyla anlaşılıyordu. Ama benim gördüklerime odaklanacak gücüm
yoktu. Zaafım yüzünden yeniden hüsrana uğradım ve her zamanki alışkanlıklarıma
geri döndüm, beraberimde de gördüğüm bu şeyin aziz hatırasını ve sanki kokusunu
hissettiğim, ama henüz yiyemediğim bir besine olan özlemimi çekip götürebildim
ancak.
18.
BÖLÜM
Sadece
İsa'nın yolu bizi kurtuluşa erdirir.
24.
Bir yol arıyordum, senin
hazzına varmama yetecek gücü bana sağlayacak bir yol, ama bulamıyordum, ta ki
Tanrı ile insan arasında şcfaatçi görevini üstlenen insan bedenli Mesih
tsa’yı,« yani her şeyin üzerinde olaıı ve sonsuza dek yüceltilecek Tanrı’yı
kucaklayana kadardı O beni çağırdı ve bana şöyle dedi: “Ben yaşam yoluyum,
hakikatim, yaşamın kendisiyim.44 O yemeye
gücümün yetmediği besinimi bedenime kalmıştı. Çünkü bütün varlıkları yarattığın
o Bilgeliğini bebekliğimizde süt gibi emelim diye senin Sözün ete kemiğe
bürünmüş- tü.4ı Ama ben henüz Tanrı’ya, yani tevazu sahibi İsa’ya
sahip olacak kadar tevazu sahibi değildim, Onun bu zayıOığıyla bize ne tür bir
ders vermek istediğini çıkaraınıyorduın. Oysa öğretilmek istenen şuydu: Ezeli
ve ebedi Hakikat olan, yarattığın alemin en üst seviyelerinden de yüksek olan
Sözün kendisine teslim olanları kendi katına yükseltir. Alemin aşağı
seviyelerinde, bizi yarattığı balçıktan kendisi için müte- [309]
[310] [311]
vazı bir mesken inşa etmiştir. Bu sayede Ona gönülden bağlanmak isteyenleri
önce kendisinden ayırır ve sonra kibirlerini kırarak, sevgilerini besleyerek
kendi yanına çeker. Böylece bunlar kendilerine duydukları aşırı güvenle daha
fazla kafalarının dikine gidemezler, tersine daha da alçalırlar. Çünkü bizim
gibi deriden giysiler giyerek46 kendisini alçaltan Tanrı’nın ayaklarının
dibinde olduğunu görürler ve takatleri kesilip Onun önünde secdeye varırlar,
sonunda O doğrulurken onları da yerden kaldırır.
19.
BÖLÜM
İsa'nın
bedenlenmesinin anlamı.
25.
Bense farklı düşünüyordum,
çünkü Rab İsa’mı düşündüğümde Onu ancak eşi menendi olmayan, mükemmel
bilgelikle bir insan olarak düşünebiliyordum. Bana göre, özellikle bakire bir
kadından mucizevi olarak doğmuş olmakla, ölümsüz yaşamı hak etmemiz için dünya
malından vazgeçmemiz konusunda bize bir ders vermişti ve bizlere gösterdiği
tanrısal öngörüsüyle bizim Öğretmenimiz olarak ayrıcalıklı bir yeri hak
etmişti. Ama ete kemiğe bürünmüş Sözün arkasındaki derin sırla ilgili en ufak
bir tahminim yoktu. Bu konudaki bütün bilgim Onun yaşamıyla ilgili yazılmış,
yani onun yediğini içtiğini, uyuduğunu, yürüdüğünü, sevindiğini, üzüldüğünü ve
vaazlar verdiğini aktaran şu Kutsal Kitaba dayanıyordu. Bir de bu Kitaptan,
senin Sözün beden- lendiğinde Onun da insan gibi ruh ve akılla donatıldığını
öğrenmiştim. O senin Sözünün değişime yazgılı olmadığını biliyorsa, herkes de
bunu böyle bilir. Ben de aklım yettiğince artık bunu biliyordum ve bu
İnsanın ölümlü bir
varlık olduğu dile getiriliyor. Bkz. Liber Genesis, 3.21:
“Rab Tanrı Adem’le
karısı için deriden giysiler yaptı, onları giydirdi." konuda en ufak bir
şüphe duymuyordum. Çünkü bazen isteyerek, bazen istemeyerek bedeni hareket
ettirmek, herhangi bir olaydan bazen etkilenmek, bazen etkilenmemek, kimi zaman
birtakım simgelerle bilgece öğütlerde bulunmak, kimi zaman susmak değişime
yazgılı doğası olan ruha ve akla özgü niteliklerdir. Onun da böyle davrandığını
yazan Kitaplar bize yanlış bilgiler vermiş olsaydı o zaman bunlarda ne
yazıyorsa yanlış olarak kabul edilir ve insanlık kurtuluşu için bu Kitapların
hiçbirine iman beslemezdi. Demek ki bu Kitaplarda ne yazıyorsa doğruydu ve ben
bunlardan İsa’nın bütün insanlığı temsil ettiğini anlamıştım. Onu sadece insan
gibi bir bedene ya da düşünebilen, duyarlı bir ruha sahip bir varlık olarak
görmüyordum, Onu serapa bir insan olarak görüyordum. O insanın öteki
insanlardan çok üstün olduğunu düşünüyordum, sadece Hakikatin somut bir örneği
olmasından değil, aynı zamanda tanrısal bilgelikten mükemmel derecede pay
aldığı için üstün bir insani karakterle donanmış olmasından. Bu arada Alypius
Katoliklerin İsa'nın bedenlenmiş Tanrı olduğuna, yani İsa’da salt Tanrı ve
bedenin olduğuna inandıklarını söylüyordu. Onun düşüncesine göre, Katolikler
İsa’da insani bir ruh ve zihin olmadığını ileri sürüyordu. Alypius İsa’nın
yaşamıyla ilgili aktarılanlardan, canı ve aklı olmayan bir varlığın böyle
davranışlar sergileyemeyeceğine o kadar inanmıştı ki, bu yüzden Hıristiyanlığa
inancı da çok yavaş seyrediyordu. Ama sonradan bu yanılgısının Apollinaris’in
sapkın taraftarlarından kaynaklandığının farkına vardı ve Hıristiyan inancının
hazzına varıp onunla hemhal oldu.47 Bana gelince, itiraf etmeliyim
ki, ancak [312] bir süre geçtikten sonra,
“Söz insan oldu” ifadesindeki anlamı kavrayabildim ve Katalik inancındaki
hakikatin Photinus’un yanlış yorumlarından ne kadar farklı olduğunu öğrendim.[313] [314]
[315] Gerçekten de bu böyle, çünkü
sapkınların yaptığı itirazlar senin Kilisenin ne kadar doğru düşüncelere ve ne
derin bir öğretiye sahip olduğunu bize açıkça gösteriyor. Sapkınlar olacak ki,
Tanrı’nın beğenisine mazhar olanlar zaaflarına yenik düşenler arasından
yükselip kendilerini gösterebilsinler.^
20.
BÖLÜM
Platon'un kitapları sayesinde
daha bilgili, ama daha
kibirli bir insana dönüşüyor.
26.
O dönemde Platon’un
kitaplarını okuduktan ve onlardan cisimsiz hakikati aramam gerektiğine ikna
olduktan sonra bakışlarımı yarattığın varlıklar aracılığıyla anlaşılan görünmez
doğana çevirdim^0 ama ruhumun karanlığının bu yüceliği temaşa
etmeme izin vermediğini görünce tam anlamıyla hüsrana uğradım. Ama senin
varolduğundan ve senin sınırsız olduğundan emindim, sınırlı ya da sınırsız bir
mekana yaygın olmadığın halde senin hakiki olduğundan da emindim, çünkü sen
hep olduğu gibi kalansın, hiçbir taraftan, hiçbir hareketle şu ya da bu şekilde
değişime uğramazsın. Ayrıca her şeyin senden doğduğundan da emindim, bunun
tartışmasız, en büyük kanıtı da her şeyin varolmasıydı. Evet, bütün bunlardan
emindim, ama yine de senin hazzına varmaktan acizdim. Bir de işin uzmanıymışım
gibi zevzeklik edip duruyordum. Kurtarıcımız Isa’da sana giden yolu aramamış
olsaydım, yahu ne uzmanlığı, yok olup gidecektim. Bilge bir insanmışım gibi
kendime havalar da vermeye başlamıştım bu arada. Tam anlamıyla sopalıktım, ama
bu halimden hiç yüksünmediğim gibi, üstüne üstlük bilgimle kabardıkça kabarıyordum.5ı
Hani neredeydi tevazu temeline kurulu, yani Mesih İsa üzerine kurulu şefkat?
Platon’un kitapları bana bunu ne zaman öğretecekti? Eminim senin Kitaplarını
okumadan önce benim önüme bu kitapları bilerek koydun, bu kitaplardan nasıl
etkilendiğimi hafızamın bir köşesine yazayım ki, sonradan senin Kitaplarınla
ıslah olunca ve yaralanın senin o şifalı parmaklarının dokunuşuyla iyileşince,
küstahlık ile tövbekarlık arasında ya da gidecekleri yolu gören, ama nasıl gideceklerini
bilmeyen insanlar ile kendilerini mutluluk ülkesine götürecek yolu görmekle
kalmayıp orayı artık yuvaları bilen insanlar arasında nasıl bir fark olduğunu
anlayabileyim ve ikisinin ayırdına varabileyim. Çünkü önce senin Kitaplarından
bilgi edinmiş ve onları iyice hazınedip senin sevgine erişmiş olsaydım, daha
sonra da Platon’un şu kitaplarıyla karşılaşmış olsaydım, belki de onlar beni
sağlam temeller üzerine kurduğum inancımdan söküp alacaklardı ya da varsayalım
ki ruhumun kurtuluşu için senin Kitaplarından emdiğim inançtan asla ödün
vermedim, kim bilir belki o zaman da bu inanç sadece Platon’un kitaplarını
okumakla da elde edilebilirdi diyecektim. [316]
21.
BÖLÜM
Kutsal Kitapta bulduğunu,
Platon'un kitaplarında
bulamıyor.
27.
Büyük bir hevesle Senin
Ruhunun esinlediği Kutsal Kitaba sarıldım, özellikle de Havari Paulus'un
metinlerine. Oysa bir zamanlar Paulus'un kendi kendisiyle çeliştiğini,
vaazlarının içeriğinin tanrısal yasayla ve peygamberlerin öğretileriyle
uyuşmadığını düşünmüş ve onunla ilgili kafamda sorular oluşmuştu, şimdi bu soruların
hepsi uçup gitti. Artık açıkça anlıyordum ki, Paulus’un o kutsal sözleri tek
bir anlama işaret ediyordu ve ben sonunda huşu içinde titremek neymiş öğrendim
52 Onları okumaya başladım ve gördüm ki, Platoncu kitaplarda
okuduğum hakikat burada senin inayetine övgüler yağdırılarak ifade ediliyor,
gören göz hem gördüğünün hem de görme yetisinin kendisine lütfedilmiş bir
armağan olmadığını sanıp kendisiyle böbürlenmesin diye -sen lütfetmedikçe
insan neye sahip olabilir ki53- bütün çabasını seni, hep olduğu gibi kalan
seni, sadece görebilmek için değil, aynı zamanda sana bağlanabilecek gücü de
kazanmaya harcasın diye; çok uzaklarda olduğundan seni göremese bile yine de
onu sana getirecek, seni görmesini ve sana bağlanmasını sağlayacak yoldan yürümeyi
öğrenebilsin diye. Peki ama, insan iç benliğinde Tanrı’nın yasasını onaylasa
bile aklın yasasıyla sürekli çatışan uzuvlarındaki o öteki yasaya nasıl karşı
koyacak, kendisini uzuvlarındaki günah yasasının kölesi durumuna sokan öteki
yasaya nasıl karşı koyacak?54 Sen adilsin ya Rab; bizse günah işledik, kötülük
yaptık, imansızlık ettik; senin [317]
[318] [319]
elin ağırlığınca indi üzerimize. Layığımızı bulduk ve o eski günahkara, ölümün
efendisine bir kez daha teslim olduk. Dil döküp kandırdı bizi ve irademizi senin
Hakikatine en başından itibaren vefasızlık eden iradesine uydurmamızı
istedi.55 İnsan bu kadar acizse ne yapabilir? Onu bu ölümlü bedeninden kim
kurtarabilir, kendin gibi ezeli ve ebedi olarak doğurduğun ve alemi yaratmaya
başladığın anda yarattığın, Rabbimiz, Mesih Isa’nın şefaatiyle bize lütfettiğin
inayetinden başka kim kurtarabilir?^ Bu dünyanın efendisi onda ölümü hak edecek
bir suç bulamadı[320] [321]
[322] [323]
[324] ve onu öldürdü, böylece bizim
aleyhimize olan yazılı antlaşma lağvedilmiş oldu.58 işte Platoncu
kitaplarda bunların hiçbiri yok. Onların saylaları imanın manasından
bahsetmiyor, gözyaşı dökerek tövbe etmekten, sana sunulan kurbandan, şu
ıstırap çeken ruhumuzdan, pişmanlık duyarak sana boynunu eğen şu
yüreğimizden,59 halkına bağışladığın kurtuluştan, bir gelin gibi
süslenmiş Kentten,60 Kutsal Ruh’un bize verdiği güvenceden,61
kefaretimizi içtiğimiz kadehlerden söz etmiyor.62
Hiç kimse şu ilahiyi söylemiyor o kitaplarda: “Ruhum Tanrı'ya teslim olacak
değil mi? Beni kurtuluşa erdirecek sadece Odur. Çünkü O benim Tanrım, benim
kurtuluşum, benim sığınağım; Ondan başka hiçbir yere kımıldamayacağım.”63 Hiç
kimse şu sesi işitmiyor o kitaplarda: “Çile çeken sizler, bana gelin.Vt Onun yüreği
yumuşacık, tevazu dolu, o yüzden kimse ondan ders almak istemiyor. Çünkü sen
bu öğretiyi bilgelerden ve ihtiyatlı davrananlardan esirgedin, küçük çocuklara
açıkladın.6[325] Ormanlık bir dağın zirvesinden
huzur ülkesine şöyle bir bakmak, oraya varacak yolu bulamamak, başlarına yılan
ya da ejderhayı komutan seçmiş kaçak eşkıyaların saldırmak için pusuda
bekledikleri sarp geçitlerde boşa zaman harcamak başka şey, Göklerin Kralı’nın
hâkimiyetinde, emniyet altına alınmış Kente götürecek yolu tutmak başka şeydir.
Orada göksel ordudan firar etmiş kimse yoktur ki eşkıyalık etsin; işkence
sayarlar çünkü böyle bir şeyi ve hep uzak dururlar. İşte havarilerinin en
küçüğünün[326]6 yazdıklarını okurken her
satırında başka türlü yüreğimi delip geçen sözler bunlardı. Bütün eserlerini
düşündüm sonra, vecde kapıldım.
1.
BÖLÜM
Yaşantısını daha iyi bir temele
oturtmak için
Simplicianus'a gitmeye karar veriyor.
1. Sana şükranlarımı
sunarken ey Tanrım, lütfet, bana bahşettiğin iyilikleri hatırlayayım ve sana
itiraf edeyim. Lütfet, senin aşkın kemiklerime kadar işlesin ve şöyle
desinler: “Ya Rab, senin bir benzerin daha olabilir rni?ı Benim zincirlerimi
kıran sensin, şükranımı yoluna kurban olarak sunuyorum, kabul et.”2
Sana zincirlerimi nasıl kırdığını arılatacağım ki sana iman edenlerin hepsi
anlattıklarımı işitince şöyle desin lcr: “Göğün ve Yerin Rabbine şükürler
olsun; ne büyük, ne uludur Onun adı.”ı Sözlerin sımsıkı tutunmuştu yüreğime,
her yanım senin ördüğün siperlerle çevreleniyordu.4 Senin yaşamının ezeli ve
ebedi olduğundan artık enıindim, benim için hâlâ bir muamma olsa da, henüz onu
buzlu bir cam ardından görüyor olsam da. Senin tözünün bozulamaz olduğuna ve
bütün bozulabilir varlıkların bu tözden doğduğuna ilişkin şüphelerim artık
ortadan kalkmıştı. Bütün arzum artık senden daha fazla emin olmak değil, sana
sımsıkı sarılabilnıekti. Ama şu gelip geçici yaşamımda her şey hâla suyun
üstünde yüzüyordu, yüreğim eski mayasından tamamen arınmak
zorundaydı.Kurtarıcımız olan o
ı l-iber
Psalmorum,
35.10.
2
Liber Psalmorum, 115.16-17.
3
liber
Psalmorum, 71.1 8-19; 134.6.
4
Kutsal Kitapta
yazılanlarla.
5
Epistula I ad
CorinLhios, 5.
7 vd.
Yol beni çekiyordu,[327]
[328] [329]
ama onun dar geçitlerinden geçip gitmeye henüz karar vermiş değildim. Gönlüme
girdin ve SimplirianusV gidersem gözümün önündekileri daha net görebileceğimİ
sezdim, çünkü Simp- licianus’un senin sadık bir kulun olduğunu, senin nurunla
aydınlandığını anlamıştım. Ayrıca gençliğinden bu yana yaşamını sana adadığını
işitmiştim. Artık yaşlı bir adamdı, bütün ömrü boyunca sarsılmaz bir inançla
senin yolundan yürümüş biri olarak bende çok deneyimli ve çok bilgili bir insan
izlenimi bırakmıştı, sahiden de öyleydi. Bu yüzden kafamı kurcalayan sorunları
onunla paylaşmak istedim, ne de olsa benim gibi müşkül durumda olan birine
uygun bir yaşam tarzı önerebilir, ben de bu şekilde senin yoluna girebilirdim.
2.
Çünkü baktığımda Kilisenin
farklı farklı yollar tutan insanlarla dolu olduğunu görüyordum.8 Ama artık
dünyevi bir yaşam sürdürmek beni mutlu etmiyordu, böyle bir yaşam benim için
artık koca bir yüktü, çünkü eskiden olduğu gibi mevki ve para kazanmak arzusuyla
yanıp tutuşmuyordum, bunlar benim için artık katlanılamayacak kadar ağır bir
kölelikti. Dünya malının benim için bir cazibesi kalmamıştı, hele senin
tatlılığın ve aşığı olduğum o nurlu evinle kıyasladığımda. Ama kadınlara
duyduğum aşka da hala sımsıkı bağlıydım. Havarin bana evlenmeyi yasaklamadı,
ama bana daha iyi bir yaşam biçimini öğütledi, özellikle herkesin önce kendisi
gibi olmasını istedi. Bense zayıftım ve kendime daha kolay bir yol seçtim, işte
sırf bu seçimim yüzünden yaşamımım geri kalanında kararsızlıklar içinde bocalayıp
durdum, can sıkıcı sorunlarla boşa zaman harcadım. Katlanmak istemediğim başka
meseleler de vardı, ama bunlarla bir şekilde hemhal olmak zorundaydım, çünkü
evlilik hayatı bunu gerektiriyordu ve ben bu hayata bir kez kolumu kaptırırsam
iyice kapana kısılırdım. Hakikatin ağzından şu cümlelerin döküldüğünü işittim:
“Göksel Krallık uğruna kendi kendilerini haclım etmiş insanlar var; yine de
bunu kabul edebilen etsin,”9 diyordu. “Yüreğinde Tanrı sevgisi olmayan insan boşluktadır.
Kendisine iyiyi gösteren şeylerde bile Onun kim olduğunu göremez.” Neyse ki
artık ben böyle bir boşlukta değildim; bu aşamayı geçmiştim ve senin yarattığın
alemin tanıklığında, senin bizim Yaratıcımız olduğunu anlamıştım, senin Sözünün
Tanrı olan sende olduğunu ve seninle Tanrı’nın bir olduğunu ve her şeyi bu
birlikle yarattığını anlamıştım. Tanrı tanımaz başka tür insanlar da var,
bunlar Tanrı'yı bildikleri halde bu bildiklerini Tanrı gibi yüceltmiyorlar ya
da Ona şükranlarını sunmuyorlar. Ben de bu hataya düşmüştüm, ama senin uğurlu
din imdadıma yetişti, beni düştüğüm bu hatadan çekip çıkardı ve sağlığıma
kavuşacağım o doğru yola soktu. Çünkü sen insana dedin ki: “Bak, dindarlık asıl
bilgeliktir. Bilge gibi görünmekten kaçın, çünkü kendilerine bilge diyenler
budala duruma düştüler.” 10 Evet, arlık o pahalı
inciyi bulmuştum ve onu satın almak için neyim varsa satmak zorundaydım; ama
hala kararsızdım.
2.
BÖLÜM
Hatip Victorinus'un hak yoluna
girişi.
3.
Sonunda Simplicianus’a
gittim, dönemin piskoposu Ambrosi- us\ın gerçek babası kadar sevdiği vaftiz
babasına. Yanılgılar içinde nasıl dönüp durduğumu anlattım ona. Roma’da
hatiplik yapmış olan ve [330] [331]
ölüm döşeğinde Hıristiyanlığı kabul ettiğini işittiğim Victorinus’un vaktiyle
Latinceye çevirdiği Platon’un bazı kitaplarını da okuduğumu söyledim bir ara.
Bunu duyunca beni tebrik etti, çünkü ona göre öteki felsefecilerin yazdığı
eserlerde evrenin kurucu öğeleri hakkında bir dolu sahte ve yanıltıcı bilgiler
vardı, oysa Platon'un kitaplarında faklı farklı şekillerde de olsa Tanrı ve
Sözü ima ediliyordu. Ardından beni Tanrı’nın bilgelerden saklayıp küçük
çocuklara açıkladığı İsa’ya özgü tevazuya davet etmek için Victorinus’la ilgili
hatırlatmalarda bulundu. Victorinus’la ilgili anlattıklarını burada yinelemeden
geçemeyeceğim. Çünkü bu anlatılanlar senin inayetini şükranlarla itiraf etmeme
vesile olacak. Victorinus alim bir ihtiyardı, özgür sanatların her dalında
derin bilgisi vardı, felsefecilerin birçok kitabını okumuş ve onlar hakkında
incelemeler kaleme almış, nice soylu senatöre hocalık yapmıştı.
Öğreticiliğindeki o olağanüstü yeteneğini ölümsüzleştirmek için kendisine Roma
Forumuna heykelinin dikilmesi teklif edilmiş, o da bunu kabul etmişti. Böyle
bir şey bu dünyada yaşayan insanlar için çok büyük bir onurdur. Victorinus
ileri yaşlarına değin putlara tapmış ve pagan tanrılar için düzenlenen ayinlere
katılmıştı. Bu ayinler dönemin Roma’sının neredeyse bütün soylu kesimini aşka
getirip, ruhlarını şu hilkat garibelerine, şu canavar tanrı güruhuna inanmaya
sevk ediyordu, köpek gibi havlayan Anubis’e bile.11 Anlayacağınız,
bir zamanlar Neptunus, Venus ve Minerva'ya karşı silaha sarılmış olan bütün bu
tanrılar, yenilgiye uğradıkları Romalıları kendilerine yakarır hale
getirmişlerdi. İşte ihtiyar Victorinus da yıllarca gürül gürül bir sesle bu
tanrıların savunucusu kesilmişti. Ama gün geldi senin İsa'nın çocuğu olmaktan,
senin pınarında doğan bir bebek olmak- [332]
tan, tevazu yularını ensesine geçirmekten, başını eğip yüz karası çarmıha
teslim etmekten hiç utanmadı.12
4.
Ya Rab, ya Rab, sen gökleri
eğdin, kendin de aşağı indin, dağlara dokundun, tütmeye başladılar. Ne şekilde
o kalbe girdin? 13 Simplici- anus'un dediğine göre, Victorinus
Incil'i okumuş, Hıristiyanlıkla ilgili bütün yazılanları büyük bir titizlikle
incelemiş ve araştırmalarda bulunmuş. Bir gün Siınplicianus’a şöyle demiş, ama
öyle uluorta değil, gizlice ve bütün samimiyetiyle: “Artık bir Hıristiyan
olduğumu bilmeni isterim.” Buna karşılık Simplicianus ona şöyle olmuş: “Seni
İsa'nın Kiliscsi’nde görmedikçe buna inanmam ve seni bir Hıristiyan olarak
görme m.” O da gülerek şöyle demiş: “Demek Hıristiyanları Hıristiyan yapan şu
duvarlar, öyle mi?'’ Sürekli tekrarlayıp durmuş Hıristiyan olduğunu,
Simplicianus da ona hep aynı şeyi söylemiş, o da hep aynı şekilde duvarla
ilgili şakasını yapıp gülmüş. Arkadaşlarını, yani şu şeytana tapan kibirlileri
kızdırmaktan çckiniyorımış. Onların Babil gibi yüksek mevkilerinin
zirvesinden, tıpkı Rabbimizin henüz yere devirmediği şu Lübnan sedirleri gibi
yükseklerdenH düşmanlık kasırgaları eser ele yerle bir olurum diye
düşünüyormuş. Ama Kutsal Kitabı okuyup hatmettikten sonra cesaretini toplamış
ve insanların önünde İsa'nın adını itiraf etmekten çekinirse, kutsal
meleklerinin önünde İsa tarafından reddedileceğinden korkmaya başlamış ve
senin tevazu dolu Sözünün sırla- [333]
[334] rından utanır da, o gurur
abidesi şeytanların pagan ayinlerine katılmaktan utanmazsa, bu şekilde onların
gururuna ortaklık ederse ağır bir suça imza atıp sanık durumuna düşeceğini
anlamış. Kibri küçümsemiş, Hakikatin önünde utançla eğilmiş ve hiç beklenmedik
bir anda umulmadık bir şekilde Simplicianus’a şöyle demiş: “Kiliseye gidelim;
artık bir Hıristiyan olmak istiyorum.” Simplicianus öyle sevinmiş ki buna,
kendine hakim olamayıp kalkıp onunla birlikte Kiliseye gitmiş. Victorinus
Kilisede imanın temel sırlarına erişmiş, çok geçmeden de Roma’nın şaşkınlığı,
Kilisenin sevinci arasında yeniden doğmak üzere kutsal suda yıkanıp vaftiz
adını almış. Kibirliler seyretmiş bu olayı, öfkeden kudurmuşlar, dişlerini
gıcırdata gıcırdata eriyip tükenmişler. Ama Rab Tanrı kulunun umududur, bu
yüzden metelik bile vermemiş Victorinus o kibirlilere, o yalancı kaçıklara.
5.
Nihayet imanını ikrar vakti
gelip çatmış. Roma’daki adete göre, senin yoluna girecek olanlar ezbere
öğrendikleri birtakım sözleri yüksekçe bir kürsüye çıkıp inananların huzurunda
ezberden okurlar. Simplicanus’un dediğine göre papazlar Victorinus’a imanını
gizlice ikrar edebilme fırsatı da tanımışlar, adet olduğu üzere ikrar etmekten
utanan ve çekinen insanlara hep böyle bir fırsat tanırlarmış zaten. Ama
Victorinus kurtuluşunu iman eden kalabalığın önünde açıkça dile getirmeyi
yeğlemiş. Öğretmiş olduğu retorikte bir kurtuluş olmadığı halde bu mesleği
kamu önünde icra etmişti. Kendi sözlerini onca çılgın kalabalığa ifade etmekten
hiç çekinmemişse, senin sözünü senin mazlum halkına söylemekten niye korksun
ki? imanını ikrar etmek üzere kürsüye çıkarken, coşkulu sesler yükselmeye
başlamış, onu tanıyan herkes sevinç içinde birbirinin kulağına adını
fısıldıyormuş. Onu orada tanımayan mı var zaten' Derin bir uğultu duyulmuş
sonra, neşe içinde toplaşan kalabalık hep bir ağızdan “Vic- torinus,
Victorinus” diye bağırıyormuş. Onu gördükleri anda da bir sevinç patlaması
yaşanmış adeta, sonra aniden durulmuş ortalık, herkes onu dinlemek için
susmuş. Victorinus kendine olan müthiş güveniyle imanını ikrar ettiğinde de
herkes yüreğine alıp sarmak istemiş onu. Aşkla, iftiharla sarılmışlar ona: aşk
ve iftihar ona sarılanların elleri olmuş o anda.
3.
BÖLÜM
Günahkârların dine dönmesi
Tanrı'yı
ve melekleri daha fazla sevindirir.
6.
Ey iyiliğin Tanrısı, nasıl
oluyor da insanlar kendisinden umut kesilmişken büyük bir tehlikenin kıyısından
dönen bir ruhun kurtuluşuna, kendisinden hiç umut kesilmeyen ya da az buçuk
tehlikede olan bir ruhun kurtuluşundan daha çok seviniyor? Sen de, ey merhametli
Baba, tövbe eden tek bir günahkara sevindiğin kadar, dürüst oldukları için
tövbe etmelerine gerek kalmayan doksan dokuz ruha sevinmiyorsun.1"
Bizler kaybolan koyununu sırtlayıp geri getiren çobanın sevincini ya da
komşularının tebrikleri arasında bulduğu drahmiyi senin hazinene geri koyan
kadının hikayesini ne zaman işitsek, nasıl da büyük bir memnuniyetle kulak
kabartıyoruz. ı6 Se- [335]
[336] nin yuvanda[337] [338]
ölüp yeniden dirilen, kaybolup yeniden bulunan küçük Oğlunun hikayesi ne zaman
okunsa, senin yuvanda kutlanan ayinlerde biz bu sevinci yeniden yaşıyor[339] ve gözyaşlarına boğuluyoruz[340] Çünkü biz ve kutsal sevginle
kutsallaşan meleklerin seviniyar- sak senden ötürü seviniyoruz. Çünkü sen hep
aynısın; sonsuza dek hep aynı şekilde kalamayacak olan şeylerin hepsini sonsuza
dek hep aynı şekilde bilen sensin.
7.
İnsanın ruhunda neler olup
bitiyor da insan hep sahip olduğu şeylerden çok, yeniden bulduğu ya da
kendisine iade edilen şeylere daha çok seviniyor? Bunu kanıtlayıcı daha nice
örnek var, günlük yaşam bunun örnekleriyle dolu, bütün kanıtlarıyla “Evet,
böyle,” diye bas bas bağırıyor. Muzaffer komutan zaferini kutlar. Savaşmamış
olsa zafer kazanamazdı. Savaşta tehlike arttıkça zafer sevinci de artar. Fırtına
denizcileri vurur, gemileri battı batacaktır; ölümle burun buruna gelenlerin
beti benzi atar, ama aniden duruluverir hem gök hem deniz, korkudan ödü
patlayanlar arasında bu kez sevinç patlak verir. Sevdiğimiz biri hastalanır,
onun için tehlike çanlarının çaldığını haber verir nabzı; sağlığına duacı
olanlar onunla birlikte hastalanır. Hasta gitgide iyileşir sonra, evvelce
olduğu gibi henüz sağlam şekilde basıp yere yürüyemiyor olsa da. Öyle bir
sevinç yaşanır ki, hasta sağlıklıyken ve doğru dürüst yürüyorken hiç böyle bir
sevinç yaşanmamıştır. Biz insanlar yaşamımızın sıradan zevklerini sıkıntı çekme
pahasına elde ederiz, ister hiç beklemediğimiz ve irademiz dışında karşılaştığımız
sıkıntılar olsun bunlar, isterse beklediğimiz ve bilerek başımıza doladığımız
sıkıntılar. Açlık çekmenin, susuz kalmanın rahatsız ediciliğini bilmeseydik
yemenin içmenin zevkine varamazdık. lçkicilcr tuzlu şeyler yerler ki, içki içme
arzuları rahatsız edici bir hal alsın, içki içtikleri anda da bu arzu dinsin ve
yerini keyfe bıraksın. Adettendir, nişanlı kızlar hemen kocaya verilmezler,
önce koca bir iç çekecek, bekleyecek ki, kendisine verilen gelini öyle ucuza
kapattım sanmasın.
8.
Aynı durum küçük düşürücü,
tiksindirici zevkler için de geçer- lidir, helal ve yasal zevkler için de; en
samimi ve en dürüst arkadaşlıkta da bu böyledir, ölen ve yeniden dirilen o
delikanlının durumunda da; yani ne kadar büyük sevinç varsa öncesinde büyük bir
sıkıntı yaşanır. Neden böyle oluyor Rab Tanrım, sen sonsuzluğun kendisi, sen
sevincin kendisi olduğuna ve senin etrafındaki her şey mutluluğunu hep senden
aldığına göre? Neden böyle, senin yarattıklarının bir kısmı böyle bir geri bir
ileri gidip gelmek durumunda, neden bazen böyle husumet bazen barış yaşamak
durumunda? Dünyanın düzeni mi böyle, bu sınırı sen mi çektin ona, göklerin en
yükseklerinden yerin en dibine kadar, çağların başlangıcından en sonuna kadar,
meleklerden kurtçuklara kadar, ilk hareketten son harekete kadar iyi olan her
şeyi, doğru olarak yarattığın her şeyi belli bir yere ve belli bir zamana yerleştirdiğinde?
Vah bana, sen en yücelerde olanlardan bile ne kadar yücesin, en derinlerde
olanlardan bile ne kadar derinsin! Sen bizden hiç gitmiyorsun, oysa biz ne zor
dönüyoruz sana.
4.
BÖLÜM
Soylu
insanların dine dönmesinden duyulan büyük sevinç.
9.
Haydi, ya Rab, uyandır,
çağır bizi, yak ateşini, kap götür, rayihanı sal, tadını bırak, bırak ki seni
sevelim, sana koşalım. Victorinus bir yana, cehennemin en kör karanlığında
yaşayanlar bile dönüp senin yoluna girmedi mi, senin nurunla yanıp aydınlanmadı
mı, senin nurunla yananlar senden güç bulup senin oğulların olmadı mı?[341] Ama bunlar halk arasında
Victorirıus kadar tanınmıyorlarsa, kimse onlar için öyle aşırı sevinç
gösterisinde bulunmaz, hatta onları bilip tanıyanlar bile. Oysa birçok kişi
ortak bir sevinci paylaştığında bireylerin sevinci de katlanır, çünkü insanlar
birbirinin ateşini körükledikçe aralarında büyük bir coşku yaşanır. Dahası
tanınmış kişilerin d.ine dönüşü diğer insanların kurtuluşu için de örnek
oluşturur. Böylece peşlerinden birçok kişiyi de çekip götürmüş olurlar. İşte
bu yüzden ünlü kişilerin dine dönüşleri seleüerini bile büyük sevince boğar,
çünkü bu sevinç sırf ünlü kişilerin şahsına yönelik bir sevinç değildir.
Elbette senin Kilisende zenginin fakire ya da soylunun soylu olmayana göre önceliği
olduğunu aklıma bile getiremem, çünkü sen dünyanın güçsüz olarak gördüklerini
seçtin ki, dünyanın güçlü olarak gördüklerinin burnu sürtülsün; bu dünyada
soylu olmayan ne varsa, varmış gibi görünüp de aslında varolmayan ne kadar
değersiz şey varsa sen onları seçtin, çünkü varolanları hiçliğe indirgemek
istedin.[342] Hatta bu sözlerini
havarilerinin en önemsizinin dilinden aktardın,[343]
eyalet valisi Pa- ulus’un[344] [345]
kibrine karşı savaşarak onu İsa’nın şefkatli boyunduruğu altına sokan ve Büyük
Kral’ın eyalet valisi yapan ve kazandığı zaferinin nişanesi olarak vaktiyle
Saulus olan adını Paulus olarak değiştirmeyi yeğleyen o kişinin dilinden.24
Düşman en büyük bozgunu, hükmü altına aldığı ve kitleleri yönetmek için
kullandığı insana yenildiğinde
İTIRAFLAR
yaşar. Ama düşman en çok soyluluklarına
güvenip kibirlenenleri hükmü altına alır ve onların yetkesini kullanıp
kitleleri yönetir. Şeytanın zapt edilemez bir kale kurduğu Victorinus’un
yüreğinin, kitleleri darmaduman etmek için güçlü ve sivri bir ok olarak
kullandığı Victori- nus'un dilinin hak yoluna girmesi işte bu yüzden büyük bir
sevince neden oldu. Senin çocuklarından da beklenen bu olayı olağanüstü bir
coşkuyla kutlamalarıydı, çünkü Kralımız23 mert bir adamı kendine tabi
kılmıştı, çünkü Victorinus’un bütün kaplarının elinden alınıp yıkanıp
paklandığına, Onun kutsal amacına uyarlandığına ve Rabbin hayırlı işlerinde
kullanacağı araçlar halini aldığına tanık olmuşlardı^6
5.
BÖLÜM
Augustinus'un hak yoluna girişini
geciktiren nedenler.
10. Sadık kulun Simplicianus, Victorinus'un hikayesini bana anlatır
anlatmaz onun peşinden gitmek için yanıp tutuşmaya başladım. Zaten o da bana bu
hikayeyi bu yüzden anlatmıştı. Neden sonra hikayesine bir de şunu ekledi:
imparator Iulianus zamanında Hıristiyanların edebiyat ve hitabet eğitimi
vermelerini yasaklayan bir yasa yürürlüğe konmuş. Victorinus bu yasayı
sevinçle karşılamış ve o laf cambazı okulunu bırakıp, bebeklerin dillerine bile
belagat katan senin Sözünü tercih etmiş. Bu bana göre çok cesur bir hareketti,
ama aynı zamanda bütün zamanını sana vakfetme fırsatını yakaladığı için şanslı
da sayılırdı. Keşke benim de böyle bir fırsatım olsaydı diye iç geçirdim, ama [346] [347]
ben prangaya vurulmuştum, üstelik
başkaları tarafından değil, tamamen kendi iradem tarafından prangalara
vurulmuştum. Düşman irademi sımsıkı tutmuş, bir zincir yapıp mahkûm etmişti
kendine. Sapkın iradenin sonucu şehvettir. Şehvete tutsak olmak alışkanlık
yaratır, bu alışkanlığa direnemezseniz zorunluluk haline gelir. İşte bu halka
halka birbirine bağlanmış ve benim zincir dediğim kalın örgü her yanımı sıkıca
sarmış beni tutsak kılmıştı. Bende henüz oluşmaya başlayan şu yeni irade, sana
özgürce hizmet etmemi ve senin hazzına varmamı sağlayacak şu hakiki mutluluğun
kaynağı Tanrım, eski alışkanlığımın güçlü kollarındaki eski irademin
üstesinden gelecek kadar güçlü değildi daha. Bu yüzden bu iki irade, yani
eskisi ve yenisi, yani biri şehvani diğeri ruhani irade birbirleriyle sürekli
çalışıyordu ve bu kavga ortamı zihnimin bütün dikkatini dağıtıyordu.
11.
Yaşadığım bu deneyimler
sonucunda, bedenin dürtüleri ile ruhun dürtüleri birbiriyle çatışır27
ifadesini okuduğumda bunun nasıl bir şey olduğunu artık anlıyordum. İkisinin
arasında kalmıştım, ama benim gönlüm beğendiğim yanımda değil, daha çok
beğenmediğim yanımdaydı. Beğenmediğim yanımda ise artık ben ben değildim,
çünkü burada isteyerek yapacağını şeyleri çoğu zaman istemeyerek yapmak zorunda
kalıyordum. Ama yine de alışkanlığımın bana karşı böylesine meydan okumasından
kendim sorumluyum, çünkü isteyerek istemediğim bir duruma düşmüştüm. Günahkar
hak ettiği cezayı alıyorsa karşı çıkmaya hakkımız var mı? Neden hala dünya
halinden kopamadığımı ve senin hizmetine giremediğimi açıklamak istesem,
eskiden olsa hakikatle ilgili bilgilerim bulanık derdim, ama şimdi böyle bir bahanem
de kalmadı. Çünkü artık hakikatin anlamı benim için apaçıktı. [348]
İşin aslı ben hala bu dünyaya bağlı
olduğumdan senin askerin olmayı reddediyordum ve şu yüklerin omzuma binmesinden
korkacağıma yüklerimden kurtulmaktan korkuyordum.
12.
Uyurken tatlı bir rehavet
çöker ya insana, işte dünya yükü de öyle çöktü üzerime. Sana yoğunlaştırdığım
düşüncelerim, adeta uykusundan uyanmak isteyen, ama derin uykusuna yenik düşüp
tekrardan deliksiz bir uykuya dalan insanların çırpınmalarını andırıyordu. Hiç
kimse sonsuza dek uyumak istemez, aklı başında olan herkes uyanık olmanın evla
olduğunu bilir. Ama bedeni uyuşup ağırlaştığında ille de uyanık kalacağım diye
diretmez, gönlü olmasa da şöyle birazcık serbest kalmanın tadını çıkarır,
uyanma vakti gelmiş olsa bile. Işte aynı şekilde ben de senin aşkına teslim
olmanın, kendi tensel arzuma yenik düşmekten daha iyi bir şey olduğunu
biliyordum. Sana teslim olma düşüncesi beni mutlu ediyor ve gönlümü çeliyordu, ama
tensel arzuma yenik düşmenin tadı başkaydı ve beni aşıyordu. Sen, “Ey sen,
uyan uykundan, kalk ölüm döşeğinden, İsa seni aydmlatacak”28
dediğinde, sana verecek bir yanıt bulamıyordum. Her şekilde söylediklerinin
doğru olduğunu kanıtlamana rağmen ve senin Hakikatine kani olmama rağmen yine
de tam bir yanıt veremiyordum^ “Hemen,” “Işte şimdi,” “Az izin ver, n’olur”
türünden uyuşuk, uykulu sözcükler dışında. Ama o “Hemen, işte şimdi” sözcükleri
bir türlü şimdi olmuyordu, “Az izin ver, n’olur” sözcükleri ise uzadıkça
uzuyordu. Öz varlığımda onayladığım yasanın bir hükmü kalmıyordu, bedenimdeki
öteki yasa zihnimin yasasıyla çarpıştıkça ve bedenimde yerleşmiş olan günah yasasına
beni tutsak kıldıkça. Günah yasası alışkanlığın yarattığı zorbalıktır ve gönül
istemese de onunla çekip götürülür ve tutsak olur; la- [349]
yıktır da buna, çünkü isteyerek bu duruma düşer. O halde ben biçareyi şu
ölümlü bedeninden, Rabbimiz Mesih İsa aracılığıyla lütfettiğin sevgin dışında
başka kim kurlarabilir?29
6.
BÖLÜM
Ponticianus, Antonius'un yaşamını
anlatıyor.
13.
Sımsıkı bağlı olduğum
cinsel arzularımdan ve dünyevi meşgalelerimden beni nasıl kurtardığım
anlatacağım şimdi ve senin adına itirafta bulunacağını ya Rab, Yardımcım,
Kurtarıcım. Gitgide artan gönül bulanıklığımla her zamanki gibi yaşayıp
gidiyordum, her gün sana ie; çekiyordum, olanca ağırlığıyla üstüme çullanan ve
beni inim inim inleten dünya işlerimden vakit buldukça sık sık Kilisene
uğruyorduın. Alypius da benimle beraberdi, üçüncü kez atandığı hakim danışmanlığı
görevinden sonra hukuk mesleğine ara vermişti, şimdi yeniden fikirlerini
satabileceği birilcrini arıyordu, tıpkı benim gibi, ben de güzel konuşma
sanatını salıyordum, sanki bu sanatta öğretici bir yan varmış gibi. Ncbridius
ise dostluk hatırına hepimizin samimi arkadaşı olan gramerci Vcrecundus’uıı
derslerine destek oluyordu. Verecundus Milano’da doğmuştu ve halen oranın
vatandaşıydı. Dostluğumuza sığınıp rica minnet aramızdan güvenilir birinin
acilen kendisine yardımcı olmasını istemişti, böyle bir desteğe sahiden çok
ihtiyacı vardı. Nebridi- us’uıı bu işi kabullenmesinin nedeni para kaygısı
değildi, çünkü istese edebiyat öğretmenliği yaparak da bir hayli para
kazanabilirdi. Ama çok kibar ve çok iyi bir insan olduğundan bizim ricamızı
kırmaya gönlü el vermedi. Görevini de ihtiyatla yerine getirdi, dünyanın büyük
adamlar olarak gördüğü kişilerce tanınmamaya özen gösterdi, ruh hu- [350] zurunu kaçırabilecek
olaylardan uzak durdu. Kafası dinç olsun istiyordu, mümkün olduğunca bütün boş
vakitlerini felsefi konularda araştırmalar yapmaya, okumaya ya da yapılan
konuşmaları dinlemeye versin istiyordu.
14.
Nebridius’un olmadığı bir
gün -neden yoktu doğrusu hatırlamıyorum- hiç beklemediğimiz bir anda
Ponticianus adında biri eve geldi, o sırada Alypiusla birlikte evdeydik. Ponticianus
Afrika'dan hemşehrimizdi ve sarayda yüksek bir mevkiye sahipti. Bizden bir şey
talep edecekmiş. Oturduk, sohbete başladık. O sırada tesadüfen önümüzdeki oyun
masasının üstünde duran bir kitaba gözü takıldı. Kitabı aldı, açtı ve Paulus'un
mektupları olduğunu anlayınca çok şaşırdı. Çünkü mesleğimle ilgili şu baş
belası kitaplarımdan biridir diye düşünmüş. Şöyle bir gülümsedi ve tebrik
edercesine yüzüme baktı. Aniden bu mektuplarla karşılaşması ve sadece bu
mektupları göz önünde tuttuğumu görmesi onu hayrete düşürmüştü. Sofu bir Hıris-
tiyandı, sık sık kiliseye gidiyor, senin huzurunda Tanrım, secdeye varıyor ve
uzun uzun dualar ediyordu. Bu kitapların benim için derin bir araştırma konusu
olduğunu belirttiğimde, Mısırlı keşiş Antonius'a kadar uzayan bir konuşma
başladı aramızda. Senin kulların çok büyük saygı gösterirlermiş Antonius’a,
bizse o ana kadar onun adını bile hiç işitmemiştik.3o Bunu fark
edince konuşmasını daha da ayrıntılı hale getirdi, o ulu adaını adeta damıta
damıta akıtmak istiyordu şu cahil zihinlerimize, onu tanımadığımıza da hayret
ediyordu bir yandan. Bu kadar yakın bir geçmişte, neredeyse yaşadığımız çağda,
hem Ortodoks inancının hem de Katolik Kilisesinin kabul ettiği ve bir sürü
insanın tanık olduğu mucizelerini işitmek kafamızı allak bullak etmişti doğru- [351] su. Hepimiz şaşkınlık
içindeydik, bizler bu kadar çarpıcı bir hikayeyi bilmediğimizden, Ponticianus
ise bizim bu hikayeyi daha önce hiç işitmemiş olmamızdan ötürü.
15.
Buradan, konuşmanın konusu
manastırlarda yaşayan insanlara, senin rayihanla ve çöllerin o bereketli
vahalarıyla soluk alıp veren yaşam tarzlarına geldi; biz bunları da hiç
bilmiyorduk. Milano’da, kent surlarının dışında, Ambrosius'un koruyuculuğunu
üstlendiği bir manastır varmış ve biz bunu da bilmiyorduk. O anlattıkça
anlatıyor, konuştukça konuşuyordu, bizse çıt çıkarmadan can kulağıyla onu
dinliyorduk. Bir ara aklına geldi ve bize Trier’deyken,[352]
[353]! imparatorun yarış
meydanındaki gösterileri izlemekle meşgul olduğu bir akşamüstü, üç
meslektaşıyla birlikte kent surlarının bitişiğindeki bahçelerde çıktığı
gezintiden bahsetti: İki gruba ayrılmışlar, biri Ponticianus’la kalmış, diğer
ikisi kendi başlarına gitmiş. İkinci çift öyle dolanırlarken karşılarına bir
cv çıkıverıniş, senin sadık kullarından birileri oturuyormuş o evde, ruhça
fakir, ama Göklerin Krallığına sahip olanlardan birileri.12
İşte bu evde bir kitap bulmuşlar, Antonius’un yaşamını
anlatan. Bu iki arkadaştan biri kitabı okumaya başlamış, hayran kalmış, yüreği
tutuşmuş, okudukça yaşadığı yaşamı ve dünyevi mesleğini bırakıp senin
hizmetine girmeyi düşünmeye başlamış. Her ikisi de sarayın gizli haber alma
servisinde görevliymiş o sıra. Birdenbire kutsal bir aşkla dolmuş kitabı
okuyan, sahiden utanmış ve kendi kendine çok kızmış, sonra arkadaşına çevirmiş
gözlerini ve ona şöyle demiş: “N’olur söyle, çektiğimiz bunca zahmetin bize
bir yararı olacak mı? Neyin peşinden koşturuyoruz? Devlete hizmet etmekteki
amacımız ne? imparatorun arkadaşı olmaktan daha iyi bir mevki elde edebilir
miyiz şu sarayda? Bulunduğumuz bu mevkide bile yaşamımız pamuk ipliğine bağlı
değil mi zaten, her an bir tehlikeyle karşı karşıya değil miyiz? Bundan daha
tehlikeli bir başka mevkiye gelmek için kim bilir daha ne tehlikeleri göze
almamız gerekecek? Sonra böyle bir mevkiye gelmek için daha ne kadar bekleyeceğiz?
Oysa Tanrı'nın dostu olmak istesem anında olurum.” Sözlerini bitirmiş, yepyeni
bir yaşamı doğurmanın verdiği sancıyla gözlerini yeniden kitaba çevirmiş.
Okumuş, okudukça gönlü hak yoluna girmiş, sadece senin görebileceğin şekilde;
zihni bu dünyadan boşalmış sonra, o anda herkesin görebileceği şekilde. Kitabı
okurken ve yüreğindeki akıntılar girdap olup dönüp dururken, zaman zaman bir
çığlık yükselmiş derinlerinden, işte o an gideceği yolun daha iyi bir yol
olduğunun ayır- dına varmış ve kararını vermiş ve o andan itibaren senin kulun
olmuş, arkadaşına şöyle demiş: “Artık bütün dünyevi hırslarımdan çekip kurtardım
kendimi ve Tanrı’nın hizmetine girmeye karar verdim, şu andan itibaren bu yeni
görevimde yapmam gerekeni yapacağım. Peşimden gelmeyeceksen bana karşı da
çıkma.” Bunun üzerine arkadaşı onun yanında olacağını söylemiş, mademki bu
kadar büyükmüş bu ödül, bu kadar önemliymiş bu görev. Böylece her ikisi de sana
teslim olmuşlar ve gerekli bedeli ödeyip, yani bütün mallarını mülklerini bir
kenara atıp senin peşinden yürüyerek kulelerini inşa etmişler.33
O sı- [354] rada Ponticianus ve yanındaki
arkadaşı bahçenin başka yerlerinde gezinip bu ikisine bakınırken onların
olduğu yere gelmişler, onları görmüşler ve hava karardığından artık dönme
vaktinin geldiğini söylemişler. Arkadaşları ise verdikleri kararı ve
amaçlarını anlatmaya başlamışlar onlara, nasıl olup da gönüllerine böyle bir
isteğin doğduğunu, nasıl hayırla sonuçlandığını açıklamışlar ve bize katılmak
istemiyorsanız karşı da çıkmayın demişler. Ama Ponticianus ve arkadaşı yürümekte
oldukları yoldan geri dönmemiş, buna rağmen, dediğine bakılırsa, kendi
hallerine olurup ağlamadan da edememişler, sonra bütün samimiyetleriyle
arkadaşlarını kutlayıp onlardan dualarını üzerlerinden eksik etmemelerini
istemişler. Ardından yüreklerini yeniden toprağa gömüp sarayın yolunu
tutmuşlar. Arkadaşlarıysa yüreklerini gökyüzüne kal ıp evde kalmışlar.
Bunların ikisi de nişanlıymış ve nişanlıları bu durumdan haberdar olunca ikisi
de bakireliklerini sana adamışlar.
7.
BÖLÜM
Ponticianus'un anlattıklarını
dinledikten sonra
yüreğinde bir eziklik hisseder.
16. İşte Ponticianus’un anlattıkları bunlardı. Ama o konuşurken, ya
Rab, sen beni şöyle arkamdan tutup kendime döndürdün, çünkü ben kendimle
yüzleşmek istemediğimden arkama saklanmıştım ,,M Sen beni gözümün
önüne koydun, ne kadar kirli, ne kadar çirkin, ne kadar pespaye olduğumu, nasıl
da çıbanlarla, irinlerle kaplandığımı görebileyim diye. Gördüm ve ürktüm, ama
kendimden başka kaçabileceğim [355] bir yer yoktu. Bakışlarımı
kendimden kaçırmaya çalıştığımda Pontici- anus hikayesini anlatmaya devam
ediyordu ve sen bu şekilde bir kez daha beni kendimle karşı karşıya
getiriyordun, kendimi gözlerimin önüne itiyordun ki kötülüğümü göreyim ve ondan
nefret edeyim. Onu iyi tanıyordum, ama kendimi kandırıp onu kabullenmek istemiyordum
ve zihnimden çıkarmaya çalışıyordum.
17.
Ama bu kez hikayelerini
dinlediğim şu iki gence kanım iyice kaynamaya başlamıştı, ruhsal sağlıklarını
kazanmak için kendilerini tamamen senin şifalı ellerine bırakmalarından
etkilenmiştim. Onlarla kıyasladığımda iliklerime kadar kendimden nefret ettim.
Yaşamımdan onca yıl öylesine akıp geçmişti, kaba hesapla on iki yıl, bana
bilgelik aşkını aşılayan Cicero’nun Hortensius’unu on dokuz yaşımda okuduğuma
göre. Gerçi artık dünyevi mutluluklardan sıtkım sıyrılmaya başlamıştı, ama
hala bahaneler buluyor ve bilgelik arayışına zaman ayırmıyordum. Oysa bırakın
bilgeliği keşfetmeyi, sadece onu araştırmaya girişmek bile dünyanın bütün
hazinelerini, bütün krallıklarını ve her an emrinize amade bekleyen bütün
bedensel zevkleri keşfetmeye bedeldi. Ama ben öyle biçare bir gençtim ki,
hatta ergenliğimin ilk yıllarında senden iffet dileyecek ve sana, “Beni
iffetli kıl, kendime hakim olmamı sağla, ama daha değil” diyecek kadar biçare.
Olur da hemen beni işitirsin ve beni şu şehvani hastalığımdan hemen kurtarırsın
diye korkuyordum, çünkü ben şehvetimi bastırmaktansa tatmin etmeyi yeğliyordum.
Batıl inançların peşinde, yanlış yollarda yürüyüp gidiyordum, bunların doğru
olduğunu düşündüğümden değil, yerlerine kayabileceğim başka inançlar
bulamadığımdan. Ama samimi bir şekilde eğilmiyordum ki başka inançlara,
tersine hepsine düşmanca bir tavırla karşı çıkıyordum.
18.
Dünyevi hırslarımdan
sıyrılıp sadece senin yoluna gireceğim
AUGUSTİNUS
anı gün be gün geciktirmemin sebebi, bana
göre, yönümü tayin edecek belirgin bir işaret göremememdi. Işte sonunda
kendimin karşısında çırılçıplak kalacağım ve vicdanımın bana şöyle çıkışacağı
an geldi: “Hani dilin? Kesin bir hakikat olmadığından, gelip geçici yüklerini
atmak istemediğini söylüyordun ya sürekli. Işte kesin hakikat, ama sen hâlâ
omuzlarında o yükleri taşıyorsun, oysa dünyevi şeyleri araştıracağım diye
kendisini yiyip bitirmemiş, bu meseleler üzerine o kadar yıl kafa yormamış
insanlar çoktan omuzlarından o yükleri atmış, yerine kanatlarını takmışlar”
lşte böyle eziliyordu içim, korkunç bir utanç duygusu kaplıyordu her yanımı,
Ponticianus ise hikâyesini anlatmayı hâlâ sürdürüyordu. Konuşmasına son verdi
sonra, bizden isteyeceğini de istedi ve gitti, bense kendimle baş başa kaldım.
Neler söylemedim ki kendime? Senin arkandan gitmek için çırpınırken beni takip
etsin diye, ne sözler söylemedim kamçı gibi vura vura ruhuma? Ama o duraksıyordu,
reddediyordu ve bir bahane de uycluramıyorclu. Önceki iddialarının hepsi
tükenmişti, hepsi çürütülmüştü; kala kala sessiz bir titreyiş kalmıştı geriye,
alışkanlık kaynağının kurutulmasından ölümden korkar gibi korkuyordu, oysa bu
kaynakla ölesiye kuruyup yok oluyordu.
8.
BÖLÜM
İstediği şeyi
gerçekleştirmek üzere tek başına bahçeye çekiliyor. [356] anlamı olmayan
bunca bilgimizle, bak hâlâ şu etten kandan oluşmuş çamurda debelenip duruyoruz!
Bizden önce yolu tuttukları için mi onları izlemekten utanıyoruz, peşlerinden
gitmeye çaba sarf etmememiz daha utanç verici değil mi?” Buna benzer şeyler
söyleyip durdum, öyle coşmuştum ki birden ondan koptum, o ise şaşkın şaşkın
yüzüme bakıyor, susuyordu. Çünkü sesim bir garip çıkıyordu. Ruh halimi sarf
ettiğim sözler değil de daha çok yüzüm, yanaklarım, gözlerim, rengim ve ses
tonum daha fazla yansılıyordu sanki. Kaldığımız evin ufak bir bahçesi vardı,
nasıl bütün evi rahatça kullanıyorsak bu bahçeyi de o kadar rahat
kullanabiliyorduk, çünkü ev sahibimiz, yani evin efendisi burada oturmuyordu. Yüreğimde
kopan fırtına beni işle bu bahçeye sürükledi, kendi kendime vermiş olduğum o
ateşli mücadelede beni burada anık kimse rahatsız edemezdi, La ki senin
bildiğin, ama benim bilmediğim çıkış yolunu bulana değin. Deliriyordum, ama
aklımı başıma getirecek şekilde; ölüyordum, ama yeniden doğacak şekilde. Ne
kadar hasta olduğumun farkındaydım, ama az sonra iyi olacağımı bilmiyordum. Bu
yüzden bahçeye çıktım. Alypius da arkamdan geldi sonra usul usul. Ama onun
oradaki varlığı benim yalnızlığıma ket vurmadı. Ben bu haldeyken hiç beni
yalnız bırakabilir miydi? Evden olabildiğince uzak bir yere oturduk. Kendimden
geçmişlim, doğru yola girmediğim ve seninle akdetmediğim için Tanrım, ruhum
öfkeden ve üzüntüden karman çormandı, bir yandan da bütün kemiklerim sana
teslim olmam gerektiğini bas bas bağırıyor ve gökyüzüne şükranlarını sunuyordu.
Senin katına erişmek için ne gemilere ihtiyaç var, ne atlı arabalara, ne
ayaklara ne de evle şu oturduğumuz yer arasındaki mesafe kadar yürümeye.
Gitmek istemen yeter, o zaman oraya gitmekle kalmaz, aynı zamanda anında
ulaşırsın, ama güçlü bir şekilde isteyeceksin bunu, tüm kalbinle, öyle yarım
ağız bir o yola bir bu yola dönüp durmadan, bir yanın yukarıya, diğer yanın
aşağıya çekiştirmeden.
20.
Kararsızlığımın verdiği
ıstırapla elimi kolumu koyacak yer bulamıyordum, istediği şeyi yapacak gücü
bulamayan ya da zincirlere vurulmuş veya hastalıktan zayıf düşmüş, yani bir
şekilde hareket yetisi kısıtlanmış insanlar gibi. Saçlarımı yokluysam, alnıma
vurduysam, parmaklarımı birbirine dolayıp dizlerime bağladıysam, bütün bunları
istediğim için yaptım. Bedenimin itaat yeteneği olmasaydı bu hareketleri
yapmak isteyebilirdim, ama yapamazdım. Demek ki benim yaptığım pek çok
harekette hareket yapma isteği ile hareket yapma yetisi farklı şeylerdi. Ne var
ki hiçbiriyle kıyaslanmayacak kadar çok hoşuma giden hi r hareket i
yapamıyordum, oysa istediğim anda bunu yapabilirdim, çünkü bunu yapmayı
istemiş olsaydım bütün kalbimle istemiş olacakı mı. Bu durumda hareket etme
yeteneği iradeyle eş oluyordu, yani bir şey islemek onu yapmaktı. Buna rağmen
öyle olmuyordu. Bedenim ruhumun cıı ufak isteğine kolayca boyun eğiyordu,
örneğin emrettiği anda elini kolunu hareket ettirebiliyordu da ruhum kendisinin
o büyük arzusuna itaat etmiyordu, oysa sadece istese bunu anında
gerçckleştirebi 1 irdi.
9.
BÖLÜM
Zihnin kendi emrine itaat
etmemesinin nedeni. [357]
kaldır diye emrediyor, emir bir anda
yerine getiriliyor, öyle ki emir ile cmrin yerine getirilmesi birbirinden ayırt
edilemiyar bile. Ama zihin zihindir, el ise beden. Zihin zihnin istemesini
emrediyor, emri alan zaten zihnin kendisi, ama zihin bu emri yerine
getirmiyor. Bu tuhaf durum nereden kaynaklanıyor? Neden böyle oluyor? Yani
zihin kendisine istemesi için emrediyor, ama o bunu yapmak isteyene kadar emri
yerine getirmiyor, kısacası emrettiği şeyi yapmıyor. Demek ki tüm kalbiyle
istemiyor, dolayısıyla tüm kalbiyle de emretmiyor. istediği kadarını
emrediyor, istemediği kadarı da emrettiği şeyi yerine getirmiyor. Çünkü irade,
irade harekete geçsin diye emir veriyor, yani emri veren başkası değil,
kendisi. Demek ki emri veren irade tam bir irade değil, hu yüzden emrettiği şey
yerine gelmiyor. Tam bir irade olmuş olsaydı harekete geçsin diye emretmezdi,
zaten harekete geçerdi. Öyleyse kısmen istemek ve kısmen istememek öyle tuhaf
bir durum değil, sadece zihinsel bir hastalık; Hakikatin çağrısına uyarak tam
olarak doğrulamayan, alışkanlığına yenik düşüp aşağıya çekilen zihnin bir
hastalığı l)emek ki iki irade var ve bunların ikisi de tam değil, çünkü birinde
olan diğerinde yok. [358] seler ve gerçeği görebilseler
iyi olacaklar ve o zaman senin havarin onlara şöyle diyecek: “Vaktiyle
karanlıktaydınız, ama şimdi Rab’da nur- landınız.”1'l Ama onlar Rab’da
nurlanmak istemiyorlar, kendilerinde nurlanmak istiyorlar, çünkü insan ruhunun
doğasının Rabbin doğasıyla özdeş olduğunu sanıyorlar. Böyle sandıkları için de
daha koyu karanlıklara bulanıyorlar, o korkunç kibirleri yüzünden senden, yani
bu dünyaya gelen bütün insanları aydınlatan Hakiki Nurdan16 gitgide
uzaklaşıyorlar. Söylediklerinize dikkat edin, yüzünüz kızarsın, Ona yaklaşın ve
Nurla dolun, yüzün üz artık kızarmasın.17 Uzunca bir süredir
niyetlendiğim Rab Tanrımın yoluna girme konusunda düşünüp tartışırken, anladım
ki bu yola girmeyi isteyen de bendim, istemeyen de bendim. Sonuçta ikisi de
bendim. Ne tam olarak istiyordum bunu, ııc de tam olarak istemiyordum. Demek ki
kendi kendimle savaşıyordum ve kendi kendimle düşünce ayrılığı yaşıyordum ve
bu düşünce ayrılığı bana rağme'n ortaya çıkıyordu. Ama bu durum be'nde başka
bir zihnin olduğunu kanıtlamıyordu, sadece ceza çektiğimi kanıtlıyordu. 15u
cezayı kendime veren hen değil, bendeki günahkârlıktı, yani özgür isteğimle'
işlediğim günahtan kaynaklanan bir günahkarlık; çünkü ben bir âde'moğluydum.
23.
İçimizde birbiriyle çatışan
iradeler kadar farklı doğalar olsaydı bunların sayısı ikiden fazla olurdu.
Varsayalım falancı kişi Manicilerin toplantısına mı, yoksa tiyatroya mı
gideceğine bir türlü karar verememiş olsun, Maniciler hemen şöyle
haykıracaktır: “Işte size iki doğa. Bunların iyi olanı bize getirir, kötü olanı
tiyatroya götürür. Yoksa birbirine zıt iki iradenin yarattığı bu ikilemi başka
nasıl açıklayabilirsi- [359] [360]
niz?” Bana soracak olursanız, bu iradelerin ikisi de kötü, çünkü biri
Manicilere götürüyor, diğeri de tiyatroya. Ama Maniciler ancak kendilerine
götüren iradenin iyi olduğuna inanıyor. Nasıl yani? Örneğin fa- lancamız kara
kara düşünüyor ve birbiriyle çatışan iki irade arasında bir o yana gidiyor, bir
bu yana ve bir türlü tiyatroya mı, yoksa kilisemize mi gideceğine karar
veremiyor. Manicilerin ona verecekleri yanıt da sallantılı olmayacak mı7 Çünkü
kendi kutsal öğretilerinin imbiğinden geçmiş ve kendi kiliselerinin taraftarı
olmuş insanları onlara getirenin iyi irade olduğuna inandıklarına göre,
buradan hareketle, ya iyi irade insanı kiliseye götürür demek zorunda
kalacaklar -ki böyle bir şeyi demek istemeyeceklerdir- ya da aynı insanda iki
kötü doğanın ve iki kötü zihnin birbiriyle çeliştiğini düşünmek zorunda
kalacaklar ve her zamanki iddialarının, yani bir iradenin iyi, diğerinin kötü
olduğuna ilişkin iddialarının doğru olmadığı ortaya çıkacak. Ya da gerçeği
kabullenip karar aşamasındaki bir insanda farklı iradelerle fokur fokur
kaynayan tek bir ruhun olduğunu reddetmeyecekler.
24.
İşte aynı insanda iki
iradenin çatıştığını açıkça gördüler, o zaman artık insanda birbirine zıt iki
tözden ve birbirine zıt iki ilkeden doğan, biri iyi ve diğeri kötü olmak üzere
birbirine zıt iki zihin var demesinler. Çünkü sen, ey Hakikat olan Tanrı,
onların yanıldığını yüzlerine vurursun, iddialarını çürütür, şaşkına
döndürürsün. Her iki iradenin de kötü olduğu durumlar olabilir. Örneğin falancı
kişi falan- cayı zehirleyerek mi yoksa hançerleyerek mi öldüreceğine karar veremiyor
olabilir; iki çiftliğe birden el kayamayınca şu çiftliğe mi, yoksa bu çiftliğe
mi el koysam diye oturup düşünebilir; paramı zevk uğruna har vurup harman mı
savursam, yoksa cimrilik edip paramı hiç harca- masam mı diye düşünebilir;
yarış meydanına mı yoksa tiyatroya mı gideyim, çünkü bugün her ikisinde de
gösteriler var diyebilir. Haydi ben bu sonuncuya bir üçüncü seçenek ekleyeyim,
aynı kişi hazır fırsatını yakalamışken başkasının evini mi soysam diye de
düşünebilir, hatta dördüncü bir seçenek de ekleyeyim, aynı anda şansı yaver
giderse gidip zina mı işlesem acaba diyebilir. Bütün bu seçenekler aynı anda
ortaya çıkmış ve hepsi aynı şekilde arzulanıyar olsa bile yine de bir insan
bunları aynı anda gerçekleştiremez ve zihni birbiriyle zıtlaşan iradeler
arasında bölünür, hatta arzuladığı seçeneklerin sayısına göre gerektiğinde dört
beş parçaya bölünür. Ama Maniciler insanda bu kadar çok sayıda farklı töz
olduğunu bir türlü kabul etmek istemiyor. Oysa iyi iradeler söz konusu
olduğunda bile aynı mantık geçerli. Örneğin Manicilere, acaba insan için
hangisi iyi, Paulus’un Mektuplarını okumaktan duyulan haz mı, yoksa
Mezmurlardaki o dingin tat mı ya da Incil'i yorumlamak mı, diye bir soru
soracak olsam, her bir soruma “evet, bu iyi” diye yanıt vereceklerdir. E,
öyleyse? Bu seçenekler aynı şekilde ve aynı anda hoş gelebiliyorsa, o zaman en
hoşumuza gidecek seçeneğe karar verirken neden yüreğimiz farklı iradeler
arasında bir o yana, bir bu yana gidip gelmesin ki? Bu iradelerin hepsi iyi olsa
bile yine de aralarında bir savaş yaşanacaktır, ta ki artık o mu bu mu diye
düşünmeden bütün kalbimizle yöneleceğimiz birini seçene kadar. İşte aynı
şekilde bir yandan ebediyetin aşkına kapılıp yukarıya, bir yandan da geçici
iyiliğin hazzına kapılıp aşağıya çekildiğimizde, ruhumuz var gücüyle direnir ve
ne yukarıya ne de aşağıya gitmek istemezse, büyük sancılar içinde ikiye
ayrılır, bir yanı hakikatten dolayı ebediyeti tercih eder, diğer yanı
alışkanlığından dolayı geçici olanı terk etmez.
ll. BÖLÜM
Augustinus'ta beden ve ruh
kavgası.
25.
İşte bu tür bir hastalıktan
muzdariptim, işkence çekiyordum, kendimi her zamankinden daha acımasızca
suçluyor, zincirlerimin içinde tamamen kopup parçalanana kadar bir o yana bir
bu yana dönüp duruyordum; zaten artık ufak bir halka kalmıştı beni tutan, ama
sonuçta yine de tutuyordu ya. Sense, ya Rab, yalın merhametinle korku ve
utancın çift kat kırbacını yüreğimin en derinlerine indiriyordun, yeniden pes
edeyim ve beni tutan şu minnacık, ince halka da kopmasın diye; yeniden
güçleneyim ve beni daha sıkı zincirlere vur diye. Ruhumdan şöyle geçiriyordum:
“Şimdi olsun, şimdi olsun,” ve böyle diye diye artık son kararımı veriyordum.
Evet, neredeyse veriyordum, ama veremiyordum, eski halime de dönemiyordum,
kıyıda duruyordum ve yeniden soluklanıyordum. Ha gayret dedim yeniden, hedefe bir
adım- cık daha yaklaştım, bir adımcık daha, işte neredeyse neredeyse dokunuyordum,
tutuyordum. Ama ulaşamıyordum, dokunaımıyordum, tutamıyordum, ölümü ölmek ile
yaşamı yaşamak arasında tereddütteydim; içime işlemiş kötülük hiç tatmadığım
iyilikten daha hakimdi üzerimde, beni farklı bir insan haline dönüştürecek ana
yaklaştıkça daha büyük bir korku salıyordu içime, geri itmiyordu, döndürmüyordu
da, ama boşlukta bırakıyordu.
26.
Bir dolu ıvır zıvırdı beni
tutan, boş kafalılıktan kaynaklanan saçma sapan şeyler, eski aşklar. Hepsi
bedenimin eteğinden çekiştirip şöyle fısıldıyordu: “Bizi terk mi ediyorsun?” “O
andan sonra seninle birlikte olamayacağız, hem de sonsuza kadar.” “O andan
sonra şunu ya da bunu yapman kesin yasak, hem de sonsuza kadar.” Şu ya da bu
dediğim şeylerle neler kastetmediler ki Tanrım, neler kastetmediler?
Merhametin bu kulunun ruhundan uzak tutsun
hepsini! Kastettikleri ne iğrenç, ne çirkin şeyler! Ama artık kulağıma öyle
uzaklardan geliyordu ki bu sesler. Yolda karşıma çıkmıyorlardı öyle açık açık,
arkamdan gelen fısıltılardı sadece, ben uzaklaşıp giderken çimdikleyip kaçı-
veriyorlardı sanki, geriye bakmamı istercesine. Ama yine de beni alı-
koyuyarlardı işte, kendimden kopmakta tereddüt ediyordum, onlardan kurtulmakta
ve davet edildiğim yere geçmekte; alışkanlığım zorbalık edip şöyle söylüyordu
bir yandan: “Onlarsız yaşayabileceğini mi sanıyorsun?”
27.
Ama bu ses artık öyle cılız
çıkıyordu ki. Çünkü yüzümü döndüğüm, ama geçmeye henüz cesaret edemediğim o
kıyıdan nefse hâkimiyetin o illetli güzelliği bütün duruluğuyla, cilvesiz
tebessümüyle bana el ediyor, gel, tereddüt etme diyordu tevazu içinde; aziz
ellerini uzatıyordu beni almak ve kucaklamak için, ne iyi örneklerle doluydu bu
eller. Kimler kimler yoktu ki, oğlanlar, kızlar, her yaştan bir sürü genç, bir
sürü insan, vakur dullar, yaşlı bakireler ve hepsinin ortasında nefse
hakimiyet; kısır değildi asla, tersine kocası olan senden doğan çocukların,
sevinçlerin bereketli anasıydı o, ya Rab. Bana cesaret aşılayan tebessümüyle
yüzüme gülüyor ve sanki şöyle söylüyordu: “Bu erkeklerin, bu kadınların
yapabildiğini sen yapamayacak mısın yani? Bu erkekler, bu kadınlar Rab
Tanrılarına değil de kendilerine güvendikleri için mi bunu başardılar
sanıyorsun? Beni onlara bahşeden onların Rab Tanrısı. Neden sırtını kendine
dayıyorsun ve sırtım kendine dayayınca öyle duramıyorsun? At kendini Ona,
sakın korkma; düşmeyesin diye kendini hiç çekmeyecek senden. At kendini
güvenle, yakalayacak seni, şifa verecek.” Çok utanmaya başladım, çünkü hâlâ şu
ıvır zıvır fısıltıları işitiyordum, hâlâ boşlukta asılı duruyordum. Bir kez
daha atıldı, şöyle der gibi: “Şu dünyevi bedenin kirli fısıltılarına
kulaklarını tı-
ka, körelt onları.38
Senin hoşuna gidecek hazlardan bahsediyorlar, ama bu hazlar senin Rab Tanrı'nın
yasasıyla uyuşmuyorlar.”39 Yüreğimde yaptığım bu muhasebe benim kendimle
kavgamdan başka bir şey değildi. Bu arada Alypius hala yanımda öyle çakılı
duruyordu, daha önce hiç yaşamadığım bu sarsıntı nereye varacak böyle diye
sessizce bekliyordu.
12.
BÖLÜM
Kendisini
uyaran bir sesle hak yoluna giriyor.
28.
Bu derin tefekkür anı,
yüreğimin en sırlı derinliklerinden bütün bedbahtlığımı çekip çıkarınca ve
gözlerimin önüne serince büyük bir fırtına koptu, yağmur gibi inen
gözyaşlarıını taşıyıp getirdi beraberinde. Hepsi sel olup aksın, hıçkırıklara
boğulsun diye hemen Alypi- us’un yanından kalktım -ağladığım sırada yalnız
kalmak bana daha iyi gelecekti- gölgesini bile görsem utanabileceğimi
hissettiğimden, olabildiğince uzağa attım kendimi. O an ne halde olduğumu
anladı, çünkü o sırada bir şeyler söylemiş olacağım ki, sesimin tonundan
gözyaş- larımı zor tuttuğum belli olmuştu, sonra da kalkıp gitmiştim zaten.
Alypius oturduğumuz yerde kalakalmıştı, hayretler içindeydi. Kendimi bir incir
ağacının altına atıp öylece serildim yere, gözyaşlarıını artık tutamıyordum,
sel gibi boşalıyordu gözlerimden, senin kabul edeceğin bir kurban olarak.
Kelimeler aynı olmasa da şu anlama gelecek o ' kadar çok şey söyledim
ki sana: “Ne zamana kadar ya Rab? Ne zamana kadar gazabını hissedeceğim
üzerimde? Eskiden işlediğim günahları n’olur unutsan.” Çünkü hissediyordum,
bunların elleri hala üzerim- [361] [362]
deydi. Feryat figan
ederek haykırıyordum: “Daha ne kadar, ne kadar ‘yarın, yarın,’ diyeceğim?”
Neden şimdi değil? Neden hemen şimdi sona ermiyor şu cenabet yaşamım?
29.
Bunları söylüyor ve
yüreğimin derin sancısıyla acı acı ağlıyordum. Birden bir ses çalındı
kulağıma, yandaki evden geliyordu, bir erkek ya da kız çocuğu (hangisi pek
çıkaramıyorum) şarkı söylüyordu sanki ve sık sık şöyle tekrarlıyordu: “Al oku,
al oku.” Birden yüzümün şekli değişti, çocukların bu tür bir şarkı söyleyip
oynadıkları bir oyun var mı acaba diye iyice düşündüm, ama daha önce böyle bir
şey duyduğumu hiç hatırlayamıyordum. Hıçkırıklarımı dindirdim, ayağa kalktım.
Başka açıklaması yoktu bunun, düpedüz tanrısal bir emirdi, Kutsal Kitabı açmam
ve gözüme ilk çarpan yeri okumam isteniyordu. Çünkü Antonius’un hikâyesini
dinlemiştim ve onun Incil’in okunduğu bir sırada tesadüfen Kilisede olduğunu ve
“Git, varını yoğunu sat, yoksullara ver, göklerdeki hazine senin olacaktır;
haydi gel, beni izle,” sözlerini işittiğinde de bunları kendisi için bir uyarı
olarak gördüğünü ve bu tanrısal vahiyle birdenbire senin yoluna döndüğünü
hatırlıyordum. Hemen Alypius’un oturduğu yere gittim. Çünkü onun yanından
kalkıp gitmeden önce Paulus’un kitabını oraya koymuştum. Kitabı aldım, açtım
ve gözüme ilk ilişen satırları içimden okumaya başladım: “Cümbüşe ve
sarhoşluğa, fuhşa ve sefahate, çekişmeye ve kıskançlığa kapılmayın; Rab Isa
Mesih’i giyinin, bedeninize ve bedeninizin şehvani arzularına öncelik
vermeyin.”[363] Daha fazla okumak istemedim,
gerek de yoktu. Çünkü cümlenin sonuna geldiğim anda bir güven ışığı yayıldı
yüreğime, kuşkularımın yarattığı tüm karanlıklar dağılıp gitti sanki.
30.
Okuduğum yere parmağımı
koyup ya da işte bir şekilde işaretleyip kitabı kapadım. Yüzüme gelen o
huzurlu ifadeyle Alypius’a her şeyi anlattım. O da zihninden geçenleri bana
anlattı, ben bunları hiç bilmiyordum. Kitapta okuduğum yeri görmek istediğini
söyledi. Gösterdim, benim okuduğum satırların altındakiler ilgisini çekti. Ben
metnin devamını bilmiyordum. Şöyleydi devamı: “imam zayıf olanı da aranıza
kabul edin.”[364] Bu sözün kendisi için
söylenmiş olduğunu düşündü ve düşündüğünü bana da açıkladı. Bu çağrı onun
imanını daha da güçlendirmişti, hiç tereddüt etmeden, sarsıntı falan da
geçirmeden kesin kararını ve amacını belirleyip bana katıldı. Bu amaç hayırlı
olduğu kadar onun ahlak ilkelerine de çok uygundu. Bu konuda zaten evvelden
beri benden hep daha iyi ve hep daha farklı olmuştu. Sonra kalkıp anneme gittik
ve olanı biteni ona anlattık. Çok sevindi. Nasıl hak yoluna girdiğimizi
anlattık, havalara uçtu, bayram etti ve sana şükretti, istediğimizden ve
düşündüğümüzden çok daha fazlasını yapacak gücü olan sana.[365]
Çünkü boynunu büküp onca gözyaşı dökmüş, inim inim inlemiş ve benim için sana
hep dua etmişti, şimdi isteğinin kat kat fazlasının kendisine bahşedildiğini
görmüştü. Çünkü beni senin yoluna döndürmüştün, bir daha evlenmeyi
düşünmeyecek, bu dünyaya ilişkin bütün beklentilerimi bir kenara atacak ve iman
tahtasında hiç sendelemeden duracak kadar. Zaten benim orada duracağımı anneme
yıllar önce rüyasında göstermiştin. Annemin yasım da sevince dönüştürmüştün,
beklentisinin kat kat üstünde bir sevinçti bu, çok daha değerli, çok daha saf;
benim bedenimden doğacak torunlarının kendisine vereceği sevinçle
kıyaslanmayacak kadar.
1.
BÖLÜM
Tanrı'nın
iyiliğine şükranlarını sunuyor, kendi
bedbahtlığının farkına varıyor.
1.
Ya Rab, ben senin kulunum,
ben senin kulunum ve senin cari- yenin oğluyum. Zincirlerimi kırdın; bunun için
sana kurban sunup şükretmek istiyorum.1 Lütfet, şu ka 1 h i m, şu
dilim sana övgülerini sunsun, tüm kemiklerim şöyle desin: “Ya Rab, kim sana
benzeyebilir?” Lütfet, böyle desinler ve sen bana şöyle yanıt ver, benim ruhuma
şöyle söyle: “Senin kurtuluşun benim.” Kimim ben, nasıl biriyim? Kötü şeyler
yapmadım mı, yapmasam bile söylemedim mi, söylemesem bile niyetlenmedim mi?
Ama sen, ya Rab, sen iyisin ve merhametlisin; uğurlu elin[366]
[367] ölümlü halimin derinliğini
yoklayarak yüreğimin diplerinden fesat kuyusunu boşalttı. Benden bütün
istediğin kendi arzularımı bir kenara bırakmam ve senin arzuladıklarını yerine
getirmemdi. Peki ama, onca yıldır özgür iradem neredeydi, böyle bir anda hangi
gizli, hangi derin çukurdan çıkartıldı ki, ben boynumu senin o yumuşac ık
boyunduruğuna uzatabildim, senin o hafif yükünü omuzlarıma alabilelim
ey Mesih İsa, ey Yardımcım, Kurtarıcım? Ne hoş bir şeydi benim için o ıvır
zıvır lezzetlerden böyle bir anda kurtulmak, bir zamanlar kaybetmekten
korkardım bunları, şimdi hepsinden vazgeçmek sevince boğdu beni. Çünkü bunları
söküp atıyordun benden, ey hakiki ve en yüce tatlılık, söküp atıyordun ve
bunların yerine sen süzülüyordun
içime, her türlü hazdan
daha tatlı olan sen; etin kanın yerine her türlü ışıktan daha parlak, her türlü
sırdan daha sırlı ve her türlü onurdan daha yüce olan sen süzülüyordun içime ve
senin onurun kendilerini onurlu sananlarınkine hiç benzemiyordu. Şu dünyevi
hırsların, şu kazanç tutkusunun gönül tüketen kemirişlerinden, şu çamurlarda
yuvarlanmaktan ve şehvaniliğin sürekli kaşınan yarasından kurtulmuştu artık
ruhum, artık seninle konuşuyordu, benim ışığım, bütün servetim ve esenliği nı
olan seninle, ya Rab Tanrım.
2.
BÖLÜM
Retorik öğretmenliğinden ayrılma kararını
sonbahar
tatiline kadar erteliyor.
2.
Senin huzurunda bir karar
aldım ve dilimi sattığım şu retorik pazarından aniden, ortalığı velveleye verip
ayrılmaktansa sessiz sakin çekilmeyi tercih ettim, çünkü zihinlerini senin
yasana ya da senin sağladığın huzura vereceklerine, saçma sapan yalanlara,
mahkemelerin hırgürüne veren öğrencilerimin artık benim dilimden dökülenleri silah
diye satın almalarını ve bunlarla kendi ökelerini kusmalarını istemiyordum.
Neyse ki sonbahar tatiline sadece birkaç gün kalm'ştı, ’ onları biraz daha
idare edebilirim diye düşündüm, sonra resmen istifa edecektim ve senin
sayesinde kurtuluşa erdiğim için bir daha kendimi satılığa çı kanmayacaktım.
Senin huzurunda böyle kararlaştırmıştık, ama bu kararımız alenen bilinmiyordu,
bir tek yakın dostlarımız bundan haberdardı. Başka kimseye duyurmamak üzere
aramızda fikir birliğine varmıştık. Gerçi sen gözyaşı vadisinden yukarıya
tırmanan ve
3
22 Ağustos-15 Ekim.
Hasat ve bağbozumu zamanına denk düşen bu tarihler arasında avukatlar izne
ayrılırdı.
yükseliş şarkıları
söyleyen bizlere sivri uçlu oklar, kızgın kömürler vermiştin yalancı dillere
gerekli yanıtı verelim diye. Çünkü bu diller yararlı öğütler verir gibi
görünerek bizi yolumuzdan etmeye kalkabilir ve sever görünerek, yem yutar gibi
bizi bir lokmada yutabilirlerdi.
3.
Senin aşkın oklarıyla
yüreğimizi dağlamıştı, iliklerimize işlemişti sözlerin, hep aklımızdaydı,
siyahtan beyaza, ölüden diriye döndürdüğün kullarının örnek yaşamlar
doluşmuştu gözlerimizin önüne, ağır uykularımızı yakıp kül ediyor, kökten söküp
atıyorlardı bir daha diplere vurmayalım diye. Öyle alev alev kavuruyorlardı ki
bizleri, yalancı diller caydırıcı nefeslerini üflese bile söneceğine cayır
cayır tutuşuyordu. Ama bütün dünyanın kutsal saydığı adın, hiç şüphe yok ki
bizim bu kararımızı ve amacımızı övgülerle karşılayacak insanlar da çıkaracaktı
karşımıza. Bu yüzden neredeyse eli kulağında olan şu tatili bek- lemeyip
erkenden görevden istifa etmek millete gösteriş gibi gelebilirdi, ne de olsa
bu görev kamunun, gözünde önemli bir yere sahipti . Sonuçta istila etmemle
birlikte bütün dikkatler üzerime çekilecek, tatile birkaç gün kala kasıtlı
olarak istifa etmek istediğim düşünülecek ve adımı duyurmaya meraklıymışım gibi
bir his uyanacak, sonra da hakkımda bir sürü dedikodu yapılacak. Böyle
düşünmelerinin, aldığım kararı böyle değerlendirmelerinin, benim için hayırlı
olacak bir işi kötülemelerinin bana hiç yararı olabilir mi/4
4.
Her şey bir yana, yoğun
şekilde verdiğim dersler yüzünden o yaz ciğerlerim de iflas bayrağını çekmek
üzereydi, zor nefes alıp veriyordum. Göğsüındeki ağrılar hastalığın
habercisiydi, bu yüzden öyle yüksek sesle ve uzun süre konuşmama engel
oluyorlardı. Başlangıçta ba- [368] yağı üzülmüştüm bu duruma,
çünkü öğretmenliğin getirdiği yükten kurtulmam neredeyse zorunlu bir hal
almıştı ya da en azından tedavi olup eski gücüme kavuşmak için belli bir süre
derslere ara vermeliydim. Ama tamamen serbest kalıp bütün kalbimle senin Rab
olduğunu anlamam gerektiğine karar verdiğimden ve bu kararımı da hayata geçirdiğimden
beri -gönlümden geçeni sadece sen biliyorsun Tanrım- bu hastalığımdan memnun
olmaya bile başladım, çünkü çocuklarının eğitimi için benim derslere ara
vermemi hiç istemeyen velilerin hoşnutsuzluğunu gidermek için artık yalandan
bahaneler uydurmama gerek kalmayacaktı. Bu anlamda bayağı rahatlamıştım,
sabırla bu ara dönemin bitmesini bekledim, zaten yirmi gün kadar bir zaman
kalmıştı şunun şurasında. Ama yine de geçmek bilmedi, çünkü artık bu kadar ağır
bir işi yapmamın en büyük nedeni olan para kazanmak hırsından eser bile
kalmamıştı bende. Bu hırsın yerini sabır almamış olsaydı hâlâ sürdürdüğüm bu
işin altında ezilir kalırdıın. Belki senin kullarından, benim de kardeşlerimden
bazılar bütün kalbimle senin hizmetine girdiğim halde yalan kürsüsünde bir
saat bile fazladan durmamı bir günah olarak değerlendirecekler. Bu konuyu
tartışmak istemiyorum. Ama sen, merhamet dolu Rabbim, benim o korkunç, o
ölümcül günahlarımla birlikte bu günahımı da vaftiz olduğum sırada bağışlayıp
silmedin mi?
3.
BÖLÜM
Verecundus ona çiftliğini kiralıyor. [369]
mıştı, ama karısı iman
sahibiydi. Çıkmış olduğumuz bu yolculuğa katılmasına belki de en büyük engel
oydu. Çünkü Verecundus her şeyi tam olarak yerine getirmedikçe Hıristiyan olmak
istemediğini söylüyordu ve bu her şeye henüz hazır değildi. Yine de gayet
kibar davranıp orada olduğumuz sürece kır evinde kalabileceğimizi söyledi.
Dürüst insanların diriliş gününde, ya Rab, ona yaptığı bu iyiliğin karşılığını
vereceksin,’ lıatta böyle insanların kazanacağı ödülü ona çoktan bağışlamışım.
Çünkü yanında olmadığımız bir sırada ağır bir hastalığa yakalanmış vc vaftiz
olup imanlı bir insan o la ırak bu dünyadan göçüp gitmiş; biz o ara
Roma'daydık.ı' Böylece sen sadece ona değil, bize de merhametini bağışlamış
oldun, çünkü bizlere göstermiş olduğu o sıcak dostluğu düşünecek olursak, onun
senin sürüne katılmadığını görseydik çektiğimiz acı dayanılmaz olurdu. Sana
şükürler olsun Tanrımız! Çünkü bizler sana aitiz. İkiyle olduğumuzu senin bizi
yüreklendirmelerinden ve bizlere verdiğin tescllilerden anlıyoruz. Sen
verdiğin sözü tutarsın, dünyanın arbedesinden uzaklaşıp sende huzur bulduğumuz
Verecun- dus'un Cassiciacum'daki kır evine karşılık ona her daim yeşillikler
içindeki cennetinin ferahlığım bahşettiğine eminiz. Çünkü bu dünyada işlediği
günahlarını bağışladın ve onu süt pınarlarıyla dolu dağlara aldın, senin
dağlarına, bereketli dağlara.v
6.
Evet, Verecundus dertliydi
o dönemlerde, ama Nebridius bizim sevincimizi paylaşıyordu. Gerçi o da henüz
Hıristiyanlığı kabul etmemişti. Çünkü o korkunç yanılgının batağına saplanmış,
senin Oğlunun [370] [371]
[372]
bedeninin gerçek değil de bir hayal olduğuna inanmıştı. Yine de var
gücüyle hakikatin peşine düşmesi onun düştüğü bataklıktan bir şekilde
çıktığını gösteriyordu, henüz senin Kilisenin kutsal ayinlerine katılmamış
olsa bile. Zaten benim hak yoluna girmemden ve senin kutsal suyunla yıkanıp
yeniden hayat bulmamın hemen ardından o da vaftiz olup Katolik imanını
benimsedi ve kusursuz bir saüık ve kendine hakimiyet sergileyerek Afrika'da,
sayesinde Hıristiyanlığı benimsemiş olan ailesiyle birlikte bedenin
zincirlerinden kurtuldu. Şimdi İbrahim’in bağrında yaşıyor.8 İbrahim'in
bağrından ne kastediliyorsa işte Nebridius'cuğum da orada yaşıyor, benim can
dostum, seninse ya Rab, eskiden azatlı kölen, şimdiyse evlatlığın. Bu soylu
ruha zaten başka bir mekan yaraşır mı? Bana, şu insan müsveddesi cahil adama
hep sorup durduğu o yerde yaşıyor Nebridius. Artık konuştuğumda bana kulak
kabartmıyor, gönül ağzını dayamış senin pınarına, bilgelik içiyor
içebildiğince, kana kana, hiç son bulmayacak bir mutluluk içinde. Böylesine
sarhoş olsa da beni unutacağını hiç sanmıyorum, çünkü onun su içtiği pınar,
yani sen ya Rab, bizi hep hatırlıyorsun. işte o zamanki halimiz! Verecundus’un
üzüntüsünü gidermeye çalışıyor, bizim esenliğe ermemizin dostluğumuzu
sonlandırmayacağını söylüyorduk ve içindeki iman seviyesini, yani evli bir
yaşama uygun olan seviyeyi koruması yönünde tavsiyelerde bulunuyorduk,
Nebridius'u ise bizim peşimizden gelinceye değin sabırla bekliyorduk. Çünkü
sınıra o kadar yaklaşmıştı ki, bir adını daha atsa kesin başaracaktı. Günler
böyle akıp geçti ve nihayet o da dönüm noktasına geldi. Benim içinse bu günler
bitmek bilmedi, çünkü anık tamamen özgür olmanın ve görevimden ayrılmanın özlemini
çekiyor, iliklerime kadar tutuşup şu ilahiyi oku- [373]
mak istiyordum:
“Yüreğim sana yüzünü ara dedi, yüzünü aradım; yüzünü, ya Rab, hep
arayacağım.”»
4. BÖLÜM
Cassiacum'da yazdığı kitaplar. Nebridius'a
yazdığı
mektuplar. Mezmurları derin bir imanla okurken
birdenbire tutan şiddetli diş ağrısı.
7.
Hilabcl öğretmenliğinden
resmen kurtulacağım gün sonunda gelip çatlı, gerçi düşünce olarak ben çoklan bu
görevden ayrılmıştım. Artık bu düşüncem gerçek oldu. Önce yüreğimdeki bağları
söküp atmıştın, şimdi de dilimdeki bağları söküp atlın. Yakınlarımla kır evine
giderken sevinç içinde sana şükranlarımı sunuyordum. 10
Burada kaleme aldığım bülün kitaptarım artık tamamen senin hizmetine girmişlerdi,
her ne kadar hala o kibirli okulların havasını taşısalar da, son kez soluk alıp
veriyor gibi görünmeleri bunun açık bir kanılı. Bu kitaplar şu an yanımda olan
yakınlarımla yaplığım tarlışmaları ve sadece senin huzurunda kendi kendimle
yaplığım konuşmaları içeriyorlar. Ayrıca şu sırada yanımızda olmayan
Nebridius’la yaptığımız tartışmaları içeren mektuplar da bu durumu
kanıtlamakla. Ama bize bahşettiğin yüce iyiliklerinin hepsini kaleme alacağım
yeterli zamanı bulabilecek miydim bir gün, özellikle daha önemli konulara
girmekte acele eltiğim o dönemde? Çünkü hafızam beni geçmişe çağırıyor ve beni
hangi gizli [374] [375]
üvendirelerle terbiye ettiğini sana itiraf etmek bana öyle tatlı geliyor ki, ya
Rab, düşüncemin dağlarını tepelerini eğerek beni nasıl yere indirdiğini, eğri
büğrü yollarımı nasıl düzleştirdiğini, engebelerimi nasıl yumuşattığını itiraf
etmek ve ahretlik kardeşim Alypius'un senin biricik Oğlun, bizim Rabbimiz ve
Kurtarıcımız lsa Mesih’in adına nasıl secdeye vardığını itiraf etmek. Çünkü o
ilk başlarda benim eserlerimde Isa’nın adının geçmesini hiç hoş
karşılamıyordu. Bu eserlerden Kilisenin yılanların panzehiri olan şifalı
otları yerine okulların servi ağaçlarının kokusunu almak istiyordu, yani
Rabbimizin artık alaşağı ettiği servilerin.
8.
Davud’un Mezmurlarını, şu
iman ilahilerini, kibir esintilerinin giremediği dinsel ezgileri sana nasıl
haykırmıştım Tanrım! Senin hakiki aşkını henüz tadan biriydim, bu kır evinde
istirahate çekilen acemi bir öğrenciydim henüz, başka bir acemi öğrenciyle,
Alypius’la birlikte. Annem de hep yanımızdaydı, görünüşünde kadınca, inancında
erkekçe bir tavır sergileyerek, yaşlılığının getirdiği dinginlikle, analara
has şefkatiyle, Hıristiyanlığa olan sonsuz sadakatiyle hep yanımızdaydı. O
Mezmurları okurken nasıl da haykırıyordum sana, o ezgilerden nasıl alev alev
çağlıyordum sana, nasıl yanıp tutuşuyordum, mümkün olabilse ve ben
insanoğlunun kibrini kırmak için bu ilaheleri tüm dünyaya okuyabilsem diye!
Ama bu ilahiler zaten dünyanın dört bir köşesinde okunuyor, senin yakıcı
ateşinden kimse gizlenmiyor. ı 1 Ne içten, ne acı bir öfke besliyordum
Manicilere, ama hemen ardından acıyordum da, çünkü onların senin gizemlerinden,
senin ilaçlarından haberleri yok, kendilerine şifa verecek panzehiri nasıl da
çılgınca reddetmekte- ler! Keşke bana hiç fark ettirmeden şu an yanımda
olsalardı da, yüzü- [376] mü görseler, haykırışlarımı işitseler ve şu Mezmıırlann beni nasıl etkilediğini
görselerdi: “Sana seslendiğimde' sesimi işillin ey Tanrım, Adaletim; sıkıntıya
düştüğümde Ferahlık verdin içinıc. Acı bana ya Rab, dualarımı işit.”b llu
sözleri bütün kalbimle söylediğimi, bunları nasıl yorum la el ı ğı mı an
lamaları it;iıı keşke bana h iç lark ettirmeden beni dinlcyebilselcrdi. Çünkü
beni gördüklerini ve dinlediklerini fark etseydim, doğrusu bunları
okuyamazdım, bunları bu şekilde okuyamazdı ın. ( tkunıuş olsaydı ın hile onlar
hu haykırışların senin huzurunda kemli kendimle. kendi kendime okuduğumda
olduğu gibi nasıl da yü- regimin m derinliklerinden geldiğini anlamazlardı.
9. Korkudan diriyordum, ama
aynı zamanda senin merhamet edeceğin umuduyla w ıııulluluğuyla yanıp
tutuşuyordum ey Baba. ı s llü- lüıı duygularım gözlerimden, sesimden
belli oluyordu, iyilik dolu ruhun bize dönüp, “Ey iıısanoğulları, dalıa ııe
kadar kalpleriniz böyle kaskal ı olacak? Neden boş şeyleri seviyorsunuz,
yalanın peşinden gidi- yorsuııuz?”n diyeceksin. Evet, boş şeyleri sevmiştim ve
yalanın peşine düşhıüştühı. Aıııa seıı, ya Rab, artık şu aziz Oğluını
yücclthıiş, ölüler arasından kaldırıp sağ eline olunmuşum ki o yücelerden kendi
vaadini, yani Sclaaiçiyi, Hakikatin Ruhunu göndersin. Gerçi çoktan göndcrrnisii
lıu Ruhu, aıııa ben bunu lıiç bilmiyordum. Çoktan gön- dermişıi. çünkü O çoktan
yücelmiş ve ölüler arasından dirilmiş ve göğe yüksclıııişı i.ı' Kutsal Ruh
insanlığa gönderilmeden önce Isa henüz [377]
[378]
[379]
[380]
yücelmemişti. Peygamber şöyle haykırıyorne
“Daha ne kadar kalpleriniz böyle kaskatı olacak? Neden boş şeyleri
seviyorsunuz, yalanın peşinden gidiyorsunuz' Bilin ki artık Rab kutsal Oğlunu
yüceltti.”i7 Daha ne kadar diye haykırıyor peygamber, bilin
diye haykırıyor. Ama ben yıllar yılı hiçbir şey bilmeden boş şeyleri sevdim,
yalanın peşinden gittim. lşte bu yüzden Mezmurları işittiğimde titredim, çünkü
o zaman hatırladım ki ben de bu sözlerin hitap ettiği kişiler gibiydim. Çünkü
hakikat yerine inandığım hayallerde boş şeyler vardı, yalan vardı. Bunları
hatırlamaktan duyduğum acıyla, defalarca avazını çıktığı kadar haykırdım.
Keşke hâlâ bu boş şeyleri sevenler ve yalanı arayanlar beni işitsclcr. Belki o
zaman mideleri bulanır ve bunları kusarlar, sen de sana haykırırlarken işitirsin
onları. Çünkü bizler için senden şefaat dileyen, tensel anlamda bizler uğruna
öldü.
10.
Söyle okudum Mezmurlarda:
“Kendinize kızın ve bir daha günah işlcmcyin.”ıs Nasıl derinden sarsıldım
Tanrım, çünkü ben gelecekte günah işlememek için geçmişim yüzünden kendime
kızmanın ne demek olduğunu artık öğrenmiştim. Kızmakla haklıydım, çünkü
Manicilcrin dediği gibi, yani kendi kendilerine hiç kızmayan ve Tanrı'- nın
adil kararlarının ortaya çıkacağı gazap günü için kendi kendilerine gazap
biriktirenlerin dediği gibi, bu kızgınlık benim içimde olan ve beni günaha sevk
eden karanlıklar kavminin farklı doğasından kaynaklanmıyordu ki! 19
Benim aradığım iyilik artık benim dışımda da de- [381]
[382] [383]
[384] ğildi, artık onları güneş
ışığının altında bedenimdeki gözlerime görünen nesnelerde aramıyordum. Çünkü
mutluluklarını kendilerinin dışındaki nesnelerde arayanlar boşluğa düşerler,
görünen ve gelip geçici dünyayla boşa vakit kaybederler, zihinlerinin açlığını
da hayalleri yalayarak giderirler. Ah keşke açlıktan telef olsalar da şöyle
deseler: ‘iyilikleri bize kim gösterecek?” Buna karşılık keşke bizim de şöyle
dediğimizi işitebilseler: “Senin nurun bizim yüzümüze çoktan mühürlenmiş, ya
Rab.’h0 Çünkü bizler gerçek ışık değiliz ki her insanı aydınlatalım^)
bizler senin nurunla aydınlanıyoruz, bir zamanlar karanlıktık, şimdi sende
ışık olduk.’h2 Ah keşke gönülde ebediyete nail olmak neymiş bir
görebilselerdi, ben bunun tadına vardım, ama onlara tattı ramayacağımdan içim
içimi yiyor. Eğer yüreklerini bana çevirmiş olsalardı ve “kim bize iyilikleri
gösterecek?” deselerdi, gözlerinin sadece senden uzaklardaki dışsal nesneleri
görebildiğini söylerdim onlara. Çünkü kendime kızdığım yerde, pişmanlıktan
sancılar çektiğim o en iç odamda, eski yaşantımı kurban olarak sunduğum ve bütün
düşüncemi yeniden dirilişime adarken umudumu sana bağladığım yerde, benim
mutluluğum olmaya başlamıştın, sevinç yerleştirmiştin yüreğime. Işte bu yüzden
beden gözlerimle okurken bu sözleri, anlamını gönlümde hissettiğim anda var
gücümle haykırıyordum. Zamanımı boşa harcayarak ve zaman tarafından yutularak
dünya malını üst üste yığmak değildi artık derdim. Çünkü yalın sonsuzlukta
benim artık başka cins buğd.ayım, şarabım ve yağım vardı.23
ll. Ayetin devamını okurken yüreğimin ta
derinlerinden haykır- [385] [386]
[387]
dım: “Ah, artık esenlik içindeyim! Ah,
arlık Ondayım!” Ah, işte sahiden de dediği gibi: “Yatıp uyuyacağım ve rüya
göreceğim.”[388] Kim bize karşı çıkacak, “Ölüm
emildi, zafere dönüştü diye yazılan söz gerçekleştiğinde?”[389]
[390] Sen hep aynı olansın, hiç değişmeyensin,
bütün sıkıntıları unutan ebedi İstirahat sendedir, senden başkası yok, sen
olmayan başka şeyler için savaşmaya hiç gerek yok, çünkü bir tek sen, ya Rab,
beni güven içinde tutarsın.26 Okudukça alev alev yanıyordum ve şu
sağır ölülerle ne yapacağımı hiç bilmiyordum, gerçi bir zamanlar ben de
onlardan biriydim. Vebaydım o zamanlar, cennetin balıyla lallanan ve senin
nurunla parlayan Kutsal Kitaba acımasızca ve körü körüne hırlıyordum. Bu
Kitaplara düşman olanlar yüzünden hastalanmış çürüyordum.
12.
Ne zaman o İstirahata
çekildiğim günleri lek tek hatırlayabileceğim acaba? Ama özellikle kırbacının
derin sızısını ve mucizevi şekillerde hızır gibi yetişen merhametini hiç
unutmayacağım ve burada da bundan söz etmeden geçemeyeceğim. O vakitlerde öyle
bir diş ağrısı verdin ki bana, öyle kötüleşti ki gilgide, sonunda konuşamayacak
hale geldim. Kalbimden etrafımda kim var kim yoksa toplamak ve onlardan
yalvara yakara benim için sana dua etmelerini İstemek geçti. Bir tablete yazdım
isteğimi ve onlara verdim. Tam diz çöküp yakarmaya başlayacaktık ki, baktım diş
ağrım geçmiş bile. Aman o ağrı neydi? Nasıl böyle bir çırpıda geçti? Yemin
ederim dehşet korkmuştum Rab- birn, Tanrım; bu yaşıma kadar böylesini hiç
yaşamamıştım. Ta yüreğimin derinlerinde hissettim ki senin sayende geçmişti bu
ağrı, imanımın verdiği sevinçle senin adına şükrettim. Ama imanım bana geçmişteki
günahlarım konusunda aynı güvenceyi tanımıyordu, çünkü senin kutsal suyunla
yıkanmadığımdan bu günahlar henüz tam olarak a!Te- dilmemişlerdi.
5.
BÖLÜM
Ambrosius ona hangi kitapları okuması
gerektiğini söylüyor.
13.
Sonbahat tatili bitince,
Milanoluları uyarıp öğrencileri için kendilerine başka bir söz satıcısı
bulmalarını istedim; hem sadece sana hizmet etmeyi seçtiğimden, hem de nefes
alırken yaşadığım zorluk ve göğüs ağrım yüzünden bu mesleği icra etmeye gücüm
yetmeyeceğinden. Bir mektup yazıp aldığım kararı senin piskoposun, azız insan
Anıbrosi- us’a bildirdim, geçmişte yaptığım hataları, şu anki hedefimi de
yazdım bu mektuba ve böylesi yüce bir lütfa erişmek için Kutsal Kitabın en çok
hangi bölümlerini okumamı tavsiye ettiğini sordum ona, böylece kendimi daha
iyi hazırlayabilir ve seçtiğim yola daha iyi uyum sağlayabilirdim. Bana İşaya
peygamberi27 okumamı tavsiye etti, büyük olasılıkla İşaya, Incil'i ve
putperestlere yapılan çağrıyı diğer peygamberlerden daha açık bir dille
bildirdiğinden. Ama bu kitabın ilk bölümlerini anlamadım ve devamını da aynı
şekilde anlayamayacağımı düşündüm. Bu yüzden yeniden clime alıncaya kadar bu
kitabı bir kenara koydum ve Rab- bin üslubu hakkında daha fazla bilgi sahibi
olmaya koyuldum. [391]
6.
BÖLÜM
Alypius ve Adeodatus'la birlikte Milano'da
vaftiz oluyor.
14.
Adımdan vazgeçmem gereken
gün geldiğinde^ kırları bırakıp Milano’ya geri döndük. Alypius da benimle
birlikte sende yeniden doğmaya karar vermişti ve sırlarına yakışır şekilde
tevazusunu giyindi ve son derece büyük bir cesaret gösterip bedenini öyle sıkı
bir disiplin altına aldı ki, İtalya'nın buz kesmiş topraklarında sıradışı bir
cüretkârlıkla yalın ayak yürüyecek hale geldi.29
Günahımın meyvesi olarak ev- lilikdışı ilişkimden doğan Adeodatus’u da yanımıza
kattık. Sayende iyi bir insan olmuştu oğlum, henüz on beşinde olmasına rağmen
daha şimdiden zekasıyla onca aklı başında, onca aydın kişiyi kat kat aşıyordu.
Senin armağanlarına şükürler olsun ey Rab Tanrım, her şeyin Yaratıcısı, ne
büyük bir kudret gösterip bizim çirkinliklerimizi düzeltiyorsun. Çünkü benim bu
çocuğa günahımdan başka katkım olmadı ki. Evet, belki bizim sayemizde senin
öğretinle beslenip büyüyordu, ama onu böyle yetiştirmemizde bize sadece sen
ilham veriyordun, başkası değil; bu yüzden senin armağanlarına şükürler olsun.
“Öğretmen" adlı bir kitap yazdım, bu kitap oğlumla yaptığımız sohbetleri
içeriyor. Sen çok iyi biliyorsun ki, bu kitapta karşılıklı sohbet ettiğimiz
şahsın dilinden dökülen bütün düşünceler oğlumun kendi düşünceleriydi ve o
sıralarda on altı yaşındaydı. Onda hayran olunacak başka tür meziyetlerin de
olduğunu fark ettim. Bu kadar zeki olması beni bayağı ürkütmüştü doğrusu.
Böyle mucizeleri senden başkası gerçekleştirebilir miydi? Ama onu genç yaşında
bu hayattan aldın, yine de onu hatırlayınca içim rahat, [392]
[393] ne çocukluğunda ne
gençliğinde ne de erişkinliğinde onun için kaygı duyabileceğim bir durum yok.
Bu yüzden senin öğretinle eğitilmek üzere onu da yanımıza almıştık, ne de olsa
senin lütfuna erişme yaşı bizimkine eşti. Nihayet vaftiz olduk ve o an geçmiş
yaşamımızın bütün kaygıları akıp gitti. O günlerde insanoğlunun kurtuluşuyla
ilgili derin öngörüne yoğunlaştıkça harika bir tat alıyor ve buna doyamıyordum.
llahilerin ve neşidelerin okunurken nasıl ağlıyordum, Kilisenin o tatlı
ezgileriyle nasıl coşup aşka geliyordum! O sesler kulaklarımdan süzülüyor,
Hakikatin yüreğime sızıyor, sana duyduğum sadakati kat kat arttırıyor, beni
alev alev yakıyordu, sonunda gözyaşlarım sel olup akıyor ve bu yaşları dökmek
bana öyle hoş geliyordu ki.
7.
BÖLÜM
Milano Kilisesinde başlatılan ilahi okuma
geleneği. Protasius
ve Gervasius adlı iki din şehidinin naaşının bulunması.
15.
Kısa bir süre önce Milano
Kilisesi insanların birbirlerini teselli etmesine ve ruhlarını coşturmasına
yönelik bir uygulama başlattı. Kardeşler yüreklerini ve seslerini birbirine
kenetleyip büyük bir şevkle ilahiler okuyordu. Bundan yaklaşık bir yıl önce,
genç yaşında imparator olan Valentinianus’un annesi Iustina Ariusçuların
oyununa gelip senin sadık kulun Ambrosianus’a karşı mirasıyla ilgili bir
kovuşturma başlatmıştı. 50 Yüreği iman dolu halk senin hizmetkarın
olan piskoposlarıyla birlikte ölmeyi göze alarak kiliseye sahip çıkmıştı.
Annem de, yani senin sadık kulun da oradaydı ve endişeli bir bekleyiş içinde
ge- [394]
çelerini
uyumadan geçiren insanlar arasında başı çekiyordu, günlerini sana dualar ederek
geçiriyordu. Biz hala soğuktuk, senin Kutsal Ruhunun sıcaklığı kalbimizi henüz
eritmemişti, buna rağmen şehri saran bu huzursuzluk ve kargaşa havasından çok
etkilenmiştik. İşte tam o dönemde Doğu Kiliselerinde süregelen gelenek örnek
alınarak bir uygulama başlatıldı, yaslı halkın hüznünü gidermek amacıyla
bundan böyle ilahiler ve mezmurlar şarkı şeklinde okunacaktı. O gün bu gündür
bu uygulama hala geçerliliğini koruyor ve dünyanın her tarafında pek çok
Hıristiyan, hatta senin sürünün hemen hemen tamamı bu uygulamayı benimsemiş
durumda.
16.
Senin piskoposun
Ambrosius’a düşünde, din şehitleri Protasius ve Gervasius’un naaşının saklı
olduğu yeri göstermen de işte o döneme rastlıyor. Bunca yıldır sen onları
gizli hazinende hiç bozulmadan korumuşsun, ta ki günü gelip de bir kadının,
kraliyet ailesinden bir kadının öfkesini dizginlemek adına ortaya çıkanncaya
kadar. Din şehitlerinin naaşları bu şekilde keşfedilip yerlerinden
çıkarıldıktan sonra, gerektiği şekilde bir tören düzenlenip Amhrosius’un
bazilikasına götürüldü. Bu tören sırasında içlerindeki şeytanların etkisiyle
akılları karışmış pek çok kişi de sayende şifa bulmuş oldu, hatta bu şeytanların
kendileri bile sana herkesin önünde tövbe etti. Dahası yıllar yılı kör olan ve
şehirde herkes tarafından tanınan bir adam halkın sevinç çığlıklarını işitince
ve nedenini sorup öğrenince yerinden fırladı, hemen kendisini naaşların olduğu
yere götürecek birilerini aradı. Naaş- ların olduğu yere geldiğinde de senin
katında paha biçilmez değerdeki ölümü tadan azizlerinin3'
tabutlarına mendiliyle dokunmak için izin istedi. Dokundu, dokunur dokunmaz da
mendilini gözlerine sürdü ve anında görmeye başladı. O an itibarıyla bu haber
şehrin dört bir yanına yayıldı, övgüler yükselmeye başladı adına avaz avaz,
ışık ışık ve sana düşman olan o kadının zihni lanı anlamıyla imanla dolup şifa
bul- ınasa da, kovuşturma çılgınlığını dizginlemeyi bildi. Şükürler olsun sana
Tanrım! Nereden getirdin aklıma bu önemli olayları, ne maksatla sana itiraf
ellim, bunca zamandır unutmuşken, hiç bahsetmeden de geçip gidecekken
üzerlerinden? Ama senin merhemlerinin o mis kokusu etrafa saçıldığı halde o
zamanlar bizler henüz senin peşinden koşmuyorduk. Bu yüzden ne zaman
ilahilerini ve kutsal neşidelerini duysam hıçkıra hıçkıra ağlıyordum. Eskiden
beri senin hasretini çekerdim, işte en nihayet senin lıavanı solumaya başlamıştım,
şu samandan evime girdiği kadarıyla da olsa.
8.
BÖLÜM
Evodius'un hak yoluna girişi. Annesinin ölümü
ve onun
küçük yaşlardan itibaren aldığı eğitim. [395]
pek çok şeyi geçiştiriyorum. Anlatmadan
geçtiğim onca olay için Tanrım, ettiğim tövbeleri ve şükran dualarımı kabul
et. Ama beni bedeniyle bu dünyaya, yüreğiyle de sonsuz ışığa doğuran senin
hizmetkârın annem hakkında içimde hissettiklerimin tekini bile söylemeden
geçmeyeceğim. Ama anlatacaklarım onun meziyetleri değil de senin ona
bahşettiğin meziyetler olacak. Çünkü o kendi kendisini yaratmadı, kendi
kendisini de eğitmedi; onu sen yarattın, ne tür meziyetlere sahip olacağını ne
babası biliyordu, ne de anası. Senin İsa’nın öğretisi, senin biricik Oğlunun
kılavuzluğu onun gönlüne senin korkunu salarak onu yetiştirdi, hem de senin
kilisenin imanlı ve en iyi insanlarının birinin evinde. Ama annem kendisinin
yetişmesinde annesinden çok, ihtiyar bir hizmetkâr kadının payı olduğunu söyler
dururdu. Bu kadın onun babasını da bebekken sırlında taşımıştı, zaten o
dönemlerde yaşını başını almış kızlar bebekleri hep böyle sırtlarında taşırdı.
Yıllar yılı yaptığı hizmetten, güngörmüşlüğündeıı ve bir Hıristiyan evine yakışır
tarzdaki iyi ahlakından ötürü ev sahipleri tarafından da hürmet edilen bir
şahıstı. Bu yüzden efendisinin kızlarının sorumluluğu ona verilmişti, o da
üstüne düşeni titiz şekilde yerine getiriyordu, hatta gerektiğinde, tanrısal
bir ciddiyet içinde son derece sen davranıp onları ıslah etmeye çalışıyordu ve
gayet aklı başında, sağduyulu bir eğitim yöntemi uyguluyordu. Örneğin
babalarının sofrasında ölçülü şekilde yenen yemeğin dışında, çocuklar
susuzluktan yanıp kavrulsa da, kötü bir alışkanlık edinmemeleri için su bile
içmelerine izin vermiyordu ve onlara bilgece öğütler verip şöyle diyordu: “Şimdi
su içiyorsunuz, çünkü şarap içmeye izniniz yok. Ama ilerde evlenip de
mahzenlerin, kilerlerin sorumlu hanımefendisi olduğunuzda suya burun büküp
şarap içmeye düşeceksiniz.” İşte bu tür görgü kuralları koyarak, yetkesini
kullanarak küçük yaşların o açgözlü tavrına gem vurmaya çalışıyor,
kızlara susuzluklarını bile gayet ölçülü
bir tarzda giderme alışkanlığı kazandırıyordu ki, ilerde kendilerine
yakışmayacak türde şeylere özlem duymasınlar.
18.
Buna rağmen senin
hizmetkârının oğluna anlattığına göre, şarap tutkusu içine sinsice yerleşmiş.
Ana babası onu nefsine hâkim bir kız olarak gördüklerinden, âdet olduğu üzere,
fıçıdan şarap alıp getirme görevini ona vermişler. Kabını fıçının ağzından
daldırıp şarabı çeker, tam testisine dolduracakken dudaklarının ucuyla azıcık
da tadarmış, ama içmezmiş, çünkü tadından hiç lıoşlanmıyormuş. Böyle yapması
sarhoş olma özleminden değil, yaşının getirdiği aşırılıktan kaynaklanıyordu,
bu aşırılık oyun olsun diye yapılan yaramazlıklarla arttıkça artar ve büyükler
ağırlıklarını koyup çocuk ruhlardaki bu aşırılığı denetlemeye çalışır. Böylece
annem her gün bir yudum bir yudum daha derken, kupalar dolusu şarabı bir
dikişte içecek kadar tutkunu oluvermiş, çünkü ufak şeylere aldırmazlık
ederseniz yavaş yavaş onların içine düşüverirsiniz.11
Ne işe yaradı o zaman o yaşlı, bilge kadın ve onun ciddi yasakları? Böyle sinsi
bir hastalığa karşı elinden ne gelirdi ki onun, üzerimizden bir an bile gözünü
ayırmayan senin, ya Rab, şifalı ilaçların olmasa? Yanımızda anamız da, babamız
da, dadılarımız da olmasa, sen varsın, sen bizi yarattın, sen bizi kendine
çağırırsın, bizim bakımımızdan sorumlu kıldığın büyüklerimize ruh sağlığımız
için iyi olan ne varsa onu yaptırırsın. O dönemde ne yaptın Tanrım? Nasıl tedavi
ettin annenıi? Nasıl iyileştirdin? Başka bir insanın dilinden dökülen can
yakıcı ve iğneli sözleri, gizli köşelerinden çıkardığın bir cerrah bıçağıyla
kesip atar gibi bir vuruşla kesip atmadın ını o iltihaplı yarayı? Fıçılara
giderken hep ona eşlik eden hizmetçi bir kız, baş başa oldukları bir sıra
küçük hanımıyla ağız dalaşına girmiş ve acımasızca bir ithamda bulunup ona
ayyaş demiş. Bu söz öyle canını yakmış ki annemin, kabahatinin çirkinliğini
anlamış, anında kendi kendisini ayıplayıp bu huyundan vazgeçmiş. Bazen öyle
olur ki, arkadaşlar iltifat ederek ahlakımızı bozar da, düşmanlarımız hakaret
ederek bizi doğru yola getirirler. Ama sen onların ödülünü, onlara yaptırdığın
davranışın sonucuna göre değil, niyetlendikleri davranış biçimine göre
verirsin. O hizmetçi kız küçük hanımını doğru yola sokmak değil, öfkesine yenilip
incitmek istemişti. Bu yüzden ne söyleyecekse baş başa kaldıklarında
söylemişti, ya kavga ettikleri anda ve yerde tesadüfen yalnız olduklarından ya
da kim bilir belki de bildiği bir şeyi daha önce söylemediği için azar
işitmekten korktuğundan. Ama sen, ya Rab, göğün ve yerin Kralı, en derin
girdapları bile kendi amaçlarına döndürürsün, zamanın gürül gürül akışını
kendine göre ayarlarsın, bir insanın kuduruk öfkesini bir başkasının şifalı
ilacı kılarsın. Buradan da anlaşılıyor ki, ıslah etmeye karar verdiğimiz biri
bir sözümüzle doğru yola giriyorsa bunu asla kendimize mal etmemeliyiz.
9.
BÖLÜM
Annesinin ahlakına övgüler yağdırmaya devam
ediyor. [396]
katsizliklerini bile hoş görebilmiş, bu
konuda kocasına tek laf etmemiş. Çünkü hep onun üzerine yağdıracağın
merhametini beklemiş, gün gelir sana inanır da iffetli bir adam olur umuduyla.
Aslında kocası son derece iyi bir insandı, ama bir o kadar da çabuk öfkelenen
bir yapıya sahipti. Annem kocası sinirlendiğinde ona herhangi bir şekilde
tepki vererek ya da birtakım sözler söyleyerek karşı çıkılamayacağını çok iyi
bilirdi. Kızgınlığı geçtikten ve sakinleştikten sonra fırsatını kollar, onun
düşünmeden harekete geçtiğini düşünüp yaptığı hareketin yanlışlığını göstermeye
çalışırdı sadece. Daha kibar beylerle evlendikleri halde yedikleri dayaktan
yüzleri gözleri tanınmaz halde gelmiş kadınlar vardı. Ne zaman bir araya gelip
dostça sohbete başlasalar bunlar hep kocalarının davranışından şikayet
ederlerdi. Annem şakayla karışık onları uyarır, sonra ciddileşip böyle
konuşmamaları gerektiğini söylerdi, evliliğe adım alıp da evlilik akdinin
kuralları kendilerine okunduğu ve kendileri de bu kuralları kabul ettikleri ve
dolayısıyla kocalarının malıymış gibi onların hizmetine verildikleri anda,
artık tartışılacak bir meselenin kalmadığını belirtirdi. Ona göre o andan itibaren
her kadın kendi konumunu bilmeli ve kocasına asilik etmemeliydi. Bu kadınlar
annemin ne denli öfkeli bir kocayla evli olduklarını bildiklerinden hep ona
hayret ederlerdi, ama Patricius karısını dövmüş gibi bir dedikodu hiç
işitmemişlerdi, hatta böyle bir şeyin iması bile hiç çalınmamıştı kulaklarına,
aile içinde yaşanan bir kavga sonucunda gün boyunca birbirlerine küs kalsalar
dahi. Ona bunun sırrını sorduklarında annem cevaben, yukarıda bahsettiğim
umudunu yineler dururdu. Annemin öğütlerini dinleyenler, kazandıkları
tecrübelerden dolayı hep gelip ona teşekkür etmiş, dinlemeyenlerse dayağa talim
etmiştir.
20.
Kayınvalidesi ilk başlarda
kötü niyetli hizmetçilerinin kışkırtmasıyla anneme karşı cephe almış, ama
sonraları annemin saygıda ku- Mir etmeyen tavrı, sabrı ve nezaketi karşısında
yelkenleri suya indirmiş, hatta geliniyle aralarını bozan hizmetçilerin
ortalık karıştırıcı dedikodularını oğluna bildirecek ve onların
cezalandırmalarını isteyecek kadar. Bunun üzerine oğlu da annesinin sözüne
kulak verdi ve hem ailesindeki disiplini sağlamak hem de evindeki dirlik
düzenliği sürdürmek amacıyla, annesinin şikayetçi olduğu suçluları onun isteği
doğrultusunda kırbaçlattı. Annesi de oradakileri uyarıp bundan böyle kendisinin
gözüne girmek için gelini hakkında kim kötü konuşursa aynı şekilde
cezalandırılacağını bilmesi gerektiğini söyledi. O andan itibaren kimse ağzını
açıp da tek söz söylemeye cüret edemedi, böyle- ce gelin kaynana herkese örnek
olacak şekilde karşılıklı iyi niyetle ve sevgiyle geçinip gittiler.
21.
Senin en iyi kullarından
olan ve karnında beni taşıyıp doğuran bu kadına bahşettiğin en önemli
meziyetlerden biri de, ey Tanrım, Merhametim, nerede bir kavga nerede bir
anlaşmazlık görse, hemen arabulucu görevini üstlenip taralları yatıştırmaya
çalışmasıydı, öyle ki kavganın yol açtığı şişkinlik ve hazımsızlıktan
rakiplerin birbirine kusar gibi boca elliği küfürleri işitse bile,
arkadaşların birbirlerinin yokluğunu fırsat bilerek yaptıkları iğneleyici
dedikodularda soludukları çiğ nefretlere tanık olsa da, bunların hiçbirini
kalkıp da tarafiara yetiştirmeye çalışmazdı, insanları barıştırıcı nitelikte
şeyler söylenmişse o ) başka. Onun bu meziyeti bana öyle şaşaalı bir şeymiş
gibi gelmeyebilirdi, eğer şu korkunç ve korkunç olduğu kadar da bulaşıcı
nitelikteki günah hastalığına yakalanmış bir sürü insanın, düşmanların düşmanlarına
söylediklerini birbirlerine yetiştirmekle kalmayıp aynı zamanda söylenmemiş
şeyleri bile eklediklerine acı bir tecrübeyle tanık olmamış olsaydım. Şu da
bir gerçek ki, insanlar arasındaki düşmanlığı iste-
diğiniz kadar
körüklememeye ya da kötü konuşup da olayı alevlendir- memeye çalışın, bir çift
güzel laf edip bu düşmanlıkları bitiremiyorsunuz yaptıklarınız hiç de insanca
davranışlar sayılmayacaktır. işte annem insanca davranan bir kadındı, çünkü
sen onun gönül hacasıydın ve kalbinin okulunda ona ders verdin.
22.
En sonunda, ömrünün son
günlerinde bile olsa kocasını da sana kazandırmayı başardı. Kocası iman
ettikten sonra, iman etmeden önce onda hoşgörüyle karşıladığı kusurları artık
hoş görmesi için de bir neden kalmamıştı. Annem de senin hizmetkarların
arasında bir hizmetkardı. Tanıyan herkes onun ahlakından dolayı sana övgüler sunar,
seni onurlandırır ve onda seni severlerdi, çünkü onun kalbinde senin varlığını
hissetmişlerdi ve onun manevi yaşantısının meyveleri bunun en güzel kanıtıydı.
Tek bir adamın karısı olmuştu, ana babasına karşı gerekli sorumluluklarını
yerine getirmiş, evini büyük fedakarlıklarla çekip çevirmiş, kendisini hayırlı
işlere adayarak imanını kanıtlamıştı. 34 Oğullarını, senden uzaklaştıklarını
gördüğü her an yeniden doğum sancıları çekerek yetiştirdi.3"
Annem ölmeden önce bizler vaftiz olup senin inayetine nail olmuşluk ve artık
hep beraber sende yaşıyorduk, bu yüzden senin hizmetkarların hakkında bana
vermiş olduğun konuşma lütfuna sığınıp ya Rab, son olarak şunu da söylemek
isterim ki, annem herkesin üstüne kendi doğurduğu çocuklarıymış gibi titredi;
hepimizin kızıymış gibi de bizlere hizmet etti.
10.
BÖLÜM
Annesiyle Göksel Krallık üzerine yaptığı
sohbet. [397]
[398]
23.
Annemin bu yaşamdan ayrılacağı
gün yaklaşmak üzereydi ve o günü bir tek sen biliyordun, biz bilmiyorduk. Hiç
şüphesiz senin öngörünün sırlı işleyişi sonucunda bir gün annemle ben baş başa
kalmışlık, penceremize dayanmış öylece duruyor ve evin avlusundaki bahçeyi
seyrediyorduk. Tiberinus Nehrinin kıyısında, Oslia’da kaldığımız evin
bahçesiydi bu ve biz bu evde uzun bir yolculuğun ardından, kalabalıklardan çok
uzakla biraz soluklanabilmek ve yeniden denize açılabilmek için gücümüzü
toparlamaya çalışıyorduk. Baş başa vermiş, lallı lallı sohbet ediyorduk
annemle, geçmişimizi unutmuş, Hakikatin, yani senin huzurunda, gelecekle
olabilecek olaylar üzerine lahminler yürülüyorduk birlikte.ı6
Azizlerin sahip olacağı ebedi yaşamın manasını anlamaya çalışıyorduk, hiç
kimsenin gözüyle görmediği, kulağıyla işitmediği, gönlüyle bile nüfuz
edemediği ebedi yaşamımı? Yine de gönlümüzün ağzını kocaman açtık ve
yükseklerden akan pınarından, yani senden akan can suyunu içlik ki, üzerimize
sıçrayan damlalarda aklımız elverdiğince o üslün sırra vakıf olabilelim.
24.
Böyle sohbel ederken
ederken, baklık ki, şu lensel duyuların verdiği haz ne kadar üslün olursa
olsun, maddi dünyanın ışığı allında ne denli parıldarsa parıldasın, ebedi
yaşamın tallıhğıyla kıyaslandığında üzerinde bile düşünmeye değmez. Zihinlerimiz
yakıcı bir ateşle yükselmeye başladı o sıra ebedi varlığa doğru. Adım adım her
lür maddi cismin ve göğün bile ölesine, güneşin, ayın ve yıldızların dün) yaya
ışık saçtığı yerin ölesine tırmanmaya başladık. Gönlümüzle bakarak, gönlümüzle
konuşarak ve yaratlığın eserleri hayranlıkla seyrederek [399]
[400]
daha da öteye geçtik,
zihnimizin derinlerine süzüldük; sonra orayı da aştık, hiç bitmeyecek bir
bolluğun yaşandığı yöreye, İsrail'i Hakikatin ekmeğiyle sonsuzca beslediğin
yere ulaşabilmek için. Oradaki yaşam her şeyin, olmuş olan ve olacak olan her
şeyin varolduğu bilgeliğin kendisidir. Ama bilgeliğin kendisi yaratılmamışlar,
nasılsa hep öyledir, daima da öyle olacaktır. Dahası bu bilgelikte ne geçmiş
vardır, ne de gelecek, sadece şimdi vardır, çünkü o ezcli ve ebedidir.
Geçmişte ya da gelecekte varolmak ezel i ve ebedi olanla ilişkili değildir.
Işte biz böyle konuşup dururken ve bilgeliğin özlemiyle iç çekerken,
yüreğimizin tamamen ona odaklandığı anda azıcık da olsa ona dokunuverdik. Bir
ah çektik ve yücelerdeki dünyaya bağlanan ruhumuzun turfanda meyvelerinden İK
ayn11p yeniden gürültülü konuşmalarımıza, bir başı ve bir sonu
olan lani sözlerimize geri döndük. Bu sözlerin senin Sözünle en ulak bir
benzerliği olabilir mi Rabbimiz, hiç yaşlanmadan sonsuzca seninle birli kte
olan ve her şeyi yeniden canlandıran o Sözünle?
25.
Oylcyse şöyle d üş üne lim
dedik: “Eğer insan bedeninin kargaşası bir gün susuyorsa, toprağın, suyun,
havanın hayalleri bir gün susuyorsa, gökler bile susuyorsa, hatta ruhun kendisi
bile susuyorsa ve bir daha kendisini hiç düşünmeyecek kadar kendisini aşıyorsa,
hayal gücümüzde yarattığımız bütün düşler, bütün imgeler bir gün susuyorsa,
bütün diller, bütün işaretler ve gelip geçici ne varsa her şey bir gün
susuyorsa — zaten bir şeyler söylediklerini işitseydik, hepsi şöyle söylüyor
olurdu: ‘Biz kendimizi yaratmadık, bizi sonsuza dek kalıcı olan
yarattı’;39-işte bunları söyledikten sonra bile, onları Yaratana kulak kabartıp
susuyorlarsa, demek ki Yaratan onlar aracılığıyla değil de, sade- [401] [402]
ce kendisi aracılığıyla konuşuyor ve biz Onun Sözünü ne bedenin dilinden
ne bir meleğin sesinden, ne gök gürültüsünün gümbürtüsünden ne de simgesel bir
meselden işitiyoruz, biz Onu, yani yarattıklarından ötürü sevdiğimiz Onu
yarattıkları olmaksızın işitiyoruz. Tıpkı o an annemle benim işitme şerefine
eriştiğimiz gibi ve düşüncemizin bir anlık sıçramasıyla bütün yaratılanların
üstünde duran ezeli ve ebecli Bilgeliğe dokunabildiğimiz gibi; keşke o an devam
edebilseydi ve bütün aşağı seviyedeki görüntüler çekilip gidebilseydi; keşke
bir tek o görüntü süzülüp girebilseydi içimize, bizler onu o an temaşa ederken,
bir tek o görüntü içine çekseydi bizi, en derin sevinçlerimize sarmalansaydı.
Demek ki ebecli yaşam o ah çektiğimiz idrak anına eşti. “Rabbin sevincine
kanlın”40 diyen sözlerin anlamı da bu değil mi zaten? Peki ama, bu
ne gün gerçekleşecek? Yoksa hepimizin yeniden dirileceği ve artık kimsenin
değişime yazgılı olmayacağı gün mü gerçekleşecek?*1
26.
Aynı şekilde ya da aynı
kelimelerle olmasa da o sırada ifade ettiğim düşünceler işte bunlardı. Ama ya
Rab, senin de bildiğin gibi, annemle bu sohbeti yaptığımız ve sözlerimizin
arasından dünyanın bütün nimetleriyle birlikte silinip gittiği o gün annem
şöyle söyledi: “Oğlum, bana soracak olursan artık bu yaşamda beni çeken hiçbir
şey kalmadı. Burada hala ne arıyorum, niçin buradayım, bilmiyorum. Bu dünyayla
ilgili neredeyse bütün beklentilerim tükendi. Tek isteğim ölmeden önce senin
Katolik bir Hıristiyan olduğunu görebilmekti, bu yaşamda biraz daha ayak
sürüdüysem işte sırf bundandı. Bu isteğimi Tanrım bana fazlasıyla bahşetti,
çünkü şimdi senin dünyanın bütün [403]
[404]
mutluluklarını elinin
tersiyle itip onun hizmetkârı olduğunu görüyorum. Öyleyse hala niye
buradayım?”
ll. BÖLÜM
Vecd ve Monica'nın ölümü.
27.
Annemin bu sözlerine ne
yanıt verdiğimi pek hatırlayamıyorum, çünkü o günün üzerinden beş gün geçti ya
da geçmedi, ateşlenip yataklara düştü. Hasta yatağında gün geldi bilincini de
kaybetti ve gitgide etrafındaki hiçbir şeyi tanımamaya başladı. Etrafında
pervane gibi dolanıyorduk, bir ara yeniden kendine geldi. Bana ve yanı başında
duran kardeşime baktı ve sanki herhangi bir şeye bakan biri gibi bize şöyle
dedi: “Neredeydim?” Üzüntüden allak bullak olduğumuzu da görünce, “Annenizi
buraya gömün,” dedi. Gıkını çıkmıyordu, gözyaş- larımı zor tuuıyordum. Kardeşim
ise onun daha mutlu olacağını sanarak onun bu yabancı diyarda değil kendi
memleketinde gömüleceğini söyledi ya da buna benzer bir şey. Bu sözleri duyunca
annemin yüzü birden gerildi, böyle düşündüğü için gözleriyle azarlar gibi ona
baktı, sonra bana döndürdü bakışını ve şöyle dedi: “Bak şuna ne diyor!” Ardından
ikimize de baktı ve şöyle dedi: “Bu bedeni istediğiniz yere gömün. Buna
aldıracağını hiç düşünmeyin. Sizden yapmanızı rica edeceğim tek şey var, o da
nerede olursanız olun, Rabbin sunağının önünde beni hatırlamanız.” Bu isteğini,
sözcükleri güçlükle bulup söyledikten sonra sustu, hastalığı ağırlaştıkça
ıstırabı da artıyordu.
28.
Ama ben o sırada senin
armağanlarını düşünüyordum, ey görünmez Tanrı, sana iman edenlerin gönüllerine
gönderdiğin armağanları. Bir anda içim sevinçle doldu ve sana şükrettim, çünkü
annemin hep kocasının naaşının yanı başına gömülmek istediğini hatırladım,
çok önceden kendisi için burasının uygun
olacağını düşünmüş ve ona göre hazırlanmıştı. Ömürleri boyunca uyumlu bir
şekilde geçinip gittiklerinden, kocasının yanına gömülerek mutluluğuna artı
bir mutluluk katmak ve insanlarca hep böyle hatırlanmak istiyordu. Diyeceklerdi
ki, denizler aştıktan sonra aynı yatağı paylaştığı kocasıyla aynı toprağı da
paylaşmak ona nasip oldu. Insan aklı tanrısal planları kavramada ne aciz
kalıyor! Ama senin cömert iyiliğin sayesinde bu isteklerinin ne kadar boş
olduğunu yüreğinde ne zaman hissetmeye başladığını hiç bilmiyordum. Yine de
annemin bu isteğini bana açmasına çok sevinmiş ve şaşırmıştım. Kaldı ki pencere
kenarında yaptığımız o sohbette bile, “Ben hala bu dünyada ne arıyorum,”
derken kendi yurdunda ölmek gibi bir arzusu olmadığını da açıkça dile
getirmişti. Hatta sonradan öğrendim ki, Ostia’da olduğumuz sıralarda, bir gün
arkadaşlarımdan bazılarıyla oturup dünyanın hor görülmesi ve ölümün getireceği
iyilik üzerine sohbet etmiş, insana güven veren anaç tavrıyla. Ben bu sohbet
sırasında yoktum. Arkadaşlarım onun bir kadın olmasına rağmen gösterdiği cesur
tavrı karşısında (çünkü ona bu cesareti sen vermiştin) hayranlıklarını
gizleyemeyip yurdundan bu kadar uzak bir yerde ölmekten korkup korkmadığını
sormuşlar ona. “Hiçbir yer Tanrı’dan uzak değildir,” demiş, “korkmama hiç gerek
yok, dünyanın bir ucunda da olsam O beni bulacak ve diriltecektir.” Hastalığının
dokuzuncu gününde, elli altı yaşında, bu dindar ve sadakat dolu ruh bedeninden
nihayet kurtuldu; ben o sıra otuz üç yaşındaydım. [405]
ğime, neredeyse sel gibi boşanacaktı gözyaşlarım, ama zihnim öyle müthiş bir
güç harcadı ki, gözlerim içine akıttı pınarlarını kupkuru bırakana kadar, böyle
bir mücadele beni perperişan etti. Son nefesini verirken oğlum Adeodatus öyle
avaz avaz bağırmaya başladı ki, hepimiz bir olup kendine getirdik de ancak
sustu. Çocukluğum da bu şekilde hıçkıra hıçkıra içimden kayıp gidecekti ki,
yüreğimden yükselen gençlik sesim onu tutıu ve susturdu. Çünkü böyle ağıtlar
yakıp ağlayarak, feryat figan ederek yapılacak bir cenaze töreninin anneme yakışmayacağına
inanıyorduk. Hep böyle olur, ölenlere acınır ya da sanki tamamen yok olmuşlar
gibi hep böyle yas tutulur. Ama benim annemin ölümünde ne acınacak bir yan
vardı ne de o tamamen ölmüştü. Bunu biliyorduk, ahlaklı yaşantısı, saf inancı
ve emin olduğumuz başka nedenler birer kanıtlı bizler için.
30.
Öyleyse neden içim böyle
acıyla sızlıyordu? Tek nedeni olmalı, birlikte yaşamaktan kaynaklanan o
tatlılar tatlısı, o paha biçilmez alışkanlığın birdenbire kopmasının açtığı
taze yara. Öte yandan hastalığının en son aşamasında kendisi için
çırpınmalarımı takdirle karşıladığını ve benim iyi bir evlat olduğumu
söylediğini hatırlıyordum da içim ferahlıyordu. İçten sevgisinin verdiği
coşkuyla, o ana kadar benim ağzımdan kendisine karşı tek bir kaba ya da kırıcı
söz işitmediğini de belirtmişti. Yine de, bizleri yaratan Tanrım, ona karşı
gösterdiğim saygı onun bana yaptığı fedakarlıklarla kıyaslanabilir mi? Ama
artık onun o büyük desteğinden yoksundum, işte bu yüzden ruhum böyle yaralanmış,
yaşamım parçalanmıştı, çünkü bu yaşam, onun ve benim yaşamımdan oluşan bir
bütündü.
31.
Evodius oğlumun
gözyaşlarını dindirip eline Mezmuru aldı ve içinden bir ilahi seçip makamla
okumaya başladı, evde kim varsa hepsi bir ağızdan ona şu sözlerle karşılık
veriyordu: “Senin merhametini ve verdiğin kararı ilahilerle anacağım ya Rab.”[406] Evimizde yaşananları işiten
herkes, biraderlerimiz, imanlı kadınlarımız koşup geldiler. Cenaze törenini
düzenlemekle görevli olanlar ananelerine uygun şekilde gerekli hazırlıkları
yaparken, ben kendimi daha sakin hissedebileceğim ayrı bir odadaydım, beni
yalnız bırakmamaları gerektiğini düşünen dostlarla birlikte; durumun
gerektirdiği konular üzerine konuşuyordum ve hakikati pansuman yapıp senin çok
iyi bildiğin, ama insanların habersiz olduğu yarama bastırıyordum ve beni can
kulağıyla dinleyenler hiç acı hissetmediğimi sanıyorlardı. Oysa ben
oradakilerin beni hiç duyamayacağı yere, senin kulağına eğilip duygularımın ne
kadar zayıf olduğundan dem vuruyor, kendimi üzüntü seline kaptırmamak için
zor tutuyordum, bu birazcık gem vuruyordu bana, ama sonra birden bastırıyor ve
beni alıp götürüyordu; gözyaşlarımı yağmur gibi akıtmıyordu belki, yüzümdeki
ifadeyi de değiştirmiyordu, ama yüreğimi nasıl ezdiğini bir tek ben
biliyordum. insani zayıflıkların üzerimdeki baskısını hissetmek beni iyiden
iyiye çileden çıkarıyor, bütün bunların kurulu düzenin bir parçası olduğunu ve
insan olmakla bütün bunlara baştan yazgılı olduğumuzu bilsem de, bu halde olmak
başka bir acı olup acıını katmerleştiriyor, hüznümü kat kat artıp işkenceye
dönüştürüyordu.
32.
işte sonunda annemin
cenazesi götürüldü, ağlamadan gittik, ağlamadan döndük. Günahlarımızı
bağışlatmak için onun adına sunduğumuz kurban töreninde, cenazesi oranın
adetleri uyarınca mezarının başında durmuş gömülmeyi beklerken sana ettiğimiz
dualar sırasında bile ağlamadım, o dualarda bile ben ağlamadım. Ama bütün gün
yüreğim üzüntüden için için ezildi ve karmakarışık olan ruhumla bütün gücümü
toplayıp senden acıma şifa sunmam istedim, ama sen sunmadın. Şimdi biliyorum,
sen bana o sırada verdiğin tek dersle, her tür alışkanlığın zihni tutan birer
zincir olduğunu belleğime kazımamı istedin, hatta bu zihin anık aldatıcı
sözlerle beslenmiyor olsa bile. Bari kalkıp hamama gideyim dedim, çünkü
Yunanların balaneion dedikleri hamam sözcüğünün zihnin sıkıntısını
gidermek anlamına geldiğini bir yerlerden duymuştum. Ama senin merhametine
sığınıp bunu da itiraf etmek isterim ki, ey yetimlerin Babası, yıkandıktan sonra
bile yıkanmadan önce nasılsam öyle kaldım. Çünkü üzüntümün yakıcılığı ter olup
akmadı yüreğimden. Nihayet uyudum ve uyandım, gördüm ki acım epeyce dinmiş.
Yatağımda öyle yapayalnız yatarken, sevgili Ambrosius’unun gerçeği dile getiren
şu dizeleri geldi aklıma. Çünkü sen,
Ey Tanrı, her şeyin
Yaratıcısı,
yıldızlı göğün
Kralısın;
pırıl pırıl ışıkla
giydirirsin günü,
lütuOdr uykuyla da
geceyi;
gücü tükenen bedenler
dinlensin de,
yeniden dönebilsinler
diye lıer zamanki zahmetli işlerine;
yorgun düşen zihinleri
dindirsin
kara kaygıları çözüp
atsın diye acının kaynağından.[407]
33.
O andan itibaren yavaş
yavaş senin hizmetkarınla ilgili eski anılarıma da geri dönmeye başladım, sana
gösterdiği sadakati, bize gösterdiği o sevecen, sabırlı, içten tavrını
hatırladım ve bundan bir anda yoksun kaldığımı; senin huzurunda annemden
dolayı, annem için,
kendimden dolayı,
kendim için ağlamak rahatlattı beni. Tuttuğum gözyaşlarıını saldım, istedikleri
kadar aksınlar diye, yüreğimi yasladım üzerlerine; yatıp dinlendi üzerlerinde,
çünkü orada akan gözyaşiarım bir tek senin kulaklarına çalındı, bilgiçlik edip
ağlayışıma başka manalar katacak insanların kulaklarına çalınmadı. İşte şimdi
ya Rab, kelimelere döküp sana itiraf ediyorum bütün bunları. isteyen okusun ve
istediği şekilde mana kalsın. Bir kırılma anında annem için, gözlerimin önünde
az önce ölen, ama yıllar önce gözlerinin önünde yaşarken bana ağlayan annem
için döktüğüm gözyaşiarıma kusur bulacak olursanız, n’olur gülmeyin bana,
bunun yerine, yüce bir şefkat varsa içinizde, Oğul Isa’nın bütün kardeşlerinin
Babası olan Onun huzurunda, benim işlediğim günahlar için ağlayın.
13. BÖLÜM
Ölen annesine dua ediyor. [408]
cezasını."4’ İnsanların
övgüye değer yaşamlarıma da vay haline, yakından baktığında merhamelLen uzak
olduğunu anlamışsan! Ama sen böyle kılı kırk yararak araştırmadığın için
kusurlarımızı, sende hep bir yerimiz olduğunu umul ediyoruz. Onun huzurunda
bileğinin gücüyle hak elliklerinizi tck tek sayacak olsanız, aslında Onun
huzurunda size bahşelüklcrini sayıyor olmaz mısınız? Ah, keşke insanlar kenti
i lcriııi ıı sadece i nsan old uğurnu bir bi l ebilse, kendiyle övünen kişi
keşke Rabbin huzurunda da kendiyle övüııcbilse! K’
35.
İşte bu yüzden Övüncüm,
Yaşamım, yüreğimin Tanrısı, inmemin yaptığı hayırlı işleri lıir anlığına şöyle
bir kenara ayırıyorum, onlardan gurur duyuyor ve sana şükranlarımı sunuyorum,
ama ben şimdi sana aırncmin işlediği günahlar için yalvarıyorum. N'olur duy
sesimi, haça gerilen, şimdi senin yanında oturup bizim için şdaat dileyen,
yaralarımızın şilası olan t İğluıı adıııaı4' l lep merhametli
davrandı annem, biliyorum, kendisine borçlu olanların borçlarını bölün
kalbiyle ailctti. Seıı de allet onun borçlarını, kutsal suyuııla yıkanıp
kurtuluşa erdikten İm yana geçen onca yıl boyunca sadık kalmadığı bi ı■ bore varsa.
Allet ya Ralı, allet, yalvarırım kulunla hesaplaşmaya girişme[409] [410]
[411] [412]
[413] Merhametin aşsın adaletini,
çünkü senin sözlerin hakiki ve sen merhametlilere merhamet bağışlayacağını
vaat ellin.?’ Onlar mcrhametliy- sc, bu merhameti sen bahşettin onlara. Sen
nıerlıaınct ettiğine merha-
met eder, acıdığına acırsın."0
36.
Eminim benim senden
istediğimi sen çoktan yerine getirdin, ama yine de dudaklarımdan dökülen içten
dileklerimi kabul et ya Rab.5] Kurtuluş günü yaklaştığında, ne
pahalı örtülere sarılmasını istedi bedeninin ne de esanslara bulanmasını; ne
güzide anıtlar dikilmesini istedi adına ne de vatanımda gömüleceğim diye
tutturdu; hele bu konuda hiç baskı yapmadı bizlere, tek ricası her gün hiç
aksatmadan ziyaret ettiği senin Sunağının önünde hatırlanmaktı. Çünkü bu Sunakta
Kutsal Kurbanın dağıtıldığını çok iyi biliyordu. Bu Kurban sayesinde bize
karşı önyargıyla yazılan antlaşma feshedildi^2 bu Kurban günahlarımızın
hesabını tutan, Onu suçlayacak yer arayan, ama bizi zafere ulaştıran Onda
hiçbir suç bulamayan düşmanı yendik Onun masum kanını kim ona geri verecek?
Bizi düşmanın elinden kurtarmak için satın aldığında, bizim için ödediği parayı
kim ona geri ödeyecek? Senin hizmetkarın ruhunu iman zinciriyle kefaretimizin
sırrına bağlamıştı."4 Onu senin sığınağından kimse çekip
çıkarmasın. Geçit tanıma zorla ya da hileyle aranıza girmeye çalışan aslana ya
da yılana.55 Çünkü annem ödemesi gereken hiçbir borcu olmadığını
söylemeyecektir, kurnaz ithamcısı bir kusurunu bulur da onu kendi yoluna
çevirir korkusuyla. Bunun yerine bütün günahlarının İsa tarafından ödendiğini
söyleyecektir, kendisinin hiçbir borcu olmadığı halde ve bizim için [414] [415]
[416] [417]
[418] [419]
ödediği bedeli Ona hiç kimsenin geri ödeyemeyeceğini.
37.
Kocasıyla birlikte huzur
içinde yalsın. Ondan önce ve ondaıı sonra başka hiç kimseyle evlenmedi. Hasadını
sana sunduğu sabnyla hizmet elli onu sana kazandırmak adına. Rabbim, Tanrım
hizmetkarlarına, kardeşlerime, oğullarına, öğretmenlerime, yollarına kalbimi,
sesimi ve kalemimi adadığım herkese söyle, bu kitabı okuyan herkes senin
Sunağında senin sadık hizmetkârın Monica'yı ve ondan daha evvel ölen kocası
Palricius’u ansın, bedenleri sayesinde benim hiç bilmediğim bir şekilde bu
dünyaya gelmemi sağladığın insanları. Söyle, bu geçici ışıkta16
bütün kalpleriyle ansınlar ana ve babamı, Anamız Katolik Kilisesindeki kalında
biraderim ve kız kardeşim olan, hac yolundaki halkının yola çıkakları andan
başlayarak dönünceye kadar hasretiyle yanıp tutuşlukları ebedi Kudüs'ünde
hemşehrilerim olan ana ve babamı; böylece annemin benden son dileği, benim
dualarımdan çok bu itirafları okuyup ona dua eden nice insan larafından
fazlasıyla yerine getirilmiş olsun.
1.
BÖLÜM
Umut ve
Sevinç sadece Tanrı'dadır.
1. Lütfet seni bileyim,
ey beni Bilenim, lütfet seni, senin beni bildiğin gibi bileyim.[420] [421]
Ey ruhumun Kudreti, süzül içine ve sana uygun hale j'rtir, getir ki onu
sahiplen ve hiçbir lekesi, hiçbir kırışığı olmadan[422]
m ia hakim ol. İşte bütün umudum bu, bu yüzden böyle konuşuyorum \r ne
zaman içten bir sevinç duysam, bu umuttan dolayı böyle seviniyorum. Yaşamın
bize sunduğu diğer sevinçlere gelince, ne kadar çok ağlayıp dövünürsek bunlar
için, inan o kadar az hak eden şeylerdir 1ı unlar gözyaşlarımızı, ne kadar az
ağlayıp dövünürsek de inan o ka- ı lar çok hak eden şeylerdir gözyaşlarımızı.
Bak işte şimdi sen hakikate .ışık oldun, çünkü hakikate uygun davranan insan
ışığa yaklaşır.[423] Ben ■■min huzurunda
ve yazdıklarımı okuyan onca tanığın önünde bütün ■.amimiyetimle
itirafta bulunurken hakikati dile getirmek istiyorum.
2. BÖLÜM
Tanrı gönlümüzdeki sırları
bildiğine göre, Ona itirafta
bulunmanın anlamı nedir?
2. Ya Rab, insanoğlunun vicdanının derinlikleri senin önüne böyle
çırılçıplak seriliyken, ben sana itiraf etmek istemesem de gönlümden geçenleri
senden nasıl gizleyebilirim? Çünkü o zaman kendimi senden değil, sadece seni
kendimden saklıyor olurum. Öte yandan şu anki inlemelerim, kendimden memnun
olmadığımı zaten sana gösteriyor. Sen ışık saçıyorsun, sevinç veriyorsun, öyle
aşık olunası, öyle özlem duyulası bir varlıksın ki, kendimden utanıyorum ve
kendimi bir tarafa atıp seni seçiyorum ve sen olmadan ne kendimi ne de seni
memnun edebiliyorum. Öyleyse ya Rab, senin huzurunda ben neysem oyum. Bu yüzden
az önce de söylediğim gibi, sana itirafta bulunmak bana öyle iyi geliyor ki.
Itiraflarımı sana dilimden dökülen kelimelerle, seslerle değil, sadece senin
duyabileceğin şekilde, ruhumdan dökülen kelimelerle ve düşüncelerimin
çığlıklarıyla yapıyorum. Günahkârken kendimden memnun değilsem bu halim sana
bir itiraftır. İyiyken bu iyiliği kendime mal etmiyorsam bu halim de sana bir
itiraftır. Çünkü ya Rab, sen doğru insanı kutsarsın,[424]
ama ancak onun imansızlığını bağışladıktan sonra.[425]
Öyleyse Tanrım, senin huzurunda yaptığım bu itiraf hem sessiz hem değil.
Kelimeler dilimden dökülmediğinden sessiz, ama yüreğimin sevgisiyle çığlık
çığlığa. insanlara söylediğim doğru bir söz varsa sen önce benim yüreğimden
bunu işitmişsindir ya da
lıatta
benim yüreğimden böyle bir şey işitmişsen sen önce yüreğime lıunu
söylemişsindir.
3. BÖLÜM
Evvelce sahip
olmadığı bir kimliğe sahip olduğunu itiraf
etmesinin kendisine sağlayacağı yarar.
3. Öyleyse niçin ben insanların itiraflarımı işitmesini dert
ediniyorum, onlar mı şifa olacak sanki benim bütün bu zayıflıklarıma? insanoğlu
başkalarının yaşamını öğrenmeye çok meraklı, kendilerininkini düzeltme
konusunda da bir o kadar ihmalkar. Neden benden ne olduğumu işitmeye can
atıyorlar, senden kendilerinin ne olduğunu öğrenmek istemezken? Kendimden söz
ederken beni dinleyenler benim doğruyu söylediğimi nereden anlayacaklar, bir
insanın gönlünden neler geçtiğini insanın kendi ruhundan başkası
bilemeyeceğine göre?7 Ama senin onlar hakkında neler söylediğini işitmiş
olsalar, “Rab yalan söylüyor” demeye yürekleri yetmez. Kendini senden işitmek
kendini tanımak değil de nedir? Dahası, kendisini bilen biri, “hayır, yanlış”
derse yalan söylemiş olmaz mı? Ama sevgi her şeye inanır, en azından birbirine
sevgiyle kenetlenmiş ve bir bütün olmuş insanların söylediği her şeye; bu
yüzden ya Rab, ben de sana herkesin işiteceği şekilde itirafta bulunuyorum,
ama doğruları itiraf edip etmediğimi kanıtlaya- mam; buna rağmen, sevgiyle bana
kulak kabartan insanlar bana inanırlar.
4. Yine de sen, ey en iç benliğimin Hekimi, bu şekilde itirafta bulunmamın
bana ne gibi bir yararı olacağını anlamamı sağla. Ruhum [426]
senin inancınla ve senin sırrınla başkalaşırken, sende kutsanmanın ta ■ dına varsın
diye bağışladığın ve üstüne perde çektiğin geçmişteki kusurlarımı itiraf
ederken yazdıklarımı okuyan ve beni işiten insanların yüreğini coştur, coştur
ki umutsuzluk uykusuna yatmasın ve “ben itiraf edemem” demesin, tersine senin
merhametinin sevgisine ve senin inayetinin tadına varıp canlansın, çünkü insan
ne kadar zayıf olursa olsun bu hisle güçlenir ve bu his sayesinde kendi
zayıflığının farkına varır. İyi insanlar başkalarının geçmişte işlediği ve
artık bağışlanmış olan günahlarını işitmekten hoşlanırlar; tabii ki hoşlarına
giden günahların kendisi değil, bunların bir zamanlar günah olup artık olmadığını
bilmeleri. Vicdanımın kendi masumiyetinden çok senin bağışlayacağın merhamete
güvenerek sana her gün itirafta bulunması ya Rab, bana ne yarar sağlayacak,
n'olur anlamamı sağla, hatta bu kitabı okuyan insanlara şimdi kim olduğumu,
evvelce kim olduğumu senin huzurunda itiraf etmem bana ne yarar sağlayacak?
Geçmişimle ilgili itirafların yararını gördüm ve bunu açıkladım. Ama
itiraflarımı yazdığım sırada, yani şu an kim olduğumu öyle çok insan bilmek
istiyor ki, bunların arasında beni tanıyanlar da var, benim kitaplarımdan ya da
benim hakkıında bir şeyler işitmiş olmakla birlikte, beni hiç tanımayanlar da;
ama onların kulakları benim yüreğimde değil, oysa ben tam da orada neysem oyum.
Buna rağmen ne gözleriyle, ne kulaklarıyla ne de zihinleriyle giremeyecekleri
iç benliğimin ne olduğunu öğrenmek için benim itirafımı dinlemek istiyorlar.
Evet, istiyorlar, çünkü bana inanmaya hazırlar; peki ama beni tanımaya hazırlar
mı? Çünkü onların iyi insanlar olmasını sağlayan sevgi kendimle ilgili
itirafta bulunurken yalan söylemediğimi onlara söylüyor, bu yüzden içlerindeki
sevgi bana inanıyor.
İTİRAFLAR
4. BÖLÜM
Bu
tür bir itirafta bulunmanın sağlayacağı büyük kazanç.
5.
Ama itirafımı dinlemekle ne
tür bir kazanç elde etmek istiyorlar? Yoksa senin lütfunla sana ne kadar
yaklaştığımı işittiklerinde, benimle birlikte sana şükretmek mi istiyorlar,
bedenimin ağırlığından ■;ana
yaklaşmakta ne kadar geciktiğimi işittiklerinde de benim için sa- ııa dua mı
etmek istiyorlar? Işte ben gönlümü böyle insanlara açacağım. Çünkü hiç de öyle
yabana atılacak bir kazanç değil bu, Rab Tanrım, birçok insanın bizden dolayı
sana şükranlarını sunması ve birçok insanın bizim için sana dua etmesi. Kardeş
bir ruh bende sevgisine layık olacağını öğrendiği özelliğimi sevsin,
ayıplanması gerektiğini öğrendiği özelliğimi ise ayıplasın. Bu hakiki
kardeşliğin kanıtıdır, bizden olmayanın, yani dilleri yalan konuşan, sağ elleri
kötülüğün sağ eli olan başkalarının oğullarının değil. Hakiki kardeş bende
beğendiği bir özellik gördü mü benim namıma sevinen, beğenmediği bir özellik
gördü mü benim namıma üzülen kişidir, çünkü beğense de beğenmese de beni hep
seviyordur. Işte ben gönlümü böyle insanlara açacağım; bende sevap gördüler mi
içi içine sığmayanlara, bende günah gördüler mi ah çekenlere. Sevaplar*m senin
eserindir, senin lütufların- dır, günahlarım ise benim kusurumdur ve senin bana
verdiğin cezalardır. İlkine sevinsinler, ikincisine ah çeksinler. Kardeş
yüreklerinden ) ilahiler, hıçkırıklar yükselsin senin katma,
buhurdanlıklarından tüter gibi. Ama kutsal tapınağından yükselen rayihalardan
hoşnut olan sen, ya Rab, n’olur, başın için, yüce merhametin adına, acı bana,
sen başladığın işi asla yarım bırakmazsın, n’olur bende yarım kalanları da
bitir.
6.
Evvelce nasıl biri
olmadığımı, şimdi nasıl biri olduğumu itiraf etmemin kazancı şu: Ben sadece
senin huzurunda, gizli bir sevinçle, korkarak, umudun karıştığı gizli bir
kahırla itirafta bulunmuyorum, ben aynı zamanda imanlı insanoğullarının,
sevincimi paylaşanların ve benim gibi ölüme yazgılı olanların da huzurunda
itirafta bulunuyorum; bu insanların hepsi benim hemşerim,8 kimi benden önce
çıkmış hac yolculuğuna, kimi benden sonra, kimi de şu anki yaşam yolumda bana
can yoldaşı olmakta. Bu insanlar senin hizmetkarın, benim kardeşlerim; bunlar
senin oğulların olarak seçtiklerin ve seninle, sana bağlı olarak yaşamak
istiyorsam, kendilerine hizmet etmemi buyurduğun önderlerim. Bu buyruğunu, yani
senin sözünü çok iyi anlamayabilirdim, eğer sadece sözlerle bana aktarılmış
olsaydı, daha önce hayata geçirilmemiş olsaydı.lJ Ben senin buyruğunu hem
sözlerimle hem de davranışlarımla yerine getiriyorum, ama ben buyruğunu senin
kanatlarının altında yerine getiriyorum, yoksa çok büyük bir tehlikeyle karşı
karşıya kalmış olurdum, ruhum senin kanatlarının altına sığınmayıp sana teslim
olmamış olsaydı, sen ne kadar zayıf olduğumu anlamamış olsaydın. Ben daha
küçüğüm, ama Babam ebediyen yaşayacak, Onun vasiliği beni korumaya yeter. Çünkü
O bir ve aynı, bana can veren de ( ), beni sakınan da. Bendeki bütün
iyiliklerin kaynağı sensin, sen Her Şeye Kadirsin, ben seninle olmadan önce,
sen benimleydin. O halde bana lıiznıct etmemi buyurduğun insanlara, sadece kim
olduğumu açıklamayacağını, şu an kim olmaktayım ve kim olacağım, işte bunları
da açıklayacağım. Ama ben kendi kendimin yargıcı değilim. Beni dinleyenler
bunu böyle bile! [427] [428]
İTİRAFLAR
5.
BÖLÜM
jnsan kim
olduğunu tam olarak bilemez.
7.
Benim yargıcım sensin ya
Rab. Evet, doğru, hiç kimse insanı, insanın özelliklerini bilemez, kendi
içindeki ruhu dışında w Ama insanda başka bir şey daha var ki, bunu kendi
içindeki ruhu bile bilemez. lşte sen, ya Rab, sen insanla ilgili her şeyi
bilirsin, çünkü insanı sen yarattın. Ben senin gözlerinin önünde kendimi
aşağılasam da, kendimi toprak ve külden yaratılmış bir varlık olarak görsem
de, seninle ilgili bildiğim, kendimle ilgili bilmediğim bir özellik var. Hiç
kuşkusuz seni şu an bir aynadan, hayal meyal görebiliyoruz, henüz yüz yüze
gelmedik. h Bu yüzden senden uzaklaşıp bir seyyah gibi dolanıp durdukça senden
çok kendime yaklaşıyorum, ama yine de bir şeyi biliyorum, yani sana hiçbir
şeyin zor kullanamayacağını. Oysa ben hangi denemelere karşı durabilirim,
hangilerine karşı duramam, hiç bilmiyorum. Yine de içimde bir umut var ve bu
umut senin vefalı olmandan, gücümüzü aşan sınavlardan geçmemize izin
vermemenden, denensek bile bize katlanabilmemiz için mutlaka bir çıkış yolunu
da göstermenden kaynaklanıyor.12 İşte bu
yüzden kendimle ilgili bildiklerimi itiraf etmeme izin ver; izin ver kendimle
ilgili bilmediklerimi de itiraf etmeme. Çünkü kendimle ilgili ne biliyorsam
senin saçtığın ışık sayesinde biliyorum; kendimle ilgili ne bilmiyorsam,
karanlıklarım senin yüzünle 1 karşılaşıp öğlen
güneşi gibi parlayana kadar da[429] [430]
[431] [432]
bilemeyeceğim.
6.
BÖLÜM
Tamı'ya âşıkken aslında neye âşık
oluyoruz?
Tanrı'yı yarattıklarından nasıl
tanıyoruz?
8.
Sana olan aşkım, ya Rab,
bulanık bir his değil, kati bir bilincin ürünü. Sen sözünle benim yüreğimi
dağladın ve ben sana aşık oldum. Aynı zamanda hem Gökyüzü hem de Yeryüzü ve
onların kapsadığı her şey, bak, dört bir yandan bana sana aşık olmamı
söylüyorlar; hiç durmadan herkese bunu söylüyorlar, demek ki bir bildikleri var[433] Öte yandan daha
derin bir bakış açısıyla bakıldığında, bu durum senin acıdığına acımandan ve
merhamet ettiğine merhamet bağışlamandan da anlaşılıyor. Yoksa hem Gökyüzü hem
de Yeryüzü sana sundukları övgülerini sağırlara söylemiş olurlardı. Peki ama,
ben sana aşık olunca aslında neye aşık oluyorum? Ne tensel bir cazibe ne de geçici
bir güzellik, ne göz kamaştıran parlak bir ışık, ne ahenkli şarkıların hoş
ezgileri, ne çiçeklerin, esansların ve baharatların baygın kokuları, ne kudret
helvası,[434] ne bal ne de bedenlerin
kucaklaşmalarından haz alan uzuvlar; hayır, bunlar değil, ben Tanrıma aşıkken
bütün bunlara aşık olmuş olmuyorum. Gerçi evet, ben bir tür ışığa aşık oluyorum,
bir tür sese, bir tür kokuya, bir tür ekmeğe, bir tür kucaklaşmaya, ben
aşıkken Tanrıma, yani ışığa, sese, kokuya, ekmeğe, iç benli-
ğimdeki kucaklaşmaya aşık oluyorum, evet,
iç benliğimde ruhum mekanla sınırlı olmayan bir ışıkla parlıyor, orada zamanın
kapıp götüre- ınediği bir ses var, orada rüzgarın dağıtamadığı bir rayiha var,
orada yendikçe tükenmeyen bir ekmek var ve orada doydukça kenetlendiğiniz bir
kucaklaşma var. İşte Tanrıma aşıkken aşık olduğum şey bu. [435]
9.
Peki, bu şey ne? Yeryüzüne
sordum, şöyle dedi: “O şey ben değilim.” Yeryüzünün kapsadığı her şeye sordum,
aynı itirafta bulundular. Denize sordum, uçurumlara sordum ve yerde sürünen
tüm canlılara, şöyle yanıt verdiler: “Biz senin Tanrın değiliz; bizim üstümüze
bakmalısın.” Esen yellere sordum ve hava içindeki bütün sakinleriyle birlikte
şöyle yanıt verdi: “Anaksimenes yanıldı; ben Tanrı değilim.”ı7 Gökyüzüne
sordum, güneşe, aya, yıldızlara: “Aradığın Tanrı biz değiliz” dediler.
Bedenimin etrafını çevreleyen ne var ne yoksa hepsine dedim ki: “Siz
değilsiniz madem, peki o zaman benim Tanrımın kim olduğunu söyleyin. Onun
hakkında bir şey söyleyin.” Hepsi bir ağızdan haykırdılar: “Bizleri O yarattı.”
Ben onları temaşa ederek sorularımı sordum, onlar bana güzellikleriyle yanıt
verdiler. Sonra kendime döndüm ve dedim ki: “Sen kimsin?” Yanıt verdim:
“insanoğlu.” Kendime baktığımda gördüğüm bir beden, bir de ruhtu, biri dışımda,
diğeri içimde. Bunların hangisine sormalıyım Tanrımı? Ama az önce bedenimle
Yeryüzünden Gökyüzüne kadar, gözlerimin ışığının kılavuzluğunda ulaşabildiğim
her yere bakmadım mı? Demek ki içimdeki kısım daha üstün. Çünkü o hem başkan
hem de yargıç olduğundan benim bütün tensel duyularım birer haberci gibi, Göğün
ve Yeryüzünün ve onların kapsadığı her şeyin verdiği, “Biz Tanrı değiliz,
bizleri O Yarattı” yanıtlarını ona iletiyorlardı. insanın içindeki ben, bütün
bunların dışındaki benin yardımıyla biliyor. Ben, yani içimdeki ben bu şeyleri
biliyorum; ben, yani zihin olan ben ı 8 bunları tensel duyularımın
aracılığıyla biliyorum. (Dünyanın o koca kütlesine de sordum Tanrımı, ba- [436]
na şöyle yanıt verdi: “Ben Tanrı değilim, ama beni O
yarattı.”)
1 O. Alemin güzelliği
duyuları sağlam olan her insana kendisini açıkça sunmuyor mu? Öyleyse niçin
herkese aynı şekilde hitap etmiyor? Irili ufaklı bütün hayvanlar bu güzelliği
görüyor, ama sorgulaya- mıyorlar, çünkü onlara duyularının ilettiği şeyleri
yargılayacak bir akıl verilmemiş. Ama insanoğlu sorgulayabiliyor, öyle ki
yaratılan varlıklar aracılığıyla görülen Tanrı'nın sırlı doğasını idrak
edebilsin, ama insan bu güzelliklere öyle aşık oluyor ki, sonunda onların
kölesi oluyor ve köle olunca da yargıda bulunamıyor. Yaratılan varlıklar
yargılama gücünü yitirenlerin sorusuna yanıt vermez. Oysa onların sesinde,
yani güzelliğinde bir değişiklik olmaz. Bir insan ona baksın, diğeri ona
bakarken sorgulasın, ilkine başka, ikincisine başka görünecektir, aslında o an
ikisine de aynı şekilde görünmektedir, ama ilkine sessiz kalmakta, İkincisiyle
konuşmaktadır; hayır, aslında herkesle konuşmaktadır, ama sadece onların
dışarıdan gelen sesini işiten ve kendi içlerindeki Hakikatle kıyaslayanlar
onları idrak edebiliyorlar. Çünkü Hakikat bana şöyle diyor: “Senin Tanrın ne
yeryüzü ne gökyüzü ne de bir cisim.” Bu yanıtı veren onların doğası, elbette
görmesini bilene; çünkü onların doğası bir kütle, bir bölümü bütününden daha
küçük olan bir kütle. Öyleyse sana söylüyorum ey ruhum, sen daha üstünsün,
çünkü sen bedenin kütlesine yaşam verip onu canlandırıyorsun, çünkü hiçbir
beden başka bir bedeni böyle canlandıramaz. Ama ruhum, Tanrın senin için
yaşamının da yaşamı. [437] yardımıyla çıkacağım. Beni
bedenime bağlayan ve bedenimin iskeletini yaşamla doldurmamı sağlayan gücümü de
aşacağım. Tanrıını bulacağım türde bir güç değil bu. Bu yolla bulmaya
kalkarsam ha ben bulmuşum, ha idrak yetisinden yoksun at ya da katır. [438]
Çünkü onların bedenlerine de yaşam veren bu aynı güç. Ama başka bir güç var,
ben bununla bedenime yaşam vermekle kalmıyorum, aynı zamanda tensel duyularımın
algılamasını da sağlıyorum. Rab bu gücü benim için yaranı, göze duymamasını,
kulağa görmemesini emrederek, tam tersi gözün görmesini, kulağın işitmesini ve
bütün diğer duyuların da tek tek kendi yerlerini bilip kendi işlevlerini yerine
getirmesini emrederek. Ben, bir tek zihin olan ben, duyular aracılığıyla bu
farklı işlevlerin hepsini yerine getiriyorum. Ama ben bu gücümü de aşacağım.
Çünkü bu güç ana, katırda da var, ne de olsa onlar da bedenleriyle hissedebiliyorlar.
8.
BÖLÜM
Hafızanın gücü.
12.
Öyleyse beni yaratan Ona
adım adım çıkarken, ben bu doğal yelimi de aşacağım; işLe artık hafızanın
ovalarına ve geniş saraylarına geliyorum, duyularımla çekip getirdiğim bin
çeşit nesnenin sayısız imgeleriyle dolu hazinenin olduğu yere. Düşüncemize
konu olan ne varsa orada saklı, duygularımızın çoğalarak, azalarak ya da işte
bir şekilde değişerek algıladığı ne varsa. Ayrıca unutmanın henüz yutup gömmediği
anılar varsa onlar da teslim edilmiş oraya, depolanmış. Ben artık buradayım ve
ondan ne istesem hemen getirmesini talep ediyorum ve hemen bazı şeyler ortaya
çıkıveriyor, bazıları ise daha uzun bir süre istiyorlar ve sanki gizli saklı
odalardan çıkar gibi çıkıyorlar, bazıları da aniden üşüşüveriyorlar, ben
bambaşka bir şey isterken ve ararken tam ortaya atlayıveriyorlar, şöyle der
gibi: “Aradığın biz olmayalım?” Hemen yüreğimin eliyle hafızamın yüzünden
kovuyorum onları, ta ki istediğim şey bulutlarını dağıtıp saklandığı yerden göz
önüne çıkıncaya kadar. Bazıları var ki istediğim anda geliyorlar, sen
geleceksin ben geleceğim gibi kavgaya da tutuşmuyorlar. Önce gelenler ardından
gelenlere yol veriyor ve geçip giderlerken istediğim zaman yeniden ortaya
çıkmak üzere depalarma çekiliyorlar. İşte hafızamı yoklayıp da bir şey
anlatmaya kalktığımda aynen böyle oluyor.
13.
Hafızada her şey ayırıcı
özelliklerine ve türlerine ayrılarak korunuyor ve her şey kendine özgü bir yol
bulup giriyor buraya. Örneğin ışık, renkler ve cisimlerin şekilleri gözlerden
giriyor, her türlü ses kulaklardan giriyor, her tür koku burundan geçip
giriyor, her tür tat da ağız yoluyla bir giriş buluyor kendine. Tüm bedene
yaygın olan dokunma duyusuyla neyin sert, neyin yumuşak, neyin sıcak, neyin soğuk,
neyin düz, neyin pürüzlü, neyin ağır, neyin hafif ya da bir şeyin bedenimizin
içinde mi yoksa dışında mı olduğunu algılayabiliyoruz. Hafızanın koskoca
mağarası gizemli, gizli ve kelimelere sığmayan kuytularıyla bütün bu algıları
alıyor ve gerektiği anda ortaya çıkartıp hatırlatıyor. Ama hepsi kendilerine
özgü kapılardan girerek burada depolanıyor. Algıladığımız nesnelerin kendileri
giremiyor buraya, sadece onların imgeleri kullanıma hazır olarak duruyor ve
hatırladığımız anda düşüncemize kendilerini sunuyor. Ama hangimiz imgelerin
nasıl oluştuğunu söyleyebiliriz, hangi duyumuz aracılığıyla algılandığını ve
hafızanın içine yerleştirildiğini açıkça bilsek bile? Nitekim ben karanlıkta
ve sessizlik içinde oturuyor olabilirim, ama istediğim takdirde hafızamda
renkleri canlandırabilir, ak ile kara ya da dilediğim başka renkler arasındaki
farkı ayırt edebilirim. Bu renklere yoğunlaştığımda gözlerimle algıladığım renk
imgelerine sesler saldırıp da onları asla karman çorman etmez, oysa sesler de o
sırada oradadır, ama kendilerine özgü odalarında gizli tutulurlar.
Gerektiğinde onları da talep ederim, talep ettiğim anda da hemen çıkar
gelirler. Dilim sussa da, gırtlağımdan hiç ses çıkmasa da ne zaman istesem
şarkı söyleyebilirim. Ama her an orada hazır ve nazır bulunan renk imgeleri
araya girip şarkımı bozmazlar, çünkü o sırada başka bir oda açılır ve sesler
kulağıma akarlar. Işte aynı şekilde öteki duyumlarımla aldığım ve biriktirdiğim
anılarımı da istediğim anda hatırlayabilirim. O an hiç koklama- sam da
leylakların kokusunu menekşelerin kokusundan ayırt edebilirim. Balı tatlı bir
şaraba tercih edebilirim, yani yumuşak bir tadı sert bir tada; istediğim her an
tatmasam da, dokunmasam da sadece hatırlamam yeter.
14.
İşte bütün bunların hepsini
içerde, hafızamın o büyük avlusunda gerçekleştirebiliyorum. Orada gökyüzü,
toprak, deniz her an hazır durumda, hem de duyularımla onlardan algıladığım ne
var ne yoksa hepsiyle birlikte, elbette unuttuklarımın haricinde. Işte orada
ben kendimle de karşılaşıyorum ve kim olduğumu hatırlıyorum, neler yaptığımı,
bunları ne zaman, nerede ve nasıl yaptığımı ve yaparken nasıl bir ruh halinde
olduğumu. Her şey var orada, gerek kendi deneyimlerimden gerekse duyup
inandıklarımdan hatırladığım her şey orada. Hatta bu cömert kaynaktan geçmişin
izlenimleriyle birlikte, gerek kendi yaşadıklarımın gerekse yaşadıklarım
doğrultusunda inandığım olayların şu ya da bu şekilde bir resmini
çizebiliyorum ve bu resimden hareketle gelecekteki eylemlerimi, yaşayacağım
olayları ve beklentilerimi tahmin edebiliyorum ve bütün bunları, sil baştan ve
sanki şu an gerçekleşiyorlarmış gibi, düşünebiliyorum. “Bunu ya da şunu
yapacağım” diyorum mesela, nice zengin imgenin bulunduğu zihnimin o geniş
kovuğunda o anda bu ya da şu oluveriyor: “Ah keşke bu ya da şu olsaydı!” veya
“Tanrı vere de bu ya da şu olmasa!” diyorum. İşte bülün bunları kendi kendime
söylüyorum ve ben bunları söylerken, söz konusu ettiğim her şeyin imgesi
hafızanın hazinesinden çıkarılıp hazırda tutuluyor; hazır tutulmasalar zaten
böyle şeyler söyleyemem.
15.
Hafızanın gücü büyük, akıl
almayacak kadar büyük Tanrım, hafıza uçsuz bucaksız, sonsuz bir derinlik. Onun
dibine dalan biri olmuş mudur acaba? Işte bu güç benim zihinsel gücüm ve bana
doğanın bir armağanı. Ama ben hala kim olduğumu tam anlamıyla idrak edemiyorum.
Demek ki zihin kendisini içine sığdıramayacak kadar dar, peki o zaman kendi
içine sığdıramadığı kısmı nerede? Dışında değil de içinde olması gerekmiyor mu?
Ama o zaman niçin sığdıramıyor? Bu soru beni hayretten hayrete düşürüyor,
şaşkına dönüyorum. insanlarsa yüksek dağlara hayret ediyorlar, denizin devasa
dalgalarına, nehirleri bir baştan bir başa kaplayan şelalelere, dünyamızı
çepeçevre saran Okyanusa ve gök cisimlerinin devinimlerine. Oysa onlarda hayret
edilecek bir yan yok. Benim bu söylediklerim, bu gözlerimle görmediğim şeyler
ise kimseyi şaşkına çevirmiyor. Zaten dağları, dalgaları, nehirleri, şu
gördüğüm yıldızları, başkalarından öğrenip inandığım Okyanusu sanki dışarıdan
seyrediyormuşum gibi bütün boyutlarıyla hafızamda içsel olarak canlandırmamış
olsaydım hiçbiri hakkında hiçbir şey söyleyemezdim. Gerçi onları gözlerimle
gördüğüm gibi içime alıp aynı şekilde görmem mümkün değil. Nesnelerin kendisi
yok bende, onların imgeleri mevcut. Tek bildiğim zihnimde izlenimi olan bir
nesnenin hangi tensel duyu aracılığıyla bana geldiği.
9.
BÖLÜM
Bilim
dallarının hafızada tutulması.
16.
Hafızamın o geniş haznesine
sığan şeyler bunlarla da bitmiyor. Özgür sanatlardan öğrendiğim ne varsa onlar
da burada, unuttuklarım hariç elbette; sanki mekanı olmayan ücra bir köşeye
itilmişler gibi duruyorlar. Üstelik onların imgelerini değil, bizzat
kendilerini taşıyorum. Çünkü edebiyat ne, diyalektik tartışma yeteneği ne, kaç
tür soru sorma yöntemi var, hepsini biliyorum, hafızama kaydedildiği şekilde
hepsini biliyorum. imgelerini tutup nesneleri dışımda bıraktığım gibi bir şey
değil bu ya da ses verip sonra kaybolan bir şey de değil bu, hani kulağınızda
bir ses çınlar, sonra geçip gider, ama bu arada hatırlanmak üzere arkasında
bir iz bırakır, hatta artık çınlamadığı halde siz hala çınlıyormuş
zannedersiniz, işte öyle bir şey de değil. Bir kokuya da benzemiyor bu, hani
şöyle bir geçerken ve havaya karışırken koku alma duyunuzu harekete geçiren ve
hafızanızda bir izlenim bırakıp hatırladığımız anda yeniden canlanan bir koku
da değil. Bedenin dokunup hissettiği bir şeye de benzemiyor, hani bizimle
temas kurduktan sonra hemen yok olan ve hatırladığımızda yeniden resimlenen
bir şeye. Çünkü bunların hiçbiri hafızaya girmiyor, sadece şaşırtıcı bir hızla
izlenimlerini bırakıyorlar, ardından adeta o mucizevi odacıklarına
yerieşiveriyorlar ki hafıza onları mucizevi şekilde canlandırabilsin.
10. BÖLÜM
Sanatların
bilgisi hafızaya duyular aracılığıyla getirilmez,
hafızanın kovuğundan çıkarlar. [439]
■.eslerin
havadan gürültüyle geçip gittiğini, sonra da yok olduğunu biliyorum. Ama bu
seslerin işaret ettiği düşüncelere şimdiye kadar ne duyu algımla
dokunabilmişimdir ne de bunları zihnimden bağımsız olarak görebilmişimdir. Buna
rağmen hafızamda bunların imgelerini değil, asıllarını saklı tutuyorum. Şimdi
bunların bana nereden geldiklerini bırakalım kendileri açıklasınlar, tabii
becerebilirlerse: Bedenimdeki bütün kapılara koşuyorum, ama bu bilgilerin
içeriye girdikleri kapıyı bir türlü bulamıyorum. Gözlerim şöyle diyor: “Bunlar
renkliyse renklerini biz sana bildirmişizdir.” Kulaklarım söyle diyor: “Ses
çıkarı- yarlarsa bu seslerin sorumlusu biziz.” Burun deliklerim şöyle diyor: “Kokuyorlarsa
bizden geçmişlerdir.” Tat alma duyum bile şöyle diyor: “Tadı yoksa hiç bize
sorma.” Dokunma duyum şöyle diyor: “Bir nesneleri yoksa ona dokunmamışımdır,
ben dokunmamışsam da sana bir şey dememişimdir.” Öyleyse bu bilgiler nereden
geldi benim hafızama? Nasıl geldiklerini bilmiyorum. Çünkü bu bilgileri
öğrendiğimde, o sırada bana bunları anlatana inanmadım, bunları ben kendimde tanıdım
ve doğru olduklarını kabul ettim. Saklaması için de zihnime teslim ettim ki,
gerek duyduğumda oradan getirtebileyim. Demek ki ben daha onları öğrenmeden
önce zihnimdeydiler, ama hafızamda değillerdi. Peki ama, bu bilgiler dile
getirildiklerinde ben onları nereden ve nasıl tanıdım ve, “Evet, doğru” dedim
hafızamda olmadıkları halde? Demek ki hafızamdaydılar, ama mağaraların en
karanlık köşesine itilmiş gibi, ücralara, arkalara itilmiş olmalılar, çünkü
başka birinin dikkatini çekip de ortaya çıkarılmamış olsalardı, belki de ben
onları hiç düşünmeyecektim.[440]
11.
BÖLÜM
Öğrenmenin anlamı.
18.
Buradan hareketle şöyle bir
sonuca ulaşıyoruz: Bu bilgileri, yani duyulanınızla imgelerini almadığımız,
ama zihnimizde imgesi olmadan kendi haliyle tanıdığımız bilgileri öğrenmek,
hafızada daha önceden dağınık ve düzensiz bir şekilde bulunan fikirleri bir
araya top- larcasına düşünmekten başka bir şey değil. Dikkatimizi verince, daha
önceden dağınık ve ihmal edilmiş halde köşesinde gizlenen bu bilgilerin
kullanıma hazır halde orada beklediğini anlıyoruz, çünkü kendilerine aşina
olan zihin onları çağırdığı anda hemen ortaya çıkıveriyorlar. Demek ki benim
hafızam bu türden ne çok bilgi içeriyor, yani çok daha önceden keşfedilmiş ve
demin de dediğim gibi, kullanıma hazır halde bekletilen ne çok bilgi. Bunu
öğrendim ya da biliyordum dediğimde kastettiğim bu demek ki. Ama bunları
toparlamaya biraz ara vereyim, hemen dibe iniveriyorlar ve yine o ücra
köşelerine çekiliveriyor- lar. Bu durumda yeni bir şeymiş gibi yeniden
keşfedilmeleri, bulundukları kaynaktan yeniden çağrılmaları (bu kaynaktan
başka gidebilecekleri bir yer yok sahiden), bilinebilmeleri için yeniden bir
araya getirilmeleri \cogenda],
yani dağınık halde bulunduklarından yeniden uğraş verip toparlanmaları [coHigenda]
gerekiyor. Düşünmek fiili de \cogito] buradan geliyor. Bir araya getirmek \cogo] ve düşünmek \cogito] fiilleri, iş yapmak \ago], harekete geçirmek
[agilo] ve yapmak [jacio] ve sıkça yapmak (factito]
fiilleriyle bağlantılıdır.2ı Ama zihin düşünmek \cogito] fiilinin sa- [441]
İTİRAFLAR
dece kendi işlevi olduğunu iddia eder.
Zaten başka yerde değil de sadece zihinde bir araya getirilen [coUigo], yani
belli bir uğraş sonucunda bir araya toplanan bilgiye hatırlanan bilgi denmesi
bu yüzden; çok da doğru.
12.
BÖLÜM
Matematikle ilgili bilgilerin
hatırlanması.
19.
Dahası, hafıza sayıların ve
boyutların sayısız ilkesini ve kuralını içeriyor ve bunların hiçbiri herhangi
bir duyu algısıyla alınıp da hafızamıza yerleşmiyor. Bunların rengi de yok, ne
bir ses çıkarıyorlar, ne de kokuyorlar; tatlan da yok, dokunulmuyorlar da.
Konuşma konusu olduklarında bunlara işaret eden kelimelerin seslerini duyuyorum
sadece. Ama sesler ayrı şeydir, sayısal ilkeler ayrı şey. Çünkü Yunanca kelime
farklı bir ses verir, Latince kelime farklı bir ses, ama sayısal ilkeler ne
Yunancadır, ne Latincedir, ne de herhangi başka bir dil. Mimarların çizdiği
çizgileri gördüm. Son derece ince çizgiler bunlar, örümcek ağı gibi. Ama saf
matematiksel çizgiler onlardan çok farklı. Gözlerimin somut olarak bana
gösterdiği çizgilerin imgeleri değil bunlar. Çünkü insan matematiksel
çizgileri herhangi bir nesneye bakmaksızın içsel olarak bilir. Hatta nesneleri
sayarken kullandığım sayılan bütün tensel duyularımla algılarım. Ama sayı
saymama yardımcı olan sayısal ilkeler farklı şeyler. Bunlar saydığımız
nesnelerin imgeleri değil, bu yüzden kendi kendilerine bir gerçeklikleri var.
Bunları görmeyen insan bu sözlerimi alaya alabilir ve ben beni alaya alanlara
acıyorum.
anlamı zihinde herhangi
bir şeyin izini sürmektir. Cogere fiilini açılımı co- ago,
cogitare fiilinin açılımı ise c.o-agito’dur.
13.
BÖLÜM
Hafızamız
sayesinde hatırlamış olduğumuzu hatırlıyoruz.
20.
İşte bütün bu bilgileri ben
hafızamda tutuyorum ve bu bilgileri nasıl öğrendiğimi de hafızamda tutuyorum.
Ayrıca bu bilgilere karşıt olarak ileri sürülen ve baştan sona yanlış pek çok
düşünce de işittim ve hafızamda tuttum. Bunlar yanlış olmasına rağmen bunları
hatırlamamda bir yanlışlık yok. Doğru düşünceler ile bunlara karşıt olarak
ileri sürülen yanlış düşünceler arasındaki farkı ayırt ettim ve ben bunu da
hatırlıyorum. Dahası bu farkı ayın ettiğimi şimdi anlamam başka bir şey, bu
konu üzerinde yoğunlaştığımda sürekli bu ayrımı yaptığımı hatırlamam başka bir
şey. Demek ki ben hem sürekli bu sorunlar üzerine yoğunlaştığımı hatırlıyorum,
hem de şimdi farkına vardığım ve anladığım şeyi hafızamda tutuyorum, öyle ki
daha sonraları şu an bu sorunları anladığımı hatırlayabileyim. Öyleyse ben aynı
zamanda hatırlamış olduğumu da hatırlıyorum, yani daha sonraları bu olguları
hatırlayabildiğimi tekrar hatırlarsam hafızamın gücü sayesinde tekrar
hatırlamış olacağım.
14.
BÖLÜM
Duyguların hafızada tutulması.
Mutsuz olduğumuzda bizi
mutlu eden şeyleri hatırlama. [442]
lıyorum, çok önceleri duyduğum arzuları
şimdi hiç arzu duymadan hatırlıyorum. Hatta bazen tam tersine geçmişteki
üzüntümü şimdi sevinçle hatırlıyorum ya da kaybettiğim bir sevinci üzüntüyle
hatırlıyorum. Tensel duygulanımlarımız söz konusu olduğunda da, bunları hatırlamamıza
şaşırmamız gerekir, çünkü ruh başka bir şey, beden başka bir şey. Geçip gitmiş
bir acıyı şimdi mutlu mesut hatırlıyorsam bunda şaşılacak bir şey yok. Ama zihin
ve hafıza bir ve aynı şeydir, bu yüzden biz birine bir şeyi hatırlaması
gerektiğini söylediğimizde, “Bak, bunu zihninden hiç çıkarma,” deriz. Bir şeyi
unuttuğumuzda da, “Zihnimden silinmiş” veya “Zihnimden çıkıp gitmiş,” deriz.
Burada zihin derken aslında hafızayı kastediyoruz. Peki o zaman geçmişteki üzüntümü
hatırladığımda mutlu olmama ne diyeceğiz; yani zihnim mutlu, hafızam üzüntülü
olduğunda, kısacası zihnim mutluluk içerdiğinde mutlu, ama hafızam üzüntü
içerdiğinde üzüntülü olduğunda? Yoksa hafızanın zihinle bir ilgisi yok mu? Hiç
böyle bir şey söylenebilir mi? Söylense söylense şöyle söylenebilir: Hafıza
zihnin midesi gibidir, mutluluk ve üzüntü de tatlı ve acı birer yiyecek. Bu
duygular hafızaya girdiğinde, yani yiyecekler mideye indirildiğinde, orada
kalabilirler, ama artık tat vermeyebilirler. Hafızanın mideye benzetilmesi
gülünç karşılanabilir, ama aralarında hiçbir benzerlik yok da denemez.
22.
Zihnimizi karıştıran arzu,
sevinç, korku ve keder gibi dört temel duygu var derken,22
bu duyguları hafızam sayesinde dile getirdiğime de ayrıca dikkat edin. Bu
duygularla ilgili konuşmaya başladığımda da, örneğin her birini türlerine ve
cinslerine göre belli sınıflara ayırdığımda ve tanımladığımda, söyleyeceğim
şeyleri yine de hafızamda buluyor ve oradan çıkarıyorum. Ama bu karışık duygu
durumlarını bir [443] araya getirip de
hatırladığımda asla karmaşa yaşamıyorum. Bunları ben bir araya getirmeden ve
bunlar üzerine düşünmeden önce de orada olmalılar. Zaten bu yüzden ben onları
hatırlayarak hafızamdan çıkarabiliyorum. Belki de geviş getirirken yiyeceğin
mideden ağza getirilmesi gibi, bu duygular da yeniden hatırlanarak hafızadan
getiriliyorlar. Peki o zaman niçin bir insan geçmişteki mutluluğu ya da üzüntüsüyle
ilgili konuşurken, yani bu duyguları hatırlarken, zihninin ağzında mutluluğun
o tatlı lezzetini, kederin o acı tadını alamıyor? Bu ikisi artık hiçbir şekilde
birbirine benzemediğine göre, acaba bu aşamada bizim yaptığımız benzetme mi
yanlış? Çünkü bu duygulardan bahsettiğimiz her an acı ya da korku duyacak
olsak, hu duygulan bir daha ağzımıza almak ister miyiz? Öte yandan biz bu
duygulardan söz ederken, hafızamızda sadece bu duygu adlarını oluşturan sesleri
-bu sesleri biz tensel duyular yoluyla elde ettiğimiz imgelerine göre hafızamızda
tutuyoruz- bulmakla kalmıyor, bu duyguların kavramlarını da buluyoruz. Ama bu
kavramları bedenimizin herhangi bir kapısından içeri almıyoruz. Bunları ya
zihin bizzat yaşadığı duygu deneyimleri sonucunda hafızaya emanet etmiş ya da
zihin tarafından emanet edilmemiş oldukları halde hafızada tutulmuşlar.
15.
BÖLÜM
Olmayan şeyleri bile
hatırlıyoruz. [444]
yor. Ama o acının imgesi benim hafızamda
olmamış olsaydı neden söz ettiğimi bilemeyecektim ve ondan söz ederken bu acıyı
zevkten ayırt edemeyecektim. Örneğin sağlıklı olduğumda, bedenim sağlıklı diyorum,
yani sözünü ettiğim beden durumu o an için bende mevcut. Ama sağlıklı olsam
bile sağlıklı olmanın imgesi benim hafızamda olmamış olsaydı, bu kelimenin
sesinin ne anlam ifade ettiğini hiçbir şekilde hatırlayamazdım ya da bedenleri
sağlıklı olmasa bile hafıza yetileri sayesinde sağlığın imgesine sahip olmamış
olsalardı, hastalar kendilerine sağlıktan söz edildiğinde bunun ne anlama
geldiğini bilemeyeceklerdi. Bundan başka örneğin nesneleri saydığımız
sayılardan söz ediyorum. Ama işte bakın hafızamda sayıların imgeleri yok,
kendileri var. Güneşin imgesini ele alalım, bu da benim hafızamda mevcut. Onun
imgesinin imgesini değil, imgenin kendisini hatırlıyorum. Hatırladığım sırada
bende bu imge canlanıyor. Hafıza diyorum, dediğim şeyi tanıyorum. Bunu
hafızamdan başka nerede tanıyabilirim? Acaba hafıza kendi imgesi sayesinde mi
mevcut, yoksa kendiliğinden mi mevcut?
16. BÖLÜM
Unutma da
hatırlanır. [445]
hafıza ile hatırlamama konu olan unutma.
Ama unutma hafızanın yokluğundan başka nedir ki? O halde onu hatırladığımda
nasıl orada oluyor, çünkü unutma devreye girdiğinde benim hatırlama yetim
kalmıyor ki? Hatırladığımız şeyi hafızada tutuyoruz; ama unUtmayı hatırlamadıkça
unulma kelimesini işitsek bile bu kelimenin ifade ettiği anlamı bilemezdik,
öyleyse hafıza unutmayı da içeriyor. O halde unutmamamız için orada bulunuyor,
o orada olunca da unutuyoruz. Buradan şöyle bir sonuç mu çıkıyor yoksa? Biz
unulmayı hatırlayınca, onu hafızada olduğu için değil de imgesi orada olduğu
için hatırlıyoruz, çünkü unutmanın kendisi orada olsaydı bizim hatırlamamıza
değil de, tersine unutmamıza sebep olurdu. Bu sorunu kim çözecek? Neler olup
bitliğini kim kavrayacak?
25.
İşle, ya Rab, burada
zorlanıyorum ve kendi varlığıını da kavramakta zorlanıyorum. Kendi kendime
zorluklarla dolu, Ler dökülüp emek harcanan bir toprak haline geldim. Çünkü şu
an üzerinde çalıştığım konu göğün kuşaklarını araştırmaya benzemiyor,
yıldızlar arasındaki mesafeyi ölçmüyoruz ya da dünyanın boşlukta nasıl dengede
durduğunu da incelemiyoruz. Araştırma konum hatırlayan bir varlık olarak ben,
zihin sahibi bir varlık olarak ben, kendimim. Aslında ben olmayan bir şeyin
benden uzak olmasına şaşırmamam gerekir. Ama bana benden daha yakın bir şey
olabilir mi? Gerçekten de bendeki hafızanın gücünü anlamıyorum, bu güç
olmaksızın kendimle ilgili hiçbir şey söyleyemeyeceğim halde. Çünkü ne
söyleyebilirim ki, unutınayı hatırlayabildiğimden bu kadar eminsem?
Hatırladığım şey hafızamda değil mi diyeceğim yani? Ya da unutma, unutkan
olmamam için hafı- zamdadır mı diyeceğim? Her ikisi de çok saçma. Üçüncü bir
çıkar yol var mı? Ben unutmayı hatırladığımda, hafızam unutmanın imgesini
bulunduruyor, unutmanın kendisini değil desem nasıl olacak? Böyle
bir şey nasıl
söyleyebilirim? Eğer bir şeyin imgesi hafızada kalıyorsa, o şeyin ilkin kendisi
varolmalı ki hafızam onun imgesini alabilsin, öyle değil mi? Kartaca’yı
hatırlıyorsam bu şekilde hatırlıyorum zaten, yaşadığım her yerini,
karşılaştığım insanların yüzlerini ve tensel duyularımla algıladığım her şeyi;
bedenimin sağlıklı olduğunu da bu şekilde hatırlıyorum, acı çektiğini de. Bütün
bu anılar şu an karşımda olmasalar da hafızam onların imgelerini kapmış, bu
yüzden şu an karşımda- larmış gibi onlara bakabiliyorum ve benden uzakta da
olsalar onları hatırlayarak zihnimi onlara yoğunlaştırabiliyorum. O halde
hafızada unutmanın kendisi değil de imgesi kalıyorsa, unutmanın kendisi varolmuş
olmalı ki, hafıza onun imgesini kapabilsin. Ama varolmuşsa imgesini hafızaya
nasıl yazdırmış olabilir? Çünkü bir anlık varoluşu hafızaya önceden kaydedilmiş
ne bulursa silip atar, öyle değil mi? Ama nasıl işlerse işlesin bu süreç, ister
kelimelerle tarif edilemez olsun, islerse akla mantığa sığmaz olsun, ben
unutınayi hatırladığımdan eminim, unutma benim bütün hatırladıklarımı silip
alsa bile.
17.
BÖLÜM
Hafızanın büyük bir gücü vardır,
ama Tanrı'ya ulaşmak için
hafızayı da aşmak gerekir. [446]
duyguları arıyorsanız,
tanımlanması zor kavramlar ya da kayıtlı izlenimler olarak orada. Zihinsel
olarak yaşanmamış olan duygular bile hafızada tutulmakta, gerçi hafızada ne
varsa zihinde de olmalı. Hızla koşuyorum aralarından, bir oraya bir buraya
uçuşuyorum ve aklım erdiğince içlerine nüfuz etmeye çalışıyorum, ama bir türlü
yolun sonunu göremiyorum. Hafıza bu kadar güçlü işte, yaşayan insanın yaşamı bu
kadar zorlu işte, ölüme yazgılı olsa bile! Peki ben ne yapmalıyım ey Hakiki
Yaşamını, Tanrım? Hafıza denen bu yelimi de aşacağım, sana gelmek için onun da
ötesine geçeceğim ey parlak Işığım. Bana ne söylemek istiyorsun? Işte zihnimden
geçerek sana çıkıyorum, hep benim üzerimde duran sana. Hafıza denen o yelimi
de aşıyorum işte, sana ulaşılabilecek tek yolla ulaşmak için, sana
tutunulabilecek tek yolla tutunmak için can atıyorum. Dört bacaklı hayvanların,
kuşların da hafızası var. Yoksa barınaklarını, yuvalarını bulamazlardı, yapmaya
alıştıkları pek çok şeyi de yapamazlardı, çünkü hafıza olmadan hiçbir konuda
alışkanlık edinemezlerdi. Bu yüzden beni karada dolaşan hayvanlardan farklı
kılan, havada uçuşan canlılardan akıllı kılan[447]
[448] Ona ulaşmak için hafızamı da
aşacağım. Peki hafızamı aşarken seni nerede bulacağım ey hakiki İyi, ey
Güvencenin Tatlı Pınarı, seni nerede bulacağım? Seni hafızamın dışında bulursam
seni hatırlamıyor olurum. Seni hatırlamıyorsam peki seni nasıl bulurum?
18. BÖLÜM
Kaybolan
şeyler hafızada tutulmamışsa bulunamaz.
27.
O kadın parasını kaybedince
fenerle aramaya başlamıştı.24 Pa-
İTİRAFLAR
rasını kaybettiğini hatırlamasa asla bulamazdı. Bulsa bile hatırlamadan,
bunun kaybettiği para olduğunu nereden bilecekti? Ben de birçok şeyi
kaybettiğimi ve bulduğumu hatırlıyorum. Bu yüzden biliyorum ki, ben
kaybettiğim bir şeyi ararken biri bana, “Acaba bu mu?” ya da “Acaba şu mu?”
dediğinde, aradığım şey bana kendisini gösterene kadar hep “Hayır, değil”
derim. Hafızamda olmayan bir şey, ne olursa olsun, bana kendisini gösterse bile
onu bulmuş sayılmam, çünkü onu tanıyamam. Kaybettiğimiz bir şeyi aradığımızda
ve bulduğumuzda hep böyle olur. Herhangi bir şey, gözle görülür somut bir nesne
mesela, gözümüzün önünde yok olduğu halde hafızamızdan yok olmamışsa onun
imgesi mutlaka hafızamıza kazınmıştır, gözümüzün önüne yeniden çıkana kadar da
aranır. Bulunduğunda da, hafızada imgesi olduğu için tanınır. Biz
kaybettiğimiz bir şeyi onu tanıyana dek buldu- gumuzu söyleyemeyiz ve biz bu
şeyi hatırlamıyorsak asla tanıyamayız. Çünkü kaybolan şey sadece gözlerimizin
önünden kaybolmuştur, hafızamıza kayıtlıdır.
19.
BÖLÜM
Hatırlamanın
anlamı. [449]
da diğer parçasını aramamızda bize yardımcı mı olacaktır? Hafıza her
zaman kendisiyle hemhal olan bir şeyin artık olmadığını hissettiğinden,
alıştığı dayanağını kaybedince sanki sakat kalmış gibi ısrarla kayıp
parçasının kendisine verilmesini talep etmez mi? Bu bazen tanıdığımız bir
şahsı gördüğümüzde ya da düşündüğümüzde başımıza gelir, o şahsın adını
unutmuşsuzdur ve ısrarla hatırlamaya çalışıyoruzdur. Başka adlar geliyordur o
sıra aklımıza, ama hiç çağrışım yapmıyordur, çünkü biz o şahsı o adlarla
tanımamışızdır, bu yüzden yok o değil der dururuz, ta ki zihnimizde tanıdık bir
sima canlandıran ve doğruluğundan kesinlikle emin olduğumuz adı buluncaya
kadar. O halde bu adın kaynağı hafızada değil de nerede? Bu ad bize başkası
tarafından hatırlalılsa bile adın kaynağı hafızamızda olduğundan yine tanırız.
Çünkü bu ad söylenince ilk kez duymuş gibi olmayız, hemen hatırlar ve doğru
olduğunu söyleriz. Zihnimizden tamamen silinmiş olsaydı bize söylendiğinde bile
hatırlamazdık. En azından unutmuş olduğumuzu hatırladığımızda tamamen unutmuş
olmuyoruz. Demek ki kaybettiğimiz ve bütünüyle zihnimizden çıkmış olan bir
şeyi arayamayız.
20.
BÖLÜM
Mutlu bir
yaşamın özlemini duyan insanların önceden ona
aşina olmaları gerekir.
29.
Peki o zaman seni nasıl
arayacağım ya Rab? Çünkü seni ararken Tanrım, aslında mutlu bir yaşam
arıyorum. Ruhum yaşasın diye seni arıyorum 25 Çünkü bedenim
ruhumdan can buluyor, ruhum da senden can buluyor. Öyleyse mutlu yaşamı nasıl
arayacağım? Çünkü, [450] “Tamam, işte orada” diyene
dek o yaşama sahip olamayacağım. Ama o zaman onu nasıl arayacağımı söylemem
gerekir, hatırlayarak mı arayacağım, sanki unutmuşum da unutmuş olduğumu hâlâ
hatırlamaya ça- lışıyormuşum gibi mi, yoksa hiç bilinmeyen bir şeyi, yani benim
daha önce hiç bilmediğim bir şeyi ya da unuttuğum ve unuttuğumu bile hatırlamadığım
bir şeyi öğrenmek ister gibi mi arayacağım? Bu yaşam herkesin isteyeceği, yani
hiç kimsenin asla istememezlik edemeyeceği mutlu yaşam değil mi? Ama bu yaşamın
istedikleri yaşam olduğunu nasıl biliyorlar? Nerede gördüler de bu yaşamı
sevebiliyorlar? Kesinlikle mutlu yaşama sahibiz, ama nasıl sahibiz orası meçhul.
Başka bir duygu daha var, bazıları bu duyguyu tadınca geçici bir süre mutlu
oluyor, bazıları da bu duyguyu tadacağı umuduyla mutlu oluyor. Sahip oldukları
bu mutluluk biçimi, hakikisini yaşayanların mutluluğuna göre daha alt
seviyede. Yine de iyi durumdalar, çünkü bir de mutluluğu hiç tatmamış olanlar
var, ne gerçek anlamda, ne de umut besleyerek. Ama onlarda bile mutlulukla
ilgili bir düşünce olmalı, yoksa mutlu olmak istemezlerdi; kısacası sadece
istedikleri şey kesin. Işte bir şekilde mutluluğa aşinalar ki, mutluluk
hakkında belli belirsiz bir düşünceleri var. Benim dikkatimi çeken bu
düşüncenin hafızada olup olmadığı. Çünkü hafızadaysa o zaman biz geçmişte
mutlu olmuştuk. Ama hepimiz tek tek mi mutlu olduk, yoksa ilk günahı işleyen
insanda mı mutlu olduk,[451] yani biz insanların onunla
birlikte öldüğü ve hepimizin zavallılık mirasını üstlenip onun soyundan
geldiği insanda mı mutlu olduk gibi bir soruna şimdi girmek istemiyorum. Benim
sorunum mutlu yaşamın hafızada olup olmadığı. Çünkü onun ne olduğunu
bilmeseydik onu sevemezdik Bu kelimeyi işittik ve hepimizin özleminin bu
yaşamı aramak olduğunu kabullendik; çünkü bize haz veren bu kelimenin sesi
değildi. Yunan Latince bir kelime işittiğinde ne söylendiğini anlamadığından
haz almaz. Bizse haz alırız, Yunan da bu kelimeyi Yunanca duysaydı aynı
şekilde haz alırdı. Ama söz ettiğim kelime ne Yunanca ne Latince. Böyle
olmasına rağmen Yunanlar, Latinler ya da başka dil konuşan insanların hepsi,
ama hepsi bu kelimenin peşindeler. Demek ki bu kelimeyi herkes biliyor ve
keşke mümkün olsaydı da bütün insanlara mutlu olmak isteyip istemediklerini
sorabil- seydik, kuşkusuz hep bir ağızdan istediklerini söylerlerdi. Bu
kelimenin içerdiği anlam hafızalarında olmasaydı böyle bir şey isteyemezlerdi.
21. BÖLÜM
Hafızanın mutlu yaşamın anlamına sahip olma yöntemi.
30.
Ama bu nasıl oluyor,
Kartaca'yı gören birinin bu kenti hatırlaması gibi bir şey mi bu? Hayır. Mutlu
yaşam gözle görülmez, çünkü bir cismi yok. Acaba sayıları hatırladığımız gibi
bir şey mi? Hayır. Çünkü sayılar hakkında bir kavrayışı olan insan onları elde
etmek için artık peşlerine düşmez. Ama mutlu yaşam hakkında bizim bir düşüncemiz
var ve bu yüzden onu seviyoruz; ama mutlu olabilmek için onu hâlâ elde etmek
istiyoruz. Belagati hatırladığımız gibi bir şey olmasın? Hayır. Çünkü insanlar
bu kelimeyi işittiklerinde, henüz belagat sahibi olmamış olsalar da, bu
kelimenin anlamını hatırlıyor ve çoğu belagalli olmayı arzuluyor. Bu da onların
belagat hakkında bir fikirlerinin olduğunu gösterir. Ama onların belagatten
haz almaları ve belagatli olmayı arzulamalarının nedeni, tensel duyulan
aracılığıyla belagat sahibi başka insanları görmüş olmalarıdır. Yine de içsel
anlamda bu konuda bir düşünceleri olmasa bundan haz almazlardı, haz almadıkları
için de
helagatli olmayı
arzulamazlardı. Mutlu yaşama gelince, onu başkalarında görmemizi sağlayacak
herhangi bir tensel duyumuz yok. Sevinci hatırladığımız gibi bir şey mi acaba?
Belki de öyle. Çünkü ben üzgün olduğumda bile sevincimi hatırlıyorum, mutlu bir
yaşamı hatırlayan bir biçare gibi. Ama sevincimi herhangi bir tensel duyuyla ne
görmü- şümdür, ne işitmişimdir, ne koklaınışımdır, ne tatmışımdır ne de ona
dokunmuşumdur. Sevinçli olduğumda onu sadece zihnimde yaşadım, bu yüzden
sevinçle ilgili bir düşünce hafızama işlendi, sevindiğimi hamladığım anıların
değişik özelliklerine göre bu halimi bazen lanetle bazen özlemle
hatırlayabileyim diye. Çünkü şimdi nefretle ve iğrenerek hatırladığım utanç
dolu davranışlarım beni bir dönem sevince boğmuştu; zaman zaman da şimdi
özlemle hatırladığım iyi ve onurlu davranışlarımdan sevinç duymuştum, gerçi
artık bunlar çok gerilerde kaldılar. Ama şu bir gerçek ki geçmişteki sevincimi
hatırlamak beni hep üzer.
31. O halde benim nerede, ne zaman böyle hatırlayabileceğim, sevebileceğim
ve özlemini duyabileceğim mutlu bir yaşamım oldu ki? Üstelik bu duygu durumu
sadece bende yok, birkaç arkadaşımla da sınırlı değil, istisnasız hepimiz mutlu
olmak istiyoruz. Mutlu yaşam düşüncesine sahip olmasaydık bu kadar ısrarla onu
istemezdik Ama bunun anlamı ne? İki kişi bulup sorun bakalım askerlik yapmak
isteyip istemediklerini; muhtemelen biri istediğini söyleyecektir, diğeri is-
\ temediğini. Ama mutlu olmak isteyip istemediklerini sorun yine aynı kişilere,
ikisi birden anında, hiç tereddütsüz mutlu olmak istediklerini
söyleyeceklerdir. Zaten birinin askerlik yapmak istemesinin, diğerinin de
istememesinin nedeni mutlu olmaktan başka bir şey değil. Acaba bunun sebebi
kiminin şundan, kiminin bundan sevinç duyması mı? Sonuçta herkes mutlu olmak
istiyor ve bu konuda hemfikir, hatta sorsa-
mz hep bir ağızdan
sevinçli olmak istediklerini de söyleyeceklerdir. işte bu sevincin adına mutlu
yaşam deniyor. Kimi şuradan, kimi buradan yola çıksa da hepsinin ulaşmak için
can anığı hedef sevinç duymak. Hiç kimse ben hiç sevinç yaşamadım diyemez,
çünkü bu duygu hafızasına kayıtlı ve mutlu yaşam dendiğinde bunu
anlıyor.
22. BÖLÜM
Mutlu yaşam nedir, nerededir?
32
Benden uzak olsun ya Rab, sana tövbe eden şu hizmetkarının yüreğinden uzak
olsun mutlu olduğum düşüncesi ve bu düşüncenin bana verdiği her tür sevine,:
benden uzak olsun. Çünkü başka tür bir sevinç var, bu imansızlara değil, sadece
seni sen olduğun için sevenlere bahşedilmiş; onların sevinci sensin. Işte
hakiki mutlu yaşam bu, yani sevinci sende aramak, sende temellendirmek ve
senden dolayı sevinmek, işte hakiki mutluluk, bir benzeri daha yok. Mutlu
yaşamın başka yerde olduğunu sananlar başka türlü bir sevincin peşine düşerler,
ama o sevinç hakiki değildir. Buna rağmen iradeleri hakiki sevincin
gölgesinden bir türlü kopamaz.
23.
BÖLÜM
Mutlu yaşamın tanımı ve nerede
olduğu üzerine
düşüncelerini sürdürüyor. [452]
arzuladığından,
istediklerini yapamıyorlar mı?27 Bu durumda ancak güçlerinin yettiği
şeyi yapmak zorunda kalıyorlar ve bununla yetiniyorlar, çünkü iradeleri
yapamayacakları şeyi yapacak kadar güçlü olmadığından onlara istediklerini
yapacak gücü hissettiremiyor. Insanla- ra sorsam ve desem ki, sevincinizi
hakikatte mi yoksa sahtelikte mi bulmak istersiniz, hiç tereddüt etmeden
hakikatte bulmak istediklerini söyleyeceklerdir, tıpkı mutlu olmak
istediklerini söyledikleri gibi. Mutlu yaşam hakikate dayalı sevinçtir. Bu
sevinç sende temellenir Tanrım, çünkü sen Hakikatsin, Ruhumun Işığısın, yüzümün
Esenliğisin^ Tanrımsm. Herkes mutlu bir yaşam istiyor, biricik mutluluk olan
bu yaşamı herkes istiyor, hakikate dayalı sevinci herkes istiyor. Aldatmak
isteyen çok insan tanıdım, ama aldatılmak isteyenini görmedim. Peki bunlar
mutlu yaşamı nereden biliyor, hakikati de aynı şekilde bilmeleri gerekmiyor
mu? Çünkü hakikati sevdikleri aldatılmak istemediklerinden belli. Öyleyse
mutlu yaşamı sevince, bu yaşam da hakikate dayalı sevinçten başka bir şey
değilse hiç tartışmasız hakikati de seviyorlar demektir, çünkü hafızalarında
hakikatle ilgili bir düşünceleri olmasa hakikati sevemezler. O halde niçin
sevinçlerini hakikate dayandırmıyorlar? Niçin mutlu değiller? Çünkü hayal
meyal hatırladıkları ve kendilerini mutlu edecek hakikatten çok, kendilerini
gitgide zavallı kılacak başka şeylerle meşguller. Çünkü insanlık hala loş bir
ışıkta; haydi yürüyün, yürüyün ki karanlıklar sizi yutmasın.
34.
Peki öyleyse hakikat neden
nefret doğuruyor, niçin senin kulun hakikati bildirene düşman oldu, mutlu
yaşamı sevdiği halde ve bu [453] [454]
yaşam hakikate dayalı bir sevinç olduğu halde? Bunun tek nedeni şu: insanlarda
hakikat sevgisi öyle bir hal alıyor ki, bambaşka bir şey seviyorlar ve
sevdikleri bu şeyin hakikat olmasını istiyorlar, çünkü aldatılmak
istemediklerinden, yanıldıklarını da kabullenmek istemiyorlar. işte bu yüzden
hakikat yerine sevdikleri şey uğruna hakikatten nefret ediyorlar. Hakikatten
yayılan ışığı seviyorlar, ama o ışık kendi yanılgılarını ortaya çıkardı mı
ondan nefret ediyorlar. Çünkü aldatılmak istemiyorlar, aldatmak istiyorlar,
hakikat kendisini onlara gösterdi mi seviyorlar, ama onları kendilerine
gösterdi mi nefret ediyorlar. Ektiklerini hiçecekler, çünkü hakikatin
kendilerini açığa çıkarmasını istemeyenler, isteseler de istemeseler de açığa
çıkacaklar, ama o sıra hakikat onlara kendisini göstermeyecek Evet, doğru,
insan ruhu böyle körle- mcsine, böyle miskince, böyle aşağılık bir şekilde,
böyle onursuzca saklanmayı yeğliyor, ama kendisinden hiçbir şey saldansın
istemiyor. Ama istese de istemese de cezasını çekecek, çünkü hakikatten saklanamaz,
tersine hakikat ondan saklanır. Her şeye rağmen insan o zavallı haline bakmadan
hala sevincini sahteliklerde değil, hakiki olanlarda aramaya kalkıyor. Ama ne
zaman ki dikkatini dağıtan ne var ne yoksa aradan çekip, sevincini her şeyin
gerçeğe dönüştüğü Hakikatte bulacak, işte ancak o zaman mutlu olacak.
24.
BÖLÜM
Tanrı'nın
hafızada olduğunu anlayınca şükrediyor. [455]
kati bulduğum yerde
Tanrıını da buldum; Hakikati ilk öğrendiğim andan itibaren onu hiç unutmadım.
Demek ki seni ilk öğrendiğim andan itibaren hafızamdasın ve ben seni
hatırlayınca ve senin hazzına varınca seni orada buluyorum. İşte bunlar benim
kutsal hazlarım, bunlar yoksulluğuma merhamet gösterip senin bana bahşettiğin
hazlar.
25.
BÖLÜM
Tanrı
hafızanın hangi kademesinde bulunur?
36.
Ama hafızamın neresinde
bulunuyorsun ya Rab, neresini mesken tuttun? Nasıl bir yuva yaptın kendine? Ne
tür bir tapınak inşa etlin kendine? Orada bulunmakla hafızama onur bahşettin,
ama hafızamın hangi kısnıındasın, bunu düşünmeden edemiyorum. Çünkü seni
hatırlarken hafızamın hayvanlarda da olan bölümlerinin üstüne yükseliyorum,
çünkü seni maddi şeylerin arasında bulamadım, sonra hafızamda duygularımı
depoladığım bölümlere ulaştım, ama seni orada da bulamadım. Buradan yine
hafızamda bulunan zihnimin kendi meskenine girdim, çünkü zihin de kendisini
anımsayabilir; ama sen orada da yoktun. Çünkü sen somut bir nesneye
benzemiyorsun, insanın yakarken hissettiği bir duyguya da benzemiyorsun, yani
sevindiğimizde, üzüldüğümüzde, arzuladığımızda, korktuğumuzda,
hatırladığımızda, unuttuğumuzda ya da bunlar gibi bir şey yaşadığımızda
hissettiğimiz hir duyguya; sen zihnin kendisi de değilsin, çünkü sen zihnin Rab
l'anrısısın. Bütün bunlar değişebilir, ama sen hepsinin üstünde değişmeden
kalırsın ve seni ilk öğrendiğimden beri lütfedip hafızamı mesken eyledin.
Niçin senin hafızamın neresinde oturduğunu soruyorum ki, sanki orada gerçekten
böyle bir yer varmış gibi? Senin orada oturduğun kesin, çünkü seni ilk
öğrendiğim andan beri hatırlıyorum ve seni düşününce seni orada buluyorum.
26.
BÖLÜM
Tanrı'nın
keşfedildiği yer.
37.
O halde ben seni nerede
buldum ki öğrendim/ Çünkü seni öğrenmeden önce henüz hafızamda değildin. Seni
öğrenmek için tanıdığımda sen benim üstümde, kendi içinde olduğuna göre, ben
seni nerede buldum öyleyse/ Senin bir mekânın yok ki, geriye gidebileceğimiz,
ileri gidebileceğimiz bir mekanın yok ki. Ey Hakikat, sana danışan herkese her
yerde nezaret ediyorsun, ne kadar farklı konularda danışırlarsa danışsınlar
herkese aynı anda yanıt veriyorsun. Herkese açıkça yanıt veriyorsun, ama herkes
seni açıkça işitmiyor. Herkes sana arzu ellikleri hakkında danışıyor, ama hep
arzu ettikleri yanıtları duyamıyor. Senin en iyi hizmetkarın senden arzu
ettiği yanıtı duymaya değil dc senin verdiğin yanıtı dinlemeye niyetlenen
insandır.
27.
BÖLÜM
İnsanın
Tanrı'nın güzelliğine kapılıp Ona yönelmesi. [456] [457]
İTİRAFLAR
28.
BÖLÜM
Dünya
yaşamının çaresizliği.
39.
Bütün varlığımla sana
tutununca ne acım kalacak ne yorgunluğum ve benim bütün yaşamım seninle dolup
canlanacak Sen daldur- duğun insanı yükseltiyorsun, ama ben daha seninle
dolmadığımdan kendime henüz bir yüküm. Ağlanası sevinçlerim, sevinilesi kederler
imle savaş halinde, zafer hangi tarafın olacak bilmiyorum. Vah bana! Ya Rab,
acı banaı Vah banaı Bak, artık yaralarımı saklamıyorum. Sen hekimsin, ben
hasta; sen merhametlisin, ben merhamete muhtaç. Bir imtihan değil mi insanın
dünya üzerindeki yaşamı? Ama sıkıntıları, zorlukları kim ister? Bunlara
katlanın diyorsun, sevin demiyorsun. İliç kimse katlanmak zorunda olduğu şeyi
sevmez, katlanmayı sevse bile. Katlanacağı hiçbir şey olsun istemez,
katlanabildiği için sevinse bile. Şanssız günümde şans istiyorum, şanslı
günümde şanssızlıktan ı'idüm kopuyor. Bu ikisi arasında insan yaşamının
sınanmayacağı orta bir yer yok mu? Lanet olsun şu dünyanın şanslarına, bir
değil iki kere lanet olsun, şanssızlıktan korkuyoruz, sevinçlerden
fesatlaşıyoruz ya, lanet olsun! Lanet olsun şu dünyanın şanssızlıklarına, bir
kere de değil, iki kere de değil, üç kere lanet olsun, şanslı olmanın hasretini
çekiyoruz ya, şu şanssızlık bu kadar ağır ya, sabır taşını bile çatlatabilir
ya, lanet olsun! insanın şu dünya yaşamı hiç dur durak bilmeyen ) bir imtihan
nıı?
29.
BÖLÜM
Bütün umut
Tanrı'da. [458]
yorsun. Bir yazar şöyle
demiş: Tanrı güç vermezse kimsenin nefsine hakim olamayacağını biliyorum ya
yeter, bu lütfun kimden geldiğini bilmek de bir bilgelik.29 Nefse hakim olmakla
parça parça dağılan varlığımızı bir araya topluyoruz ve yeniden bir oluyoruz.
Seninle birlikte başka bir şeyi de seven, ama bunu sana olan aşkından dolayı
sevmeyen insanın sana olan sevgisi noksandır. Ah Aşk, her daim yakıyorsun ve
hiç tükenmiyorsun; ey Şefkat, Tanrım, beni ateşlere sal! Nefse hakimiyeti
buyuruyorsun; ne buyuruyorsan güç ver, ne istiyorsan buyur.
30.
BÖLÜM
Bedensel
tutkuların ayartıcılığına nasıl karşı koyduğunu
itiraf ediyor.3o
41.
Emrin kesin, bedeninin
tutkularını gemle, gözlerine hakim ol ve dünyevi hırslardan kaçın diyorsun.
Cinsel ilişkiden uzak dur diyorsun, bana evlenmeyi yasaklamacl ın, ama daha
iyi bir yaşam tarzı tuttur diyorsun. Bana güç verdin, emrini yerine getirdim,
hatta senin sırlarının hizmetkarı olmadan önce. Ama hakkında çok şey
söylediğim şu hafızamda, hâlâ böyle şeylerin hayalleri var, alışkanlığım
işlemiş onları oraya, saldırıp duruyorlar bana. Uyanıkken güçten yoksunlar, ama
rüyamda bana zevk vermekle kalmıyorlar, aynı zamanda fikrimi de çelip bana o
anı gerçekmiş gibi yaşatıyorlar. Ruhumda yer eden bu hayali [459] [460]
İriRAFLAR
imgelerin bedenime
baskısı o kadar büyük ki, ben uyurken aldatıcı düşler olup beni
kandırıveriyorlar, öyle ki uyanıkken gerçekleri gelse beni böyle kandıramazlar.
Acaba uyuduğum sırada ben ben olmaktan çıkıyor muyum Rab Tanrım? Uyanıklıktan
uykuya geçtiğim ya da yeniden uykudan uyanıklığa geçtiğim an bende ne kadar
büyük bir fark yaratıyor böylel Peki uyanıkken böyle uyarıcı düşüncelere karşı
duran, gerçeklerinin bile akınına uğrasa öyle kımıldamadan durabilen aklım
nerde uyurken? Acaba gözlerimle birlikte o da mı kapanıyor? Tensel duyularımla
o da mı uykuya dalıyor? Öyleyse biz niçin uykumuzda bile direnç göstermek
zorunda kalıyoruz böyle sık sık, ikrar ettiğimiz vaatlerimizi hatırlayıp bütün
namusumuzla onlara sadık kalıp böyle ayartıcı düşüncelere hiç bel vermiyoruz?
Yine de aralarında büyük bir fark var ki, uykumuzda irademiz dışında şeyler
olurken, uyandığımız gibi vicdanımızın huzurlu kollarına koşuyoruz. Zaten bu
farklılıktan o şeyleri yapanın biz olmadığını anlıyoruz, ama o sırada olanlar
bir şekilde bizim benliğimizde yaşandı diye üzülmeden de edemiyoruz.
42.
Acaba senin şifalı elin
benim ruhumun tüm hastalıklarını iyileştiremez mi, ey Her Şeye Kadir Tanrı,
senin o cömert inayetin uykumun o şehvani dürtülerini dindiremez mi?h Bana
bahşettiğin lütufları öyle arttırıyorsun ki, ya Rab, ruhum şehvetin
yapışkanlığından kurtulup beni senin yoluna döndürsün, kendine asilik etmesin,
rüyalarında ) bile şehvani hayallerle başlayan ve tensel boşalmayla sonuçlanan
o iğ- [461]
renç, o fesat
düşüncelere teslim olmasın, hatta onlara asla rıza göstermesin diye. Çünkü Her
Şeye Kadir olan, bizim istediğimizden ya da düşündüğümüzden daha fazlasını bize
bahşeden senin için öyle zor bir mesele değil, n'olur uyuyan bir insanın
iffetli kalbine böyle ayartıcı dürtüleri hiç yazmamış ol, en azından cüzi bir
iradeyle bile denetim altına almılabileceklerden daha fazlasını, ne gelecek
yaşamında ne de şu yaşında. Neyse, hiç değilse hâlâ kötü bir ruh halinde
olduğumu söyledim lyi Rabbime. Bana bahşettiklerini büyük bir sevinçle karşılı-
yorum,_vecd halinde ve halâ şu noksan varlığımdan dolayı kederleniyorum, bir
gün o mükemmel huzuruna erişmem için merhametini bahşedip bendeki eksikleri
tamamlayacağını umut ederek. İşte ancak o zaman seninle olacağım, hem iç
varlığımla hem dış varlığımla ölüm yutulup zafere dönüştüğünde.
31. BÖLÜM
Oburluğa
karşı nasıl mücadele verdiğini itiraf ediyor.
43.
Günüıı getirisi bir başka
dert daha var, keşke o gün bir tek bununla yetinse! i2 Her gün
yıpranan bedenimizi yiyerek içerek tamir ediyoruz, sen yiyeceğimizi de midemizi
d.e ortadan kaldırana," açlığımızı mucizevi şekilde tıka basa doyurup
öldürene ve şu çürüyen bedenimize o hiç çürümeyen ölümsüzlük elbisesini
giydirene kadar da [462] [463]
böyle yapacağız.34 Ama hâlâ acıkmak bana öyle tatlı geliyor
ki, esiri olmamak için onunla dövüşüyorum, oruç tutarak bedenimi bana boyun
eğdirip kölem kılarak her gün ona karşı savaş veriyorum. Ama o haz yok mu,
bütün bu çektiğim acıları alıp götürüyor. Çünkü açlık ve susuzluk bir tür acı,
bir ateş gibi yakıp kavurur, katleder, besinlerin hızır gibi yetişen ilaçları
olmasa. Senin teselli edici lütufların sayesinde deva buluyoruz, çünkü toprak,
su ve hava bizim bu zayıflığımızın hizmetine verilmiş ve biz bu facianın adına
zevk diyoruz.
44.
Senden öğrendim besinlerimi
ilaç alır gibi alınam gerektiğini. Ama bu zaruretin verdiği rahatsızlıktan
doygunluğun verdiği dinginliğe geçerken, tam o geçiş anında şehvani arzum
pusuya yatmış beni bekliyor. O geçiş başlı başına bir zevk ve bu geçişi
sağlamanın başka yolu yok, çünkü zorunluluk beni geçmeye zorluyor. Gerçi sağlık
da yeme içmenin nedeni, ama meşum bir zevk yoldaşı gibi eşlik ediyor adımlarına
ve çoğu kez önüne geçmeye çalışıyor, sağlığım için yapacağımı söylediğim ya da
yapmayı arzuladığım şeyleri sırf zevkim için yapayım diyev’ Ama ikisinin
ölçüsü aynı değil, çünkü sağlığa yeterli gelen, zevk için çok ufak kalır. Bir
belirsizlik baş gösterir, acaba bu dürtü besin arayan bedenin zorunlu ihtiyacı
mı yoksa kendisine hizmet bekleyen zevkin aldatıcı arzusu mu bilinmez. Biçare
ruh bu belirsizliği neşeyle karşılar ve bunu kendisini haklı çıkartacak bir
bahane olarak kullanır. Ne kadar besinin sağlığı korumak için yeterli
olacağının açığa çıkmamasına sevinir, zevk talebi sağlık kisvesi altında
kaynayıp gidecektir ne de olsa. Her gün bu dürtülerime karşı direnmeye
çalışıyorum ve dua edip senin uğurlu elini yardımıma çağırıyorum, sıkıntıla- [464]
rımı sana açıyorum, çünkü bu konudaki
kararım hâlâ sallantıda.
45.
Tanrımın sesini duyuyorum,
şöyle buyuruyor: “Yürekleriniz oburluktan ve sarhoşluktan ağırlaşmasın.’^
Sarhoşluk benden çok uzak, bana acıyorsun da yaklaştırmıyorsun yanıma. Ama
oburluk ara sıra da olsa sürünerek geliyor şu kuluna; acı, o da uzak dursun benden.
Çünkü Tanrı güç vermezse kimse nefsine hakim olamaz. Dua ettik mi bize bol bol
kısmet yağdırıyorsun, sana dua etmeden de iyilikler almışsak yine senden
almışızdır; ama bu iyiliği senden ald.ığımızın çok sonra farkına vardık. Ben
hiç sarhoş olmadım, ama senin sayende ayılan çok sarhoş tanıdım. Öyleyse hiç
sarhoş olmamış olanlar hiç sarhoş olmamalarını sana borçlular, hep sarhoş
olmuş olanlar da hep sarhoş olmalarını sana borçlular. Ayrıca bu hallerinin
sebebinin sen olduğunu bilmeleri de her ikisinin boynunun borcu. Yine sesini
duydum, bu kez başka bir şey buyuruyordun: “Şehvani arzularınızın peşinden
gitmeyin, zevklerinizi kendinize yasaklayın.”[465]
[466] [467]
[468] [469]
Benim çok sevdiğim şu sözünü dc işittim lütl'un sayesinde: “Yersek bir kazancı-
miz olmaz, yemezsek de bir kaybımız olmaz.’’™ Sözün özü şu: Yemekle zengin
olmam, yememekle d.e yoksul. Bir başka söz daha işittim: “Her durumda
elimdekiyle yetinmeyi öğrendim. Zengin olmayı da bilirim, yoksulluk çekmeyi
de. O bana güç verclikçe her şeyi yapabili- rim.”^ İşte böyle söylüyor gökler
ordugâhının askeri, bizim gibi kül değil.'11’ Ama n’olur hatırla ya
Rab, bizim kül olduğumuzu ve insanı külden yarattığını, vaktiyle kaybolmuş
olduğumuzu ve şimdi bulunduğumuzu. O askerinin de kendi başına bir gücü yok,
çünkü o da aynı külden yaratıldı, ama o senden vahiy alarak bu sözü söyledi,
ben zaten bu yüzden bu sözü seviyorum. “O bana güç verdikçe ben her şeyi
yapabilirim,” diyor. Bana da güç ver, ver ki onun gibi her şeyi yapabileyim.
Ne buyuruyorsan gücünü de ver, ne istiyorsan buyur. O asker bu gücü senden
aldığını itiraf ediyor ve bununla övündüğünde de Rabbinden aldığı için
övünüyor.[470] [471]
Yardımını dileyen şu yakarıyı da işittim: “Midemin şehvani dürtülerini al götür
benden” diyor. Buradan da apaçık anlaşılıyor ey Kutsal Tanrım,42 olmasını
emrettiğin şey olurken dayanma gücünü de veriyorsun.
46.
Bana şunu öğrettin ey iyi
Baba: “Yüreği temiz olana her şey temiz gelir, ama başkalarının hakkına tecavüz
ederek karnını dayuran insanlara her şey kirli gelir.”[472]
[473] [474]
Ayrıca yarattığın her şeyin iyi olduğunu, şükranla kabul edilmesi gereken
şeylere burun kıvırmamayı öğrettin.44 Dahası yiyeceğin bizi Tanrı’ya
yakınlaştırmayacağını,4" hiç kimsenin bizi yediğimizden
içtiğimizden dolayı yargılamamasını^[475]
[476] yemek yiyen birinin yemek
yemeyen birini küçümseyemeyeceğini ve yemek yemeyen birinin yemek yiyen birini
yargılayamayacağını da öğrendim.4? Bunları öğrendiğim için sana,
Tanrıma, Öğretmenime şükrediyorum, övgüler sunuyorum sana, kulaklarımın kapısını
çalan,[477] yüreğimi aydınlatan sana:
beni bütün bu ayartıcılıklardan kurtar. Yiyeceğin murdar olması değil de
oburluğumun murdarlığıdır beni korkulan. Nuh'a her türlü eti yiyebilme hakkı
tanındığını biliyorum,[478] [479]
İlyas'ın et yiyerek gücüne kavuştuğunu,’0 mucizevi bir derviş hayatı
süren Yahya'nın hayvan eti yemekte, yani kısmetine düşen çekirgeleri yemekle
murdar olmadığını da. [480] [481]
[482] [483]
[484] Esav'ın canı mercimek çorbası
çekince nasıl oyuna getirildiğini de biliyorum,52 Davut’un canı su çekti diye
nasıl kendi kendisini ayıpladığını,"' Kralımızın etle değil de ekmekle
ayartılmaya çalışıldığını da biliyorum.5-t İşte o halkın"" çölde
neden azarlandığı buradan anlaşılıyor, onlar et istediler diye azarlanmadılar,
ama canları et çekince Rab-
İTIRAFLAR
be söylenmeye kalktıkları için
azarlandılar.56
4 7. İşte ben bu ayartıcılıkların tam ortasına
konuşlanmış, şu yeme içmeye duyduğum şehvani arzuma karşı her gün savaş
veriyorum. Derhal vazgeçebileceğim ve bir daha elimi sürmeyeceğime ant içeceğim
bir şey değil ki bu, cinsel arzumu dizginlediğim gibi. Öyle bir gem vurulmalı
ki ağzıma, gerektiğinde gevşetilmeli, gerektiğinde geril- meli. Böyle bir insan
var mı, ya Rab, zaruri ihtiyaçlarının sınırının bir adım bile ötesine geçmemiş
biri var mı? Varsa böyle biri, ulu biri demek ki, işte o yüceltıneli senin
adını. Ben o değilim, çünkü ben günahkâr bir insanım. Ama ben de yüceltiyorum
senin adını. Dünyamızı fetheden de n’olur aracılık etsin sana"7
günahlarımı bağışlaman için. O beni bedeninin sakat uzuvlarından biri sayıyor,
senin gözlerin de gördü bu bedenin noksanlığını ve bu noksanlıklar senin
kitabında yazılı."8
32. BÖLÜM
Hoş
kokuların albenisine karşı mücadele veriyor.
48.
Hoş kokularının albenisi
beni öyle fazla etkilemez. Olmasalar aramam, ama olurlarsa da niye var demem,
onlarsız bir ömür yaşamaya hazırım. Tabii bence bu böyle, belki de
yanılıyorum. Çünkü bende öyle içler acısı karanlıklar var ki, yetilerim
bunların arasında gizli kalı- [485] [486]
[487]
yor,
zihnim kendi yeteneklerimi şöyle bir tarttığında bunlara kolayca inanası
gelmiyor, çünkü derinlerimde olup biten çoğunlukla gizli saklı şeyler, ancak
tecrübe edilirse anlaşılacak türden . Dahası, şu dünya yaşamında kimse
halinden memnun olmamak zorunda, bu yaşama başlı başına bir sınav denir çünkü.
İnsan kötü bir durumdayken iyi bir duruma geçebildiği gibi, iyi bir durumdan
kötü bir duruma da geçebilir. Tek umut, tek güvence, güvenilir tek vaat senin
merhametindir.
33. BÖLÜM
Kulağına
gelen hoş seslere karşı mücadele veriyor.
49. İşittiğim seslerden aldığım haz daha sık sıkı yapışmıştı üzerime,
meftun etmişti kendisine. Ama sen çözdün bu büyüyü, beni kurtardın. Bununla
birlikte şunu da söylemem gerekir ki, senin sözlerinin esintisini taşıyan
ilahilerde hep bir huzur bulurum, hele tatlı ve eğitimli bir sesle
okunurlarsa. Ama saplanıp kalmam öyle, istediğimde kalkıp gidebilirim. Her şeye
rağmen bu ezgiler kendilerine yaşam veren düşüncelerle birleştiklerinde
gönlümde onurlu bir yer edinmek isterler, ben de onlara uygun düşecek bir yer
arama telaşına düşerim. Zaman zaman onlara layık olduklarından daha fazla değer
verdiğimi düşünüyorum. Kutlu sözler içten gelerek ve hararetli bir tonda söylendiğinde
ruhumuzun kıpır kıpır olduğunu ve iman ateşlerine salın- dığını hissediyorum.
İlahiler başka türlü değil de böyle okunduğunda, ruhumuzdaki farklı
duygulanımların ilahilerin hem sözündeki hem de ezgisindeki belirli
tonlamalarda kendisinden bir şeyler bulduğunu ve gizliden gizliye bir aşinalık
hissedip aşka geldiğini anlıyorum. Ama sonuçta bu tensel bir haz, gönlümün bu
hazza kapılıp takatten düşmesine izin vermemeliyim, çünkü çok kere bu tuzağa
düşüyorum, özellik-
Ic duygularım aklıma eşlik etmediğinde, boyun eğip de arkada kalmaya
rıza göstermediğinde. Hak ettiği şekilde sadece ikinci sırada olmasına izin
verildiği halde hep birinci olmaya, hep lider rolü üstlenmeye çalışıyor. Işte
bu yüzden bu konularda hiç farkında olmadan günah işliyorum ve günah
işlediğimin sonradan farkına varıyorum.
50.
Ama zaman zaman da bu
tuzağa düşmeyeyim diye aşırı önlem aldığımdan, bu kez fazlasıyla katı davranmakla
hata işlemiş oluyorum. Bazen öyle ileri gidiyorum ki, genellikle Davut’un Mez-
ınurlarım konu edinen o hoş ilahilerin bütün ezgileri kulaklarımdan, lıatta
Kilise’den bile silinsin istiyorum. İskenderiye piskoposu Athana- sius’un
yöntemini izlemenin en iyi çözüm olduğunu düşünüyorum, hatırlıyorum da bana
sürekli bundan bahsedilirdi. Athanasius Mez- ınurları okuyanlardan onları o
kadar hafif bir ses tonunda okumalarını istiyormuş ki, şarkı söylüyor gibi
değil de konuşuyorlarmış izlenimi veriyorlarmış insana. Yüreğimin imanla
dolduğu ilk günlerde Kilisede okunan şarkılarla döktüğüm gözyaşlarımı
hatırlayınca, şimdi bile sırf şarkılardan değil, duru bir sesle ve baştan sona
özgün bir düzenlemeyle, melodisiz okunan sözlerden bile duygulandığımı görünce
dinde müziğin ne kadar önemli bir yer tuttuğunu bir kez daha anlıyorum. Bu
yüzden bir yandan bu tür bir hazzın yaratacağı tehlikeyi, öte yandan ruha şifa
verici etkisini düşünüp kararsız kalıyorum. Yine de Kilisede ilahi okuma
geleneğinin sürdürülmesi gerektiğinden yana tavır alıyorum, sadece
kulaklarımızın pasını gideren şarkılar biçare gönülleri iman katma
yükseltebilsin diye; ama bu düşüncemde de öyle ısrarcı değilim. Gerçi okunan
şarkının anlamından çok melodisine kapıldığım anlarda cezayı hak eden bir
günah işlediğimi de kabul ediyorum ve o sıra keşke ilahi okuyan kişiyi
dinlememiş olsaydım diyorum. İşte benim halim! Benimle birlikte ağlayın, benim
için ağlayın, sizler, iyilikten nasibini almış gönülleriyle hareket edip
hayırlara vesile olanlar. Çünkü böyle hareket etmeyenler benim sözlerimden
etkilenmezler. N’olur sen de, ya Rab Tanrım, sen de duy beni, bak, gör ve acı,
şifa ver bana. Senin gözlerinin önünde koca bir soruna dönüştüm kendi kendime,
işte budur benim hastalığım.
34. BÖLÜM
Gözlerini kamaştıran
dürtülerle mücadele ediyor.
51.
Tensel gözlerimle
algıladığım hazlar kalıyor geriye. Tapmağın kulak kabartsın bu
söyleyeceklerime, içtenlikle kulak kabartsın din kardeşlerim de, kulak
kabartsınlar ki göklerden bana bahşedilecek olan meskenime sığınma özlemiyle
inim inim inlememe ve için için ah çekmeme rağmen159 şu beni hâlâ
taciz eden bedenimin şehvani dürtülerini anlatmaya artık bir son vereyim.
Gözlerim bin türlü güzel şeklin, parlak ve hoş renklerin meftunu. Aman kapılıp
gitmesin bunlara ruhum, Tanrım tutsun onu, bütün bu güzellikleri en iyi şekilde
Yaratan tutsun onu; benim tek iyiliğim O, bunlar değil. Uyanıkken bütün gün
gözümün önündeler, bir an bile rahat vermiyorlar bana, şu ilahi söyleyenler
bile, hatta bazen tüm koro, hiç değilse susuyor da huzura erebiliyorum. Ama o
renklerin ecesi ışık yok mu, baktığım her şeye süzülüyor, gün içinde nerede
olursam olayım, türlü türlü biçimlerde, gizli gizli yanaşıveriyor yanıma, hatla
ben başka bir işle meşgulken, hiç ona dönüp bakmazken bile. Öyle güçlü şekilde
giriyor ki kanımıza, bir anlık yok olsa hasretle aranıyor, uzun süre yok olsa
demek ki ruhun bütün neşesi uçup gidecek. [488]
52.
Ey Nur, Tobias gözleri kör
olmasına rağmen seni gördüğünde oğluna yaşam yolunu gösteriyordu, şefkatin hiç
sekmeyen adımlarıyla ona kılavuzluk ediyordu.[489]
Yaşlılıktan feri sönmüşken tensel gözlerinin, perde inmişken önlerine, Ishak
seni gördüğünde oğullarını kut- suyordu, hem de hiçbirinin yüzünü tanımadan,
ama o onları kutsarken hepsinin yüzünü görme şerefine nail oldu.[490] Seni gördüğünde Ya- kup’un da
ilerleyen yaşından ötürü gözleri görmez olmuştu, ama gönlüne dolan ışığı kendi
oğullarının şahsında önceden gördüğü o gelecekti kavmin oğullarının üzerine
yaydı ve anlaşılmaz biçimde ve çocuklarının babalarının da istemeyeceği
şekilde, ellerini çapraz yaparak YusuPtan doğan torunlarının başına koydu.[491] Yusuf babasını düzeltmeye
kalktı. Ama o bu olaya dışarıdan bakıyordu, babası ise gönül gü züyle bunun
ayırdına varmıştı.6^ İşte budur hakiki ışık, tektir ve onıı gören ve
onu seven herkes tektir. Benim bahsettiğim dünyevi ışık ise o aldatıcı, o
ürkütücü güzelliğiyle büyülediği kör aşıklarının ancak bu dünyadaki yaşamını
tatlandırır. Ama bu ışık için bile sana şükretmeyi bilenler, Tanrı her şeym
Yaratıcısıdır diye bir ilahi söyler ve onu yüceltirler^ ama uykuya
yanıklarında bu ışığın tılsımına kapılmazlar. Dilerim ben de böyle olurum.
Gözlerimi büyüleyecek görüntülere direniyorum, senin yolunda yürürken ayağıma
dolanırlar korkusuyla ve [492] [493]
goııül
gözlerimle yukarıya, sana bakıyorum ki, ayaklarımı tuzaktan |. ıırlarasın.65
Ha bire kurtarıyorsun onları, çünkü tuzağa düşüyorlar. l'ir an bile
vazgeçmiyorsun beni kurtarmaktan, bense her yanımı sa- ı .rn tuzaklara
yakalanmadan yapamıyorum. Çünkü sen hiç uyumaya- ı aksın, uyuklamayacaksın,
sen, İsrail'in koruyucusu.66
53. Farklı sanatlarla, el işçilikleriyle insanoğlu ne çok eser
yaratıp katkıda bulunmuş göz zevkini arttırmaya; elbiseler, ayakkabılar, çanak
çömlek ve bu türden bir sürü eşya, bunlardan başka resimler, türlü türlü
heykeller, zorunlu ihtiyaçlarını, gündelik kullanımlarını aşan w dinsel
anlamlandırmaların çok ötesine geçen yaratımlar. Dışsal anlamda
yarattıklarının peşine düşüyor insanoğlu, ama içsel anlamda kendisini Yaratanı
terk ediyor, kendisi için yapılanları yok ediyor. Ama ben, ey Tanrım, Kıvancım,
bütün bunlar için de sana şükranlarımı dile getiren bir ilahi okuyorum ve beni
takdis eden sana övgülerimi kurban olarak sunuyorum. Çünkü insanların
ruhlarından geçip usta ellerinde hayat bulan bu güzel biçimler kaynağını ruhlarının
üs- ı ündeki, ruhumun gece gündüz iç çektiği o Güzellikten alıyorlar. Dışsal
güzelliğin sanatçıları ve bilirkişileri beğeni ölçütlerini yine bu kaynaktan
çıkarıyorlar, ama bu güzellikleri doğru dürüst kullanma kuralını nedense aynı
kaynaktan çıkarmıyorlar. Oysa o ilke orada, ama onlar onu görmüyorlar, yani
daha ötesine geçmemeleri gerektiğini ve güçlerini senin için korumaları
gerektiğini, zihinsel angaryalara neden olacak hazlarla çarçur etmemeleri
gerektiğini. Öte yandan ben böyle konuşuyorum, bu ilkeyi fark ediyorum da ne
oluyor, benim de adımlarım bu sahte güzelliklere takılıyor, ama sen beni
kurtarıyorsun ya [494]
[495]
Rab, sen beni
kurtarıyorsun, çünkü senin merhametin hep benim gözlerimin önünde.67
Acınası şekilde kapılıyorum bu güzelliklere ve sen acıyıp kurtarıyorsun; bazen
hiç hissettirmeden, çünkü hafifçe düşmüş oluyorum bu tuzağa; bazen de acı
çektiriyorsun, çünkü derinlere saplanmış oluyorum o zaman.
35. BÖLÜM
İkinci
ayarhcı unsur, yani merak karşısındaki
mücadelesini itiraf ediyor.
54.
Başka tür bir ayartıcılık
daha ekleyebilirim bütün bunlara, hepsinden kat kat fazla tehlikesi olan.
Bütün duyularımızı ve bütün tutkularımızı memnun eden, kendisine köle ettiği
insanları senden uzaklaştırıp mahveden o bazda bedenin şehvaniliği gizlidir.
İşte bu şehvanilik yanında, aynı tensel duyular tarafından ruha taşınan, tensel
zevkten hoşlanmayan, tersine tensel yolla yeni deneyimler edinmekten hoşlanan
bir tür hırs gizlidir; boş ve nıütecessis bir meraklılık, adına bilgi ve bilim
desek yeridir. Bu hırs bilgiye duyulan açlıkta kök saldığından, öte yandan
duyularımız arasında gözler bilgi edinmede başrol oynadığından, tanrısal
belagat onu göz tutkusu olarak adlandırır.68 Çünkü gözlerin bütün sermayesi
görmektir. Ama görmek kelimesini biz başka duyularımızla da alakalı olarak
kullanıyoruz, özellikle görüş yetimizi bilgi edinmeye yönelttiğimizde. Örneğin,
“Dinle bak nasıl kızıllaşıyor” demiyoruz ya da “Kokla bak ne kadar beyaz”
demiyoruz, “Tat bak nasıl parlıyor” da demiyoruz, “Dokun bak
nasıl parlak” da [496] [497]
ITİRAFLAR
demiyoruz, çünkü bütün bunlar gözümüze görülen şeyler olduğundan
görüyoruz diyoruz. Ama bunların sadece gözümüzle görebildiğimiz şeyler olması
gerekmiyor, yani biz sadece “Gör bak nasıl ışık saçıyor” demiyoruz, aynı
zamanda “Bak nasıl ses veriyor, bak nasıl kokuyor, bak nasıl bir tadı var, bak
ne sert” de diyoruz. İşte bu yüzden genel duyu deneyimine, yukarıda da
söylenildiği gibi, göz tutkusu deniyor, çünkü görme gözlerin başrol oynadığı
bir iş, ama diğer duyular da herhangi bir bilgiyi araştırdıklarında görme
kelimesini örnekseme yoluyla kendilerine mal ediyorlar.
55.
Buradan hareketle duyuların
haz arayışını meraklılık arayışından ayın etmek daha kolaylaşıyor. Haz göze
hitap eden nesnelerin, ahenkli seslerin, hoş kokuların, tadı güzel olan yiyeceklerin,
yumuşacık dokunuşların peşine takılır, meraksa69 bütün bu
güzelliklere zıt olanların; onu bu yola iten elbette bu zıtlıklardan doğacak
sıkıntıları yaşayarak öğrenme arzusu değil, sırf deneyim sahibi olma ve bilgi
edinme tutkusu. Parça parça olmuş bir cesedi görmenin neresi zevkli zaten, olsa
olsa korkulur, değil mi? Buna rağmen insanlar nerede bir ceset görseler
etrafına üşüşürler, üzülsünler, sapsarı kesilsinler diye. Rüyalarında bunu
görseler kesin ödleri kopar, ama uyanıkken sanki lıiri dürtüp ille de
bakacaksınız d.er ya da söylentilere inanıp güzel bir şey göreceklerini
sanırlar. Öteki duyuların yarattığı merakta da aynı ınantık geçerli, ama şimdi
bu duyuları teker teker incelemek uzun sürer. Tiyatrolarda ucube görüntülerin
sergilenmesi de zaten bu merak hastalığını dindirmekten başka bir şey değil.70
Bizi çok aşan şu doğayı inceleme işi de merakın dürtüklemesi. Hiçbir faydası
yok, ama insan- [498] [499]
lar sırf bilmek için
bilmek istiyor. Bizim büyü tekniklerine başvurma mız da yine bilgiyi sapkın bir
merakla arama dürtüsünden kaynakla nıyor. Dinde bile merak iş başında, bu dürtü
Tanrı’dan birtakım işa retler ve mucizeler göndermesini bekleyerek Onu
denememize nedeıı oluyor, kurtuluşa erme falan da değil bu beklentinin sebebi,
sırf heye can yaşama isteği.
56.
Tuzaklarla, tehlikelerle
dolu bu koskoca ormancia bak ne çok dal kesip yüreğimden söküp attım, çünkü
bunu yapma gücünü seıı bahşettin bana Esenliğimin Tanrısı. Buna rağmen bu
türden pek çok ayartıcı dürtü günlük yaşamımızı çepeçevre sarmış vızıldayıp
dururken, ben ne zaman cüret edip de artık böyle şeyler benim dikkatimi
dağıtıp kendisine baktıramıyor, boş meraklara salamıyor diyebileceğim, ne
zaman böyle bir şey söylemeye cüret edebileceğim? Doğru, artık tiyatrolar
benim ilgimi çekmiyor, yıldızların burçlar kuşağından geçişlerini bilmek gibi
bir derdim de yok; ruhum hayaletlerden tavsiye alma işine hiç girişmedi, tüm
din dışı ayinlerden de nefret ediyorum. Ama şu düşman ne alavere dalaverelerle
yoluma çıkıyor ve hâlâ senden bir işaret beklememi telkin ediyor anlatamam,
tam da aciz bir kulun olarak sana, Rab Tanrım, en halisane hislerimle hizmet
etmem gereken zamanda! Ama Kralımız adına ve bizim o saf, o el değmemiş
yurdumuz Kudüs adına sana yalvarıyorum, nasıl ki şimdi benim irademi bu
telkinlerden uzak tutuyorsun, n'olur hep böyle uzak tut, hatta çok daha uzak!
Ama başkasının kurtuluşu adına senden ricacı olursam, bil ki duamın niyeti çok
farklı.[500] Zaten sen ne dilersen öyle
olur, bit yüzden n'olur hem şimdi hem de gelecekte iradenin buyurduklarını
seve seve yerine getirebilmem için bana güç ver.
57.
Her şeye rağmen merak
uyandıracak öyle eften püften, öyle gereksiz olay oluyor ki her gün, hiç sayan
oldu mu kaç kez yenik düşmü- şüzdür bu meraka? Defalarca başımıza gelmiştir,
bize boş masallar anla- ı ılır, başta zavallılar gücenmesin diye kulak
kabartırız, ama sonra yavaş yavaş dinlemekten haz almaya başlarız. Doğru, ben
artık tavşanın peşinden koşturan köpeği izlemiyorum, hani şu yarış
meydanlarında hep olan şeyi. Ama olur da kırdan geçerken aynı manzarayla
karşılaşsam, hu koşuşturmaca benim hâlâ dikkatimi çekiyor, o an ciddi düşüncelere
dalmış olsam da bunlardan beni hemen uzaklaştırıyor, bindiğim ;ıtı72
yularından çekip d.öndüremez belki, ama yüreğimi yolundan edebilir ve sen
benim zayıflığımı yüzüme vurmasan, anında beni uyarma- san ya da bakışlarımı bu
manzaradan çekip bir şekilde yeniden seni düşünmeye daldırmasan veya bu
gördüğüme tamamen boş verip geçip gitmemi sağlamasan, öyle ağzı açık budalalar
gibi hâlâ bu yarışı seyrediyor olurdum. Ya buna ne demeliyim, evde oturduğum
sırada hir kertenkelenin sinekleri avlaması ya da bir örümceğin uçuşan sinekleri
ağına düşürmesi hâlâ dikkatimi çekiyorsa? Bunlar küçücük hayvanlar zaten demek
durumu kurtarır mı? Doğru, bunları görmek sana, her şeyin olağanüstü Yaratıcısı
ve Düzenleyicisi sana şükranlarımı sunmaya vesile oluyor, ama ilk başta olaya
bu niyetle bakmıyorum ki. Bir çırpıda ayağa kalkmak[501]
[502] başka, hiç düşmemek başka.
İşte yaşamım böyle düşüşlerle dolu ve tek bir umudum var, o da senin sonsuz
merhametin. Yüreklerimiz bu türden uyarıların yuvası haline gelince, bir sürü
zırvalığı yüklenip taşımaya kalkışınca dualarımız da yarım kalıyor, karman
çorman oluyor. Senin huzurunda yüreklerimizin sesi senin kulaklarına yükseliyor
olsa da, böyle saçma sapan düşünceler bir yerlerden çıkıp akın edince dua gibi
derin bir mesele bölük pörçük kalıyor.
36.
BÖLÜM
Üçüncü
ayartıcı unsur olan kibirle mücadelesi.
58.
Acaba aldırış etmememiz
gereken şeyler arasında mı saysak şu merak konusunu, yoksa rulıunrUza başka bir
biçim vermeye başladığına göre senin bizi bağışlamanı beklemekten başka
çaremiz yok mu? Bende ne büyük değişimler yarallığını sen zaten biliyorsun.
Çünkü ilkin kendimi haklı gösterme merakımdan kurlardın, böylece bütün öteki
günahlarıma da şifa olacağını gösterdin. Bütün hastalıklarımı tedavi
ediyorsun, borcunu ödeyip yaşamımı fesattan kurtarıyorsun, acıyarak ve
merhamet göstererek beni taçlandırıyorsun ve iyiliklere olan özlemimi
doyuruyorsun.h Bana senden korkmayı öğreterek kibrime gem
vurdun, boynumu senin yularına geçirmem için uysallaşıırdın. İşte artık
boynumda o yuları taşıyorum, bu benim için çok hafif bir yük, zaten böyle
olacağını vaat etmiştin ve vaadini tuııun. Vaktiyle de böyle hafifli, ama ben
bilmiyordum ve onu boynuma geçirmekten korkuyordum.
59.
Acaba ya Rab, sen ki kibre
kapılmadan her şeye hakim olansın, efendin olmadığından bir tek sen hakiki
Efendisin, acaba şu üçüncü ayartıcı dürtüden kurtuldum mu ya da bütün ömrüm
boyunca bu [503] dürtüden kurtulabileceğim an
gelecek mi? Bu dürtü insanların senden çekinmelerini ve seni sevmelerini
istemekten başka bir şey değil. Bu isteğin gerçekleşirse sevinç duyuyorsun, ama
hakiki bir sevinç değil bu. Sadece zavallı bir yaşam ve iğrenç bir azamet. İşte
seni sevmekte aciz kalışımın, bütün kalbimle senden korkmayı bilememin en büyük
nedeni, işte bu yüzden sen kibirlilere karşı durup mazlumlara lütuf bağışlıyorsun/ı
işte bu yüzden dünyevi hırsların üzerine gümbür gümbür gürlüyorsun, bu yüzden
dağlar temelinden sarsılıp titriyor.[504]
[505] Kamu yaşamında belli başlı
mevkilerin başındaysak, insanların bizi sevmeleri ya da bizden çekinmeleri çok
doğal. İşte mutluluğumuzun baş düşmanı bunu bildiğinden hiç peşimizden
ayrılmaz, tuzaklar kurup etrafımıza, şahane şahane diye alkışlayan yemler
serper. Biz bütün açgözlülüğümüzle toplarken bu şahaneleri, gafil avlanalım
istiyor, hakikatten duyduğumuz sevinçten soyunup insanın ikiyüzlülüğünü
kuşanalım, insanların bizi sevmesinden ve bizden çekinmelerinden senin adına
değil, senin yerine zevk alalım istiyor ve böylece bizi kendisine benzetmek ve
ortak bir sevgiyi değil de ortak bir cezayı paylaşacağı yandaşları yapmak
istiyor. Bu düşman tahtını kuzeye kurmaya karar vermiş,[506]
sapkın ve çarpık yaşamıyla seni taklit ederek o karanlık, o soğuk ülkesinde
insanlardan hizmet bekliyor. Bizlerse, ya Rab, senin küçücük sürünüz, sen bize
sahip çık.re Kanatlarım ger, kaçıp sığınalım altına. Onurumuz ol;
bizi seveceklerse senden dolayı sevsinler, bizden çekineceklerse yüreğimize
işlediğin Sözünden dolayı çekinsinler. Senin tarafından paylandığı halde hâlâ
insanlardan övgü bekleyen kişi, sen yargıç olduğun gün kendisine destek olacak
kimseyi bulamayacak yanında, senin tarafından suçlu bulunduğunda ise kaçacak
delik bulamayacak Söz konusu bu kişi yüreğinden geçen istekleriyle övünen bir
günahkâr ya da yaptığı kötülükten mutluluk duyan bir ahlaksız olmayabilir ,
bir şekilde senin lütfuna mazhar olduğu için övülmesi, övüldüğü için de ona
bahşettiğin lütuftan mutluluk duyması gerekirken salt kendisi övüldü diye mutlu
olması da yeter, bu durumda bile başkası onu överken senin tarafından
paylanacaktır, hatta bu durumda öven insan b ile övdüğü kişiden daha iyi bir
duru m da olacaktır. Çünkü öven övclüğü insanda Tanrı’nın lütfunu görmekten
mutlu olmuştur, övülense Tanrı'nın lütfundan ötürü değil de insanın lütfundan
ötürü mutlu olmuştur.
37.
BÖLÜM
İnsanların
övgüsünü kazanmak onu heyecanlandırıyor.
60.
Her gün bu ayartıcı
unsurlarla sınavdan geçiyoruz ya Rab, hem de hiç aralıksız sınavdan geçiyoruz.
İnsan dili bizim gündelik harlı ocağımız. Kendini beğenmişlik konusunda da
nefse hakimiyeti buyuruyorsun. Buyurduğuna dayanma gücü ver, istediğini buyur.
Bu ko- [507] ııuda sana bütün gönlümle
nasıl inim inim inleyerek yakardığımı biliyorsun, gözyaşlarıını sel gibi
akıttığımı da. Bu vebadan kurtulduğumdan öyle pek emin değilim, çünkü senin
gözlerinin gördüğü, benimkilerinin göremediği gizli dürtülerimden korkuyorum.
Öteki dürtülerimi artık kendi kendime değerlendirecek yeteneğe sahibim, ama
gizli dürtüler söz konusu olduğunda tamamen çaresizim. Çünkü tensel tutkularımı
ve bilmeye duyduğum o gereksiz merakımı denetlemede zihnimin ne derece yol
katettiğini görüyorum, en azından gerek isteyerek gerekse bu dürtüleri hayata
geçirecek fırsat bulamadığımda onlardan kendimi mahrum edebiliyorum. Çünkü o
sıra kendi kendimi tartıp, lıu dürtülere sahip olmamak beni az mı, yoksa çok mu
rahatsız eder diye sorguluyorum. Zenginlik söz konusu olduğunda da durum aynı,
yani şu hırsların üçünden biri ya da ikisini veya hepsini tatmin etmek için
gerek duyulan şey. insan zenginse bu hırslara aldırış edip etmediğini zihnen
açıkça kavrayamaz, ama zenginlikten vazgeçilirse kendisini kolayca
deneyebilir. Ama övgüye kayıtsız kalacak şekilde yaşayabilir miyiz ve bunu
denediğimizden nasıl emin olabiliriz? Ne yani, ahlaksız bir yaşam mı
süreceğiz, kendimizi öyle koyverip hunharca mı yaşayacağız ki, bizi tanıyan
herkes bizden nefret etsin? Bundan daha mantıksız bir şey söylenebilir mi ya da
düşünülebilir mi? Dürüst bir yaşamın ve hayırlı işlerin arkasından övgü
geliyorsa, iyi yaşamdan nasıl feragat etmiyorsak onun yoldaşlığından da
feragat edemeyiz. Bununla birlikte bir şeyi yaşamadıkça bundan mahrum kalmayı
hoşgörüyle mi yoksa üzüntüyle mi karşılarım, hiçbir fikrim yok.
61.
Peki bu türlü denemelerde
sana neyi itiraf edeceğim ya Rab? Neyi, övgülerden haz almıyormuşum gibi mi
yapacağım yani? Ama övgülerden çok doğruluktan haz aldığımı itiraf edebilirim.
Çünkü bana sorulsa ve dense ki, kuduruk ve baştan sona yanlış bir insan oldu-
AUGUSTİNUS
ğun halde bütün
insanlar tarafından övülmeyi mi tercih edersin yoksa tutarlı ve her adımını
dürüstçe atan bir adam olduğun halde herkes tarafından damgalanmayı mı,
hangisini seçeceğim çok açık. Ama içimdeki iyi bir özelliğimin bana verdiği
sevinci başkasının dilinden dökülecek övgü sözleriyle çoğaltmaya da bakmanı
Buna rağmen çoğalttığını itiraf ediyorum, dafıası sert eleştirilerin de
azalttığını. Bu zavallı halimi görmekten rahatsız olduğum an hemen iyi bir
bahane süzülüp giriyor içime, tabii bunun ne kadar iyi olduğunu sen takdir
ediyorsun- dur Tanrım, çünkü ben takdir etmekte güçlük çekiyorum. Sen bize
sadece nefsimize hakim olmamızı buyurmadın, aynı zamanda adil olmamızı da
buyurdun; yani bazı şeyleri sevmekten uzak durmamızı ve bu sevgimizi
başkalarına ihsan etmemizi. Sen yalnız seni değil, komşumuzu da sevmemizi
istedin. İşte bu yüzden övgüsünün anlamını iyi kavramış bir insanın övgüsünden
mutlu olduğumda, bana öyle geliyor ki, o insan iyi yolda ilerlediği ve gelecek
vaat ettiği için mutlu oluyorum, benzer şekilde, anlamadığı ya da gerçekten iyi
olan bir şeye küf- retliğini işittiğimde de onun acizliğine üzülüyorum. Çünkü
bazen aldığım övgüler de beni üzüyor, özellikle kendimde beğenmediğim
özellikler övgü konusu olduğunda ya da öyle çok da iyi ve çok da önemli
olmadığı halde birtakım özelliklerim gereğinden fazla abartılıp övüldüğünde.
Ama tekrar sormalıyım, acaba hayranıının benim hakkımda benden farklı bir
görüş ileri sürmesini istemediğim için mi tepki gösteriyorum, yoksa onun
selameti beni hiç ilgilendirmiyor da, sahip olmaktan memnun olduğum iyi
özelliklerim başkasını da memnun edince beni daha da mutlu ettiği için mi,
nereden bileceğim? Çünkü bu nasıl bir övgü? Kendi hakkımdaki düşüncem övülmüyor
ki, yani ya benim beğendiğim özelliklerim övülüyor ya da benim az buçuk
beğendiğim özelliklerim aşırı övülüyor. Bu konuda kararsız kalmam doğal değil
mi?
62.
İşte, ey Hakikat, şimdi
senin ışığın sayesinde anlıyorum ki, örüldüğümde kendi çıkarım için değil de
komşumun selameti için heyecan duymam gerekiyor. Bu ruh halinde olup
olmadığımı bilmiyorum. Bu konuda ben seni tanıdığım kadar kendimi tanımıyorum
ki. Sana yalvarıyorum Tanrım, beni kendime göster ki, benim için dua eden
kardeşlerime kendi benliğimde ne yaralar keşfettiğimi itiraf edebileyim.
Kendimi daha derinden yeniden sorgulamalıyım. Ben övüldüğümde komşumun
selameti için heyecan duymam gerekiyorsa, niçin başkası haksız yere
karaiandığında kendim karalandığında üzüldüğüm kadar üzülmüyorum? Niçin bana
yapılan hakaretler canımı yakıyor da, gözlerimin önünde başkası haksız yere
aynı hakaretlere maruz kaldığında o kadar canım yanmıyor? Yoksa bunu da mı
bilmiyorum? Kendimi aldattığımdan olmasın, senin huzurunda yüreğimle ve
dilimle doğruyu uygulamadığımdan mı?7[508]
Beni bu çılgınlığa düşürme ya Rab, n'olur dilimden dökülen sözler günahkârın
başıma süreceği yağ olmasın H0
38. BÖLÜM
Boş yere
gururlanmak erdemi tehlikeye düşürür.
63.
Yoksulum ve muhtacım, tek
iyi yanım içten içe çektiğim azapla kendimle kavga etmem ve merhametini
dilemem; senin sayende kusurlarım düzelene ve kibirli gözlerin hiç bilmediği
huzuru tadacak mükemmelliğe erişinceye kadar da dileyeceğim. Ne var ki
insanların
beni tanımasına yol
açan şu dilimden dökülen sözlerde ve yaptığım işlerde övgü kazanma aşkını
körükleyen çok tehlikeli bir kışkırtıcılık var. Övgü kazanma aşkı insanlardan
dilenerek topladığımız övgüleri beraberinde sürüyerek mahrem bir üstünlük
duygusuna malzeme kılıyor. Ben kendimde bunun kavgasını verdiğimde bile beni
kışkırtıyor, tam da bundan dolayı kavga veriyorum zaten. Çünkü boş gururu küçümsemekle
çok kere daha büyük boş bir gurura kapılıyoruz, bu durumda gururu küçümsemek
gururlanılacak bir şey olmaktan çıkıyor, çünkü gururlanırken gururu küçümsemiş
olmuyoruz.
39. BÖLÜM
Kendini
beğenmişliğin etkisi ve doğası.
64.
İçimizde, ta içimizde bir
kötülük daha var, aynı kışkırtıcılık sınıfına dahil. Bu kötülükle kendini
beğencn insanlar başkalarınca beğe- nilmedikleri halde ya da bcğenilmemeyi göze
alıp başkalarının canını sıktıkları halde kurum kurum kurumlanıyorlar. Ama
kendilerini beğenirlerken senin tarafından hiç beğenilmiyorlar, hem iyi
olmayan özelliklerinin iyi olduğunu düşündüklerinden, hem de senin onlara
bahşettiğin iyi özellikleri kendilerine ınal ettiklerinden, hatta bunları senin
bir armağanın olarak kabul etmeyip sanki bileklerinin hakkıyla elde etmiş gibi
davrandıklarından ya da bu armağanlara senin lütfunla sahip olduklarını
bildikleri halde, bu lütfu diğer insanlarla paylaşmaktan hoşlanmayıp bencilce
kendilerine saklamalarından. İşte bütün bu kışkırtıcılıklar, bu türden
tehlikeler ve zorluklar arasında kalbimin pır pır ettiğini görüyorsun. Kendi
kendime açtığım bu yaralardan acı çek- miyar değilim, ama daha çok da senin
tarafından sürekli iyileştirildik- lerini hissediyorum.
İTİRAFLAR
40. BÖLÜM
Kendisinde
ve öteki varlıklarda Tanrı'yı ne şekilde
bulduğunu itiraf ediyor.
65.
Ne zaman bensiz yürüdün ki
ey Hakikat, şu aciz halimle ne ya- I ı;ihileceğimi sana gösterince ve sana
fikir danışınca, neden uzak dura- ı ağımı ve neyi isteyeceğimi hep öğretmedin
mi bana? Duyu algımla ı lımyanın dışında gezindim. Kendimden başlayarak
bakışlarımı kendi bedenimin yaşamına çevirdim ve kendi duyularımı inceledim.
Oradan hafızamın kovuklarına girdim, mucizevi yollarla elde edilen sayısız ha-
ıııeyle dolu devasa odalarına, derin derin inceledim ve ürperdim.8ı Vn olmasan
ben bunların hiçbirini fark edemezdim, hiçbirinin sen olmadığını
keşfedenıezdim. Aslında keşfeden ben değildim, ben sadece lıi'psini tek tek
dolandım, farklarını belirlemeye ve rütbelerine göre ı lı-ğerlerini takdir
etmeye çalıştım, bazılarını duyulanından edindiğim bilgilerle gözlemleyerek,
bazılarının benliğimle kaynaşmış olduğunu lı issederek ve bunlardan beni
haberdar eden duyuları teker teker teş- lıı s edip teker teker sayarak.
Hafızamın o engin hazinesinde seçip ayırdığım başka şeyler de oldu, bunların
bazılarını yeniden hafızama gömdüm, bazılarını gün yüzüne çıkardım. Ama ben
bunları yaparken ego, yani bunları bana yaptıran güç sen
değildin, çünkü sen sonsuzca varolan ışıksın ve ben bu ışık sayesinde bütün
bunları, şeylerin varolup olmadıklarını, ne olduklarını ve onlara ne tür bir
değer biçilebileceğini keşfetmek için inceledim; o sırada senin bana bunları
öğrettiğini ve 1 myruklar verdiğini işitiyordum. Devamlı seni işitiyorum zaten,
bu ba- ııa haz veriyor, yapmak zorunda olduğum işlerden dinlenmeye vakit
buldukça kaçıp bu hazza sığınıyorum. Sana danışarak taban teptiğim
'T Prophetia
Habacuc, 3.2.
bu yollarda ruhumu dinlendirecek senden daha güvenli yer bulamıyorum.
Dağılmış parçalarım ancak orada bir araya geliyor; ve hiçbir parçam asla
senden ayrılmayacak. Kimi zaman sayende hiç alışmadığım, derin bir duygu
yoğunluğu yaşıyorum içimde, öyle tuhaf bir lezzeti var ki bu duygunun; beni
mükemnıeliğe eriştirecek bu duyguysa onun gibisini hiç tatmadım ömrüm boyunca.
Ama çok geçmiyor şu keder yüklerim beni yine alıştığım yollara indiriyor, her
zamanki alışkanlıklarımla yeniden yutuluveriyorum, sıkı sıkı tutuluyorum
ellerinde, hüngür hüngür ağlıyorum, ağladıkça sımsıkı tutuluyorum. Alışkanlık
yükünün bedeli ne ağırmış! Burada kalacak gücüm var, ama istemiyorum, orada
olmak istiyorum, ama orada olacak gücüm yok, hem burada hem orada ben
biçareyim.
41.
BÖLÜM
Üç farklı
tutku biçimi.
66.
Bu yüzden günahlarımın yol
açtığı hastalıkları üç farklı tutku biçimine indirgeyip inceledim ve ruhumun
kurtuluşu için uğurlu elinden medet umdum. Çünkü yaralı kalbimde senin nurunu
gördüm, geri sıçrayıp şöyle dedim: “Ona kim nail olabilir?” Gözlerinin önünden
atıldım.82 Sen her şeyin üstündeki Hakikatsin. Bense
bu tamalıkar halimle seni kaybetmemeyi isterken yalana da sahip olmak istedim.
Hiç kimse bu kadar yalana boğulmak istemez, hakikatin ne olduğuna ilişkin
farkındalığını tümüyle yitirecek kadar. İşte bu yüzden s!J1i kaybettim, çünkü
sen yalarıla birlikte sahip olunmaya tenezzül buyurmazsın.
®2
Huzurundan kovuldum. Bkz. Liber Psalmorum, 31.22
42.
BÖLÜM
Şefaatçilerin
Tanrı'ya yeniden mutlu mesut koşması gibi,
şeytanlara geri dönülemez.
67.
Kimi bulayım ki beni
seninle bağdaşlırsm?83 Meleklerden mi yardım dileyeyim? Ama hangi duayla yardım
dileyeceğim? Hangi ayinlerle? Duyduğuma göre, sana dönmeye çalışan çoğu insan
kendi kendilerine bunu başaramamış. Bütün bu yolları denemişler, ama tuhaf
görüntülere olan özlemin pençesine düşmüşler ve hayallerle ödüllendirilmişler.
Çünkü seni ararlarken kasıntı kültürleriyle havalara yükseldiler, bağırlarını
dövecekleri yerde göğüslerini kabarla kabarla. Yürekleri birbirine aşina
olduğundan havanın hükümranlarına, yani kendi kibirlerinin işbirlikçileri ve
müttefiklerinin tarafına geçtiler ve bunların güçlü büyülerine kapılıp
kandırıldılar. Ruhlarını arındıracak bir şefaatçi arıyorlardı, ama buldukları
şefaatçi değildi. Bir şeytandı, kendisine Nur'un meleği süsü veren bir şeytan.85
Tılsımıyla kibirli tenleri cezbetti, ama etten ve kandan oluşan bir bedeni
yoktu s6 Kandırılanlar ölümlüydü ve günahkârdı, ama sen, ya Rab,
kibirlilerin kendilerini bağdaştırmaya çalıştıkları sen, ölümsüzsün ve
günahsızsın. Tanrı [509] [510]
[511] [512]
ile insanlar arasındaki şefaatçi, bir yanıyla Tann’ya
benzemeli, bir yanıyla insana benzemeli. Her iki yanıyla insana benzeseydi Tanrı’yla
alakası olmazdı, her iki yanıyla Tanrı’ya benzeseydi insanla alakası olmazdı,
yani her iki durumda da şefaatçi olamazdı»7 İşte bu yüzden senin
sırlı kararın sonucunda, kibri kandırılmayı hak eden o sahte şefaatçinin
insanlarla tek bir ortak noktası var, o da günah. Başka bir yönüyle de
Tanrı’ya benzemek sevdasında, çünkü ölümlü bir bedenle örtülmediğinden
kendisini ölümsüzmüş gibi gösteriyor. Ama günahın bedeli ölüm olduğundan88
insanlarla ortak bir noktası daha bulunuyor, işte bu nokta onu insanlar gibi
ölüme mahküm kılıyor.
43.
BÖLÜM
Gerçek
şefaatçi İsa'dır.
68.
Oysa gerçek şefaatçi, Tanrı'nın ve insanların
şefaatçisi, insan Mesih İsa’dır. Sen sırlı merhametinle onu mazlumlara
gösterdin ve gönderdin, onu kendilerine örnek alsınlar ve mazlumluğu ondan öğrensinler
istedin. O ölümlü günahkârlar ile Ölümsüz Adalet arasında belirdi, insanlık
gibi ölümlü, Tanrı gibi adaletli olarak. Adaletin bedeli yaşam ve huzur
olduğundan, kendisini Tanrı’yla birleştiren adaletiyle, insanlarla isteyerek
paylaştığı ölümü aklanmış günahkârlardan silip allı Eskiçağların azizlerine
bildirildi, Onun J lecekteki çilesine iman [513]
[514]
edip esenliğe kavuşsunlar diye; tıpkı Onun yıllar öncesinde çektiği çileye
iman edip esenliğe kavuştuğumuz gibi. O insan olarak şefaatçidir, ama Tanrı
Sözü olarak Tanrı ile insan arasında şefaatçi değildir, çünkü I ann’ya eştir,
Tanrı’yla Tanrı’dır ve birlikte bir Tanrı’dır.
69.
Bizi nasıl sevmişsin ki, ey
iyi Baba, biricik Oğlunu bile bizden esirgemedin, aksine Onu biz günahkarlara
teslim ettin!») Bizi nasıl sevmişsin ki, O bizim kurtuluşumuz için seninle eşit
olmayı imrenilecek bir ödül olarak görmedi ve çarmıha gerilip ölmeye boyun
eğdiko Ölümlüler arasında bir tek O özgürdü,[515]
[516]! çünkü canım verme ve tekrar
alma hakkına sahipti,92 çünkü bizim kurtuluşumuz adına senin huzurunda hem
muzaffer hem. kurban oldu, kurban olduğu için muzafferdi. Bizim kurtuluşumuz
adına senin huzurunda hem rahip hem sungu oldu, sungu olduğundan rahipti.
Senden doğduğundan ve bize hizmet ettiğinden, senin huzurunda bizi hizmetkarın
değil de oğulların kıldı. Bu yüzden haklı olarak benim, bütün umudum ondadır,
Onun sayesinde sen benim bütün hastalıklarımı iyileştireceksin, çünkü O senin
sağında oturuyor ve sana bizim için aracılık ediyor, yoksa umudumu yitiririm.
Çünkü öyle çok, öyle büyük ki bu hastalıklar, öyle çok, öyle büyük ki, ama
senin ilaçların da bir o kadar çok ve büyük. Sözünün, insanlarla
kenetlenmeyecek kadar uzakta olduğunu düşünürdük ve kendimizden umudu
keserdik, O ete kemiğe bürünüp bizimle olmasaydı, aramızda yaşamasaydı.
70.
Günahlarımdan ve ölümlü
halimin yükünden dehşete kapıldığımdan yüreğim gerilmişti, kaçıp inzivada
yaşamayı bile derin derin düşünmeye başlamıştım, ama sen bunu yapmamı
yasakladın ve şöyle söyleyerek gönlümü rahatlattın: “Mesih herkes için öldü,
yaşayanlar anık kendileri için değil, kendileri uğruna ölüp dirilen Mesih için
yaşasınlar diye.”<n İşte, ya Rab, yaşamak İtin bütün derdimi sana havale
ediyorum, bundan böyle anık sadece ^nin yasanın mucizeleri üzerine
yoğunlaşacağım[517] [518]
[519] [520]
Deneyimsizliğin^ı/Ve zayıflığımı takdir edıyorsun. Eğit beni, beni iyileştir.
Bilgeliğin ve bilginin tüm hazinelerinin saklı olduğu senin biricik Oğluna
kanını akıtarak benim kdaretimi ödedi.96 Kibirliler anık kötü söz söylemesin
hakkımda/»- çünkü kefaretimin bedeli üzerinde düşünüyorum, bunu yiyorum, bunu
içiyorum, başkalarına dağıtıyorum. Yoksul olduğumdan, onu yemiş ve doymuş
olanlarla birlikte doymak istiyorum. Rabbi arayanlar Onu bulduklarında
şükretınelum
J
1.
BÖLÜM
Her şeyi bilen
Tanrı'ya niçin itirafta bulunuyoruz?
1. Ezeli ve ebedi zaman senin olduğuna göre ya Rab, sana söylediklerimi
bilmiyor olabilir misin ya da zaman içinde olup bitenleri zamanında görmüyor
olabilir misin? O halde niçin ben bunca olayı sıra- ■,ıyla uzun
uzun sana anlatmaya çalışıyorum ki? Hiç kuşkusuz sen ilk ıılarak benden
öğrenmiyorsun bunları, ama böyle yaparak benim ve İm yazılarımı okuyanların
sana olan sevgisini körüklüyorum ki, hep bir ağızdan şöyle haykırabilelim: “Çok
yücesin Rab, yüce övgülere layıksın.”! Demin de söyledim, yine söyleyeceğim:
bu olayları senin aşkına olan aşkıından böyle anlatıyorum. Ama biz dua edince
Hakikat bize şöyle diyor: “Babanız daha siz kendisinden istemeden neye ihtiyacınız
olduğunu bilir.”[521] [522]
Zaten bu yüzden sana çaresizliğimi ve çaresizliğime gösterdiğin merhameti
itiraf ederek bütün duygularımı önüne seriyorum ki, başladığın işi tamamına
erdirip bizi özgürlüğümüze kavuştur, yüreği mizdeki şu zavallı, halimizi terk
edip sende kutsanalım; çünkü sen bizi çağırdın, çağırdın ki ruhça fakirliği tadalım,
sabırlı olalım, mahzun olalım, adaletin için açlık susuzluk çekelim,
merhametli ve temiz kalpli olalım, barışçıl olalım. işte yüreğim yettiğince
sana on- ca hikaye anlattım uzun uzun, isteyerek anlattım, çünkü sana itiraf etmemi
önce sen istedin ya Rab, çünkü sen iyisin, çünkü senin merhametin e bedi.[523]
2.
BÖLÜM
Tanrı'dan
Kutsal Kitabı anlayacak ol^gunluğa
eriştirmesini diliyor.
2.
Kalemimin diline ne zama}ı
hakim olacağım da senin beni yüreklendirmelerini, yaramğın Yürek
ürpertilerini, verdiğin tesellileri ve yol göstericiliğini ve senin Sözünü vaaz
etmemi, senin halkını senin sırlarına erdirmemi sağlayan her şeyi teker teker
anlatabileceğim? Bunları sırasıyla anlatacak yetim olsa bile zamanın her
damlası benim için çok değerli."- Çünkü uzun zamandır senin Yasan üzerine
yoğunlaşmaya, bu konuda bildiklerimi ve gücümü aşan noktaları sana anlatmaya
can atıyorum; senin nurunun ilk ışıltı lan nın beni nasıl aydınlat- lığıııı,
ama daha ne kesil" karanlıklarımın olduğunu ve zayı ll ığı m senin
kudrclinle yutulmadıkça karan 11 k lan m ııı hep böyle
karanlık kalacağını sana anlatmaya. Gerek bedenin gerektirdiği bakım, gerek
zihinsel uğraşlar gerekse hiçbir mecburiyetimiz olmadığı halde kendimizi sorumlu
hissettiğimizden insanlara yaptığımız hizmetler, yani bütün bu zorunluluklar
dısında kalan saatlerimi başka işle uğraşarak harcamak istem iyonım.
3.
Rab Tanrım, n’olur işit şu
yakarı mı, merhamet el, dileğim kabul olsun, çünkü yana yakıla istediğim şey
kendi çıkarıma yönelik değil, kardeşlerimin ruhundaki şefkati arttırmak bütün
özlemini; samimiye- limi yüreğimde görebilirsin. İzin ver düşüncemi, dilimi
sana adayayım, sana kul köle olsunlar, ama ilkin sana adayacağımı bana
bağışla. Çünkü ben yoksul ve muhtacım, sense sana yakaranların hepsine cömert
davranırsın, kaygıdan uzak olduğun halde bizim için kaygılanırsın. Kes at
dilimin bütün tedbirsizliklerini, bütün yalanlarını, hem [524]
ruhsal hem de tensel anlamda. Kutsal Kitap benim saf sevincim olsun, okurken
beni yanıltmasın, yorumlarken de kimseyi yanıltmayayım. Ya Rab, işit ve
merhamet et, Rab Tanrım, körlerin nuru, zayıfların kudre- ı i, hatta gören
gözlerin nuru, güçlülerin kudreti, dinle ruhumu, işil derinlerinden
haykırışımı. Çünkü derinlerimiz de olmazsan, işitmezsen bizi oralardan,
gidecek yerimiz mi kalır? Kime haykırırız? Gün senin, gece senin,[525] bir işaretinle bütün anlar
uçar gider. Birazını ayır bana, tefekküre dalayım Yasanın sırları üstüne ve
çaldığımızda kapını kapama üstümüze. Çünkü onca bulanık, onca gizli sayfayı
bile bile boşuna yazmış olamazsın, şu ormanlar geyikler olmadan olmaz, içine
sığınıp güçlerini toplayan, dolanarak, otlayarak, serilip yatarak, geviş
getirerek yeniden canlanan geyikler olmadan olmaz. Ya Rab, beni mükemmele
erdir, bu sayfaları aç bana. Senin sesin benim sevincim, se- ııin sesin dünyevi
hazların kat kat üstünde. Aşık olduğumu bana ver, âşığım çünkü ve bu aşkı sen
bahşettin bana. Beni lütfundan mahrum bırakma, hor görme şu susuzluktan
kavrulan otunu. Lütfet, Kitaplarında ne bulduysam sana anlatayım, lütfet
övgüler duyayım, seni içeyim, senin Yasandan doğan o harikaları derin derin
düşüneyim, göğü ve yeri yarattığın zamanın en başından, Kutsal Kentinin Ebedi
Krallığında seninle birlikte olacağımız ana değin.
4.
Ya Rab, merhametini
esirgeme benden ve bu dileğimi işit. Çünkü dünyevi, şeyler değil özlemini
çektiğim, sanmıyorum; altın değil, gümüş değil, mücevherler de değil, şık
giysiler de, onurlu mevkiler de değil, hükümranlıklar da, tensel zevkler de
değil, hatta hac yolunda olduğumuz şu yaşamdaki sağlığımızın temel ihtiyaçları
bile değil, zaten bunların hepsi senin Krallığını ve adaletini arayan bizlere
fazlasıyla verilecek.[526] [527]
Bak gör ya Rab, neden böyle bir özlem çektiğimi. Dürüst olmayan insanlar bana
tanıkları sevinçleri anlamlar, ama bunlar senin Yasandakiler ^bi değildi. İşle
çektiğim özlemin nedeni. Işte Baba, bak ve gör ve.onayla, merhametini
bağışlayacağın şekilde hoşnut ol ki senin katında inayetine mazhar olayım,
belki açılır o zaman Sözlerinin sırlı anlamları bana kapını çaldığımda.
Rabbimiz Mesih İsa adına yalvarıyorum sana, senin Oğlun adına, sağ elindeki o
İnsanın, Seninle bizim aramızda Şefaatçi olsun diye kudret verdiğin insanın
Oğlu adına, sen Onun aracılığıyla seni aramayan bizleri araçlın ve biz- leri
aradın ki seni arayalım. O senin Sözün, bu Söz aracılığıyla ben de dahil olmak
üzere her şeyi yarattın. O senin biricik Oğlun, onun aracılığıyla benim de
dahil olduğum imanlı halkını çağırdın, hepimiz senin oğulların olalım diye.
Onun adına sana yalvarıyorum, sağ yanında oturan: bizim için senden şefaat dileyen,
gönlünde bilgeliğin ve bilginin bütün hazinelerinin saklı olduğu Onun adına.
fşte bu hazineleri arıyorum ben de, senin Kitaplarında. Musa Onun hakkında
yazdı/ Yazdığı bu sözleri söyledi, O, yani Hakikat söyledi.
3.
BÖLÜM
Musa'nın
göğün ve yerin yaratılışıyla ilgili yazdıklarını
Tanrı lütfetmedikçe kimse anlayamaz.
5.
Lütfet, göğün ve yerin
başlangıçta nasıl yaratıldığını işiteyim ve anlayayım. Bunu Musa yazdı ve bu
dünyadan göçüp gitti, buradan, yani senden, senin yanına geçti ve şimdi benim
gözlerimin önünde değil. Çünkü öyle olmuş olsaydı ona tutunur ve ona sorardım
ve bana her şeyi açıklaması için senin adına yalvarırdım ona, şu tensel kulaklarımı
iyice açıp onun ağzından dökülen sözleri dinlerdim. tbranice konuşacak olursa
tensel duyuma boşa çarpıp dönmüş olurdu sözleri, çünkü anlamları zihnime şöyle
bir dokunmazdı bile. Ama Latince konuşmuş olsa, ne dediğini bilirdim. Gerçi
doğru söyleyip söylemediğini, nereden bilecektim? Doğru söylediğini bilsem
bile bakalım o mu söylüyor bu doğruyu? içimde, düşüncemin odasının içinde ne
Ibrani- ce, ne Yunanca, ne Latince ne de herhangi yabancı bir dil konuşan
Hakikat konuşmuş olurdu o vakit, ağız gibi, dil gibi bir organı yok onun,
hecelerin gürültüsüne patırtısına hiç vurmadan sözlerini, şöyle derdi: “Doğru
söylüyor.” Anında emin olurdum ve kendimden emin şekilde ona, senin kuluna,
dönüp şöyle söylerdim: “Doğru söylüyorsun.” Ama şimdi ona soramadığıma göre,
ona doğruyu söylemesini vahyeden sana, ey Hakikat, sana soruyorum, sana Tanrım,
sana soruyorum; günahlarımı bağışla, sen o kuluna bunları söylemesini lütfettin,
bana da bu sözleri anlamaını lütfet.
4.
BÖLÜM
Yaratılan alem yaratan Tanrı'yı
haykırıyor. [528]
ya Rab, sen onları
yarattın; sen güzelsin, bu yüzden onlar da güzel; sen iyisin/bu
yüzden onlar da iyi; sen varsın, bu yüzden onlar da var. Ne varli onların
Yaratıcısı olan senin, kadar güzel, senin kadar iyi, senin kadar gerçek
değiller. Seninle kıyaslandığında güzellikleri de, iyilikleri de, varlıkları
da hep eksik Bunları biliyoruz, bu yüzden sana şükrediyoruz; yi.ne de bizim
bilgimiz senin bilginle kıyaslanınca baştan sona cahillik.
5.
BÖLÜM
Dünya
hiçlikten yaratıldı.
7.
Gögü ve yeri nasıl
yarattın, böyle muazzam bir iş için hangi araçtan yararlandın? Çünkü sen somut
bir nesneye başka somut bir nesneden zihninde tasarladığı şekilde biçim veren
bir sanatçı gibi değilsin. Sanatçının zihni iç gözüyle derinlerinde
görebildiği herhangi bir biçimi uygulamaya koyabilecek yetide. Ama sen bu zihni
yaratmamış olsaydın hiç bu yetiye sahip olabilir miydi? Sanatçı halen varolan
ve halen varolmakta olan, toprak gibi, taş gibi, tahta gibi, altın gibi ya da
bu türden herhangi bir malzemeye biçim veriyor. Ama bu malzemeleri yaratmamış
olsan nereden varolacaklardı? Sen yaratuğın için bu sanatçının bir bedeni var,
uzuvlarını kontrol edebileceği bir zihni, bir şeyler üretmesine yarayan
malzemesi, teknik bilgisine hakim olabilme ve elleriyle yarattığını hayalinde
de canlandırabilme yetisi, zihnindeki tasarısını işlediği malzemeye
aktarmasına yarayan ve ortaya çıkan ürünü dönüp zihnine haber veren ve böylece
zihnine, kendi içindeki o hükümranına, yani hakikate bu ürünün güzel yapılıp
yapılmadığım sorma imkanı tanıyan tensel duyuları. İşte bütün bunlar sana,
her şeyin Yaratıcısına, şükrediyorlar. Ama sen nasıl yaratıyorsun
bunları? Nasıl
yarattın ya Rab, şu göğü ve yeri? Hiç kuşkusuz göğü ve yeri gökte ve yerde
yaratmadın, havada ya da suda da yaratmadın, çünkü hava ve su zaten göğe ve
yere ait; şu koskoca evreni de koskoca evrende yaratmadın, çünkü o yaratılmadan
önce yaratılacağı bir mekan da yoktu. Elinde de bir malzeme yok ki, göğü ve
yeri yaratasın. Çünkü önceden yaratmadıkça bu malzemeyi nereden bulacaksın ki
bir şeyler yaratmak için kullanasın? Zaten sen sebep olmadıkça herhangi bir
şey olabilir mit Öyleyse sen söyledin onlar da oldu,8 senin Sözünle onlar oldu.
6.
BÖLÜM
Tanrı nasıl
söyledi de evren yaratıldı?
8. Peki ama nasıl söyledin? Bulutlardan gelen ve “İşte bu benim
sevgili oğlum” diyen ses gibi bir sesle mi söyledin?5 Ama o ses o
vakit çınladı ve geçti, başladı ve bitti. Heceler işitildiler ve geçip
gittiler, ikıncisi birincisin ardından, üçüncüsü ikincisinin ardından ve böyle
sıra sıra geçip gitti, ta ki hepsinin ardından sonuncusu gelene ve sonuncusunun
ardından da bir sessizlik başlayana kadar. Bu yüzden bu sözün yaratılan bir
şeyin, yani geçici olan ve senin ebedi ve ezeli iradene hizmet eden bir şeyin
hareketinden geldiği açık ve seçikti. Anlık işitilen bu sesleri dıştaki kulak,
anlama gücüne sahip zihne iletti, çünkü bu zihnin iç kulağı senin ezeli ve
ebedi Sözünü işitmeye duyarlı. Bu zihin anlık işitilen bu sesleri senin sessiz,
ezeli ve ebedi Sözünle kı- [529]
[530]
yasladı ve dedi ki:
“Tanrı Sözü çok farklı, fark çok büyük. O sözlerse benim çok altımda ve
gerçeklikleri yok, çünkü geçip gidiyorlar ve yok oluyorlar. Ama benim Tanrımın
Sözü benim üstümde ve sonsuza kadar orada olacak.” O halde işitilen ve geçip
giden sözlerle gök ve yer olsun dediysen ve göğü ve yeri böyle yarattıysan, o
zaman gök ve yerden önce yaratılmış bir varlık vardı ve bu varlığın zamana
bağlı hareketleriyle o ses zamana bağlı olarak titreşti. Ama gök ve yer
yaratılmadan önce herhangi bir maddi varlık yoktu ya da olmuşsa, sen onu
mutlaka gelip geçici olmayan sesle yaratmış olmalısın ki, sen gök ve yer olsun
dediğinde bu gelip geçici sese temel oluştursun. Çünkü gelip geçici bir sese
temel oluşturan şey ne olursa olsun sen onu yaratmadıkça asla varolamazdı. O
halde kararını bildiren sözlerin döküldüğü o maddi varlığı yaratmak için sen
hangi sözü söyledin?
) 7. BÖLÜM
Tanrı'yla ezeli ve ebedi olarak bir arada bulunan Tanrı Sözü.
9.
Bu yüzden bizi Sözünü
anlamaya çağırıyorsun, seninle birlikte Tanrı olan Tanrı’yı,[531] yani daima söylenen ve o
söylendikçe her şeyin daima söyleneceği Sözünü. Bu Söz, söylenen bir şeyin
bitip arkasından bir başkasının gelmesi ve böylece her şeyin sırasıyla
söylenmesi gibi bir durum değil, her şey aynı anda ve ezeli ve ebedi olarak
söyleniyor. Yoksa zaman ve değişim olurdu, gerçek bir ebediyet ve gerçek bir
ölümsüzlük olmazdı. Bunu anladım Tanrım ve bunun için sana şükrediyorum. Bunu
anladım ve sana açıklıyorum ya Rab, kesin Haki
kati inkar etmeyen kim varsa benimle birlikte bunu anladı ve sana şükranlarını
sunuyor. Anladık, ya Rab, anladık, bir şey varken aynı şekilde yok oluyorsa
ölüyar demektir, bir şey yokken aynı şekilde varoluyorsa doğuyor demektir. O
halde senin Sözünün herhangi bir öğesi ııe yerini başka bir şeye bırakıyor, ne
de başka bir şeyin yerini alıyor, çünkü bu Söz gerçekten ölümsüz ve
ezeli-ebedi. Bu yüzden seninle czeli ve ebedi olarak bir arada bulunan Sözünle söylediğin
her şeyi ayıtı anda ve ezeli-ebedi olarak söylüyorsun ve olması için ne
söylemişsen oluyor. Sen her şeyi sadece söyleyerek yaratıyorsun, başka şekilde
değil. Ama söyleyerek yarattığın her şey aynı anda ve ezeli-ebedi anlamda
varolmuyor.
8.
BÖLÜM
Tanrı Sözü
bütün hakikati öğrendiğimiz Başlangıçtır.
10.
Merak ediyorum, niçin böyle
oluyor Rab Tanrım? Bunu bir dereceye kadar anlıyorum, ama nasıl açıklayacağımı
bilmiyorum, sadece şunu söyleyebiliyorum: Olmaya başlayan ve olması son bulan
her şeyin başlaması ve son bulması gereken an ezeli ve ebedi akılca bilinen bir
an ve her şey o anda başlıyor ve o anda son buluyor, ama ezeli-ebedi aklın ne
bir başlangıcı var ne de sonu. İşte ezeli ve ebedi akıl senin Sözünün La
kendisi, ayrıca Başlangıç, çünkü bize söyleyen de O.ı [532]
Bu yüzden Incil’de senin Sözün bedenlenip konuştu ve insan bunu dışarıdan gelen
bir ses olarak işitti, inansın ve bu sesi içinde arasın diye, onu ararken de
ezeli ve ebedi hakikatte bulsun ve orada bütün öğrencilere Biricik İyi
Öğretmenin ders verdiğini görsün diye. İşte ben orada senin sesini duyuyorum ya
Rab, benimle konuşuyor, çünkü ancak bize gerçek anlamda ders veren kişi
bizimle konuşmuş olur, ama bize ders vermeyen biri bizimle konuşsa bile gerçek
anlamda konuşmuş olmaz. Zaten değişmez Hakikatten başka bize kim ders
verebilir? Değişime yazgılı bir varlıktan ders aldığımızda, bu dersin bizi
değişmez Hakikate götürmesi şart, çünkü ancak o zaman gerçekten öğreniriz,
çünkü o sırada Onun yanında durarak ve Onu dinleyerek ve Damadın sesinden kam
alarak sevinçle dolarız1^ ve bizim varolmamızı sağlayan kaynağa
geri döneriz. İşte tam da bu nedenden dolayı O Başlangıçtır, çünkü O hep olduğu
yerde duruyor olmasaydı, biz yanlış yollarda dolanıp dururken nereye
döneceğimizi bilemezdik Öte yandan yanlış yoldan dönüyorsak yine Hakikati
bildiğimiz için dönüyoruz; O bize Hakikati bilmeyi de öğretiyor aynı zamanda,
çünkü O Başlangıç ve bizimle konuşuyor.
9.
BÖLÜM
Tanrı Sözü
yüreğimizle nasıl konuşur?
ll. İşte bu Başlangıçta
ey Tanrı, sen göğü ve yeri Sözünle, Oğlunla, Kudretinle, Bilgeliğinle,
Hakikatinle mucizevi şekilde konuşarak ve mucizevi şekilde işleyerek yarattın.
Bu sırrı kim anlayabilir? Kim dile dökebilir? Bana doğru süzülüp gelen,
yüreğimi hiç acıtmadan delip geçen şu ışık da ne? Hem ürperiyorum, hem
alevleniyorum; ona hiç benzemedikçe ürperiyorum, ona benzedikçe alevleniyorum.
Bilgelik, evet, Bilgeliğin ta kendisi, bulutlarımı, çekeceğim cezanın karalığından
ve yükünden belim iyice bükülünce tekrardan üstümü örtmeye başlayan bulutlarımı
aralaya aralaya bana doğru süzülüp gelen şu [533]
ı ■
.ık. Çünkü yoksulluktan gücüm öyle tükenmişti ki,ı3 bahşettiğin iyi-
lıj'.in hakkını veremiyordum, ta ki sen ya Rab, bütün kötülüklerime merhem
olana ve bütün hastalıklarıma şifa sunana kadar. Sen bedelini "deyip
yaşamımı fesattan kurtaracaksın, beni merhamet ve şefkatle ı.ıdandıracaksın ve
iyiliğe duyduğum özlemimi gidereceksin; yani gençliğim bir kartalın ki gibi
yenilenecek. 14 Biz umudumuzla kurtuluşa , ■nlik ve bize
verdiğin vaatleri sabırla bekliyoruz. Yüreğinde senin konuştuğunu duyabilen
insan dinlesin; bense senden aldığım vahyin ışınında, kendimden emin bir
şekilde şöyle haykıracağım: “Yarattığın eserlerin ne şahane ya Rab, hepsini ne
büyük bir Bilgelikle yaratmışsın , lyle!”!3 İşte o Bilgelik, Başlangıç;
ve sen yeri ve göğü o Başlangıçta ya- ı: ıllın.
10.
BÖLÜM
Tanrı'nın
göğü ve yeri yaratmadan önce ne yaptığını
sorgulama gafletine düşenler.
12.
Bize, “Tanrı göğü ve yeri
yaratmadan önce ne yapıyordu?” sorusunu soranlar bak nasıl hâlâ o köhne
doğalarıyla tıka basa dolular? T.ğer bir işle meşgul değil idiyse,” diyorlar,
“ve hiçbir şey yapmıyor idiyse niçin ebediyen hep aynı halini sürdürmedi, yani
yaratımından Tince hiçbir şey yapmadığı halini?” Çünkü Tanrı’da evvelce hiç
yapma- [534] [535]
[536] mış olduğu yaratımı başiatacak
herhangi bir yeni gelişme ve herhangi bir yeni irade oluşmuşsa, içinde daha
önceden hiç olmayan bir iradenin doğabildiği ezeli ve ebedi hakikat nasıl
gerçek anlamda ezeli ve ebedi olabilir? Olur, çünkü Tanrı’nın iradesi
yaratılmış bir şey değildir, yaratılan düzenden önce gelir, çünkü Yaratıcının
iradesinin önceliği olmamış olsa hiçbir şey yaratılamaz. Bu yüzden Tanrı’nın
iradesi Tanrının doğasına aittir. Tanrı’nın doğasında daha önce hiç olmayan bir
şey doğuyorsa bu doğaya gerçek anlamda ezeli-ebedi doğa denmez; öte yandan
yaratılan düzenin doğması için Tanrı'nın ebedi bir iradesi olmuş olsaydı o
zaman niçin yaratını da ebedi değil?
11.
BÖLÜM
Karşıt
düşüncede olanlara Tanrı'nın ezeli ve ebedi oluşunun
zamanla bağlantısı olmadığını söyleyerek yanıt veriyor. [537]
.ııııdi olmadığını anlayabilir; ayrıca bütün geçmişin gelecekle geriye
ılııgru itildiğini ve bütün geleceğin geçmişin peşi sıra geldiğini, bütün
girmişin ve bütün geleceğin her zaman şimdi olandan yaratıldığını ve I uşı ve
sonu olacak şekilde düzenlendiğini de kavrayabilir. Kim tuta- ı :ık insanın
yüreğini ki durabilsin ve içinde ne gelecek ne de geçmiş ulan ebediyetin nasıl
hiç kımıldamadan durduğunu ve hem geleceğe lwın de geçmişe komut verebildiğini
görebilsin? Benim ellerimin bunu yapacak gücü var mı, ya da dilim sırf
sözcüklerle bu kadar yüce bir işleyişi anlatacak kadar güçlü mü?
12.
BÖLÜM
Tanrı
evreni yaratmadan önce ne yapıyordu?
14.
“Tanrı göğü ve yeri
yaratmadan önce ne yapıyordu?” diye soranlara yanıl veriyorum. Ama benim
yanıtım, bu sorunun ağırlığından kaçıp kurtulmaya çalışan falancanm, duyduğuma
göre işi şakaya vurup, “Derinlerini araştırmaya kalkan insanlara Cehennemi
hazırlıyordu” diye yanıt vermesine benzemiyor. Görmek ayrı, gülmek ayrı. Ben
lıöyle bir yanıt vermem. Ama şöyle bir yanıt verebilirim, hem de seve seve:
“Bilmediğimi biliyorum.” Bu yanıtı, o derin soruyu soranla sırf dalga geçmek
adına, üstelik yanlış olan bir şeyler söyleyip beğeni toplamak adına verilen
deminki yanıta tercih ederdim. Hayır Tanrım, ben senin bütün yaratılanların
Yaratıcısı olduğunu söyleyerek yanıt veriyorum ve bütün yaratılanlar deyince
biz göğü ve yeri anlıyorsak, haddimi de aşıp şöyle söylüyorum: Tanrı göğü ve
yeri yaratmadan önce hiçbir şey yapmıyordu. Çünkü bir şey yapmış olsaydı bile
bu yine onun yarattığı bir şey olmayacaktı da ne olacaktı? Keşke yaratılış
olmadan önce hiçbir yaratılışın olmadığım bildiğim gibi, bildiğimden emin ol-
mak istediğim diğer
işe yarar konuları da aynı kesinlikle bilebilsey- dim.
13.
BÖLÜM
Tanrı
tarafından zaman yaratılmadan önce zaman diye
bir şey yoktu.
15.
Uçan zihniyle, hâlâ geçmiş
zamanların hayalleri arasında dolanıp duran ve senin, yani Her Şeye Kadir
Olanın, Her Şeyin Yaratıcısının, Her şeyin sorumluluğunu Üstlenenin, göğün ve
yerin Mimarının, bu kadar yüce bir eseri fiili olarak yaratmadan önce onca
yüzyıl eli kolu bağlı oturduğunu düşünüp hayret içinde kalan biri varsa hâlâ,
artık uyanmalı ve hayretinin yanılgıların ürünü olduğunu fark etmeli. Onca
yüzyıl nasıl akıp geçebilirdi bütün yüzyılların Kaynağı ve Yaratıcısı olan sen
onları daha henüz yaratmamışken? Ya da kaynağını senden almamış zamanlar
olabilir mi hiç? Hiç olmamışlarsa nasıl akıp geçebilirler? Sen bütün
zamanların Yaratıcısı olduğuna göre, göğü ve yeri yaratmadan önce herhangi bir
zaman var idiyse, peki niçin hâlâ hiçbir şey yapmadan durduğun söyleniyor?
Çünkü zamanın kendisini sen yarattın, zamanı yaratmadan önce zaman akıp
geçemezdi. Öte yandan gök ve yer yaratılmadan önce zaman yok idiyse, niçin hâlâ
o sırada ne yaptığın sorulup duruluyor? Zaman yok idiyse demek ki ‘o sırada’ diye
bir şey de yoktu.[538]
16.
Dahası, senin zamandan önce
olman da zaman içinde vuku bulan bir şey değil. Öyle olsaydı sen bütün
zamanlardan önce olmamış olurdun. Hep şimdide olan ebediyetin yüceliğinde sen
tüm geçmişte
1 .ilanlardan öncesin ve gelecekte olacak olan her şeyden sonrasın,
, ııııkü gelecekte
olacak olanlar olunca geçmiş olacaklar. Oysa sen hep .ıvnısın ve senin yılların
tükenmez. ı? Senin yılların ne gider ne de ge- lıı. bizimkilerse gider gelir
ki, her şey sırasıyla gelebilsin. Senin yıllanın ıı hepsi aynı anda şimdide
durmaktadır; durdukları için de gelenler i'.ıdcnleri bertaraf etmez, çünkü
senin yılların hiç geçmez. Ama bizim v ıllarımız ancak hep birden geçmiş olunca
tamamlanacaktır. Senin yılI. ı rm bir gündür, ama her gün gelen bir gün değil,
hep bu gündür, ı Iıııkü senin bugünün yerini yarına bırakmaz, dünün de yerini
almaz.
' imin bugünün ezeli ve ebedidir. İşte bu
yüzden seninle ezeli ve ebedi ı ılarak bir arada bulunan Oğlunu doğurduğunda
ona, “Ben seni buyun doğurdum”'8 dedin. Bütün zamanları sen yarattın ve sen
bütün umanlardan öncesin; öyleyse zamanın olmadığı herhangi bir zaman yoktu.
14.
BÖLÜM
Üç farklı
zaman.
17.
İşte bu yüzden senin
herhangi bir şey yaratmadığın bir zaman yoktu, çünkü zamanı sen yaratmıştın. Hiçbir
zaman ezeli ve ebedi ola- ı ak seninle bir arada bulunamaz, çünkü sen baki
kalansın. Zaman da baki kalsaydı zaman olmazdı. Peki o halde zaman ne? Kim bunu
öyle kolayca ve kısaca açıklayabilir? Kim bunu düşüncesinde kavrayabilir ki
kelimelere döküp açıklayabilsin? Oysa konuşmalarımız esnasında ■.ıkça geçen şu
zaman kelimesinden daha aşina olduğumuz, hemencecik tanıdığımız başka bir
kelime var mı? Sahiden de hemen anlıyoruz, [539]
[540] hem kendimiz söylediğimizde
anlıyoruz, hem bir başkasının söylediğini işittiğimizde, her iki şekilde de
anlıyoruz. Peki o halde zaman ne? Hiç kimse bana sormazsa biliyorum da, biri
sorup da ona açıklama yapmam gerektiğinde bilmiyorum. Buna rağmen bildiğimden
eminim diyeceğim bir şey varsa o da şudur: Hiçbir şey geçip gitmemiş olsa
geçmiş zaman olmaz, hiçbir şey gelecek olmasa gelecek zaman olmaz, hiçbir şey
şu an olmamış olsa şimdiki zaman olmaz. O halde şu iki zaman, yani geçmiş ve
gelecek nasıl varolabiliyor, yani geçmiş anık yoksa, gelecek de henüz yoksa?
Şimdiye gelirsek, eğer şimdi hep şimdi olmuş olsaydı ve geçmişe akıp gitmemiş
olsaydı, zaman olmaktan çıkıp ezeli ebedi olurdu. Bu yüzden şimdinin zaman
olması geçmişe akıp gidecek olmasından kaynaklanıyorsa, şimdinin olduğunu
nasıl söyleyebiliyoruz, varlık sebebi olmamaya dayandığına göre? Yani aslına
bakarsanız zaten varolmamaya yönelik olmamış olsaydı biz zamanın varolduğunu
söyleyemezdik
15.
BÖLÜM
Zamanın ölçüldüğü yer. [541]
gerekir, bunun yerine
“uzundu” demek gerekir, aynı şekilde geleceğe ılr “uzun olacak.’’ Ya Rab, İşığım,
senin Hakikatin karşısında yine mi i'.ıılünç d.uruma düşeceğiz? Çünkü şu uzun
dediğimiz geçmiş, geçip (•.iniğinde: mi uzun oldu, yoksa geçip gitmeden önce
hâlâ devrede olduğu sırmda mı uzundu? Çünkü sadece devrede olduğu sırada uzun
olabilir, geçip gitti mi artık uzun olamaz, yani varoluşu tamamen bitmişse
uzıun olmaktan çıkar. Öyleyse geçmişle ilgili olarak “geçmiş zaman uzuın oldu”
demememiz gerekir, çünkü onun içinde uzun olabilecek herhangi bir şey
bulamayız, geçmiş olduğu anda varlığı da son- laııdığınaı göre. Bunun yerine,
“Sözünü ettiğimiz zaman yaşandığı sırada uzundu” dememiz gerekir, çünkü söz
konusu zaman yaşandığı sırada uzuındu. Çünkü o sırada henüz geçip gitmemişti,
dolayısıyla varlığı sonlammamıştı, bu yüzden uzun olması mümkündü. Ama geçip
gitmesinin ardından aynı anda uzun olmaktan da çıkar, çünkü varoluşu sonlamır.
19.
O1 halde ey
insan ruhu, bak bakalım şimdiki zaman uzun olabilir mi oLamaz mı; çünkü sana
zaman aralarını anlama ve hesaplama yetisi armağan edildi. Öyleyse bana bu konuda
nasıl bir yanıt vereceksin? Şimdiki zamanda yüzyıl uzun bir zaman mı? ilkin
düşün bakalım, yüzyılın :şimdiki zamana ait olması mümkün mü. Çünkü biz
yüzyılın ilk yılını yaşıyorsak bu ilk yıl şimdidir, diğer doksan dokuz yıl
gelecek zamana aittir, dolayısıyla henüz yoktur. ikinci yılını yaşıyorsak, bir
yıl geçmişte kalmıştır, biri şimdiki zamandır, diğerleri ise gelecekte yaşanacaktır.
Aynı şekilde biz bu yüzyılın uçları arasında hangi yılı şimdiki zaman olarak
kabul edersek edelim önceki yıllar geçmiş olacaktır, sonrakiler de gelecek. Bu
da gösteriyor ki yüzyılın şimdiki zamanda yaşanma:sı mümkün değil. O halde en
azından içinde yaşadığımız tek bir yılı de alalım. Eğer söz konusu yılın ilk
ayını yaşıyorsak sonraki aylar gelecek zamana aittir; ikinci ayını yaşıyorsak
ilk ay geçip gitmiş, diğerleri de henüz gelmemiştir. Demek ki yaşadığımız yılın
tamamı şimdiki zaman değildir ve tamamı şimdiki zaman değilse o yıl şimdiki
zamana ait değildir. Çünkü bir yıl on iki aydan ibarettir ve hangi ayını
yaşıyorsak o ay şimdiki zamana aittir, diğerleri ya geçmiştir ya da gelecek.
Yaşadığımız ay bile şimdiki zaman değildir, ancak bir günü şimdiki zamana
aittir. Ayın ilk gününü yaşıyorsak diğer günler gelecek zamana aittir, son
gününü yaşıyorsak diğerleri geçmişte kalmıştır; ayın ortalarındaki bir günü
yaşıyorsak bu geçmiş ve gelecek günlerin arasında olduğumuzu gösterir.
20.
'işte şimdiki zaman bakın
nerdeyse bir günlük araya sığdırıldı, oysa şimdiki zamanla ilişkili olarak
sadece ona uzun diyebileceğimizi düşünmüştük Şimdi bu bir tek günü de
inceleyelim görelim, çünkü o bile bütünüyle şimdiki zamana ait değil. Bir gün
gece ve gündüzün saatlerinin toplamından, yani yirmi dört saatten oluşuyor.
Ilk saate göre hesaplandığında diğer saatler gelecek zamana ait oluyorlar, sonuncu
saate göre hesaplandığında geçmiş zamana ait. Bu ikisi arasındaki herhangi bir
saate göre hesaplandığında ise söz konusu saatten öncekiler geçmişe, sonrakiler
ise geleceğe ait sayılıyorlar. Bu bir tek saat bile uçucu, kaçıcı
parçacıklardan oluşuyor, hangisi uçsa geçmiş zamana ait oluyor, hangisi kalsa
gelecek zamana. Eğer zamanda minicik bir parçaya bile bölünemeyecek an varsa,
işle sadece o ana şimdiki zaman diyebiliriz. Ama o an gelecekten geçmişe öyle
hızlı uçar gider ki, durala- yacağı bir süre hiç olmaz. Duralasaydı geçmişe ve
geleceğe bölünebilirdi. Ama şimdiki zaman hiç duralamaz. O zamarı uzun
diyebileceğimiz bir zaman var mı? Gelecek zaman mı? Yok, onun için de “uzundur”
diyemiyoruz, çünkü henüz gelmemiştir, gelmemişse uzun da olamaz. Bu yüzden
“uzun olacak” diyoruz. Peki ne zaman uzun olacak?
1 iğer gelecekte uzun
alacaksa henüz uzun değil demek ki, çünkü uzun olacağı zaman henüz ortalıkta
yok. Eğer gelecek geçtikten sonra -ki böyle bir zaman da henüz ortalıkta yok-
ve şimdiki zaman olarak varolmaya başlayınca uzun alacaksa, işte belki o anda
uzun olabileceği bir zamana kavuşabilecek. Ama şimdiki zaman oradan avazı
çıktığı kadar bağırıyor, benim uzun olmam mümkün değil diye.
16. BÖLÜM
Hangi zaman ölçülebilir, hangisi
ölçülemez.
21.
Her şeye rağmen ya Rab,
zamanın aralıklarından haberdarız, bunları kendi aralarında kıyaslıyoruz ve
kimi ne uzun, kimine kısa diyoruz. Hatta bu aralıkları ölçebiliyor ve
hangisinin hangisinden daha uzun olduğunu ya da hangisinin hangisinden daha
kısa olduğunu söyleyebiliyoruz; şunu ölçüt alırsak, bu şu anın iki katı ya da
üç katı diyoruz örneğin ya da ikisinin süresi de aynı diyoruz. Ama bu geçip giden
anları ölçebiliyorsak ancak onları algıladığımız sırada ölçebil iyo- ruz. Yoksa
artık olmayan geçmişi, henüz olmayan geleceği kim ölçebi- I ir? Ha, biri kalkıp
da olmayan bir şeyin ölçülebileceğini söyleme cüreti gösterir, tabii o başka.
O halde zaman geçerken algılanabilir ve ölçülebilir, ama geçip gittiği anda
artık olmadığından algılanamaz ve ölçülemez.
1 7. BÖLÜM
Geçmiş ve
gelecek zaman neredeler? [542]
rıldığmı daha çocukken
öğrenmiştik, ben de başka çocuklara öğretmiştim. O halde bana zaman üçe
ayrılmaz, sadece şimdiki, zaman var, diğer ikisi yok diyecek biri çıkabilir mi?
Ya da o ikisi de var, ama zaman gelecekten şimdiye geçtiğinde gizli bir yerden
mi çıkıyor ve şimdiden geçmişe hareket ettiğinde de yeniden gizli yerine mi
çekiliyor diye soran biri olabilir mi acaba? Gelecekten haber verenler
gelecekte- kileri nasıl gördüler öyleyse, gelecek henüz yoksa? Çünkü olmayan
bir şeyi görmek imkansız. Geçmişteki olayları anlatanlar da onları gönül
gözleriyle görmemiş olsalardı doğru şekilde aktaramazlardı. Geçmiş olmamışsa
hiçbir şekilde görülemez. Demek ki hem gelecekte yaşanacaklar hem de geçmişte
yaşananlar mevcut.
18. BÖLÜM
Gelecek ve
geçmiş zaman nasıl şimdiki zaman oluyor? [543]
l.maıı hayallerinin doğurduğu sözcükleri aktarıyor, çünkü bu olaylar ıd ı
ıp bittiklerinde duyu algımız sayesinde zihnimizde izlerini bırakmış
• 1i ıyorlar. Böylece artık varolmayan çocukluğum
artık varolmayan gecıniş zamanda bulunuyor. Ben o günleri hatırladığımda ve
anlatma- \ '.ı haşladığımda, o günlerin hayallerine şimdiki zamanda bakıyorum,
ı_ ııııkü bu hayaller benim zihnimde hala capcanlı. Gelecekle ilgili tahminlerde
bulunurken de aynı işlemi mi yapıyoruz, yani henüz olmamış olan olayların
imgeleri bu olayların evvelce var olan imgeleri saye- .ıııde mi tahmin
ediliyor, hiç bilmiyorum ve bilmediğimi de kabul
• diyorum Tanrım. Ama en azından şunu biliyorum: Biz çoğunlukla
gelecekte yapacaklarımızı önceden düşünmeye başlıyoruz ve bu şekilde önceden
düşünme süreci şimdiki zamanda gelişiyor, oysa önceden yapmayı düşündüğümüz
eylemler gelecekte gerçekleşeceğinden, şimdiki zamanda gerçekleşmiyorlar.
Kolları sıvayıp önceden düşündüğümüz eylemi gerçekleştirmeye başladığımızda,
işte o eylem ancak o sı- ı ada gerçekleşiyor, çünkü artık gelecek zaman değil,
şimdiki zaman devreye girmiş oluyor.
24.
Geleceğe ilişkin bu gizemli
önsezi nasıl işliyorsa işliyor orası meçhul, ama sezilen neyse ancak varolduğunda
sezilebiliyor. Sezildiği anda da gelecek zaman değil şimdiki zaman devreye
giriyor. O halde geleceği önceden görme söz konusu olduğunda, henüz olmamış
olaydır, yani ancak gelecekte gerçekleşecek olaylar görülmüyor, bunları
gerçekleştirecek nedenler ya da belki de birtakım belirtileri görülebiliyor,
çünkü bunlar şimdiki zamanda mevcut. Dolayısıyla onları görenlere gelecek
zamanda değil de şimdiki zamanda görünüyorlar. Bu nedenler ya da belirtiler
aracılığıyla henüz gelecek zamanda gerçekleşecek olaylar zihinde
canlandırabiliyor ve bu şekilde tahminde bulunuluyor. Zihinde canlanan
resimler şimdiki zamanda mevcut, böylece
geleceği yorumlayanlar
zihinlerinde halen mevcut resimlere bakarak yorumda bulunuyorlar. Bu konuda
yığmla örnek var, bunlardan, bir tanesini görelim: Şafak vakti göğe bakıyorum
diyelim ve güneşin doğacağını tahmin ediyorum. Baktığım şafak orada mevcut,
ama tahmin ettiğim olay gelecekte olacak Gelecekte olacak olan güneşin kendisi
değil tabii, çünkü güneş de orada mevcut. Ben onun doğuşu hakkında tahmin
yürütüyorum, yani henüz olmamış bir olay hakkında. Ne var ki onun doğuşuna
ilişkin bir şeyler söylediğim anda bunu zihnimde de canlandırmamış olsaydım
hakkında hiçbir tahminde bulunamazdım. Gökyüzünde gördüğüm şafak vakti güneşin
doğuş ant değil, sadece güneşin doğuşunun bir belirtisi. Ama bu belirti de
benim zihnimde canlandırdığını güneşin doğuşuyla ilgili resim değil. Ben hem
şafağı hem de zihnimdeki resmi, yani ikisini de aynı anda görüyorum, işte bu
sayede güneşin doğacağını önceden söyleyebiliyorum. O halde gelecek zaman henüz
gerçekleşmemiş zamandır, gerçekleşmediğinden de henüz mevcut değildir, mevcut
değilse görülemez de. Ama şimdiki zamanda mevcut olan birtakım belirtilerden
sezilebilir, çünkü o belirtiler şimdide mevcuttur, dolayısıyla görülebilirler.
19. BÖLÜM
Tanrı'nın gelecek zamanı bize nasıl öğrettiğini kavrayamıyor. [544]
e ok uzaklarında; algımın çok üstünde; benim ona erişecek gücüm yok.
Ancak sen bu gücü bana ihsan ettiğinde erişebileceğim, ey görmez gözlerimin
tatlı lşığı.
20.
BÖLÜM
Üç farklı zamanı ne şekilde
adlandırmalıyız?
26.
Ama gayet açık ve seçik
olarak anladığım bir şey varsa o da gelecek ve geçmiş zamanın olmadığı. Bu
yüzden zaman geçmiş, şimdi ve gelecek diye üçe ayrılır demek aslında pek de
doğru değil. Belki şöyle demek daha doğru, zaman üçe ayrılır, geçmişte
yaşananların şimdiki .•.amanı, şimdi yaşananların şimdisi ve gelecekte
yaşanacakların şimdiki zamanı. Evet, bu üç zaman benim ruhumda mevcut, onları
başka bir yerde göremiyorum. Geçmişte yaşananlarla ilgili şimdi benim belleğim;
şimdi yaşananlarla ilgili şimdi doğrudan algı; gelecektekilerin >imdisi ise
beklenti. Bu şekilde tanımlamamda bir mahsur yoksa o zaman üç zaman olduğunu
görüyorum ve zamanın üçe ayrıldığını kabul ediyorum. Daha açık şekilde şöyle de
ifade edilebilir: “Zaman üçe ayrılır: Geçmiş zaman, şimdiki zaman ve gelecek
zaman." Bu doğru bir tanımlama değil, ama hepimiz böyle biliyoruz. Bu
tanımlamayı kabul etmiyor değilim, itirazım da yok, eleştirmiyorum da, yeter
ki ne dediğimizi anlayalım, yani gelecek ve geçmişin şu an olmadığını. Zaten
günlük dildeki kullanımların pek azı doğru, çoğu yanlış, gene de meramımızı
bir şekilde anlatabiliyoruz işte. [545]
şu zamanın iki katı ya da bu zaman şu zamanın aynısı diyebiliyoruz ya da
ölçebildiğimiz ve b ir karara varabildiğimiz diğer zaman süreleriyle ilgili
benzeri şeyler söyleyebiliyoruz. Bu yüzden, demin de dediğim gibi, zamanı akıp
geçerken ölçüyoruz. Şimdi biri bana, “Bunu nereden biliyorsun?” diye soracak
olsa yanıtım şu olur: “Biliyorum, çünkü ölçüyoruz, olmayan bir şeyi ölçemeyiz;
ama geçmiş ve gelecek zaman mevcut değil.” Peki şimdiki zamanı nasıl ölçüyoruz,
bir mekanı yoksa? Şimdiki zamanı akıp geçerken ölçüyoruz, akıp geçtikten sonra
ölçmemiz mümkün değil, çünkü ölçülecek bir şey kalmıyor ortada. Peki ölçerken
zaman nereden, nasıl ve nereye akıyor? Gelecekten gelmedikçe? Şimdide
duralamadıkça? Geçmişe gitmedikçe? Başka deyişle gelecekten gelirken, henüz
ortalıkta görünmüyor, şimdiden geçerken du- ralayacağı bir mekan bulamıyor,
geçmişe akıp gittikten sonra ortadan kalkıyor. Peki biz zamanı bir mekanda
ölçerken aslında neyi ölçmüş oluyoruz? Çünkü biz zamandan söz ederken zamanda
belli bir duralama anını göz önünde bulundurmadıkça, bu temel ölçüm, şu bunun
iki katı, üç katı ya da bu ikisi benzer türünde şeyler söyleyemeyiz ki. Zaman
akı p geçerken hangi duralama anını ölçüt alıyoruz? O an zamanın akmaya
başladığı gelecekte mi? Ama olmayan bir anı ölçemeyiz ki. Akmakta olduğu
şimdiki zamanda mı? Ama duralamadan geçiyorsa yine ölçemeyiz ki. Akıp gittiği
geçmişte mi? Ama artık olmayan bir şeyi ölçemeyiz ki. [546]
ııstüne, şu hem aşikar hem de örtük olan yanıtın üstüne; lütfel, içine •
.üzüleyim bu suların, senin ışığınla göstersinler bana kendilerini ya Kab. Kime
sorarım yoksa bunları? Senden daha şifalı gelecek başka biri mi var ki
cehaletimi ona açayım, Kulsal Kitabını anlamak için girişliğim bunca hummalı
çalışma bir tek seni huzursuz etmeyeceğine göre? Aşkıyla yanıp tutuştuğumu
bana bahşet, çünkü bu ateşi sen yaktın içimde, ben öyle aşık oldum. Bahşet
Baba, çünkü oğullarını armağanlarla nasıl donatacağını sen çok iyi bilirsin, [547] [548]
n’ olur bahşet, çünkü ben unlamak işini üsllendim ve sen bana anlatana kadar da
bu yük bana çok ağır gelecek. İsa adına yalvarıyorum, Azizlerin Azizi İsa adına
yalvarıyorum, bu yolda bana kimse engel olmasın. Ben sana inandım, işte hu
inançla konuşuyorum.20 Bütün umudum Rabbin güzelliğini
temaşa edebilmek, işle ben bunun için yaşıyorum. Bak işte günlerim yaşlanmaya
yazgılı, geçip gidiyorlar, nasıl geçip gittiklerini ise ben hiç bilmiyorum.
Hiç d urmadan zaman zaman diyoruz, süre süre diyoruz: “O hunu ne zaman
söyledi!” “O bunu ne kadar sürede yaplt?” “Ben şunu görmeyeli ne kadar zaman
oldu?" “Bu heceleri söylemek, tek ve kısa hir heceyi söylemekten daha
fazla zaman alıyor." Hep böyle şeyler söylüyoruz, hep böyle şeyler
işitiyoruz, anlaşılıyoruz, anlıyoruz. Apaçık sözler bunlar, bunlarla her gün
karşılaşıyoruz, ama bir o kadar da kapalılar ki, bulunduklarında yepyeni bir
keşif oluyorlar.
23. BÖLÜM
Zaman
nedir?
29. Alim bir kişiden güneşin, ayın ve yıldızların kendi içlerindeki
hareketlerinin zaman
olduğunu işitmiştim, ama onun bu düşüncesine katılmamıştım. Çünkü niçin bütün
cisimlerin hareketi de zaman olmasın ki? Gökyüzündeki cisimlerin hareketi
dursa, o sırada çömlekçinin tekerleği dönmeye devam etse, onun deveranını
ölçebileceğimiz bir zaman olmayacak mı, örneğin düzenli aralıklarla dönüyor,
bazen daha yavaş, bazen daha hızlı dönüyor, bazı dönüşler daha çok, bazıları
da daha az süre alıyor gibi şeyler söyleyemeyecek miydik yani? Bunları
söylerken de zaman içinde konuşuyor olmayacak mıydık ya da kullandığımız
kelimelerin kimi uzun kimi kısa hecelerden, yani uzunları uzun süre titreşen,
kısaları kısa süre titreşen hecelerden oluşmayacak mıydı yani? Tanrım lütfet,
insanlar bu küçük örneklerde, hem küçük hem de büyük meselelerde geçerli olan
evrensel doğruları görebilsin. Yıldızlar ve gökteki ışık saçan diğer cisimler
zamana, günlere, yıllara işaret etsinler diye yaratılmışlar.21
Sahiden de öyleler. Ama ben nasıl ki o tahtadan tekerlekçiğin bir deveranının
bir gün olduğunu söyleyemezsem, o alim kişi de onun bir deveranının zaman
olduğunu söyleyemez.
30.
Ben cisimlerin
hareketlerini ölçmemize ve örneğin şu hareket bunun iki katı süre alıyor
dememize olanak tanıyan zamanın kudretini ve doğasım bilmek istiyorum. Çünkü
şunu merak ediyorum: Biz gün dediğimizde sadece günü geceden ayırt etmemizi
sağlayan güneşin dünyamızın üstünde durduğu süreyi anlamıyoruz, güneşin doğudan
batıya doğru bütün seyrini anlıyoruz ve buna göre “onca gün geçip gitti”
diyoruz, hatta onca gün derken, geceleri de kastediyoruz, geceleyin geçen
süreleri ayrı ayrı hesaplamıyoruz. Demek ki tam bir gün [549]
jmneşin doğudan batıya
seyrinden ibaret. O zaman soruyorum, bu ha- ı ekctin kendisi mi bir gün ediyor,
yoksa bu hareketin tamamlanması iı m gereken süre mi ya da her ikisi mi? Eğer
birincisiyse, yani gün gü- ı uvsin hareketiyse, güneş seyrini bir saat gibi
kısa bir sürede tamamladığı halde gün hâlâ sürüyor olacak. İkincisiyse, bir
güneş doğuşun- ı Lııı, öteki güneş doğuşuna kadar bir saatten kısa bir süre söz
konu- .ııysa bu süre bir gün etmeyecek, çünkü güneş yirmi dört kez dolanmak ki
bir günü tamamlayabilsin. Her ikisiyse, ikisine d.e gün denmeyecek, eğer güneş
bir saatte bütün seyrini tamamlıyorsa ya da güneş ılıırsa bile o sırada onca
zaman, yani güneşin bir sabahtan öteki saba- 1 ıa kadar doğal seyrini
tamamlaması için gereken zaman hâlâ akmaya devam ediyorsa. Ama ben şu an gün
dediğimiz olayın ne olduğunu değil, zamanın ne olduğunu soruyorum, sayesinde
güneşin dolanımını hesaplayıp bu dolammım on iki saat gibi kısa bir sürede
tamamlamış , >lsaydı, dolanımını doğal süresinin yarısı kadar bir sürede
tamamlamış olurdu dediğimiz zamanı; bu iki süreyi birbiriyle kıyaslayıp, güneş
doğudan batıya seyrini, bazen on iki saatte, bazen bunun iki katı ■.ürede
tamamladığı halde birine on iki saat, diğerine bunun iki katı dediğimiz zamanın
ne olduğunu. Bu nedenle kimse bana göksel cisimlerin hareketinin zaman
olduğunu söylemesin. Muharebeyi zaferle sonuçlandırmak için bir adam bir
vakitler dua edip güneşi durdurdu;22 evet, güneş durdu,
ama zaman akmaya devam etti. Muharebe için ne
Liber
Iosue, 10.12-13: “Rabbin Arnorluları İsraillilerin karşısında
bozguna uğrattığı gün Yeşu halkın önünde Rabbe şöyle seslendi: ‘Dur ey güneş
Gi- von üzerinde ve Ay, sen de Ayalan Vadisinde.’ Halk düşmanlarından öcünü
alıncaya dek güneş durdu, ay da yerinde kaldı. Bu olay Yeşu Kitabı'nda da
yazılıdır. Güneş yaklaşık bir gün boyunca göğün ortasında durdu, batmakla
gecikti.”
kadar süre gerekiyorsa,
muharebe o süre içinde yapıldı ve bitli. Bu yüzden ben zamanın bir tür yayılım
olduğunu görüyorum. Ama gördüğüm şey doğru mu? Yoksa böyle mi görüyorum? Bunu
sen bana göstereceksin ey Işık, ey Hakikat.
24. BÖLÜM
Zaman
cisimlerin hareketini hesaplamamıza yarar.
31.
Zaman cisimlerin
hareketidir diyenlerin görüşüne katılmamı mı buyuruyorsun? Hayır, bunu
buyurmuyorsun. Çünkü zaman olmadan hiçbir cisim hareket edemez diyen sesin i
işitiyorum; evet, bunu sen söylüyorsun. Ama ben cismin hareketinin zaman
olduğunu söyleyen sesleri işitmiyorum; çünkü bunu sen söylemiyorsun. Çünkü bir
cisim hareket ettiğinde hareketin süresini, yani hareketin başladığı andan
bitişine kadarki süreyi ölçmemi sağlayan zamanın kendisi. Hareketin başlama
noktasını göremezsem ve hareket devam ederken benim izleyenıed i ği m bir
noktada biterse ölçüm yapamam, belki ancak gördüğüm başlangıç noktasından
izleyebildiğim son ana kadarki süreyi ölçebilirim. Hareketi uzun süre izlemiş
olursam sadece uzun süre sürdü diyebilirim, ama ne kadar sürdüğünü tam. olarak
söyleyemem, çünkü ne kadar dediğimizde kıyaslama yaparak, örneğin “Bunun süresi,
şunun süresi kadar” ya da “Bunun süresi şunun süresinin iki katı" diyoruz
veya buna benzer kıyaslamalar yapıyoruz. Ama hareket halindeki bir cismin
mekanda hangi noktadan başlayıp hangi noktaya geldiğini ya da bu cismin bir
çarkta döndüğünü düşündüğümüzde parçalarının hareketini tespit edebilirsek, o
zaman bu cismin iki nokta arasındaki hareketini ya da parçalarının devrini
tamamlaması için ne kadar süre gerektiğini de söyleyebiliriz. Görüldüğü gibi,
bir cismin
harekeli başka bir şey, onun harekelinin süresini ölçmemize yarayan 11
ac başka bir şey. Bu yüzden bunlardan hangisine zaman denmesi ge- ı
<•-kliğini hala anlayamayacak biri olabilir mi? Dahası bu cisim bazen
l.ırklı hızlarda hareket eder, bazen de durur. Dolayısıyla biz zamanı .ıraç
olarak kullanıp cismin hızını hesapladığımız gibi, duruşunu da hesaplarız ve,
“Hareket etme süresi kadar durdu” ya da “Hareket etme •■tiresinin iki
ya da üç katı kadar bir süre durdu,” deriz veya dakik bir t-klzlemde bulunarak
ya da kaba bir tahmin yürüterek, alışkın olduğu- rn uz tarzda bir ifadeyle
“aşağı yukarı” diyerek başka türlü bir hesap çıkarırız. Su halde bir cismin,
hareketi zaman değil.
25.
BÖLÜM
Konuşmasına ara verip yeniden
Tanrı'ya yakarıyor.
32.
Sana iliraf etmeliyim ki,
ya Rab, hala zamanın n.e olduğundan 1 »ihaberim ve bir itirafım daha var ki,
bütün bunları söylerken zamana bağlı olduğumu biliyorum, uzun zamandır zaman
hakkında konuştuğumu ve bu uzun zamanın aslında uzun olmayıp sadece bir zaman
aralığı olduğunu biliyorum. O halde ben zamanın ne olduğunu bilemezken bunu
nasıl biliyorum? Yoksa bildiğim bir şeyi ifade etmeyi mi bilemiyorum? Vah bana,
bilmediğim şeyin ne olduğunu bile bilemiyorum! İşte Tanrım, şimdi senin
huzurundayım, çünkü yalan söylemiyorum. Dilim ne söylüyorsa yüreğim de
aynısını söylüyor. Sen yakacaksın benim kandilimi ya Rab, Tanrım, sen
aydınlatacaksın benim karanlıklarımı.[550]
26. BÖLÜM
Zamanın
hesaplanması.
33.
Zamanı ölçebilirim derken
ruhum sana doğruyu söylemiyor mu? Evet, sahiden Tanrım, zamanı ölçüyorum, ama
neyi ölçtüğümü bilmiyorum. Zaman vasıtasıyla cisimlerin hareketini ölçüyorum. Öyleyse
zamanı da ölçmüş olmuyor muyum? Cismin hareketinin meydana geldiği zamanı
ölçmedikçe cismin hareketini ölçebilir miyim, yani bu hareketin ne kadar
sürdüğünü, buradan şuraya ne kadar sürede ulaştığını ölçebilir miyim sahiden? O
halde zamanı nasıl ölçüyorum? Ya da kısa bir zamanla uzun bir zamanı
ölçebiliyor muyum, örneğin dirseğimizden orta parmağımıza kadar olan uzunlukla[551] kirişin uzunluğunu
ölçtüğümüz gibi? Çünkü kısa bir hecenin süresi ile uzun bir hecenin süresini
ölçüp kısasının iki katı dediğimizde böyle yapmış oluyoruz. Aynı şekilde
şiirleri dize sayılarına göre ölçüyoruz, dizeleri ayak sayısına göre,
ayaklarını da hece sayısına göre ve uzun heceleri kısalarıyla ölçüyoruz.
Bunları ölçerken şiirlerin yazıldıklan sayfaları ölçüt almıyoruz -böyle yapsak
mekanı ölçmüş oluruz, zamanı değil— şiirler okunurken akıp giden sözleri temel alıyoruz
ve şöyle diyoruz: “Bu uzun bir şiir, çünkü şu kadar dizesi var. Bu dizeler
uzun, çünkü her biri şu kadar ayaktan oluşmuş. Ayaklar uzun, çünkü şu kadar heceden
oluşmuş. Şu hece uzun, çünkü kısasının iki katı.” Ama bu durumda bile zamanı
dakik şekilde hesaplamış olmuyoruz. Çünkü kısa
lıir dize yavaş okunduğunda, hızlı okunan bir dizeye göre daha uzun .üre
alabiliyor. Aynı şey bütün bir şiir, bir ayak ya da bir hece için de geçerli.
İşte buradan hareketle zamanın bir yayılımdan başka bir şey olmadığım
anlıyorum. Ama neyin yayılımı olduğunu bilmiyorum, /ilmin yayılımı olmasın
sakın, bu oldukça şaşırtıcı olur. Yalvarırım 1 'anrım, kaba bir hesapla “Bunun
süresi şundan daha uzun" ya da dakik bir şekilde, “13u şunun iki katı
kadar" dediğimde neyi ölçmüş oluyorum? Biliyorum, zamanı öLçmüş oluyorum.
Ama henüz ortalıkta olmayan geleceği ölçmüyorum, hiç ara vermeden yayılan
şimdiyi ölçmüyorum. ve artık akıp gitmiş olan geçmişi de ölçmüyorum. O halde
ııc ölçüyorum? Yoksa geçip gitmiş zamanı değil de geçmekte olan zamanı mı
ölçüyorum? Bunu yukarıda da belirtmiştim.
27.
BÖLÜM
Zamanı zihinde tutarak nasıl
ölçüyoruz?
34.
Sebat et zihnim, var
gücünle dikkat kesil. Tanrı bizim yardımcımız, bizi O yarattı, kendimiz değil.2'5
Dikkat kesil hakikatin ağardığı lan yerine. S,imdi varsayalım ki bir cisim ses
çıkarmaya başladı, ses yayıldı, yayıldı, sonunda kesildi ve etraf sessizliğe
büründü. Ses geçip gitti ve artık yok. Ses başlamadan önce gelecekteydi ve
ölçülmesi mümkün değildi, çünkü henüz yoktu; şimdi de ölçülemez, çünkü arlık
yok O halde ses duyulmaya başladığı anda ölçülebilirdi, çünkü o anda
ölçülebilecek şekilde varolmuştu. Ama o anda bile yerinde durmuyordu ki, çünkü
akıyordu ve geçip gidiyordu. Yoksa tam da bu nedenle mi ölçülmesi mümkündü?
Çünkü geçip giderken, şimdiki zamanın hiçbir mekanı olmadığından, belli bir
zaman aralığına, ölçül-
"5 Liber
Psalmorum, 62.8; 100.3.
AUGUSTİNUS
mesini mümkün kılacak
bir zaman aralığına yayılıyordu. İşte ölçülse ölçülse o arada ölçülebilirdi.
Ama şimdi başka bir ses duymaya başladık diyelim. Ses yayılıyor, yayılıyor,
bitip tükenmeden, hiç aralıksız. Ölçeceksek yayı lırken ölçeceğiz, çünkü
yayılması bitince geçip gidecek ve ortada ölçülebilecek bir şey kalmayacak. Bu
yüzden ancak o sırada dakik bir şekilde ölçüp ne kadar sürdüğünü
söyleyebiliriz. Ama ses hâlâ devam ediyorsa, o zaman ancak sesin duyulmaya
başladığı başlama anından sesin kesildiği bitiş anına kadarki süreyi
ölçebiliriz. Öyleyse bizim ölçtüğümüz şey başlangıçtan sonuca kadarki ara.
Zaten
bu yüzden henüz
sonlanmamış bir scsi ölçemiyoruz, yani ne kadar kısa, ne kadar uzun sürdüğünü,
şu süreyle ya da bu süreyle aynı diyemiyoruz veya şu süre kadar ya da onun iki
kan kadar diyemiyoruz, kısacası böyle bir oranlama yapamıyoruz. Ama ses
kesilip bitince de ortalıktan kayboluyor. Öyleyse nasıl ölçülebilecek? Her
şeye rağmen biz süreleri ölçebiliyoruz. Ama bu süreler henüz olmayan, şimdi
olan ve artık olmayan süreler değil, zamana hiç ara vermeden yayılan ya da hiç
sona ermeyecek süreler de değil. O halde bizim ölçtüğümüz süreler ne gelecek,
ne geçmiş, ne şimdi ne de akıp gitmekte olan anlar. Yine de biz süreleri
ölçebiliyoruz.
35.
“Dcus creator omnium”
(“Tanrı her şeyin Yaratıcısıdır”^ dizesi kısalı uzunlu sekiz heceden oluşuyor.
Kısa olan dört hece, yani birinci, üçüncü, beşinci ve yedinci hece dört uzun
heceye oranla, yani ikincisi, dördüncü, altıncısı sekizinci heceye oranla
yalındırlar. Uzun hecelerin her biri kısaların iki katı uzunluktadır. Bu
kelimeleri okumaya başladığımda bunun böyle olduğunu anlıyorum, çünkü duyu algımla
aradaki farkı seçebiliyorum. Duyu algım farkı hissettiği sürece [552] ılı- uzun heceyi kısasıyla
ölçüyar ve iki kat uzunlukta olduğunu görüyorum. Ama bir hecenin ardından
diğeri gelmeye başladığında, kısası imce gelip de uzunu sonra gelirse, kısasını
nasıl tutup da uzununu ölçmede kullanacağım ve böylece uzununun iki kat daha
uzun olduğunu söyleyeceğim, kısa hecenin sesi bitmeden uzun hece ses vermediğine
göre? Öyleyse uzun heceyi okunduğu sırada ölçemiyor muyum, yani okunup
bittikten sonra mı ölçebiliyorum? Ama okunup bitince geçip gitmiş oluyor. O
halde neyi ölçeceğim? Ölçüm yapmamı sağlayan, kısa hece nerede o anda peki?
Ölçeceğim uzun hece nerede? Her ikisi de okundu ve uçup gitti, geçmişe karıştı,
artık yok. Buna rağmen ben onları ölçebiliyorum ve bu iki heceyi işiten
kulaklarıma güvenebildi- ı>,im kadar güvenip kendimden emin bir şekilde
birinin kısa, diğerinin onun iki katı olduğunu söylüyorum, tabii zaman içindeki
sürelerini kastediyorum. Bu ölçümü heceler sonlaıımadıkça ve ortadan kaybolmadıkça
da yapamıyorum. Bu yüzden ben hecelerin kendisini ölçemiyorum, çünkü artık
ortalıkta görünmüyorlar, ben onların hafızama çakılı kalan izlerini ölçüyorum.
36.
Sende ey zihnim, zamanı
sende ölçüyorum. Dikkatimi dağıtma benim, bu böyle; sen de dikkatini dağıtayım
deme sendeki izlenimlerin curcunasına kapılıp. Bak diyorum ki, ben sende
zamanı ölçüyorum. Geçip giden olaylar geçip gittiklerinde sende bir iz
bırakıyorlar. Işte ben o andaki izi ölçüyorum, bu izi bırakarak geçip giden
olayları değil. İşte ben zamanı ölçerken bu izi ölçüyorum. O halde bu iz ya zamanın
kendisi ya da ben zamanı ölçemiyorum. Peki biz sessiz anları ölçtüğümüzde ve,
“O sessizlik süresi sesin duyulduğu süre kadar uzun sürdü” dediğimizde ne
oluyor? Sesi sanki duyuyorınuşum gibi, zihnimde canlandırıp ölçmüyor muyum ve
böylece o sesin işitildiği zamandaki sessizlik anlarının süresini tayin
edemiyor muyum? Çünkü nasıl ki hiç ses çıkarmadan, hiçbir şey söylemeden
içimizden şiirleı. mısralar okuyoruz, değişik türde nutuklar atıyoruz, aynı
şekilde yiııi' içimizden sanki yüksek sesle söylüyormuşuz gibi, hareketlerinin
uzunluklarını, zamanda kapladıkları süreleri, birbirleriyle oranlarım da tayin
edebiliyoruz. Diyelim ki biri uzunca bir ses çıkarmak istedi ve önceden düşünüp
bu sesin ne kadar uzun süreceğini de belirledi, aynı şekilde susacağı süreyi de
belirledi ve hafızasına güvenip belirlediği sürenin sonuna gelene kadar o scsi
çıkarmaya başladı. Belki şöyle demek daha doğru olacak: Ses çıktı ve çıkacak.
Çünkü duyulan ses sesin akıp gitmiş olan kısmı, sesin kalanı ise çıkınaya
devam ed.ecek ve bu şekilde eylem sona ermiş olacak. l3ütün bu süreçle hep
şimdide olan içsel farkındalık geleceği geçmişe taşır, geleceği azaltıp geçmişi
çoğaltarak, ta ki gelecek tamamen tükenineeye ve her şey geçmiş oluncaya değin.
28. BÖLÜM
Zaman
zihinde ölçülür. [553]
edilebilir mi? Ama
dikkat kesintisizdir, bu sayede şimdi olacak olanı yok oluncaya kadar sürdürür.
O halde uzun olan henüz ortalıkta olmayan gelecek zaman değil, uzak gelecek
dediğimiz uzun bir gelecek .-.amanın beklentisi. Geçmiş de uzun değil, çünkü
artık ortalıkta yok, ıızak geçmiş dediğimiz geçmişin uzun uzun hatırlanışı.
38.
Diyelim ki, bildiğim bir
ilahiyi okumak üzereyim. Başlamadan tınce beklentim ilahinin bütününe yönelir.
Ama okumaya başladığımda, geçmişe atmış olduğum ilahiden dökülen dizeler
hafızamın nesnesi haline gelmeye başlar. O an
gerçekleştirdiğim eylem iki yola yayılır, söylemiş olduğum sözlerden dolayı
hafızama ve söylemek üzere olduğum sözlerden dolayı beklentime. Ama dikkatini
şimdide olanın üzerindedir, bu sayede gelecekte olanı geçip gitsin diye
geçmişe taşır. Eylem bu şekilde uzar, uzar ve uzadıkça beklentim azalır,
hafızam çoğalır, ta ki bütün beklentim tükenene ve bütün eylemim sona erip
hafızama geçene kadar. İlahinin bütününde geçerli olan tek tek her parçacığında
ve tek tek her hecesinde de geçerlidir. Bu ilahinin de yer aldığı daha büyük
bir eylem söz konusu olsa yine aynı şey geçerli olacaktır. Bireyin bütün
ömründe de bu geçerlidir, o ömürde bireyin bütün eylemleri bütünün birer
parçasıdır, yani insanoğullarının bütün tarihinin bir parçasıdır, o bütünde
insanların tüm yaşamı sadece birer parçadır. [554]
na
göre27 bak benim şu her yöne yayılan yaşamıma. Ama Rabbim’de, seninle, yani Bir
Olanla, bizim, yani çok olan arasındaki Şefaatçi sayesinde, pek çok şekilde
yoldan sapanların çokluğunda yaşayan İnsanın Oğlun sayesinde senin o uğurlu
elin imdadıma yetişti ki, tutulup yakalandığım Onda Onun aracılığıyla Onu tutup
yakalayabileyim,28 eski
günlerimden kurtulup Bir Olanın peşinden gitmek için bileyim ve geçmişi unutup
gelecekteki gelip geçici şeylere değil de önümde duran şeylere yönelebileyim,
her yana yayılarak değil bir araya toplanarak, kopup ayrılarak değil
yoğunlaşarak.2y Bu şekilde
koşuyorum göksel çağrının bahşedeceği ödülün peşinden, işte orada sana övgüler
yağdıran sesleri işiteceğim, senin o güzelliğini temaşa edeceğim, gelip geçici
olmayan o güzelliğini. Ama şu an yaşadığım yıllar yas içinde ve sen ya Rab,
benim tesclliınsin, sen benim ezeli ve ebedi Babamsın; bense düzenini
anlayamadığım zamanda dağıldım. Türlü türlü olayın yarattığı fırtınada
düşüncelerim, hatta ruhumun en iç organları lime limc oluyor, öyle de
olacaklar, ta ki senin aşkının ateşiyle arınıp, eriyip sana akana kadar. [555]
[556]
[557]
30. BÖLÜM
Tanrı'nın
evreni yaratmadan önce ne yaptığını sorma gafletine
düşenlere yeniden yanıt veriyor.
40.
Sonra bu kalıbımla sende,
Senin Hakikatinde karar kılacak ve lıi ç sarsılmadan öyle duracağım; insanların
sorularına da maruz kalmayacağım artık, yakalandıkları şu sancılı hastalık
yüzünden içlikçe ■.ıısayan
ve, “Tanrı göğü ve yeri yaratmadan önce ne yapıyordu?" ya ıla, “Tanrı’nın
aklına bir şey yaratma fikri nereden geldi böyle, hiçbir . aman hiçbir şey
yaratmadığı halde?" diye soran insanların. Lütfet onlara, ya Rab,
söylediklerini dikkatlice düşünsünler ve zamanın olmadığı yerde hiçbir zaman
demlemeyeceğini anlasınlar. Tanrı’nın hiçbir za- ıııan hiçbir şey yaratmadığını
söylemek, bir şey yarattığında zaman yok demekle eş değil mi? O halde lütfet,
görsünler yaratım olmaksızın zaman da olamaz, lütfet anık bu boş konuşmaları
bıraksınlar. Lütfet anık önlerinde duranlara yönelsinler, senin bütün
zamanlardan önce, lıütün zamanların ezeli ve ebedi Yaratıcısı olduğunu
anlasınlar, hiçbir zamanın ya da hiçbir yaratımın seninle ezeli ve ebedi olarak
bir arada bulunamayacağını da, zamanın ötesinde bir yaratım düzeni olsa bile.30
31.
BÖLÜM
Tanrı nasıl
bilinir, yarattığı varlıklar nasıl?
41.
Rab Tanrım, ne uçsuz
bucaksız sırların var senin, derin mi derin ve ne kadar uzaklara alılmışım ben
bunlardan, günahlarımın peşinden sürüklenip? Şifa ver gözlerime, senin nurunla
coşsun gönlüm. [558]
Bu kadar yüce bilgiyle
donanımlı, önsezisi bu kadar güçlü bir zihin olsaydı, şu bana çok aşina gelen
ilahiyi bilebildiğim gibi geçmişi geleceği apaçık bilebilseydi, kuşkusuz böyle
bir zihni hayranlıkla karşılar, karşısında korkudan dilimiz tutulurdu. Ne
geçmişle yaşananlar saklanabilirdi bu zihinden, ne de gelecek çağlarda
yaşanacaklar, tıpkı o ilahiyi söylerken ona ait ne varsa hiçbirinin benden
saklanamaması gibi; o ilahinin başından itibaren ne söylemişim, ne kadar
söylemişim, sonuna kadar ne söyleyeceksem, ne kadar söyleyeceksem hepsini
bildiğim gibi. Ama haşa senin geleceği ve geçmişi bu şekilde bilmen düşünülemez
bile ey Evrenin Yaratıcısı, ey ruhların ve bedenierin Yaratıcısı. Senin bilme
şeklin çok daha mucizevi, çok daha gizemli. Çünkü bildik bir ilahiyi söylerken
ya da bildik bir ilahiyi dinlerken insanın duyguları değişir, duyuları
gerilir, kah gelecek sözleri beklerken, kah geçmiş sözleri hatırlarken, ama
sende durum çok başka, çünkü sen hiç değişmeden ezeli ve ebecli kalansın, yani
sen zihinlerin hakiki, ezeli ve ebedi Yaraiıcısısın. Sen başlangıçta göğü ve
yeri bildin ve bilginde hiçbir değişiklik olmadı ve başlangıçta nasıl
biliyorsan göğü ve yeri de öyle yaraliın, yaratırken de hiçbir gerilim
yaşamadın. Bu gerçeği anlayanlar sana tövbe etsin, anlamayanlara da tövbe
etmeyi lütfet. Ah sen ne yücelerdesin, ikametgahınsa mazlumların kalbinde!
Çünkü sen devri- lenleri yukarı kaldırırsın ve bir daha düşmezler, çünkü
onların yükseldiği zirve sensin.
geçmiş
ve gelecek arasındaki gerilimi.
1. BÖLÜM
Hakikati araştırmanın zorluğu.
1. Nasıl da çalışıp didiniyor, ya Rab, Kulsal
Kitabındaki sözlerinle küt kül atan yüreğim, şu fakir yaşantımda. lnsan aklı kıt
da ondan bu kadar lafa boğuluyor yorumlamalar. Çünkü araştırma keşiften daha
çok konuşur; talep etme elde etmeden daha uzun zaman alır, kapıyı çalan el
içeriye kabul edilenden daha çok iş görür. Ama biz senin vaadine tutunmuşuz,
bu vaadi kim çürütebilir? Tanrı bizden yanaysa, kim bize karşı çıkabilir?2
‘Talep edin, talebinizi alacaksınız; araştırın, bulacaksınız; kapıyı çalın,
size açılacak. Çünkü kim talep ederse talep etliğini alır, kim ararsa bulur,
kim kapıyı çalarsa kapı açıîır.”3 Işte bunlar senin vaatlerin; Hakikat vaat
etmişse, kim kandırılacağından korkabilir? [559]
[560] [561]
2. BÖLÜM
jki tür gökyüzü ve yeryüzü
2. Şu benim naçiz dilim, yücelerdeki sana itirafta
bulunuyor, göğü ve yeri sen yarattın diye. Gözlerimle gördüğüm bu gökyüzü, ayak
bastığım bu yer, taşıdığını şu topraktan bedenin kaynağı sensin, onların Yaratıcısı
sensin. Peki ama göklerin göğü nerede, ya Rab, Mezmurları dinlerken, “Göklerin
göğü Rabbindir, ama yeryüzü İnsanoğuliarına verilmiştir,”4 şeklinde ifade
edilen gökyüzü?ı Bizim göremediğimiz gökyüzü nerede? Onunla kıyaslandığında
bizim gördüğümüz her şey sadece bu yeryüzü. Bu maddi bütünlüğe, hiçbir parçası
bütün olmayan bu maddi bütünlüğe, en minik parçasına kadar öyle güzel bir görünüm
verilmiş ki. En dibi de bizim dünyamız. Ama göklerin göğüyle kıyaslandığında
bizim dünyamızın göğü bile sadece yeryüzü. Bu iki büyük cisme yeryüzü demekte
bir sakınca yok,6 insanoğuliarına değil de Rabbe ait olan ve kavrayışımızın çok
ötesindeki gökyüzüyle kıyaslandığında.
3. BÖLÜM
Boşluğun üstündeki karanlıkların
anlamı.
3.
Hiç şüphe yok ki bu yeryüzü
gözle görülmeyen, düzeni olma-
4
Liber Psalmorum, 115.6.
5
Augustinus zamanın
akışına ve bu akışın getirdiği değişimlere bel vermeyen göklerin göğünü ön
plana çıkararak, bu varlığı yaratılan Adem'den farklı bir yere koyuyor, böylece
insanoğlunun zayıf ve biçare halinden kurtulabileceğine dair bir umut ışığı
yakmış oluyor. Bkz. Carl G. Vaught, a.g.e., s. 164.
6
Hem yeryüzüne hem de
gökyüzüne.
yan, görünmeyen,
üstünde ışık olmayan derin bir boşluktu, çünkü henüz bir şekli şeınaili yoktu.
Bu nedenle sen şöyle yazılmasını emrettin.7 “Uçsuz bucaksız derinliklerin
üzerinde karanlıklar vardı.”8 Bunun tek nedeni ışığın olmaması değil mi? Çünkü
ışık olmuş olsaydı, ancak üstte olurdu ki, her yere saçılsın ve her yeri
aydınlatsın, öyle değil mi? Henüz ışık yokken, karanlıkların varlığı ışıktan
yoksun oluş değil miydi? Bu yüzden karanlıklar üstteydi, çünkü üstte ışık
yoktu, tıpkı sessizliğin olduğu yerde sesin olmaması gibi.9 Çünkü sesin olmadığı
yerde sessizlikten başka ne olur? Sen değil misin ya Rab, bu gerçekleri
öğreten, sana şimdi bunları itiraf eden bu ruha? Sen değil misin ya Rab, bana
öğreten, biçimsiz maddeye biçim vermeden önce hiçbir şeyin olmadığını, hiçbir
rengin, hiçbir şeklin, hiçbir maddiyatın, hiçbir maneviyatın olmadığını? Yine
de mutlak bir hiçlik yoktu; hiçbir tanımı olmayan bir tür biçimsizlikse hep
vardı.10
4.
BÖLÜM
Görünmeyen
ve düzeni olmayan yeryüzü.
4.
Peki bildik tanıdık terimler kullanmadan bunun anlamını nasıl anlatmalı kıt
zekalara? Dört dolansanız da şu dünyayı, yeryüzü ve boş- [562]
[563] [564]
[565] luk kelimelerinden başka,
baştan sona biçimsizliği ifade edecek daha yakın anlamlı bir kelime bulabilir
misiniz acaba? Çünkü yeryüzü ve boşluk yaratımın alt basamağında yer
aldıklarından bunların, biçimsel güzelliği, ışıklar saçıp pırıl pırıl parlayan
üstün konumdaki öteki varlıklara göre daha aşağı seviyede kalır. O halde niçin
güzellikten yoksun olarak yarattığın, ama bu kadar güzel bir dünyayı yaratmana
vesile kıldığın o biçimsiz maddeyi insanlara tanımlarken, münasip şekilde
‘görünmeyen ve düzeni olmayan yeryüzü’ ifadesini kullanmayayım?
5. BÖLÜM
Biçimsiz
madde olarak adlandırılmasının nedeni.
5.
Düşünce, biçimsiz maddeyi
hangi algısıyla idrak edebileceğini araştırıp dururken kendi kendisine şöyle
söylüyor: “Bu yaşam gibi, adalet gibi algılanabilecek bir kavram değil, çünkü
bu madde cisimlerin yaratıldığı ana madde. Duyu algımıza hitap edebilen bir
yanı yok, çünkü görünmeyen ve düzeni olmayanın gözle görülebilir, duyularla
hisseclilebilir bir yanı olamaz." İşte insanın düşüncesi kendi kendisine
böyle söylerken ya bilemeyeceğinin farkında olduğu bir şeyi bilmeye çabalıyor
ya da bildiğinin farkında olduğu bir şeyi bilmezlikten gelmeye.
6. BÖLÜM
Vaktiyle
Maniciler biçimsiz maddeye ne demişlerdi, onu ne
şekilde tanımlamışlardı?
6.
Bana gelince, ya Rab, bu
maddeyle ilgili senden öğrendiklerimi hem dilimle hem d.e kalemimle sana samimi
bir şekild.e itiraf edecek olursam; gerçek şu ki, önceki yaşamımdan bu kelimeyi işitmiş,
ama anlamamıştım, hatta bunu bana anlatanlar da anlamamıştı. 12 Bu maddeyi
hep birbirinden farklı sayısız biçimlerde düşünürdüm ve bu yüzden maddenin
kendisini düşünmezdim. Gözlerimin önüne gudubet, korkunç, karmakarışık
sıralanmış şekiller gelirdi, ama ne olurlarsa olsunlar sonuçta şekillerdi
işte. Biçimsiz kelimesini biçimden yoksun bir şey için kullanmıyordum, ama
kastettiğim biçimde bir şey olsaydı ve gözüme görünseydi, olağandışılığı ve
acayipliği karşısında zihnim alt üst olur, insan olmanın çaresizliği içinde ne
yapacağımı şaşırırdım. Neyse, yine de düşündüğüm şey bütünüyle biçimden yoksun
değildi, sadece biçimli, güzel şeylere oranla biçimsizdi. Mantığım bana, kelimenin
tam anlamıyla biçimsiz bir şey düşünmeyi istersem, bütün biçim elbiselerini
çıkarmam gerektiğini söylüyordu, ama ben bunu be- ceremiyordum. Biçim ve hiçlik
arasında duran bir şey düşünmekten- se, bütün biçimlerinden soyunmuş, yani,
aslında olmayan bir şeyi düşünmek daha kolay geliyordu bana, yani ne biçimli
ne de hiçlik olan bir şeyi, biçimsiz ve neredeyse hiçlik olan bir şeyi. Bu yüzden
zihnim bir sürü maddi biçim canlandıran ve bunları kendine göre değiştiren ve
farklılaştıran hayal gücüme soru sormayı bıraktı. O andan itibaren bütün
dikkatimi tamamen maddi cisimlere yönelttim ve değişebilirlik konusuna daha
eleştirel bir bakış açısıyla yaklaşmaya başladım, çünkü maddi cisimler bu
özellikleri sayesinde evvelce oldukları hallerinden vazgeçip olmadıkları bir
hale geçebiliyordu. Biçimden biçime geçme durumunun, biçimi olmayan, ama mutlak
anlamda hiçlik d.e olmayan bir şeyden kaynaklandığından kuşkulandım. Oysa ben
bilmek istiyordum, kuşkulanmak değil. Hem dilim hem de kalemim beni bu sorun- [566]
[567]
dan nasıl kurtardığım baştan sona sana anlatacak olsaydı, hangi okur bunu
sabırla anlamaya çalışırdı? Ancak benim yüreğim bu konuda sana şükretmekten
asla vazgeçmeyecek ve söze dökmeye gücümün yetmediği her şey için sana
ilahilerle övgüler sunacak. Değişken varlıkların değişebil irliği, değişken
varlıkların değişebildiği bütün biçimleri alma yetisidir 13
Yine de değişebilirlik nedir? Zihin olmasın? Beden mi yoksa? Yoksa zihin ya da
beden gibi bir biçim mi? “Hiçlik olan bir şey" ya da “varolmayan
varlık" dememiz mümkün olsa, değişebilirlik işte budur derdim. Ama ne
olursa olsun her şeyden önce varolmalı ki, görünebilir ve düzenli biçimler
alabilsin.
7.
BÖLÜM
Tanrı göğü,
yani melekleri ve yeryüzünü, yani biçimsiz
maddeyi hiçlikten yarattı.
7.
Bu özellik^ senden
kaynaklanmayacak da nereden kaynaklanacaktı, varlık dereceleri ne olursa olsun
varolan her şeyin varoluş sebebi sen olduğuna göre? Ama varlıklar senden ne
kadar uzaklaşırsa o kaçlar sana benzemez hale gelirler, bu uzaklık mekansal
bir uzaklık olmasa da. Bu yüzden sen, ya Rab, şurada başka, burada başka olmazsın,
hep kendin gibisin, hep kendin gibisin, hep kendin gibisin, kutsalsın, kutsalsın,
kutsalsın, Her Şeye Kadir Olan Rab Tanrı'sın.ıs Başlangıçta, yani sende, senin
tözünden kaynaklanan bilgeliğinle bir şey yarattın ve o şeyi hiçlikten
yarattın. Çünkü göğü ve yeri yarattın, ama onları kendi tözünden yaratmadın,
öyle olmuş olsaydı, senin biricik [568]
[569] [570]
Oğlunla eş olurlardı,
Onun sayesinde de seninle eş olurlardı. Senin tözünden olmayanın sana eş
olması adalete sığmazdı. Ama senden başka hiçbir şey yoktu ki onları yaratasın,
ey Tanrım, ey Üçlü Birlik, Birlikte Üçlü. İşte bu yüzden sen gögü ve yeri
hiçlikten yarattın, yani bir büyük, bir de küçük bir şey yarattın, çünkü sen
hem Her Şeye Kadirsin hem de iyisin, dolayısıyla sen yarattığın her şeyi iyi
olarak yaratırsın, bu yüzden hem o büyük gökyüzünü, hem de küçük gökyüzünü iyi
olarak yarattın. Sen vardın, senden gerisi hiçlikti, sen hiçlikten göğü ve yeri
yarattın, yani biri sana yakın, diğeri hiçliğe yakın iki varlık yarattın; sana
yakın olandan sadece sen daha üstünsün, hiçliğe yakın olan ise hiçlikten daha
üstün.
8. BÖLÜM
Biçimsiz
madde hiçlikten yaratıldı, görünebilir şeyler de
biçimsiz maddeden. [571]
[572]
[573]
[574]
[575]
[576]
[577]
[578]
sen hiçlikten
insanoğullanmn hayran olduğu o devasa varlıkları yaral tın. Bu maddi gökyüzü
zaten başlı başına hayran olunası bir varlık, ışığı yarattıktan sonra ikinci
günde varolan su ile suyun arasına konaıı bir kubbe o;16
şöyle söyledin onu yaratırken: “Olsun," ve o oldu. Gök yüzü dedin bu
kubbeye, ama bu gökyüzü bu dünyaya, bu denize ail. Üçüncü günde karayı ve
denizi yarattın, tüm günlerden önce yaratmış olduğun biçimsiz maddeye biçim
vererek yarattın onları. Tüm günlerden önce sen bir gök daha yaratmıştın, işte
bu göklerin göğüydü, çünkü sen başlangıçta göğü ve yeri yaratmıştın. Ama tüm
günlerden önce yaratmış olduğun yeryüzü biçimsiz maddedendi, çünkü görünmüyordu,
düzeni yoktu ve boşluğun üstünde karanlıklar vardı. İşte bu her şeyi, değişime
yazgılı dünyamızın içinde bir akış halinde olan her şeyi görünmez ve düzeni
olmayan topraktan, bu biçimsizlikten, hiçliğe yakın hiçlikten yarattın . Onun
değişebilirliği, algılayabildiğimiz ve ölçebildiğimiz şu akıp giden zamandan
anlaşılmakta. Çünkü varlıkların değişkenlik özellikleriyle biçimleri
farklılaşıp dönüşürken zaman oluşuyor; bu varlıkların ana maddesi de baştan
beri söyleyip durduğumuz görünmez yeryüzü.
9. BÖLÜM
Niçin günlerden
hiç bahsedilmeden Tanrı başlangıçta göğü
ve yeri yarattı, diye yazılmıştı?
9. İşte bu yüzden Kutsal Ruh, yani senin kulununi7 öğretmeni, göğü
ve yeri başlangıçta yaratmış olduğunu ona esinlerken, zaman ko- [579] [580]
ıııısunda suskun kalmayı yeğledi, günler hakkında da sessizliğini ko- ı
ııdu. Kuşku yok ki başlangıçta yarattığın göklerin göğü bir tür soyut evren. O
senin gibi ezeli ve ebedi değilse de, ey Üçl ü Birlik, senin ezeli w
ebedi oluşundan pay almış. Seni temaşa etmenin verdiği o tatlı mutluluktan
kendi değişebilirliğini denetleyecek gücü de kazanmış. l'ıı yüzden içinde
yaratıldığı zamana hiç bel vermeyerek sana kenetle- ı ıip akıp geçen süreçlerin
döngüsel değişimlerini aşmtş. Aslında bu biçimsizlik, yani görünmeyen ve
düzeni olmayan yer bile, yaratım gün- I ninin dışında kalır. Çünkü hiçbir biçim
ve hiçbir düzen söz konusu değilse hiçbir şey yenilenmez, hiçbir şey geçip
gitmez. Bunlar olmadı- ı ında da ne gün olur ne de geçip giden zaman süreçleri.
10.
BÖLÜM
Tanrı tarafından aydınlanmayı
diliyor.
10.
Ey Hakikat, yüreğimin Nuru,
karanlıklarımın benimle konuşmasına izin verme! Kayıp düştüm aralarına,
bilinmezliklere daldım. Ama oradan, oradan bile seni sevdim. Hata yaptım ve
seni hatırladım. [581] Arkamdan “dön gel” diyen
sesini işittim, ama sürekli kaynaşıp duran insanların yarattığı kargaşadan tam
olarak işitemedim. Bak işte şimdi susuzluktan yanıp kavrulmuş, nefes nefese
kalmış bir halde pınarına geri geliyorum. Bana kimse engel olmasın: bu
pınardan içeceğim ve bu pınarla can l anacağı m. Kendi yaşamım olmasın artık,
kendi kendime kötü yaşadım, kendi ölümüm oldum, ama sende dirileceğim. İlenimle
konuş, beni aydınlat. Kitabına iman ettim, onun satırlarındaki sözlerin baştan
sona sırlarla dolu.
11.
BÖLÜM
Tanrı'dan
ne öğrendi?
11.
Ya Rab, gönül kulağımda
çınlayan o gür sesinle bana ezeli ve ebedi olduğunu, sadece senin ölümsüz
olduğunu, çünkü hiçbir biçimle hiçbir hareketle değişmediğini, iradenin
zamanın döngüsel akıntısına kapılmadığım, çünkü ölümsüz iradenin bir öyle bir
böyle olmadığını az önce söylemiştin. Senin huzurunda olduğumdan beri bu gerçeği
çok iyi anladım. Ama yalvarıyorum sana, n’olur daha iyi, daha iyi anlayayım,
daha iyi anlarken de senin kanatlarının altında dingin kalayım. Ya Rab, yine
gönül kulağımda çınlayan o gür sesinle bütün doğaları, bütün tözleri kendinden
farklı şekilde yarattığını, buna rağmen varolduklarını söyledin; senin
yaratmadığın bir şeyin hiıçbir zaman varlığı olamayacağını, kendinden, yani
Üstün Varlıktan bağımsız bir i radenin hareketinin hiçliğe götüren hir hareket
olduğunu, böyle bir hareket in kusurlu ve günahkâr olacağım, ama ne olursa
olsun hiçbir iradenin sana zarar veremeyeceğini ya da senin hükümranlığının üst
katlarındaki ve de alt katlarındaki düzenini bozamayacağını bana söyledin.
Senin huzurunda olduğumdan bunu çok iyi anlıyorum, ama sana yalvarıyorum,
n’olur daha iyi, daha iyi anlayayım ve daha iyi anlarken de senin kanatlarının
altında dingin kalayım.
12.
Ya Rab, yine gönül
kulağıında çınlayan o gür sesinle sana ait olan âl emi n b il e ıs senin gibi
ezeli-cbedi olmadığını söyledin; buna karşın onun bütün sevinç kaynağının
sadece sen olduğunu, susuzluğunu sadece senin o bitip tükenmeyen saflığınla
giderdiğini, hiçbir yerde ve hiçbir zaman değişkenliğini belli etmediğini,
senin her an onunla birlikte olduğunu ve sana bütün sevgisiyle kenetlendiğini,
bek- [582]
Icyeceği bir geleceği, hatırlayacağı bir geçmişi olmadığını, bu yüzden
hiçbir şekilde değişmediğini ve hiçbir zamana yayılmadığını söyledin. llöyle
bir alem varsa ne mutlu ona, senin kutluluğuna kenetlenen, seni ebedi
istirahatgahı olarak bellemenin, senin nurunla aydınlanmanın sevincini tadan
böyle bir alem varsa ne mutlu ona! O halde Rabbe ait olan göklerin göğünü en
iyi senin yuvan olarak tanımlayabilirim, daha iyi bir tanım bulamıyorum; orası
bıkıp usanmadan, başka şeylere dalmadan sadece senin hazzının tefekkür
edildiği bir yuva, orası saf bir yüreğin kutsal ruhların, yani görünür göklerin
üstündeki göklerde kurulu kentinin yurttaşlarının hiç sarsılmayan huzurundaki
mutlak uyumu ve birlikteliği tattığı bir yuva.
13.
Ruh buradan bir ders
çıkarsın kendisine, hac yolunu çok uzun sürede katetmiş olsa bile, artık sana
susamışsa, gözyaşları ekmeği olmuşsa, her gün biri ona, “Tanrın nerede?” diye
soruyorsa;2o artık sadece seni istiyorsa, tek dileği
bütün ömrünce senin yuvanda yaşamak- sa.21 Onun yaşamı senden
başka ne ki? Senin günlerin ebediyetten başka ne ki, senin hiç bitmeyen
yılların ebediyetten başka ne ki? Çünkü sen hiç değişmezsin. İşte buradan
anlasın ruh anlayabildiğini; anlasın, senin bütün zamanların ötesinde ezeli ve
ebedi olduğunu, senin gibi ezeli ve ebedi olmadığı halde senin yuvanın asla
başka alemlerde dolanmadığını, tersine hiç vazgeçmeden, bıkmadan, usanmadan
sana kenetlenip zamanın dalgalanmalarından uzak kaldığını. Senin huzu- [583] [584]
AUGUSTJNUS
randa olduğumdan beri bu gerçeği çok iyi anladım. Ama sana yalvarıyorum,
n’olur daha iyi, daha iyi anlayayım, daha iyi. anlarken de senin kanallarının
altında dingin kalayım.
14.
Yaratımının en son ve en
alt basamağında yer alan varlıkların maruz kaldığı değişimlerde dile
dökemediğim bir biçimsizlik var. Biri çıkıp da hâlâ biçime dair ne varsa soyup
atın ve yok edin, geriye sadece biçimsizlik kalıyorsa, yani şeylerin
değişimine ve şekilden şekle girmelerine aracılık eden biçimsizlik, o size
zamanın değişkenliğini kanıtlayabilir diyebilir mi bana, tabii kalbi boş
olduğundan, kendi yarattığı hayallerle dolanıp duran, oraya buraya toslayan
biri değilse, sadece biliyle biri değilse? Asla böyle bir şey olamaz, çünkü
hareketin yol açtığı değişimler olmadan zaman olmaz; biçimin olmadığı yerde
zaten değişim olmaz.
12.
BÖLÜM
Zamana bağlı olmayan iki eser. [585]
[586] [587]
[588] [589]
[590] [591]
men zamana bağlı.22
Ama onu o biçimsiz halinde bırakmadın, çünkü tüm günlerden önce, yani
başlangıçta göğü ve yeri yarattın, az önce belirttiğim iki alem bunlar işte .
Ama yeryüzü görünmüyordu ve düzeni yoktu ve boşluğun üzerinde karanlıklar
vardı. İşte bu sözlerle biçimsizliğin ne olduğu ima ediliyor, hiçbir hiçimi
olmayan ve neredeyse hiçliğe yakın bir varlık düşünemeyen insanlara onu yavaş
yavaş tanıtacak şekilde. Bu biçimsiz maddeden ikinci bir gökyüzü ve ikinci bir
yeryüzü yaratıldı, göze görünen, düzenli, güzel denizleri olan, yani günler
yaratılmadan önce yaratılış öyküsünde bu dünya hakkında söylenen ne varsa her
şeye sahip bir yeryüzü. Bütün bunlar hareketin ve biçimin değişkenliklerine
yazgılı olarak yaratıldı, bu yüzden zamanın değişimlerine de bağlılar
13.
BÖLÜM
Niçin Kutsal Kitap günlerden hiç
bahsetmeden Tanrı
başlangıçta göğü ve yeri yarattı, diyor?
16.
Kutsal Kitabında,
“Başlangıçta Tanrı göğü ve yeri yarattı; ama yer görünmeyen ve düzensiz bir
oluşumdu, boşluğun üzeri karanlıklarla kaplıydı” ifadelerini işittiğimde benim
az buçuk anladığım işte bu, Tanrım. Ama bunları hangi gün yarattığın
belirtilmemiş. Buradan da bu göğün göklerin göğü olduğunu yine az buçuk
çıkarıyorum. Bu gök ruhani bir yaralı, burada zihin her şeyi aynı anda biliyor,
yani bu bilgi kısmi değil, bulanık da değil, cam arkasından bakıyor gibi de değil,
tersine tam bir bilgi, son derece açık, ‘yüz yüze’ bir bilgi. Bu bilgi kimi
zaman böyle, kimi zaman şöyle olan bir bilgi değil, demin de söylediğim gibi,
zamanın değişimlerine bağlı kalmadan aynı anda her [592] şeyin bilgisi.
Görünmez ve düzensiz yer dendiğinde de zamansal değişimlerinden etkilenmemeyi
anlıyorum. Zamansal değişim hep bazen buna, bazen şuna sahip olur, çünkü
biçimin olmadığı yerde bu ya da şu arasında bir fark yoktur. O halde az buçuk
anlıyorum ki Kutsal Kitap, “Başlangıçta Tanrı göğü ve yeri yaraLtı,"
derken günlere ilişkin bir bilgi vermiyorsa, bunun sebebi o iki âlemi kastetmesi;
biri başlangıçtan itibaren biçimli, diğeri tümüyle biçimsiz, biri göklerin
göğü olan gök, diğeri görünmeyen, düzeni olmayan yeryüzü. Zaten hemen ardından
hangi yeryüzünü kastettiğini belirtiyor. Çünkü gökkubbenin ikinci günde
yaratıldığını ve ona gök adının verildiğini söylerken, önceki metinde yaratım
gününe ilişkin bilgi verilmeyen göğün hangi gök o 1 d ugunu ima
ediyor. 21
14.
BÖLÜM
Kutsal Kitabın
derinliği.
17.
Senin bdagaıinin ne
mucizevi bir derinliği var! Bak şu hemen önümüzde duran yüzeysel bilgilere,
acemileri hemen büyüleyiveriyor. Ama derinleri öyle mucizevi ki, Tanrım,
derinleri öyle mucizevi ki! Derinine dalmak ürpertici, bu hayranlıktan
kaynaklanan bir ürperti, aşktan titreyişin ürpertisi. Kutsal Kitabına düşınan
olanlardan nasıl nefret ediyorum, ah keşke iki yanı keskin kılıcınla onları
öldürsen ve Kutsal Kitabının hiç düşmanı kalmasa! Çünkü senin için yaşayacaklarsa,
kendileri için ölmelerini seve seve kabullenebilirim. Ama bak, baş- [593] kalan da var, Yaratılış Kitabına hiç
kusur bulmayan, tersine onu övgülerle yücelten. Gerçi onlar da şöyle
söylüyorlar: “Tanrı’nın Ruhu kulu Musa’ya bu sözleri yazdırırken, böyle
anlaşılsın istemedi, senin yorumladığın gibi anlaşılsın istemedi, bizim
yorumladığımız gibi anlaşılsın istedi.” Bir yargıç olarak senin huzurunda,
Hepimizin Tanrı’sı, onlara şu yanıtı veriyorum.
15. BÖLÜM
Augustinus'un
Tanrı, melekler ve biçimsiz maddeye getirdiği
yorumları muhaliflerinin reddetmesi mümkün değildir.
18. Hakikatin gönül kulağımda çınlayan o gür sesiyle bana söylediklerinin
yanlış olduğunu mu söylüyorsunuz yoksa, Yaratıcının gerçek anlamda ezeli ve
ebedi oluşu, yani Onun doğasının zamana göre değişmediği, iradesinin doğasından
bağımsız bir şey olmadığı yalan mı yani? Çünkü tam da bu nedenle Tanrı bazen
bunu, bazen şunu istemez, istediği her şeyi bir kerede, aynı anda ve sonsuzca
ister. Niyetini defalarca tekrarlamasına gerek yoktur, kah onu, kah bunu, kah
şunu istemez, önceden istemediği bir şeyi istemeye kalkışmaz, önceden istediği
şeyi istemekten vazgeçmez, çünkü bu şekilde hareket eden bir irade değişkendir
ve değişken olan hiçbir şey ezeli ve ebedi olamaz; oysa bizim Tanrımız ezeli ve
ebedidir. Dahası şunu da söylemişti gönül kulağıma: Gelecek olayların
beklentisi bu olaylar olurken doğrudan algıya dönüşür, bu olaylar olup
bittikten sonra da bu algı hafızaya dönüşür. Zihnin işleyişi bu şekilde
farklılaşıyorsa değişken demektir ve değişken olan hiçbir şey ezeli ve ebedi
değildir. Oysa bizim Tanrımız ezeli ve ebedidir. Bütün bu önermeleri bir araya
getirip bir çıkarım yapınca görüyorum ki, benim Tanrım, ezeli ve ebedi olan
Tanrı,
eserini yaratırken yeni bir iradeyle yaratmamış ve görüyorum ki, onun
bilgisinde gelip geçiciliğe yer yok.
19.
O halde ne diyeceksiniz
muhalifler? Yoksa bunlar da mı yanlış? “Hayır, değil,” diyorlar. Öyleyse
yanlış olan ne? Yoksa yanlış olan, biçimli olan her doğanın ve biçimlenme
imkanı olan her maddenin, Üstün olduğu için Üstün [yi olan Tanrı sayesinde
yaratılmadığı mı? “Bunu da reddetmiyoruz,” diyorlar. Öyleyse nedir yanlış olan?
Yoksa Hakiki Tanrı’ya, hakikaten ezeli ve ebedi olan Tanrı'ya saf bir aşkla kenetlenen,
Onun gibi ezeli ve ebedi olmadığı halde kendisini Ondan hiç ayırmayan, zamanııı
değişen ve peş peşe gelen akmalarına hiç kapılmayan, bütün huzuru sahili bir
şekilde sadece Onu temaşa etmekte bulan üstün bir âlemin varlığını mı
reddediyorsunuz? Çünkü sen, ey Tanrı, seni emrettiğin kadar sevene kendini
gösterirsin ve onu doyurursun, zaten o da bu yüzden senden yüz çevirip kendine
dönmüyor. Bu Tanrı’nm evi, bu ev topraktan yapılmamış, semavi bir maddeden de
değil, ruhani bir ev bu, sonsuza dek lekesiz kalacağından, senin ezeli ve ebedi
oluşundan da pay alan bir ev. Çünkü sen onu ilelebet kalacak şekilde kurdun;
bir yasa belirledin ona ve bu yasa hiç yürürlükten kalkmayacak.24
Yine dc senin gibi ezeli ve ebedi değil, çünkü bir başlangıcı var; o yaratıldı
çünkü.
20.
Ondan önce zaman diye bir
şeye rastlamıyoruz, çünkü her şeyden önce bilgelik yaratılmıştı^"
Bilgelik derken senin Bilgeliğini söz konusu etmiyoruz Tanrımız, ey Bilgeliğin
Babası. Senin Bilgeliğinin senin gibi ezeli ve ebedi ve sana eş değerde
olduğundan kuşku yok; sen her şeyi bu Bilgeliğin aracılığıyla yarattın, senin
Bilgeliğin başlan- [594] [595]
gıçtır ve sen bu başlangıçta göğü ve yeri yarattın. Oysa benim burada söz
elliğim bilgelik yaratılmış bir bilgelik ve idrak yetisi olan bir doğası var,
ışığı temaşa ettiğinden kendisi de bir ışık. Evet, bu bilgelik yaratılmış, ama
ona da bilgelik deniyor. Ama aydınlatan ışık ile aydınlanan ışık arasında
nasıl bir fark varsa, yaratan bilgelik ile yaratılan bilgelik arasında da öyle
bir fark var; tıpkı hakkı teslim eden adalet ile hakkın teslim edilmesinden
doğan adalet arasındaki fark gibi; bizlere bile senin adaletinin temsilcisi
olduğumuz söylendi, çünkü hepimizin tanıdığı o kulurne şöyle dedi: “İsa’da,
Tanrı’nın adaletinin temsilcisi olmamız istendi.”27 O halde her şeyden önce
yaratılmış bir varlık olarak bilgelik vardı, senin has Kentinin ,28
bizim anamızın, yücelere kurulu o özgürlüğün Kentinin, göklerde sonsuza dek
baki kalacak Kentinin muhakeme ve idrak kabiliyeti olan zihniydi.2q
Bu gökler sana övgüler yağdıran göklerin göğünden başkası olabilir mi, bunlar
Tanrı’ya ait olan göğün göğünden başkası olabilir mi? Bilgelikten önce zaman
diye bir şeye rastlayamıyoruz, çünkü bilgelik zamandan önce gelir, bilgelik her
şeyden önce yaratıldı. Ama Yaratıcısının ezeli ve ebedi oluşu ondan da önce
gelir. Bilgelik Onun tarafından yaratıldığı andan itibaren başlangıç oldu, ama
zamanla ilgili bir başlangıç değildi bu, çünkü zaman henüz yoktu, bu başlangıç
kendi varlığının başlangıcıydı.
21.
O senden, Tanrı’mızdan
doğdu, ama senden tamamen farklıydı, varlığının sebebi kendisi olan bir varlık
değildi. Biz ne ondan önce ne de o başladığında zaman diye bir şeye
rastlıyoruz, çünkü ona senin suretini kesintisiz seyredebilme ve senin
suretinden başka bir yöne [596] [597]
sapmama kudreti
verildi. Hiçbir değişime maruz kal maması, farklılaşmaması da zaten bu yüzden.
Ama onun da doğasında değişebilme özelliği mevcuttur. İşte bu yüzden
kararabilir, soğuyabilir, ancak büyük bir aşkla sana kenetlendiğinden, sen,
hiç sönmeyen öğle güneşi gibi, onu aydınlatırsın, ısı lırsm. Ey nurl u, güzel
Ev; sen in ışıltım, seni inşa eden ve sana sahip olan Rabbimin görkeminin,
yaşadığı yeri ne çok sevdim! ,0 Şu hac yolunda olduğum dünyada,
bırak senin hasretini çekeyim, sorayım seni yaratan Ona, sende beni de
barındırabilir mi diye; çünkü beni de O yarattı. Yolunu kaybeden bir koyu n
misali avare avare dolandım,! ama arlık tek beklentim senin mimarın olan çobanımın
omuzlarında, sana gerisin geri götürülmek.
22.
Bunları size hitaben
söylüyorum muhalifler, şimdi buna ne diyeceksiniz/ Bir de Musa’yı Tanrı'nın
sadık bir hizmetkârı olarak kabul ediyorsunuz, kitaplarının Kutsal Ruh'un
sözleri olduğuna inanıyorsunuz. O Tanrı’nııı Evi değil mi yani, Tanrı gibi
ezeli ve ebedi olmasa da, doğasından dolayı göklerdeki ebediyet değil mil
Zamansal değişimleri boşuna arıyorsunuz burada, bulamayacaksınız ki. Çünkü o
zamanın bütün mesafelerini aşmış, 52 uçarak geçip giden bütün
süreçlerini; ona en iyi gelen şey sonsuzca Tanrı'ya kenellenmek. ” “Evet,
kabul,” diyorlar. O halde Ona şükürler sunan sesi derinlerinde duyduğunda,’4
yüreğimin Tanrıma hangi haykırışının yalan olduğun u iddia edebilirsiniz?
Biçimsiz madde yok mu yani, hiçbir biçimi olmadığından hiçbir düzeni de olmayan
şu madde? Ama hiçbir düzenin olmadığı yerde peş [598]
[599] [600]
[601]
peşe gelen zamanlar da olmaz ki. Yine de mutlak hiçlik olmadığından
neredeyse hiçlik diyebileceğimiz bu madde varolmuşsa, varolan her şeyin, hangi
düzeyde olursa olsun, her şeyin kaynağı olan Ondan dolayı varolmuştur. “Buna
da itirazımız yok," diyorlar.
16.
BÖLÜM
Tanrısal Hakikate karşı çıkanlarla herhangi
bir bağlantısı
olsun istemiyor.
23.
Çünkü kendileriyle senin
huzurunda tartışmak istediğim şu şahıslar, Tanrım, senin Hakikatinin
benim gönlümün l.a derinlerine hiç susmadan söylediği sözlerin doğru olduğunu
kabul ediyorlar. Bunları inkar edenlerse, istedikleri kadar havlasın, canlarını
üzsün. Ben onları ikna etmeye çalışacağım, sakinleşsinler ve yüreklerinde senin
Sözüne bir yol açsınlar diye. Ama bunu istemez de uzattığım eli iterlerse, n'o-
lur Tanrım, kulak tıkama sesime. Doğruyu söyle yine yüreğime, çünkü bir tek
sen doğru söylersin. Mulıalillerimi. kendi haline bırakırım o vakit, toza
dumana boğulsunlar dışarıda, kendi gözlerine toprak atıp dursunlar; ben kendi
odama çekilir sana aşk şarkıları söylerim, hac yolumda avare avare dolanırken
çektiğim tarifsiz acılarla inleye inleye, yüreğimin yücelerine erişmek için can
attığı Kudüs'ü, yurdum Kudüs’ü, anam Kudüs’ü ana ana; ve seni, onun hükümranı
olan, onu aydınlatan, onun babası, velisi, kocası olan seni, onun en saf, en
derin hazzı, hiç bitmeyen neşesi olan seni, onun tarifsiz iyiliklerini ve bütün
bu iyiliklerin kendisini, yani seni; çünkü sen en üstün ve en hakiki iyisin.
Onda, sevgili anamda, ruhumun ilk hasadının yapıldığı, bütün doğrularımı
edindiğim o diyarda huzur bulana kadar başka yöne çevirmeyeceğim yüzümü; sen
beni bu dağınık, bu şekilsiz halimden kur- tanp bütün varlığımı olduğu gibi bir
araya getirene ve böylece ebedi yaşama uygun bir biçime ve güce kavuştura kadar
da çevirmeyeceğim, Tanrım, Bağışlayıcını. Öte yandan tamamı hakikat olan
sözlerimi yanlış diye eleştirmedikleri, aziz hizmetkarın Musa tarafından
yazılan Kutsal Kitabına saygı duydukları ve bu Kilabm yüce otoritesine boyun
eğmek gerektiği konusunda bizimle hemfikir oldukları halde bazı noktalarda
fikir ayrılığı yaşadığımız kişilere gelince onlara tek söyleyeceğim şu: Sen,
Tanrımız, benim itiraflarım ile onların itirazları arasında hakem ol.
17.
BÖLÜM
Gök ve Yer kelimeleri farklı farklı
şekillerde
yorum lanabilir.
24.
Onların iddiası şu:
“Söylediklerin doğru, ama Musa Kutsal Ruh’un vahyiyle, 'Başlangıçta Tanrı göğü
ve yeri yarattı,’ derken, iki alem yoktu zihııinde. Hayır, gök kelimesiyle
ruhani ya da idrak yetisi olan ve kesintisizce Tanrı’nın suretini temaşa eden
bir alemi kastetmedi, yer kelimesiyle de biçimsiz maddeyi.” Peki o halde neyi
kastetti? “Bizim dediğimizi kastetti o zat,” diyorlar, “ve bizim dediğimiz de
onun gök ve yer kelimeleriyle açıkladığı şeyler.” Peki nedir sizin dediğiniz?
“Ilk satırlardaki ’■>
gök ve yer kelimeleriyle şu görülebilir dünyayı kastetmek istedi, genel
anlamda ve kısaca; böylece sonradan Kutsal Ruh’un bize açıklamayı uygun gördüğü
şekilde her şeyi, peş peşe sıraladığı günlere dağıtıp ayrıntılarıyla teker
teker açıklayabilirdi. Hitap ettiği topluluk kaba saba ve maddiyata düşkün
insanlardan oluşuyor- [602]
ıhı, bu yüzden onlara sadece Tanrı’nın görülebilir eserlerini sunmaya
karar verdi.” Ama işte Musa'nın ‘görünmeyen ve düzeni olmayan yer' \t
‘karanlıklarla kaplı boşluk' ifadelerinden biçimsiz maddenin anlatmasında bir
gariplik olmadığını onlar da kabul ediyorlar. Çünkü metnin ilerleyen
satırlarında, gözümüzle gördüğümüz ve hepimizin bildiği şeylerin bu maddeden
gün be gün yaratıldığı ve bir düzene konduğu gösteriliyor.
25.
Ne yani? O zaman başkası da
kalkar der ki, ilk satırlardaki gök ve yer ifadesiyle o
biçimsiz ve karmakarışık madde ima edilmiş, çünkü genellikle gökyüzü ve
yeryüzü kelimeleriyle adlandırdığımız şu gö- ı ı'ınür dünya hepimizin önünde
açıkça duran bütün doğasıyla bu maddeden yaratıldı ve mükemmel hale getirildi.
E peki? Başkası da •.öyle bir yorum getirebilir, gök ve yer ifadeleri hem
görünmeyen hem ile görünen doğayı gayet güzel tanımlıyor; bu iki kelimeyle bütün
ya- ıatılış kastediliyor, yani Tanrı’nın Bilgeliğinde, başka deyişle başlan-
tüt'La yaratılan bütün her şey. Ama bunların hiçbiri Tanrı'mn doğasından
yaratılmadı, hiçlikten yaratıldı. Çünkü hiçbiri, Tanrı gibi, kendi kendilerinin
varlık sebebi değiller ve hepsinde ilkece değişkenlik söz konusu, bunlar
isterse Tanrı’nın ezeli ve ebedi evi gibi kalıcı olsunlar, isterse insanın ruhu
ve bedeni gibi değişime maruz kalsınlar, fark etmez. Öyleyse hem görülebilir
hem de görülemez olan her şeyin ortak maddesi, başlangıçta biçimlenmemiş, ama
biçimlenme imkanı olan, yok ve yerin de yaratıldığı madde, yani kısacası
görülemez ve görülebilir yaratı iki öğeden oluştu. Bu görüşe göre, henüz
biçimlenmemiş yaratı, ‘görünmeyen ve düzeni olmayan yer' ve ‘boşluğun üstündeki
karanlık” ifadeleriyle dile döküldü; şu farkla ki, ‘biçimlenmiş ve düzenlenmiş
yer’ maddenin henüz biçimlenmemiş halini ima ederken, 1 mşluğun üstündeki
karanlık’ ifadesi kontrolsüz akış diyebileceğimiz,
akış kontrol altına alınmadan ve bilgelikle
aydınlanmadan önceki ruhani alemi ima ediyor.
28.
Başka yorumlar da
yapılabilir, örneğin çok istenirse biri de kalkıp der ki, “Başlangıçta Tanrı
göğü ve yeri yarattı" ifadesini okuduğumuzda, buradaki gök ve yer
kelimelerinin halihazırda mükemmel ya da biçimli doğaları kastetmediği açık,
ister görülebilir olsun bu doğalar, isterse görülemez, fark etmez. Bu
kelimelerle kastedilen, şeylerin henüz biçimlenmemiş başlangıcı, yani
biçimlenme imkanı olan ve yaratım amacına hizmet edecek madde. Şeyler bu
maddenin özünde mevcut, ama karışık bir halde, henüz özellikleri ve biçimleri
ayırt edilemiyor. Bunlar kendi konumlarına göre ayrıldıklarında gök ve yer
adını alırlar; bunların birisi ruhani, diğeri maddi yaratıdır.
18.
BÖLÜM
Hatalı olsa
bile hangi tür yorum Kutsal Kitaplara halel
getirmez?
27. Bu yorumların hepsini
dinliyor, üzerlerine düşünüyorum, ama kelimeler üstüne tartışmak istemiyorum,
çünkü dinleyenlerin kafasını karıştırmaktan başka işe yaramaz bu.%
Kutsal Yasa ıslah ve terbiye etmek için iyi bir araç, tabii eğer yasal şekilde
kullanılırsa, çünkü bu Yasanın amacı saf yürekten, temiz vicdandan, sahte
olmayan imandan doğan şefkat.37 Öğretmenimiz, tüm Kutsal Yasa'nın ve
peygamberlerin bağlı olduğu iki buyruğun şefkate dayandığını çok iyi
biliyordu.38 [603]
[604]
[605]
1' anrım, sırları gözlerime gösteren Işık, ben bu buyrukları biliyorum ve bütün
gönlümle sana itiraf ediyorum, o halde metinde geçen o iki kelime farklı
şekillerde yorumlanabiliyorsa ve bütün bu yorumlar da doğruysa, ben neden zan
altında kalıyorum? Yani neden zan altında kalıyorum, eğer ben o metnin
yazarının kastettiği kelimeleri bir başkasının anladığından daha farklı
şekilde aniayıp yorumluyorsam? Hepimiz o metni okuyor ve okurken de yazarın ne
demek istediğini yakalamaya ve kavramaya çalışıyoruz. Yazarın doğruyu dile
getirdiğine inandığımız için haddimizi aşıp, bizim yanlış olduğunu bildiğimiz
ya da öyle düşündüğümüz şeylerin onun dilinden döküldüğünü söylemiyoruz. O
halde her birimiz yazarın metinde neyi kastettiğini elimizden geldiğince
anlamaya çalıştığımıza göre, bir okur senin ona gösterdiğin anlamın doğru
olduğuna inanıyorsa, ey doğruyu söyleyen zihinlerin Nuru, ne kötülük var bunda,
okuduğu yazar böyle düşünmemişse, o da doğruyu kavradığı halde yarumcunun
çıkardığı anlamı düşünmemişse?
19. BÖLÜM
Apaçık gerçekler.
28. Çünkü gerçek olan, ya Rab,
senin göğü ve yeri yaratmış olman. Gerçek olan senin Bilgeliğinin başlangıç
olması ve onun aracılığıyla lıer şeyi yaratmış olman. Gerçek olan, bu görünür
dünyanın büyük
retmenim, Kutsal Yasa’da en önemli buyruk hangisidir?' tsa şu karşılığı
verdi: ‘Rabbin Tanrı’yı bütün yüreğinle, bütün canınla ve bütün aklınla seveceksin.’
Işte ilk ve en önemli buyruk budur. ilkine benzeyen ikinci buyruk da şudur:
‘Komşunu kendin gibi seveceksin.’ Kutsal Yasa'nın tümü ve peygamberlerin sözleri
bu iki buyruğa dayanır."
bir bölümünü göğün ve yerin oluşturması ve bu iki kelimenin, lafı hiç
dolandırmadan söylersek, yaratılmış ve bu dünyaya konmuş ne varsa hepsini
kucaklıyor olması. Gerçek olan, değişebilir olan her şeyin bizim aklımıza bir tür
biçimsizlik ilkesini getirmesi ve bu ilkenin şeylerin biçim almasına ya da
değişmesine ve başka bir biçime dönüşmesine imkân tanıması. Gerçek olan,
değişime yazgılı olmayan bir biçime sıkı sıkıya kenetlenmiş bir varlığın,
değişime yazgı11 olduğu halde zamandan hiçbir şekilde
etkilenmemesi ve değişim yaşamaması. Gerçek olan, hiçliğe yakın olan
biçimsizliğin, özünde zamansal değişimlere olanak lan ı ma ması. Ge rçek o lan,
bir şeyi n meydana geldiği kaynağın, geniş anlamda, meydana gctirdiği şeyin
adıyla anılıyor olması; işte bu yüzden göğün ve yerin yaratıldığı biçimsiz
maddenin gök ve yer olarak aııı l ah i lınesi. Gerçek o lan, bir biçime
kavuşmuş olan varlıkların arasında hiçbirinin dünya ve boşluk kadar
biçimsizliğe yakın olmaması. Gerçek o l an, senin yalnızca yaratılmış ve bir
biçime kavuşmuş varlıkların dcgi l, ayn1 zaman da yaratı lacak ve
bir biçime kavuşacak varlıkların da kaynağı olman, senin her şeye varlık
kazandırman. Gerçek olaıı, hiç i msiz l ik ilkesinden biçim alan ne varsa i lki
n biçimsiz o lması, son radan bir biç i me kavuşması.
20.
BÖLÜM
“Başlangıçta
yarattı, vs." ifadesinin farklı yorumları. [606] [607]
[608]
[609]
yeri yarattık ifadesini kendimize göre yorumlamayı
seçiyoruz. Birimiz şöyle bir yorum getiriyor ve diyor ki, “Başlangıçta Tanrı
göğü ve yeri yarattı” ifadesi, Tanrı’nın kendisi gibi ezeli ve ebedi olan
Sözüyle birlikte bulunan, biri akılla kavranan, diğeri duyulur olan, yani
ruhani ve maddi olan iki eser yarattığı anlamına gelir. Birimiz de şöyle yorumluyor
ve diyor ki, “Başlangıçta Tanrı göğü ve yeri yarattı” ifadesi, Tanrı’nın
kendisi gibi ezeli ve ebedi olan Sözüyle, şu maddi dünyanın koskoca kütlesini,
içinde yer alan tüm varlıklarla, yani bizim gözlerimizle gördüğümüz ve bil i p
tanıdığımız tüm varlıklarla birlikte yarattığı anlamına geliyor. Bir başkası
çıkıyor ve eliyor ki, “Başlangıçta Tanrı göğü ve yeri yarattı” ifadesi,
Tanrı’nın kendisi gibi ezeli ve ebedi olan Sözüyle, ruhani ve maddi
yaratılarının kaynağı olan biçimsiz maddeyi yarattığı anlamına geliyor. Yine
bir başkası da diyor ki, “Başlangıçta Tanrı göğü ve yeri yaram” ifadesi,
Tanrı’nın kendisi gibi ezeli ve ebedi olan Sözüyle, maddi yaratımının kaynağı
olan biçimsiz maddeyi yarattığı anlamına geliyor; işte bu biçimsiz maddede gök
ve yer de vardı, ama henüz karmaşık bir yapıdaydı, oysa şimdi birbirlerinden
ayrıldıklarını ve dünyamızın koskoca kütlesi içinde belli bir biçime kavuşmuş
olduklarını görebiliyoruz. Yine bir başkası da şöyle diyebilir, “Başlangıçta
Tanrı göğü ve yeri yarattı” ifadesi, Tanrı’nın kendisi gibi ezeli ve ebedi olan
Sözüyle, yaratım eyleminin en başında gök ve yerin henüz birbirinden
ayrılmamış halde olduğu biçimsiz maddeyi yarattığı anlamına geliyor; ama şimdi
bu ikisi belli bir biçime kavuşmuş dürümdalar ve bize görünüyorlar, üstelik
kapsadıkları bütün varlıklarla birlikte. [610]
21.
BÖLÜM
“Yeryüzü
görünmezdi, vs.” ifadesinin farklı yorumları.
30.
Bu ifadeden sonra gelen
sözlerin yorumlanmasında da aynı mantık geçerli. Yani yine yukarıdaki
gerçeklere dayanarak, “Yeryüzü görünmeyen, düzeni olmayan derin boşluktu, bu
boşluğun üzeri karanlıklarla kaplıydı”4o ifadesini de herkes
kendine göre değerlendirme yoluna gidiyor. Biri çıkıp diyor ki, “Yeryüzü
görünmeyen, düzeni olmayan derin boşluklu, bu boşluğun üzeri karanlıklarla
kaplıydı” ifadesi, Tanrı’nın yarattığı o maddenin, maddi yaratımların
biçimsiz, düzensiz ve ışıksız hammaddesi olduğunu belirtiyor. Bir başkası da
çıkıp diyor ki, “Yeryüzü görünmeyen, düzeni olmayan derin boşluktu, bu boşluğun
üzeri karanlıklarla kaplıydı” ifadesi, gök ve yer denen bu bütünlüğün henüz
biçimsiz ve karanlık bir hammadde olduğunu belirtiyor; ayrıca bu hammaddeden
maddi gökyüzünün ve maddi yeryüzünün, içlerinde yer alan ve duyularımızla
algıladığımız bütün varlıklarla birlikte yaratıldığını. Bir başkası da şöyle y
orum luyor bunu: “Yeryüzü görünmeyen, düzeni olmayan derin boşluktu, bu
boşluğun üzeri karanlıklarla kaplıydı” ifadesi, gök ve yer denen bu bütünlüğün
henüz biçimsiz ve ka ranlık bir hammadde olduğunu, bu maddeden hem algılanabilir
göğün yaratıldığının -buna metnin başka bir yerinde göklerin göğü adı
veriliyor- hem de yerin, başka deyişle maddi gökyüzü ifadesiyle dile
getirebileceğimiz göğü de içine alan-12 şu bütün maddi
doğanın yaratıldığını belirtiyor, yani görünen ya da görünmeyen ne kadar varlık
varsa bu hammaddeden tezahür ettiğini. Başka biri çıkı- [611]
[612] [613]
yor ve
diyor ki, “Yeryüzü görünmeyen, düzeni olmayan derin boşluktu, bu boşluğun
üzeri karanlıklarla kaplıydı” ifadesi, Kutsal Kitabın biçimsizliğe gök ve yer
adını vermediğini gösteriyor, çünkü zaten bir biçimsizlik vardı ve
“görünmeyen, düzeni olmayan yeryüzü ve karanlık boşluk" sözleriyle
tanımlanan zaten bu biçimsizlikti. Daha önceki ifadede görüldüğü gibi, Tanrı
bu biçimsizlikten, göğü ve yeri yarattı, yani ruhani ve maddi eserini. Bir
başkası da diyor ki, Kutsal Kitap, “Yeryüzü görünmeyen, düzeni olmayan derin
boşluktu, bu boşluğun üzeri karanlıklarla kaplıydı" ifadesiyle zaten
biçimsiz bir hammaddenin varolduğunu, önceki ifadede geçtiği şekilde,
Tanrı’nın bu maddeden göğü ve yeri yarattığını, yani üstte ve altta olmak
üzere koskoca iki parçaya bölünmüş dünyamızın maddi kütlesini, içinde yer alan
ve bizim aşina olup bildiğimiz bütün varlıklarıyla birlikte yarattığını dile
getiriyor.
22.
BÖLÜM
Tanrı tarafından yaratılan bir
şeyden Yaratılış Kitabının hiç söz
etmemesi herhangi bir tartışma doğurmaz. [614]
Kitabın biçimsiz maddeye bu adı vermeyi uygun
gördüğü anlaşılsa da, yine de biz buradan sadece Tanrı’nın yaratmış olduğu şeyi
anlayabiliyoruz ki, bu da önceki satırda ‘göğü ve yeri yarattı’ şeklinde ifade
ediliyor.” Yukarıdaki açıklamalarımızın en sonunda yer alan iki yorumun
sahibi, biri olmazsa öteki, bu tür itirazları işittiğinde mutlaka şöyle bir
yanıt döşenecektir: “Biz bu biçimsiz maddenin Tanrı tarafından, her şeyi
yaratan ve yarattığı her şeyi iyi yaratan Tanrı tarafından yaratılmış olduğunu
reddetmiyoruz ki. Biz yaratılmış ve biçimlenmiş varlıkların iyilikten
fazlasıyla nasiplenmiş olduklarını söylerken, yaratmaya ve biçimlendirmeye
vesile olacak şekilde yaratılmış şeyin iyilikten daha az nasiplendiğini
düşünüyoruz, ama ne olursa olsun sonuçta onun da iyi olduğunu kabul ediyoruz.
Evet, Kutsal Ki tap Tanrı'nın bu biçimsiz hıaddeyi yarattığıyla iIgili bir şey
belirtmemiş, ama ona bakarsanız, örneğin Chenıbim ve Seraphim'in yaraulışıyla
ilgili de herhangi bir şey belirtmemiş, havarinin n t ahtlar, egemenlikler,
yönelimler, erdemler[615]
[616]
[617]
diye teker teker sıraladığı diğer meleklerle ilgili de bir şey dememiş.45
Buna rağmen
hepsinin tanrı tarafından yaratıldığına hiç şüphe yok. 'Tanrı göğü ve yeri
yarattı' ifadesi her şeyi içeriyorsa, ya sularla ilgili ııe demeliyiz, Tanrı’mn
Ruhu üzerlerinde dalgalanıyordu' sözlerinden [618]
[619]
ne anlamalıyız?46 ‘Yer’ kelimesiyle suların da kastedildiğini
kabul ediyorsak, o zaman yerin nasıl biçimsiz madde olduğunu düşünebiliriz,
suların bu kadar güzel olduğunu görürken? Ya da böyle düşündüğümüzü
varsayalım, o zaman Kutsal Kitap niçin biçimsiz maddeden gök- kubbe yaratıldı
ve gökyüzü olarak adlandırıldı diye yazıyor, niçin suların yaratıldığım
yazmıyor? Çünkü sular biçimsiz değil, görünmez de değil, güzel güzel akıp
gidiyorlar, biz d.e onları seyrediyoruz. Yok eğer sular, Tanrı ‘gökkubbenin
altında toplansınlar’ dediğinde bu güzelliklerine kavuşmuşsalar ve bu
toplanmayı biz biçim alma olarak değerlendi riyorsak, gökkubbenin üstündeki
sularla ilgili ne diyeceğiz?47 Çünkü biçimsiz olmuş olsalardı,
onlara bahşedilen o onurlu konumu hak etmemiş olurlardı, ama Kutsal Kitapta
suların bi çi mlendiği ne dair herhangi bir bahis geçmiyor ki. Demek ki
Yaratılış Kitabı Tanrı'nın yaratmış o l d uğu varlıklar hakkında suskunluğunu
koruyabilir, ama sarsılmaz imanımız ve doğru mantıksal çıkarımlarımız bize, bu
varlıkların Tanrı lara 1'ından yaratıldığına herhangi bir şüphe duymamamız gerektiğini
söyler. Ayrıca güven ilir bir öğreti hiçbir şekilde haddini aşıp da, sı rf
Yaratıl ış Ki tabı ndan iş i il i ği miz anlatımlara dayanarak, gökkubbenin
üstündeki suların Tanrı gibi ezeli ve ebedi olduğu iddiasında buluııamaz, çünkü
bu Kitapta bu suların ne zaman yaratıldıklarına dair bir bilgiye rast layam
ıyoruz. Öyleyse niçin bu ol ayı Hakikatin öğretisine göre değerlendirmiyor ve
Kutsal Kitapta ‘görünmeyen ve bir düzeni olmayan yer' ve ‘üzeri karanlıklarla
kaplı boşluk’ olarak tanımlanan biçimsiz maddenin Tanrı tarafından hiçlikten
yaratıldığını, bu yüzden Tanrı gibi ezeli ve ebedi olmadığını anlamamakta ısrar
ediyo- [620] [621]
ruz, Yaratılış Kitabında bu maddenin ne
zaman yaratıidığma dair bir bilgi verilmemiş olsa bile?
23.
BÖLÜM
Kutsal
Kitaplarda yoruma açık olan iki farklı görüş.
32.
Kavrayışımın ne kadar
noksan olduğunu sana itiraf etlim, zaten sen de bunu çok iyi biliyorsun, ama
yine de gücüm yettiğince bu savlan dinledim, algılamaya çalıştım ve anladım ki
yazarianna ne kadar güvenirsek güvenelim, Kutsal Kitaplar bize ima yoluyla bir
şeyler bildirmek istediklerinde iki farklı görüş ortaya çıkabiliyor. Biri
anlatılan şeylerin doğruluklarıyla ilgili, diğeri yazarın niyetiyle ilgili
konularda. Yaratılışın kökenindeki hakikati araştırmak başka bir şey, bu kelimelerle
okuyaniara ya da dinleyenlere ne anlatmak istediğini sana iman etmiş sevgili
kulun Musa’ya sormak başka bir şey. Anlaşmazlık doğuran ilk konuda, yanlış
olanı doğru bildiklerini sananlar benden uzak olsun. Aynı şekilde ikinci konuda
da, Musa’nın söylediklerinin yanlış olduğunu düşünenler benden uzak dursun. Ben
engin şefkatinde senin hakikatinle beslenenlerle sende kenetleneyim ya Rab ve
onlarla birlikte sende kenetlenmenin hazzını yaşayayım, lütfeL, hep birlikte
senin Kitaplarının sözlerini anlamaya çalışalım, bu Kitaplarda senin kullarının
anlatmak istedikleriyle, senin onların kalemiyle anlaLtırmak istediklerinle
senin iradenin anlamını kavrayalım. [622]
den yansıyan bunca doğru arasında, hangimiz senin iradeni kavrayabiliriz?
Hangimiz çıkıp da kesin bir şekilde Musa’nın ima etliği işte bu, o anlattığı
olayda bunun anlaşılmasını istemiş diyebiliriz, Musa bunu ya da şunu kastetmiş
olabilir, ama işte doğrusu budur diyebileceğimiz kadar kesin bir şekilde? İşte
Tanrım, ben senin kulunum, bu kitapta itirafları mı sana kurban olarak sundum
ve yalvarıyorum, n’olur, merhametine sığınıp sana olan adaklarımı yerine
getireyim. Işle bak kendimden emin bir şekilde söylüyorum, gözümüzle
görmediğimiz ya da gördüğümüz ne varsa her şeyi sen hiç değişmeyen sözünle
yaratım. Ama acaba aynı şekilde kendime güvenerek Musa, “Başlangıçta Tanrı göğü
ve yeri yarattı,” derken onun zihninde bu kelimelerin bundan başka bir anlamı
yoktu diye bilir miyim? Çünkü senin hakikatinin ışığında ben bunun doğru
olduğunu görüyorum, ama Musa bu kelimeleri yazarken zihninden böyle geçip
geçmediğini göremiyorum. “Başlangıçta” dediğinde olasılıkla yaratılışın ilk
anını düşünüyordu ve yine aynı yerde gök ve yer derken de olasılıkla ruhani ya
da maddi anlamda belli bir b içi m e kavuşmuş ve mükemmelleşmiş bir varlığı
değil, her iki anlamda da henüz ham olan ve belli bir biçime kavuşmamış bir
varlığı anlamamızı bekliyordu. Elbette bu önermelerin hepsi doğru olabilir,
bunu anlıyorum, ben i m anlayamadığım bu metni yazdığı sırada Musa’nın
zihninde bu düşüncelerden hangisinin olduğu. Yine de, ne olursa olsun, o ulu
adam bu kelimeleri yazarken zihninden şu ya da bu düşünceyi geçirmiş olsun,
isterse benim burada hiç bahsetmediğim bambaşka bir düşünceyi geçirmiş olsun,
son derece emin olduğum bir şey varsa, o da Musa’nın hakikati gördüğü ve
ifadelerini buna uygun olarak kaleme aldığı.
25.
BÖLÜM
Başkalarının
yorumlama mantığını küstahça
reddedenlere
karşı çıkış.
34. Artık kimse, “Musa senin dediğini kastetmedi, benim dediğimi
kastetti” diyerek canımı sıkmasın. Biri çıkıp da bana, “Musa’nın yazdığı kelimelerin
senin yorumladığın gibi bir anlam içerdiğini nereden biliyorsun?” diye sorsa,
benden beklenen bu soruyu serinkanlılıkla karşılamam ve belki de üstle verdiğim
yanıtı vermem ya da baktım ki eleştirenin algısı kıt, o zaman daha da uzun bir
yanıt döşenmem. Gerçi “senin dediğini kastetmedi, benim dediğimi kastetti”
dediğinde, ne benim yaptığım yoruma ne de kendi yorumuna olumsuz bir şey söylemiyor
ki, aksine her ikisinin de doğru olabileceğini söylemiş oluyor. Ah, biz
yoksulların yaşam pınarı, ah, Tanrım, sen ki bağrında hiçbir çelişkiyi
barındırmazsın, n’olur hoşgörünü yağmur gibi yağdır şu gönlüme, yağdır ki
böyle insanlara sabırla katlanabileyim. Bana bunları söyleyenler, iman sahibi
olduklarından ya da senin kulunun yüreğini okuyup öyle yorum yaptıklarından
söylemiyorlar bunları, kibirlerinden söylüyorlar. Musa’nın düşüncesi hakkında
en ufak bir fikirleri yok, onlar sadece kendi düşüncelerini beğeniyorlar, doğru
falan olduğundan da değil, sadece kendilerinin düşüncesi olduğundan. Yoksa
zaten başkalarının doğru düşüncelerini de aynı şekilde beğenirlerdi, nasıl ki
ben doğru olduğunda başkalarının da düşüncesini beğeniyorum. Şu var ki, benim
beğenim bu düşüncenin başkalarına ait olmasından kaynaklanmıyor, doğru
olmasından kaynaklanıyor. Zaten düşünce doğruysa kimsenin şahsi malı olmaz.
Onlar da benim düşüncemi sırf doğru olduğu için beğeniyor olsalar, bu düşünce
hem kendilerine ait olmuş olur hem de bana, çünkü doğru düşünceler Hakikate
aşık olanların ortak malıdır. Benim söylediklerimin değil de kendi
söylediklerinin Musa’nın zihninden geçen düşünceler olduğunu ileri sürenlerin
yorumunu reddediyor ve bu yoruma saygı duymuyorum. Haklı olsalar bile onların
bu gözüpekliğinin bilimle falan alakası yok, daha çok küstahlıkla alakalı. Bu
doğru sezgilerinin bir ürünü değil, kibirlerinin bir ürünü. Senin
yargılarından korkmalıyız ya Rab, çünkü senin Hakikatin ne bana ait, ne ona ne
de buna, hepinize ait. Çünkü sen bizleri bu Hakikati beraberce paylaşmaya
çağırdın ve keskin bir dille uyardın ki, ne onu şahsi malımızmış gibi görelim
ne de ondan yoksun kalalım. Herkesin iyiliği için sunduğun bir şeyi yalnızca
kendisine aitmiş gibi gören ve herkese ait olan bir şeyde ayrıcalıklı haklar
elde etmek isteyen insan, kim olursa olsun, ortak maldan elini eteğini çekmek
ve sadecc kendi kaynağına çekilmek zorunda kalır, yani doğrudan ayrılıp yalana
saplanır. Çünkü yalan söyleyen kendi düşüncesini söyler.4”
35.
Lütfet, beni dinle, ey Adil
Yargıç, ey Tanrı, ey Hakikat, bana böyle bir eleştiri getiren olursa ona
vereceğim yanıtı dinle. Çünkü senin huzurunda konuşuyorum, kardeşlerimin
önünde konuşuyorum, adaleti adil biçimde uygulayanların, yani yasayı sevgi
kazanmak için uygulayanların huzurunda. Lütfet, dinle ve ona ne diyeceğimi gör,
tabii senin için bir mahsuru yoksa. Çünkü benim ona vereceğim yanıt kardeşçe
ve gönül okşayışı bir tonda olacak. Şöyle: “Senin söylediğinin de, benim
söylediğimin de doğru olduğunu ikimizde görüyorsak, o zaman soruyorum biz bunun
doğru olduğunu nerede görüyoruz? Ben sende görmüyorum, sen de bende
görmüyorsun, biz ikimiz de onu bizim zihnimizin üstündeki değişmez Hakikatte
görüyoruz. Rab Tan-
4g Evangelium
secundum loannem,
8.44.
rımızm ışığını tartışma konusu yapmadığımıza göre, niçin komşumuzun
düşüncesini tartışma konusu yapalım? Çünkü biz komşumuzun düşüncesini, değişmez
hakikati gördüğümüz şekilde açık ve seçik göremiyoruz ki. Musa şu an bize
görünmüş olsa ve “benim kastettiğim işte bu” demiş olsa bile, yine de onun
düşüncesini göremeyiz, sadece söylediğine inanırız. Öyleyse hiç kimse Kutsal
Kitaplarda yazılanların üstüne çıkıp da kimilerini övüp kimilerini küçümsemeye
kalkmasın.[623] Bunun yerine
Rabbimizi bütün yüreğimizle, bütün canımızla, bütün aklımızia sevelim,
komşumuzu da kendimizi sever gibi sevelim.[624]
[625] Musa kitaplarında ne yazmışsa,
sevgiyi öngören bu iki ilkeye dayanarak yazmış. Biz bunun böyle olduğuna
inanmazsak Rabbi yalancı çıkarmış oluruz,5ı çünkü o vakit onun sadık
kulunun zihnine bize öğretmek istediğinden farklı bir düşünceyi yerleştirmiş
oluruz. Bak gör işte, o kelimelerden çıkarılan bunca doğru yorumdan rastgele
birini seçip, işte Musa’nın zihninden geçen bu olmalı demek ne budalalık, ne
budalalık yıkıcı tartışmalar yaratıp sevgiye küfretmek, şu an yorumlamaya çalıştığımız
Musa’nın sözleri sırf sevgi için yazılmışken üstelik.
26.
BÖLÜM
Kutsal Kitaba yaraşan üslup.
36.
Bana gelince Tanrım, şu
naçiz bedenimi yücelten ve bütün sıkıntımı dindiren, itiraflarımı dinleyen ve
günahlarımı bağışlayan sen, bana komşumu kendimi sever gibi sevmemi buyurduğuna
göre, senin en sadık kullarından Musa’ya benim senden almak istediğim ve dilediğim
yetenekten daha azını bağışladığına inanmam imkânsız. Onun zamanında doğmuş
olsaydım ve sen bana onun konumunu bahşetmiş olsaydın, yani bütün yüreğimi ve
belagatimi ortaya koyup o metinlere elçilik etme imkânına sahip olacağım konumu
bahşetmiş olsaydın, anca o kadar yeteneğim olsun isterdim. O metinler ki
yazıldıklarından bu yana nice zaman geçse de hâlâ tüm ulusların imdadına
yetişiyor ve dünyanın dört bir yanında bütün şu sahte ve kibir dolu öğretilerin
sözl erini öyle yüce bir otoriteyle aşıp geçiyorlar ki. Keşke o zaman lar- da
ben Musa olmuş olsaydı m -ne de olsa hepimiz aynı hamurdan yoğrulmadık mı,
zaten insan dediğin ne ki, sen onu hatırlamadıkça?,.,^ işte bu nedenle keşke o
zamanl a rda ben Musa olmuş olsaydım, ve sen ona bahşettiğin Yaratılış Kitabını
yazma görevini bana bahşetmiş oIsaydın. Keşke bana öyle bir belagat gücü,
kelimeleri öyle güzel d erley i p toparl a m a yeteneği bahşetmiş
olsaydın da, bu di li ne Tanrının yaratış mantığını henüz kavrayamayanlar
zekâlarını aştığı için red- dedebilselerdi, ne de bu m an tığa erişebilenler ve
düşünüp taşınıp doğru anlaTıi yakal a m ış olanlar senin kulunun yazdığı o
birkaç kelimede bu an l amı hiç sektirmeden bul ab i l sclcrd i, haıla Hakikatin
ışığı nda larklı bir anlam çıkarmış olan bile, bu farklı anl am ı n da yine o
kelimelerde gizli olduğu n u anlayabilscydi.
27. BÖLÜM
Kutsal Kitaba
mütevazı ve yalın bir ifade tarzı yaraşır.
37.
Küçük bir alana sığışmış
pınar daha gür fışkırır, bir sürü kola ayrılıp akar, akarken de kendisinden
hayat bulan ve değişik yörelerden geçip giden derelerle kıyaslandığında daha
geniş havzaları sular. [626]
İşte senin elçinin verdiği bilgiler de böyledir, pek çok yoruma kaynaklık
etmiştir, kısa kısa ifadelere bürüyüp duru Hakikatin derelerini doldurup
taşırmıştır. Bu kaynaktan her yarumcu yaratılış konusundaki anlayışı ölçüsünde
bir şekilde doğru olanı çekip çıkarır, bu doğruyu daha uzun ve daha dolambaçlı
ifadelere bürüyüp açıklamak zorunda kalsa bile. Çünkü Musa’nın sözlerini okuyan
ya da dinleyen kimileri, Tanrı’yı sanki bir insanmış gibi tasarlarlar ya da
sanki koskocaman maddi bir kütleymiş gibi; büyük bir güçle donatılmıştır bu
kütle, yepyeni bir karar almış ve birdenbire kendi dışında, çok uzak bir
yerlerde göğü ve yeri, yani biri üstte biri altta olmak üzere her şeyi içinde
barındıran iki büyük cismi, yaratmıştır. Bu insanlar “Tanrı şu olsun dedi ve
oldu” ifadesini işittiklerinde de, bu sözlerin başlayıp bittiğini, zaman
içinde bir süre çınlayıp sonra geçip gittiğini ve geçip gittikten sonra da
varolması, emredilen şeyin aniden varolduğunu sanırlar. Benzer başka konularda
da hep alışkın oldukları maddi dünyanın diliyle düşünürler. İçlerinde hâlâ
çocuk ruhları vardır bu insanların, Kutsal Kitapların o yalın üslubu işte
onların bu aciz ruhlarını bağrına basar, adeta bir ananın çocuğunu bağrına
basması gibi, sonra onları kurtuluşa erdirecek inancı inşa eder usulca ve bu
inanç sayesinde bütün varlıkların, yani duyularıyla algıladıkları envai
çeşitteki güzelliklerin Tanrı tarafından yaratıldığından emin olurlar ve bunu
teyit ederler. Olur da içlerinden biri Kutsal Kitabın dilinin o yalın üslubunu
hor görmeye ve acizliğinden kaynaklanan kibrine kapılıp beslenip büyüdüğü yuvanın
dışına çıkmaya kalkarsa, vah haline, zavallıcık, düşer yere. Ya Rab, acı,
yoldan geçenler basmasın bu tüyü bitmemiş yavru kuşun üstüne, gönder meleğini,
yeniden koysun yuvasına onu, koysun ki, uçabilecek kadar yaşayabilsin.
AUGUSTİNUS
28. BÖLÜM
Kutsal Kitaplar
uzmanları tarafından farklı şekillerde
yorumlanır.
38.
Kimileri de var ki, artık
onlar için Kutsal Kitapların sözleri bir yuvadan öte, gölgeli bir meyve
bahçesi. Meyvelerin gizlendiğini biliyorlar bu bahçenin içinde, sevinçle
uçuşuyorlar, cıvıldaşıyorlar ararken de, sonra da koparıveriyorlar onları.
Çünkü Musa’nın sözlerini okuduklarında ya da işittiklerinde, ey ezeli ve ebedi
Tanrı, o hareketsiz duruşunla bütün geçmiş ve gelecek zamanları aştığını,
zamana yazgılı bu âlemde senin yaratmadığın tek bir varlık bile olamayacağını,
seninle özdeş olan iradenin yarattığı bütün varlıkların asla değişmeyen ve
baştan verilmiş bir karar sonucunda yarauldığını görüyorlar; senin bu alemi
kendi doğandan, sana benzer biçimde yaratmadığını -bu benzerlik her şeye biçim
vereceği halde- hiçlikten, sana tamamen aykırı bir biçimde, sana, yani senin
Birliğine döndükçe sana benzeyerek şekillenecek bir biçimde yaraltığmı, lıer
varlığın önceden tayin edilen yeteneği doğrultusunda ve kendi cinsine ne kadar
yetenek bahşedilmişse o ölçüde bu biçimlenmeden nasibini alacağını görüyorlar.
Bu şekilde her şeyin iyi olarak yaratıldığını, ister hep senin yakınında olmuş
olsun, isterse zaman ve mekan açısından kademe kademe senden uzak bir mesafede
yerleşmiş olsun, her şeyin bu dünyanın türlü türlü güzelliklerine bizzat vesile
olacağını ya da bu güzelliklerden nasipleneceğini görüyorlar. işte bütün
bunları görüyorlar ve Hakikatinin bu dünyada algılanabilecek ölçüdeki ışığı
altında sevinçten uçuyorlar.
39.
l3u insanlardan biri
dikkatini, “Başlangıçta Tanrı yarattı” ifadesinin yer aldığı satıriara
yöneltiyor ve Bilgeliği, Başlangıç olarak yorumluyor, çünkü o da bizimle
konuşmuştur, diyor,53 Dikkatini yine bu satıriara yöneiten başka
biri bu sözlerdeki başlangıçtan, yaratılışın başlangıç noktasını anlar ve
“başlangıçta yarattı” ifadesini, “ilkin yarattı” denmiş gibi yorumlar. Dahası,
“başlangıçta” ifadesini “bilgeliğiyle göğü ve yeri yarattı” şeklinde anlayanlar
arasından kimi “gök ve yer” kelimelerinden göğün ve yerin yaratılmasına vesile
olan maddeyi anlar ve bu maddenin bu şekilde adlandırıldığına inanır, kimi de
bu kelimelerin belli bir biçime kavuşmuş ve birbirinden farklı doğalara işaret
ettiğine. Bir başkası bu biçim alan ve ruhani olan doğalardan birine “gök”
adını verir, öteki biçim almamış maddi doğaya ise “yer” adını verir. Öte yandan
gök ve yer kelimelerini göğe ve yere şekil veren biçimsiz madde olarak ele
alanlar farklı bir yorum getirirler. Kimisi bu maddeyi zihnimizde
caıılandırabildiğimiz ve duyularımızla algılayabildiğimiz her iki varlığın
doğduğu ve mükemmel biçimine kavuştuğu kaynak olarak görür, kimisi de bu
maddeyi sadece duyularımızla algılayabildiğimiz bu maddi dünyanın ve onun o
geniş bağrında varolan, bizim de gözümüzle açık ve seçik olarak gördüğümüz her
çeşit varlığın kaynağı olarak görür. Bundan başka, bu satırlardaki gök ve yer
kelimelerinin, birbirinden ayrılmış ve yerli yerine oturtulmuş gökyüzünü ve
yeryüzünü kastettiğine inananlar da kendi aralarında farklı yorumlar yaparlar.
Kimi bu kelimelerin hem görülür hem de görülemeyen âlemi kastettiğini düşünür,
kimi de bu kelimelerden sadece görülebilir olan alemi anlar, yani hem ışıklı
gökyüzünü hem de karanlığa sarılı toprağı ve bu ikisinin içerdiği bütün
varlıkları seyrettiğimiz şu görülebilir alemi. [627]
29. BÖLÜM
İlk olan şeyin değişik şekillerde ifade
edilişi.
40. Ama “Başlangıçta yarattı” ifadesinden “ilkin yarattı” anlamından
başka bir anlam çıkarmayan yorumcunun, gök ve yer sözcüklerini sadece göğü ve
yeri yaratan madde olarak, yani hem ruhani hem de maddi bütün evreni yaratan
madde olarak anlamaktan başka çaresi yok. O aşamada bütün evrenin belli bir
biçime kavuşmuş olduğunu iddia eden birine, şöyle bir soru sorsak yeridir:
“Tanrı ilkin bütün evreni yarattıysa, peki ondan sonra ne yarattı?” Çünkü
evreni yarattıktan sonra Tanrı'ya yaratacak başka bir şey kalmıyor ki. Ardından
istese de istemese de şöyle bir soruyla da muhatap olacak: “Tanrı sonradan bir
şey yaratmadıysa ilkin evreni nasıl yarattı?” Ama bu yorumcu, “Tanrı ilkin
maddeyi biçimsiz olarak yarattı, sonra ona biçim verdi” dese, iddiası bir
mantıksızlık içermemiş olacak, tabii en azından ezeli ve ebedi açıdan
bakıldığında neyin önce geldiğini ya da aynı şekilde zaman açısından neyin
önce geldiğini, seçim açısından neyin önce geldiğini ve kaynak açısından neyin
önce geldiğini ayırt etmesi koşuluyla. Ezeli ve cbedi açıdan bakıldığında
Tanrı'nm her şeyden önce geldiği açık; zaman açısından bakıldığında örneğin
tomurcuk çiçekten önce gelir; seçim açısından bakıldığında örneğin çiçek
tomurcuktan önce gelir; kaynak açısından bakıldığında da ses şarkıdan önce
gelir. Bu dört öncelik içinde, söz konusu ettiğim ilki ve sonuncusu çok zor
anlaşılır, ortadaki iki önceliği anlamak ise çok kolaydır. Çünkü ya Rab, hiç değişmeden
değişebilir bir dünya yaratan ezeli ve ebediyetini ve bu anlamdaki önceliğini
görmek olağanüstü bir önsezi gerektirir ki, bunu elde etmek de bayağı zorlu bir
iş. Sonra şarkının sesten önce geldiğini öyle büyük bir çaba harcamadan anlamak
da çok ince bir zekanın harcı. Buradaki zorluk şarkının sesin biçimlenmiş hali
olmasından ve biçimi olmayan bir şeyin zaten varolamayacağmdan kaynaklanır,
ama olmayan bir şeye nasıl biçim verilebilir ki? Bu anlamda madde kendisinden
yaratılandan önce gelir. Ama önceliği ürününü yaratmasından kaynaklanmaz, çünkü
o da yaratılmış bir şeydir; bu öncelik zamansal bir öncelik de değildir, çünkü
zamanda öncelik olması için şarkı söylemeden önce biçimlenmemiş sesler
çıkarmamız, sonra bu sesiere şarkı biçimini vermemiz ya da onları şarkıya
uyarlamamız gerekir ki, böyle bir şey yapmıyoruz, yani biz şarkı söylerken,
tahtadan bir sandık ya da gümüşten bir vazo yapar gibi iş görmüyoruz. Çünkü bu
malzemeler zaman açısından yarattıkları ürünün biçiminden önce gelirler, ama
şarkı söz konusu olduğunda, durum bambaşka. Şarkı söylendiği anda sesi de
işitilir; ilkin biçimsiz bir ses çıkarılıp sonra ona şarkı biçimi verilmez.
Çünkü bir ses çıktığı anda çoktan geçip gitmiştir, geçip giltikten sonra da
geriye ondan eser kalmaz, nerede kaldı ki o sesi alıp sanatsal becerinizle
şarkı şekline sokacaksınız. Şarkının varlığı sesinde gömülüdür, sesi şarkının
hammaddesidir. Bu madde şarkı olacak şekilde biçimlenir. Bu anlamda, dediğim
gibi, ses yaratan madde, şarkının biçiminden önce gelir. Bu öncelik şarkıyı
yaratma imkanına sahip oluşundan kaynaklanmaz, çünkü ses şarkı söyleyen bir
sanatçı değildir, sadece şarkıya dönüştürülmesi için şarkıcının bedeni tarafından
ruhunun hizmetine sunulan bir şeydir. Zaman açısından önceliği yoktur, çünkü
ses şarkıyla birlikte aynı anda çıkar; seçim açısından da önceliği yoktur, çünkü
ses şarkıya tercih edilebilecek bir şey değildir, şarkı sadece bir ses olmaktan
öte aynı zamanda güzel bir ses olduğuna göre. Ama ses kaynak açısından öncedir,
çünkü bir şarkı ses olacak şekilde şekillenmez, tersine ses bir şarkı olacak
şekilde şekil alır. Belki bu örnekle insanlar neden ilkin şeylerin maddesinin
yaratılmış olduğunu ve bu maddeden gök ve yer yaratıldığı için bu maddeye gök
ve yer adının verildiğini anlayabilir. Ama bu maddenin zaman açısından. önce
yaratıldığı anlamına gelmez, çünkü şeylerin biçim alışları zamanın ortaya
çıkmasına sebep olur."4 Demek ki bu madde önce biçimsizdi,
zaman içinde biçimlendikçe algılanabilir hale geldi. Her şeye rağmen bu
biçimsiz madde hakkında herhangi bir şey söyleyebilmemiz için, onu zamanda
önceliği varmış gibi değerlendirmek zorundayız. Oysa bu madde varlık
basamaklarının en altında yer alır, çünkü biçimlenmiş varlıkların biçimsizlere
oranla daha üstün olacağı açıktır. Yaratıcının ezeli ve ebediliği tarafından da
öncelcnir ki, kendisinden herhangi bir şeyin yaratılması için kendisi hiçlikten
yaratılmış olsun.
30. BÖLÜM
Kutsal Kitaplar
hakkında farklı farklı düşünceler ileri süren
yorumcular, sevgi ve Tanrısal Hakikat söz konusu olduğunda
aynı düşüncede birleşirler.
41.
Bu kadar farklı, ama bir
yandan da doğru düşünce arasında, dilerim Hakikat kendi kendine bir uyum
yakalayabilir ve dilerim Tanrımız bize merhamet. eder de yasayı adil bir
şekilde uygulayabiliriz, yani buyruğun amacı olan saf sevgiye erişecek
şekilde."" Biri kalkıp da bana bunca düşünce arasında hangisi
Musa’nın, yani senin kulunun düşüncesidir diye soracak olsa, bu buyruğa uygun
olarak sana, “bilmiyorum” diye itiraf etmedikçe yazdığım bu sözler benim
ihraCarım olmayacak. Ama biliyorum ki bu düşüncelerin hepsi doğru, tabii yukarıda
az biraz değinmeyi uygun bulduğum şu maddeci yorumlar dışm- [628] [629]
da. Gerçi bu yorumların sahipleri iyi şeyler umut eden çocuklar;[630] senin Kitaplarında yazılan
sözlerden korkuya kapılmıyorlar, sırlarını yalın bir üslupla aktaran ve birkaç
kelimeyle pek çok şey söyleyen o sözlerinden. Bizlere gelince, yani yukarıda
da dediğim gibi, bu Kitapların sözlerinde doğru anlamları yakalayan ve uygun
bir dille açıklayanlara, birbirimizi sevelim ve kibre değil de Hakikate
susamışsak aynı şekilde seni de sevelim, Tanrımız, Hakikatin Kaynağı. Ayrıca
senin kulunu, bu Yazıların elçiliğini üstlenen, Kutsal Ruhunla dopdolu olan
insana da[631] hak ettiği onuru verelim ki,
unun senden aldığı vahiyle bu Kitabı yazdığına ve düşüncelerinin Hakikatin
ışığına ve bizlerin ruhani gelişimine yaraşır bir anlamı olduğuna inandığımızı
göstermiş olalım.
31.
BÖLÜM
Musa'nın
kavradığını düşündüğümüz Hakikatin ne olduğu
onun sözlerinden anlaşılabilir.
42.
Bu yüzden biri kalkıp,
“Musa benim düşündüğümü anlamış” ya da başka biri kalkıp, “Hayır, benim
düşündüğü anlamış” dediğinde, ben “her ikinizin düşüncesi de doğruysa, neden
Musa'nın anladığı her ikinizin de düşüncesi olmasın?” demeyi din açısından daha
doğru buluyorum. Bu sözlere bir üçüncü, bir dördüncü, hatta daha da fazla
doğru bir anlam yüklenebiliyorsa, o zaman niçin Musa’nın bu anlamların hepsini
çıkarmış olduğuna inanılmıyor, sonuçta onun aracılığıyla bu kutsal sözleri
birçok insanın farklı farklı doğruları görebileceği ve algılayabileceği kıvama
getiren tek bir Tanrı değil mi? Ama bana sorulacak olsa, hiç çekinmeden ve
bütün içtenliğimle söyleyebilirim ki, böyle ulu bir yetke taşıyan metni ben
kaleme almış olsaydım, sözlerimin tartıştığımız konularla ilgili bütün
doğruları yansıtacağı ve her okuyanın da anlayabileceği bir üslupla yazmayı
tercih ederdim, yani doğruluğu tartışma götürmez tek bir düşünceyi ortaya koyup
beni eleştiriye maruz bırakacak bir hata içermiyorlarsa, öteki düşünceleri
dışarıda bırakacak şekilde yazmayı tercih etmezdim. Buna rağmen Tanrım, o
şahsın da senin tarafından böyle bir belagat yetisiyle donatılmadığına
inanacak kadar düşüncesizlik etmek istemem doğrusu. O bu metni yazarken bizim
hakikatle ilgili bu 1 abildiğimiz bütün doğruları hiç eksiksiz ifadelerine
yansıtmıştı ve bunun bilinceydi; biz şu an hakikatle ilgili ne keşfedememişsek
ya da henüz ne keşfedememişsek yine o ifadelerde bulabiliriz.
32. BÖLÜM
Kutsal
Kitaptaki Hakikatin anlamları Kutsal Ruh tarafından
açıklığa kavuşturulur.
43.
Sonuçta ya Rab, sen
Tanrı’sın ve etten kandan değilsin, insanoğlu bu metinde varolan hakikatin
belki pek azını sezebilir, ama senin o sözlerle geleceğin okurlarına iletmeyi
istediğin doğrular beni hakkın ülkesine götürecek olan Lütufkar Ruhundan*
gizlenebilir ıııi?’9 Hatta senin aracılığınla bu sözleri söyleyen o
şahıs, bizim çıkardığımız bunca doğru arasında sadece bir tekini kastetmiş
olabilir, ama o tek bir düşüncenin bile senin Lütufkar Ruhundan gizlenmesi müm-
[632] [633]
kün mü? Zaten durum böyleyse, o şahsın zihninden geçen o tek doğru, bizim
çıkarımlarımızın hepsinden üstün olsun. O halde bunu bize göster, ya Rab, senin
bize açıklamak istediğin başka bir doğruyu bize göster; bize ya senin kulunun
zihnindeki doğruyu açıkla ya da o metindeki sözlerden arılamamız gereken başka
bir doğruyu açıkla, açıkla ki senden beslenelim ve yanılgılarımızın oyuncağı
olmayalım. İşte bak, Rab Tanrım, şu birkaç kelime için ne çok şey yazdım, sana
yalvarıyorum bak, ne çok şey yazdım! Bütün Kitaplarını böyle uzun uzun yorumlamaya
kalksam, demek ki ne çok güç harcamam gerekecek, ne çok zaman! Öyleyse bana
lütfet, bu cümlelere daha kısa yorumlar getirip sana ilirafta bulunabileyim,
içlerinden senin esinlediğin tek bir doğruyu, kesin ve iyi olan tek bir doğruyu
seçebileyim, birçok doğrunun olduğu bu metinde benim de gözüme birçok doğru
çarpmış olsa bile. Senin elçinin zihninden geçen düşünceyi doğrudan doğruya ve
en iyi şekilde aktarırsam -zaten öyle de yapmam gerekir- itiraflarımdaki iman
senin önüne serilsin, ama bunu aktarmayı başaramazsam, n’olur, en azıııdan
senin Hakikatinin Kutsal Kitabın sözlerini vesile kılarak benden açıklamamı
istediği şeyi söylememe izin ver, çünkü o Hakikat Musa’dan açıklamasını
istediğini ona söylemişti.
1.
BÖLÜM
Tanrı'ya
sesleniyor ve Ondan gelecek iyiliğin kendisine
yol göstereceğini biliyor.
1.
Sana sesleniyorum, Tanrım,
Bağışlayıcım, sen beni yarattın ve seni unuttuğumda sen beni unutmadın. Sana
sesleniyorum, gel gönlüme gir diye, gir ki ona ektiğin özlemiııle seni içine
sığclırabilsin.ı Sana scslcniyonım, ıı'olur beni terk etme, aslında ben sana
seslenmeden çok önce, sen zaten gönlümdeydim ve hiç durmadan, sürekli, türlü
türlü yollarla bana seslendin ki, seni çok uzaklardan işiteyim, sana döneyim
ve se n bana seslendiğinde hen de sana sesleney i m. Çünkü sen, ya Rab,
işlediğim bütün günahları silip attın, beni senden ayrı koyan şu cllcrimc[634]
[635]
[636]
[637]
hak ettiği cezayı vermeyesin diye; * işlediği m bütün sevaplarıysa ben daha
onları işlemeden hesaba kattın, beni yarattığın ellerinle hak ettiğim ödülü
hana veresin diye. Çünkü ben varolmadan önce sen vardıh, serı l üt (e d ip
beni var e d i nceye kadar ben yoktum. Ama hak senin iyiliğin sayesinde artık
varım, ben i yarattığın ve benim yaratılmama kaynaklık eden bütün her şeyde n
önce ge len iyiliğin sayesinde." Senin bana ihtiyacın yoktu ki, sana
yardımcı olacak kadar senin
iyiliğinden de pay almamıştım ki, Rabbim ve
Tanrım, yani sen eserini yaratırken ben sana hizmet edeyim de yorulma ya da ben
sana itaat edeyim de senin yetken azalmasın diye yaratmadın ki beni. Sen bir
tarla değilsin ki seni ekip biçeyim, sanki ekip biçmezsem bakımsız kalacakmışsın
gibi,[638]
tersine, sana hizmet etmem ve seni ekip biçmem senin iyiliğinden pay alınam
için; çünkü ben varlığımı ve varlığımın iyiliğini sana borçluyum.[639]
2.
BÖLÜM
Alem Tanrı'nın
inayetiyle varlığını sürdürüyor
ve mükemmelleşiyor.
2.
Yarattığın bu alem senin
cömert iyi. liğin sayesinde varlığını sürdürüyor. Senin çıkarına hizmet eden
bir iyilik değildi bu, senin tözünden olmadığından zaten sana denk değildi,
ama senin sayende yaratıldığı için, varlığım hiç kaybetmedi.[640]
Çünkü başlangıçta yarattığın şu göğün ve yerin sana layık olacak ne değeri
vardı! Haydi söylesinler,
Bilgeliğinle yarattığın şu ruhani ve maddi doğanın8 sana layık olacak ne
değeri vardı.9 Her şey bilgeliğine bağlıydı, hamdı, biçim almamıştı,
kendi içinde ruhani ve maddi olarak sınıflara ayrılsa da. Her şey senden
uzaklaşmaya ve karmaşaya süreklenmeye meyilliydi ve hiçbir şekilde sana
benzememeye; ruhani varlık biçimsiz haldeyken biçimli bir varlığa göre daha
üstün, maddi bir varlık ise biçimsiz haldeyken hiçliğe göre daha üstün olsa
bile. Demek ki biçimsiz olan bütün varlıklar senin Sözün üzerine var oldular ve
senin Sözün üzerine senin Birliğine yeniden çağrıldılar ve biçim aldılar;
senden, yani Bir’den, En Yüce İyilikten dolayı varoldular, bu yüzden hepsi bu
İyilikten nasiplerini aldılar. Sadece biçimsiz olacak kadar bile bir değerleri
var mıydı bu varlıkların senden önce, sen sebep olmasaydın biçimsiz bile
olamayacak olan bu varlıkların?
3.
Görünmez ve düzensiz bir
yapıda olacak kadar bile bir değeri var mıydı senden önce şu hammaddenin, sen
onu yaraımadıkça bu halde bile varolamayacağına göre? Varolanıayacak olması
senden önce bir değeri olamayacağını kanıtlıyor zaten. Ya da şu ruhani alemin,
henüz haııı haldeyken bir değeri var mıydı senden önce, henüz derin boşluğun ı
° üzerinde dalgalanan karaltıları andı rırken ve sana benzemekten çok uzakken,
hep bu halde kalmaz mıydı, senin Sözünle çağrıldığında kendisini Yaratan bu
Söze dönmemiş, yani senin Sözünün ışığıyla aydınlanmamış ve seninle denk olmasa
da senin suretinde biçimlenmemiş olsaydı? Maddi bir cisinı söz konusu
olduğunda da durum böyledir, o cismin varolması güzel olduğu anlamına gelmez,
yok- [641] [642]
[643] sa çirkin olma ihtimali
ortadan kalkmış olurdu. İşte aynı şekilde yaratılan bir ruhun yaşaması,
bilgece yaşadığı anlamına gelmez, yoksa hiç değişmeksizin bilge kalırdı. Ruhun
iyiliğinin anlamı her daim sana sımsıkı kenetlenmiş olmasıdır, başka türlü
olsa, sana yöneldiğinde aldığı ışığı senden uzaklaşarak kaybeder ve yeniden
karanlık bir uçurumu11 andıran yaşamına düşer. Ruhumuz olduğu için
birer ruhani varlık olan bizler de senden, yani Işığımızdan yüz çevirdik ve
bir zamanlar karanlıklarla kaplı yaşamımızın içinde bulduk kendimizi12
ve halen o karanlığımızın kalıntıları arasında debelenip duruyoruz; Biricik Oğlun
sayesinde senin ulu dağları andıran adaletinin temsilcileri olana kadar da
böyle debelenip duracağız, '> çünkü bizler uçsuz bucaksız denizleri andıran
senin yargılarının hükmü altındayız.'4
3.
BÖLÜM
Her şey
Tanrı'nın inayetiyle olur.
4.
Bu alemi yaratırken La en
başta “Işık olsun” dedin ve “Işık ol- du.”'5 Bu sözünüm6 ruhani
alemi kastettiğini düşünürsem yanlış yapmış olmanı, çünkü o sırada Tanrı’nın
ışığıyla aydınlanma imkanına sahip bir yaşam mevcuttu. Ama henüz senin
tarafından aydınlanabilecek [644] [645]
[646] [647]
[648] [649]
AUGUSTJNUS
bir değeri yoktu, sonra bu yaşam varoldu, ama yine de aydınlanmaya layık
değildi. 17 Sadece varolmakla ışık olmuş olsaydı,
bakışlarını kendisini aydınlatacak olan ışığa çevirmemiş ve ona kenetlenmemiş
olsaydı, onun o biçimsiz hali senin gözüne hoş görünmezdi. Şimdi varlığını
sürdürüyorsa ve varlığını mutlu bir şekilde sürdürüyorsa, bunu sadece senin
inayetine değil, kendisini daha iyi hale getirecek bir değişimden geçerek
sana, yani onu bir daha iyi ya da kötü herhangi bir değişime uğratmayacak olana
yönelmesine borçlu. Çünkü sen biriciksin, çünkü sen mutlak yalınlıksın, senin
için yaşamak mutlu yaşamakla eştir, çünkü sen mutluluğun ta kendisisin.
4.
BÖLÜM
Tanrı
yarattığı varlıklara muhtaç değildir.
5.
Öyleyse bütün bu varlıklar
hiç olmamış olsaydı ya da öyle biçimsiz halde kalmış olsalardı, senin
mutluluğundan ne eksilirdi, sen mutluluğun kendisi olduğuna göre? Sen onları
ihtiyacın olduğundan mı yarattın sanki, iyilikle dolup taştığın için yarattın.
Onları yoğurdun ve bir biçim verdin, bunu mutluluğun kat kat arttsın diye mi
yaptın? Mükemmel olan sana tamamlanmamışlık çirkin gelir, bu yüzden yarattıklarını
ınükemınelleştiriyorsun ki senin gözüne hoş görünsün. Sen tamamlanmamış
değilsin ki, yarattıklarını mükemmelleştirdikçe sen de daha mükemmel bale gelesin.
Evet, senin Lütufkar Ruhun suların üstünde dalgalanıyordu,^ ama sanki onların
üstünde duruyor- muşcasına sular tarafından taşınmıyordu ki. Çünkü Kutsal Kitap
senin Ruhun insanların üzerinde olacak derken, insanların senin Ruhunda [650] [651]
olacağını kastediyor.19
Yani senin bozulmaz ve değişmez olan, kendi kendisine yeten ve kendinde olan
iraden2o senin yaratmış olduğun yaşamın üzerinde
dalgalanıyor. Bu yaşamda, yaşamak ve mutlu yaşamak aynı şey değil, çünkü bu
yaşam hala kendi karanlığında dalgalanarak yaşamını sürdürüyor. Yapması gereken
tek şey yaratıcısına dönmesi ve yaşamın pınarından içerek dolu dolu yaşaması ve
ışığını Onun ışığında görmesi ve mükemmelleşmesi ve aydınlanması ve
kutsanması.
5.
BÖLÜM
Tanrı'nın Üçlü
Birlik olduğu Yaratılış Kitabının ilk
ifadelerinden anlaşılır.
6.
İşte, sisler ardında da
olsa Kutsal Üçlü karşımda beliriyor artık, çünkü bu Üçlü sensin ey Tanrım;
çünkü sen, ey Baba, bizim bilgeliğimizin başlangıcında -ki bizim bilgeliğimiz
senin Bilgeliğindir, senden doğan, sana denk olan ve senin gibi ezeli ve ebedi
olan Bilgeliğindir- yani senin Oğlunda göğü ve yeri yarattın. Göklerin göğü
hakkında on- ca laf ettik, şu gözümüzle göremediğimiz, bir düzeni olmayan
yeryüzü hakkında da, keza o karanlık boşluk hakkında da; karanlıktı, dedik, çünkü
onun ruhani doğası henüz belli bir biçime kavuşmamışken değişken bir akışa
sahipti ve eğer şu anki yaşamına sebep olan Yaratıcısına dönmemiş, Onun
ışığıyla daha güzel bir yaşama kavuşmamış ve sonradan su ile su arasınan
yerleştirilen Onun göğünün göğü halini almamış olsaydı hep öyle karanlık
kalacaktı dedik. Demek ki Tanrı derken aslında bütün bu varlıkları yaratan
Baba’yı kastediyormuşurn [652]
[653]
[654]
ben; Başlangıç derken de bütün bu varlıkları yarattığı Oğlunu kastedi-
yormuşum. Ama ben Tanrımın Kutsal Üçlü olduğuna inanıyordum ve inancımın
ışığında bu gerçeği Onun Kutsal Sözlerinde aradım ve nihayet “Senin Ruhun
suların üzerinde dalgalanıyordu” ifadesinde aradığımı buldum. İşte Kutsal
Üçlü, işte Tanrım, Baba ve Oğul ve Kutsal Ruh, yani bütün bu alemin Yaratıcısı.
6.
BÖLÜM
Kutsal
Kitapta neden “Kutsal Ruh suların üzerinde
dalgalanıyor” diye yazılmıştır?
7.
Ama sebep neydi, ey
hakikati bildiren Işık; bak, gönlümü sana çeviriyorum, bana boş şeyler
öğretmesin diye. Dağıt şu gönlümdeki karanlıkları ve bana söyle n’olur,
Şefkatli Anamız adına! N’olur, sana yalvarıyorum, bana söyle, sebebi neydi de
Kutsal Kitabın, gökyüzünden ve o gözümüzle göremediğimiz, belli bir düzeni
olmayan yeryüzünden ve o boşluğun üzerindeki karanlıklardan söz ettikten sonra
Kutsal Ruhunun adını anclı? Acaba Kutsal Ruhunun suların üzerinde
dalgalandığının belirtilebilmesi için bize böyle gizlice ima edilmesi mi
gerekiyordu? Evet, başka türlü söylenemezdi, önce Kutsal Ruhunun üzerinde
dalgalandığı, şeyin anlaşılması gerekiyordu. Çünkü Kutsal Ruhun üzerinde
dalgalandığı ne Baba’ydı ne de Oğul ve üzerinde dalgalandığı bir şey yoksa,
doğrudan doğruya “üzerinde dalgalanıyor" da denemezdi. O halde önce
üzerinde dalgalandığı şeyin, sonra da Kutsal Ruhunun söylenmesi gerekiyordu,
çünkü “üzerinde dalgalanan” şeklinde bir tanım getirilmedikçe Kutsal Ruhun
başka türlü ima edilmesi mümkün değildi. Ama niçin “üzerinde dalgalanan”
şeklinde bir tanım getirilmedikçe Kutsal Ruhunun ima edilmesi mümkün değildi?
7.
BÖLÜM
Kutsal Ruh'un işlevi
8.
Sezgisi yüksek bir okur bu
gerçeği aslında senin Havarinin şu sözlerinden çıkarabilir: “Bize bahşetmiş
olduğun Kutsal Ruh sayesinde yüreklerimize senin sevgini aşıladın.”22
Havarin bize Kutsal Ruh’un işlevlerini anlatırken, sevgiye giden yolun en
mükemmel yol23 olduğunu da söylüyor, dahası İsa’nın sevgisinin
üstün bilgisine erişebilelim diye bizim için senin önünde diz çöküyor.24
Demek ki başlangıçtan beri üstün olan Kutsal Ruh suların üzerinde
dalgalanıyordu. Peki bunu kime söyleyeceğim, bizi palas pandıras o dik uçuruma
sürükleyen ihtirasın ne kadar ağır olduğunu ve suların üzerinde dalgalanan
Kutsal Ruh’un sayesinde senin sevginin bizi oradan nasıl yukarıya kaldırdığını
hangi ifadelerle dile getireceğim? Kime söyleyeceğim, hangi ifadelerle dile
getireceğim? Çünkü battığımız ve çıktığımız yerler somut mekanlar değil ki.
Bunlara hangi kelimeler daha uygun düşer, hangileri uygun düşmez? Çünkü
aslında bunlar bizim duygularımız, sevgilerimiz; dünyevi dertlere düşkün
olduğumuzda ruhlarımızın kirliliği dibe vuruyor, ama dertlerden arınmış bir
yaşama düşkün olduğumuzda senin kutsallığın bizi yukarıya kaldırıyor ki,
kalplerimizi sana doğru, yani senin Ruhunun suların üzerinde dalgalandığı yere
doğru yüceltebilelim ve ruhlarımız sabit bir zemini olmayan o suların üzerinden
geçerek en üstteki ebedi istirahatgahına erişebilsin. [655] [656]
[657]
8.
BÖLÜM
Tanrı'dan
aşağı seviyedeki hiçbir şey ruhani âlemi mutlu
ve huzurlu etmeye yetmez.
9.
Melek düştü, insan ruhu
düştü;20 ve böylece tüm ruhani, alemi saran boşluğun ne derin bir
karanlıkta olduğunu gösterdiler. Sen başlangıçta, “Işık olsun" dememiş
olsaydın ve “Işık olmasaydı” ve d.e senin Göksel Kentinin ruhani varlıkları
sana itaat edip huzuru senin Ruhunda, yani değişime yazgılı bütün varlıkların
üstünde hiç değişmeden da l ga l anan senin Ruh unda bulmamış olsalardı, hep
karanlıkta kalacaklardı Hana gök lerin göğü bile kendi içinde öyle karanlık
bir boşluk olarak kalacaktı, oysa ş i mdi bu gök Rabbin içinde bir ışık.26
Çünkü melekler düşerken ve senin nurlu giysinden soyunup kendi karanlıklarını
gözler önüne sererken, onların o içler acısı huzursuzluklarıyla bile akılla
donatlığın bu alemin ne kadar üslün olduğunu bize gösteriyorsun. Çünkü senden
aşağı seviyede herhangi bir şey asla bu aleme mutluluk ve huzur vermeye yetmez,
bu alem kendi kendine de bulamaz bu mutluluğu ve huzuru. Çünkü bizim
karanlıklarımızı sen ay- dınlatacasın ey Tanrım, biz se nden alacağız
giysilerimizi ve karanlıklarımız gün ışığı gibi pırıl pırıl olacak. Kendini
bana sun ey Tanrım, kendini dön dür bana. Bak gör seni ne kadar sevdiğimi,
zayıfsa bu sevgi seni daha güçlü sevmemi sağla. Ben ölçemiyorum bu sevgiyi, bu
yüzden ne kadar noksan bilemiyorum, yaşamımı bir an önce senin kollarına atmam,
senin varlığının gizli mabedinde gizlenmem için seni ne kadar daha sevmeliyim
bi lemiyorum. Tek bildiğim şu: senden başka şeylerle olduğumda ya da kendi
kendimle olduğumda başıma kötü- [658]
[659]
lükten başka bir şey gelmiyor ve sahip olduğum zenginlik Tanrımdan başka
bir şeyse, başlı başına' bir yoksulluk.
9.
BÖLÜM
Niçin sadece Kutsal Ruh suların üzerinde dalgalanıyor?
10. Ama niçin Baba ve Oğul da suların üzerinde dalgalanmıyordu?
Bunları mekanda hareket eden birer cisimmiş gibi düşünürsek, Kutsal Ruh’un da
hareket etmemesi gerekirdi.. Öte yandan bunları değişebilir nitelikteki bütün
varlıkların üstünde, asla değişmeyen tanrısal mükemmellik olarak
düşündüğümüzde Baba, Oğul ve Kutsal Ruh’un suların üzerinde dalgalanması
gerekirdi. O halde Kutsal Kitap niçin sadece senin Ruhunu söz konusu etmiş?
Niçin sadece Onun bulunduğu yer bir mekan olmadığı halde sanki bir mekanmış
gibi belirtilmiş, sadece Ondan bahsedilmesi acaba Onun senin armağanım7
olmasından mı kaynaklanıyor? Evet, biz senin armağanında huzur buluyoruz, işte
orada senin sevincini tadıyoruz. Bizim huzurumuz, bizim mekanımız. Sana olan
aşkımız bizi oraya kaldırıyor, bizim aciz varlığımızı ölümün kapılarından oraya
yükselten senin İyi Ruhun.28 Biz huzuru senin yüce
İradende buluyoruz. Bedense, kendi ağırlığı yüzünden, layık olduğu yere
çekiliyor. Ağırlık sadece aşağıya bel vermez, kendine uygun yere yönelir. Ateş
yukarı çıkar, taş aşağı iner. Bunlar kendilerine özgü ağırlıklarıyla hareket
ederler ve kendilerine özgü yeri bulurlar. Suya dökülen yağ suyun üstüne çıkar,
yağın üstüne dökülen su yağın altına çöker, yani kendilerine özgü ağırlıklarıyla
hareket ederler, kendilerine özgü yeri bulurlar. Kendilerine özgü yeri
bulamayanlar kıpırdanmaya [660] [661]
başlarlar;
yerli yerine oturduklarında kıpırdanmaları biter. Benim ağırlığım, aşkım. Ben
nereye taşmıyorsam aşkım beni oraya taşıyor. Senin armağanınla alev alıyoruz ve
yukarıya yükseltiliyoruz, kora dö nüyoruz ve yukarıya yükseltiliyoruz.
Yürekteki basamakları çıkıyoruz ve yükseliş ilahileri söylüyoruz. Senin
ateşinle, senin iyi ateşinle tutuşuyoruz, kora dönüyoruz ve yukarıya
çıkıyoruz. Yukarıya çıkıyoruz, çünkü Kudüs'un2g huzurunu
yaşamaya gidiyoruz. Rabbin evine gidelim diyenlerin sesini işittikçe sevinç
doluyor içime.30 Bizi orada senin iyi iraden yerleştirecek yerimize,
sonsuzca orada kalmaktan başka hiçbir şey istemeyelim diye.
10.
BÖLÜM
Her şey senin armağanından
kaynaklanır.
11.
Orada öylece kalmak dışında
başka hiçbir şey bilmeyen alem ne mutlu bir alem demek ki.3ı Ama bu
alem değişebilir nitelikli varlıkların üzerinde dalgalanan armağanınla
yaratıldığı anda ve sen, “Işık olsun” dediğinde ve “Işık olduğunda,” o çağrınla
hareket edip zamanda hiç duralamadan hemen yukarı çıkmasaydı, başka bir
durumda olurdu. Oysa bizim durumumuzda zamanın farklı anları söz konusu, çünkü
önce karanlıktık, sonra ışık olduk. Kutsal Kitapta bu alemin ışıkla aydınlanmadan
önceki hali neyse ondan bahsedilmiş sadece ve ilkin akışkan ve karanlık bir
haldeydi denmiş, böylece onu farklı bir hale dönüştüren neden vurgulanmak
istenmiş, yani bu alemin hiç sönmeyen ışığa dönerek ışık olduğu belirtilmiş.
Anlayabilen anlasın ve [662]
[663]
[664]
1.ann’dan yardım dilesin. Bu konuda niye ben sıkıntı
çekiyorum, benim bu dünyaya gelen her insanı aydınlatacak gücüm mü var?
11. BÖLÜM
Kutsal
Üçlü'nün insandaki simgeleri.
12.Her
Şeye Kadir Kutsal Üçlü'yü kim anlayabilir? Herkes Ondan bahsediyor, ama bakalım
sahiden Ondan mı bahsediyor? Ondan bahsettiğinde, bahsettiği şeyin sahiden O
olduğunu bilen ancak birkaç kişi vardır içimizde. İnsanlar tartışıyorlar,
kavgalar ediyorlar, ama hiçkimse sakinleşmediği sürece o hayali göremez.
isterdim ki insanlar kendi ruhlarındaki üçlüye bakabilsinler.*2 Bu
üçlü Kutsal Üçlü’den çok farklı tabii, ama demem o ki, insanlar zihinlerini
çalıştırsalar, sorunu enine boyuna düşünüp Ondan ne kadar farklı olduklarının
ayır- dma varsalar. İnsandaki üçlü derken şunu kastediyorum: olmak, bilmek ve
istemek. Çünkü ben varım, biliyorum ve istiyorum. Ben bilen ve isteyen bir
varlığım; ben hem varolduğumu hem de istediğimi biliyorum ve hem varolmayı hem
de bilmeyi istiyorum. O halde bu üçlü- [665]
de tek bir yaşam, tek bir akıl ve tek bir varoluş sözkonusu ve bunların
birbirinden ne denli ayrılamaz olduğunu ve bu denli ayrılamaz olduğu haide yine
de her birinin birbirinden farklı olduğu anlayan anlasm. Şüphesiz herkes bunu
kendisinde görebilir, bu yüzden insan önce kendine baksm, göreceğini görsün ve
bana söylesin. 13 Ama bu üç işlev hakkında bir şeyler keşfedip
de bana bir şeyler söyleyecek konuma geldiğinde, sakın bu işlevlerin hepsinin
üstündeki o değişmez iİkeyi keşfettiğin i de sanmasın, !4 ya ni
değişmeden varolanı, değişmeden bileni ve değişmeden isteyeni keşfettiğini.
Çünkü kim öyle kol ay kolay an l ayabi li r, acaba bu üç işlev y üzün den mi
Tanrı’da Üçlü Birlik vardır, yoksa bu üç bileşenin hepsi Kutsal İJçlü’nün her
bir Kişiliğinde mi mevcut, başka deyişle her bir Kişilik bu üç işleve mi sahip;
ya da her ikisi de doğru da, Tanrı gizemli bir şekilde, hem birlik hem ele
çokluk olarak mı var, sınırsız olmasına rağmen kendi özünde, kendisinin mi
sının, h u yüzde n mi kendi l i ği n d e n var, kendiliğinden biliyor ve kendi
kendine yetiyor, uçsuz bucaksız yüce. Birliğinden dolayı mı hiç değişme ksizin
kendisiyl e aynı kalıyor? Ki m bu konuda h erhan gi bir şey söyleyebilir? Kim
bu konuda öyle paldır küldür fikir beyan edebilir? [666]
[667]
12.
BÖLÜM
Dünyanın
yaratılışı Kilisenin biçimlenmesinin ön taslağıdır.
13.
Ey inancım, itiraflarımı
daha da derinleştir. Rabbin Tanrı’ya de ki: Ey Kutsal, Kutsal, Kutsal olan Rab
Tanrım! Senin adınla vaftiz olduk, ey Baba, Oğul ve Kutsal Ruh; senin adınla
vaftiz oluyoruz, ey Baba, Oğul ve Kutsal Ruh.35 Tanrı, Oğlu İsa aracılığıyla
bizlerin arasında da göğü ve yeri yarattı, yani hem ruhsal hem de maddi
anlamda Kilisenin, uzuvlarım. Dahası, bizim dünyamız da Hıristiyan öğretisiyle
belli bir biçime kavuşmadan önce göze görünmüyordu ve düzenden yoksunclu,36
bizler de cehaletin karanlıklarıyla örtülüydük. Sen insanı günahından ötürü
azarlayarak yola getirdin’7 ve senin yargıların uçurum gibi
derindir.18 Ne var ki senin Kutsal Ruhun suların
üzerinde dalgalanıyordu, senin merhametin bizi o zavallı halimize terk etmedi
ve dedi ki: Işık olsun; tövbe edin, çünkü göğün krallığı yakındır,'9 tövbe
edin ki ışık olsutı.40 Allak bullaktı ruhlarımız içimizde,
bu yüzden seni hatırladık ya Rab, Ürdün topraklarındaki senin kadar ulu ol- [668]
[669]
[670]
[671]
[672]
[673]
[674]
ı
1
duğu
halde bizim önümüzde eğilip küçülen şu dağlarda[675] ve
karanlığımızın ne kadar nefretlik olduğunu anladık, sana döndük ve ışık oldu.
Ve işte bak bir zamanlar karanlıktık, şimdi Rabbimizde ışık olduk.
13. BÖLÜM
İnsanın
tekamülü; insan dünyada yaşarken
mükemmelliyete eremez.
14.
Ama ışığı gördüğümüzden
değil, iman ettiğimizden ışık olduk, Çünkü biz umut ederek kurtuluşa erdik;[676]
[677]
[678]
ama bizim gördüğümüz o umut umudun kendisi değil.*!4 Hala derin
sular derin suları çağırıyor, ama şimdi senin çağlayanlarının scsi de karışıyor
seslerine.!" Hala, “Ben sizinle ruhani varlıklarla konuşuyormuşum gibi
konuşamadım, bedensel varlıklarla konuşuyormuşum gibi konuşabildim,” diyor Havari;[679]
o bile henüz hiclayelc ermiş olarak görmüyor kendisini. Sadece önceki yaşamını
arkasında bırakıp unutmuş ve önünde uzanan yaşama yoğunlaşmış.[680]
Yükünün ağırlığı alıında48 inim inim inliyor, can katan Tanrı'ya
susamış ruhu, gürül gürül akan derelere susamış geyikler misali. Şöyle
soruyor: “Ne zaman sana geleceğim?” Göklerdeki evi-
ne
kapanmak isliyor[681]
[682]
ve aşağıdaki uçuruma5° şu sözlerle sesleniyor: “Bu dünyaya ayak uydurmayın,
zihninizi geliştirip tekamülünüzü tamamlayın.”[683] [684]
[685]
Ve devam ediyor: “Zihinsel açıdan çocuk kalmayın, kötülük söz konusu olduğunda
çocuk kalın ki,52 zihniniz olgunlaşsın.”5} Ve devam ediyor: “Ah akılsız
Galatyalılar, sizi kim büyüledi?”5[686] Ama arak
bu ses onun kendi sesi değil, senin sesin; çünkü sen Ruhunu yüce göklerden
gönderdin, o da yüce göklere erdi ve senin armağanlarının kapaklarını açtı,
açtı ki nehirler çağlayarak aksın ve senin Kentini sevince boğsun.*[687]
Çünkü Havarin anık Güvey’in dostu olarak o Kente girmeye can atıyor, ruhunun
ilk hasadını kendi kendine toplamış,5[688] ama
hâlâ yüreğinin derinlerinden ah çekiyor, evlat edinilmeyi bekliyor, bedeninin
kefaretinin ödenmesini bekliyor. O Kente girmeye can atıyor, çünkü Gelinin[689]
bir mensubu kendisi; zaten Gelin adma o Kente girmek için yanıp tutuşuyor,
çünkü Güvey’in dostu kendisi; Gelin adına yanıp tutuşuyor, kendi adına değil,
çünkü senin çağlayanlarının sesiyle sesleniyor aşağıdaki uçuruma, kendi sesiyle
değil. O Kente duyduğu büyük aşkla uçurumdakiler adına korku duyuyor, çünkü yılanın
Havva'yı kurnazca aldatması gibi;[690] onların
da akıllarının çeline- bileceğini ve senin Biricik Oğlun, bizim Güveyimiz
sayesinde59 edindikleri masumiyetlerini yilirebileceklerini düşünüyor. Ne
parlak bir ışık O öyle? Onu olduğu gibi görünce,60 benim şu
gözyaşiarım dinecek, gündüz gece ekmeğini olan şu gözyaşlarım, bana her gün
şöyle soran gözyaşlarım: “Tanrın nerede?”6i
14.
BÖLÜM
İmanımızla ve umudumuzla güçleniyoruz.
15. Ben de soruyorum: “Tanrım neredesin?” İşte buradasın. Çünkü
bayram sevinci yaşayanların coşkusuyla aşka gelip tövbe ederek çığlık çığlığa
ruhumu dışıma taşırdığımda az da olsa seninle soluk alıp veriyorum. Ama ruhum
hâlâ üzgün, çünkü gerisingeri kayıp gidiyor ve uçurum oluveriyor ya da hâla bir
uçurum olduğunu hissediyor. İmanım, yani gece karanlığında ayaklarımın önüne
tuttuğun imanım62 ona şöyle diyor: Neden üzgünsün ey ruh,
neden beni huzursuz ediyorsun? Tanrıya umut bağla,63 ayaklarının önüne tutulan
kandil Onun Sözüdür. Umut ct ve azmet, imansızların anası olan şu gece geçene
kadar, Rabbin gazabı dinene kadar. Onun oğulları olan bizler de bir zamanlar
karanlıktaydık ve bu karanlıkların gölgelerini hâlâ sürüyüp götürüyoruz
bedenimizle, işlediği günah sonucunda ölen bedenimizle, gün ağarınca ve
gölgeler ortadan kalkıncaya kadar da böyle sü- [691]
[692] [693]
[694] [695]
rüyüp götüreceğiz. Tanrı'ya umut bağla; sabah olunca
kalkacağım ve onu temaşa edeceğim, her zaman ona tövbe edeceğim. Sabah olunca
kalkacağım ve yüzümün aydınlandığını göreceğim Tanrım; sen Kutsal Ruhun
sayesinde, ölü olan bedenlerimize de yeniden hayat vereceksin, çünkü O
gönlümüzde oturmakta,64 çünkü merhametin sayesinde ruhlarımızın
karanlığının ve akışkanlığının üzerinde dalgalanmakta. Bu dünyadaki hac
yolculuğumuzda bize verilen bir güvence O, ışık olmamızı sağladı bile.6’
Bu dünyada yaşarken bizler umudumuzla kurtuluşa erdik ve hem İşığın oğulları
hem de Tanrı'nm oğulları olduk, bu yüzden bir zamanlar olduğumuz gibi ne
gecenin oğullarıyız artık ne de karanlıkların. Bizler ve hâlâ karanlıkta
olanlar arasındaki farkı sadece sen ayırt ediyorsun, insanoğlunun bilgisiyse
bu konuda hâlâ tereddütle . Sen kalplerimizi deniyorsun ve hem gün ışığına
sesleniyorsun hem de karanlık geceye. Senden başka kim bizi ayırt edebilir? Zaten
sahip olduğumuz her şeyi senden almadık mı? Aynı kille yoğrulan kaplarız biz,
kimimiz onurlu işlere yarıyoruz, kimimiz de rezil işlere.[696] [697]
[698]
[699] .
15. BÖLÜM
Yaratılış
Kitabı (1.6): "Gökkubbe olsun, vd." Gökkubbenin
anlamı, gökkubbenin ü stündeki suların anlamı.67
16.
Senden başka kim bizim için
böyle bir gökkubbe yaratabilirdi,
yani
şu Kutsal Kitabının bizim üzerimizdeki yetkesini? Çünkü bize dendi ki, gökyüzü
bir kitap tomarı gibi dürülecek;[700] [701]
şimdiyse bir deri gibi gerilmiş üzerimize. Kutsal Kitabın yazarları ölümlüydü,
sen onlar aracılığıyla bu Kitabı bahşettin bize; yazarlar ölümü tattıklarında
Kitabın daha da büyük yetke kazandı. Sen biliyorsun, ya Rab, çok iyi biliyorsun,
işledikleri günah yüzünden ölümlü olunca insanlar, nasıl da deriler giydiler
üzerlerine.6Q Bu yüzden Kitabını kalkan yapıp bir deri gibi yaydın,[702]°
yani ölümlü elçilerine yazdırdığın ahenkli sözlerini[703] serdin
üzerimize. O insanlar öldü ve onların ölümüyle birlikte senin sözlerinden
oluşan bu sağlam kalkan bize teslim edildi ve göğe yükselip aşağıda ne kadar
yaratık varsa hepsinin üzerine serildi. O yazarlar yaşarken bu kalkan göklere
çıkıp böyle serilmemişti. Sen henüz göğü sermemiştin böyle bir deri gibi,
dünyanın dört bir yanına henüz yay- nıamıştın, onların ancak öldüklerinde
kazandıkları ünü.
17.
Ellerinle ince ince
dokuduğun gökleri görmemizi sağla, ya Rab, gökkubbene örttüğün şu bulutu kaldır
gözlerimizin önünden. Orada yazılı işte, küçük çocuklara'2
bahşettiğin hikmet. I lidayete erdir Tanrım, sana bebeklerin, henüz
memedekilerin dilinden dökülen duaları. Başka bir Kitap daha tanımadım ben
kibri böylesine kıran; daha güçlü bir silah görmedim, sana teslim olmayı
reddedip işledikleri günahlara bahane uyduran düşmanı ve sana karşı direneni
böylesine bozguna uğratan. Hiç rastlamadım, ya Rab, bu kadar arı bir belagate
başka kitaplarda
hiç rastlamadım, beni tövbe ettiren, boynumu aşağı eğip senin yularına geçiren
ve bütün irademle beni sana tapmaya davet eden. Bu belagati anlamamı sağla, ey
İyi Baba, ben sana teslim olmuşum, n'olur, bahşet bunu bana, mademki yarattın
bu sağlam kalkanı sana teslim olanlara.73
18. Başka sular da var, inanıyorum, şu gökkkubenin üstünde, ölümsüz
ve dünyevi fesatlardan uzak. Senin adını yüceltsinler, şükretsinler sana,
meleklerinden oluşan göklerin üstündeki halkın; çünkü onların bu kalkana
bakmaları gerekmez, senin Sözünü öğrenmek için okumalarına. Her daim görüyorlar
çünkü senin suretini ve zamana yazılı heceler olmadan da okuyarlar orada, senin
ezeli ebedi iradenle verdiğin kararı. Okuyorlar, seçip ayırt ediyorlar ve
seviyorlar; hiç durmadan okuyarlar ve okudukları asla geçip gitmiyor; çünkü
seçip ayır- dma vararak ve severek okudukları senin hiç değişmeyen kararın. Onların
Kitabı hiç kapanmayacak, onların Kitap tomarı hiç dürülmeyecek, çünkü sensin
onların okuduğu Kitap ve sen ezeli ve ebedi olansın, çünkü bizim üstümüzdeki
gökkubbeye onları sen yerleştirdin ve bu gökkubbeyi aşağılarındaki halkların
zayıflıklarının üstüne kurup sağlamlaştırdın, oradan baksınlar ve öğrensinler
diye senin merhametini, zamanı yaratan seni zamana bildiren merhametini. Çünkü
senin merhametin göklerdedir, ya Rab, Hakikatin bulutlara ulaşır.h
Bulutlar geçip gider, ama gök kalır. Senin sözünü vaaz edenler bu yaşamdan
diğerine geçip giderler, ama senin Kutsal Kitabın dünyanın sonuna kadar
halkların üstüne serilecek. Hatta gök ve yer bile son bulsa, se- [704] [705]
nin sözlerin
hiç son bulmayacak; çünkü deriler dürülecek/ üzerine serilen ot7®
canlılığını yitirecek, ama senin Sözün ebediyen varolacak; şimdi Onu karanlık
bulutların arkasından, göğün aynasından görüyoruz, olduğu gibi görünmese de
bize henüz. Çünkü biz de Oğlun taralından. seçildik, ama bundan böyle ne
olacağımız henüz bize bildirilmedi/7 Bedenimizin kalesinden şöyle
bir baktı7» ve tatlı sözlerle okşadı gönlümüzü, ateşini de saldı
içimize; şimdi mis kokusunun peşine takılmış gidiyoruz işte. Ama O bize
görününce, biz de Onun gibi olacağız, çünkü Onu olduğu gibi göreceğiz; Onu
olduğu gibi görmek bize nasip olacak ya Rab, ama bizim için henüz vakit erken.
16.
BÖLÜM
Sadece
Tanrı mutlak anlamda kendisini olduğu gibi bilir.
19.
Seni mutlak anlamda olduğun
gibi bilmek sadece sana özgüdür; sen hiç değişmeden varolansın, sen hiç
değişmeden bilensin ve sen hiç değişmeden irade buyuransın. Senin özün bilir ve
hiç değişmeden irade buyurur; senin ilmin var ve hiç değişmeden irade buyurur,
senin iraden var ve hiç değişmeden bilir. Senin katında, değişmeyen ışığınla
aydınlanan değişebilir bir varlığın ışığı, ışığın kendisini bilmesi gibi
bilmesi adil olmaz/ Işte bu yüzden ruhum senin huzu- [706] [707]
[708]
[709]
[710]
randa
suya hasret bir toprak,8o çünkü kendisini aydınlatacak gücü olmadığı
gibi, kendi kendisini de doyuramıyor. Çünkü nasıl ki yaşamın pınarı sende, aynı
şekilde ancak senin ışığında göreceğiz ışığı.81
17.
BÖLÜM
Yaratılış
Kitabı (1.9): “Sular toplansın, vd." Denizin anlamı,
kuru sıfatının anlamı. “Toprak çoğaltsın, vd." ile başlayan
satırın (1.11) yorumlanması.82
20.
Kim bu acı suları toplayıp
bir toplum haline getirdi?83 Çünkü hepsinin amacı
aynı, yani şu dünyadaki geçici mutluluk; bu amaç uğruna yapmadıkları kalmıyor,
bin türlü dertle bir oraya bir buraya dalgalanıp duruyorlar. Senden başka kim
diyebilir, ya Rab, “Sular birara- ya toplansın ve sana susamış kuru toprak
görünsün” diye? Çünkü denizin sahibi sensin, onu sen yarattın ve ellerinle
biçimledin şu kuru toprağı. Bu deniz derken suların bir araya toplanışını
kastediyorum, insanın birbiriyle çatışan iradelerini değil. Çünkü sen insan
ruhunun sapkın arzularına bile gem vurursun, sınırlarının dışına taşan sulara
bir set çekersin, dalgaları üzerlerinde kırılsın diye. Böylece bir deniz [711] [712]
[713] [714]
[715]
AUGUSTİNUS
haline
getirirsin onları, her şeyin üstündeki yetkenle kurduğun düzen
«4
uyarınca.8
21.
Ama sana susamış ruhlar da
var, farklı bir amaç için acı suların toplandığı denizden ayırmayı uygun
gördüğün ruhlar. Toprak kendi meyvesini versin diye,8; o esrarlı ve
bal tatlısı pınarından suluyarsun bu ruhları. Toprak kendi meyvesini verirken
ruhlarımız da, senin buyruğunla, Rab Tanrı'larının buyruğuyla, kendi türüne
göre hemcinslerinin yardımına koşup maddi sıkıntılarını gideriyorlar, ne de olsa
benzer tohumlar var her birinin özünde. Aciz varlıklar olduğumu-
I |
zun farkındayız, bu yüzden acıyıp
muhtaç durumdakilerin yardımına koşma gereğini hissediyoruz, çünkü aynı şekilde
muhtaç durumda kalırsak bize de yardım edilsin istiyoruz. Öyle filizlenen bir
bitki gibi kolaylıkla halletmiyoruz bu işleri, meyveler veren bir ağaç gibi
var gücümüzle koruma altına alıp yardımcı oluyoruz, yani haksızlığa uğramış
bir insanı güçlünün elinden kurtararak ve adil yargının bize verdiği büyük
güçle kanatlarımız altına alıp ona bir sığınak sağlayarak iyilik yapıyoruz.8'1
18. BÖLÜM
Yaratılış
Kitabı (1.14): “Işıklar olsun, vd." Gündüz ile geceyi
birbirinden ayıran ışıkların anlamı. 87
22.
Ya Rab, sen hem yaratırsın,
hem de neşe ve dirayet verirsin, [716] [717]
[718]
öyleyse doğsun, yalvarırım sana, n’olur doğsun doğruluk o topraktan, adalet
gökyüzünden baksın aşağıya[719]
ve gökkubbede ışıklar olsun. 8[720]
Ekmeğimizi birlikte bölelim aç olanla, evimizi açalım başını sokacak evi
olmayana, çıplak olanı giydirelim ve aynı tohumdan doğduğumuz ev halkımızı hor
görmeyelim[721]
[722]
Toprakta yetişen meyvelere bak, iyilik işte bu; kısa sureli ışığımız pırıltılar
saçsın, sevaplarımızın verdiği küçücük meyveleri temaşanın verdiği büyük
sevinçlere dönüştürüp Yaşamın Sözünü yakalayalım ve Kutsal Kitabının
gökkubbesine kattığın yıldızlar gibi görünelim biz de bu dünyada. Çünkü
Kitabında bizimle konuşmanın amacı, gece ile gündüzü ayırt eder gibi zihinsel
olarak bilebildiklerimiz ile bedensel duyularımızla algılayabildiklerimiz
arasındaki farkı ayırt etmemizi sağlamak ya da kendisini ruhani aleme adamış
ruhlar ile duyuların maddi dünyasına adamış ruhlar arasındaki uçurumları
görmemizi sağlamak. Öyleyse ışık ile karanlığı birbirinden ayırdığın ve daha
önce de gökkubbenin yaratıldığı yargının o gizli mekanında yalnız değilsin,
senin ruhani halkın da o gökkubbeye yerleşmiş, ayrıcalıklı bir konum
edinmişler ve bütün yerküreye yayılan inayetinle dünyaya ışık saçıyorlar ve
gece ile günü birbirinden ayırıp zamanı gösteriyorlar,^1 bu yüzden
eski zamanlar geçip gidiyor, ardından bak yenileri yaratılıyor, bu yüzden bizim
kurtuluşumuz sandığımızdan daha yakın ve bu yüzden gece uzaklaşıp gidince gün
yaklaşıyor,[723]
bu yüzden cömertliğinle kendi yılını taçlandırıyorsun, çünkü işçilerini
senin hasadına yolluyor ve insanların ter döküp ektiklerini toplatıyorsun ve yeni
tarlalara gönderip yeniden ektiriyorsun ki, bunların hasa dı da dünyanın sonu
geldiğinde toplansın. Bu şekilde senden aman di leyen insanların dualarını
kabul ediyor ve onların sevap işleyerek ge girdikleri yıllarını kutsuyorsun,
ama sen hep aynısın ve senin yılların hiç tükenmiyor,93 sen o yıllarda
geçip giden yıllara bir ambar hazırlı • yorsun. Senin ezeli ve ebedi kararın
uyarınca, mevsimi geldiğinde de göksel iyilikler dağıtıyorsun yeryüzüne.
23. Kimine Kutsal Ruh t arafndan bilgece konuşma yetisi veriliyor,
güçlü ışığını andırıyor bu yeti, senin duru hakikatinin ışığından sevinç
duyanlar için şafak vakti doğan güneş gibi; kimine yine Kutsal Ruh tarafından
bilgili konuşma yelisi veriliyor, öbüründen biraz daha az ışığı Kimine iman
bahşediliyor, kimine şifa sunma yetisi, kimine mucizeler yaratma yetisi,
kimine peygamberlik yetisi, kimine halis ruhları ayın etme yetisi, kimine de
farklı dilleri konuşabilme yelisi ve bütün bu yetiler birer yıldız sanki. Ama
hepsi tek ve aynı olan Ruh’un eseri, iradesine göre teker teker her insana
uygun bulduğu armağanları bölüştüren ve bu yıldızların insanlığın hayrına
açıkça görünmesini sağlayan Ruh’un. Ama ay gibi zamanla değişen bütün
kutsallıkları içereni bilgili konuşma ve yukarıda birer yıldızmış gibi
sırasıyla kaydettiğim öteki yetilerin bilgileri, demin sözünü ettiğim günü
aydınlatan bilgeliğin duru ışığından farklıdır ve aslında bunlar geceye
aittir. Yine de senin en sağduyulu kullarından olan o Havarinin, ruhani
insanlar olarak değil de, maddiyata bağlı insanlar olarak hitap ettiğini
söylediği insanlar için gerekli yetilerdir. O ancak mükemmel insanlar
arasındayken [724] [725]
bilgece konuşuyor. Sıradan insan henüz
İsa’nın kucağında bir bebektir ve daha sütten kesilmemişt.ir, katı gıdalarla
beslenecek derecede güçle- nene ve güneşle karşılaşacak derecede keskin bir
görüşe sahip olana kadar da böyle kalacaktır, ama sanmasın ki onun gecesi
tümüyle ışıktan yoksundur, ayın ve yıldızların ışığından kam almaya baksın
yeter. Işte bu konuları o Kitabında, yani senin Gökkubbende, bütün bilgeliğinle
bizimle konuştun Tanrımız, her şeyi temaşa ederek hayran olalım ve birbirinden
ayırt edebilelim diye, üstelik bizler hâlâ işaretlere, mevsimlere, günlere ve
yıllara yazgılı olduğumuz halde.®5
19.
BÖLÜM
“Işıklar olsun, vd” ile başlayan
sadrı yorumlamaya
devam ediyor.
24. Ama “ilkin yıkanın, paklanın, garazı atın ruhlarınızdan, benim
de gözlerimin önünden, atın ki kuru toprak görünsün. Sevap işlemeyi öğrenin,
yetimin hakkını koruyun ve dul hakkı yedirmeyin ki, toprak otlanacak ot, meyve
taşan ağaçlar versin ve gelin hep birlikte konuşalım,”^ diyor Rab, gökkubbede
ışıklar olsun ve yeryüzünü aydınlatabilsinler diye. Zengin adam sorar Bilge
Öğretmenine,[726] [727]
[728] ebedi bir yaşamı hak etmek
için ne yapması gerektiğini. Adam Öğretmeninin sıradan bir insan olduğunu
sanıyordu, daha ötesini düşünemiyordu -oysa Öğretmeni Tanrı’ydı, dolayısıyla
bilgeydi-neyse, Bilge Öğretmen ona der ki: ‘Böyle bir yaşama katılmak istiyorsan
emirleri muntazaman yerine getir, kendini kötülüklerin acı tadından uzak tut, can
alma, zina işleme, çalma, yalancı tanıklık etme ki, kuru toprak görünsün ve hem
annenin hem babanın hayır duasını al, hem de komşunun sevgisini kazan.' Bunun
üzerine adam, ‘Ama ben bu dediklerinin hepsini yaptım. Mademki toprağım
bereketli, bunca diken de neyin nesi?' ‘Git hadi,' der Öğretmen, ‘git de şu
hırsının dikenli çalılıklarım yol önce, sat neyin var neyin yoksa, göklerde bir
hazine kazanmak için fakire ver, ver ki meyvelerle clonan; Rabbin yolundan git,
mükemmel olmak isliyorsan eğer, bilgeliğiyle konuştuğu insanların arasına
katıl, çünkü O bilir kimin güne, kimin geceye ait olduğunu, sen de bir gün
bileceksin bunu. Çünkü senin ışıkların gökkubbecle yaratılıyor, ama senin
kalbin orada olmadıkça bunun olması mümkün değil; bunun olması mümkün değil,
Bilge Öğretmeninden işittiğin gibi senin hazinen orada olmadıkça.’[729]
Ama kıraç toprak[730]
çok üzüldü ve dikenler boğdu Öğretmenin sözünü.[731]
25.
Size gelince, ey seçkin soy,
dünyanın en zayılları; Rabbin yoluna girebilmek için her şeyden vazgeçenler,
gidin Onun peşinden, utandırın şu güçlüleri, gidin Onun peşinden, ey ışıklı
ayaklar, yakın kandillerinizi o gökkubbede, yakın ki gökler anlatsın Onun
yüceliğini; henüz melek olmamışlarsa da o mükemmel ruhların ışığını ayırın,
umutlarını yitirmemiş olsalar da henüz daha çocuk olan o ruhların
karanlığından. Yakın kandillerinizi bütün yeryüzüne, güneş ışığıyla parlayan
gün söylesin bilgeliğin sözünü güne, ay ışığıyla parıldayan geceyse bildirsin
ilmin sözünü geceye. Ay ve yıldızlar geceleyin parlar, gece de onları
karartmaz, çünkü gecenin ışıyabileceği kadar ışığı ona
İtiraflar
bunlar sunar.
Tanrı, “Gökkubbede ışıklar olsun” dediğinde[732] [733]
[734]
sanki gökten bir ses duyuldu, sanırsın şiddetli bir fırtına koptu; çatallı
diller belirdi aniden birer ateş misali ve her birinin üzerine indi;1 2
işte gökkubbede Yaşamın Sözünü taşıyan ışıklar böyle oluştu.1113
Haydi öyleyse koşun, dağılın dört bir yana, ey kutsal ateşler, güzelliğin
ışıkları. Çünkü siz dünyanın ışıklarısınız, kile altında değilsiniz[735]
Siz yükseldiniz, çünkü Ona kenetlendiniz, O da sizi yükseltti. Haydi koşun, dağılın,
bütün halklara tanıtın kendinizi.
20.
BÖLÜM
Yaratılış
Kitabı (1.20): “Sular dolup taşsın, vd." Kıvrıla kıvrıla
giden canlıların anlamı; kuşların anlamı. [736] [737]
[738]
26.
Deniz de gebe kalsın, ve
senin eserlerini doğursun; sular kıvrıla kıvrıla giden canlı yaratıklarla dolup
taşsın.ı06 Çünkü sizler değerli olanı değersiz olandan ayırt etmekle
Tanrı’nın sözcüleri oldunuz;^7
Tanrı sizin aracılı ğınızla ne diyor
bakın: ‘Sular, toprağın besleyeceği canlı yaratıklar doğurmasın sadece, kıvrıla
kıvrıla giden canlı yaratıklar da doğursun, yeryüzünün üstünde uçuşan kanatlı
yaratıklar da.’ Senin azizlerinin yaptığı işler sayesinde, ey Tanrı, senin
gizemlerin dünyanı n ayartıcı dalgalarının ortasından süzüldü kıvrıla kıvrıla,
senin admla vaftiz olup yıkansınlar diye yeryüzünde yaşayan halklar. Dahası
koskoca ve mucizevi canlılar da meydana geldi,1 08 koskoca deniz canavarları
gibi.109 Çünkü senin habercilerinin sözleri Kitabının gök-
kubbesi altında bütün yeryüzünde uçuştu, çünkü bu Kitaptan habercilerin
sorumlu kılındı, onlar da bu Kitabın yetkesi altında gittikleri her yere
kanatlanarak gitti. Seslerini duyurmadıkları ne bir dil kaldı, ne de bir vaaz;
onların sedalarıyla çınladı yeryüzünün dön bir yanı, sözleri yankılandı ta
dünyanın en son sınırında. Çünkü sen, ya Rab, onların sözlerini kutsadın ve bu
sözleri çoğalttın.
27. Yanlış mı konuşuyorum, gökkubbeye ait gerçeklerin apaçık
bilgisini dalgalı denizde 1,0 ve gökkubbenin allında gerçekleşen
maddi işlerle mi karıştırıyorum, bunları birbirinden ayın edemiyor muyum?
Hayır, çünkü bilgisi tözsel ve tanımlanmış gerçeklikler var, soyların
tekamülüyle çoğalmaz bu bilgiler, örneğin bilgeliğin ve bilimin ışıklan
böyledir.ı 1 1 Bu gerçeklikler değişmez, sadece
maddi alem de cisim halini alırken artar ve çeşitlenir; senin lütfun
sayesinde, ey Tanrı, bir şey başka bir şeyi doğurarak çoğalır. Çünkü sen
duyularımızın zayıflığını öyle iyi telafi ediyorsun ki, zihnimizle herhangi bir
şeyin bilgisine erdiğimi zde cisimlerin hareketlerinden anlamlar çıkarıp bu
bilgiyi çok [739] [740]
[741] [742]
değişik
şekillerde simgeleştirebiliyor ve ifade edebiliyoruz. Evet, sular bu cisimleri
doğurdu, ama senin Sözün sayesinde. Bu cisimler senin ezeli ve ebedi hakikatine
gözlerini yuman halkların ihtiyaçlarını karşılamaları için doğdular, tabii
senin Müjden sayesinde. Evet, bu cisimler sulardan doğdu, ama onların acı
hastalığı senin Sözün sayesinde bu cisimlerin doğmasına neden oldu. [743]
[744]
[745]
28.
Her şey güzel, çünkü onları
sen yarattın, ama her şeyi yaratan sen tarif edilemeyecek kadar güzelsin. Adem
senden uzaklaşıp da düşmemiş olsaydı, onun dölünden şu tuzlu deniz suyu
akmamış olacaktı, şu insan soyu, yani şu derin meraklılık, şu fırtınalarla
kabaran de- niz,n’şu durduğu yerde duramayan akış. Hiç gerek
kalmayacaktı, havarilerinin onca suyun ortasında hem maddi hem manevi işler
yapacağım diye uğraşmasına, gerek kalmayacaktı gizemli işlere, sözlere. İşte
kıvrıla kıvrıla giden yaratıklardan, kanatlı yaratıklardan benim anladığım
bunlar.1,4 Çünkü insanoğlu bir kere Hıristiyan öğretisiyle donandıktan,
sırlara erdikten ve maddi kutsallıklara bağımlı hale geldikten sonra, manevi
âlemde ruhunu başka bir seviyede yaşayacak hale getirmedikçe, sırlı ayinlerin
ötesindeki sözlere ermedikçe ve mükemmel-
AUGUSTİNUS
leşmeye yoğunlaşmadıkça daha fazla ilerleyemezi!5
21.
BÖLÜM
Yaratılış
Kitabı (1.24): “Yeryüzü canlı yaratıklar doğursun,
vd."116
29.
Bu yüzden senin Sözün
sayesinde sadece derin deniz değil, o acı sulardan ayrılan toprak da'ı? hem
sürünen hem de uçan yaratıklar doğurdu, bir de canlı bir ruh.'ı s Çünkü bu
ruhun günahkârlar için elzem olan, yani sularla kaplı olduğu zamanlarda olduğu
gibi vaftize ihtiyacı yoklu. Bizimse senin tayin elliğin şekilde vaftiz
olmadıkça Göğün Krallığına başka türlü girecek kapımız yok.1 ly
Oysa bu ruh iman etmesini sağlayacak öyle mucizeler falan hiç beklemiyor; bir
lakım be- [746] [747]
lirtiler,
harikalar görmedikçe inanmamazlık etmiyor[748]
[749]
Çünkü artık yeryüzü iman ederek, iman etmediği için sulan acılaşan denizden ayrıldı.
Diler inanmayanlara bir işarettir, inananlara değil Bu yüzden suların üzerine
yerleştirdiğin karanın, Sözün uyarınca suların yarattığı türde kanatlı
yaratıklara artık ihtiyacı kalmamıştı. Gönder elçilerini, Sözünü iletsinler
dünyaya. Çünkü biz ancak onların yarattığı eserler hakkında konuşabiliyoruz,
ama onların bu eserleri yaratmasına sebep olan sensin ve onlar bu yüzden
yaşayan bir ruhu dünyaya getirebiliyorlar. Evet, bu ruhu doğuran topraktır,
çünkü toprak bu ruhun doğumuna neden oldu, tıpkı suların kıvrıla kıvrıla giden
canlı yaratıklar ve gökkubbenin altında uçuşan yaratıkların doğumuna neden
olması gibi. [750]
Ama artık toprağın bunlara ihtiyacı yok, her ne kadar denizden çıkan Balığı,
inananların gözü önünde hazırladığın sofrada yiyorsa da.121 Zaten bu
Balık kuru toprağı beslesin diye denizden çıkarıldı.
Kuşlar da
denizlerin ürünleriydi, ama onlar da toprak da çoğaldı. Çünkü insanların
inançsız olması Müjdeyi yayanların ilkin vaaz vermelerini gerekli kıldı, ama
öğretikleriyle ve işledikleri sevaplarla insanlarda imanı körüklediler ve
günden güne çoğalttılar. Buna karşın canlı ruhun kökeni topraktaydı ve sadece
vaftiz olanların haynnaydı, O bu insanları dünyevi sevgilerden uzak tutacaktı
ki, onların ruhları senin için yaşasın, yoksa dünyevi hazlarla, ah o öldürücü
hazlarla yaşarken hepsi birer ölüydü; çünkü saf yüreklere can katan haz
sensin.
30.
O halde izin ver, elçilerin
dünyada işlerini görsün, ama öyle inançsızlığın sularında gördükleri gibi
değil, yani seni mucizelerle, gizli ayinlerle ve gizemli dualarla tanıtarak ya
da vaaz ederek değil. Bunlar ancak cehaletin, yani gizli simgelerin yarattığı
korkudan doğan hayretin anasının dikkatini çekebilir. Seni unutan, senin
suretinden saklanan ve uçurum halini alan Adem oğulları ancak bu kapılardan
irnaıı yoluna girebilir. Artık izin ver, ver ki elçilerin, girdaplarla engin
sulardan ayrılan kuru toprakta işlerini görür gibi görsünler. Sürdürdükleri
yaşamlarıyla imaıılı insanlara örnek olsunlar ve onları kendileri gibi
yaşamaya davet etsinler. Çünkü bu şekilde insanlar onları sadece işitmekle
kalmaz, onların yaptıklarını yapmak için işitirler. Tanrı’yı arayın, ruhunuz
yaşayacak, 1 24 öyle ki toprağınız can lı ruh doğuracak; bu dünyaya
kapılmayın, kendinizi ondan sakıııın. Ondan uzak durulursa, ruh yaşar, ona
heveslenirse ölür. Kibirden, o vahşi ilkellikten [751] [752]
uzak durun, şehvetin uyuşturucu hazzından uzak durun, adına bilgi denen
sahtelikten uzak durun, uzak durun ki vahşi hayvanlar uysallaşsın, davarlar
boyunduruğa vurulsun, sürüngenler zararsız hale getirilsin. Çünkü bu
yaratıklar ruhun dürtülerinin göstergeleridir. Ama kibrin kendini beğenmişliği,
şehvetin hazzı ve meraklılığın zehri ölü bir ruhun dürtüleridir, çünkü ruhun
ölümü bülün dürtülerin sona ermesi anlamına gelmez, ruh Yaşam Pınarından
ayrıldıkça ölür; dünyanın gelip geçiciliğiyle sürüklenip gider ve kendini
tamamen ona teslim eder.
31.
Oysa senin Sözün, ey Tanrı, ezeli ve ebecli
yaşamın kaynağıdır ve bu kaynak hiç t ükennıez. işte bu yüzden Sözünk o
kaynaktan ayrılmamızı yasaklıyorsun, bir yandan da şöyle diyorsun bize: Bu dünyaya
kapılmayın ki, toprağınız Yaşam Pınarıyla canlı bir ruh doğursun. Senin
habercilerin aracılığıyla duyurduğun Sözünle, ruhlar İsa’nı örnek alanları
örnek alarak kendine hakim oluyor. “Her biri kendi türüne göre” sözündeki
anlam bu işte,ı2" çünkü bir insan kendisine ancak
arkadaşını örnek alabilir; Havarin 126 söyle der: Benim
gibi olun, çünkü ben sizler gibiyim.ı[753] Canlı
bir ruh işte böyle yaptığı takdirde vahşi hayvanların davr anışları da
uysallaşır, iyi olurlar. Çünkü sen bize şöyle buyurdun: Yapacağınız işi
kibarca yapın, herkes tarafından sevilirsiniz. 128
Davar da iyi olur eğer yiyeceği kadar yer, gereğinden fazlasını yemezse.
Sürüngenler de iyi olur, zarar vermez, tehlike yaratmaz, sadece kendilerini
korumak için tedbirli davranırlar ve sadece gerektiği kadarıyla ölümlü doğayı
keşfederler, o da yarattıkların aracı
lığıyla
bildiğimiz ebediyeti yeterince seyretmemize olanak tanımak için. Çünkü bu
hayvanlar kendilerini ölüme götüren yollardan uzak durduklarında aklm
hizmetkârları olurlar, yaşarlar ve iyi olurlar.
22. BÖLÜM
Yaratılış Kitabının "İnsanı
suretimizde yaratalım, vd” ile
başlayan satırı (1.26). Ruhun ıslahı. 129
32. İşte bak, Rab Tanrımız, YaraLicımız, kötü yaşayarak ölümümüze
neden olan tutkular şu dünya aşkından kendilerini uzak Lu tunca ve iyi
yaşayarak özümüzdeki canlı ruha hayaL vermeye başlayınca, Havarine söyletLiğin
şu sözün gerçekleşmiş olacak: “Bu dünyaya kapılmayın.” Bunun lıenıcn ardından
eklediğin sözün de yerine oturacak sonra, çünkü şöyle dem işsin: “Ruh un uzu
ıslah ederek ıslah olun.”[754] [755]
s0 şu var ki, “kendi cinsinize göre”
dememişsin, yani bize yol göstereni kendimize örnek almamızı ya da daha iyi
birisinin hakimiyetinde yaşamamızı ima etmemişsin. L:vet, sen şöyle demedin:
“İnsan kendi cinsine göre olsun.” Bunun yerine şöyle dedin: “İnsanı bizim
surelimizde ve bize benzer yarattık.” Böyle d ed i n, çünkü iradenin n e
olduğun u tanıtlamak istedin. Bu yüzden seni muştulayarak evlatlarına babalık
eden, onların asla küçük birer çocuk olarak kalmalarına izin vermeyen ve onları
sütüyle besleyip bir ana selkatiyle sarıp sarmalayan elçin, “Islah olun, “dedi,
“zihi n l e rinizi ıslah edip, Tanrı'nın iradesinin ne olduğunu anlamak için,
o iyiliğin, o yüce mutluluğun, o mükemmelin ne olduğunu anlamak için ıslah
olun.” Demek ki sen bu yüzden, “İnsan olsun” demiyorsun, “İnsanı yaratalım”
diyorsun, bu yüzden, “İnsanı kendi cinsine göre yaratalım” demiyorsun, “onu
kendi suretimizde ve kendimize benzer yaratalım,” diyorsun. Çünkü insan
zihinsel olarak ıslah olduğunda, senin Hakikatini görüp kavradığında, kendisine
örnek alacağı bir insanın kılavuzluğuna ihtiyacı kalmayacak, senin kılavuzluğunda
kendi kendine senin İradenin ne olduğunu, o iyiliğin, o yüce mutluluğun, o
mükemmelin ne olduğunu tanıtlayacak; ve bu yetiyi elde ettiğinde sen ona
Birlikteki Üçlü’yü ya da Üçlü’deki Birliği nasıl anlayacağını öğreteceksin.
Demek ki bu yüzden çoğul olarak, “İnsanı yaratalım” deniyor, ama hemen
ardından tekil olarak, “Tanrı insanı yarattı,” deniyor. tik ifadede çoğul
olarak, “bizim suretimizde" denirken, ikinci ifade de tekil olarak,
“Tanrı’nın suretinde” deniyor. O halde insan, kendisini yaratan Tanrı’nın
suretinde Tanrı’nın bilgisine ererek ıslah oluyor.13J Ruhani
bir varlık olarak yaratıldığından dolayı da her şeyi, tabii yargılanması
gereken her şeyi, yargılayabiliyor, ama hiç kimse tarafından yargılanmıyor. '32
23. BÖLÜM
Yaratılış
Kitabı (1.26): “Denizdeki balıklara hakim olsun, vd."
Bir Hıristiyanın yargıda
bulunabileceği konular.
33.
“İnsan her şeyi yargılar”
ifadesi, insan denizdeki balığa, havadaki kuşa, yeryüzündeki bütün evcil ve
yabani hayvanlara, bütün toprağa ve toprakta sürünen bütün sürüngenlere
hakimdir anlamına ge- [756]
[757]
lı r. 133 insan bu
hakimi yeli ani ama yeti sı y1 e[758] sağl ar, anlama yelisi
sayesinde Tanrı’nın Ruhunun gerçeklerini algılar. Tersi olsaydı, kendisi ■ ne bahşedilen
onurlu mevkiye rağmen insan anlayıştan yoksun kalacaktı; akıldan yoksun
hayvanlarla kıyaslanacak, onlardan bir farkı olmayacaktı. ı 5>
Bu yüzden senin Kilisenin, Tanrımız, senin inayetinle bahşettiğin ruhani
anlamda yargılama hakkı var, çünkü biz senin hayırlı işlerini gerçekleştirmek
üzere senin suretinde yaratıldık. Bu hakka sadece Kilisenin ruhani başkanları
sahip değil, bu başkanlara ruhani olarak tabi olan hazırun da sahip. Çünkü sen
insanları erkek ve kadın olarak yarattın, senin ruhani inayetinde herkes
birbirine eşit, bu yüzden erkek ve kadın arasında cinsiyet farkı yok, tıpkı
Yahudi, Yunan, köle ya da özgür arasında bir fark olmaması gibi. Demek ki ruhani
insanların, ister Kiliseye başkanlık etsinler, isterse başkanlara itaat
etsinler, hepsinin ruhani anlamda yargılama hakları var.ı!6 Yine de
gökkubbedeki ışıkları, yani ruhani gerçekleri yargılayamazlar, çünkü böyle yüce
bir yetkeyi yargılamak onlara düşmez. Senin Kitabını da yargılayamazlar,
üstelik o Kitapta bazı noktalar karanlıkta kalmış olsa bile. Biz bütün anlama
gücümüzü o Kitaba teslim etmişiz, bizim algımıza kapalı olan kısımlarından
hile eminiz, bunların uygun ve doğru şekilde aktarılmış olduğundan eminiz.
Ruhani olan ve Yaratıcısının suretine benzerliğinden dolayı Tanrı’nın bilgisine
erip ıslah olmuş insan bile sadece Yasa'nın uygulayıcısıdır, onun hakimi
değil. Kaldı ki
insanlar arasında kimin ruhani, kimin dünyevi olduğuna da
karar veremez. Bu ayrım ancak senin katında anlaşılır. Bize insanların yaptığı
işler henüz gösterilmedi ki, onları verdikleri meyvelerden tanıyalım.^ Ama
sen, ya Rab, onları tanıdığından onları ayırdın ve gökkub- ben yaratılmadan
önce onları çağırdın. Ruhani insan bu dünyanın fırtınalarına uğramış insanlar
hakkında yargıda bulunamaz. Çünkü insan dışardakileri nasıl yargılayabilir,
kimin dünyadan gelip ele senin inayetinin tatlı alemine girdiğini, kimin hâlâ
imansızlığın acı tadını tatmakta olduğunu bilemeyeceğine göre?
34. İşte bu yüzden kendi suretinde yarattığın insanın ne göğün
ışıklarına hakim olma yetkisi var, ne de gözüyle göremediği gökyüzüne, ne
gökyüzünden, önce yarattığın gündüze, ne geceye, ne de bir araya toplanan
sulara ya da denize; sadece denizdeki balıklara, havadaki kuşlara, bütün
hayvanlara, bütün toprağa ve toprakta sürünen bütün sürüngenlere hakim olma
yetkisi var. Insan doğru olanı beğenip onaylar, yanlış gördüğünü onaylamaz. Ya
merhamet edip suların tam ortasından bulup çıkardığın insanların sırlara erdiği
o kutsal ayinlerde uyguluyor bu yetkisini, ya iman sahibi dünyanın besini
olsun diye denizden çıkartılan o Balık ikram edildiğinde kutlanan o ayinde ya
da Kitabının yetkesine tabi olan kelimeler ve ifadelerle vaaz verdiğinde, yani
göğün altında uçan kuşlar misali. Senin öğretini açıklayabilir, yorumlayabilir,
tartışabilir, tartışmaya açabilir; seni övebilir ve senden yardım dileyebilir;
dilinden dökülen kelimelerin insanların karşılık verebileceği ve “Amen” diye
haykırabilecekleri bir anlamı olabilir. Söylediği bu sözler kulakların
işitebileceği yüksek sesle söylenmek zo- [759]
[760]
AUGUSTİNUS
randaysa,
bunun nedeni dünyanın derin bir deniz, bedenin de kör olmasıdır. İnsanlar
gerçekleri göremez, bu yüzden kulaklarda çınlaması şart. Demek ki kuşlar
yeryüzünde ürey ip çoğalsa da kökenieri sular - da. Ruhani insan imanla yapılan
işlerde, davranış tarzlarında, toprağın verdiği ürünleri andıran zekatlarda
doğru gördüğünü beğenerek ve yanlış gördüğünü kınayarak da yargıda bulunabilir.
İffetle, oruç tutarak, bedensel duyularıyla algıladığı şeyler üzerine huşu
içinde tefekküre dalarak tutkularına gem vurmayı öğrenen ve yaşamaya başlayan
ruh hakkında da yargıda bulunabilir. Kısacası, demem o ki, düzeltebileceği her
şey hakkında yargıda bulunabilir.
24.
BÖLÜM
Yaratılış
Kitabı (1.28): “Tanrı onları, 'Çoğalın, vd'
diyerek kutsadı." ı39
35.
Ama şu cümlenin anlamı ne,
nasıl bir sır saklıyor içinde? Bak kutsuyorsun insanları, ya Rab, çoğalsınlar,
artsınlar ve yeryüzünü doldursunlar diye. Bundan bir şeyler çıkarabilmemiz
için hiç mi ipucu vermiyorsun yani bize? Peki niçin aynı şekilde kutsamadın gün
dediğin ışığı, gökkubbeyi, göksel ışıkları, yıldızlan, toprağı, denizi? Sana
ancak şunu söyleyebilirim, bizi kendi suretinde yaratan Tanrımız, sen aynı
şekilde balıkları ve balinaları çoğalsınlar, artsınlar ve denizin sularını
doldursunlar diye kutsamanıışsan, kuşları da yeryüzünü doldursunlar diye
kutsamamışsan, sana ancak şunu söyleyebilirim ki, sen [761]
özellikle
insanı kutsayarak ona cömert bir armağan bahşetmek istemişsin. Ağaçlara da,
bitkilere de, yeryüzündeki hayvanlara da aynı armağanın bahşedilmiş olduğunu
anlasaydım sözlerinden, kutsanmanın çoğalarak artan bütün canlılara özel
olduğunu söyleyebilirdim. Ama ne bitkilere, ne ağaçlara, ne hayvanlara ne de
sürüngenlere “üreyin, çoğalın” denmemiş, üstelik bütün bu canlılar da tıpkı
balıklar, kuşlar ve insanlar gibi çoğalarak arttıkları ve türlerini korudukları
halde.
36. Öyleyse ne demem gerekiyor, ey Nurum, ey Hakikat? Bunda özel bir
anlam yok, öylesine söylenmiş bir laf ını bu yani/ Hayır, asla, ey Hürmetin
Babası, böyle bir şey söylemek senin kulunun aklına bile gelmemeli. Ben bu
sözle ne kastettiğini anlamıyorsam daha iyi yorumcular, yani benden daha zeki,
olanlar, her birine bahşettiğin anlama yetilerinin elverdiği ölçüde buna daha
iyi bir açıklama getirsinler. Ama benim şu yorumum da senin katında kabul
görsün, çünkü ben bu yorumu yaparken, ya Rab, senin bu sözü boş yere
söylemediğine inandığımı itiraf ediyorum ve metindeki sözünü okuduğumda aklıma
gelen düşünceyi de söylemeden geçmek istemiyorum. Çünkü doğru bir düşünce
benimki, üstelik senin Kitabındaki mecaz sözleri böyle yorumlamamda bir
sakınca olmayacağına da inanıyorum. Çünkü bir şekilde zihnimizde yakaladığımız anlamı
somut olarak pek çok şekilde açıklayabileceğimizi biliyorum, somut olarak bir
şekilde açıklayabileceğimiz bir anlamın da zihnimizde pek çok şekilde
yorumlanabileceğini. Tanrı sevgisi ve komşumuza duyduğumuz sevgi ne kadar
basittir mesela, ama somut olarak ne çok sembolle, ne çok üslupla ve her bir
üslupta- da ne çok deyişle ifade edilir! Sudaki yaratıklar da işte böyle
çoğalır ve artar. Tekrar dikkat et okur ne okuduğuna; işte bak Kutsal Kitap,
“Başlangıçta Tanrı göğü ve yeri yarattı” derken doğruyu bize bir tek şekilde
sunuyor, kullandığı üslup da bunu tek bir şekilde ifade ediyor.
AUGUSTİNUS
Ama bu ifade
pek çok şekilde yorumlanmıyor mu, yanıltmaksızın, ha ta yapmaksızın; bütün
yorumların hepsi kendine göre doğru değil mil lşte insan soyu da böyle çoğalıyor
ve artıyor.
37. O hald.e varlıkların doğasını mecazi olarak değil de düz anla
mıyla düşünürsek, tohumdan doğan her şey, “Üreyin ve çoğalın,” si zünün
muhatabı kılınır. Ama metni mecazi anlamda inceleyecek olur sak -ki bana göre,
Kutsal Kitap bu niyetle kaleme alınmış, çünkü kuı samanın sadece denizdeki
yaratıklarla ve insan soyuyla ilişkilendiril ■ ınesi
rastlantısal olamaz- işte o zaman mccazi olarak gök ve yer şek ■ linde
betimlenmiş ruhani ve maddi varlıklardaki çokluğu görebiliriz; aym şekilde, ışık
ve karanlık olarak betimlenmiş dürüst ve dürüst olmayan ruhlardakini de; su
ilc suyun arasına sağlam şekilde yerleştirilen bir gökkubbcı40
olarak betimlenen, Tanrt’nm Yasasını bize bildirmekle görevlendirilmiş kutsal
yazarlardakini de; deniz olarak betimlenen, iman etmediğinden acı bir yaşam
süren insan topluluğundakini de; kuru toprak olarak betimlenen, dindar ruhların
azınindekini de; tohumlu bitkiler ve meyve veren ağaçlar olarak betimlenen, şu
anki yaşamda gerçekleştirilen hayırlı işlerdekini de; gökkubbedeki ışıklar
olarak betimlenen, ıslah edilmemize yönelik bize açıklanmış olan ruhani
armağanlardakini de; canlı ruh olarak betimlenen, nefse hakimiyetle denetim
altına alınmış tutkulardakini de. İşte biz bütün bunlarda çoklukla, bollukla ve
çoğalmayla karşılaşıyoruz. Ama çoğalacak ve artacak olan şeyi, ancak somut
olarak açıklanan simgelerle ve zihinsel olarak algılanan kavramlarla
keşfediyoruz, çünkü tek bir doğru birçok şekilde ifade edilebiliyor ve tek bir
ifade pek çok şekilde doğrulanabiliyor. Suların çoğalıp artması somut
simgelerle açıklanmak zorunda, [762]
çünkü biz
bedenimizin derin deniziyle sarılmışız, keza insanların çoğalıp artmasını da
zihinsel alemdeki kavramlarla anlayabiliyoruz, o da verimli bir akla sahip
olduğumuzdan. Işte bu yüzden senin hem sulara hem de insanlara çoğalıp artın
dediğine inanıyorum, ya Rab. Bu kutsamayla bize tek bir şekilde anladığımız
şeyleri pek çok şekilde açıklayabilme ve örtülü olarak tek bir şekilde
yazıldığını gördüğümüz şeyleri de pek çok şekilde anlayabilme olanağı ve yetisi
bahşetmiş olduğunu düşünüyorum. Böylece denizin sulan doluyor, çünkü bu sular
değişik simgeler olmadan hareket etmiyor;141 aynı şekilde
toprak da insan soyuyla doluyor, çünkü onun kuruluğu insanın hevesinden ve
aklın toprağa hakimiyetinde görünür kılınıyor.
25.
BÖLÜM
Yaratılış
Kitabı (1.29): "İşte, yeryüzündeki her otu size gıda
olarak verdim, vd."143
38.
Kutsal Kitabının bundan
sonraki sözünün de bana ne gibi bir anlam çağrıştırdığını söylemek isterim, ya
Rab; söyleyeceğim de, çünkü korkmuyorum. O sözlerde görmemi istediğin anlamı
bana esinlediğine göre, yaptığım yorum da doğru olacaktır. Senden başkası bana
bunları esinleseydi, doğru bir yorum getireceğime inanmazdım, çünkü sen
Hakikatsin, insanlarsa birer yalancı.ı44 İşte bu yüzden yalan [763] [764]
[765] [766]
söyleyen aslında kendi doğasına uygun
olarak konuşur. Öyleyse do)l, ru konuşmam için senin doğana uygun konuşmamı
bahşet. İşte bak, sen toprağın üstüne ekili ve tohum veren her bitkiyi, tohumu
meyve sinde olan her ağacı bize yiyecek olarak sundun. Sadece bize değil ,
gökte uçuşan her kuşa, karada gezinen her hayvana ve sürüngene de, ama bu
yiyeceği balıklara ya da balinalara sunmadın. Toprağın verdiği bu meyvelerin,
mecazi anlamda yorumladığımızda, senin merhameti nin eserleri olarak
anlaşılması gerektiğini söylemiştik, çünkü bu ya şantımızın temel ihtiyaçlarını
bereketli topraktan elde ediyoruz. Diiıi bütün bir adam olan Onesiphorus’un da
toprağı böyle bereketli bir topraktı ve sen onun bütün ailesine merhametini
bağışladın, çünkü bu adam hep Paulus'un içini ferahlattı ve onun zincire
vurulmuş olmasın dan hiç utanmadı. 145 Diğer kardeşleri de
aynı şekilde davrandılar, aynı şekilde meyve verdiler ve Makedonya’dan gelip
bütün ihtiyaçlarını karşıladılar. [767]
[768] [769]
[770] Ama bazı ağaçlar vardı ki,
Paulus’u nasıl da üzdüler, çünkü meyve verip ona olan borçlarını ödemediler.
Şöyle der Paulus: “lik duruşmamda kimse benden yana olmadı, herkes beni terk
etti; yine de bunun hesabı onlara sorulmasın.”^ Tanrısal sırlara erip ruhsal
öğretiyi bize aktarmakla görevlendirilen azizlere gıdalarını vermemiz
boynumuzun borcu; insan oldukları için bizim bu borcu onlara ödememiz gerekir.
Öte yandan canlı bir ruh olduklan için de onlara bu borcu ödemeliyiz, çünkü onlar her
şeyden el ayak çekerek bize nefse hakimiyet konusunda örnek oldular. Dahası,
kanatlı varlıklar oldukları için onlara bu borcu ödemeliyiz, çünkü sayelerinde
yeryüzüne hayır duaları yağıyor, çünkü onların sesleri dünyanın dört bir yanına
dağılıyor ı48
26.
BÖLÜM
Komşumuza yaptığımız iyilikten
doğan haz ve yarar.
39. Bu yiyeceklerle mutlu olanlar bu yiyeceklerle beslenir; ama
tanrı diye midelerine tapanları-» bu yiyeceklerden aynı mutluluğu alamaz. Bu
yiyecekleri verenlere gelince, onların dereceği meyveler verdiklerinde değil,
niyetlerinde gizlidir. Bu yüzden, kendisini midesine değil de Tanrı’nın yoluna
adamış o Havarinin niçin sevindiğini çok iyi anlıyorum ve onun sevincine
yürekten katılıyorum. Evet, Philippili- lerin1’0
Epaphroditus aracılığıyla kendisine yolladıkları armağanları aldı; ama ben onun
sevincinin kaynağını görüyorum. Çünkü onun sevincinin asıl kaynağı onu
besleyen kaynaktır, zaten şu sözleriyle bu hakiki kaynağı kendisi bize
açıklıyor ve diyor ki, “Tanrı adına öyle büyük bir sevinç duydum ki, işte
sonunda benim için kaygılanarak bir anlık da olsa canlandınız, aslında hep
kaygı duyuyordunuz; ama bir bitkinlik vardı üzerinizde.”ı5ı Philippililer
bitkinlikten uzun süredir miskin haldeydi, sararıp solmuşlardı ve hayırlı işler
yapıp meyve yetiş- [771]
[772]
[773]
AUGUSTİNUS
tirememişlerdi. İşte Paulus onlar için
sevinir, onlar yeniden canlandı lar diye sevinir; ihtiyacını karşıladıkları
içindir bu sevinç, kendisi içiıı değil. Çünkü sözlerini şöyle sürdürür: “Hiçbir
şeyim yok diyemem, çünkü ben her durumda elimdekiyle yetinmeyi öğrendim. Yokluk
nedir bilirim, bolluk nedir bilirim; her koşulda, her şekilde yaşamın sırrına
erdim, ister tok olayım, ister aç, ister bolluk içinde olayım, isterse yokluk.
Onun bana verdiği güçle her şeyin üstesinden gelebilirim.’^52
40.
Öyleyse nereden
kaynaklanıyor bu sevincin, ey büyük Paulus? Nereden kaynaklanıyor bu sevincin,
nereden besleniyorsun, seni Yaratanın suretinde Tanrı’nın bilgisine ermiş ey
yeniden doğan insan, ey nefse hakimiyetin timsali canlı ruh, ey Tanrı'nın
sırlarını yayan kanatlı diP O yiyecek senin gibi ruhların hakkı. Nedir o
yiyecek, nedir seni besleyen yiyecek? Sevinç. Sözlerinin devamını da duymak
istiyorum: “Her şeye rağmen sıkıntılarımı benimle paylaşmakla iyi ettiniz.” ı 5>
İşte buradan kaynaklanıyor sevinci, buradan besleniyor, çünkü Philippili- lcr
hayırlı bir iş yaptılar; yoksa onun sıkıntısını dağıttılar diye sevinmiyor.
Sana şöyle diyor: Dara düştüğümde, içimi ferahlattın. 15-4
Çünkü senden güç aldı ve bu sayede bolluk içinde yaşamayı da, yokluk içinde
yaşamayı da öğrendi. “Siz de çok iyi bilirsiniz ki, ey Philippi- liler,” diyor,
Macedonia’dan gelip de Müjdeyi ilk kez vaaz etmeye başladığımda, sizin
dışınızda hiçbir Kilise benimle temas kurup karşılıklı yardımlaşmada bulunmadı.
Oysa siz, neye ihtiyacım olduysa Thessa- lonica'yaı5) gönderdiniz,
hem bir kere de değil, birçok kere.”ı5İS İşte [774]
[775] [776]
[777]
Philippililerin yeniden hayırlı işler
yapmaya başlamasına seviniyar Pa- ulus; bir tarlanın yeniden bereketlenmesi
gibi, onların da yeniden canlanması içini neşeyle dolduruyor.
41.
“Neye ihtiyacım olduysa
yolladınız dediğinde, kendi ihtiyaçlarının karşılanmasından dolayı mı
seviniyordu yani şimdi, sahiden de bu yüzden mi seviniyordu? Hayır, bu yüzden
sevinmiyordu. Nereden mi biliyoruz bunu? Çünkü Paulus şöyle devam ediyor
sözlerine: “Armağan peşinde değilim, ödül peşindeyim.”[778]
[779]'57
Send.en öğrendim, ey Tanrım, armağan ile ödül arasındaki farkı.
Armağan bu yaşamın temel ihtiyaçlarını paylaşan bir insanın verdiği bir nesne,
para gibi, yiyecek, içeçek gibi, elbise gibi ya da bir dam altı ya da destek
gibi. Ödül ise bağışta bulunanın iyi ve dürüst niyeti. Çünkü Bilge Öğretmenimiz
sadece “bir peygamberi kabul eden” dememiş, “bir peygamberi peygamber olduğu
için kabul eden” demiş. Sadece “dürüst bir adamı kabul eden” dememiş, “dürüst
bir adamı dürüst olduğu için kabul eden" demişi58 Çünkü ilki
peygambere yaraşan bir ödül alıyor, diğeri dürüst bir insana yaraşan bir ödül.
Dahası, sadece “bu küçüklerime bir kap soğuk su veren” dememiş, ‘'öğrencim
olduğu için” diye de eklemiş ve devam etmiş, “size söz veriyorum, ödülsüz
kalmayacak.” Demek ki armağan bir peygamberi kabul etmek, bir dürüst adamı
kabul etmek,
öğrenci olan
birine bir kap soğuk su vermek; ödülse o insanı peyganı ber olduğu için, dürüst
bir adam olduğu için, öğrenci olduğu için ka bul etmek. Dul kadının llyas’a
yiyecek vermesi bir ödüldü, çünkü ka dm onun Tanrının adamı olduğunu biliyordu
ve bu niyetle ona yiyecek vereli. ıw Ama bir karga ona yiyecek
verdiğinde bu bir armağandı. Çünkü bu yiyecekle llyas’m ruhu değil, bedeni
beslenmişti, çünkü peygamber de olsa yiyeceksiz kalırsa o da ölebilirdi. 160
27.
BÖLÜM
Balıklar ve
balinaların anlamı.
42. Bu yüzden senin huzurunda doğruyu söyleyeceğim, ya Rab;
balıkların ve balinaların, sırlara erme ayinlerini ve Tanrısal öğretiyi
edinımeıniş ve inançsız insanların sırlarını ermesi ve dine dönmeleri için
zorunlu olan mucizevi yaratılan simgelediğine inanıyoruz. Böyle insanlar senin
çocuklarını maddi anlamda yeniden canlanmak için kabul ettiklerinde ya da
yaşamlarının temel ih tiyaçları n dan birini karşılayıp onlara yardım
ettiklerinde neden böyle davranmaları gerektiğini bilmiyorlar ya da ne amaçla
böyle davranmaları gerektiğini. Onlar senin çocuklarım gerçek anlamda
beslemiyorlar, çocukların da onlar taralından gerçek an lam da beslenmiyor,
çünkü onlar bu işi kut sal ve dürüst bir niyetle yapmıyorlar, çocukların da
onların armağanlarından gerçek anlamda sevinç duymuyorlar, çünkü bu
armağanlarda herhangi bir ödül görmüyorlar. lşte bu yüzden balıklar ve
balinalar, denizin acı dalgalarından ayrılmış ve ayın edilmiş toprağın s un
duğu yiyecekle beslenmiyor. [780]
[781]
İTIRAFLAR
28.
BÖLÜM
Yaratılış
Kitabı 1.31: “Ve Tanrı bütün yarattıklarına baktı,
işte her şey âlâydı, vd."i6i
43.
Ve sen, ey Tanrı,
“yarattıklarına baktın ve işte her şey alaydı.” Evet, biz de onlara bakıyoruz
ve işte her şeyâlâ. Yarattığın her tür varlık için “olsun” dedin ve “oldular;”
sen tek tek her şeye baktın ve iyi olduğunu gördün. Saydım, Kutsal Kitap tam
yedi kez, senin yarattıklarının iyi olduğunu gördüğünü yazmış. Ama bir de
sekizincisi var, işte o an yarattığın her şeye baktın ve her şey sadece iyi
değil, alaydı, san ki her şeye aynı anda bakmıştın. Çünkü varlıklar tek tek
bakıldığında sadece iyi, hepsine aynı anda bakıldığında ise hem iyi, hem de
âlâydı. Cisimlerin güzelliği söz konusu olduğunda da aynı şey söylenir. Çünkü
kendisini oluşturan bütün parçaları güzel olan bir cisim tek tek her
parçasından çok daha güzeldir. Bu parçalar da ayrı ayrı güzeldir, ama onların
ahenkli bir şekilde bir araya gelişiyle bütün tamamlanır.
29.
BÖLÜM
Tanrı'nın
eserlerinin iyi olduğunu sekiz kez
görmesinin yorumu.
44.
Dikkatle inceledim, çünkü
eserlerinden hoşnut olduğun an onların iyi olduğunu yedi kez mi, yoksa sekiz
kez mi bakıp gördüğünü anlamak istedim. Ama senin bakışında hiçbir zaman
aralığı yakalayamadım ki, bununla yarattıklarına kaç kez baktığını
anlayabileyim ve [782]
şöyle dedim:
“Ah Rab, yoksa o Kutsal Kitabın hakiki değil mi, sen Hakiki olduğun halde ve
bu Kitap Hakikat’in eseri olduğu halde? Niçin bana senin bakışında zaman
aralığı olmadığını söylemiyorsun ve o Kitabın bana senin yarattıklarına tek
tek her gün baktığını ve iyi olduğunu gördüğünü söylüyor ve ben bu günleri
saydığımda senin kaç kez baktığını niçin anlayamıyorum? İşte bunu şimdi sen
söylüyorsun bana, çünkü sen benim Tanrımsın ve gürül gürül bir sesle kulunun
gönlündeki kulağa bunu sen söylüyorsun sağırlığımı yırtar atarcasına ve şöyle
haykırıyorsun: “Ey İnsan, Kutsal Kitabım ne demişse onu söyleyen benim, ama
Kitabın sözü zamana bağlı, ama benim Sözüme zaman qokunamaz, çünkü benim Sözüm
benim gibi ezeli ve ebedi. Sizin Ruhumla gördüklerinizi ben görüyorum, aynı
şekilde sizin Ruhumla söylediklerinizi ben söylüyorum. Ama sizin görüşün üz
zamanla sınırlı, benim görüşüm zamanla sınırlı değil, aynı şekilde sizin
söyledikleriniz zamanla sınırlı, benim söylediklerim zamanla sınırlı değil.”
30. BÖLÜM
Manicilerin hezeyanları.
45. Seni dinledim, Rab Tanrım ve senin Hakikatinden bal tatlısı bir
damla emdim ve anladım. Senin eserlerini beğenmeyen bazıları var; diyorlar ki,
bu eserlerin çoğunu zorunluluk sonucu yaratmak durumunda kalmışsın, örneğin
göklerin çatısını, yıldız kümelerini. Sen bunları kendi doğandan yaratmamışsın,
onları oluşturan öğeler başka bir yerde, başka bir maddeden yaratılmışlarmış
zaten, sen sadece bu öğeleri bir araya toplamış, birbirine eklemiş ve
dokumuşsun; düşmanlarını bozguna uğrattıktan sonra yapmışsın bütün bunları ve
dünyaya surlar örmüşsün ki, bozguna uğrattıkların inşa ettiğin bu yapı sayesin-
İTİRAF^LAR
de bir daha sana saldırmaya kalkmasın.
Diğer canlılara gelince, örneğin bütün cisimler, en miniciğine kadar bütün
canlılar ya da kökleriyle toprağa tutunan ne varsa, bunların hiçbirini sen
yaratmamışsın, hatta bunların öğelerini bir araya getirip birbirine
eklememişsin bile. Bunları düşman bir zihin, senin doğandan yaratılmayan ve
sana karşıt olan bir zihin, dünyanın alt kesiminde üretmiş ve biçimlemiş. Ancak
deliler böyle şeyler söyler, çünkü ancak onlar Ruhunun yardımıyla yarattığın
eserleri görmezler ve bu eserlerin özündeki seni tanımazlar.
31.
BÖLÜM
İmanlı insanlar Tanrı'nın hoşuna
gideni beğenir.
46.
Oysa Ruhun aracılığıyla
senin yarattıklarını gören insanlar, yarattıklarında seni görürler. Bu
nedenle, yarattıklarının iyi olduğunu gördüklerinde yarattıklarının iyi
olduğunu gören sensin; yarattığın her şey sırf senden kaynaklandığı için
hoşumuza gidince aslında yarattıklarının özündeki sen hoşumuza gidiyorsun.
Ruhun aracılığıyla bizi mutlu eden şeyler aslında bizim özümüzdeki seni mutlu
ediyor. Çünkü insanın düşüncesini kendi ruhundan başkası bilebilir mi? Aym
şekilde Tanrı’nın düşüncesini ele Tanrı’nın Ruhundan başkası bilemez. Bu yüzden
Paulus şöyle dedi: “Biz bu dünyanın ruhunu almadık, Tanrı'nın doğasından neşet
eden Ruhu aldık, Tanrı tarafından bize sunulan armağanları bilebilelim diye.”]62
Bunun üzerine şunu sormam söylendi: Öyleyse Tanrı tarafından bize sunulan
armağanları nasıl bilebiliyoruz? Şöyle bir yanıt geldi soruma: Tanrı’nın Ruhu
aracılığıyla bildiğimiz şeyleri bile aslında Tanrı'nın Ruhundan başkası
bilemez. Zaten bu yüzden Tanrı’nın Ruhu aracılığıyla konuşanlara, “Konuşan siz
değilsiniz" den-
ı62 Ep,stula, ad
Cormthios,
2.11-12.
miş, ne kadar
yerinde bir söz. Aynı şekilde Tanrı'nm Ruhuyla bilenlere de şöyle dense
yeridir: Bilen aslında siz değilsiniz. Bu yüzden Tan- rı’nın Ruhuyla görenlere
de, “Gören aslında siz değilsiniz” desek hiç de yanlış olmaz. Demek ki insanlar
Tanrı’nın Ruhu aracılığıyla varlıkların iyi olduğunu görüyorlarsa, bunların
iyi olduğunu gören kendileri değil de Tanrı aslında. O zaman, yukarıda
bahsettiğim şahıslar gibi, ı h3 insanın iyi olan bir şeyin kötü
olduğunu sanması çok farklı değerlendirilecek bir konu. Dahası, insanın iyi
gördüğüne iyi demesi de başka bir şey. Şöyle ki çoğu insan senin eserini iyi
olduğu için beğenir, ama bu eserde beğendikleri sen değilsin; çünkü aslında
onlar senin eserine seni aramak yerine, sadece mutlu olmak amacıyla bakar. Ama
çok daha başka bir şey var ki, o da bir insanın iyi olan bir şey gördüğünde,
iyi olanı kendi özündeki Tanrı’nın gördüğünü söylemesi. Yani Tanrı’nm yarattığı
eserde sevilmesi ve sadece bahşetmiş olduğu Ruh aracılığıyla sevilmesi. Çünkü
Tanrı aşkı kalplerimize bize bahşedilmiş olan Kulsal Ruh aracılığıyla
zerkedilirh'4 ve biz Kutsal Ruh sayesinde belli bir varlık
derecesindeki her şeyin iyi olduğunu görürüz, çünkü bu iyilik belli bir varlık
derecesinde olmayandan kaynaklanır, çünkü Tanrının kendisi mutlak varlıktır.
32.
BÖLÜM
Tanrı'nın eserlerini özetleyerek
anlatıyor.
47. Şükürler olsun sana, ya Rab! Göğü ve yeri görüyoruz, ister
bunlar maddi dünyanın üst ve alt kesimleri olmuş olsunlar, isterse ruhani ve
maddi alem; dünyanın tüm kütlesini ve yaratılan tüm düzeni [783] [784]
içeren bu
iki alemi süslemek için yaratılan ve onları karanlıklardan ayıran ışığı da
görüyoruz. Gökkubbeyi görüyoruz, ister yükseklerdeki ruhani sular ile
aşağılardaki maddi suların, yani dünyadaki ilk maddi varlığın arasına
yerleştirilmiş olsun bu gökkubbe, isterse havanın doldurduğu ve gök olarak
adlandırdığımız sadece şu mekân,ı6'5 yani buhar olup
yükselen ve bulutsuz gecelere bir çiy damlası olarak düşen sular ile ağırlaşıp
toprak üzerinden akıp giden sular arasındaki şu mekan; denizin havzalarında
biriken suların güzelliğini görüyoruz ve ister çıplak olsun, isterse göze
görünecek ve bir düzeni olacak şekilde biçimlenmiş olsun, kuru toprağı
görüyoruz, yani bitkilerin ve ağaçların anasını. Yukarıda pırıl pırıl parlayan
ışıkları görüyoruz, günü doyuran güneşi, geceyi avutan ayı ve yıldızları ve
bütün bu ışıklarla zamanın geçip gittiğinin işaret edilip bildirildiğini.
Nemli doğayı görüyoruz dört bir yanda, balıkların, dev hayvanların, kuşların
besin kaynağını, sulardan yükselen buharla yoğunlaşan havanın kuşların uçmasını
kolaylaştırdığını. Üstünde yaşayan hayvanlarla donanan toprağın yüzünü
görüyoruz ve insanı, senin suretinde ve sana benzer yaratılan, senin suretinde
ve sana benzer yaratıldığı için de, yani akıl ve anlayış yetisine sahip olduğu
için de akıl yoksunu tüm hayvanlardan üstün kılınan insanı; ve insanın ruhunda
iki öğenin olduğunu, bunlardan birinin karar verebildiği için hakimiyet gücüne
sahip olduğunu, diğerinin ise boyun eğen ve itaat eden bir öğe olduğunu, bu
yüzden maddi anlamda kadının erkek için yaratıldığını, ama zihinsel açıdan
çıkarım yapma gücüne sahip aklıyla erkekle kadının doğasının eşit olduğunu,
yine de bedeninin yaradılış özelliği bakımından erkek cinsiyetine bağlı
kılındığını görüyoruz; ve bu bağlılığın, doğal dürtülerin doğru eylem- [785]
lerde bulunması için aklın çıkarım yetisine ve kıvraklığına tabi olmasına
benzediğini. İşte bütün bunları görüyoruz ve her şeyin tek tek iyi, bir bütün
olarak da âlâ olduğunu.
33.
BÖLÜM
Her şey hiçlikten ya da
hammaddeden yaratıldı..
48.
Eserlerin sana şükrediyor
ki, seni sevebilelim ve biz seni seviyoruz ki, eserlerin sana şükretsin.
Hepsinin zamanda bir başı ve bir sonu var, bir yükselişi vc bir batışı, bir
başlayışı, bir bitişi, güzelliği ve bu güzelliği kaybedişi. Art arda gelen bir
sabahı var, bir de akşamı, kışmen gizliler, kısmen apaçık. Senin sayende
hiçlikten yaratıldılar; senin doğandan yaratılmadılar ya da senin taralından
yaratılmayan ya da daha önce varolan bir maddeden de değil; senin tarafından
yaratılan ve aynı anda şeylerin yaratıldığı bir hammaddeden yaratıldılar,
çünkü herhangi bir zaman geçmeden bu biçimsiz maddeye biçim verdin. Çünkü gök
ve yerin maddesi başka bir şey, onların biçimi başka bir şey. Scn bu maddeyi
mutlak anlamda hiçlikten yarattın, ama dünyayı güzelliğine bu biçimsiz
maddeden kavuşturdun; yine de aynı anda her ikisini ele yarattın, böylece
herhangi bir duralama ya da gecikme olmadan biçim maddeye giydirildi.
34.
BÖLÜM
Dünyanın yaratılışının mecazi
yorumu.
49.
Yaratılan şeylerin belli
bir düzende olmasını ya da belli bir düzende yazılmasını irade buyurmandaki
ruhani gerçekler üzerinde de epeyce düşündüm ve yarattığın şeyler tek tek ele
alındığında iyi, bir bütün olarak ele alındığında ise âlâ olduğundan, senin
Sözünde, yani senin biricik Oğlunda, yani sabahın ve akşamın olmadığı bütün zamanlardan
önceki yazgıda göğü ve yeri, yani Kilisenin başını ve gövdesini gördüm. Sen o
zamandan başlayarak takdir ettiğin bütün kararlarını zaman içinde uygulamaya
soktun, saklı gerçekler gün yüzüne çıksın ve bizim şu düzensiz dünyamız belli
bir düzene kavuşsun diye. Çünkü günahlarımız üstümüze yüklenmişti ve karanlık
bir uçuruma sürüklenip senden uzaklaşmıştık Senin İyi Ruhun üzerimizde dalgalanıyordu,
zamanı geldiğinde bizim imdadımıza yetişmek üzere. Günahkârları akladın,
onları ahlaksızlardan ayırdın ve Kitabını bir hükümran gibi üsttekilerle, yani
sana itaat etmiş olanlar ile alttakilerin, yani onlara tabi olanların arasına
yerleştirdin. inançsızların tümünü ortak bir havayı soluyacakları şekilde bir
araya topladın ki, iman sahiplerinin şevki görünür kılınsın ve bu insanlar
göksel ödülü kazanmak için dünyevi mallarını fakir fukaraya dağıtarak senin
için sevap işlesin. İşte bundan sonra yaktın gökkubbedeki kandilleri, Yaşamın
Sözünü taşıyan azizlerini ve ruhani ödüllerle tecelli eden yüce yetkeyle pırıl
pırıl parlayanları. Ardından inançsız halkını eğitmek için dünyevi maddeden
ayinler, gözle görünür mucizeler ve gökkubbe olarak betimlenen Kitabındaki
Müjde’yi yayacak sesler ürettin; hatta bunlarla imanlı halkım da kutsadın.
imanlıların gönlünde canlı bir ruh biçimledin sonra, hiç vazgeçmeden nefse
hakim olmakla tutkularını denetim altına almayı öğrendiği için canlanan bir
ruh. Böylece insan zihnini sadece sana teslim olacak, örnek alacağı bir
insanın boyunduruğuna girmeye gerek duymayacak şekilde ıslah ettin, sırf senin
suretinde ve sana benzer yaratıldığı için; bu şekilde, akla dayalı eylemleri
idrak yetisinin hükümranlığına tabi kıldın, tıpkı kadını erkeğe tabi kıldığın
gibi; ve imanlıların sevap işleyip Kilisenin hizmetinde çalışmasını ve onların
bu dünya yaşamında pişip olgunlaşmasını sağlamakla görevli bütün elçilerinin
geçici ihtiyaçlarını karşılamalarını buyurdun ki, ileride işledikleri bu
sevapiarın meyvesini derebilsinler. İşte biz bütün bunları görüyoruz ve
hepsinin âlâ olduğuna tanık oluyoruz, çünkü aslında bütün bunları gören bizim
içimizdeki sensin; sen bize Kutsal Ruhunu verdin ki, biz bütün bunları
görebilelim ve onları görerek seni sevebilelim.
35. BÖLÜM Huzur diliyor.
50.
Rab Tanrım, her şeyimizi
bize bahşeden sensin, n’olur bize huzur da bahşet, bize ebedi huzuru bahşet,
bize Yedinci Günün[786] [787]
huzurunu bahşet, bize akşamı olmayan huzuru bahşet.^7 Bu üstün
güzellikteki düzen yolun sonuna geldiğinde yok olup gidecek bütün o âlâ
eserleriyle birlikte; çünkü bu eserlerin bir sabahı, bir de akşamı var, öyle
yaratılmışlar.
36. BÖLÜM
Neden
yedinci günün akşamı yoktur?
Sİ. Oysa ne yedinci
günün akşamı vardır, ne de gün batımı. Çünkü sen o günü kutsadın ve sonsuza
dek sürmesini istedin. Bize âlâ görünen eserlerini yarattıktan sonra yedinci
günde dinlendin,[788] aslında sen o eserleri
yaratırken de ebedi istirahatteydin. Kutsal Kitabında yer alan bu ifade bize
müjdeliyor ki, bu dünyadaki âlâ işlerimizi (hepsi âlâ, çünkü onları sen bize
bahşettin) tamamladıktan sonra biz de ezeli ve ebedi yaşamın Yedinci Gününde
sende ebedi istirahata kavuşaca-
- 169
37. BÖLÜM
Tanrı'nın
bizde dinleneceği zaman
52. Çünkü sen de o gün
bizde ebedi istirahate çekileceksin, tıpkı şu an bizde çalıştığın gibi. Senin
istirahatin bizim aracılığımızla olacak, tıpkı senin işlerinin bizim
aracılığımızla olması gibi. Ama sen, ya Rab, hem her zaman çalışan hem her
zaman istirahatte olansın. Senin görüşün zamana bağlı değil, senin hareketin
zamana bağlı değil ve senin . dinlenmen de zamana bağlı değil; buna rağmen
zamana bağlı olduğunu gördüğümüz her şeyi yaratan sensin, zamanın kendisini de
yaratan sensin ve zaman sona erdiğinde kavuşacağımız istirahati de yaratan
sensin.
38. BÖLÜM
Yaratılanları
Tanrı başka türlü görür, insan başka türlü.
53. Biz yarattığın
eserlerini varoldukları için görüyoruz, oysa onlar sen onları gördüğün için.
varoluyorlar.l7o Biz somut olarak onların varolduğunu, soyut olarak
da iyi olduğunu görüyoruz; oysa sen yaratılacakları gördüğünde yaratıldıklarını
da gördün. Biz bir süre geçtikten sonra ve ancak yüreğimiz senin Ruhunla
dolunca iyiye yöneldik, bundan önce günah işlemeye yönelik hareket ediyorduk,
çünkü seni terk etmiştik. Oysa sen, Biricik Iyilik olan Tanrı, asla iyiyi
gerçekleştirmekten vazgeçmedin. Bizim de gerçekleştirdiğimiz iyi işler var,
senin Ruhunla gerçekleştirdik bunları, ama hiçbiri ebedi değil. Ne zaman ki
onları ebedi kılacağız, işte o andan itibaren senin ulu kutsallığında huzur
bulmayı umut edebileceğiz. Oysa sen İyiliğin kendisisin ve kendinden başka bir
iyiye ihtiyacın yok, bu yüzden sen her zaman ebedi istirahattesin, zaten sen
ebedi istirahatin ta kendisisin. Bu sırrı bir insan başka bir insana
anlatabilir mi? Bir melek başka bir meleğe anlatabilir mi? Bir melek bir
insana anlatabilir mi? Bu sır ancak sana sorulabilir, sadece send.en bir
açıklama dilenebilir, sadece senin kapın çalışabilir. Evet, bu sır ancak bu
şekilde anlaşılabilir, ancak bu şekilde keşfcdilebilir, senin kapın bize ancak
bu şekilde açılabilir. Amen.
[1] jamesj. O’Donnell, s. 35.
[2] Augustinus, Confessiones,
1.5.1.
[3] Augustinus, Confessiones, 2.2.2.
[4] Tanrıyı.
[5] Augustinus, Confessıones,
3.1.1.
[6] Augustinus, Confessiones,
3. 4.8.
[7] Augustinus, Confessiones,
4.4.8.
[8] Augustinus, Confessiones,
4.8.13.
[9] Augustinus, Conjessiones, 8.8.19.
[10] Augustinus, Conjessiones,
8.12.29.
[11] Augustinus, Conjessiones,
8.12.29.
[12] Augustinus, Confessiones,
9.11.28.
[13] Augustinus, Confessiones,
10.6.8.
[14] Libcr Psalmorum,
144 .3; 145.3; 146.5;14 7.5.
2
Augustinus
kendisinden söz ediyor.
3
Epistula T Petri,
5.5.
4
Epislula acl Romanos, 10.14.
5
Liber Psalmonım, 2:27; 22.26.
[15] IJhcr l’salmorum, 138.8; 39.8.
[16] Epislııla ad
Romaııos, 11.36.
[17] Lihcr leremiac, 23.24.
[18] Çünkü senin içine alarak doldurduğun şeyler,
bir sürahinin içindeki suyu tutması ve hiç dökmemesi gibi sem tutamazlar ve
dökerler.
[19] LihcıPsalmorum, 17.32; 18.31
[22] lıer şey kendisinin olsun isteyen.
[23] yapılan yanlışlıklardan.
[24] sana kim gelirse kucaklıyorsun.
[25] insanlala sunduğu armağanları onların
kendisine kat kat fazla ödemesini ister.
[26] Tanrı tarafından ödüllendirilmek için insan ona
fazlasıyla hizmet etmeye
çabalıyor.
[28] Augustinus’a göre, Tanrı'yı tam anlamıyla dile
getirmek insan için imkansız olsa da, yine de onun hakkında hiçbir şey
söylemeyenler ve onu övmeye çaba göstermeyenler çok daha zavallı konumdadırlar.
[29] Liber Psalmorum, 34.3; 35.3.
[30] Biber Psctlmoıvm,
13.14; 19.12-13.
[31] LiİJcr l’scıhnorum, 3 1.5; 32.5.
[32] Lil?cr Icrcmiac, 2.29.
[33] Libcr Pstıhnorum,
26.12; 27.12.
[34] Libcr
Psalmorum, 129.3; t30.3.
[35] Liber leremiae, 12.15.
[36] Li ber II Regum, 23.5.
[38] sonlu varlığın sonsuz nedenleri.
[39]0 zaman Tanrı’dadır.
[41]2 Libcr
Psalmorum, 50.7;
51.5.
[42] çünkü bana dayak atılıyorsa, bu benim
iyiliğim içindi.
[43] oysa çocuk olsun ya da büyük, bütün insanlar
acınmaya muhtaçtı.
[44] Mitolojik masallardan söz ediliyor.
[46] lsa tarafından tesis edilen dini ayinler.
3
9 Vaftiz olduktan sonra insanın hamuru
tam olarak biçimlenir ve günah işlediği takdirde büyük cezalara maruz kalır.
Augustinus, insanın vaftiz olmasıyla birlikte ruhunun tsa’nın mührüyle
damgalanacağını belirtmektedir.
[48] Yorumlu çeviri için bkz. Saint Augustine, Confessions, R. S. Pine-Coffin (tr.), s. 33.
[50]2 Libcr Psalmorum, 77.39; 78.39.
[51] Augustinus, Romalı destan şairi Vergilius’un Aeneis'inin ünlü karakterleri Aeneas ve ona çılgınca
bir aşkla tutulan Kanaca kraliçesi Dido’nun aşklarını konu ediniyor. Dido,
Aeneas tarafından terk edilince onun kılıcıyla intihar etmiştir.
[52] Liber Psalmorum,
72.27; 73.27.
perdeler mahremiyeli ve haysiyeti
simgeler. Auguslinus’a göre edebiyat okulları gizemli hakikati öğretmekten çok
uzaklar.
46
Vergilıus.
[55] Herkesin bildiği alfabenin kurallarına göre.
[56] Vergilius, Aeneis, 2.772.
[57] Geleneksel eğitim akıp giden bir ırmağa benzetiliyor.
5' Havva: Eva vivorum: Bütün canlıların anası. Liber Psalmorum, 126.8.
5
2 geleneksel eğitim yöntemlerinde.
[61] Yunan mitolojisinde luppiter'in bir adı da
Tonans’tır, yani Gürleyen, Yıldırımlar Yağdıran. luppiter suç işleyenlere
yıldırımlar yağdırırken karısı He- ra’yı aldatırdı. Augustinus, eşi Hera’yı
aldatmasından dolayı Iuppiter’e zina işleyen sıfatını yakıştırıyor.
[62] okulunda.
[63] Cehennem ırmağı: Dünyevi yaşamdaki cehennem
ırmakları için bkz. Mac- robius, Somnium Scipionis,
1.10.11.
[64] Terenlius’un Eunuchus
adlı eserinden söz ediliyor.
5
7 Bu Yunan mitolojisinin çok iyi bilinen
hikayelerinden biridir. Danae, Argos kralı Acrisius'un kızıdır. Acrisius’un
torunu tarafından öldürüleceğine dair bir kehaneL yayılır. Bu yüzden Danae
hiçbir erkeğin yanaşamayacağı bir kuleye kapatılır. Ama Zeus bir altın yağmuru
olarak Danae'ın kucağına yağar. Danae, Perseus’u doğurur.
[66] Terentius, Eunuchus, 3.5.
[67] Aeneas.
6ı
Roma’nın efsanevi kurucusu Aeneas’m Troia savaşının ardından yeni bir ülke
arayışı içinde çıktığı sürgün yolculuğu dile getiriliyor.
[70] Aeneas’ın sürgün yolculuğuyla ilgili.
[71] Vergilius’un.
[72]
Düşmüş meleklere (transgressores angeli):
şeytanlaşmış meleklere. Bu ifade
lıkta düşmüş meleklerin
şeytanlarla eş tutulması üzerine bkz. De Civitate De i,
9. 19; pagan tanrılarının düşmüş melekler olarak adlandırılışıyla ilgili
[76] Etkili bir anlatını için hiç kimsenin o ana
kadar bilmediği ve işitmediği yabancı kelimeler seçip kullanmak bilinen bir
yöntemdi.
[77] Liber Psalmorum,
85.15; 86.15.
[78] Liber Psalmorum, 26.8; 27.8.
[79] plotinus’tan söz
ediliyor.
[80] Evangelium secundum Lucam, 15.11-32.
[81] Insan.
[82] Evangclium sccundum Ma/Lhaeum, 7.12.
[83] Augustinus idam cezasına karşı bir tavır
sergiliyor.
[84] Augustinus çocukken gittiği okulu Yunan’da
güreş vb gibi spor oyunlarının öğretildiği palaestralara benzetiyor (ayrıca
bkz. Augustinus, Confessi- ones, 56. 186,
68.228-229).
[85] Çocuğun evdeki öğreniminden sorumlu ve onu
okula götürüp getiren özel köle (paedagogus).
[86] çocukların oyunlar oynadığı malzemeler.
[87] evde beslenen kuşların.
[88] Çocukların kısa boyu ve küçücük gövdeleri
insana özgü tevazunun ya da boyun eğişin simgesidir. Tevazusunu koruyan kişiler
sonunda Tanrı tarafından ödüllendirilip göklerdeki krallığa yükselecektir. Ama
burada dikkat edilmesi gereken nokta, Auguslinus’un sadece çocukların küçücük
bedenlerini tevazu simgesi olarak görmesi, daha önce de belirttiği gibi
onların ruhundaki masumiyeti kabul eımecliğinden, onların ruhunu tevazu simgesi
olarak görmemesidir.
[90] Auguslinus, Platon gibi, her varlığın kendisini
koruma içgüdüsünün tanrısal varlığın ve birliğin gizemini yansıttığını
belirtiyor. Bkz. Saint Augustine, Confessions,
1-Ienry Chaclwick (tr.), s. 22, n. 39.
[91] Tanri'nin birliğinden ayrılınca içine düştüğü
günahlar âleminden söz ediyor; o çoklukta: birçok uyarıcı etkenin arasında.
2 Prophetia Danielis, 10.8.
[92] görülebilen ve yanılma payı bırakmayan o parlak
sınırı.
[93] Augustinus’a göre, Adem ile Havva’nın
cennetten kovulmadan önceki cinsel birlikteliği anık tamamen ruhsal bir
birliktelikten çıkıp hem ruhsal hem de bedensel birliktelik olmuştur. Ama
mantıkdışı bir tutkunun sonu-
cu değildir bu birliktelik,
hem akıl hem de irade denetleyici bir rol üstlenmiştir. Ayrıca insanların
sıradan yaşamlarındaki cinsel birlikteliklerinin doğurduğu kaba sorunlardan da
çok uzaktır. Bkz. Sainl Aııgustine, Confcs- siom,
l lenry Clıadwick (ir.), s. 25, dipnot 4.
s Epislulc.ı
I ad Corinlhios,
7.28.
6 Epislula l ad Corinlhios, 7. 1.
[98] Liber
Deuteronomii, 32.39.
[100]
Thagaste’den yirmi mil kadar uzakta bir şehir. Augustinus ilk kez ailesinden
uzaklardadır.
[101] l.il>cr Psa/morum, 29.1.
[102] Aııgustinus bir tarla olarak gördüğü kalbinin
tanrısal eğitimden yoksun kaldığını düşünerek böyle bir mecaz yapıyor.
1 5 369
yılından 370 yılına geçiş dönemini anlatan Augustinus on altı yaşının
huzursuzluklarının hala bütün şiddetiyle devam ettiğini belirtiyor.
[104] Ailesinin Kartaca’daki okul parasını henüz
denkleştirememesi yüzünden.
[105] Annesinin Hıristiyanlığı gönülden
benimsediği ima edilmektedir.
[106] Augustinus'un öğrenciden (catechumenus') kastı, Hıristiyanlığın temel ilkelerini
öğrenen kişidir.
[107] Epistula II ad
Corinthios, 7.15.
[108] Incil'de sefahat yuvası olarak geçen, dünyevi
tutkuların tatmin edildiği şehir.
[110] babamın benim evlenip çoluk çocuğa karışmamın
vaktinin geldiğini söylemesine.
[111] Senin sayende öteki dünyada
kurtuluşa ereceğini düşünmesi gibi.
[113] Liber Exodus, 20.15.
[114] Epistula adRomanos, 2.14.
[115] dünyevi, yani geçici iyilikler.
[116] Liber Psalmorum,
63.11; 64.10.
[117]
Sallusütıs’un Catilina hakkında söyledikleri dile getiriliyor. Bkz. Sallustius,
Catilina, 16.
[118] Liber
Psalmomm, 72.27.
[119] Bana bahşettiği iyiliğin karşılığını Rabbime
nasıl ödeyeceğim? Çünkü işlediğim günahları hatırlıyorum, ama bunlar artık
benim ruhumu hiç korkutmuyor. Seni seveceğim ya Rab, sana şükredeceğim ve adını
yücelteceğim, çünkü onca günahımı ve onca ahlaksızlığımı affettin. Biliyorum ki
iyiliğinle ve bağışlayıcılığınla günahlarımı buzları eritir gibi erittin.
Biliyorum ki işlemediğim günahlardan da senin iyiliğinle kurtuldum. Çünkü yok
yere suç işlemeyi seven biri olarak kim bilir ben neler yapmazdım? Bağışladığın
bütün günahlarım için tövbe ediyorum; hem isteyerek işlediklerim hem de senin
sayende işlemediklerim için. İnsan kendi acizliğinin farkındaysa, haddini aşıp
da namuslu ve masum olmasını kendi çabalarına bağlayabilir mi ve böylece seni
daha az sevebilmesi için kendisine bir bahane yaratabilir mi? Sanki senin
bağışlayıcılığına, yani tövbe edip sana dönenle-
[120]
Liber Psalmorum, 18.13; 19.12.
[121] Evangdium
secundum Malthaeunı, 25.21.
Augustinus Kartaca’ya
geldikten sonra, öncelikle şehvani hisleri, daha sonra başkalarının acısından
aldığı zevk ve okulunda iyi ve başarılı bir öğrenci olmasının kendisine verdiği
müthiş gurur yüzünden kendisini yargılıyor.
[123] Liber Psalmorum,
90.3.
[124] Augustinus'un açlığı tinselliğe
değil, eliyle dokunabileceği gerçek ruhlara, yani maddiyatadır. Augustinus o
dönemde duyduğu aşkın sadece cinsel bir aşk olduğunu ve böyle bir aşkın ruhu (anima) olmadığını belirtiyor.
[125]
Augustinus tiyatrolarda sergilenen trajik türdeki oyunlardan, özellikle bu
oyunların içine sinmiş acıyı seyretmekten haz alıyor.
[126] Dostluk pınarı (vena amicitiae), yani şefkat pınarı (vena caritatis).
[128] Augustitıus’un burada kendisiyle ilgili çizdiği
portre, Tanrı’nın sürüsünden ayrılmış, uyuz hastalığına tutulmuş ve hafif hafif
kaşınmaktan zevk alan bir insandır.
[129] Kartacah öğrencileri bu sıfatla tanımlıyor. Eversor: “bozguncu, düzen bozucu," hukukta baba
parasını har vurup harman savuran kimse anlamına gelir.
[130] Tanrı'ya boyun eğme düşüncesi hiç yoktu,
inatçı ve dik başlıydım.
1
0 Klasik çağın özgür bireyin eğitimine yönelik scptem
Uberales artcs’i (yedi özgür sanat)
Augustinus’un düşüncesinde insana ahlak ve Tanrı sevgisi aşılamadığından eksik
bir eğitim olarak görülüyor.
[132] Augustinus 17 yaşındadır.
[133] Augustinus'un bu soğuk ifadeleri Cicero’nurı
pagan olmasından ileri gelir. Augustinus, Cicero'nun kitabının kendi
yaşamındaki önemini vurgulasa da, kitapla özdeşleştirdiği yazarın yüreğinden
uzak olduğunu belirtiyor. Cicero’nun Hortensius
adlı kitabı lö 45 yılında kaleme alınmış ve günümüze Augustinus’un aktardığı
birkaç özdeyişten başka hiçbir şey kalmamıştır. Kitapta Hortensius’un,
felsefenin toplumsal bir yararı olmadığına, insan mutluluğuna herhangi bir
katkısı bulunmadığına ilişkin görüşü eleştiriliyor. Cicero ise Hortensius’un
bu görüşünün felsefi bir ifade olduğunu ve doğruluğuna ancak bir felsefecinin
karar verebileceğini söylüyor ve konuyla ilgili görüşlerini dile getiriyor.
Augustinus’un Cicero'nun mutlulukla ilgili düşüncelerinden etkilendiğini hiraflar'm 10. kitabında da tanık oluyoruz.
[134] Augustinus mutavit
affectum meum ifadesiyle zihinsel bir değişim yaşadığını ima etmektedir.
[135] Tanrı’nın yolundan çıkıp başka yollarda sürgün
dolaşan Augustinus artık ona kavuşmak için battığı yerden yukarıya tırmanmaya
ve yeniden Tanrı’- nın yoluna girmeye hazırlanır. Augustinus’a bundan böyle
artık pagan denemez.
[136] 372-373 yıllarından söz edildiğine göre babası
370 yılında ölmüş olmalıdır.
[138]7 Yunanca Khristos:
“meshedilmiş, kutsal yağla ovulmuş" sözcüğü tncil'de İbranca Messicıh sözcüğüne karşılık gelir. Yahudiler arasında
beklenen kral anlamına gelir. Bu inanca göre, Davut peygamberin sorundan
gelecek bir kral tsraili esaretten kurtaracak ve onu altın çağına
kavuşturacaktır. Incil’de bu ad lesus için kullanılır (!ö 5-30). Çünkü Iesus
insanları günahlarından arındıran ve göksel yolu aydınlatan bir kurtarıcı, bir
kılavuzdur. Pa-
[140] Tullius Cicero.
ıc //or/cmiıcs'taki bilgiler
ışığında fclsclcyi tadan Augustinııs, bu tatla gerçek
bilgeliği bulmak için
başvurduğu Kutsal Kitaplardan ruhunu latmin eden bir lal alamıyor. Tanrı’ya
kavuşmak için çıktığı bu yolculuk onu yeniden yanlış hi r yola saptırıyor. llorlensius’ıa yazılanlara gönülden bağlan mamasının
nedeni satırlarında Mesih’in adının olmamasıydı. Bunun üzerine Au- guslinus
Mesih'in adını kullandıklarını sandığı Manicilere yöneliyor ve onların
tuzaklarına düşüyor. Ama bu yolun da kendisin i Tanrı'ya götüreme- yeeegiııi
anlıyor.
[142]
Yıılıaııııa Incili'ndc Paradclos kel i mcsi
Kutsal Ruh’a veri l en bir isi mdiıc Pa- rac lel os'uıı asıl anlamı aracı,
arabul ucu, şefaat edendir. Hvangdium sccun- dımı
Zornmcm, 14.16.26; 15.26-16.7.
[144] Kuşla rı avlamak için değnek l e re sürülen
macun.
[145] Mani çilerin kendisini 1 Iakikaıe
eriştireceklerine söz verdiklerini, ama asla
bırnu gerçekleşürecek
yetide olmadıklarını, çünkü bu Hakikatin onların ağzıııclan sadece bir ses
olarak çıktığını vurguluyor.
[146] Trinilas’a sesleniyor.
2
5 Maniciler için astronomi bilgisi
ilahiyatın bir dalıydı. Augustinus'un ruhunu Tanrı’yla besleyecekleri yerde,
onun yarattığı güzelliklerle, ayla ve güneşle beslemeye çalışıyorlar. Kötülük
sorununu çözmede başarısız oluyorlar, çünkü değişmez sonsuz yasayı, zamana
bağlı, bu yüzd.en geçici olan âdetlerden ayın etmekten yoksunlar.
[148] Çünkü Tanrı ilk olarak güneşi veya ayı değil,
göğü ve yeri yarattı. Liber Ge- nesis, 1.1: “İn principio creavit Deus ccelum et terram:
Başlangıçta Tanrı göğü ve yeri yarattı”
2
7 Ayrıca bkz. Auguslinus, Confessiones, 4.15.25. Burada, sonsuzluğun hareketsizliğine
ya da devinimden uzak yapısına ve tanrısal bilginin o değişmez ve bir an bile
gölgelenmeyen duruluğuna atıfta bulunuluyor.
[150] Phantasmata:
hayali görüntü. Maniciler Isa'nın çarmıha gerilmesini bir sanrı olarak
değerlendirip Insan bedenli Tanrı’nın gerçek ölümü olarak görülemeyeceğini
belirttiler. Augustinus Manicilerin Isa'nın çarmıha gerildikten sonra göğe
yükselişiyle ilgili öğretisini şüpheyle karşılar ve bunu bir sanrı
olarak değerlendirir.
Onlardan ed.indigi Tanrı'yla ilgili bilgileri yeniden düşündüğünde bu bilginin
hayal gücünün yarattığı bir hayalet olduğunu düşünür. l3kz. Augustinus, Conjessiones, 4.7.12.
[152]9 Hiç
görmediğimiz, sadece tahmin ettiğimiz.
30
Görüş gücümüzün
ötesine varolduğunu tahmin ettiklerimize.
[153] Augustinus ironik bir dille yiyecek
hiçbir ekmeğinin kalmadığını, besleneceği hiçbir kitabın olmadığını
belirtiyor. Domuzlarla kastettiği ise öğrencilerdir. Bkz. Evangelium secundum Lucam, 15.16: “Karnını domuzların
yediği keçiboynuzlarıyla doyurmak istiyordu, ama hiç kimse ona keçiboynuzu bile
vermiyordu.”
3
2 Yunan mitolojisinin Colchisli
büyücüsü. Burada, Yunan mitolojisi üzerine işlenen konulara ve öğrencilerin
hitabet yeteneğini geliştirmek üzere bu konular üzerine yaptıkları irticalen
konuşmalara dikkat çekiliyor ve dolayısıyla hitabet derslerinde yapılan
alıştırmalar ima ediliyor.
[155] Manici öğretiye göre beş element (su,
ışık, rüzgar, ateş ve hava) karanlığın mağarasında oturur.
[156]4 Lihcı
Provcrbioı urn, 9.17. Burada söz edilen Sapientia'dır (Felsefe): Felsefe
kendi evini inşa edip kentin dört bir yanına yolladığı hizmetçileriyle insanları
yanına çağırır ve onlara kendi pişirdiği yemekleri yemelerini, kendi hazırladığı
şaraptan diledikleri kadar içmelerini söyler. Çünkü ona göre çalıntı su tatlı,
gizlice yenen yemek lezzetlidir.
[158] Liber Genesis,
1.27: “Tanrı insanı kendi suretinde yarattı. Böylece insan Tanrı suretinde
yaratılmış oldu."
[159] Epistula
I ad Corinthios,
4.3.
[161] Liber Genesis,
19.5 vd.
[162]0
Liber Psalmorum, 91.2. Üçüncü kural insanların
Tanrı’ya olan görevlerini, yedincisi ise insanın insana olan görevlerini dile
getirir.
[164]
Maniciler bu meyveden tanrısal zerreleri çıkarma yetisinin ancak seçkin bir
rahibe nasip olduğuna inanır.
[165]
Doğudaki Hıristiyanların dua ederken secdeye varmalarına gönderme yapılıyor.
[166] Liber
Psalmorum, 87.3.
[167] Thagaste'de özgür sanatlarla ilgili dersler
verdiği yıllar.
[168] Yaklaşık 372/3-381/2.
[169] Epistula Had Timotheum, 3.13.
[170] Augustinus o dönemde özgür sanatların
öğretmenliğini yaptığını belirtiyor. Metnin az aşağısında, sadece özgür
bireylerin alabileceği özgür sanat eğitiminin kendisine sadece büyük bir kibir
kazandırdığını da vurgulamadan geçmiyor. Augustinus bir yandan özgür sanat
eğitimi vererek insanları kandırırken
ve kibirli davranışlarıyla aslında kendisini kandırırken, öte yandan
Manicilerin din olarak gördükleri batıl inanç sisteminin karanlığında dönüp
durmaktadır. 4. Kitabın girişi üslup açısından özel bir edebi değer taşır.
[171] Maniciliği böyle niteliyor.
[172] Saman alevi gibi bir anda sönüp gidecek olan.
[173] Manicilerden söz ediliyor.
[174] Ubcr Psalmorum,
50.14: “Taım’ya şükran kurbanı sun, Yüceler Yücesi’ne adadığın adakları yerine
getir.”
[175]
Libcr Psalmorum,
72.27; Liber Proverbiorum, 10.4.
[177] Liber
Psalmorum, 91.2.
[179] Afrika’da proconsul,
“Roma'ya bağlı eyaletlerde vali" olan ve IV. yüzyılın ikinci yarısından
sonra ünlenen hekim Avianus Vindicianus'tan söz ediliyor. Ayrıca bkz.
Augustinus, Confessiones, 7. 6.8.
1 4 Şiir
yarışmasında kazandığı tacı, çarmıha gerilirken lsa'nın başına takılan dikenli
taçla özdeşleştiriyor.
[181] Epistula I Pelri, 5.5.
[182]6 Thagasie.
[183] Epistula ad Romanos, 5.5.
[184]
Cicero, De Amicitia, 7.24.
[186]
Horatius, Odes, 1.3.8.
[187] Zaman dur durak bilmez, ama öyle kendi
kendine, duygularımızı hiç etkilemeden de geçip gitmez; ruhumuzda mucizelerini
yaratır. Öyle de oldu, günler günleri kovaladı ve zaman akıp geçti. Akıp
geçerken de ruhuma yepyeni umutlar, yepyeni anılar zerk etti ve beni eskiden
keyif aldığım zevklerime geri döndürüp yavaş yavaş toparladı; sonunda da
ıstırabım bu zevklere yenik düştü. Bu zevkler o sıra başka acılara yol açmadı
belki, ama gelmekte olan yenilerine çanak tuttular.
[188]3 Liber Psalmorum, 79.8.
[190] Liber lob,
38.11.
[191] Olünılü ruhlara: dostlarına.
[193] Meryem Ananın.
[194] lnsan doğasıyla.
[195] Uber Psalmorum, 18.6.
[198] Libcr Psalmorum, 4.3.
[199] Kibirlilere sesleniyor.
[200] Yarış meydanlarındaki atlı araba
sürücülerinden söz ediyor.
[201] Yarış meydanlarında vahşi hayvanlarla
dövüştürülen gladyatörlerden söz
ediyor.
[202] Manicılerin ışık tanrısı devasa
büyüklükte maddi bir varlıktı.
[203] Yunanca monas: “bir olan.” Yunan felsefesinde bölünmez birlik;
Leibniz'de anık bölünemez bir birlik olan sonsuz sayıdaki tözlerin her biri. Dyas: iki sayısı.
[204]
Mesih’in.
[206] Matematikçilerin yaptığı gibi kuma
ya da toprağa şekiller çizerek.
[207] Aristoteles’in tözü ve dokuz kategorisi:
öuuta, n6uov, noi.ov, tcqöuti, noıJ, nÖTt',
Kt'îaeaı, i'xnv, nmnv, nâoxnv: Töz, nicelik,
nitelik, görelik, durum, zaman, neredelik, sahip olma, etki, edilgi.
[208] Liber Genesis,
3.18, 1 9.
[209]
Özgür sanat konularından bazılarını sıralıyor: hitabet, mantık, geometri, müzik
ve aritmetik.
[210] Libcr
lob, 39.26; Liber
Psalmorum, 83.4.
[212] Kötülük Tanrı'dan gelmez, insanın kendisi
kötüdür.
[213] Liber Psalmorum,
139.7.
[215] Augustinus Manicilerin arasında dokuz yıldır
kaldığı halde yüksek düzeydeki bir rahipleriyle ilk defa karşılaşmaktadır.
[216] Epistula I ad Timotheum, 3. 7.
[217] Libcr
Psalmorum, 137.6.
[219] İsa Mesih'in kurtuluşa erdiren yolundan.
[220] Liber Psalmorum, 146.5.
[221] Epistula I ad Corinthios, 1.30.
[222] Evangelium secundumMatthaeum, 22.21.
[223] Epistula ad Romanos, 1.21-5.
[224] H akikatin Rabbi olan Tanrı, senin katında
kabul görmek için bütün bunları bilmek mi lazım? Bir insan her şeyi bildiği
halde seni bilmiyorsa zaten mutlu olmaz, oysa sadece seni bilmesi mutlu
olmasına
[225] Epistula ad Romanos, 1.21.
[226] Mısırlıların kullandığı, dirsekten orta
parmağın ucuna kadar olan mesafeye eşit bir uzunluk ölçüsü.
[227] BÖLÜM
Faustus belagat sahibi bir insan, ama
özgür sanatlar hakkında bilgisi yok.
10.
İşte böyle zihnimi tam
olarak bir yere otunamadan neredeyse dokuz yıl boyunca Manicileri dinleyip
durdum, büyük bir sabırsızlık
[228] Liber
Psalmorum, 36.23.
[229]
Liber Psalmorum, 142.6.
[230] İnsanlık Adem'in yasak meyveyi çalmasıyla
birlikte cennetten kovulmuş, yani ölüp yeniden doğmuştur. Ama doğduğu yer
günahın kaynadığı bu dünya yaşamıdır. Bkz. Epistula I
ad Corinthios, 15.22.
[231] Maniciler tsa'nın çarmıha gerildiğine
inanmazlar, bunu insanlığın çektiği acının bir sembolü olarak değerlendirirler.
[233] Bunlar Augustinus'un İtiraflar’da
sıkça kullandığı sıfatlardır.
[234] Liber Psalmorum, 40.5.
[235] Akademiacıların niyeti Stoiklerin ve
Epikurosçulann maddeciliğine karşı Platon'un metafiziğine kalkan
oluşturabilmekti.
[236] Bütün bunlardan başka senin Kutsal Kitabındaki
Manicilerin eleştirilerine getirilebilecek bir yanıt olmadığını da
düşünüyordum. Ama zaman zaman bu kitapla ilgili derin bilgisi olan birisiyle
belli başlı konuları tartışmayı ve onun bu konular hakkında ne düşündüğünü
öğrenmeyi de çok istiyordum. Kartaca’dan ayrılmadan önce, Manicile-
[237] Roma’ya retorik sanatını öğretme amacıyla
gelmiştim. Bu yüzden geliş amacımı gerçekleştirmek üzere hummalı bir çalışmaya
koyuldum. Ilk başta birkaç öğrenci toplayıp evimde dersler vermeye başladım,
sonradan bu öğrenciler aracılığıyla ünüm yayıldıkça yayıldı. Çok geçmeden
Roma’da, Afrikada’yken karşılaşmadığım bazı sorunlarla karşılaşacağımı
anladım. Evet, doğruydu, burada kabadayı öğrenciler tarafından yaratılan
isyanlardan eser yoktu, bunu açıkça gördüm. Ama bana, “Dikkat et,” dediler,
“buradaki öğrenciler öğretmenlerinin parasını ödememek için anında işbirliği
yapıp başka bir öğretmene geçiverirler. Verdikleri sözlerden kolayca cayabilir
bunlar, para
[239]
Liber Psalmorum, 72.27.
[240] Symmachus 384 yılında Roma’ya vali olarak
atanmıştı.
[241] Liber Psalmorum,
4. 7; 45.7.
[242] Tanrı’yı bilmenin verdiği sarhoşluk.
[243] Liber II Regum, 1.9.
[244]
Epistula U ad Corinthios, 3.6: “O bizi Yeni
Ahit’in hizmetkârları olacak şekilde yarattı. Yeni Ahit yazılı yasaya değil de
Ruha dayalı yasaya dayanıyordu; çünkü yazılı yasa öldürür, Ruh ise yaşatır.”
[245] Liber Psalmorum, 70.5.
[246] Liber Psalmorum,
34.6.
[247] Liber Psalmorum, 72.26.
[248] Evangelium secundum Lucam, 7.14.
[249] Evangelium secundum Lucam, 7.15.
[250] Evangelium secundum loannem, 4.14.
[251] Hz. İsa’nın havarileriyle son yemeğini anmak
için Hıristiyanların kilisede ekmek ve şarabı kutsayarak yaptıkları tören:
Kudas.
[252] Ambrosius’un.
[253] Romalıların Parentalia
bayramından söz ediliyor. 13-21 Şubatta düzenlenen bu bayramda halk atalarının
mezarları etrafında toplanır ve onların ruhlarına yiyecekler ve şarap
sunarlardı.
[254] Epistula ll ad
Corinthios, 3.6.
[255] Dostça bir yaşamı paylaşan bizlerin en çok
hayıüandığı konulardı bunlar. Ben en çok Alypius ve Nebridius’la muhabbet
ederdim, üstelik gayet samimi şekilde. Alypius benim doğduğum memleketten
[256] Liber Proverbiorum, 9.8.
[257] Prophetia Ezechielis, 1.13.
[259] Evangelium secundum Lucam, 16.10.
[260] Evangelium secundum Lucam, 16.11, 12.
[261] Liber Psalmorum,
114.15; 103.27.
[262] Liber
Sapientiae, 8.21.
[263] Liber Isaiae,
28.15.
[264] Liber Ecclesiasticus, 3.27.
[265] Liber Proverbiorum,
19.21; Liber Psalmorum, 32.11.
[266] Liber Psalmorum,
144.15 vd.
[267] Liber
Isaiae, 46.4.
[268] 31 yaşına giriyor.
[269] Benim için ya Rab, şu kandırılan
kandırıkçılara, şu sesi çıkmayan gevezelere -sesleri çıkmıyor, çünkü senin
Sözünü ağızlarına almıyorlar- karşı gelmek yetip de artacaktı. Nebridius’un
uzun zaman önce Kartaca’da ortaya attığı ve sürekli tekrarladığı ve ilk
duyduğumuzda
2
Nebridius Manicilerin
düalizmine karşı bir sav geliştirmişti: Eğer Tanrıya kötülük tarafından zarar
verilebilirse o zaman Tanrı her şeye gücü yeten bir varlık olmayacaktı ki, bu
kendi başına saçma bir şeydi; eğer Tanrı kötülük tarafından zarar
verilemeyecek bir varlıksa o zaman onun kötülükle savaşması için ne neden
vardı?
'S Augustinus Ambrosius'un Platon üzerine yaptığı konuşmaları
hatırlıyor.
[270] Astrologların o yalan yanlış kehanetlerine ve
zındık hezeyanlarına çoktan sırtımı dönmüştüm. Bu konuda da merhametini
esirgeme, yüreğimin en derinlerinden sana elliğim tövbeleri kabul et ey Tanrım!
Çünkü bu tövbeleri etmeme sebep olan sensin, sadece sen - çünkü yanılgılarımız
yüzünden öldüğümüzde bizi yeniden dirilten Yaşamdan ve Bilgelikten başkası
olabilir mi? O Yaşam ki ölüm nedir bilmez, o Bilgelik ki kendisinden başka
hiçbir ışığa gereksinmez, tersine ışığa gereksinim duyan zihinleri aydınlatır
ve bütün âlemi ta ağaçta titreşen yaprağa kadar yönelir. Keskin bir sezgi gücü
olan Vindicianus'a ve levkalade yetenekli bir genç olan Nebridius'a karşı sü rd
ü rdüğü m inatçı tavrı kıran sen oldun. Vindicianus hiç çekinmeden dobra
dobra, Nebridius ise daha çekingen bir tavırla, ama her fırsatta bana şöyle
söyler dururdu: Öyle bizi gelecekten haberdar kılacak sanat falan yok.
[271] Roma’nın anayolları kireçtaşıyla boyanırdı.
[272] bir meslek sahibi olup.
[273] Liber lab, 15.26.
[275] Liber Ecclesiasticus, 18. 1; Liber Psalmorum, 84.6.
[276] ölümlülere.
[277] Evangelium Secundum lonnem, 1.1-1 4.
[279] Evangelium Secundum lonnem, 1.1 1-12.
[281] Evangelium Secundum lonnem, 1.1 4.
[282] Epistula ad Philippenses, 2.6.
[283] Epistulu ud Philippenses, 2.7-11.
[284] Evangelium Secundum lonnem, 1.16.
[286] Epislula ad Romanos, 8.32.
[289] Liber Psalmorum, 24.18.
[290] Tragedya oyuncuların giydiği yüksek ökçeli
çizmeden bahsediliyor.
[291] Evangelium secundum MaUhaeum, 11.29.
[292] Epistula ad Romanos, 1.21-23.
2
7 Esau (Esav): Yeni Ahit’te günahkar
ve imansız olarak geçen tshak ve Rebe- ka’nın ikiz oğullarından biri;
kardeşinden önce doğmuştu. Kır hayatına aşık usta bir avcıydı ve dünya
nimetlerine tapıyordu. İkizi Yakup ise tanrısal değerlere saygı gösteren bir
kişilikti. llk doğan olma hakkını bir mercimek çorbası için kendisinden sonra
doğan ikiz kardeşine sattı. Liber Gene- sis, 25.33
vd.
[295] Actus Apostolorum, 7.39.
[298] Actus Apostolorum, 17.28.
[299] Epistula ad Romanos, 1.25.
[300] Liber Psalmorum, 29.11.
[301] Liber Psalmorum, 38.14.
[302] Liber Exodus,
3.14.
[303] O zaman anladım ki, bozulmaya yazgılı
varlıklar iyidir. Üstün iyi olmuş olsalardı ya da içlerinde hiç iyilik olmamış
olsaydı bozulmaları da mümkün olmazdı. Çünkü üstün iyi olmuş olsalardı zaten
bozulmaları da söz konusu olmazdı; içlerinde hiç iyilik olmamış olsaydı onlarda
bo- zulabilecck bir şey de olmazdı. Bozulma zarar verir, iyiyi eksiltmedikçe
zarar diye de bir şey olmazdı. Öyleyse ya bozulma zarar vermez, ama böyle bir
şey mümkün değildir; ya da hiç şüphe yok ki, bozulabilen her şey iyilik
bakımından noksandır. Ama tamamen iyilikten yoksun olmuş olsalardı hiçbir
şekilde varolamazlardı. Varolmuş olsalardı ve bozulmaları mümkün olmamış
olsaydı daha iyi olurlardı, çünkü hiç bozulmadan kalıcı olurlardı. İyiliği
bütünüyle kaybederek varlıkların daha iyi olduğunu söylemek kadar mantıksız
bir şey olabilir mi? Öyleyse varlıklar iyiliklerini bütünüyle kaybetmiş
olsalardı bütünüyle hiçlik olurlar-
[304] Senin yarattığın alemin herhangi bir öğesine
kusur bulanların akıl sağlığı yerinde değil demektir; tıpkı bende olduğu gibi,
çünkü bir zamanlar senin yarattığın pek çok şeye kusur bulurdum. Ama ruhum
“kusur bulduğum aslında Tanrı’nın kendisi” demeye cüret edemediğinden, kusur
bulduğu şeylerin sana ait olduğunu kabullenmek istemezdi. lşte bu yüzden iki
töz olduğunu düşünmeye başladı. Ama bu
[306] Yaşadığım deneyimlerden anladım ki, bir ekmeğin
damak tadı
[307] Senin yerine bir hayali değil de artık sadece
seni sevmeye başlamama çok şaşırmıştım. Ama henüz senden aldığım hazzı
sürdürecek kadar tutarlı değildim. Tam senin güzelliğine kapılıp gidiyorum
derken birden kendi ağırlığımla senden uzaklaşmaya başlıyor, ümitsizlik içinde
yeniden dünya haline dalıyordum. Bu ağırlık cinsel alışkanlığımdı. Ama sen her
an aklımdaydın. Sana bağlanmam gerektiğinden bir an bile şüphe etmiyordum, ama
henüz sana bağlanmaya hazır değildim. “Ölüme yazgılı beden ruhu ağırlaştırır ve
bu topraktan yapılmış mesken zihni pek çok düşünceye daldı.rır.”39 Yine de
senin görünmez doğan şu dünya kurulduğundan beri yarattığın onca varlıkla
gözler önü-
'10 Epistulae
ad Romanos, 1.20.
i Yunanca nous: Düşünmenin ilkesi ve gelip
geçici olmayan tözü, insanın en yüksek yeteneği. Aristoteles'te teorik ve
pratik düşünme gücü; Plotinus'ta akılla kavranan dünyanın, idealar alanının
ilkesi.
[310] Epistulae ad Romanos, 9.5.
[311] Evangelium secundum loannem, 14.6.
45
Evangelium sccundum
Ioannem, 1.14.
[312] AIypius'un Hıristiyan inancına bütün gönlüyle
bağlanmasına engel olan şey, tsa'nın yaşamını konu alan Kutsal Kitapların
tsa’yı gerçek anlamda bir insan olarak sunmasıydı. Çünkü ona göre Katolik
inancı tsa’nın Tanrı’nın bedenlenınesi olduğunu ileri sürüyordu. Alypius
Katolik inancıyla ilgili düşündüklerinin Laodicealı piskopos Apollinaris'e ait
olduğunu ve 381 yılında Constantinopolis Konsilinde sapkın düşünceler olarak
ilan edildiğini öğrenince kuşkularından kurtuldu.
[313] 376 yılında ölen Sirmium piskoposu Photinus
tsa’nın sadece bir insan olduğunu, Tanrı olmadığını iddia ediyordu.
[315] Epistulae ad Romanos,
1.20.
[316] Epistula I ad Corinthios, 8.1.
[320] Şeytan hiçbir zaman hak yoluna girmedi.
[321] Lihn Proverbiorum,
8.22. Auguslinus o andan itibaren Paulus’un mektupları aracılığıyla,
Mesih Isa'nın hem ruhu ve bedeniyle baştan sonra bir insan olduğunu, hem de
Hakikatin kendisi olduğunu keşfediyor; lsa'nın Tanrının ezcli ve ebedi Sözü
olduğunu, yani Tanrı'nın bedenlenen Bilgeliği olduğunu anlıyor. Augustinus'un
Platoncu kitaplarda görmediğini belirttiği nokta, hem maddi hem de ruhani olan
Mesih Isa'nın Tanrı ve İnsan arasında şdaatçi olmasıydı. Isa insanın acizliği
ile Tanrı'nın üstünlüğü arasındaki köprüydü. Bkz. Colin Stanıes, s. 197; Stacy
Magedanz, s.54.
57
Evungelium
suçundum loannem, 14.30. Isa'nın çarmıha gerilmesini emreden Pilatus ima
ediliyor. Yuhanna Incili'nde Isa, Pilatus'un kendisi üzerinde hiçbir yetkisi
olmadığım ve insanlara Baba'ya gideceği için üzülmemelerini, tersine sevinmelerini
söyler. Onun ölümüyle birlikte insanlar hakkında önyargılı kararlar veren
yazılı yasa bozulmuş, yerini tanrısal yasa almıştır.
[324] Liber Psalmorum,
51.17 (50.19).
60
Rcvelatio,
21.2: “Ve ben,
loannes, Kutsal Kentin, Kudüs’ün, Tanrı'nın yanından, yani Gökten inmekte
olduğunu gördüm, güveyi için hazırlanan süslü bir gelin gibiydi."
61 EPistula ll ad Corinthios, 1.22.
62
Aşai Rabbani ayininde şarap içilen
kadehler.
62 Liber Psalmorum, 61.2.3.
6
4 Evangelium secundum Matthaeum, 1 1.25.
[326]5 Tanrı’nın kendisinden üstün olduğunu
bilip Onun huzurunda küçülen ve
Ona boyun eğenlere. Bkz. Evangelium
secundum M atthaeum, 1
1.25, 28, 29.
66
Havari
Paulus.
[327] lsa, İsa'nın yolu ya da yaşamı.
[328] Milana piskoposu (339-400/401).
[329] Kilisede evliler de vardı, bekârlar
da.
[330] Evangelium sccundum MaLthacum, 19.12.
[331] Epistula ad Romanos, 1.22.
[332] Mısır tanrılarından söz ediliyor. Bkz.
Vergilius, Aeneis, 8.698-700.
[333] Çarmıha gerilmek en utanç verici, en
aşağılayıcı ve en zalim ölüm biçimiydi, çünkü Roma'nın gücüyle
özdeşleştirilmişti. Büyük suç işleyenler çarmıhı idam yerine kadar omuzlarında
taşırlardı. Bkz. Ellen G. White, The Desi- re of
Ages, s. 416.
[334] Victorinus'un kalbine. Augustinus burada
dağların yüksekliğini insanların kibriyle özdeşleştiriyor. Tütmeye başlamak
günahları itiraf etmekle eştir. Liber Psalmorum,
144.5.
1
4 Liber Psalmorum,
29.5.
[335] Evangelium sccuııdum
Lucam, 15.4,7: “‘Sizlerden birinin yüz koyunu olsa ve bunlardan bir
tanesini kaybetse, doksan dokuzunu bozkırda bırakıp kaybolanı bulana dek onun
ardına düşmez mi?' ... ‘Size şunu söyleyeyim, aynı şekilde gökte, tövbe eden
tek bir günahkar için, tövbeyi gereksinmeyen doksan dokuz doğru kişi için
duyulandan daha büyük sevinç duyulacaktır.’ ”
[336] Evangelium secundum
Lucam 25.8-9: “Ya da on gümüş parası olan bir kadın bunlardan bir
tanesini kaybetse, kandil yakıp evi süpürerek parayı bulana
dek her taralı didik
didik aramaz mı? Parayı bulunca da arkadaşlarım, komşularını çağırıp ‘benimle
birlikte sevinin, kaybettiğim parayı buldum!’ diyecektir."
[338] Kilise.
[339] Aşai Rabbani ayininde tsa'nın yaşamı ve
öğretilerini içeren Müjdeler’den hikayeler okunur ve yeniden yaşatılır.
[340] Evangelium sccundum
Lucam, 15.10-24: Adamın biri servetini iki oğlu arasında paylaştırır.
Büyüğü parasını alıp uzak bir ülkeye gider ve orada varını yoğunu sefahat
aleminde çarçur edip harcar. Günün birinde bu ülkede bir kıtlık baş gösterir ve
delikanlı da iyice fakirleşir. Sonunda birinin yanında domuz çobanlığı yapmaya
başlar. Ama çok geçmeden hatasını anlar ve babasının yanına gidip, hem ona hem
de Tanrı’ya karşı günah işlediğini ve babasının yanında işçi olarak çalışmaya
razı olduğunu söylemeye karar verir. Öyle de yapar. Ama babası umulmadık
şekilde onun bu isteğini sevinç içinde karşılar. Oğlunun sırtına kaftan
geçirir, parmağına yüzükler takar, ayaklarına çarıklar giydirir, besili
danalar keser, yer, içer, eğlenir. Çünkü ona göre oğlu ölmüş ve yeniden
doğmuştur, kaybolmuş ve yeniden bulunmuştur.
[341] Evangelium
secundum loannem,
1.9, 12.
2)
Epislula I ad Corinlhios, 27-28. Augustinus
burada, insanların gözünde kötü olan şeylerin Tanrı katında iyi olarak
değerlendirilebileceğinden söz ediyor ve sonsuz olanın hükmü ile gelip geçici
insanın hükmü arasındaki farkı açıkça vurguluyor.
[343] Epislula l
ad Corinlhios, 15.9: “Ben elçilerin en önemsiziyim. Tanrı’nın Kilisesine
zulmettiğim için elçi olarak anılmaya bile layık değilim.”
[344] l.ucius Sergius Paulus: İmparator Claudius
döneminde (IS 1. yy) Kıbrıs'ın Romalı eyalel valisi. Havari Paul us sayesinde
Hıristiyanlığı benimsemiştin
[345] llctus Apostolorum, 13.7-12. Aziz Paulus
Barnabas'la çıktığı ilk kutsal gezisin de Kıbrıs'a gide r. Adayı baştan sona
geçerek Bafa (l’aphos) gelirler. Orada büyücü vc sahte peygamber Baryeşu
adında bir Yahudiyle karşılaşırlar. Baryeşu vali Sergius Paulus’a yakın
biriydi. Akıllı bir kişi olan vali, Barna- bas ile Paulus’u çağırtıp Tanrı
Sözünü dinlemek ister. Ama Baryeşu ya da büyücü anlamına gelen öbür adıyla
ülimas valiyi iman etmekten caydırmaya çalışır. Ama Kutsal Ruh'la dolan Aziz
Paulus gözlerini Elimas’a diker ve ona şöyle der: “Ey Iblis'in oğlu! Yüreğin
bin türlü hile ve sahtekarlık dolu; doğru olan her şeyin düşmanısın. Rabbin düz
yollarını çarpıtmaktan vazgeçmeyecek misin? İşte şimdi Rabbin eli sana kalktı.
Kör olacaksın, bir süre gün ışığını göremeyeceksin.” Paulus bunları söylediği
anda adamın üzerine bir sis, bir karanlık çöker. Dört dönerek elinden tutup
kendisine yol gösterecek birilerini aramaya başlar. Bu olaya tanık olan vali
Paulus iman eder. Sergius Paulıts’un. Hıristiyan oluşu Paulus için büyük bir
zaferdir. Bu zaferden sonra Aziz Paulus önceden Saulus olan adını Paulus olarak
değiştirir.
[346] Tanrımız.
[347] Epistula il ad
Timotheum, 2.21: “ ... kişi kendisini bayağı işlerden çekerse onurlu
amaçlara uygun, kutsal kılınmış, efendisine yararlı, her iyi işe hazır bir kap
olur.”
[348] Epistula
ad Galatas, 5.17.
[349]8 Epistula ad Ephesios, 5.14.
[350] Epistula ad Romanos, 7.24-25.
[351] Antonius'un yaşam öyküsü İskenderiye piskoposu
Aziz Athanasius tarafından kaleme alınmıştır.
31
Gallia Bclgica halkı
olan Treveri'nin yaşadığı şehir. Mosel Nehri kıyılarına kurulu, Güneybatı
Almanya’nın önemli şehirlerinden Trier. Saray 381 yılında Milano’ya taşınmadan
önce, Dıocletianus döneminde Batı Roma İmparatorluğunun başkentiydi.
[353]2 Evangelium
secundum Matthaeum, 5.3: “Ne mutlu ruhları fakir olanlara! Çünkü
Göklerin Krallığı onlarındır.”
[354] Evangelium secundum
Lucam, 14.28-29: Aranızdan biri bir kule yapmak isterse, bunu
tamamlayacak kadar parası var mı yok mu diye önce oturup yapacağı masrafı hesap
etmez mi? Çünkü temel atıp da işi bitiremezse durumu gören herkes, “Bu adam
inşaata başladı, ama bitiremedi” diyerek
onunla eğlenmeye başlar.
[355]
Liber Psalmorum, 49.21.
[356] İçimdeki evimde büyük bir kavga yaşanıyordu,
ruhuma cesurca karşı koyup yatak odamızda, yani yüreğimde başlatmıştım bu kavgayı.
Hem zihnim, hem yüzüm allak bullak olmuştu, işte tam o anda Alypius’a dönüp
haykırdım: “Daha ne bekliyoruz? Anlamı ne bu hikâyenin ? Ne anladın? Cahiller
ayağa kalkıp göğü tutuyorlar, bizse hiçbir
[357] Bu tuhaf durum nereden kaynaklanıyor? Neden
böyle oluyor? Merhametinle aydınlat beni, aydınlat ki acaba Ademoğullarının
çektiği onca sırlı ccfada, onca gizli belada bir yanıt bulabilir miyim diye
sana sorabileyim. Bu tuhaf durum nereden kaynaklanıyor? Neden böyle oluyor?
Zihnim bedenime emrediyor ve o da ona anında boyun eğiyor; zihnim kendine
emrediyor, ama dirençle karşılaşıyor. Zihin elini
[358] BÖLÜM
İki farklı iradeden iki farklı doğanın çıktığına inanan Manicilere
reddiye.
22. Boş konuşup insanın aklını çelenler nasıl senin huzurundan
çekilip gittiyse Tanrım, aynı şekilde düşünüp taşınıp iki farklı iradeden biri
iyi, diğeri kötü olmak üzere iki dağalı iki zihnin çıktığım iddia edenler de
senin huzurundan çekilip gitsinler. Böyle kötü düşündükleri için aslında
onların içi kötü. Ama aynı insanlar doğru düşün-
[359] EpisLula ad Ephcsios, 5.8.
[360] Evangelium secundum loannem, 1.9.
3
7 Liber Psalmorum, 33.6.
[362] Liber
Psalmorum, 118.85.
[363] Epistula
ad Romanos,
13.13-14.
[364] Epistula ad Romanos, 14.1.
[365] Epistula ad Ephesios, 3.20.
[366] Liber Psalmorum, 115.16-17.
[367] Sağ elin.
[368] Epistula ad Romanos,
14.16: “Size göre iyi olanın kötülenmesine fırsat vermeyin . ”
[369] Verecundus bizim bu
mutluluğumuzu gördükçe derdinden eriyip bitiyordu. Çünkü dünyevi zincirlerle
sımsıkı bağlandığından bizim grubumuzdan koptuğunu hissediyordu. Henüz
Hıristiyan olma-
[370] Evungclium sccundum
Lucum, 14.14: “Karşılığı dürüst insanlar dirildiği zaman sana
verilecektir.”
[371] Augustinus 387 yılının yazında Milano'dan
Afrika'ya gitmek üzere ayrıldı, ama çıkan iç savaş sonucunda zorunlu olarak
Roma’da kaldı.
[372] Liher Psalmorum,
67.16 (68.15).
[373] Evangelium
secundımı Lucam, 16.22: “Bir gün o yoksul
adam öldü, melekler onu alıp lhrahim’in yanına götürdüler.’’
[374] Liber Psalmorum, 27.8.
[375] Kır evinde Augustinus yanında annesi Monica, o
sıralarda 15 yaşlarında olan oğlu Adeodatus, erkek kardeşi Navigius, akrabaları
Rusticus ve Fasti- dianus, aynı zamanda dostları da olan öğrencileri Alypius,
Trygetius ve Li- centius bulunmaktaydı.
[376] Liber Psalmorıım, 19.6.
[377] l.i/jCI l’sulmonım,
4.1.
[379] l.ihcr
l’salmonım, 4.2.
ı5
Evanfçclium sccundıım loaımcm, 7.39: “Bunu,
kendisine iman edenlerin alacakları Ruhla ilgili olarak söylüyordu. Ruh henüz
verilmemişti. Çünkü İsa henüz yücelrncmişti.”
[381] Davud Peygamber.
[382] Lihcr Psalmorum,
4.3-4.
[384]
Epislula Romanos, 2.5: “İnatçılığın ve tövbesız
yüreğin yüzünden Tanrı’mn adil yargısının açıklanacağı gazap günü için kendine
karşı gazap biriktiriyorsun."
[385] Liber Psalmorum, 4.6.
[386] Evangelium secundum loannem, 1.7.
[387] Epistula ad Ephesios, 5.8.
23 Liber Psalmorum, 4.7.
[388] Liber Psalmorum,
4.8: “Esenlik içinde yatar uyurum, çünkü ya Rab, bir tek sen beni güvende
tutarsın.”
25
Epistula
I ad Corinthios, 15.54: “Çürüyen ve ölümlü beden çürümezliği ve
ölümsüzlüğü giyinince, ‘Ölüm emildi, zafere dönüştü!’ diye yazılmış olan söz
yerine gelecektir.”
[390] Liber Psalmorum,
4.8.
[391] Eski AhiL’in peygamberlerinden ve Liber Isaiae'rıin adlı kitabın yazarı. Kudüs'te
doğmuş ve lö 8. yüzyılda yaşamıştır.
[392] Vaftiz olup yeni bir ad alma günü. Augustinus
Paskalyada vaftiz olmuştur.
[393] 4. yüzyıl sonunda Hıristiyanların çoğu Musa
ve lşaya Peygamberi örnek alıp bedenlerine acılar çektirerek ıslah olurlardı.
[394] Ambrosianus’tan önceki Milana piskoposu
Ariusçuydu. imparator I. Va- lentinianus Ambrosius'un piskopos olmasına sıcak
bakıyordu, ama o ölünce annesi Justina, Ambrosius'a ve Kiliseye zor günler
yaşattı.
[395] İnsanları aynı evde uyum içinde yaşatan sen, i2
hemşehrimiz olan Evodius adındaki genci de arkadaş çevremize kattın. Kendisi evvelden
kamu işlerinden sorumlu bir devlet memuruymuş, bizden ön- cc senin dinine
dönmüş ve vaftiz olup dünyevi mesleğini bırakıp senin hizmetine girmiş. Zaten
hep birlikteydik ama sonra birlikte manevi bir karar aldık, artık aynı evi
paylaşacaktık. Sana rahatça hizmet edebilmemizi sağlayacak uygun bir yer
bakınmaya başladık. Ardından yine hep birlikle Afrika'ya dönme kararı aldık.
Tam Tiberis Nehri ağzındaki Ostia'ya gelmiştik ki, annem vefat etti. Aceleyle
yazdığımdan
[396] İşte annem bu şekilde edepli ve ölçülü bir eğitim
anlayışıyla yetişmiş. Senin sayende ana babasına itaatkar davranırken aslında
ana babası sayesinde sana itaatkar davranmış. Evlilik çağına geldiğinde kocaya
verilmiş ve o andan itibaren kocasına efendisi gibi hizmet etmiş. Onu hep senin
yoluna döndürmeye çalışmış, kendisini senin gözünde güzel kılan, kocasının da
sevgisini, saygısını ve hayranlığını kazandığı ahlaklı davranışlarıyla aslında
kocasına hep senden söz etmiş. Sada-
[397] Epistula I ad Timotheum, 5.4, 10.
[398] Epistula ad Galatas, 4.19.
[399] Epistula ad Philippenses, 3.13.
[400] Epistula l ad Corinthios, 2.9: “Tanrı’nın kendisini sevenler için
hazırladıklarını hiçbir göz görmedi, hiçbir kulak duymadı, hiçbir insan yüreği
kavrayamadı.”
[401] Epislulcı ad Romanos, 8.23.
[402] Liber Psalmurum, 3.5.
[404] Epistula I ad Corinthios, 15.51.
[405] BÖLÜM
Annesinin
ölümüne tuttuğu matem. Günahlarının bağışlanması için kestiği kurban.
29.
Gözlerini kapadım, tarifsiz
bir acı dalga dalga aktı o anda yüre-
[406] Liber
Psalmorum, 101.1.
[407]
Bkz. Augustinus, De musica, 6, 2; 2-3, A. S.
Walpole, s. 44-49.
[408] Ben artık yüreğimdeki bu yarayı iyileştirdim.
Belki insani duygulara kendimi fazla kaptırdığım için beni kınayanlar
olmuştur. Şimdi sana Tanrım, senin bir hizmetkarın olarak sana döktüğüm
gözyaşları ise bambaşka türden; Adem’de ölen ruhları^ bekleyen tehlikeleri düşündüğümde
içimin sızlamasından akan yaşlar bunlar. Annem İsa’da
) yeniden can
bulduğu halde henüz tensel kurtuluşa ermediği zamanlarda, gönlündeki inancı ve
ahlaklı davranışlarıyla hep senin adını yücelterek yaşadı. Nasıl söylesem
bilmiyorum, ama vaftiz olup da senin sayende yeniden doğduğundan beri senin
ilkelerine ters bir laf çıkmamıştır hiç ağzından, bir gün bile. Oğlun, yani
Hakikatin söyle söylemiştir: “Kim kardeşine budala derse cehennemin
ateşlerinde ödesin
[409] Mvungdium sccundum Mallhucuın, 5.22.
[410] Hpistula ll ad Coriıılliıos, 10.17.
[411] Epislu/u ad
Romana.s, 142.2.
[412] l.ihcr l’salmonım,
142.2. “Kulunla hesaplaşmaya girişme. Çünkü hiçbir canlı senin karşında
aklanamaz.”
[413] Evangelium st'cundum MaUhaeum, 5.7.
[415] Liber Psalmorum,
119.108.
[416] Epistula ad Colossenses, 2.14.
[418] İsa’nın kendisini feda ederek insanoğlunu
günahlarından arındırma ve esenliğe kavuşturma sırrına.
[419] Liber
Psalmorum, 91.13. (Aslan ya da yılan şekline dönüşen şeytana.)
[420]
Confessiones’in I -10. kitapları herkesin
öğrenmesine yönelik bilgilerin sunulduğu kitaplardır. Ama 10. kitaptan
itibaren Augustinus’un içsel yaşamıyla ilgili bilgiler, yani Augustinus ile
Tanrı arasındaki özel konular sunulmaya başlar. Bkz. Cari G. Vaught, Books X-XIII, s. 43.
[422] Epistula
ad Ephesios, 5.27.
ı
Evangelium secundum loannem, 3.20-21: “Kötülük
yapan insan ışıktan nefret eder ve yaptıkları açığa çıkmasın diye ışığa
yaklaşmaz. Ama doğru işler yapan insan ışığa yaklaşır ki, yaptığı işlerin
Tanrı sevgisiyle yapıldığı anlaşılsın.” Bkz. Cari G. Vaught, Books X-XIII, s. 43.
[424] Liber Psalmorum,
5.12: “Çünkü sen doğru kişiyi kutsarsın ya Rab, çevresini kalkan gibi lütfunla
sararsın.”
[425] Epistula ad Romanos,
4.5. Augustinus Tanrı’ya iman etmediği dönemden söz ediyor.
[426] Epistula
I ad Corinlhios,
2.11.
[427] Senin Krallığında hemşerisi olduğum
insanların.
[428] İsa’nın yol göstericiliği olmasaydı.
[429] Epistula ! ad Corinthios, 2.11.
[430] Epistula ! ad Corinthios, 13.12.
[431] Epistula I ad Corinthios, 10.13.
[432] Liber Isaiae, 58.10.
[433] Epistula ad Romanos,
1.20: “Tanrı’mn gizli nitelikleri, hatta sonsuz kudreti ve tanrısallığı bile
dünya yaratılalı beri açıkça meydanda; Onun yarattıklarıyla anlaşılmakta.
Demek ki bunların bir bildikleri var.”
[434] Mama: Kudret
helvası: tsraüoğullannm çölü geçerlerken yedikleri beyaz renkli çiçek (Jmxmus ornus). Manna aynı zamanda Şabat akşamı
kurulan sofraları süsleyen ve o akşama özel hazırlanan ekmeklerin üstüne
örtülen beyaz örtüdür. Bu örtü Mısır'dan çıkıştan sonra mannanın üzerine her sabah
cennetten düşen çiyi simgeler.
'6 Augustinus’un söz eniği ışık,
ses, ekmek, koku ve kucaklaşma beş tensel duyunun ruhani karşılıklarıdır.
Augustinus Tanrı’yı idrak etmek için ruhuna (zihnine) bakmaya karar veriyor.
Dikkat edilirse Augustinus burada hem Platon’dan hem de Paulus’tan ayrılıp
farklı bir yola giriyor. Çünkü Augustinus, Platon'un kitaplarındaki gibi
Tanrı’nın doğası vs gibi kesin doğrular ya da Paulus’ta okuduğu gibi kendisini
Tanrı'ya götürecek bir geçit aramıyor. (Bkz. Augustinus, Confessiones, 7.9.13; 7.21.27) Tek bilmek istediği
kendisi. Kendisini araştırıyor, çünkü kendisine sadece Tanrı sahip ve
Augustinus kendisinin gerçek sahibini bilmekle kendisine de sahip olacaktır.
17
lö VI. yüzyılın doğa
düşünürlerinden Anaksimenes evrenin ilk ilkesinin (arkhe)
hava olduğunu ileri sürmüştür.
[436] Zihin: Augustinus'a göre beşer ruh ve bedenden
oluşur. Insan olmak ruh olmakla eştir. Augustinus buna içteki ben (ya da içteki
insan) der. Ayrıca insan olmak beden olmakla da eştir, bedene dıştaki ben (ya
da dıştaki insan) der. Augustinus’un bu satırlarında kendisini ruhla
özdeşleştirmesi, insanın beden ve ruh bütünü olduğu düşüncesine ters düşmez;
burada Augustinus’un Tanrı'ya yolculuğunda ruhunun farklı bir yapı
kazandığını, bir anlamda dönüşüm geçirdiğini belirttiğine dikkat etmek gerekir.
Bkz. Cari G. Vaught, Books X-X1II, s. 39.
Augustinus'a göre, ruh tensel duyuları bir araç olarak kullanıp onların
yardımıyla doğayı ya da doğa düzenini inceleyip buradan Tanrı'yı nerede
bulabileceğine dair ipuçları çıkarmaya çalışıyor. Augustinus'a göre, ilk
olarak içindeki ben, yani ruh, bedenle iletişime geçer, ama tensel duyuların ne
dediğini anlamak için ruhtan zihne hareket etmek gerekir. Zihin (animus) ruhun (anima) üstünde yer alır. Ama bu durum
bir insanda iki ruh olduğu anlamına gelmez, Tanrı’yı bulma yolculuğunda bir
ruhun farklı roller üstlendiğini gösterir. Bu yüzden Augustinus’- ta insanı
tanımlarken onun kurucu öğelerinden olan ve Tanrı’yı araştırmanın başlangıç
noktasında yer alan Latince anima sözcüğünü ruh
olarak, ama duyuların öğrettiğini anlamaya çalışan Latince animus sözcüğünü zihin olarak çevirmek gerekir. Bkz.
Cari G. Vaught, a.g.e., s. 40.
[437] BÖLÜM
Tanrı bedenin ya da ruhun yetilerinde bulunmaz.
11.
Öyleyse ben Tanrıma aşıkken neye aşık olmuş oluyorum? Ruhumun doruğundan da
üstün olan O kim? Işte Ona ancak ruhumun
[438] Liber Psalmorum,
32.9.
[439] Var mı, nedir, nasıldır
gibi üç tür soru olduğunu işittiğimde, ben bu kelimeleri oluşturan seslerin
imgesine sahip oluyorum ve bu
[440] Augustinus, Plato’nun öğrenmenin hatırlamak,
hazır olan zihne getirmek olduğu görüşünü anımsatıyor. Saint Augustine, Confessions, Henry Chad- wick (tr.), s.l89, dipnot.
15.
[441] Latince cogere,
“bir araya getirmek, toplamak, bir araya getirmek için uğraşmak;” colligere, “toplamak, bir bütün haline getirmek,
bütünleştirmek, bir araya getirmek," vs anlamlarına gelir. Mecaz
anlamlarından birisi zihinsel olarak toparlamak, bir araya getirmektir. Düşünmek,
tartmak, zihinsel olarak bir şeyin üzerine yoğunlaşmak fiilinin, yani Latince cogitare’nin asıl
[442] Duygular da hafızamda tutuluyor, ama bu
duyguları yaşadığım sırada zihnime yansıdıkları şekilde değil de hafızama
yansıdıkları şekilde, yani çok daha değişik bir yöntemle tutuluyor. Çünkü ben
geçmişte mutlu olduğumu hatırladığımda aynı şekilde mutlu olmuyorum,
geçmişteki üzüntümü hatırlarken aynı şekilde üzüntülü olmuyorum ya da bir
zamanlar çok korktuğum anları şimdi hiç korkmadan hatır-
[443] Cicero, De Finibus, 3.10.35; Tusculanae Disputationes, 4.6.11.
[444] Ama bu süreç imgelerle mi yoksa imgeler
olmadan mı işliyor, kim rahatça yanıtlayabilir ki bunu? Duyularımla o an için
algılamamış olsam bile örneğin taş diyorum, güneş diyorum, çünkü bunların imgesi
benim hafızamda mevcut. Örneğin bedenimde hissettiğim bir acıdan söz ediyorum,
ama o sırada acı falan yok ve benim canımı yakmı-
[445] Peki buna ne diyeceksiniz? Ben unutmadan da
söz edince neden söz ettiğimi biliyorum. Bunu hatırlamamış olsaydım nereden
bilecektim? Bu kelimenin sesinden söz etmiyorum, bu kelimenin anlamından söz
ediyorum. Bu anlamı unutmuş olsam o sesin ima ettiği şeyi kesinlikle
bilemezdim. Öyleyse hafızayı hatırladığımda hafıza kendini kendiliğinden
devreye sokuyor. Ama unutmayı hatırladığımda hem hafıza hem de unutma devreye
giriyor, yani hatırlamamı sağlayan
[446] Hafızanın gücü çok büyük Tanrım,
insanı ürküten bir şey var ) derinlerinde ve
sonsuz karmaşasında. Işte zihnin kendisi bu, işte bu benim. O halde ben kimim
Tanrım? Nasıl bir doğaya sahibim? Sürekli değişen, pek çok biçime giren,
ölçülere sığmayan bir yaşam. Baksanıza şu hafızamdaki geniş ovalara,
dehlizlere, mağaralara, her türden şey var içinde, saymaya kalksanız
sayamazsınız. Nesneleri arıyorsanız imgeleri orada, sanatları arıyorsanız
kendileri orada. Zihnimizi etkileyen
[447] Liber lob, 35.
ll.
[448] Evangelium secundum Lucam, 15.8.
[449] Peki, hafızanın kendisi bir şey kaybettiğinde,
yani bir şeyi unuttuğumuzda ve hatırlamaya çalıştığımızda ne yaparız? Tek
bakacağımız yer yine hafıza değil mi? Hafızamız bize bulmak istediğimizden
başka bir şey sunsa, aradığımız şeyle karşılaşıncaya kadar bu teklifini geri
çeviririz. Aradığımız şeyle karşılaşınca da, “işte bu” deriz. Onu tanımamış
olsaydık bu lafı etmezdik, zaten onu hatırlamamış olsaydık tanımazdık O zaman
da onu unutmuş olmamız kesinlik kazanırdı. Yoksa tamamen çıkıp gitmemiş midir
hafızamızdan, bir parçası kalmış
[450] Liber Isaiae, 55.3.
[451] Adem’de. Augustinus için Adem insan soyunun
atası olmaktan öte insanın ölümlü bir varlık olmasının simgesidir.
[452] Öyleyse herkesin mutlu olmak istediğinden
emin olamayız, çünkü sevinçlerinin kaynağını sende aramayanlar da var. Oysa
hakiki mutlu yaşam bu ve onlar bu hakiki mutlu yaşamı istemiyorlar. Yoksa
herkes bunu istiyor da henüz beden ruha, ruh da bedene aykırı olanı
[453] Epistııla ad Galatas,
5.17: “Çünkü benlik Ruha, Ruh da benliğe aykırı olanı arzular. Bunlar
birbirine karşıttır; sonuç olarak istediğinizi yapamıyorsunuz.’’
[454] Ruhumun kurtuluşu için yüzümü sana
döndürdüm.
[455] Bak, seni ararken hafızamda ne geniş yollar
kat ettim ya Rab ve seni onun dışında bulamadım. Çünkü seni ilk öğrendiğim
andan itibaren hatırıma gelenler dışında seninle ilgili hiçbir şey bulamadım.
Çünkü seni ilk öğrendiğim andan itibaren seni hiç unutmadım. Haki-
[456] Seni çok geç sevdim ey en eski, en yeni
Güzellik, seni çok geç sevdim! İşte artık içimdesin ve ben dünyanın dışındayım.
Ben seni orada aradım ve çirkinleşip senin yarattığın alemin güzelliğine kapıldım.
Sen bcnimleydin, bense seninle değildim. Bu güzellikler beni senden uzak tutuyordu,
sen onlarda olmasan zaten varolamayacak
olan
güzellikler. Sen seslendin, haykırdın ve sağırlığımı kırıp parçaladın, ışıdın,
pırıl pırıl parladın ve körlüğümü kaçırttın; rayihanı yaydın ve ben esintisinin
peşine düştüm, o andan beri seni soluyorum, seni tattım, o andan beri sana
açım, sana susuyorum, bana dokundun, o andan beri sende huzur bulmak için yanıp
tutuşuyorum.
[458] Benim bütün uınudum senin o engin merhametinde.
Ne buyuruyorsan güç ver, ne istiyorsan buyur. Bize nefse hâkimiyeti buyuru-
[459] Liber Sapicntiae, 8.21.
[460] Augustinus kendisini günah işlemeye götüren
ana nedenleri üç ana başlıkta loplar: Bedenin tutkuları, göz doymazlığı ve
kibir. Bunların arasında derece farkı vardır, sonuncusu ilkine göre çok daha
ciddidir. Bu bölümde bedenin şehvani arzularına neden olan beş duyudan söz
etmeye başlar: Dokunma, tatma, koklama, işitme ve görme.
[461] Yaşamı cinsellikten uzak sürdürmeyi başarmak,
Augustinus'a göre, insanın kendi başarısından öte tanrısal bir armağandır. Bu
armağanı kabul etmek Tanrı'nın inayetine nail olduğunu açığa vurmak demektir.
Yeni Platoncu bakış açısına göre, böyle bir yaşam bedeni reddetmektir. Bkz.
Carl G. Va- ught, a.g.e., s. 95.
[462] Evangeiium secundum
Matthaeum, 6.34: “O halde yarın için kaygılanmayın. Yarının derdi
yarının olsun. Her günün derdi kendine yeter.”
[463] Epistula ! ad
Coıinlhios, 6.13: “Yemek mide için, mide de yemek içindir” diyorsunuz,
ama Tanrı hem mideyi hem de yemeği ortadan kaldıracaktır. Beden fuhuş için
değil Rab içindir. Rab de beden içindir.
[464]
Epistula I ad Corinthios, 15.53: “Çünkü bu çürüyen beden
çürümezliği, bu ölümlü beden ölümsüzlüğü giyinmelidir.”
3° Augustinus çocukluğunda. Bkz. Augustinus, Confessiones, 2.4.9.
[465] Evangclium secundum Lucam, 21.34.
[467] Epistula I ad Corinthios, 8.8.
[469] Paulus.
[470] Epistula ! ad
Corinthios, 1.31: “Övünen Rab’le övünsün."
[471] Liber Ecclesiasticus, 23.6.
[472] Epistula ad Titum, 1.15; Epistula ad Romanos, 14.20.
[473] Epistula I ad Timotheum, 4.4.
[478]
Libcr Genesis, 9.1-2: Tanrı Nuh'u ve oğullarını
kutsayarak, “Verimli olun, çoğalıp yeryüzünü doldurun” dedi, “Yerdeki
hayvanların, gökteki kuşların tümü sizden korkup ürkecek. Yeryüzündeki bütün
canlılar, denizdeki bütün bal ıklar sizin hâkimiyetinize verilmiştir. Bütün
canlılar size yiyecek olacak ... hepsini size sunuyorum.”
s° Libcr l Rcgıım,
17.6: “Dereden su içiyor, kargaların sabah akşam getirdiği et ve ekmekle
besleniyordu.”
S) Evangclium secundum
Matthacum, 3.4: “Yahya'nın deve tüyünden giysisi, belinde deri kuşağı
vardı. Yed iği çekirge ve yaban balıydı.”
[481] Liber Gencsis, 25.34.
[482] Liber II Sarnuelis,
23.15-17: Davut susayınca askerleri ne, “Keşke biri Beytle- hem kapısının
yanındaki kuyudan bana su getirse,” dcr. Askerler canlarını hiçe sayıp düşmanın
ortasından geçer, kuyudan su çekip Davut’a getirirler. Ama Davut onların
hayatını tehlikeye attığını anlayınca suyu içmez ve yere döker. Sonra şöyle
der: “Ya Rab, bu suyu içmek bana nasip olmasın, canlarını tehlikeye atan bu üç
kişinin kanını mı içeceğim yani?”
5
4 Evangclium
secundum Matthaeum, 4.2: “lsa kırk gün kırk gece oruç tuttuktan sonra
acıktı. İşte o ara İblis yanına yaklaşıp, Tanrı'nın Oğluysan söyle şu taşlar
ekmek olsun' dedi. İsa ona yanıtı şöyle oldu: ‘Insan ekmekle yaşamaz,
Tanrı'nın ağzından çıkan sözlerle yaşar,’ diye yazılmıştır.”
[484] İsrail halkı.
[485] Liber Numen,
ll.l: “İsrailliler de yine ağlayarak, ‘Keşke yiyecek biraz et olsaydı!’ dediler.
Mısır’da parasız yediğimiz balıkları, salatalıkları, karpuzları, pırasaları,
soğanları, sarımsakları hatırlıyoruz da..."
[486] Mesih tsa.
[487] Liber Psalmorum,
139.16: “Henüz döl yatağındayken gözlerin gördü beni; bana ayrılan günlerin
hiçbiri gelmeden hepsi senin kitabına yazılmıştı."
[488]
Epistula II ad Corinthios, 5.2: Şimdiyse göksel
evimizi giyinmeyi özleyerek inliyoruz.
[489] Liber
Thobis, 4.2 vd.
1 Liber
Genesis, 27 vd: Ishak yaşlanmış, gözleri görmez olmuştu. Büyük oğlu Esav’ı
çağırıp, “Oğlum!” dedi'. Esav, “Efendim!” diye yanıtladı. Ishak, “Artık
yaşlandım,” dedi, “ne zaman öleceğimi bilmiyorum. Silahlarını -ok kılıfını,
yayını- al, kırlara çıkıp benim için avlan. Sevdiğim, lezzetli bir yemek yap,
bana getir yiyeyim. Ölmeden önce hayır duamı al.”
[491] Liber Genesis, 48 vd: Bir süre sonra, “Baban
hasta” diye Yusuf a haber geldi. Yusuf iki oğlu Manaşşe’yle Efrayim’i yanma
alıp yola çıktı. Yakup’a, “Oğlun Yusuf geliyor,” diye haber verdiler. İsrail
kendisini toparlayıp yatağında oturdu. Yusufa, “Her şeye kadir olan Tanrı bana
seni verimli kılacak, çoğaltacağım” dedi, “soyundan birçok halk doğuracağım.
Senden sonra bu ülkeyi sonsuza dek mülk olarak senin soyuna vereceğim. Ben
Mısır’a gelmeden önce burada doğan iki oğlun benim sayılır. Efrayim’le Manaşşe
benim için Ruben’le Şimon gibidir. Onlardan sonra doğacak çocuklar senin
olsun. Efrayim’le Manaşşe’den onlara miras geçecek. Ben Paddan’dan dönerken
Rahel Kenan ülkesinde, Efrat’a varmadan yolda yanımda öldü. Çok üzüldüm, onu
orada Efrat’a, Beytlehem’e giden yolun kenarına gömdüm.” İsrail Yusufun
oğullarını görünce, “Bunlar kim?” diye sordu. Yusuf, “Oğullarım,” diye
yanıtladı, “Tanrı onları bana Mısır’da verdi.” İsrail, “Lütfen onları yanıma
getir, kutsayayım,” dedi. İsrail’in gözleri yaşlılıktan zayıf- lamışlı,
göremiyordu. Yusuf oğullarım onun yanına götürdü. Babası onları öpüp kucakladı.
Sonra Yusufa, “Senin yüzünü bir daha göreceğimi hiç sanmıyordum," dedi,
“ama işte Tanrı bana soyunu bile gösterdi." Yusuf oğullarını babasının
kucağından alıp onun önünde yere kapandı. Sonra Ef- rayim'i sağına alarak
İsrail'in sol eline, Manaşşe'yi soluna alarak İsrail'in sağ eline yaklaştırdı.
İsrail ellerini çapraz olarak uzattı, sağ elini küçük olan Ef- rayim'in, sol
elini Manaşşe'nin başına koydu. Oysa ilkin Manaşşe doğmuştu. Sonra Yusufu
kutsayarak şöyle dedi: “Atalarım İbrahim'in, İshak’ın hizmet ettiği, Bugüne
dek yaşamını boyunca bana çobanlık eden Tanrı, beni bütün kötülüklerden
kurtaran melek bu gençleri kutsasın! Adım ve atalarım İbrahim’le lshak’ın
adları bu gençlerle yaşasınl Yeryüzünde çoğaldıkça çoğalsınlar.” Yusuf
babasının sağ elini Efrayim’in başına koyduğunu görünce bundan hoşlanmadı.
Babasının elini Efrayim'in başından kaldırıp Manaşşe'nin başına koymak istedi.
“Baba, öyle değil," dedi, “ilkin Manaşşe doğdu. Sağ elini onun başına
koy." Ancak babası bunu istemedi. “Biliyorum oğlum, biliyorum” dedi,
“Manaşşe de büyük bir halk olacak. Ama küçük kardeşi daha büyük bir halk
olacak, soyundan birçok ulus doğacak.”
[492] Augustinus’a göre iki tür körlük var. İlki
Tanrı’yı görememeye yol açan körlük, ikincisi her insanın başına gelebilecek
bir durumdan, gözlerin görüş yeteneğini yitirmesinden kaynaklanan körlük.
Dünya ışığını görememek tanrısal ışığı görememek anlamına gelmez.
[493] Ambrosius\ın gün ışığını yücelten ve gecenin
ruhani aydınlanmasını öven ilahisinden söz ediliyor.
[495] Liber
Psalmorum, 121.4.
[496] Liber Psalnıorum,
26.3. “Merhametli olduğunu bir an olsun çıkarmıyorum aklımdan.”
[497] Epistula i
loannis, 2.16.
10
Gençliğinde tiyatro gösterilerine aşırı merakını bir kez daha eleştiriyar
(Augustinus, Confessiones, 3.2 3; 10.35.55-57).
[500] Hastalar ve yoksullar ya da bu türden muhtaç
konumdaki insanlar adına Tanrı’ya dua ederken pagan adetleriyle hareket edip batıl
törenler, büyü, yıldız falcılığı gibi dindışı inançları ve uygulamaları
kullanan insanlara karşı olduğunu ima ediyor.
[501] bedenimi.
[502] düşerken.
[503] Liber Psalmorum,
103.3-5.
[504] Episiula l Pelri, 17.4.8.
[505] Libcr Psalmorum, 18.7.
[506] Libcr Isaiac,
14.3 vd. “Babil kralını alaya alarak, ‘Halkı ezenin nasıl da sonu geldi!”
diyecekler, “Zorbalığı nasıl da sona erdi!... Ey parlak yıldız, seherin oğlu.
Göklerden nasıl da düştün! Ey ulusları ezip geçen, nasıl da yere yıkıldın!
İçinden “Göklere çıkacağını” dedin, ‘Tahtımı Tanrı’nın yıldızlarından daha
yükseğe koyacağım; Safon’un doruğunda, İlahların toplandığı dağda oturacağım.
Bulutların üstüne çıkacak, kendimi Yüceler Yücesiyle eşit kılacağını."
Ancak ölüler diyarına, ölüm çukurunun dibine indirildin işte. Seni görenler
bakıp bakıp şöyle diyecekler: “Dünyayı sarsan, ülkeleri titreten, yeryüzünü
çöle çeviren, kentleri yerle bir eden, tutsakları evlerine salıvermeyen adam
bu mu?"
[507] Evangelium secundum Lucam, 12.32.
/g Evangelium
secundum loannem,
3.21.
HO Liber
Psalmorum, 141.5: “Doğru insan bana vursa iyilik sayılır, azarlarsa başa
sürülen yağ gibidir, Başım reddetmez onu. Çünkü duam hep kötülere karşıdır.”
[509] Augustinus 8. Kitabının sonunda, Tanrı’ya
gidecek yolu kendisine göstermesi için bir şefaatçi araması gerektiğini
anlıyor ve Kitabının sonunda Mesih lsa’yı buluyor.
[510] Epistula ad Ephesios,
2.2: “Sizler bir zamanlar suçlu olduğunuz ve günah dolu bir yaşam
sürdüğünüz için ölüydünüz. Bu dünyanın gidişine ve göklerdeki hükümranlığın
kralına, yani söz dinlemeyen insanlarda etkin olan ruha uymaktaydınız.”
[511] Epistula II ad
Corinthios, 11.14: “Buna şaşmamalı. Şeytan da kendisine Nur'un meleği
süsü verir."
[512] sahte bir tsa figürü.
[513] Augusünus’un şefaatçi olacak kişide Tanrı ve
insan özelliklerini birleştirmesi, özellikle Ariusçu ve Plotinusçu görüşleri
reddetmesine olanak tanır. Çünkü bu görüşleri savunanların iddiası, insan
bedenli olduğu için İsa'nın şefaatçi olmadığı yönündedir. Bkz. Carl G. Vaught, a.g.e., s.
96.
[514] Epistuh ad Romanos, 6.23: “Çünkü
günahın bedeli ölüm, Tanrı’nın armağanı ise Rabbimiz Mesih İsa’da sonsuz
yaşamdır.”
[516]2
Evangelium secundum loannem, 10.18: “Canımı
kimse benden alamaz; ben onu kendiliğimden veririm. Onu vermeye de, tekrar geri
almaya da yetkim var. Babam böyle buyurdu bana.”
[517] Epistula II ad Corintlıios, 5.15.
[518] Liher Psalmorum, 119.18.
[519] Epistula ad Colossenscs, 2.3.
[522] Evangclium secundum Matthaeum, 6.8.
[523] LibtT Psalmorum, 118.2.
[524] Su
saatine (clepsydra) gönderme yapıyor.
[525] Liber Psalmorum, 74.16.
[526] Evangclium secundum Matthaeum, 6.33.
[527] Evangelium secundum
loannem, 5.46: “Musa'ya iman etmiş olsaydınız bana da iman ederdiniz.
Çünkü o benim hakkımda yazmıştır."
[528] işte gök ve yer göz
önündeler, yaratıldıklarını haykırıyorlar; çünkü değişiyorlar ve
çeşitleniyorlar. Oysa yaratılmamış, ama varolan bir şey kendisinde önceden
olmayan hiçbir şey barındırmaz ki değişti- rilebilsin ve farklılaştınlabilsin.
Zaten gök ve yer de kendi kendilerini yaratmadıklarını haykırıyorlar bak:
“Varsak yaratıldığımız için varız, çünkü yaratılmadan önce yoktuk ki kendi
kendimizi yaratacak gücümüz olsun.” İşte bunları söyleyenlerin sesi, apaçık
kanıt. O halde sen,
[529] Liber Psalmorum, 33.9.
[530] Evangelium secundum
Matthaeum, 17.5: “Petrus daha konuşurken parlak bir bulut üzerlerini
gölgeledi. Buluttan gelen bir ses, ‘Sevgili Oğlum budur, Ondan hoşnudum. Onu
dinleyin!’ dedi.”
[531]
Evangelium secundum loannem, 1.1: “Başlangıçta
Söz vardı. Söz Tanrı’yla birlikteydi ve Söz Tanrıydı." [In principio erat
Verbum, et Verbum erat apud Deum, et Deus erat Verbum.]
[532]
1 Evangelium secundum Ioannem, 8.25: “Ona,
‘Sen kimsin?’ diye sordular. Isa, ‘Başlangıçtan beri size ne söyledimse Oyum’
dedi.
[533] Evangelium secundum loannem, 3.29.
[534] Liber Psalmorum, 31.10.
[535] Liber Psalmorum,
103.3-5: “Bütün suçlarım bağışlayan, bütün hastalıklarım iyileştiren, canını
ölüm çukurundan kurtaran, sana merhamet ve şefkat tacı giydiren, yaşam boyu
seni iyiliklerle doyuran Odur. Bu nedenle gençliğin kartalmki gibi tazelenir.
[536] Liber Psalmorum, 104.24.
[537] Bunları söyleyenler henüz seni anlamıyorlar ey
Tanrı’nın Bilgeliği, zihinlerin İşığı, varlıkların senin sayende ve sende
nasıl olduğunu henüz anlamıyorlar. Ebediyeti tatmaya çalışıyorlar, ama
yürekleri hâlâ şeylerin hir geçmişe bir geleceğe gidip geldiği âlemde bir oraya
bir buraya uçuşup duruyor ve hâla kararsızlar. Kim tutacak bu yüreği, kim bu
yüreği sabitleyecek ki birazcık durabiisin ve bir anlık da olsa o hep durduğu
yerde duran ebediyetin görkemini yakalayabilsin? lşte belki o zaman ebediyeti
hiçbir zaman durduğu yerde durmayan zamanla kıyaslayabilir ve kıyaslanmasının
mümkün olmadığını anlayabilir; uzun bir zamanın art arda gelen bir dizi
hareketten ibaret olduğu için uzun olduğunu, bu hareketlerin aynı anda
beraberce akıp gidemeyeceğini görebilir; ebediyette ise hiçbir şeyin gelip
geçici olmadığını, tersine her şeyin bütünüyle şimdi olduğunu, buna karşın zamanın
bütünüyle
[539] Liber Psalmorum, 102.27.
[540] Liber Psalmorum, 2. 7.
[541] Uzun zaman, kısa zaman gibi tabirler
kullanıyoruz ama. Bu tabirleri de sadece geçmiş ve gelecek zamanla ilişkili
olarak kullanıyoruz. Geçmişle ilişkili olarak, örneğin yüzyıl öncesine uzun
bir zaman diyoruz, aynı şekilde gelecekteki uzun bir zamanla yüz yıl sonrasını
kastediyoruz. Kısa bir zaman önce dediğimizde, örneğin on gün öncesinden söz
ediyoruz, kısa bir zaman sonra dediğimizde de, örneğin önümüzdeki on günlük bir
süreden söz ediyoruz. Ama olmayan bir şey nasıl uzun ya da kısa olabiliyor?
Çünkü geçmiş artık yok, gelecek de henüz yok. O halde geçmişten söz ederken
“uzundur” dememek
[542] Sadece araştırıyorum Baba, doğrulamıyorum
Tanrım, koru beni, bana hakim oL Zamanın geçmiş, şimdi ve gelecek şeklinde üçe
ay-
[543] Lütfet Tanrım, araştırmamı daha
derinleştirebileyim, ey Umudum; dikkatimin dağılmasına ve amacımdan sapmama
izin verme. Gelecek ve geçmiş olaylar mevcutsa şu an bunların nerede
olduklarını bilmek istiyorum. Henüz bunu çözecek kadar bilgim yok, ama en
azından bir yerlerde olduğunu biliyorum, ayrıca nerede olurlarsa olsunlar
orada gelecek ya da geçmiş zaman olarak değil şimdiki zaman olarak da
bulunduklarını biliyorum . Çünkü orada gelecek zaman olarak bulunuyorlarsa
demek ki henüz burada yoklar; orada geçmiş zaman olarak bulunuyorlarsa demek
ki anık burada yoklar. O halde nerede bulunurlarsa bulunsunlar, gelecek ya da
geçmiş olarak hangi zamandan olurlarsa olsunlar ancak şimdiki zaman olarak
bulunuyorlar. Geçmişe ilişkin doğru bir aktarımda bulunduğumuzda hafızamız geçip
gitmiş olayların kendilerini değil de, bu olayların hafızamızda can-
[544] Öyleyse sen, ey Alemin Yöneticisi, ruhları
gelecek konusunda ne şekilde bilgilendiriyorsun? Nitekim sen peygamberlerine
bunu öğrettin. Gelecek hakkında ne şekilde bilgilenmemizi sağlıyorsun, gelecek
bizim için henüz ortalıkta bile görünmezken? Şimdiki zamanın ışığında mı
geleceği okumamızı sağlıyorsun? Yoksa olmayan bir şey nasıl öğretilebilir ki?
Bu bilgilendirme biçimin benim görüş alanımın
[545] BÖLÜM
Zaman nasıl ölçülebilir?
27.
Demin de dediğim gibi biz
zamanı ölçebiliyorsak ancak akıp giderken ölçebiliyoruz. Bu şekilde şu zamanı
ölçüt alırsak, bu zaman
[546] BÖLÜM
Bu bilmeceyi çözmek için Tanrı'dan yardım diliyor.
28.
Bu karmaşık b ilmeceyi
çözmek için zihnim yangın yerine dönmüş durumda. N’olur kapama kapını Rab
Tanrım, ey İyi Baba, İsa adına yalvarıyorum, n’olur kapama kapını şu bulmaya
çalıştığım yanıtın
[547] E vangel i um secundum M atthaeum, 7.11.
[548] Uber Psalmorum, 116.10.
[549]
Liber Genesis, 1.14: “Tanrı şöyle buyurdu: ‘Gök
kubbede gündüzü geceden ayıracak, yeryüzünü aydınlatacak ışıklar olsun.
Belirtileri mevsimleri, günleri, yılları göstersin.' Ve öyle oldu.”
[550] Liber Psalmorum, 18.28.
[551]
Cubitum: Uzunluk ölçü birimi, kübiL Eski ölçü
birimlerindeki güçlüklerden biri, işaret parmağı genişliği olarak tanımlanan
dijit ile önkol uzunluğu olarak tanımlanan kübit arasında temel hiçbir
bağıntının olmamasıydı. Bu sorun kübitin standart olarak belirlenmesi ve öbür
uzunluk birimlerinin bunun kesri ya da katı olarak alınması yoluyla çözüldü.
Böylece örneğin Mısır’da dijit kübitin 28'de l'i, kulaç ise kübitin dört katı
olarak belirlendi.
[552] Ambrosianus’un hir şiirinin dizesi.
[553] Ama henüz olmayan gelecek nasıl azalıyor ve
tamamen tükeniyor ya da anık olmayan geçmiş nasıl çoğalıyor? Bunun tek nedeni, bu
süreci idare eden zihinde üç işlevin gerçekleşmesi. Çünkü bu süreçte zihin hem
bekliyor, hem dikkat kesiliyor hem de hatırlıyor, böylece beklediği geleceği,
dikkat kesildiği şimdiki zaman aracılığıyla, hatırladığı geçmişe taşıyor.
Gelecek zamanın henüz olmadığı inkar edilebilir mi? Oysa zihinde gelecek zamana
dair hep bir beklenti söz konusudur. Geçmiş zamanın anık olmadığı inkar
edilebilir mi? Oysa zihinde geçmişin hatırası hâlâ mevcuttur. Dahası, akıp
giderken sadece bir anlık varolan şimdiki zamanın hiçbir duralama anının
olmadığı inkâr
[554] BÖLÜM
Gelip geçici olayların arasında dağılan
benliğini Tanrı'ya sığınarak toparlamak istiyor.
39.
Ama senin merhametin tüm
yaşamlardan daha değerli olduğu-
[555] Libcr Psalmorum, 63.3.
[556] Epistula ad Philippenses, 3.12-14.
[557] Augustinus insan yaşamındaki hareketlilik ve
dağınıklıktan kurtulmak için durağanlığın ve dikkati bir noktaya toplamanın
önemini vurguluyor ve mükemmelliğe ancak bu şekilde ulaşılabileceğini söylüyor.
Auguslinus’un zihnindeki Birlik ve Çokluk arasındaki farkları vurgulaması
açısından 29. bölüm ayrı bir önem taşımaktadır.
[558]
Meleklerden söz ediliyor. Bkz. Augustinus, Confessiones,
12.9.9; De Civitate Dei, 12.16.
[559] Auguslinus'un Genesis’teki
yaratılışa ilişkin ifadeleri yorumladığı bu bölüm ana hatlarıyla şöyledir:
Tanrı her şeyi hiçlikten (ex nihilo) yaratır;
Tanrı'nın ve Hiçliğin zamandan önce bir arada bulunduğu yerde. Aralarında
sırasıyla göklerin göğü (Yüce Gök: Tanrı gibi ezeli ve ebedi olmadığından
değişime yazgılıdır, ama Tanrı'ya kenetlenmiş olduğundan zamanın dalgalanmalarından
uzaktır), henüz biçim verilmemiş madde (varlıkların yaratılmasına sebep olan
biçimsiz madde, yani yeryüzü), varolan (esse) ve var olmayan (non esse) ruhlar, bedenler ve şeylerin değişkenliği sonucu
meydana gelen ve var olmayan (non esse)
kozmolojik zaman yer alır. Bu sıralama Tanrı'yla başlar ve mutlak hiçlikle (nihil) son bulur. Bkz. Carl G. Vaught, a.g.e., s. 163.
[560] Epistula ad Romanos, 8.31.
[561] Evangelium secundum Matthaeum, 7. 7-8.
[562] Genesis (Yaratılış)
adlı Kutsal Kitabı yazarken Musa Peygambere.
[563] Buradaki boşluk (abyssus)
denizin uçsuz bucaksız derinliğiyle özdeştir. Abyssus boşluk ya da uçsuz
bucaksız derinlikller olarak çevrilmiştir. Bkz. Barry L. Bandstra, Genesis 1-11: A Handbook on the Hebrew Text, Baylor
University Press, Waco, Texas, 2008.
g
Augustinus boşluk, yani ışıktan yoksun oluşla biçimlenmemiş maddeyi, yani
yeryüzünü özdeşleştiriyor.
[565]
Dünya (biçimsiz madde) mutlak anlamda bir hiçlik değil Augustinus’a göre,
ayırt edici bir özelliği bulunmayan biçimsizlik sadece.
[566] Vaftiz öncesi.
[567] Maniciler.
[568] Biçimsiz maddede olabilecek bütün biçimler
mevcuttur.
[569] Değişebilirlik
[570] Apocalypsis loannis, 4.8.
[571] Ama göklerin göğü sana ail ya Rab.
Insanoğullarına görmeleri
ve dokunmaları için
sunduğun yeryüzü ise başlangıçta bizim gördüğümüz ve dokunduğumuz gibi bir şey
değildi. Çünkü görünmezdi,
karanlıklarla kaplı bir
boşluktu; boşluğun üstündeki kararılık demek, boşluktaki karanlıktan daha
karanlık demektir. Bu boşluğun, yani şimdi gözümüzle gördüğümüz denizlerin bile
derinlerinde kendine
canlıların
algılayabileceği türde. Ama başlangıçta bütün dünya neredeyse bir hiçti, çünkü
hiçbir biçimi yoktu. Buna karşın biçim alma
[579] Henüz biçim verilmemiş olan göklerin göğünün
akışkanlığı ile dünyadaki denizler arasında.
[580] Musa Peygamber.
[581] Liber Psalmorum, 118.176.
[582] Göklerin göğünün bile.
[584]ı
Göklerin göğü Tanrı'nın yolundan sapmış ruhlar için bile bir kurtuluş umududur.
Insan Tanrı’ya dönmeyi bütün kalbiyle istediği andan itibaren bu göğün kapısı
ona açılır. Auguslinus'a göre burası Tanrı’nın yuvası ya da evidir. Burasının
vatandaşları ömürleri boyunca ebediyete kenetlenip zamanın değişkenliğinden
uzakta yaşar.
[585] Bu düşüncelerin ışığında, bana
bahşettiğin anlayış ölçüsünde,
Tanrım,
kapıyı çalınama teşvik etmenin ve çaldığımda kapını bana açmanın verdiği
güvenceyle zamana bağlı olmayan iki eser yaratmış olduğunu ve ikisinin de senin
gibi ezeli ve ebedi olmadığını anlamış bu
nin
değişmezliğinden pay alıyor. Öteki ise evvelce öyle biçimsizdi ki, gerek
hareket halinde gerekse dururken bir biçimden diğer biçime
[592]
Maddenin serapa kudretsizliği.
[593] Libcr Genesis,
1.6-8: “Tanrı, ‘Suların anasında bir kubbe olsun, suları birbirinden ayırsın,'
diye buyurdu ve öyle oldu. Tanrı gökkubbeyi yarattı. Kubbenin akındaki suları
üstündeki sulardan ayırdı. Kubbeye ‘gök' adını verdi. Akşam oldu, sabah oldu ve
ikinci gün oluştu.”
[596] Kudüs.
[598] Liber Psalmorum, 26.8.
[599] Liber Psalmorum, 119.176.
[600] Geçmiş ve
gelecek arasındaki.
[601] Libcr Psalmorum, 73.28.
3
4 Liber Psalmorum, 26.7.
[602] Yaratılış (Genesis)
Kitabından bahsedilmektedir.
[603] Epistula II ad Tmotheum, 2.14.
[604] Epistula I ad Timotheum, 8.5.
[605] Evangelium secundum
Matthaeum, 22.35-40. “Onlardan biri Kutsal Yasa’nm iyi yorumcularından
biriydi, İsa'yı sınamak amacıyla Ona şunu sordu: ‘Öğ-
[606] G önül gözlerine bu ge rçekleri görebi l me ol
an ağını bahşettiğin
[610] Uber
Genesis, 1.1.
[611] Liber Genesis, 1,2.
[612] Sadece zihnimizde canlandırabildiğimiz.
[613] Dünyamızın üstünde yer alan şu maddi göğü de
içine alan.
[614] Bu son iki yoruma belki birileri şu
şekilde itiraz edebilir: “Maddenin biçim almamış haline gök ve yer dendiği
görüşüne karşı çıkıyorsanız, o zaman Tanrı’nın yaratmadığı, ama göğü ve yeri
yaratmasına vesile kıldığı bir madde vardı diyorsunuz. Çünkü Kutsal Kitapta
Tanrı tarafından yaratılan biçimsiz bir maddeden hiç söz edilmemiş, biz sadece
‘Başlangıçta Tanrı göğü ve yeri yarattı’ dendiğinde, ‘gök ve yer
kelimelerinden, (ya da sadece dünya kelimesinden) biçimsiz bir maddeye
gönderimde bulunulduğunu çıkarıyoruz. Sonraki satırdaki, ‘Yer görünmeyen ve
düzeni olmayan bir boşluktu’ ifadesinde, Kutsal
[616] Hpislula uJ Colossenscs, 1.16.
[617] Pscuclo Dionysius, Meleklerin Hiyerarşisi adlı eserinde melekleri şöyle
sıralar:
/.
Sırtı: Tanrı’ya en yakın olanlar.
Serctphim:
Tanrı'ya en yakın olan melekler: Libcr Isaiac,
6.2-4: “Üzerinde Se- raphiınler duruyordu; her birinin altı kanadı vardı;
ikisiyle yüzlerini, ikisiyle ayaklarını örtüyor, öbür ikisiyle de uçuyorlardı.
Birbirlerine şöyle sesleniyorlardı: ‘Her şeye egemen olan RAB kutsal, kutsal,
kutsaldır. Yüceliği bütün dünyayı doldurur. Seraphimlerin sesinden kapı
söveleriyle eşikler sarsıldı, tapmak dumanla doldu.”
Cherubim:
Liber il Samuelis, 6.2: Tarifsiz bir ışıkla parıl parıl parlayan bu
aşamadaki melekler Her Şeyi Bilen Tanrı'nın önünde dururlar. Tanrı'nın
Bilgeliğinin ışığıyla aydınlanır ve çok gözlü olarak tanımlanırlar.
Tahtlar:
Tann'yı taşıyan tahtlar Tanrı'nın adaletinin melekleridir. Onun adaletini
dünyevi taht sahiplerine, yani krallara ve efendilere aşılarlar. Bkz. Liber Psalmorum, 9.4.
il.
Sıra: Göksel Sarayın Rahip-Hükümdarları.
Güçler:
Kötülüğün üstünde hakimiyet kuran güçlerdir, böylece şeytanların kötülüklerine
gem vururlar. Dolayısıyla, şeytanların insan ruhuna ektiği tutkular ve kötü
düşüncelerden insanları uzak tutarlar.
Egemenlikler:
Kendilerinden sonra gelen meleklere egemen olduklarından höyle adlandırılırlar.
Dünyaya adil ve bilgece yönetim gücü yollar, insanlara tutkularını nasıl
denetleyeceklerini, ruhlarını et ve kanın, yani bedenin hakimiyetinden nasıl
kurlarabileceklerini ve iradelerine nasıl hakim olabileceklerini öğretirler.
Yönetimler:
Kendilerinden sonra gelen meleklere hakim oldukları gibi, aynı zamanda evrenin,
dünyanın ve dünyadaki her ülkenin, her ulusun, her ırkın yöneticiliğini de
üstlenmişlerdin
[619] Sıra: Elçi
Melekler.
Erdemler:
Yüceler Yücesi ve Her Şeye Kadir olan Tanrı’nın iradesinin anında yerine
gelmesini sağlayan meleklerdir. Mucizeler yarattıkları gibi, Tanrı’nın yoluna
giren azizlerin de gerek hastaları iyileştirmelerini gerekse gelecekten haber
vermelerini sağlayarak mucizeler gerçekleştirmesinde rol oynarlar. Ayrıca her
insana sabretme gücü aşılar, böylece yaşamlarındaki acı olaylara dingin bir
ruhla katlanmayı öğretirler.
Başmclckler:
Hayırlı haberleri taşıyan, haber veren güçlerdir. Üst aşamadaki meleklerden
aldıkları hayırlı haberleri alt sıradaki meleklere ilelirler, onlar
aracılığıyla da insanlara. İnsanların zihinlerinde bilgi ışığını yakar ve
onları gizemlerin sırrına erdirirler.
Melekler:
Tanrı ile ölümlüler arasında aracılık eden, insanlara en yakın varlıklardır.
Tanrı tarafından her insana doğduğu andan itibaren verilen ve onu bürün yaşamı
boyunca koruyan ve bilgilendiren güçlerdir.
[621]7 Li her Genesis,
1.7: “Tanrı gökkubbeyi yarattı. Gökkubbenin altındaki suları üstündeki sulardan
ayırdı. ”
[622] BÖLÜM
Pek çoğu doğru olan düşüncelerden, Musa'nın hiç tartışmasız şunu
ya da bunu kastettiğini söylemek zordur.
33.
Sorgulayan zihinlerin
farklı farklı yorumladıkları bu kelimeler-
[623] Epistula I ad Corinthios, 4.6.
[624] Evangelium secundum Matthaeum, 22.37-39.
[625] Epistula I Ioannis, 5.10.
[626] Ijber Psalmorum, 8.4.
[627] Evangdium secundum
Ioannem, 8.25: “Ona, ‘Sen kimsin?' diye sordular. tsa, ‘Başlangıçtan
beri size ne söyledimse Oyum,’ dedi.”
[628] Biçimin olduğu yerde zaman mevcuttur
düşüncesini yineliyor.
[629] Epistula I ad Timotheum, 8.5.
[630] İmanları henüz olgunlaşmamış.
[631] Musa Peygambere.
[632] L.iber Psalmorum, 143.10.
[633] Augusünus’un ve diğer yorumcuların hakikatle
ilgili gözünden kaçan bir nokta olsa bile bu Kutsal Ruh aracılığıyla mutlaka
gelecek kuşaklara açıklanacakta.
[634] Augusıinus’un ilk kitabının ilk bölümünün ana
konusu, son kitabının başlangıç; cümleleriyle yineleniyor.
[635] Günah işleyen ellerime.
[637] Augusünus Tanrı’nın iyiliğinin kendisini
yaratan maddeye önceden balışe- dildiğini özellikle vurguluyor ve böylece
yaratılan her şey ıyiclir önermesini bir kez daha göstermiş oluyor.
[638] Kimse sana Lapmmayacakmış gibi.
[639] Auguslinus Tanrı'nın yaralına amacının sadece
yaratmaktan ibaret olmadığını özellikle vurguluyor. Ona göre Tanrı yarattıklarını
kendisine hizmet etsin ya da tapsın diye yaratmadı, asıl anıacı yarattığı
ruhların doygunlaşıp mükemmelleşmesine imkan tanımasıydı. Bu yüzden Tanrı
yarattığını mükemmelleşme yolculuğuna kattı ve sonra da yarattığı kaynağa,
yani kendisine dönmesini istedi. Cari. G. Vaught, a.g.e.,
s. 191.
[640] Yaratılan her şey Tanrı’nın iyiliği sayesinde
vardır ve bu iyilik sayesinde varolmaya devam eder. Yaratılan her şey
Tanrı'nın sonsuz akışının ifadeleridir. Yaratılanlar sonlu varlıklar olduğu
için, Tanrı’nın kendi doğasından değil hiçlikten yaratılmışlardır; yoksa zaten
sonsuz olurlardı. Cari. G. Vaught, a.g.e, s. 191.
[641] Ruhani doğa = göklerin göğü (caelum caeli).
[642] Yaratılan şeyler sadece Tanrı sayesinde
varolurlar, yoksa onların kendi
kendilerine yaraLılmayı hak edecek değerleri yoktur.
[643] Denizin.
[644] Abyssus.
[645] Epistula ad Ephesios, 5.8.
[646] Epistula 11 ad
Corinthios, 5.21: “Cünah nedir bilmeyen Mesih’i bizim günahlarımız
adına kurban olarak sundu, böylece Mesih sayesinde Tanrı'nın adaletini
uygulamamızı istedi.”
[647] Liber Psalmorum,
36.6: “Adaletin ulu dağlara benzer, yargıların da uçsuz bucaksız enginlere.
İnsanı da, hayvanı da koruyan sensin, ya Rab."
[648] Liber Genesis,
1.3. “Fiat lux, et facta est lux.”
[649] jşığın yaratımıyla.
[650] Kendi imkanlarıyla ya da kendi kendine.
[651] Liber Genesis, 1.2: “Tanrı'nm Ruhu engin
suların üzerinde dalgalanıyordu.”
[653] Vo'luntas tua = SpiriLus sanctus: Kutsal Ruh.
[654] Yukarıdaki sular ile aşağıdaki sular arasında.
[655] Epistula ad Romanos, 5.5.
[656] Epistula I ad Corinthios, 12.1
[657] Epistula ad Ephesios, 3.14, 19.
[658] Doğası gereği Tanrı’dan uzaklaşmaya mahkumdu.
[659] Epistula ad Ephesios, 5.8.
[660] Actus Apostolorum, 8.20.
[662] Göksel Kent.
[663] Liber Psalmorum, 122.1.
[664] Göklerin göğü.
[665] Ruhun üç
temel niteliği. Augustinus Tanrı'daki Üçlü'yü anlayabilmek için insanın
kendisine bakmasını önerirken, Yaratılış Kitabındaki (1.26), “Tanrı, ‘insanı
kendi suretimizde, kendimize benzer yaratalım,' dedi" ifadesinden yola
çıkıyor. (Bkz. Augustine, On the Trinity: Books
8-15, ed.. Gareth B. Matthews, Cambridge University Press, Cambridge, 2002, s.
x.) Augusti- nus'a göre bu üç niteliğe ilkönce kendi doğasında tanık oluyor ve
bu niteliğin Üçlü Birlik olan Tanrı'dan geldiğini anlıyor. Çünkü Tanrı, Baba
anlamında, ezeli ve ebedi Varlık olarak Tanrı'dır ve varolan her şeyin kaynağıdır;
Tanrı, Oğul anlamında, bilgi olarak Tanrı'dır, bilen ve bilinen her şeyin
kaynağıdır, Tanrı, Kutsal Ruh anlamında, sevgi olarak Tanrı’dır, kalbin ve
ruhun bütün kıpırtılarının kaynağıdır. Tanrı’daki bu üçlü nitelik bizim
anlayışımızın çok ötesinde gizemli bir şekilde birbirine harmanlanmıştır.
Augustinus insandaki bu
üçlünün ayrılmazlığına, ama aralarındaki farklılığa işaret, ederek Kutsal
Ûçlü'nün anlaşılabilmesine olanak tanıyor. Yine de ona göre, bu birlikteki üçü
anlamak demek, Tanrı'nın Birliğindeki Üçü anlamakla eş değildir. Çünkü Bir,
Tanrı'nın doğasının kelimelerle ifade edilemeyecek derecede gizemli
çokluğudur. Augustinus bu gizemi daha sonraları kaleme aldığı De Trinilale adlı eserinde çözmeye çalışır.
[667] Ruhun birbirinden ayrılamaz görünen, ama
aralarında fark olan bu üç işlevdeki ortak noktayı yakalayan insan, bizlerin
üstündeki o değişmez varlığı anladığını düşünmemeli. Çünkü Augustinus’a göre,
Kutsal Üçlünün doğası gizemlidir.
[668] Evangel'um secundum
Matthaeum, 28.19. Augusünus vaftiz olanların Kutsal Üçlü adıyla vaftiz
olduklarını hatırlatıyor.
36
Augustinus dünyanın
yaratılışını alemin yaratılışına benzetiyor ve Yaratılış Kitabının ilk iki
satırına gönderme yaparak yorumlarda bulunuyor. Ona göre, dünyanın azaları
Kilisenin kendisidir.
[670] Liber Psalmorum, 39.11.
[673] Hıristiyanlıkta vaftiz edilmek aydınlanmayla
eştir.
[674] Ürdün ya da Şeria nehrinin suladığı
topraklardan söz ediliyor. Şeria nehri İsa’nın Yahya tarafından vaftiz edildiği
nehirdir, bu yüzden Hıristiyanlıkta önemli bir hac merkezidir.
[675] Kutsal Kitapla lsa çok kez dağ olarak
adlandırılır.
[677] Epistula ad
Romanos, 8.24: “Çünkü bu umutla kurtulduk. Ama görülen umut umut
değildir. Gördüğü şeyi kim umut eder? Oysa görmediğimize umut bağlarsak sabırla
bekleyebiliriz.”
[681] Epistula II ad Corinthios, 5.2.
[682] Dünya yaşamına tutkun olanlara.
[683] Epislula ad Romanos, 12.2.
[686] Epistula ad Galatas, 3.1.
[687] Liber Psalmorum,
46.4.
[688] Hıristiyanlığı kabul edince.
[689] Kilisenin.
[691] Mesih. İsa.
[692] Evungclium secunclum loanncm, 3.2.
[693] Liber Psalmorum, 42.3.
Auguslinus bu satırlarda kendisinin henüz hidayete ermediğini de özellikle
vurguluyor. Bkz. Carl G. Vaught, a.g.e., s. 205.
[695] Liber Psalmorum, 42.5.
[696] Epistula ad Romanos, 8.
1 1.
[697] Artık karanlıkların değil, ışığın çocuğu
olduğunu özellikle belirtiyor.
[698] Epistula ad Romanos,
9.21.
[699] Liber Genesis,
1.6: ‘Tanrı dedi ki: ‘Suların ortasında bir gökkubbe olsun ve suları sulardan
ayırsın.' ”
[700] Revelatio, 6. 1
4.
[701] Liher Psalmorum,
103.2. Adem ve Havva yasak meyveyi yediklerinde teni giydiler, yani ölümlü
varlıklar oldular.
[702] Deriden, sağlam bir çadır gibi.
[703] Kavgaya lırsat tanımayacak nitelikteki.
72 Yüreği saf ve temiz olanlara.
[705]4 Liber Psalmomm,
36.5.
[706] Kutsal Kitabın cildi.
[707] Ölümlü şeyler.
[708] Episiula ! loannis, 3.2.
[710] İnsanın Tanriyı
bilmesi ile Tanrının kendisini bilmesi birbirinden çok farklıdır. Işığın
kendisini bilmesi ile o ışık sayesinde aydınlanan insanın ışığı bilmesi apayrı
şeylerdir.
[711] Liber Psalmorum, 143.6.
[712] İlki varolmamızı, ıkincisi ise görmemizi
sağlıyor.
ve kuru toprak
görünsün.' Ve öyle oldu.” Liber Genesis, 1.11:
“Ve Tanrı şöyle dedi: ‘Toprak yemyeşil otlar versin, filizlensin; her biri
kendi cinsine göre meyve veren ağaçlar yetiştirsin ve onların kendinde bulunan
tohumları atılsın toprağın üstüne.’ Ve öyle oldu.”
83
insanlığın tuzlu ve
dolayısıyla dil yakan acı denizini ya da tam anlamıyla
yaşamını. Augustinus dünya
halkı ile Tanrı devletinin halkını kıyaslıyor. Bkz. Augustinus, De Civitate Dei, 19.5.
[717] Meyve veren verimli toprak ve bir Hıristiyanın
komşusuna duyduğu sevginin ahlaksal bereketi arasında bir benzerlik kuruluyor.
[718] Li ber Genesis,
1.14: “Tanrı dedi ki: ‘Gökkubbede ışıklar olsun ve gündüzü geceden ayırsın; mevsimleri,
günleri ve yılları belirtecek birer işaret olsun.' Ve öyle oldu."
[719] Liber Psalmorum, 85.11.
[721] Liber Isaiae, 58.7-8.
[722] Liber Genesis, 1.14.
[723] Epistula ad Romanos, 13.11-12.
[724] Lıber Psalmorum, 102.27.
[725] Eski Ahıt’te önemli olan kimi kutsallıkların
yerini Yeni Ahıt'le başka kutsallıklar almıştır; örneğin Eski Ahit’te sünnet
kutsal sayılırken Yeni Ahit’te vaftiz kutsal sayılmıştır.
[726] Henüz bu dünya yaşamını paylaşan, zamana
yazgılı varlıklar olduğumuz halde.
[728] İsa’ya. Bkz. Evangelium secundum Matthaeum, 19.16-22.
[729] Evangelium
sccundum Malthaeum,
6.21.
[731] Tanrı Sözünü. Evangelium
secundum Matthaeum, 6.21.
Lıber
Genesis, 1.14.
104
Evangclium secundum MaUhaeum, 5.14-15: “Kimse
kandil yakıp kilenin altına koymaz; kandilliğe koyar ve bu kandil evdekilerin
hepsine ışık sağlar.”
*05
Augustiııus Yaratılışın beşinci gününden söz ediyor ve bu günle ilgili yorumlamalarda
bulunuyor. Liber Genesis, 1.20: “Tanrı
dedi ki: ‘Sular kıvrıla kıvrıla giden canlı yaratıklarla dolup taşsın,
yeryüzünün üstünde, gök- kubbenin altında kuşlar uçuşsun.’ ” İsa'nın sözlerinde
bu ateşler dünyanın ışıklarıdır ve görülmeyecek bir yere konmamıştır.
0 Liber Genesis, 1.20.
Liber Ieremiae, 15.19.
[739] Balinalar.
[740] Liber Genesis,
1.21: “Aynı zamanda Tanrı devasa canlılar yarattı. .. "
[742] Incil'de verilen Tanrı'nın bilgisi.
[743] Gözümüzle gördüğümüz cisimler insanlığın aciz
ve günahkâr doğasının
ihtiyacım karşılamak üzere
doğdu. Çünkü günahkâr halk birtakım belirtilere muhtaçtır, ama Tanrının ezeli
ve ebedi Hakikatini idrak eden insanlar bu cisimlerin ötesini görür.
[744] Boş ve d.eğersiz bilgilerle şişinen kibirli
insanlar.
[745] - î
Augustinusa göre,
Tanrı’nın ezeli ve ebedi Hakikatinden uzaklaşan, günahkar doğaya sahip olan
insanoğlu kıvrıla kıvrıla giden yaratıkların ya da uçan yaratıkların
belirtilerine muhtaç varlıklar haline dönüşmüştür. Kilisenin görevi,
Hıristiyanlar için bedeni, ruhani seviyeye getirmelerine imkan sağlamaktır.
1
15 Hıristiyan olmanın en önemli sırlarından vaftiz, ekmek ve şarap ayini
(;\şai Rabbani ayini, kudas: Hz. Isa'nın havarileriyle birlikte yediği son
yemeği anmak için Hristiyanlartn kilisede ekmek ve şarabı kutsayarak yaptıkları
tören, liturya) olmaksızın tamamlanmış sayılmaz.
ı ı6 Lihcr Genesis, 1.24: “Tanrı dedi ki: ‘Yeryüzü çeşit
çeşit canlı yaratık doğursun, büyükbaş hayvanlar, sürüngenler, karada yaşayan
çeşit çeşit vahşi hayvanlar.' Öyle oldu.” Bu metindeki sürüngen hayvanlardan
fare, böcek gibi hayvanlar da anlaşılır.
1
1 ? Kilise.
[747]
8 İnsan. Lihcr Genesis, 2.7: “Rab Tanrı
Adem’i topraktan yarattı ve burun deliklerine yaşam soluğunu üfledi. Ve Adem
yaşayan varlık oldu.” İnsanın topraktan yaratılması hem bedene hem de ruha
sahip olmasıyla ilgilidir.
1 1 9
tnsan günah işledikten sonra ruhunun kurtuluşu için vaftizle arınmaya muhtaç
oldu. Ama vaftiz olduktan sonra artık onun iman etmesi için beli rtilere ve
mucizelere ihtiyacı kalmaz.
[748] Evangelium
secundunı loanncm, 4.47-48: “Adam İsa’nın Yahudıye’den Celi- le’ye
geldiğini işitince yanına gitti, evine gelip ölmek üzere olan oğlunu
iyileştirmesi için Ona yalvardı. İsa adama, ‘Sizler belirtiler ve harikalar
görmedikçe iman etmeyeceksiniz,’ dedi.
[749] Yabancı dillerde konuşma yetisi
inanmayanları ikna etmek için verilir, inananlara değil. Augustinus yaratılışın
beşinci ve altıncı günü arasındaki farkı anlatırken, toprağın sudan
ayrılmasıyla birlikte, suların imansız insanlarla konuşsun diye doğurduğu
kanatlı yaratıklara ihtiyaç kalmadığını belirtiyor. Bunun yerine, Tanrı Sözü
habercileri vasıtasıyla kuru toprağa hitap etmektedir, bu topraktan canlı
varlığın doğumuna neden olarak. Bkz. Cari G. Vaught, a.g.e.,
s. 214.
[750] Toprak canlı varlığı doğurmuştur, çünkü
Tanrı’nm habercilerinin manevi yaratımını gerçekleştirebilmesi için maddi bir
nedene ihtiyaç vardır.
ı23 Toprak sulardan
ayrıldıktan sonra denizin doğurduklarına ihtiyaç kalmamıştır. Ama hala
denizden çıkan balıkla (İsa) beslenmeye muhtaçtır. Bu balık Tanrı tarafından
inananların gözü önünde kurulan sofraya konmuş-
tur (başka deyişle artık
belirtiler ya da mucizelere gerek yoktur, çünkü Tanrı'nın Sözü somut olarak,
ete kemiğe bürünerek insanlara görünür kılınmıştır.) Yunanca balık anlamma
gelen t^OuÇ (ikhtus) kelimesini oluşturan harflerden bir anagram oluşmuştur:
“IrıGonÇ Xpw1:oD, ©£Ot> Yı- oÇ, LC01:f]p” (Mesih İsa, Tanrı'nın Oğlu,
Kurtarıcı).
[752] Libcr
Psalmorum, 69.32.
129
Lihcr Gencsis, 1.26: “Ve dedi ki: ‘İnsanı kendi
suretimizde, kendimize benzer yaratalım; bu şekilde denizdeki balıklara,
gökteki kuşlara, bütün hayvanlara, bütün toprağa ve toprakta sürünen bütün
sürüngenlere hakim olsun.”
[755] 0 Eplstuia
ad Romanos, 12.2.
[756] EPistula
ad Colossenses, 3.10.
[757] Epistula I ad Corinthios, 2.15.
ı34 Anlık:
Skolastik felsefede duyum (sensaiıo), akıl (ratio) basamağının en
sonunda yer alan düşünme
ve bilme yelisi ya da kavramlarla düşünme yetisi.
135 Liber Psalmorum, 42.19.
136 Epistula I ad Corinthios, 2.15.
[760] Epistula
I ad Corinthios,
5.12.
[761]
Liber Genesis, 1.28: “Tanrı onları kutsayarak
dedi ki: ‘Üreyin, çoğalın, tüm yeryüzünü doldurun ve onu denetiminiz altına
alın; denizdeki balıklara, gökteki kuşlara ve toprağın üstünde gezinen bütün
hayvanlara hakim olun.' ”
[762]
Liber Genesis, 1.7. Göğün üstündeki suları
altındaki sulardan ayıran gök- kubbe.
[763] Denizle betimlenen insan, zihninde
ancak değişik simgelerle suların irili ufaklı balıklarla dolduğunu
anlamlandırabiliyor.
[764] Tanrı'ya duyduğu özlemle, öğrenmeye olan
hevesinde.
ı43 Liber Genesis, 1.29: “lşte yeryüzünde tohum veren her
otu, türüne göre
tohumu meyvesinde bulunan
her ağacı size veriyorum; bunlar sizin gıdanız olacak.'"
[766] Epistula
ad Romanos, 3.4.
[767] Epistula I ad
Timotheum, 1.16: Paulus'un överek bahsettiği Onesiphorus, Paulus'un
Roma’da hapse atıldığı yıllarda kendisinden yardımını esirgemeyen dindar bir
Hıristiyandı.
[768] Epistula II ad
Corinthios, 11.9. “Aranızdayken, ihtiyacım olduğu halde hiçbirinize yük
olmadım. Çünkü Makedonya'dan gelen kardeşler ihtiyaçlarımı giderdiler. Size
yük olmamaya hep özen gösterdim, bundan böyle de
[772] Macedonia'da (Makedonya) bir şehir.
[773] Ruhunuz kaygısını gösteremeyecek kadar
yorgundu. Epistula ad Philippenses, 4.10.
[775] Epistula ad Philippcnses, 4.14.
[776] Liber Psalmorum, 4.1.
[777] Selanik.
*56 Epislula ad Philippenses, 4.14-16.
|5? Philippilerin hayır işleyerek ruhsal
gelişimlerini tamamlamalarının beklentisi içinde olduğunu belirliyor. Epistula ad Philippcnses, 4.17.
[779]
8 Evangelium secundum Matthaeum, 10.40-42:
“Sizi kabul eden beni kabul elmiş olur. Beni kabul eden de beni göndereni
kabul etmiş olur. Bir peygamberi peygamber olduğu için kabul eden peygambere
yaraşan bir ödül alacaktır. Dürüst birini dürüst olduğu için kabul eden dürüst
kişiye yaraşan bir ödül alacaktır. Bu küçüklerime öğrencilerim olduğu için bir
kap soğuk su veren, kim olursa olsun, size söz veriyorum, ödülsüz kalmayacak”
[780] Liber I Regum, 17.15,18.
[781] Liber I Reglim, 17.4. “Dereden su
içeceksin ve buyruk verdiğim kargaların getirdiklerini yiyeceksin.”
[782] Liher Genesis,
1.31: “Tanrı yarattıklarına
baktı ve her şeyin çok iyi olduğunu gördü. Akşam oldu, sabah oldu ve altıncı
gün oluştu."
[783] Maniciler.
[784] Epistula
ad Romanos, 5.15.
[785]
Augustinus daha sonra kaleme aldığı Retractationes
adlı eserinde, bu ifadesini yeterince düşünülmeden yazılmış bir ifade olarak
eleştirir (2.6.2).
[786] Yaratılışın yedinci ve son günü, şabat günü
(ya da kutsal dinlenme günü) İsrail halkına, onları kölelikten kurtararak
kendisine ayıran Tanrı’yı hatırlatır.
[787] Bkz. Augustinus, Confessiones,
13.36.
[788]
Liber Genesis, 2.2-3.
*69
Ancak mükemmelliğe erişince ruhumuz huzur bulacak, o glrnc kaılaı dünya
yaşamında her an huzursuz olacağız. Bkz. Augıısms, C aı/ıfrssiııııcs, 1.1.1.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar