Eş-Şifâ Bi-Ta’rîfi Hukûki’l-Mustafa
Kadı Iyâz 476-544/1083-1149 tarihleri arasında Mağrib ve Endülüs’te
hayatını geçirmiş bir İslâm alimidir.
Mağrib, Hz. Ömer devrinde, 22/642
senesinde bölgeyle fetih amaçlı başlayan ilk münasebetlerin yaklaşık üç çeyrek
asır sonrasında, Müslüman fatihler tarafından hakimiyet altına alınmıştır.
Bölgede hem kabileler halinde yaşayan ve asabiye ruhunu taşıyan, hem de zor
tabiat şartlarına mukavemetle sert mizaçlı olan Berberîler, fethin gecikmesinin
sebebi oldukları gibi, Mağrib’de yek vücut bir siyâsî yapılanmanın da teşkil
edilememesinin temel nedenleri arasındadırlar.
Mevcut bu siyâsî yapıya ilâve olarak, dînî
inanış itibariyle Şiî, Hâricî ve Mu’tezîlî düşünceler de bölgede faaliyet
halindedir. Hatta Rüstemîler, Midrârîler, Benî İfren ve Nakûr Emîrliği gibi Hâricî
nitelikli devletlerin dahi kurulduğunu müşahede etmekteyiz. Bununla birlikte
Şiî nitelikli Fâtımîler’in tesirleri daha keskin olmakla beraber Sünnî uyanışa
da vesile olması açısından daha bir önemlidir. Yine inanış itibariyle sapıklık
içerisinde oldukları kabul edilen Bergavâtalar’ı da unutmamak gerekir.
Mağrib bu durumdayken, Endülüs’te de iç
açıcı gelişmeler yaşanmamaktadır. Endülüs Emevî Devleti, idarî yapısındaki
bozulmuşluk karşısında halk tarafından lağvedilmiş, hânedan mensupları sürgüne
gönderilmiş, yeni yönetimi ise şehrin eşrâfından oluşan bir şûrâ üstlenmiştir.
Ancak bu durum, parçalanmışlığın da ilk sinyallerini vermektedir. Zira hâl-i
hazırdaki siyâsî otorite boşluğunu değerlendirerek ortaya çıkmış
Düvelü’t-Tavâif diye bilinen yirmiye yakın küçük mahalli idare bağımsızlık
ilânında bulunmuştur.
Hatırlanması gerekir ki, fethi öncesinde
Endülüs’te İberler, Romenler ve Vizigotlar’dan teşekkül etmiş Hıristiyan
İspanyol halk ile azınlık statüsünde olan Yahudiler mevcuttur. Hıristiyan halk,
Müslümanların bu parçalanmışlıkları içerisinde Endülüs’ü yeniden geri kazanma
düşüncesiyle (reconquista) haçlı birliği te’sis etmiş ve fiilî saldırılara
başlamıştır. Küçük mahalli idareler hayatta kalabilme pahasına hem diğer
Müslüman idarelere karşı Hıristiyanlara yardım etmiş hem de ağır vergi yüküne
girmişlerdir.
İşte bu sıralardadır ki,
İşbiliye Emîri’nin Mağrib’de güçlü bir devlet kurmuş olan Murâbıtlar’dan yardım
talebi üzerine, Murâbıt ordusu Endülüs’e girmiş ve haçlı birliğini bozguna
uğratmıştır. Murâbıtlar’ın Mağrib’e dönüşünün ardından tekrar eski durumlarına
dönen Endülüs’teki küçük idarelerin bu tavırları, Murâbıtlar’ın Endülüs’e kesin
yerleşmesine de zemin hazırlamıştır.
Murâbıtlar, taassup
derecesinde Mâlikî mezhebi müntesibidirler ve hem siyâsî yapıda hem de halk
nezdinde fakihlerin gözle görülür bir otoriteleri mevcuttur. Bu hâl, başka
düşüncelere tahammül edemez bir noktaya götürmüştür onları. Ancak tüm bu
taassup ve otoriteye rağmen, Muvahhidler hareketinin çıkışında da görüldüğü
üzere, halk dînî inanç ve uygulama cihetiyle bir gevşekliğin içerisindedir.
Endülüs’te de Hıristiyanlar başarılar elde etmektedirler; Kurtuba ve Sarakusta
düşmüştür. Halk yıllarca savaşmaktan yorgun düşmüş, dahası askerî harcamaları
karşılamak üzere vergiler de artırılmıştır. Neticede halk arasında siyâsî
idareden duyulan hoşnutsuzluk da gün be gün artmaktadır..
Kısacası Kadı Iyâz’ın
doğumu öncesinde olduğu gibi sonrasında da, Mağrib de olduğu gibi Endülüs’te de
hem Müslümanlar arasında hem de Hıristiyanlarla ilişkilerde bir kaos ortamı
sürekli kendisini hissettirir olmuştur.
İşte bu siyâsî ve
ictimâî şartlar içerisinde hayat sürmüş olan Kadı Iyâz, fıkıh, hadis, tarih,
edebiyat gibi branşlarda eser kaleme almış velûd bir İslâm alimidir. Öyle ki o,
“Iyâz olmasaydı, Mağrib’in adı anılmazdı” dedirtecek bir seviyeye
ulaşmıştır halk gözünde. Onu hem kendi döneminde hem de sonrasındaki yıllar ve
hatta asırlar içerisinde öne çıkartan, sürekli gündemde tutan ise, hiç şüphe
yok ki Hz. Peygamber’in kadr-u kıymetini ortaya koymak maksadıyla kaleme aldığı
Şifâ adlı eseri olmuştur.
Kanaatimizce asırlar
boyu üzerine yapılmış onlarca çalışmanın yanı sıra, evlerde belâ ve
musîbetlerden muhafaza maksadıyla muhafazası, üzerine yemin edilmesi, devlet
eliyle kıraatine vazifelendirmelerin yapılması, gönüllere ve bedenî
rahatsızlıklara şifa olduğu inancı, Şfâ’nın ne derece Müslüman halkın inanç
dünyasına hakim olduğunun en net delilleridir.
Ayrıca Şifâ, Kadı Iyâz’ın Murâbıtlar
Devleti’nde kâdılık görevini deruhte ettiği esnada halka tedrîste bulunduğu
eseri olması itibariyle de dikkat-i câlibdir. Zira döneminde hakim olan fakih
otoritesi dikkate alındığında, tedrîs ettiği eserinin hem kâdı olarak
kendisinin hem de bağlı bulunduğu sîyâsî erkin zihniyetini ortaya koyması
itibariyle önemi hâizdir.
Asırlar boyu Müslüman halkın Allah Rasûlü tasavvurunun şekillenmesinde
etkin rol oynayan eserlerin başında gelen Şifâ'da Kadı Iyâz’ın, devrinin yukarıda bahsettiğimiz bozulmuşluğunu da dikkate
almış olsa gerek ki, Hz. Peygamber’e muhabbet kasdıyla gönülleri harekete
geçirmek sadedinde mu’cize olgusuna ısrarla vurgu yapmış olduğunu görüyoruz.
Yine bu amaçla, hurâfe ve uydurma rivayetlerin yanı sıra akl-ı selîmin kabul
edemeyeceği zorlama te’villere dahi başvurduğu gözlenmektedir. Oysaki,
Zehebî’nin de haklı olarak eleştirdiği üzere, Hz. Peygamberimiz uydurma
rivayetlerle kendisinin methinden münezzehtir. Ortada Kur’ân-ı Kerîm’in onu
methi ve sahîh sîret malzemesi dururken hiç de hurâfâta ve uzak te’villere
sapmaya gerek de yoktur.
Kadı Iyâz, Hz. Peygamber’in bir beşer olduğunu ifade etmiş olmakla
birlikte, Şifâ’nın bütünlüğü dikkate
alındığında âdetâ bunu unutmuş gibidir. Zira eserde, onun (aleyhisselâm) bir
beşer olma hasletiyle ortaya koyduğu her şey, neticede mu’cizevî bir yöne
kaymakta, dolayısıyla da beşeriyetinin göz ardı edilmesine sebep olduğu gibi
“güzel örnekliği”ni de tabir yerindeyse anlamsız kılmaktadır.
Halbuki o (aleyhisselâm), kıyamete kadarki insanlar için iki cihan
saâdetini kazanma yolunda örnek olan “beşer son elçi”dir ve bu “örnekliği” onun
beşerî cihetine yöneliktir. Kaldı ki, vahye müstenid tarafı itibariyle
örnekliği zaten mümkün de değildir. Çünkü o, son peygamberdir ve vahiy sadece
onun ile Allah arasında gerçekleşen bir iletişim yoludur. Bu iletişimde
başkalarının ortaklığını düşünmek muhaldir.
O halde Allah Rasûlü bir “elçidir”, ancak “beşerdir” de. Bir elçi olarak
aldığını, kendisini örnek alabilsinler diye de hayatı süresince bir beşer
olarak yansıtmak durumundadır. Öyleyse Şifâ' da olduğu üzere beşeriyetini iptal edercesine, onu her ân mu’cize ile
hemhâl bir beşer! elçi olarak takdim etmek, doğrusu Kur’ân’ın ve Hz.
Peygamber’in sahih sîretinin işaret ettiğine aykırı düşmektedir.
Kanaatimiz odur ki,
tarihî, kültürel ve hatıra olması gibi cihetlerden her eserin bir değeri
vardır. Ancak Kur’ân-ı Kerîm dışında hiçbir eserin “kutsallığı” da yoktur. Bu
bağlamda her bir müellif, insan oluşu hasebiyle zaaflarla ma’lûldür,
dolayısıyla hata ve kusurdan mâsum da değildir. Nitekim bizim bu çalışmada
ortaya koyduğumuz kanaatlerimiz gibi, Kadı Iyâz’ınkiler de mutlak ve kat’î,
değişmez ve eleştirilemez değildir. Kadı Iyâz’ı ve Şifâ' sını bu açıdan değerlendirdiğimizde, onun ve eserinin
kültürel mirasımız içerisinde önemli bir yer işgal ettiklerini itirafa mukabil,
Hz. Peygamber ile ilgili oluşturduğu tasavvurun İslâmîliğini savunmak pek de
mümkün değildir. Dolayısıyla asırlarca kalplere şifa olduğu dillendirilerek hüsn-i kabul görmüş bir eserin, hakikatte İslâm
toplumundaki hakim zihniyetin ne boyutlara vardığını göstermesi bakımından
insanı hayrette bırakan bir yönü de vardır. Halbuki örnekliğinden koparılmış
bir peygamber tasavvurunun kalplere şifa olmasından bahsetmek nasıl mümkün
olabilir!
Keşke Ebû Hanîfe’nin
(80/699-150/767): “Allah’ın kitabındakini alır kabul ederim.
Onda bulamazsam Resulullah’ın, mutemed âlimlerce malûm ve meşhur sünnetiyle
amel ederim. Onda da bulamazsam ashâbından dilediğim kimsenin re ’yini
alırım...Fakat iş İbrâhîm, Şa’bî, el-Hasen, ‘Atâ.. gibi zevâta gelince ben de
onlar gibi ictihad ederim. ”[1]
tarzındaki prensibi, eldeki mevcut rivayet malzemesini anlama ve
yorumlama noktasında bir ölçü olarak asırlara hakim olabilseydi!
ŞİFÂ’DA
PEYGAMBER TASAVVURU VE DEĞERLENDİRMESİ
İnsan ve cinleri kendisine kulluk etsinler[2]
diye yarattığını beyan buyuran Allahu Teâlâ’nın, hiç şüphesiz bu kulluğun
ne şekilde yerine getirilmesi gerektiğine dair kendilerinden kulluk talebinde
bulunduklarını bilgilendirmesi de hikmeti gereğidir. Bu bilgilendirmeyi ise
Allah, yine yarattıkları arasından ve kulluk ile mükellef tutulmuş beşer
cinsinden bir elçi ile yerine getirmiştir.
Bu elçinin “beşer” oluşu önemlidir; zira, kullukta Allah’ın muradına
yaklaşan bir insan olabilmek, ancak bu muradın nasıl gerçekleşebileceğini
tebliğ, beyan ve ta’lim eden bir elçiyle, bir öğreticiyle gerçekleşebilir. Öyle
ki, insanlar gözleri önlerinde hayat süren kendileri gibi bir beşerin
rehberliğinde, ideal inanan insanlar olabilsinler. Nitekim “insanların Allahu
Teâlâ tarafından “kendileri arasından” ve “kendileri gibi” bir “beşer” olarak
gönderdiği Hz. Peygamber’de “en güzel örnek”liği bulmaları ve bu “en güzel”
örneğe olabildiğince yakın “güzel” ve “örnek” bir hayat yaşamaları dinin ortaya
koyduğu bir esastır.”[3]
O halde Allah’ın kendisi vasıtasıyla din vaz’ında bulunduğu elçisinin doğru
anlaşılması, dolayısıyla dinin ve ilâhi kelâm’ın da doğru anlaşılmasıyla
birebir irtibatlıdır. Buna bağlı olarak da “kişinin peygamber anlayışı ya da
tasavvuru, onun din anlayışı, dolayısıyla dinî yaşantısı ve sergilediği dindar
insan tipinin oluşmasında oldukça etkilidir”[4] denilebilir. Hatta bu anlayış ve tasavvur “özellikle dindarların kişilik
gelişimi açısından fevkalâde önemlidir. Zira Hz. Peygamber, her mü’minin,
sünnetine uymak sûretiyle yaşantısını kendisine benzetme gayreti içinde olduğu
bir modeldir. Kişi onu doğru anladığı ve kendi yaşantısını inanç, duygu,
düşünce, tutum ve davranış olarak ona benzettiği nispette şahsiyet özellikleri
itibarıyla o model şahsiyete benzemiş yahut yaklaşmış olur.”[5] Böylesi hayatî önemi hâiz bir noktada Hz. Peygamber’i “ ‘yanlış anlama’,
nihâî noktada “anlamamış olmayı” mucib bir problemdir. Ve “yanlış anlayan”
elbette ki “yanlış anlatacak”tır.”[6]
Dolayısıyla bu “örnek şahsiyeti” “doğru tanıtma” vazifesi, inanan herkesin
sorumluluğundadır. Ancak bu sorumluluk yerine getirilirken dikkatlerden
kaçmaması gereken nokta, “doğru anlama” nın ve bu bağlamda “tanıtmanın” insanî
bir eylem olduğu ve buna bağlı olarak da anlama ve algılama süreçlerini
etkileyen çeşitli faktörlerin var olduğudur; çevre, kültür, psikolojik ve
fizyolojik özellikler, değer yargıları ve amaçlar bunlar cümlesindendir.
Kadı Iyâz’ı da bir insan olarak bu faktörlerden bağımsız düşünmek mümkün
değildir. O, aczini itirafla birlikte Hz. Peygamber’in kadr-u kıymetinin ne
olduğu, ona nasıl saygıda bulunulması gerektiği hususunda bir eser te’lifine
girişmiş, bunda onun (aleyhisselâm) üstünlüklerini anlatabilmek kasdıyla
uykusuz günler geçirmiştir.[7] Dolayısıyla akla ilk gelen, halis bir
niyet ile te’lifine başlanıldığına kanaat getirdiğimiz Şifâ'nın, muhteviyatının da sahih nakiller ve bunlara bina edilmiş doğru kanaatler
olması gereğidir. Bunun böyle olup olmadığı ise, ancak eserin tetkikinin
ardından anlaşılabilecektir.
HZ. PEYGAMBER’İN
BEŞERİYETİNE VURGU
“Muhammed, ancak bir
peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür ya da
öldürülürse, gerisin geriye (eski dininize) mi döneceksiniz? Kim (böyle) geri
dönerse, Allah’a hiçbir şekilde zarar vermiş olmayacaktır.”[8]
“Meryem oğlu Mesîh ancak
bir resûldür. Ondan önce de (birçok) resûller gelip geçmiştir. Anası da çok
doğru bir kadındır. Her ikisi de yemek yerlerdi.”[9]
“(Resûlüm!) Senden önce
gönderdiğimiz bütün peygamberler de hiç şüphesiz yemek yerler, çarşılarda
dolaşırlardı.”[10]
“De ki: Ben, yalnızca
sizin gibi bir beşerim. (Şu var ki) bana, İlâh’ınızın sadece bir İlâh olduğu
vahyolunuyor.”[11]
Yukarıdaki âyet-i kerîmeler, Kadı Iyâz’ın, Hz. Peygamber’in beşeriyetini
izah sadedinde delil olarak sunduklarından bazılarıdır. O, bu âyetlerin yorumu
sadedinde şunları söylemektedir:
“Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem) ve diğer peygamberler beşerdirler
ve insanlara gönderilmişlerdir. Şayet böyle olmayıp da meleklerden
gönderilseydi, insanlar onlarla iletişimde bulunamazlardı. Allahu Teâlâ şöyle
buyurmuştur: “Eğer peygamberi bir melek kılsaydık, muhakkak ki onu insan
sûretine sokar onları yine düşmekte oldukları kuşkuya düşürürdük. Yani, melek
olmayanlara bir meleğin gönderilmesi sünnetullaha muhalif düşmektedir. Nebi ve
rasûller ancak Allah ile kulları arasında birer vasıtadırlar.Peygamberlerin dış
görünüşleri ve vücutları beşere has sıfatlarla muttasıftır. Beşerin vücutlarına
ârız olan her şey onların vücutlarına da ârız olur. Hastalanır, ölür ve
vücutları yok olup gider, diğer insanî sıfatları da taşırlar.”[12]
“Peygamber (aleyhisselâm) ve diğer nebi ve rasûller beşer cinsindendir. Hz.
Peygamber’in cismi de diğer beşerin aynısıdır. Beşere ârız olması caiz olan
âfet, ruhsal değişiklik, elem, hastalık ve ölüm gibi hususların Peygambere de
ârız olması caizdir. Bunlar peygamber için bir eksiklik değildir.. .Peygamber (salla'llâhü
aleyhi ve sellem) da hastalanmış ve şikâyette bulunmuştur. Terlemiş ve
üşümüştür. Acıkmış ve susamıştır. Öfkelenmiş ve canı sıkkın olmuştur. Yorgun
düşmüş, bedenine zayıflık ve yaşlılık isabet etmiştir. Hayvandan düşüp
yaralanmış, kâfirler dişini kırmışlardır. Kendisine zehir içirilmiş, sihir
yapılmıştır. Hastalandığında tedavi olmuş, kan aldırmıştır. Nazardan Allah’a
sığınmış, nazara karşı kendisine okunmuştur. Sonrasında ise ömrünü tamamlayıp
âhirete irtihal eylemiştir. İşte bunlar, kendilerinden kurtulmak imkânı olmayan
beşerî hasletlerdir. Diğer peygamberler bundan daha büyük musibetlere
uğradılar; öldürüldüler, ateşe atıldılar, testere ile biçildiler.”[13]
Görüldüğü üzere Kadı Iyâz, âyetlerden hareketle Hz. Peygamber’in beşeriyetini Şifâ’’nın muhtelif yerlerinde zikretmekte ve bu zikrinde herhangi bir “beşerüstülük” dikkati çekmemektedir. Buna bağlı olarak da, okuyucu nazarında onun, Kur’ân’ın ve sahih sîret malzemesinin Hz. Peygamber’e dair verdiği bilgilere ters düşecek herhangi bir kanaat ortaya koymadığı düşüncesi tabiî olarak oluşabilir. Nitekim buna bir de aşağıda yer vereceğimiz Hz. Peygamber’in beşeriyeti bağlamında kaydettiği rivayetler dikkate alınırsa, bu müspet yaklaşım daha da pekişecektir. Buna göre onun eserine aldığı bu tarz rivayetlerden birkaçı şu şekildedir[14]:
Hz. Peygamber, hem câhiliyye devrinde hem de risâleti sonrasında saygın bir
kişiliğe sahipti. Herkes onu “Muhammed el-Emîn” olarak tanıyordu.[15] Hz. Hatice’nin onunla evlilik düşüncesinin oluşumunda belki de en etkili
âmil, Hz. Peygamber’in ona ait ticaret kervanlarının idarecisi olarak görev
yaptığı dönemlere güvenilirliğinin damgasını vurması olmuştu.[16]
Hira Mağarası’nda geçirdiği inziva anlarından birinde gelen ilk vahiy
tecrübesi, onu korkutmuş, şüphe ve tereddüt içerisinde evine, sevgili eşi Hz.
Hatice’nin yanına koşmuştu. Hz. Peygamber’in başından geçenleri anlatmasından
sonra Hz. Hatice’nin onu teskin edici ifadeleri, bir beşer olarak onun “üstün
ahlâk üzere” olduğunun en çarpıcı misâlini teşkil eder. Hz. Hatice şöyle der:
“Müjdeler olsun sana! Yemin ederim ki, Allah seni asla mahcup etmez. Çünkü sen
akrabalık ilişkilerini gözetir, güçsüzlerin sıkıntılarını yüklenir, yoksulun
ihtiyacını giderir, misafiri ağırlar ve hak sahiplerine yardımda bulunursun.”[17]
Hz. Aişe ve diğerlerinden naklolunan bir rivayette ise Hz. Peygamber’in
vasıfları şöyle dile getirilir: “Rasûlullah ev işlerinde ailesine yardımcı
olur, elbisesini yıkayıp temizler, koyununu sağar, elbisesini yamar,
pabuçlarını tamir eder, ihtiyaçlarını kendisi gidermeye çalışırdı. Evi süpürüp
temizler, deveyi bağlar ve yemini verirdi. Evin hizmetinde bulunan kimseyle
yemek yer ve onunla hamur yoğururdu. İhtiyacı olan şeyleri çarşıdan kendisi
taşır getirirdi.”[18]
Ebû Umâme (r.a), Hz. Peygamber’in bir sopaya dayanmış olduğu halde
yanlarına geldiğini ve onun gelişiyle orada bulunanların ayağa kalktıklarını,
bunun üzerine Rasûlullah’ın şöyle buyurduğunu nakleder: “Birbirine ta’zimde bulunan acemlerin yaptığı gibi
ayağa kalkmayın.”[19] Bir başka vesileyle de, “Şüphesiz ben de bir kulum; kulun yediği gibi yer, oturduğu gibi otururum.” [20] buyurmuştur.
Huzuruna gelip de onun heybetine kapılarak titreyen bir adama, “rahat ol! Ben bir kral değilim. Sadece Kureyş ’ten kurutulmuş et yiyen bir
kadının oğluyum”[21] demek mecburiyetinde
hissetmişti kendini.
Kendisine bakış açılarının itidal üzere olması uyarısıyla şöyle buyurmuştu:
“Hıristiyanların Meryem oğlu İsa’ya yaptıkları gibi, siz de beni abartılı
övmeyin! Ben ancak bir kulum. Dolayısıyla da benim için, “Allah’ın kulu ve
Rasûlü” deyin!”[22]
Ebû Hureyre, Rasûlullah ile birlikte çarşıya gittiklerini ve Rasûlullah’ın
giyim eşyası satın aldığını, satıcıya da bedelini fazlasıyla almasını
söylediğini, bu alış-veriş esnasında satıcının Hz. Peygamber’in eline sarılıp
öpmek istemesi karşısında onun, “bunu acemler krallarına
karşı yaparlar. Ben kral değilim. Sadece sizden biriyim” dediğini rivayet etmiştir.[23]
Ne var ki, kendisinin de ifade ettiği üzere, Hz. Peygamber’in üstün
meziyetlerini bahsetmek uğruna yorgun ve uykusuz geçirdiği günlerde kaleme
aldığı eserinde o, Hz. Peygamber’le ilişkili olarak “üstün meziyetler”
vurgusunu öylesine geniş tutmuştur ki, bu noktada biraz önce ifade ettiğimiz
“müspet tasavvur”, bir anda çelişkiler yumağı haline gelivermiştir. İşte şimdi
bu sahih beşer tasavvurunun kırılma noktaları üzerinde duracağız.
BEŞER TASAVVURUNUN
KIRILMA NOKTALARI
İzzet Derveze’nin aşağıda kaydedeceğimiz
ifadeleri, aslında yukarıdaki başlık altında değerlendirilecek olan hususların
hem sebebi hem de neticesi olmak
bakımından cidden önemi hâizdir. Biz de buna istinâden onun sözlerini
değerlendirmelerimizin başına aldık. O şöyle der: “..aşırı dindarlık sevdasına
düşen Müslümanlar, Peygamber’in kâmil bir insan olmasıyla, üstün ahlâkı, temiz
ruhu, gönül zenginliği, kuvvetli imanı, Allah için kendisini feda edişi ve yerine
getirmeye çalıştığı büyük göreviyle ortaya çıkan olgunluğuyla yetinmeyerek,
onun peygamber oluşu ve Allah tarafından seçilişine başka gerekçeler bulma
gayretine düşmüşlerdir. Onlar, bu görev için bazı ön belirtiler ve müjdeler
bulunması gerektiği kanısına varmışlardır. Peygamber’in beşerî tabiatı dışına
taşırılması ve ona diğer peygamberlerin taşıdığı niteliklerden ayrıcalıklı bir
görünüm verilmesi, tanrısal bir çerçeveye ya da bu anlamda bir yapıya
oturtulması Kur’ân’la bağdaşmaz.”[24]
Kadı Iyâz’ın Şifâ'da dağınık olmakla birlikte fazlasıyla yer verdiği
anlayışlardan biridir nûr-i Muhammedî.
Hakikat-i Muhammediyye olarak da isimlendirilen bu anlayışın temel
esprisinde, Hz. Peygamber’in yaratılanların ilki olduğu, Allah’ın nurundan
yaratıldığı ve hatta bir adım ilerisine gidilerek bu bakış açısının tabiî
sonucu olarak O’nun (celle celâluhu) nûru olduğu yatmaktadır. Dolayısıyla da
Hz. Peygamber mebde’ ve menşe’ itibariyle bütün yaratılmışların “hayat
kaynağıdır”.[25] Bu kaynaklık da en net şekilde, uydurma olduğu pek çok alim tarafından ifade
edilmiş olan, “(Yâ Muhammed!) Sen olmasaydın, sen olmasaydın âlemleri
yaratmazdım”[26] kelâmıyla formüle edilmiştir.
Bu anlayıştan hareketle eserinin bütününde Hz. Peygamber’in “her kemâlin
başlangıcı, her güzel hasletin menşei” ve “zâhiren ve bâtınen bütün
faziletlerde ve kemâlâtta onun önceliği”[27] olduğu fikrini ısrarla dile getirmeye çalışan Kadı Iyâz, bu düşüncesini
âyet-i kerîmeleri dahi zorlama te’villerle anlamlandırma cihetine kadar
götürmüştür. Buna en bâriz misâl, hemen hemen nûr-i Muhammedî fikrini
benimseyenlerin temel dayanaklarından birini temsil eden Nûr Sûresi’nin 35. âyet-i kerîmesidir. Bu âyette Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Allah, göklerin ve yerin
nûrudur. O ’nun nûrunun temsili, içinde lamba bulunan bir
kandillik gibidir. O lamba kristal bir fanus içindedir; o fanus da sanki inciye
benzer bir yıldız gibidir ki, doğuya da, batıya da nisbet edilemeyen mübarek
bir ağaçtan, yani zeytinden (çıkan yağdan) tutuşturulur. Onun yağı, neredeyse,
kendisine ateş değmese dahi ışık verir..” Âyetin devamında yer alan ifade
“Allah insanlara (işte böyle) temsiller getirir” şeklindedir. Dolayısıyla bu
âyetin Allah’a ontolojik bir mahiyeti ifade ediyor olması söz konusu değildir.
Çünkü “hiçbir şey O’na benzemez”[28] ve “denk tutulamaz”[29]. Allahu Teâlâ mezkûr âyet-i kerîmde “düşünen ve ibret alan akıl sahipleri
için” bir temsilde bulunmuştur ki, buna göre, O’nun âyetleri öylesine apaçık
ortadadır ki, hâlâ “sırât-ı mustakîme” ve “hidâyete” ermekte kusuru olanlar,
bunda Allah’ı sorumlu tutmak yerine “kendilerine zulmettiklerine”
hayıflansınlar.[30] Bu temsile mukabil Kadı Iyâz, Kâ’bu’l-Ahbâr (32/652) ve İbn Cubeyr
(95/713)’den nakille bu âyetteki ikinci nûrdan maksadın Hz. Muhammed [salla’llâhü
aleyhi ve sellem] [salla'llâhü aleyhi ve sellem], “O’nun nûrunun temsili”nden
kasdın ise nûr-i Muhammedî olduğunu kaydetmiştir.[31]
Her ne kadar Kadı Iyâz bu âyeti farklı yorumlayanların da olduğunu ve en
doğrusunu Allah’ın bileceğini ifade etmiş olsa da, Allah’ın Hz. Peygamber’e
“nûr”[32] ve “nur saçan bir kandil (sirâcen
munîran)”[33] isimlerini verdiğini zikretmekle kanaatini net olarak beyan etmiştir.[34]
Zira kendisinin de belirttiği gibi, bu âyette geçen O’nun nûrunun temsîli ifadesindeki nûrdan murâdın ne olduğu hususunda farklı kanaatler
serdedilmiştir. Ne var ki, âyetin siyâk ve sibâk ilişkisi dikkate alınarak
söylemek gerekirse, bunlar arasında belki de en uzak ihtimalli olanı, nûrun Hz.
Peygamber [salla’llâhü aleyhi ve sellem] ile tevil edilmesidir. Kaldı ki, bu
te’vilin İsrâilî rivayetleriyle meşhur[35] Kâ’bu’l-Ahbâr’a ait olması da bir başka dikkat çekilmesi gereken noktadır.
Bu cümleden olarak, âyet-i kerîmede zikrolunan nûrdan kastın ne olduğuna dair farklı tevilleri şu şekilde zikredebilir ve
hangi tevilin daha tutarlı olduğu noktasında bir kanaat hâsıl edebiliriz:
1. Mü’minin nûru,
2. Mü’min kalplerdeki iman,
3. Hz. Peygamber’in
kalbindeki iman,
4. Allah’ın nûru olan
itaat,
5. Kur’ân-ı Kerîm,
6. Allah’ın mü’minin
kalbine koyduğu hidâyet,
7. Hz. Peygamber.[36]
Onun zorlama te’ville değerlendirdiği bir diğer âyet ise, Yâsîn Sûresi’nin
ilk âyeti olan “Yâsîn” Kelâm-ı İlâhî’sidir. Hurûf-ı mukatta’a olarak
isimlendirilen Yâ ve
Sin harflerinden teşekkül etmiş bu âyet, - farklı
kanaatte olanlar olmakla beraber - hem seleften hem de haleften olmak üzere
çoğu alim tarafından müteşabih yani te’vili hususunda yegâne yetkilinin Allah
olduğu âyetlerden kabul edilmiştir.[37] Kaldı ki, bu harfleri müteşabih kabul etmeyip de, sadece muhatapların
dikkatini çekmek için kullanılmış birer tenbih edatı şeklinde de
değerlendirsek, neticede Yâ veya Sin harfine müstakil birer mânâ yüklemek
oldukça zordur ve hatta imkânsızdır.[38] Buna rağmen Kadı Iyâz, farklı kanaati temsil ettiğini göstermek istercesine
kendisini destekler rivayetleri nakletmiştir. Bu rivayetlerden birinin kaynağı
yine Ka’bu’l- Ahbâr’dır. O, “Yâsîn” lafzının bir yemin olduğunu ifadeyle şöyle der:
“Yâsîn, Allah’ın yeri ve göğü yaratmazdan iki bin yıl evvel yapmış olduğu
yeminlerindendir ki, Yüce Allah bununla “Ey Muhammed! Şüphe yok ki sen
gönderilmiş elçilerdensin” mânâsını murâd etmiştir.”[39]
Kadı Iyâz’ın bu minvâl üzere eserine dercettiği rivayetlerden bazılarını
ise şöylece sıralayabiliriz:
Rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Ben yaratılışta peygamberlerin ilki, gönderilişte ise sonuncusuyum”[40]
Hz. Peygamber, peygamberliğinin ne zaman tespit edildiğini soran ashabına, “Adem ruh ile ceset arasında iken ”[41] şeklinde cevap vermiştir.
Hz. Adem işlediği hatası sebebiyle cennetten çıkarıldığında, “Allahım!
Muhammed hakkı için hatamı bağışla” diye niyazda bulunmuştur. Bunun üzerine
Cenâb-ı Hak, “Muhammed’i sen nereden biliyorsun” diye sual etmiş, o da:
“Cennetin her tarafında “Lâ İlâhe İllallah Muhammedun Rasûlullah” yazılı
olduğunu gördüğünü ve bundan da yaratılanlar içerisinde Allah’a karşı en
değerli varlığın o olduğunu anladığını söylemiştir. Buna binâen Allah da Hz.
Adem’in tövbesini kabul etmiştir.[42]
Benzer bir diğer haberde ise, yaratıldığında başını arşa doğru kaldıran Hz.
Adem, burada Lâ İlâhe İllallah Muhammedun-Rasûlullah yazılı olduğunu görmüş ve
anlamış ki, Allah katında en değerli varlık Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve
sellem] (aleyhisselâm)’dır. Zira Yüce Allah kendi isminin yanı başında Hz.
Peygamber’in de ismine yer vererek onu şereflendirmiştir. Bu yaratma esnasında
cereyan eden bir diğer hâdise ise, Yüce Allah’ın Hz. Adem’e şöyle vahyetmiş
olmasıdır: “..Şayet o olmasaydı, seni yaratmazdım.”611
Allah’ın Hz. Peygamber’i Miraç ile taltif etmesi bâbında, Ebû Hureyre’den
nakilde bulunduğu bir haberde, Allah Rasûlü yürüyüp Kudüs’e gelir ve burada
bineğinden inerek meleklerle namaz kılar. Sonrasında peygamberlerin ruhlarıyla
karşılaşır ve hep birlikte Rablerini ta’zimde bulunurlar. Bu ta’zim esnasında
Hz. Peygamber, “beni yaratılışta ilk, peygamberlikte
sonuncu kıldı” cümlesini
sarfeder.[43]
Yine Miraç bahsinde, Allah Rasûlü Sidretu’l-Muntehâ’dayken Allahu Teâlâ,
kendisinden istediğini dilemesini buyurur. O da dileklerde bulunur. Sonrasında
Cenâb-ı Hakk’ın bu taleplere verdiği cevap içerisinde şu ifadeler yer
almaktadır: “..Seni dost edindim..Seni bütün insanlığa peygamber olarak gönderdim..Seni yaratılışta peygamberlerin ilki, peygamber olarak gönderilişte ise
sonuncu kıldım..Sana arşımın altındaki hazineden Bakara Sûresi’nin son âyetlerini verdim ki,
senden önce hiçbir peygambere bunları vermemiştim. Seni yaratılışta ilk, peygamberlikte ise sonuncu kıldım.”[44]
Yukarıdaki haberlerin bütünü dikkate alınarak söylemek gerekirse, nûr-i
Muhammedî anlayışı çerçevesinde Kadı Iyâz Kur’ân ile sahih hadis ve sîret
malzemesinin öngördüğü peygamber telâkkisinin çok uzağındadır.
Çünkü “Allah, insanın mahiyetini açıklarken onu çamurdan[45], kuru bir çamur ve şekillenmiş, bozulmuş cıvık kokar balçıktan[46], süzme çamurdan[47], özlü ve yapışkan bir çamurdan[48], bayağı bir suyun özünden[49], katışık bir spermadan[50] ve nutfeden[51]
yarattığını açıklamaktadır. Kur’ân’ın hiçbir yerinde gerek ilk insan olarak
kabul edilen Hz. Adem’in gerekse Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] ve
diğer peygamberlerin nurdan yaratılmış olduğuna dair bir bilgi mevcut değildir.
Açık ve net bir şekilde ilk insanın maddesinin nur değil,
toprak ve sudan müteşekkil bir maddeden bahsedilmektedir. Hz. Muhammed [salla’llâhü
aleyhi ve sellem] de bir insan olduğuna göre onun yaratılış maddesi de Hz.
Adem’in yaratılış maddesiyle aynı olacaktır.”[52] Dolayısıyla da kanaatimiz, bu rivayetlere her ne şekilde olursa olsun
“ihtiyatla yaklaşmak” değil, Hz. Peygamber’in hürmetine binâen reddetmek
olmalıdır.[53] Kaldı ki, nûr-i Muhammedî’ye dair araştırmalarda, bu fikrin “ilk
nüveleri”nin hicrî II. asırda Mukâtil b. Süleyman (150/767) tarafından ortaya
çıkarıldığı, hicrî III. asırda Sehl el-Tusterî (283/896) tarafından da
geliştirdiği kaydedilmektedir.[54] Dahası bu akîdenin sünnî muhite Şi’a’dan, bunlara da Yeni Eflatunculuk’tan
intikal ettiği iddia olunmaktadır.[55] O halde malumu i’lâm kabîlinden tekrar edilmelidir ki, Kur’ân-ı Kerîm’den
gayrı hiçbir kitap; hata, şüphe ve bâtılın kendisine girmesinden uzak değildir.
Nesep ve Irk Üstünlüğü
Malumdur ki; nesep, ırk, kavim, kabile, aile (ebeveyn tercihi) ve doğum
yeri gibi hususlar kişinin irade ve ihtiyâriyle oluşmuş değildir. Bunlar
kişinin oluşumunda hiçbir müdahalesi olmayan yaratılıştan kendisine
verilenlerdir.
Nûr-i Muhammedî anlayışını kabule dair öncüller sıralandığında, bunun tabiî
neticesi olarak “Hz. Peygamber’in daha yar atılmazdan önce
bir peygamber”[56] olduğunun da kabul
edilmesi mantıkî bir gerekliliktir. Aksi takdirde kişinin kendisini
nakzettiğini söylemek pekâlâ mümkündür.
Hz. Peygamber’in peygamberliğinin, daha yaratılmazdan öncesinde tespit
edilmesine binâen de, daha o andan başlayarak ona dair her türlü bakışın
yüceltmek adına yapılması ve onu bir beşer olarak görebilme hasletinden
uzaklaşılması kaçınılmazdır. Buna bağlı olarak, “ilk insan ve ilk peygamber” Hz. Adem’in “topraktan yaratılmış”[57] olduğu, dolayısıyla da Hz. Peygamber’in dahi bu yaratılış kanunlarına tâbi
olduğunun gerçekliği apaçık ortada olmasına rağmen, ona (aleyhisselâm) dair
sahip oldukları ön kabullerinden insanların sıyrılamadıkları görülebilecektir.
Bu bağlamda Kadı Iyâz, beşerde cemâl ve kemâl hasletlerini iki kategoride
ele alır: Dünyevî ve zarurî olanlar, dîni ve kazanılmış olanlar. Buna göre de,
yaratılışındaki kemâl, yüz güzelliği, akıl gücü, anlayışının isabetliliği,
lisanının fasih oluşu, duygu ve âzâlarının kuvvetliliği, hareketlerindeki
itidallik, nesebinin şerefli olması, kavminin izzeti, vatanının yüceliği gibi hususlarda
kişinin hiçbir müdahalesi yoktur ve kazanmak sûretiyle de elde edilemez (kesbî
değildir). Dolayısıyla bu güzel hasletlerden bir yahut birkaçına sahip olan
kimse iftihar hissi duyarsa, bütün bunlara sahip olan Hz. Peygamber’in ne yüce
bir şan ve şerefe sahip olduğu da kelimelere sığmayacak derecededir. [58]
O dünyaya gelmezden önce de Kureyş ve Hâşimoğulları’nın Mekke’de bir
saygınlığının olduğu bilinmektedir. Dedesi Abdulmuttalib Mekke’nin sevilip
sayılan eşrafındandı. Mekkeliler için büyük bir şeref telâkki edilen Kâbe
hizmetlerinden; Mekke’ye gelen hacıları ağırlamak anlamındaki rifâde ve
hacılara su dağıtma mânâsındaki sikâye vazifesini deruhte etmekteydi.[59] Yine annesi ve babası hakkında, kendilerine herhangi bir şekilde ayıp yahut
kusur olarak isnad edilebilecek bir hâl ve hareket mervî de değildir. Bütün
bunlar Hz. Peygamber’in Mekke toplumu içerisinde saygınlığı tescil edilmiş olan
bir aile içerisinde dünyaya geldiğinin en net delilleridir. Nitekim II.
Habeşistan hicretinde, Mekke’den gelen müşrik elçilerin
Müslümanların iadesi talebi karşısında, hükümdar Necâşî ile Ca’fer b. Ebî
Tâlib Arasında geçen diyalog da yine bu cümledendir. Buna göre; Necâşî’nin,
kavimleriyle aralarına giren bu din hakkında bilgi istemesi üzerine Hz. Ca’fer
şöyle cevap vermiştir: “Ey Hükümdar! Biz câhil bir kavimdik; putlara tapar,
lâşeleri yer, her türlü kötülüğü işlerdik. Akrabalarımızla ilişkilerimizi
keser, komşularımıza kötülük yapardık. Kuvvetlilerimiz zayıflarımızı yerdi!
İşte biz bu hâl üzereydik; tâ ki Allah içimizden, nesebini, doğruluğunu, emînliğini ve iffetliliğini bilmekte olduğumuz bir peygamber
gönderinceye değin.”[60] Görülmektedir ki, Hz. Ca’fer Hz. Peygamber için herhangi bir neseb
şerefinden bahsetmemiş, sadece aralarında yaşayan bir insan olarak onun kimin
nesi olduğundan haberdar olduklarını bildirmiştir. Bu üslûp tabîî ve sadedir.
Kaldı ki, Hz. Peygamber’in tevâzu’una[61] dair nakledilenler de dikkate alınırsa, onun soyu ile övünebileceğini
söylemek hem çok zordur, hem de nesep şerefi ve tevâzu rivayetlerini de te’lif
edebilmenin imkânı kalmayacaktır.
Bununla beraber, ister Kureyş’ten olsun isterse Haşimoğulları’ndan,
inanmayanların çıkmış olması onun risâletine olduğu kadar beşeriyetine de
herhangi bir halel getirici unsur değildir. Dolayısıyla Hz. Peygamber’in doğumu
ortamıyla ilgili herhangi bir irâdî tavrı olmadığı gibi, nesli içerisinden
inanmayanların veya ayıplanacak durumlara düşenlerin olması imkânından
hareketle söylemek gerekirse, bunlardan da sorumlu tutulamaz ve bu durum onu
tahkîr maksadıyla da kullanılamaz. Nitekim risâletle görevlendirildiği andan
vefatına değin bu yönde ileri geri konuşulabilecek bir şey olsaydı, Mekke
müşrikleri herhalde bunu onu red ve tahkîr adına bir nimet sayarlardı. Ne var
ki böylesi bir hâdiseye tarihin şehâdeti olmamıştır.
Kaldı ki, Allahu Teâlâ Hz. Adem’in oğullarını hikâye eder: “Onlara, Âdem’in
iki oğlunun haberini gerçek olarak anlat: Hani birer kurban takdim etmişlerdi
de birisinden kabul edilmiş, diğerinden ise kabul edilmemişti. (Kurbanı kabul
edilmeyen kardeş, kıskançlık yüzünden), “Andolsun seni öldüreceğim” dedi
...Nihayet nefsi onu, kardeşini öldürmeye itti ve onu öldürdü: Bu yüzden de
kaybedenlerden oldu.”[62]
Yine Allahu Teâlâ Hz. İbrahim’in babası Âzer’in “sapıklık içinde”
olduğundan bahseder: “İbrahim, babası Âzer’e: Birtakım putları tanrılar mı
ediniyorsun? Doğrusu ben seni de kavmini de apaçık bir sapıklık içinde
görüyorum, demişti.”[63] “Bir zamanlar o babasına dedi ki: Babacığım! Duymayan, görmeyen ve sana
hiçbir fayda sağlamayan bir şeye niçin taparsın?..Babacığım! Şeytana kulluk
etme! Çünkü şeytan, çok merhametli olan Allah’a âsi oldu...(Babası:) Ey
İbrahim! dedi, sen benim tanrılarımdan yüz mü çeviriyorsun.”[64]
Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Nuh ile Hz. Lût’un hanımlarından da bahsedilir:
“Allah, inkâr edenlere, Nuh’un karısı ile Lût’un karısını misal verdi. Bu
ikisi, kullarımızdan iki salih kişinin nikâhları altında iken onlara hainlik
ettiler. Kocaları Allah’tan gelen hiçbir şeyi onlardan savamadı. Onlara: Haydi,
ateşe girenlerle beraber siz de girin! denildi.”[65]
Yine Kur’ân Hz. Nuh’un oğlundan da söz eder: “Gemi, dağlar gibi dalgalar
arasında onları götürüyordu. Nuh, gemiden uzakta bulunan oğluna: Yavrucuğum!
(Sen de) bizimle beraber bin, kâfirlerle beraber olma! diye seslendi. Oğlu:
Beni sudan koruyacak bir dağa sığınacağım, dedi. (Nuh): “Bugün Allah’ın
emrinden (azabından), merhamet sahibi Allah’tan başka koruyacak kimse yoktur”
dedi. Aralarına dalga girdi, böylece o da boğulanlardan oldu.Nuh Rabbine dua
edip dedi ki: “Ey Rabbim! Şüphesiz oğlum da ailemdendir. Senin vaadin ise
elbette haktır. Sen hakimler hakimisin. Allah buyurdu ki; Ey Nuh! O asla senin
ailenden değildir. Çünkü onun yaptığı kötü bir iştir..”[66]
Nihayet Kur’ân, hanımıyla birlikte Hz. Peygamber’e eziyet etmekten bir an
geri durmamış olan amcası Ebû Leheb’den de bahseder: “Ebû Leheb’in iki eli
kurusun! Kurudu da. Malı ve kazandıkları ona fayda vermedi. O, alevli bir
ateşte
yanacak.”[67]
Kur’ân’ın apaçık bu beyanları nazar-ı dikkate alınarak şöyle sorulabilir:
Yukarıda zikredilen peygamberlerin bu yakınlarının durumu kendilerine
peygamberlikleri itibariyle herhangi bir halel getirmiş midir? Bu soruya
verilebilecek cevap; “hayır” olacaktır. Hatta Hz. Nuh ve İbrahim, İslâm
kelâmında “ulu’l-azm” peygamberlerden kabul edilmişlerdir. Cenâb-ı Hakk’ın abesle iştigalden
münezzeh olduğuna dair i’tikad gereği, O’nun verdiği bu misâllerde hikmetler
var demektir ki, aramak ve bulmak insana ma’tuftur. Âyetlerde görüldüğü üzere,
ister kişinin geldiği nesepten isterse kendisinden gelenlerden inanmayanların
olması, o kimseyi sorumluluk altına sokacak değildir. Zira Allah hidâyete
sevkedici âyetlerini hem kâinat planında hem de elçisi vasıtasıyla beyan
etmiştir. Artık inanıp inanmamak insana verilmiş cüz’î irade kapsamındadır ve
bu iradesinin âkıbetinden de bizzat o sorumlu tutulacaktır.
Bir diğer husus, câhiliyye Araplarının mal, evlat ve akraba çokluğunu bir
şeref telâkki edinerek, bunu yaşayanlarla yetinmeyerek tâ ki kabirlerdeki
ölülerini saymaya kadar götürmelerini Kur’ân’ın yeriyor oluşudur: “Çokluk
kuruntusu sizi o derece oyaladı ki, nihayet kabirleri ziyaret ettiniz.”[68] Buna mukabil “Mü’minler ancak kardeştirler”[69] ve Allah katında; çokluk, şeref, makam ve mansıp değil, ancak takvâsı
kurtaracaktır kişiyi: “Ey İnsanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden
yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık.
Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, O’ndan en çok korkanınızdır.
Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdârdır.”[70] Vefatına yakın günlerde de Rasûlullah bu takvâ ilkesini bir kez daha
vurgulamış, ne Arap’ın Acem’e ne de Acem’in Arap’a takvâsı dışında herhangi bir
şekilde üstünlüğünün olmadığını ifade buyurmuştur. [71]
Allah’ın elçisi olmak sıfatıyla Hz. Peygamber’in, O’nun emir ve
yasaklarını, verdiği temsilleri en iyi anlayanın olması mutlak gerekmektedir ve
öyledir de.
Dolayısıyla yukarıdaki
âyetlerden murad edileni de en iyi onun anladığı kesindir. Buna rağmen
kendisinin nesebiyle yahut kabile veya ırkıyla övünmesi, bu âyetlerle tenâkuza
düşmesi anlamına gelir ki, Hz. Peygamber’in Rabbine bu tarz bir muhalefeti söz
konusu dahi olamayacağına göre; kendisinin nesebi, kavim ve kabilesi ve ırkına
ait “şeref ve üstünlük” ifade eden haberleri reddetmek daha makuldür.[72] Nitekim onun, Kadı Iyâz’ın da kaydettiği bir rivayette şöyle buyurması,
kendisinin geldiği nesep, kavim, kabile ve ırk gibi unsurlara mübalâğalı
övgüler düzecek bir elçi olmadığının sadece bir kanıtıdır: “Hıristiyanların
Meryem oğlu İsa’ya yaptıkları gibi, beni aşırı şekilde methetmeyin! Ben ancak
Allah’ın bir kuluyum. O halde bana “Allah’ın kulu ve Rasûlü” deyin!”[73]
Nitekim Cessâs’ın (370/981) nesep ve ırk üstünlüğüne dair telâkkisi, bizim
de yolumuzu aydınlatıcıdır. O, üstünlüğün sadece takvâda olduğunu bildiren
Hucurât Sûresi’nin 13. âyeti dolayısıyla şu açıklamayı yapmaktadır: “Allahu
Teâla’nın bu âyetten muradı şudur ki; Hiçbir kimsenin nesebi itibariyle
diğerine karşı herhangi bir üstünlüğü (fazileti) yoktur. Çünkü herkes, bir baba
ve anneden meydana gelmiştir. Üstünlüğün bir başkasının ameli sebebiyle
kazanılamayacağı şüphe götürmez bir hakikattir. Dolayısıyla da Allahu Teâla,
birbirimize karşı neseple iftihara kalkışmamamız için bunu bize bu sûretle
açıklamıştır. Bunu da (Allah katında en değerliniz O’ndan en çok korkanınızdır)
kavliyle vurgulamıştır. İşte bu âyetler fazilet ve üstünlüğün sadece Allah’a
karşı takva ve tâatle elde edilebileceğine işaret etmektedir.”[74]
Benzer bir açıklamayı İbn Teymiyye’de (728/1328) de görmekteyiz. Dinde
mücerred nesep ile şeref iddiasının ancak câhiliyye hükmünden ibaret olduğunu vurgulayan
İbn Teymiyye sözlerine şöyle devam eder: “Allah’ın Kitabı’nda herhangi bir
kimseyi nesebi itibariyle öven yahut yeren tek âyet dahi yoktur. Buna mukabil,
Allah bir kimseyi ancak imanı ve takvası cihetiyle övmekte; küfür, fısk ve
isyanı bakımından da yermektedir.”[75]
Hz. Peygamber’in nesebi, kavim ve
kabilesi, ırkı gibi konularda gelen haberler karşısında, ister kendisine nispet
olunsun isterse sonraki dönem alimlerinin görüşleri olsun, kanaatimizin bu
minvâl üzere olduğunu kayıtla[76], Kadı Iyâz’ın bu noktadaki bakış açısını yansıtır rivayetleri sıralamaya
geçebiliriz:
“Kendisinden olduğum nesle varıncaya kadar, Ademoğlunun nesilden nesle
devam ede gelen en hayırlı tabakasından gönderildim.”[77]
“Allah mahlûkâtı yarattı ve beni onların en hayırlı neslinden en hayırlısı
yaptı. Sonra kabileler arasında seçme yaptı (hayırlı olanı tespit etti) ve beni
en iyi kabileden kıldı. Sonra evler (aileler) içerisinde seçme yaptı ve beni en
iyi aileden kıldı. O halde ben, (insanlar arasında) şahıs olarak da aile
(nesep) olarak da en hayırlısıyım.”[78]
“Allah, İbrahim’in oğullarından İsmail’i, İsmail’in oğullarından Benî
Kinâne’yi, Benî Kinâne’den Kureyş’i, Kureyş’ten Haşimoğullarını ve
Haşimoğullarından da beni seçmiştir.”[79]
“Allah mahlûkât arasında bir seçme yaptı. Onlardan Ademoğlunu seçti. Sonra
Ademoğlu arasında bir seçme yaptı. Onlardan da Arapları ayırdı. Sonra Araplar
arasında bir seçme yaptı ve aralarından Kureyş’i seçti. Sonra Kureyş arasında
bir seçme yaptı ve aralarından Haşimoğullarını ayırdı. Sonra Haşimoğulları
arasında bir seçme yaptı ve onlardan da beni seçti. Devamlı bir sûrette
hayırlılar arasından geldim. Dikkat edin! Kim ki Arap’ı severse, bana olan
sevgisinden dolayı sevmiştir onları. Kim de onlara buğzederse, bana olan buğzu
sebebiyle buğzetmiştir onlara.”[80] “İbn Abbas’tan: Kureyş, Adem
yaratılmazdan iki bin yıl evvel Allah katında bir nur idi. Bu nur Allah’ı
tesbih eder, melekler de onunla beraber tesbihte bulunurlardı. Ne zaman ki
Allah Adem’i yarattı, bu nuru da onun sulbüne bırakıverdi. Allah Rasûlü şöyle
buyurdu: Allah, Adem’in sulbünde beni yere indirdi. Sonra Nuh’un sulbüne,
oradan da İbrahim’in sulbüne nakletti. Böylece devamlı bir sûrette şerefli
sulbler ve temiz rahimlere intikal ede ede, nihayet asla gayr-ı meşrû’
birliktelikleri olmayan ebeveynimden beni dünyaya getirdi.”[81]
“Allah mahlûkâtı iki kısma ayırdı. Beni onların en hayırlı kısmından
yarattı. Nitekim Allah “Ashâbu’l-Yemîn” ve “Ashâbu’ş-Şimâl” buyurmakla bu
mânâyı murad etmiştir. Ben, Ashabu’l-Yemîn’denim ve onların da en hayırlısıyım.
Sonra Allah bu iki kısmı (bir kısım daha ilâve ederek) üç yaptı. Beni de bu üç
kısmın en hayırlı olanında kıldı. Nitekim Kur’ân’da bu üç kısım şöyle
zikredilmiştir: “Ashâbu’l-Meymene” ve “Ashâbu’l-Meş’eme” ve “es-Sâbikûne’s-Sâbikûn”.
Ben sâbıklardanım (öncülerdenim) ve onların da en hayırlılarından. Sonrasında
bu üç kısmı kabilelere ayırdı ve beni en hayırlılarından kıldı. İşte bu mânâyı,
“birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki
Allah yanında en değerli olanınız, O’ndan en çok korkanınızdır.” âyeti ifade
etmektedir. Ben ise Adem oğlunun en muttakîsi ve en değerlisiyim. Bu
söylediklerimde övünmek kasdım yoktur. Sonra Allah kabileleri de evlere
(aileler) ayırdı ve beni aile itibariyle de onların en hayırlısı kıldı. Buna
delil Allah’ın şu kelâmıdır: “Ey ev halkı (Peygamber ailesi)! Allah sizden,
sadece günahı gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor. [Ahzâb, 33/33.]”[82]
“Hz. Aişe’den rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Cebrail bana gelerek dedi ki: Maşrık ile mağribi (bütün yeryüzünü) dolaştım,
Muhammed’den daha üstün bir şahıs ve Haşimoğullarından da daha üstün bir sülale
görmedim.”[83]
“İbn Abbas’tan rivayet edildiğine göre Rasûlullah şöyle buyurmuştur: Allah,
Adem’i yaratınca beni onun sulbünde yeryüzüne indirdi. Nuh (aleyhisselâm)’ın
sulbünde beni gemide bulundurdu. İbrahim (aleyhisselâm)’ın sulbünde beni ateşe
attı. Sonrasında, devamlı bir sûrette şerefli sulbler ve temiz rahimlere
intikal ede ede, nihayet asla gayr-ı meşrû’ birliktelikleri olmayan
ebeveynimden beni dünyaya getirdi.”[84] “Rasûlullah şöyle buyurmuştur: Hilâfet
Kureyş’tedir.”[85] Yine aynı anlamda, “Hilâfet, dini ayakta
tuttukları sürece Kureyş’te olmaya devam edecektir, buyurmuştur.”[86]
“Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: “Garb ehli kıyamete kadar doğru yolda
olacaktır.”[87] İbnu’l-Medînî [234/848] hadiste garp ehlinden kastın Araplar olduğu
kanaatindedir. Çünkü Araplar, garb (kova) ile su içerler. Bundan dolayı da
Garb ehli Araplardır. Bazı alimler de Garb ehli’nden maksadın Mağrib halkı
olduğu görüşündedirler.”[88]
Doğum Anı ve Sonraki Yıllarıyla İrtibatlandırılan
Hâdiseler
Şurası öncelikle açıklığa kavuşturulmalıdır ki, Hz. Peygamberi yukarıda
eleştirdiğimiz “kozmik”[89] bir varlık haline sokan tasavvur, onun doğumunu da ihmal etmemiş ve
dolayısıyla ona yakışacağını zannettiği nice olağanüstü hâdise te’lif etmiştir. Oysa ki
Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Musa , Hz. Yahya ve Hz. İsa’nın doğum ve çocukluk
dönemlerinden bahsedilmiş olmasına rağmen - Hz. Peygamber’in kişiliğini ortaya
koyacak işaretleri Kur’ân’da fazlasıyla bulmak pekâlâ mümkün iken[90] - risâlet öncesi hayatına dair tafsilâta
yer verilmemiştir.
Onun (aleyhisselâm) yetim olarak dünyaya
gelişinden[91] başka, bir arayış içerisindeyken hidayete eriştirildiği
, yoksulken zenginleştirildiği , daha öncesinde herhangi bir kitap okuyup
yazmadığı[92], kitap nedir, iman nedir bilmediği[93] ve aralarında bulunduğu bir ömür boyunca sessiz kaldığı[94], Mekke dönemi tebliğ safhasındaki sıkıntılarını giderici bir gönül ferahlığı
bahşedildiği[95] gibi birkaç hususa değinilmiştir[96].
Risâlet vazifesi bilindiği üzere 610 tarihinde, Hira Mağarası’nda geçirdiği
inziva günlerinden birinde, Hz. Peygamber 40 yaşındayken kendisine tevdi’
olunmuştur. Bu aynı zamanda şu anlama da gelmektedir: Hz. Peygamber, 40 yaşına
kadar risâlet vazifesi olmaksızın, diğer insanlar arasında hilm ile, şirke
batmış câhiliye döneminin her türlü rezilliğinden uzak bir hayat sürmüştür.
Zira bu dönem zarfında ne kendisinin risâlete dönük bir beklentisi olmuş, ne de
kendisine böyle bir görevlendirme yapılmıştır. Dolayısıyla o bu döneminde,
Abdullah ve Âmine’den olma Muhammed olarak halkın arasındadır.
O, daha
ana rahmindeyken babasını, altı yaşlarındayken de annesini kaybetmiş bir
yetimdir. Malumdur ki her insan, çocuğunun çocukluk çağlarını, bu çağın kendine
has özellikleri içerisinde yaşamasını arzular ve buna gayret gösterir. Zira
geleceğini belirleyen kişilik ve karakter yapısının tohumları bu dönemlerde
atılmaktadır. Sevgi ve oyun ihtiyaçları da yine bu anlamda çok önemlidir.
Bunlardan yoksunluk ise, en başta kişilik bozukluğu olmak üzere pek çok ciddi
ruhsal ve zihinsel problemlere sebebiyet vermektedir. Dolayısıyla da böylesi
bir kişi, anormal sayılabilecek davranışlar sergileyebilir.[97] Öyle inanıyoruz ki, hem sütannesi Halîme, hem de dedesi Abdulmuttalib ve
amcası Ebû Tâlib, ona anne ve babasının yokluğunu aratmamaya gayret
sarfetmişler, onu sağlam karakterli bir insan olarak yetiştirmeye özen
göstermişlerdir. Mekke toplumu içerisindeki risâlet öncesi 40 yıllık ömrünü,
doğruluk ve dürüstlüğe adamış bir şahsiyetin, ancak böyle yetiştirilmiş olması mümkündür diyebiliyoruz. Hem yine bu dönem içerisinde
kendisinde anormal sayılabilecek herhangi bir davranışın vâki olduğuna dair bir
nakil de bilmiyoruz.
Hz. Peygamber’in doğumu ile irtibatlandırılabilecek rivayetlere gelince,
onun 40 yıl sade bir hayat sürmüş olması gözardı edilmiş ve peygamber olduğu
bilgisine sahip olunduktan sonrasındadır ki akıl, geriye dönük işletilmeye
başlanmış ve sınır tanımaz muhayyile karşısında Hz. Peygamber’e dair en ince
ayrıntısı atlanmamış ölçüde tafsilât verilebilmiştir. Bu bağlamda denilebilir
ki, çocukluğu dahi elinden alınmıştır. Buna sebep olan en temel faktör ise,
onun (aleyhisselâm) daha çocukken bile bir “Peygamber” (!) olduğuna dair
telâkkidir. Bu bakımdan da kendisiyle ilişkilendirilen her şey, hasâis yahut
mu’cize cümlesinden (irhâsât) kabul edilmektedir.
Hz. Peygamber’in doğumu öncesi, doğumu esnası ve çocukluk dönemiyle alâkalı
kanaatimiz, genel olarak yukarıdaki minvâl üzeredir. Bunu dikkate alarak, Kadı
Iyâz’ın Şifâ'sında bu döneme tahsis kılınmış hususiyetleri alt başlıklar halinde
sıralamakla yetinecek, gerekli görüldüğü takdirde de kısa açıklamalarla konuyu
işlemeye çalışacağız:
1. Doğduğunda Ellerini Yere
Yayıp Başını Semâya Kaldırması Hz. Âmine’den geldiği rivayet olunan bir
haberde, Hz. Peygamber doğduğunda ellerini yere yaymış ve başını semâya
kaldırmıştır.[98] Bir diğer rivayette de, “başını yukarıya doğru kaldırmış ve gözlerini de
semâya dikmiş vaziyette dünyaya gelmiştir.”[99]
Her iki rivayet için de Şifâ şârihleri Hafâcî ve Ali el-Kârî herhangi bir eleştiri
getirmemişler ve dolayısıyla bu şekilde kabullenmişlerse de, mezkûr
rivayetlerin metinleri itibariyle garâbetleri apaçık ortadadır.[100]
Doğum Esnasında Hz. Âmine’den Bir Nûrun Çıkıp Etrafı
Aydınlatması
Kadı Iyâz, Hz. Peygamber’in doğum anı ve kalbinin çıkarılıp temizlenmesi
ile ilgili Hâlid b. Ma’dân’dan rivayet edilen bir habere yer vermiştir ki, bu
haberin bir kısmında şu ifadeler geçmektedir: “Ashabtan bir gurup gelerek, “Yâ
Rasûlallah! Bize kendini anlat” dediler.. .Rasûlullah da “peki” diyerek, o
anlarını şöyle zikretti: “Ben ceddim İbrahim’in duasıyım. Yani, “Rabbimiz
içlerinden kendilerine bir peygamber gönder”, duasındaki peygamber benim. İsa (aleyhisselâm)
da beni müjdelemiştir. Annem bana hamile kaldığı zaman, kendisinden bir nur
çıktığını ve onun Şam tarafındaki Busrâ saraylarını aydınlattığını görmüş.”[101]
Kadı Iyâz’ın, Doğumu Sırasında Görülen Mucizeler[102] başlığı altında yer verdiği bilgiler ise,
ki bunları gerek annesi ve gerekse o esnada hazır bulunanlar anlatmışlardır,
şunlardan ibarettir:
“Annesi, doğumu anında,
onunla birlikte bir nûrun da çıktığını görmüştür.”[103] “Onun doğumu esnasında, Osman b.
Ebi’l-Âs’ın annesi, yıldızların aşağıya doğru sarktığını ve etrafı nûrun
(aydınlığın) kapladığını görmüştür.”[104]
“Abdurrahman b. Avf’ın annesi Şifâ şöyle
demiştir: “Rasûlullah [salla’llâhü
aleyhi ve sellem] doğup da ellerime düştüğünde[105], biri “Allah sana rahmet etsin!” diyordu. Maşrık ile Mağrib arası o kadar
aydınlandı ki, Rum köşklerini görebildim.”[106]
2.
Kisrâ’nın Sarayı, Taberiyye Gölü ve Mecûsilerin
Ateşiyle İlgili Hâdiseler
“Doğduğu gece Kisrâ’nın sarayları yerinden sarsılmış, sütunları
yıkılmıştır. Taberiyye Gölü taşmış, Mecûsîlerin bin yıldan beri hiç sönmeksizin
yanan ateşleri sönmüştür.”
Günümüzde yaygın olarak bilinmekte olan bu hâdiselerin sahîh kaynaklarda
yer almayışı ve mu’cize örgüsüyle bezenmiş olması, bunların ancak geçmişten
günümüze işleyen tarihî muhayyilenin bir neticesi olduğu kanaatini
doğurmaktadır.
Sünnetli ve Göbeği Kesik Dünyaya Gelmesi
Kadı Iyâz Hz. Peygamber’in doğumuyla alâkalı rivayetler arasında, onun
göbek bağı kesik ve sünnetli olarak dünyaya gelmiş olmasına da yer verir [107]
Konuyla ilgili olarak kaynaklarımız üç farklı görüş nakletmektedirler:
Birincisine göre, Hz. Peygamber sünnetli ve göbeği kesilmiş olarak doğmuştur.
İkincisine göre ise, sütannesi Halîme’nin yanında olduğu günlerde, meleklerin
kalbini açıp temizledikleri zaman yine onlar tarafından sünnet edilmiştir. Son
görüş
de, dedesi Abdulmuttalib’in Araplar
arasında mu’tad olduğu üzere doğumunun yedinci günü sünnet ettirdiğidir. Dedesi
bu esnada bir ziyafet vermiş ve adını da Muhammed koymuştur.[108]
Hz. Peygamber’den “şu şeyler fıtrattandır”
tarzında rivayet edilen hadislere bakıldığında, ki bunlarda fıtrattan olduğu
bildirilen şeylerde farklılıklar olmakla birlikte, sünnet olmanın da bunlardan
sayıldığı görülmektedir. Örneğin Nesâî’de bu farklılığı şu şekilde görmek
mümkündür: O, Ebû Hureyre’den şöyle bir rivayet nakleder: “Rasûlullah [salla’llâhü aleyhi ve sellem] buyurdular ki:
“Fıtrat beştir: Sünnet olmak, etek traşı olmak, bıyığı kesmek,
tırnakları kesmek, koltuk altını yolmak.”[109] Hz. Aişe’den rivayetinde ise, fıtrattan sayılan hususlar şunlardır: “Rasûlullah [salla’llâhü aleyhi ve sellem] buyurdular ki:
“On şey fıtrattandır: Bıyığın kesilmesi, sakalın uzatılması, misvak, istinşak
(burna su çekmek), mazmaza (ağza su çekmek), tırnakları kesmek, parmak
mafsallarını yıkama, koltuk altını yolmak, etek tıraşı olmak, intikâsu'l-mâ
yani istinca
yapmak.”[110]
Açıkça görüldüğü üzere hadislerde
zikredilenlerin tamamı, bir beşer olarak dünya hayatında yapılabilecek
hususlardır. Sünnet olmak tabirini de, doğumdan sonraki bir zamanda
gerçekleştirilebilecek bir tıbbî operasyon olarak anlamamak mümkün değildir. O
halde, bizzat Hz. Peygamber’in fıtrattan saydığı bir hususu, ona bir kusur ârız
olacakmış[111] gibi düşünerek ondan berî kılmaya kalkışmak, doğrusu aklın kabulde
zorlandığı bir noktadır.
Hele Peygamber Sünneti ile tabir olunan ve bugün pek çok kimse
tarafından bir lütuf gibi addedilen hâl ise, günümüz tıp literatüründe hipospadias olarak adlandırılan ve kişinin ileriki yaşamında ciddi sorunlara sebebiyet
verebilecek bir rahatsızlıktır. Dolayısıyla da Hz. Peygamber’de vâki’ olmuş bir
ilâhi ikramdır zannıyla kişilerin kendilerinde yahut yakınlarında olan peygamber sünnetliliğini bir ayrıcalık olarak değil, acilen tedavi edilmesi gerekli bir rahatsızlık
olarak görmeleri zorunluluktur. O halde, bunun bu tarz bir ârıza olduğu tespit
edildiğine göre, yücelteceğim diye Hz. Peygamber’e bunu atfedenlerin geri adım
atmaları gerekmektedir.[112]
Kaldı ki, İbn Kayyım el-Cevziyye’nin (751/1350) kaydettiğine göre, İbnu’l-
Cevzî (597/1200) ve Kemâluddîn İbnu’l-Adîm (660/1261), Hz. Peygamber’in
sünnetli ve göbek bağı kesik olarak doğumuyla alâkalı rivayetleri
reddetmişlerdir.[113]
Zehebî de, Hâkim en-Neysâbûrî’nin (405/1014)[114] Hz. Peygamber’in sünnetli ve göbeği kesilmiş olarak doğmasıyla ilgili
rivayetlerin tevatür derecesine vardığı hükmü karşısında; mütevatirliği bir yana, bu tarz haberlerin sıhhatini bile bilmediğini ifade etmiştir.[115]
Mekke toplumundaki hiyerarşik düzen içerisinde saygınlığı olan bir ailenin,
o gün için erkek çocuğuna verilen değer de hesaba katılırsa, mu’tâd olduğu
üzere bir sünnet merasimi icra etme arzularının olacağı muhakkaktır.
Dolayısıyla da bu noktada gelen rivayetlerden, dedesi Abdulmuttalib tarafından
doğumunun yedinci günü sünnet ettirildiğine dair olanları
tercih etmek, Hz. Peygamber’in ne beşeriyetine bir halel getirebilir ne de
risâletine[116]
Kalbinin Çıkarılıp Temzilenmesi
Kadı Iyâz’ın Hz. Peygamber’in üstünlüğüne atıfla anlattığı olaylardan biri
de, kalbinin çıkarılarak temizlenmesi hâdisesidir. Şerhu’s-sadr yahut
şakku’s-sadr olarak adlandırılan bu olaya göre, onun göğsü yarılıp kalbi
çıkarılmış ve temizlendikten sonra tekrar yerine konulmuştur.
Kadı Iyâz, Hz. Peygamber’in doğum anı ve göğsünün yarılması ile ilgili
habere yer verdikten hemen sonra, bu olayla ilgili olup da kalbinin çıkarılıp
temizlenmesi ile ilgili kısmı ilâve rivayetlerle te’life gitmiştir. Buna göre,
Hâlid b. Ma’dân Hz. Peygamber’in doğum anını ve göğsünün yarılmasını şöyle
hikâye etmiştir: “Ashabtan bir gurup gelerek, “Yâ Rasûlallah! Bize kendini
anlat” dediler... Rasûlullah da “peki” diyerek, o anlarını şöyle zikretti: “Ben
ceddim İbrahim’in duasıyım. Yani, “Rabbimiz içlerinden kendilerine bir peygamber
gönder”, duasındaki peygamber benim. İsa (aleyhisselâm) da beni müjdelemiştir.
Annem bana hamile kaldığı zaman, kendisinden bir nur çıktığını ve onun Şam
tarafındaki Busrâ saraylarını aydınlattığını görmüş. Daha sonra ben Benî Sa’d
b. Bekr kabilesi içerisinde emzirildim. İşte bu sıralarda idi, bir kardeşimle
birlikte evimizin arkasında hayvanlarımızı otlatırken, beyaz elbiseli iki adam
yanıma geldi.”
Bir diğer rivayette ise; “içi kar dolu altın bir tasla üç adam geldi. Beni
tutup karnımı yardılar”, şeklindedir.
Başka bir rivayette de; “boğazımdan karnıma kadar yardılar. Sonra buradan
kalbimi çıkarıp ikiye ayırdılar ve ondan simsiyah bir kan pıhtısı çıkarıp
attılar. Sonrasında ise, hem kalbimi hem de karnımı o tastaki kar ile tertemiz
edinceye kadar yıkadılar”, tarzında geçmektedir.
Konuyla ilgili bir başka rivayette ise olayın bir bölümü şöyle geçmiştir:
“Sonra bu iki kişiden biri eline bir şey aldı. Ne göreyim! Bu, bakanları
hayrette bırakan nurdan bir mühür! İşte bu mühürle de benim kalbimi mühürledi.
O anda kalbim iman ve hikmetle doldu. Akabinde de kalbimi yerine koydu. Diğeri
ise, elini göğsümün yarık yerinde gezdirdi ki, bunun üzerine orası birleşti.”
Başka bir rivayette ise Cebrâil (aleyhisselâm) şöyle demiştir: “Bu,
sapasağlam bir kalptir. Onda gören (idrak eden) iki keskin göz ve çok iyi duyan
iki kulak vardır. Sonra onlardan (iki kişiden) biri diğerine, “onu ümmetinden
on kişi ile tart!” dedi. O da beni tarttı da hepsinden ağır geldim. Sonrasında
yine, “ümmetinden yüz kişi ile tart!” dedi. O da beni tarttı ve yine ben ağır
geldim. Ardından tekrar “ümmetinden bin kişi ile tart!” dedi. Tarttı da yine
ben ağır geldim. Bunun üzerine tartılmamı isteyen, “bırak yeter artık! Çünkü
onu bütün ümmetiyle tartsan, yine de o ağır gelecek!” dedi.”
Bir başka rivayette de şu kayıt yer almıştır: “Daha sonra beni bağırlarına
basıp hem başımdan hem de gözlerimin arasından öptüler ve şöyle dediler: “Ey
sevgili, korkma! Şayet senin hakkında iyilik olarak nelerin murâd edildiğini
bilsen, gözlerinin içi gülerdi!”[117]
Ona göre, bu hâdisenin Hz. Peygamber sütannesinin yanında daha çocukken
vukû’ bulduğu sahih hadislerle sâbittir. Buna mukabil Miraç ile irtibatlı
olarak da anlatılan Cebrâil tarafından karnının yarılarak zemzem ile yıkanması
hâdisesi, hem ravi hem de metin itibariyle problemlidir. Dolayısıyla Kadı Iyâz
bu olayı Miraç hâdisesinden apayrı bir olay olarak değerlendirmiş ve bunun
Miraç’ta gerçekleştiğine dair rivayetleri kabul etmemiştir.[118] Ne var ki, Miraç ile bağlantılı olarak anlatılan bu rivayetlerden birini o,
İsrâ ve Mirac’ı anlattığı kısımda Hz. Peygamber’in kadr-u kıymetinin yüceliği
sadedinde iki sefer kaydetmek sûretiyle âdetâ sahihmişçesine bir yaklaşım
sergilemiş ve daha önce söyledikleriyle çelişir duruma düşmüştür. Bu rivayet şu
şekilde kaydedilmiştir: “Ebû Zer, Rasûlullah’ın şöyle dediğini nakleder:
“(Mekke’de olduğum dönem idi,) evimin tavanı açıldı. Cebrâil içeriye girdi ve
göğsümü yarıp zemzem suyuyla yıkadı. Ardından, içi hikmet ve imanla dolu
altından bir tas getirip onu göğsüme boşalttı. Daha sonra da göğsümü kapattı ve
elimden tutarak semâya çıkardı.”[119]
Kadı Iyâz, göğsün açılması hâdisesini, Hz. Peygamber’in peygamberlikten
önce masumiyetine bir delil olarak da kullanır. Buna göre Cebrâil, o daha
küçükken gelip göğsünü yarmış ve oradan bir parça kan pıhtısı çıkararak şöyle
demiştir: “Bu, şeytanın sende olan nasibidir.” Daha sonrasında ise, onun
kalbini iman ve hikmetle doldurmuştur.[120]
Göğsün açılmasıyla ilgili rivayetlerden mülhem olsa gerek, kimi alimler
tarafından İnşirâh Sûresi’nin ilk âyeti de (Biz senin göğsünü açıp genişletmedik
mi?) bu olayın bir şâhidi kılınmıştır.[121] Kadı Iyâz ise, bu âyete iki yerde temas etmiş, ancak Hz. Peygamber’in
göğsünün açılıp kalbinin temizlenmesiyle ilişkili bir yorumda bulunmamıştır.
İlk olarak, Allah’ın Hz. Peygamber ’i Övmesi başlığı altında şu bilgileri vermiştir:
“(Biz senin göğsünü açıp genişletmedik mi?) âyetindeki şerh etme,
genişletme anlamındadır. Göğüsten murâd ise, kalptir. İbn Abbâs şöyle
demektedir: “Allahu Teâlâ onun göğsünü İslâm’a açtı.” Sehl ise: “Risâlet nûruna
açtı” demiştir.” Hasan el-Basrî de: “Allah onun kalbini ilim ve hikmetle
doldurdu” şeklinde tefsir etmiştir. Ayrıca bu âyetten maksadın, “vesveselerden
seni kurtaracak derecede kalbini arındırmadık mı?” şeklinde olduğu da
söylenmiştir.”[122]
Âyetin ikinci kullanım yeri ise, Hz. Peygamber’in Miraç’ta Allah’ı görmesi
ile alâkalıdır. O şöyle der: “İbn Atâ, (Biz senin göğsünü açıp genişletmedik
mi?) âyetinin tefsiri mahiyetinde şöyle demiştir; “Allah Hz. Peygamber’in
göğsünü ru’yet (Allah’ı görmek) için açtı. Nitekim Mûsâ’nın göğsünü de kelâm
için açmıştır.”[123]
Görüldüğü üzere, Hz. Peygamber’in göğsünün yarılarak kalbinin çıkarılması
ve buradaki şeytanın nasibinin alınması ile ilgili hâdise, - diğer
kaynaklarımızda olduğu gibi - Kâdı Iyâz’da da oldukça problem ihtiva
etmektedir. Buna göre, bu hâdisenin mekânı, zamanı, meydana geliş ve bu
ameliyeyi gerçekleştirenlerin sayısı, bu ameliyeyi ne ile ve nasıl
gerçekleştirdikleri gibi metne dönük problemlerin yanı sıra, ravileriyle
alâkalı da söz götürür hususlar, meseleyi içinden çıkılmaz sorunlar yumağı
haline getirmektedir.[124]
Bu itibarla da, Erul tarafından konuya mahsus olmak üzere yapılmış şu
değerlendirme dikkate şâyândır. O şöyle demektedir:
“Çocukluklarından itibaren kendilerine hikmet ve nübüvvet verilen Hz. Yahya
ve Hz. İsa böyle bir ameliyat yaşamamışken, henüz peygamberliği hiç söz konusu
olmayan 3-4 yaşındaki Hz. Peygamber böyle bir olayı neden yaşasın?
Eğer Allah’ın müstakbel peygamberini hazırlamak istemiş olabileceği iddia
edilecek olursa, Mevlâ yüce kudretiyle bunu o doğmadan önce veya sonra, böylesi
maddî olmayan bir ameliyeye ihtiyaç kalmaksızın yapmaya elbette kadirdir. Şayet
böyle bir operasyondan insanların haberdar olması murad edilmiş ise, olayın
neden iki küçük çocuktan başka şahidi yoktur? Bunun ileriki yıllarda, birçok
yetişkin insanın görebileceği bir ortamda vuku bulması gerekmez miydi?
Her doğan çocuk fıtrat üzere doğduğuna ve dolayısıyla bütün çocuklar
günahsız addedildiğine göre, o yaşta hangi çocuğun kalbindeki şeytanın
nasibinden söz edilebilir?
Manevî bir temizlik veya hazırlığın, yine manevî bir yol ve yöntemle
yapılması gerekirken, şeytanın nasibinin giderilmesi ile, göğsün açılması,
kalbin yarılması ve bir-iki kan pıhtısının atılması arasında ne gibi bir alâka
olabilir?”[125]
Dolayısıyla da yukarıda yer verdiğimiz Kadı Iyâz’ın Şifâ’sında doğum anı ve sonrasıyla ilgili olarak kaydetmiş olduğu rivayetleri,
İbn Kayyım el-Cevziyye’nin (751/1350) şu ifadesi perspektifinde
değerlendirmenin mümkün olduğu kanaatindeyiz. Kaldı ki, bu perspektifin de sadece
bu konuya tahsis edilmeksizin, Hz. Peygamber’e dair tasavvurun geneline
yansıtılması gerektiği inancındayız. O, Hz.
Peygamber’e nispet olunan bir rivayet karşısında şöyle der: “Bu hadîsin isnadı güneş gibi olsaydı
bile, galat ve vehim olurdu.”161
Gölgesinin Olmaması
Doğumu esnasındaki mucizevî hâdiselerden bahsettiği kısımda Kadı Iyâz, Hz.
Peygamber’in bir beşer olarak, ister gündüz isterse gece olsun kendi cinsinden
olan diğer insanlar arasında dolaşmasında dahi bir fazilet aramış ve güneş
altında da ay ışığı altında da gölgesinin yere düşmediğinin anlatıldığını
kaydetmiştir. Zira o, bir nûrdur ve nûrun da gölgesi yoktur. Buna göre o şöyle
der: “Bu hususta anlatılanlardandır ki, Hz. Peygamber’in ne güneş ne de ay
karşısında gölgesi yere düşmezdi. Çünkü o bir nûr idi.”[126]
Vücuduna ve Elbisesine Sineğin Konmaması
Doğumuyla alâkalı mucizelerin anlatıldığı kısmın insanı hayrette bırakan
bir başka haberi ise, “sineklerin, onun vücuduna ve elbisesine konmamaları”dır.[127] Hz. Peygamber’i beşer üstü vasıflarla mücehhez kılma düşüncesinin bir
tezahürü olduğunu düşündüğümüz bu tarz rivayetler, onu (aleyhisselâm) tanıma ve
anlama cihetlerinden bir katkı sağlamayacağı gibi, bunları rivayet kritiği
(Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet’e arz gibi) açısından da makbul addetmek kâbil
değildir.
Güneşin Hararetinden Korunması
Tespit edebildiğimiz kadarıyla Şifâ' da, onun diğer insanlar gibi güneşin
hararetinden bunalarak kendisini bir gölgeye attığına dair herhangi bir rivayet
mevcut değildir. Buna mukabil, bulutun, ağacın, güvercinlerin ve meleklerin ona
gölge yapmak üzere mucizevî bir şekilde harekete geçtikleri anlatılır.
Kadı Iyâz’ın bu anlamda kaydettiği rivayetler şöyledir:
“Peygamberlik öncesinde Rahip Bahîra ile aralarında geçen hâdise de yine
mucize cümlesindendir. Buna göre Hz. Peygamber, amcası Ebû Tâlib ile birlikte
ticaret yapmak üzere yola çıkmışlardır. Rahip, (ibadethanesinden) dışarı
(karşılamak, görüşmek üzere) kimsenin yanına çıkmazdı. Ancak bu sefer çıkmış ve
kafilenin arasında dolaşmaya başlamıştı. İşte bu esnadadır ki, Hz. Peygamber’in
elinden tutarak şöyle dedi: “İşte bu âlemlerin efendisidir. Allah onu âlemlere
rahmet olarak gönderecek.” Bu ifadesi üzerine, (kafiledeki) Kureyş’in önde
gelenleri: “nereden biliyorsun? diye sordular. O da, “(her şey ortada), (sizler
gelirken) ona secdede bulunmayan ne bir ağaç ne de bir taş kaldı. Halbuki onlar
sadece bir peygambere secde ederler.” diye cevap verdi.Hikâyeyi bu şekilde
anlattı. Sonra da şöyle dedi: “Üzerinde kendisine gölge eden bir bulutla birlikte geldi. Ne zaman ki daha önceden (güneşin hararetinden korunmak
amacıyla) bir ağacın gölgesine sığınmış topluluğun yanına yaklaşsa, o oturur
oturmaz ağacın gölgesi onun üzerine doğru meylederdi”[128] “(Peygamberlik öncesinde meydana gelen
mu’cizelerinden biri de) Allah’ın onu bulut ile gölgelendirme
sidir. Bir rivayete göre, Hz.
Hatice ve yanındaki diğer kadınlar, (Şam) seferinden döndüğünde iki meleğin onu gölgelediğini görmüşlerdir. Hz. Hatice bu hâdiseyi Meysere’ye anlatmış, o da; sefere
çıktığından beri bu olaya şahid olduğunu söylemiştir. Rivayet o ki, sütannesi
Halîme de, yanında kaldığı çocukluk döneminde, bir bulutun onu gölgelediğini görmüştür. Aynı olay süt kardeşinden de rivayet olunmuştur.”[129]
“Yine mu’cizelerindendir ki; peygamberliği öncesindeki yolculuklarından
birinde kuru bir ağacın altında konaklamıştı. Bu esnada birden ağaç yeşerip yaprak açtı da Hz. Peygamber’i gölgelemeye başladı. Orada hazır bulunanların gözleri
önünde ağacın dalları ona doğru yaklaştı ve onu güneşten korudu. Bir diğer
rivayette ise, ağacın gölgesinin ona doğru meylettiği ifade olunmuştur.”[130]
Kadı Iyâz’ın bu tarzda Hz. Peygamber’e verilen mu’cizeler bâbında
zikrettiği bu olayların kaynağında elbette, kendisinden önceki müelliflerin
kaydettikleri rivayetlerin yattığını söylemek mümkündür. Zaten onun hedefinde,
Hz. Peygamber’i yüceltmek arzusu yattığından, bu nevi rivayetleri de kendisine
fayda getirdiği mülâhazasıyla herhangi bir kritiğe tâbi tutmaksızın
zikretmekten çekinmemektedir. Oysa ki kaynaklarımızda, Rasûlullah’ın bu tarz
mucizevî bir üslûpla güneşten korunmasını nakleden rivayetlerin yanı sıra,
kendisinin bir beşer olarak diğer her insan gibi tabiî bir sûrette
gölgelendiğine dair rivayetler de mevcuttur.
Bu anlamdaki rivayetlerden biri, Rasûlullah’ın hicretine şahid olan kimi
ashâbın anlattığı üzere şu şekildedir: “Resûlullah (SALLA’LLÂHÜ ALEYHİ VE
SELLEM)’ın Mekke’den ayrıldığını duyduktan sonra, Medîne’de[131] onu beklemeye koyulduk. Her gün sabah
namazını kıldıktan sonra bulunduğumuz mahallenin dışına çıkarak Resûlullah (SALLA’LLÂHÜ
ALEYHİ VE SELLEM)’ı bekliyorduk ve bunu güneşin sıcaklığına dayanamayacak hale
gelinceye kadar sürdürüyorduk. Resûlullah (SALLA’LLÂHÜ ALEYHİ VE SELLEM)’ın
Medîne’ye geldiği gün de, gölgelenecek bir yer kalmayıncaya kadar oturduk onu
bekledik, sonra da evimize gittik. Nihâyet Resûlullah Medîne’ye geldi. Onu
gören ilk kişi bir Yahudi idi. Bu adam, onu görünce: “Ey Benî Kayle! Dedeniz
geldi.” şeklinde yüksek sesle bağırmaya başladı. Biz de yaş bakımından kendisi
gibi olan Ebû Bekr’le birlikte bir hurma ağacının gölgesinde oturan Resûlullah
(SALLA’LLÂHÜ ALEYHİ VE SELLEM)’ın yanına gittik. Bu esnada, çoğumuz daha önce
Resûlullah’ı görmemişti. İnsanlar etrafında toplandı ve kendisini tanıyamadık.
Fakat daha sonra gölge kaybolunca, Ebû Bekr yerinden kalkarak onu güneşten
korumaya başladı da işte o zaman Resûlullah (SALLA’LLÂHÜ ALEYHİ VE SELLEM)’ı
tanımış olduk.”[132]
Hem Kur’ân’ın hem de sahih sünnetin ısrarla işarette bulunduğu “onun
beşeriyeti” bağlamında ifade etmek gerekirse, onun da tabiî tarzda gölgelenme
ihtiyacı hissettiğini ve bunu gerçekleştirecek vesilelere yapıştığını söylemek
daha mâkul gözükmektedir. Kaldı ki, böylesi hâdiseler vâki olmuş olsaydı,
herhalde Peygamberimiz yakın çevresini olduğu kadar diğer Mekke halkını da
İslâm’a davetinde bunları bir delil olarak kullanırdı. Oysa ki, onun böylesi
bir delille kendisini ispata kalkıştığına dair hiçbir rivayet söz konusu
değildir. O halde bu rivayetleri, “Rasûlullah’ın şanını yüceltmek ve O’nu reddedenleri
ilzâm etmek maksadına bağlı olarak sonradan vücût bulmuş”[133] rivayetler olarak görmeli ve “Rasûlullah sevgisi ve O’nun Peygamberliğini
ispat düşüncesi, bizi ılımlı davranıştan uzaklaştırıp aşırılığa
götürmemelidir.”[134] Bu anlamda İbn Teymiyye’den, Hz. Peygamber’i devamlı sûrette bir bulutun
gölgelediğine dair rivayetlerin mevzû olduğunun nakledilmesi de mânidârdır.[135]
3. Teri İle Küçük ve Büyük
Abdestindeki Farklılığı Kadı Iyâz, Allah’ın, yaratılış ve huy itibariyle
güzelliklerin yanı sıra, dînî ve dünyevî faziletleri de Hz. Peygamber’de
topladığından bahisle, onun bedenî güzelliklerini ortaya koymaya çalışır.
Bu cümleden olarak da şunları kaydeder: “Rasûlullah’ın cisminin
güzelliğine, vücudunun ve terinin güzel kokmasına, vücudunun tiksindirici
şeylerden, ayıp ve kusurlardan uzak olmasına gelince, Allah bütün bunları ona
has kılmıştır ki, ondan başka hiçbir kimsede bu özellikler bulunmamaktadır.
Hz. Peygamber bir gün Enes’in (r.a) evinde uyuya kalmış ve bu esnada da
terlemişti. O sıra Enes’in annesi geldi ve terini bir kapta toplamaya başladı.
Rasûlullah (bunun üzerine uyanıp) ondan bunu niye yaptığını sordu. O da:
“Bunu kokularımıza katıyoruz. Çünkü o, kokuların en güzelidir.” diye karşılık
verdi.”[136]
“Hz. Peygamber’le ilgili haberlere ve şemâiline ehemmiyet verenlerden biri
şöyle hikâye etmiştir: Rasûlullah büyük abdeste çıkmak istediği zaman yer
yarılır ve onun dışkı ve idrarını yutardı. İşte bu anda güzel bir koku
yayılırdı.”[137]
“Vâkıdî’nin kâtibi Muhammed b. Sa’d bu hususta bir haberi Hz. Âişe’ye isnad
ederek şöyle nakletmiştir: Hz. Âişe Rasûlullah’a, “Sen helâya gidiyorsun. Fakat
(orada), seni ihtiyaca düşürüp sıkıntıya sokan şeyden hiçbir şey görmüyoruz.”
dedi. Bunun üzerine Allah Rasûlü de: “Ey Âişe! Bilmez misin ki, yer, peygamberlerden
çıkan şeyleri yutar ve ondan hiçbir eser görünmez.” diye cevap
verdi.”[138]
Kadı Iyâz’ın bu haber vesilesiyle yaptığı yorumda ise, kendisi Mâlikî
olmakla beraber bazı Şâfiîlerin meseleye rivayetin paralelinde yaklaşımını
örneklendirmesi[139] doğrusu şaşırtıcıdır. Kaldı ki o, bu
haberin meşhur olmasa dahi, bir gurup ilim ehli tarafından Hz. Peygamber’den
çıkan dışkı ve idrarın temizliğine delil olarak kabul edildiğini ifade eder.
Sanki kendisi böyle kabul etmiyor da, başkaları ediyormuşmuşçasına bir tavır
sergiler! Ancak kendisinin de bunu kabul ettiği naklettiklerinden apaçık
bellidir: “Dışkısı ve idrarının temizliğinin delili ise, Hz. Peygamber’den
tiksinilecek ve hoş olmayan herhangi bir şeyin meydana gelmeyeceğine dair olan
i’tikaddır.”[140]
Bütün bu hususları kabul eden Kadı Iyâz, aynı yerde Hz. Peygamber’in “Din
temizlik üzerine binâ edilmiştir” [141]
kavline de yer verirken, “bu hadîsi söyleyenin, diğer insanların muhtaç
olduğu temizliğe ihtiyacı olmadığı sonucunu doğuracak rivayetleri sıralamakta
ve bunların Hz. Peygamber’e Allah tarafından bahşedilen özellikler olduğunu
belirtmektedir. Fakat bunun, Hz. Peygamber’in istincâ ve istibrâdan, abdest ve
gusüle, tırnak kesmeden tıraş olmaya kadar her müslümanın yaptığı temizlik
ameliyyelerini icra ettiğini gösteren yüzlerce rivayetle çeliştiğine dikkat
etmemiştir.”[142]
Halbuki ter de, büyük ve küçük abdest de,
her insanın yaratılıştan getirdiği hususiyetlerindendir. Bunların olmamasını
düşünmek, mümkün değildir. Kimi insan az terler kimisi de çok. Yine her insanın
teri öyle ya da böyle bir şekilde kokar. Ama değişmeyen şey, terlemedir. Zira
vücut, Yaratan’ı tarafından şartları oluştuğunda terleme üzerine de
programlanmıştır. Aynı şekilde insanın vücudunun ihtiyacından fazlasını atmak
ameliyesi olan büyük ve küçük abdeste çıkma da böyledir ve bunların da
kokmaları pek tabiîdir. Çünkü vücut, kendisinde artık olanı, bunun posa halini
yani tabir caizse çürüğünü dışarıya bırakmaktadır. Bu hâl de, Allah’ın
değişmeyen kanunudur (sünnetullah). Hem Hz. Peygamber’in ne bir beşer ne de bir
peygamber olarak böylesi bir ayrıcalığa ihtiyacı vardır. Zira, tebliğinde
bulunulan din, muhataplarını kendisine davette böylesi vasıtalara tevessül
etmekten münezzehtir. Kaldı ki, Hz. Peygamber’in de ne terleme ne de büyük ve
küçük abdeste çıkmaktan yüksündüğüne dair hiçbir bilgi de mevcut değildir.
Rasûlullah’ın güzel kokular kullandığı, hediye edilen kokunun geri çevrilmemesi
gerektiğine dair tavsiyeleri de yine rivayetler arasında yerini almıştır.[143] Dolayısıyla o, terlediğinin inkârcısı değil, bu hâlin kendisini olduğu
kadar başkalarını da rahatsız etmemesinin tedbirlerini alan nezîh ve nâzik,
düşünceli bir şahsiyettir. O, tabiî ve sadeliğiyle “güzel örnektir”.
Aslında bu meselelere dair bütüncül bakış
açısını, yine Kadı Iyâz’ın kendisinden dinleyelim. O şöyle demektedir: “Hz.
Peygamber hakkında nelerin vacip, caiz ve imkânsız (müstahîl) olduğunu
bilmeyen, hükümlerinin çeşitlerini tanımayan kimse, bu hususlara ait bazı hususlarda
gerçeğe aykırı inançlara düşmekten emin olmaz ve Hz. Peygamber’i ona izâfe
edilmesi gereksiz şeylerden de tenzih edemez. Bu sûretle de farkında dahi
olmadan helâk olur ve cehennemin dibini boylar. Çünkü Hz.
Peygamber’de bâtıl bir şeyin mevcud olduğunu zannetmiş ve Rasûlullah için caiz
olmayan bu i’tikadı onu cehenneme sürüklemiştir.”[144]
Görme Duyusundaki Olağanüstülük
Görme duyusu, Allah’ın insanoğluna bahşettiği nimetlerindendir ve bu nimeti
Allah, vücudun yüz olarak tarif edilen ön cephesinde yaratmıştır.
Dolayısıyla da insan gözleriyle, rahatlıkla yüzünün dönük olduğu alanı
görebilecektir. Buna göre de arkasında olanları göremeyecek, ancak sezgileriyle
hissedebilecektir.
Hz. Peygamber de diğer insanlar gibi görme ve sezme hasletlerine sahiptir.
Ne var ki, onun önünden gördüğü gibi arkasından da gördüğü şeklinde gelen
rivayetlere istinâden, bu görme duyusunu sağlayan arkasında bir üçüncü göze
sahip olduğuna kanaat getirmek de mümkün değildir. Zira o, dış görünümü
itibariyle farklılık ihsâs ettirecek herhangi bir “fazlalığa” sahip değildir.
Bunu da, Allahu Teâlâ’nın tüm peygamberlerini kendileri gibi olan insanlara
gönderdiğine dair i’tikadımız gereği söyleyebilmekteyiz. Çünkü Yüce Allah, dış
görünümü itibariyle farlılıklar beklentisinde olan inkârcıların Hz. Nûh’u
reddedişlerini şöyle hikâye etmektedir: “Andolsun, biz Nûh’u kavmine elçi
olarak gönderdik. Onlara: “Ben (dedi), sizin için apaçık bir uyarıcıyım..
.Kavminden ileri gelen kâfirler dediler ki; “Biz seni sadece bizim
gibi bir insan olarak görüyoruz. Bizden, basit görüşle hareket eden alt tabakamızdan başkasının sana
uyduğunu görmüyoruz. Ve sizin bize karşı bir üstünlüğünüzü de
görmüyoruz. Bilâkis sizin yalancılar olduğunuzu düşünüyoruz.”[145] Görülmektedir ki onlarda beşeriyetleri
itibariyle apaçık bir fizikî fazlalık ya da farklılık söz konusu değildir.
Farklılıkları, yine Kur’ân’ın ifadesiyle, vahye mazhar oluşlarındadır; “De ki; Ben, yalnızca sizin gibi bir beşerim. (Şu var ki) bana,
İlâh’ınızın, sadece bir ilâh olduğu vahyolunuyor.”7SS
Kur’ân’ın bu sarîh ifadelerine rağmen, Hz. Peygamber’de kendisini anormal bir varlık telâkkisine sürükleyebilecek husûsiyetler olduğuna kanaat getirmek, ancak Kur’ân’ın ve Rasûlullah’ın yanlış anlaşıldığının bir işareti kabul edilebilir. Hatırlanmalıdır ki, ne Herakliyus’un Ebû Sufyân ile, ne de Necâşî’nin Ca’fer b. Ebî Tâlib ile sorulu-cevaplı diyaloglarında[146] böylesi bir dıştan apaçık fark edilebilir fizîkî farklılık hiçbir şekilde mevzu bahs edilmemiştir. Şayet olsaydı, edilmez miydi?
Kadı Iyâz’ın, Hz. Peygamber’in görme duyusuyla ilgili olarak kaydettikleri
ise, kanaatimizce Rasûlullah’ı yanlış anlamaya verilebilecek örnekler
cümlesinden olsa gerektir. Buna göre o, konuyla alâkalı olarak şu rivayetlere
yer vermektedir:
“Mücâhid demiştir ki; Rasûlullah
[salla’llâhü aleyhi ve sellem] namaza durduğunda önündekileri gördüğü
gibi arkasındakileri de görürdü.” “Secde edenler arasında dolaşmanı da
görüyor.”[147] âyeti bu mânâda tefsir edilmiştir.”[148]
“Muvatta’da rivayet olunan bir hadiste[149] Hz. Peygamber; “şüphesiz ben sizi arkamdan da görüyorum” buyurmuştur.”
“Bu rivayetin benzeri Buhârî ve Muslim[150] tarafından Enes tarîkıyle Sahîhayn'da rivayet edilmiştir. Hz. Âişe’den de bunun
benzeri şu şekilde rivayet olunmuştur: “Bu, hüccetini (nübüvvetini te’kid
maksadıyla) Allah’ın kendisine bahşettiği bir ziyadedir (bir lütuftur)”
“Bazı rivayetlerde ise Hz. Peygamber’in şöyle buyurduğu geçmektedir: “Ben
önümdeki kimselere baktığım gibi, arkamdakilere de bakarım.”[151]
Diğer bir rivayette ise: “Ben önümdekileri gördüğüm gibi kafamın arkasından
(ensemden) de görürüm.”[152]
Kadı Iyâz bütün bu haberlerdeki arkadan da görmeyi sağlayan vasıtayı “bir baş gözü” olarak değerlendirmiştir. Zira o şöyle der: “Bu haberlerin tümü göze
hamledilmiştir. Ahmed b. Hanbel ve başkalarının görüşü de böyledir. Bazıları da
bu görmeyi, (baş gözü ile görmek şeklinde değil de) ilme (bilmeye, mükâşefeye)
yorumlamışlardır. Ne var ki, bu haberlerin zahîrî anlamları, bunun böyle
anlaşılmasına imkân tanımamaktadır. Çünkü Hz. Peygamber’in gözü ile görmesinde
muhal (imkânsız) bir durum söz konusu değildir. Bu, peygamberlere verilmiş
özelliklerdendir. Nitekim, Ebû Hureyre’den gelen bir hadiste Allah Rasûlü şöyle
buyurmaktadır: “Allah, Mûsâ’ya (aleyhisselâm) tecelli edince, artık Mûsâ (aleyhisselâm)
zifiri karanlıkta on fersah (yaklaşık 50 km) mesafeden Safâ tepesindeki
karıncayı görebiliyordu.”[153] Bu hadîse nazaran Hz. Peygamberimizin
İsrâ ve Miraç’ta gördüğü Allah’ın muazzam âyetleri dikkate alınırsa, yukarıdaki
hususların ona da has kılınmış olması hiç de imkânsız değildir.”[154]
Nitekim Kadı Iyâz bu haberin öncesinde Bakî b. Mahled’den (276/889) Hz.
Âişe tarîkıyla şöyle bir rivayet nakleder: “Hz. Peygamber,
aydınlıkta gördüğü gibi, aynen karanlıkta da görürdü.”195 Bu bize hemen, yine Kadı Iyâz’ın nakletmiş olduğu Ebu’l-Hasen el-Eş’arî
(324/935-36)’nin şu sözünü hatırlatmaktadır: “Peygamberlerden her
birine verilen mucizelerin tümü, aynen Hz. Peygamberimize de verilmiştir.”199
İşte bu düşünceden hareketle olsa gerek, Rasûlullah’ın aydınlıkta olduğu
gibi zifiri karanlıkta da görebileceğini delillendirme meyânında Kadı Iyâz,
aynen Hz. Mûsâ’ya verilene bir nazîre olarak şu haberleri kaydeder: “(Aradaki
mesafelerin hiçbir ehemmiyeti olmayarak perdeler) kaldırılmış ve Hz. Peygamber
Necâşî’nin (vefatına muttali’ olarak gıyâben) cenaze namazını kıldırmıştır.[155] Yine Kureyş’e Beyt-i Makdis’i vasfettiği esnada da aynı şekilde aradaki
perdeler kaldırılmıştır. Mescid-i Nebevî’yi inşa ederken de Ka’be kendisine
gösterilmiştir. Bu anlamda Hz. Peygamber’den, “Süreyyâ’da” on bir yıldız
gördüğü” hikâye olunmuştur.”[156] Kaldı ki, Hz. Peygamber’i bir “nûr” olarak telâkki eden zihniyetin başka
bir delil aramasına zaten ihtiyaç da yoktur; zira nûr bizâtihi karanlığa her
zaman galebe çalacaktır! Ancak Hz. Peygamber’e dair rivayet malzemesi o kadar
zengindir ki, onun da pek tabiî olarak ihtiyaç hissettiğinde aydınlanma
vasıtalarına tevessül ettiğiyle ilgili rivayetler karşısında, olağanüstülük
ihsas ettiren yukarıdaki zihniyeti kabul etmek imkânsız hâle gelmektedir.
Tirmizî’nin İbn Abbâs’tan naklettiği bir haber bu anlamda dikkat çekicidir:
“Resülullah aleyhissalâtu vesselâm, geceleyin bir kabre girdi. Kendisine bir kandil yakılmıştı. Uzanmış vaziyetteki cenazeyi kıble cihetinden alarak kabre indirdi.
(Ölüye): “Muhakkak ki sen çok dua eden, çok Kur'an okuyan (yufka yürekli) bir
kimseydin. Allah sana rahmetini bol kılsın!” diye dua etti ve dört kere tekbir
getirdi.”[157]
İbn Hişâm’da (218/833) da bu mânâda İbn Mes’ûd’dan nakledilen şu haber yer
almaktadır: “Tebük Gazvesi’ndeydik, gece yarısı kalktım. O esnada ordugâhın bir tarafında
bir ateş şûlesi gördüm. Ne olup bittiğini anlamak için bu ateş şûlesine doğru gittim. Bir
de baktım ki, Rasûlullah [salla’llâhü
aleyhi ve sellem], Ebû Bekr ve Ömer de oradalar. Anladım ki, Abdullah b.
Zü’l-Bicâdeyn el-Muzenî vefat etmiş, onlar da ona mezar kazıyorlar. Rasûlullah [salla’llâhü aleyhi ve
sellem] da mezarın içindeydi. Ebû Bekr ve Ömer cesedi ona doğru sarkıtırken, Rasûlullah da: “Kardeşinizi
bana sarkıtınız” diyor, onlar da indiriyorlardı. Rasûlullah cesedi yanı üzere
koymaya hazırlanırken de: “Allahım!
Ben bundan razıyım, sen de razı ol!” diye duada bulundu. Abdullah b. Mes’ûd
diyor ki: “Keşke o kabre konulan ben olsaydım.”[158]
Suheylî’nin verdiği habere göre ise; “Hz. Peygamber Ümmü Seleme ile
evlilikleri gecesinde, karanlıkta onun evine girmiştir. İçeride (Hz.
Peygamber’in üvey kızı) Zeynep de bulunmaktadır. Rasûlullah karanlıktan (göremeyip de) Zeyneb ’i çiğneyince, Zeynep ağlamaya başlamıştır. Yine bir
başka gece aynı şekilde karanlıkta Ümmü Seleme’nin evine girince: “Üzerine
basmamam için Zeynepçiğinize bakabilir misiniz” Yahut “geri çekebilir misiniz” tarzında
nezâketle ikazda bulunmuştur.” Bu rivayetleri dikkate alan Suheylî, bunların,
Hz. Peygamber’in gündüz gördüğü gibi gece de aynen gördüğünü belirten
rivayetleri zayıf düşürdüğünün (tevhîn) altını çizmiştir.[159]
İbn Sa’d’ın Hz. Âişe’den naklettiği haber ise daha çarpıcıdır. O şöyle der:
“Nebî (aleyhisselâm) kendisi için bir kandil (ışık) yakılmadıkça karanlık
evde oturmazdı.”*0
Arkasından da gördüğüne dair rivayetlere gelince, bunları Hz. Peygamber’in
arkasında mevcut bir göz olarak değerlendirmek mümkün değildir. Zira aksi
durumda zihinlerde, bir beşer olması hasebiyle onun fizyolojik yapısıyla
alâkalı şüphe ve çelişkiler söz konusu olur ki, bu da ilk anda hem onun hem de
diğer peygamberlerin beşeriyetini ısrarla vurgulayan âyet-i kerîmelere apaçık
muhalefet konumuna düşürür bizleri.
Bununla beraber Hz. Peygamber’in sahâbeden ta’dîl-i erkâna ve saf düzenine
riâyet etmeyenlerin olduğunu fark ettiğinde bu tarz beyanda bulunduğunu
görüyoruz: “Enes ( radiya'llâhü anh) şöyle naklediyor: Rasûlullah [salla’llâhü aleyhi ve sellem] (namaz
kıldıracağı zaman şöyle ikazda bulunurdu): “Safları düzgün tutunuz, safları
düzgün tutunuz, safları düzgün
tutunuz! Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, ben sizi
önümden gördüğüm gibi arkamdan da öylece görüyorum.”[160]
Bu meyanda gelen rivayetler ise bizi, “arkasından da görmesi” ile ilgili
rivayetlere daha ma’kul yorumların bulunabileceği kanaatine sevkediyor. Bu
anlamda ta’dîl-i erkân ve saf düzeninin bozukluğu ile alâkalı olarak zaman
içerisinde kimi sahâbînin tavrına şahid olan Hz. Peygamber’in, buna binâen bir
sezgiyle tabir câizse “görüyormuşçasına böyle yaptığınızı biliyorum” demeye
getirmesi, normal ve olabildiğince de tabiîdir ve hiçbir olağanüstülük de
taşımamaktadır. Dolayısıyla kimi rivayetlerdeki ifadeleri, sebeb-i vurûdundan
kopuk ve ravinin tasarrufuna açık mânâ ile rivayetin bir neticesi olarak
değerlendirmek mümkün olduğu kadar, sonraki dönemlerin ifrat seviyedeki bakış
açılarının bir yansıması olarak da değerlendirmek mümkündür. O halde, “Hz.
Peygamber’in önünü gördüğü gibi arkasını da görmesi, onun sezgi (his) ve
dikkatinin (tahaffuz) güçlü olmasıyla izah edilebilir.”[161]
Gözlerinin Uyuyup Kalbinin Uyumaması
Organizmamızın belirli aralıklarla dış uyaranlara karşı kapanması olarak
ifade edilebilecek uyku, hiç şüphesiz sadece insanoğluna has bir hâl değildir;
hayvanlar ve hatta bitkiler dahi bu hâli yaşamaktadırlar.[162] Bu hâlden münezzeh olan ise, sadece Yüce Allah’tır. Zira “O, Hayy’dir,
Kayyûm’dur. Kendisine ne uyku gelir ne de uyuklama.”[163]
Uyku üzerine bilinmesi gereken bazı noktaları Levent Bilgin şöyle
kaydetmektedir: “Uyku, hayatımızda her şeyin düzene konulduğu, tamir ve tedavi
edildiği son derece önemli bir süreç olarak yaratılmıştır. Bir kaç hafta
uykusuz kalmanın ölüme neden olduğu hayvanlar üzerinde yapılan deneylerle ispat
edilmiştir.
Daha da ötesi insanın yetersiz uykusu ile zihinsel güç kaybı arasında yakın
bir ilişki olduğu, uykusuz kalan insanların zihinsel çalışmalarının tamamen
durduğu ve düşüncelerini hiçbir şeyin üzerinde yoğunlaştıramadıkları ispat
edilmiştir. 48 saat uykusuz bırakılan yüksek öğrenimli kişilerin, ilkokul
çocuklarına öğretilen matematik işlemleri yapamadıkları görülmüştür... Uyku
beynin dinlenme vakti sanılmamalıdır. Tersine uyku beynin vücudun dinlenme ve
tamir işiyle meşgul olduğu vakittir. Beynin elektriksel yapısı üzerinde yapılan
araştırmalar zihnimizin uyku esnasında en az uyanık dönemde olduğu kadar yoğun
çalıştığını göstermiştir. Aradaki tek fark gece ve gündüz yapılan işlerin
farklı olmasıdır.”[164]
Yukarıdaki bilgilerden açıkça anlaşılacağı üzere uyku, insan için
vazgeçilmez bir zaman aralığıdır. Hz. Peygamber’in de bir beşer olarak buna
ihtiyaç duyması tabiî olduğu kadar, aksini düşünmek beşeriyet vasfıyla
bağdaşması imkânsız bir tutum içine girmek demektir.[165] Bu anlamda, Rasûlullah’ın kaylûle denilen öğle uykusuna yattığını ifade
eden rivayetleri de, onun bir beşer olarak vücudunun ihtiyaçlarını dikkate
aldığına apaçık delil kabul etmek gerekmektedir. Çünkü Allahu Teâla, “uykunuzu
bir dinlenme kıldık”[166] buyururken, şüphe yoktur ki muhatapları insanlardır. Hz. Peygamber’in de
bir beşer olduğu dikkate alındığında, bu Kelâm-ı İlâhî’nin onu da kuşattığı
ikrar edilmek zorundadır.
Kadı Iyâz ise, uykunun, hayatın zaruretlerinden olduğunu kabul etmekle
birlikte az yapılmasının gerektiği kanaatindedir. Bunun delili sadedinde de
şöyle der: “Rasûlullah’ın uykusu az idi. Pek çok sahih haber bunun böyle
olduğuna şahiddir. Nitekim kendisi de şöyle demiştir: “Benim gözlerim uyur,
fakat kalbim uyumaz.”[167] “Enes (r.a)’ın rivayet ettiği bir hadiste
de Hz. Peygamber: “Peygamberler böyledir; gözleri uyur, kalpleriyse uyumaz.”
buyurmuştur.”[168]
Kadı Iyâz, Mirac’ın bir rüya hâli olduğunu ileri sürenleri tenkid ederken,
bununla ilgili olarak hadislerde geçen “uyku ile uyanıklık arası”,
“uykudayken”, “sonra uyandım” gibi ifadelerin ne şekilde anlaşılması
gerektiğine dair izahlarda bulunmuştur ki, bunların birinde şöyle der: “Onun
uykuda olup da sonra uyanmasını, tevil etmeksizin hakikat olarak ele alalım. Bu
takdirde de Peygamber (aleyhisselâm)’ın bedeniyle götürüldüğünü ve kalbinin de
uyanık olduğunu söyleyebiliriz. Zira Peygamberlerin rüyaları gerçektir. Onların
gözleri uyur, ama kalpleri uyumaz.”[169]
Görülmektedir ki Kadı Iyâz, rivayetlerden hareketle sadece Hz. Peygamber’in
gözlerinin uyuduğu, ancak kalbinin uyanık olduğu fikrindedir. Öyle ki, bu hâle
devamlı bir sûrette uyanıklık hâlinde bulunma dense yeridir; zira İkrime’nin
İbn Abbâs’tan naklettiği rivayette apaçık bunun işaretleri görülmektedir:
“İkrime (r), İbn Abbâs (r)’dan şöyle naklediyor: “Rasûlullah [salla’llâhü aleyhi ve sellem] kendisinden
horultu sesi duyulacak derecede uyumuştu. Sonra kalktı ve abdest almaksızın
namaz kıldı. İkrime diyor ki: “Çünkü Rasûlullah
[salla’llâhü aleyhi ve sellem] korunmuştur.”[170]
İkrime’nin son cümlesi, kanaatimizce aslında Kadı Iyâz’ın da meseleye
yaklaşımının nirengi noktasıdır: “Çünkü Rasûlullah [salla’llâhü aleyhi ve sellem] korunmuştur.”
Nitekim Kadı Iyâz, Hz. Peygamber’in şeytanın vesveselerinden korunmuş olduğunu
beyan ederken şu habere de yer verir: “Hz. Peygamber ashâbı ile birlikte bir
vadide konaklamışlardır. Bilâl-i Habeşî’yi de kendilerini sabah namazına
uyandırması için nöbetçi tayin etmişlerdir. Ne var ki Bilâl uyuya kalmış ve
namaz vakti geçmiştir. Bunun üzerine Peygamberimiz: “Burası şeytanın bulunduğu
bir vadidir.” buyurmuşlardır.” Bu haberi yorumlayan Kadı Iyâz, burada şeytanın
sadece Bilâl’e musallat olduğunu zikreder. Zira zaten diğerleri uyumaktadır,
ayakta uyanık bulunup da Hz. Peygamber’i ve sahâbeyi namaza kaldırmak için
nöbetçi bırakılan ise Bilâl’dir. O da şeytanın tasallutuyla uyuya kalmış ve
namaz vaktinin geçmesine sebep olmuştur.[171]
Oysa ki rivayet apaçık bir şekilde Hz. Peygamber’in de uyuya kaldığını
yoruma ihtiyaç bırakmayacak derecede ortaya koymaktadır.
Hâl böyleyken, insanlar arasına bir melek olarak değil de, yine kendi
cinslerinden bir beşer olarak gönderilen Hz. Peygamber, beşeriyete örnekliğini
sergileyebilmek için zâhiri itibariyle onlar gibi olmalıdır. Uyku bir beşerî
ihtiyaç ise, Rasûlullah’ı bu ihtiyaçtan müstağnî olarak göstermek, ne onun
beşer kimliğine ne de elçi kimliğine bir ziyâdelik getirir. Kalbinin
uyumamasını, rüya hâlinde de her ân Allah’ın vahyine, ilhâm ve hikmetlerine
açık bulunması şeklinde değerlendirmek daha makul[172] ise de, abdesti bozmayacak bir uyanıklık hâli şeklinde algılamak mümkün
değildir. Zira fıkıh/hukuk dediğimiz hem ibadetleri hem de beşeri ilişkileri
düzenleyen sistem, kişilerin iç âlemlerine, kalplerine değil, zâhirlerine göre
hükümlerini binâ etmiştir. Bu dün olduğu gibi, bu gün de böyledir. Allah
dışında hiç kimsenin kalbe muttali olma ayrıcalığı bulunmadığına göre, Hz.
Peygamber’in de kendisinin kalbine diğer insanların muttali olamayacağını
mutlak biliyor olması gerekmektedir. O halde, Hz. Peygamber’in zâhiri
itibariyle insanları kendisi hakkında “acaba?” tarzında herhangi bir sû-i zanna
sürükleyici her türlü hâl ve tavırdan uzak bulunmayı arzu edeceğini ve böyle
davranacağını düşünmek daha tutarlı olsa gerektir.
Kadı Iyâz, Hz. Peygamber’in uykudan sonra abdest aldığına dair yine İbn
Abbâs’tan gelen rivayetler[173] olduğunu zikretmekte, ancak bunları da sahip olduğu düşünce ekseninde
te’vile gitmektedir. Buna göre; Rasûlullah ya hanımıyla cinsî mülâsemette
bulunmuş ya da abdesti bozacak uyku dışında başka bir hâl sâdır olmuştur.[174]
Kişinin ailesiyle ilişkilerinde cinselliğin yeri olmakla birlikte, bu
ilişkiyi sadece cinsellik üzerine binâ etmek mümkün değildir. Rasûlullah’ın
hanımının yanına girmesinin maksadı; ailesinin hâl ve hatırını sormak,
ihtiyaçlarını öğrenmek istemiş olması da pekâlâ imkân dahilindedir. Ayrıca Hz.
Peygamber’in her abdest alışında meseleyi cinselliğe doğru kaydırmak, hiç de
hoş olmayacak düşüncelere kapı aralamak olur ki, bu da sakınılması gereken bir
durumdur. Kaldı ki, abdesti bozacak diğer şeylerin hiçbiri de bâtınî değildir,
bilâkis zâhirîdir; yellenme, büyük ve küçük abdest yahut kanama böyledir. Uyku
da aynı şekilde, bir başkasının karşısındakinin uyuduğunu fark edebilecek
şekilde zâhirde cereyan etmektedir ve o da, diğer insanlara cârî olan hüküm
gibi Hz. Peygamber için de geçerlidir ve dolayısıyla da abdesti bozucudur.
Nitekim İbn Abbâs’tan gelen bir rivayet, Hz. Peygamber’in cinsî
mülâsemetten dolayı abdest almış olma ihtimalini ortadan kaldırdığı gibi,
normal olarak uykudan sonraki abdestsizlik hâlini de açıkça gözler önüne
sermektedir. Bu rivayette İbn Abbâs Hz. Peygamber’in evinde geçirdiği bir
geceyi şöyle anlatıyor: “Bir gece teyzem ümmü’l-mü’minîn Meymûne’nin yanında
kaldım. Ben, Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ve hanımı (teyzem) aynı
yastıkta yattık. Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
gece yarısına kadar uyudu. Tam gece yarısı mıydı, yoksa biraz önce veya sonrası mıydı bilmiyorum, Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) uyandı. Hemen oturup uykusunun
açılması için ellerini yüzüne sürdü. Âl-i İmrân Sûresi’nin son on âyetini okuduktan sonra, kalkarak asılı duran
kırbayı aldı ve güzelce bir abdest aldı. Daha sonra da
namaza durdu. Ben de kalkıp aynı şeyleri yaptıktan sonra gittim yanına durdum.. ,”[175]
Bir beşer olarak bu hususlar Hz. Peygamber için de aynen vâkî iken, onu
yüceltmek adına Kadı Iyâz’ın şu ifadelerini anlamak mümkün değildir:
“(Yukarıdaki rivayetler) peygamberlerin iç âlemlerinin, zâhirlerinden farklı
olduğunu göstermektedir. Zâhirlerinde görülen açlık, uykusuzluk ve uyku gibi
za’fiyetler iç âlemlerinde görülmez. Diğer insanların iç âlemlerinde ise hüküm
bunun aksidir, onlarda bu za’fiy etler iç âlemlerine de tesir eder. Çünkü diğer
insanlar uyudukları zaman, uyku onların iç ve dış âlemlerini kaplar. Halbuki,
Hz. Peygamber uyuduğunda bundan sadece dış âlemi etkilenir
ama kalbi uyumaz. Böyle olduğu içindir ki, o, uykudayken abdesti bozacak
şeylerden korunmuştur.”[176]
Uykunun, bir gaflet hâli olarak algılanması ve buna bağlı olarak
da Hz. Peygamber’e gaflet hâlinde bulunmanın nispet edilmesi durumunda, bunun ona (aleyhisselâm)
diğer insanlarda olduğu üzere bir nâkîsa teşkil edeceği düşüncesi, Kadı Iyâz’ı
yukarıdaki telâkkîye götürmüştür denilebilir. Halbuki, Hz. Peygamber’in “gözlerinin uyuyup kalbinin uyumamasını ” daha önce zikrettiğimiz üzere uyku hâlinde de İlâhî
iletişime açık olduğu şeklinde anlamak pekâlâ mümkündür. Kaldı ki, onun (aleyhisselâm)
bu ifadesini bir teşbîh tarzında yaptığını, hatta o anki muhatabına göre
belki mîzâhî yönünü devreye soktuğunu ve Hz. Peygamber’in mizah üslûbunda dahi
ancak hakkı söylediği[177] şeklindeki ifadeleri çerçevesinde bunda da şu mânâyı murâd ettiğini
söylemek hata olmasa gerektir: “Ben de sizler gibi bir beşerim. Sizler gibi
uykuya ihtiyaç duyar, dolayısıyla da gözlerimi kapatır uyurum. Ancak bu
hâldeyken beni sizlerden ayıran bir hususiyetim vardır ki, o da; uykumda da
Rabbim ile ileşime her ân açık bulunabilmemdir.”
Cinsî Kuvveti
İnsanoğlunu bir erkek ve bir dişiden yaratan Allahu Teâlâ, onlara
birbirlerine temâyül hissini de bahşetmiştir. Bu temâyüldür ki, birbirlerine
ilgili kalmayı ve şehvet hislerini birbirlerinde dindirmeyi te’min etmektedir.
Ancak Allah bu tabiî hâle, meşrû sınırlar çerçevesinde müsaade etmiştir. Bu
ise, evlilik müessesesi içerisinde cereyan etmelidir.[178]
Aile hayatı, eşlerin sadece birbirleriyle cinsel fantezilerini
paylaştıkları, bir cinsî ilişkiden diğerine sıçradıkları zaman dilimi değildir.
Cinsellik sağlıklı bir aile hayatının devamlılığı için elzem ise de, bunun yanı
başında diğer beşeri ilişkiler de bir o kadar önemlidir; maddî yahut manevî
istek ve ihtiyaçları karşılama, sevinçli ve kederli ânları paylaşma, karşılıklı
anlayış bunlardandır.
Hz. Peygamber’i, “De ki: Rabbimi tenzih ederim. Ben, sadece beşer bir
elçiyim”[179] Kelâm-ı İlâhî’sinde olduğu üzere, a’zamî anlamda diğer beşerin cinsel
kuvvetinde olduğunu düşünmenin tutarlı olacağı kanaatindeyiz. Risâlet,
cinselliğine binâen kendisine tevdi’ olunmadığına ve hanımlarıyla bu anlamdaki
ilişkileri mahremiyet ölçüsü içerisinde kalması gerektiğine göre, bunda
ümmetinin alacağı ne bir ders ne de örneklik vardır. O halde, bir kimsenin bu
tarz rivayetleri ancak, sınır tanımaz sevgi ve bağlılık hislerinin bir tezahürü
olarak görmesi mâ’kul bir yaklaşım olmakla beraber, bunların gerçekliği
iddiasında ısrar etmesi, onu beşer olarak anlayamamış olmak kadar elçi olarak
da anlayamamış olma seviyesine düşürür kendisini. Hiç kimse de Hz. Peygamber’in
iddia olunan bu gücünü hesaba katarak ve bundan etkilenerek İslâm diniyle
hidâyet bulmuş değildir. O halde onun hanımlarıyla bir araya gelmesini, illâ ki
cinsî birleşme noktasına getirmenin aile hayatının diğer olmazsa olmazlarını
görmezden gelmekle eş değer olduğu da itiraf edilmelidir.
Nitekim Hz. Âişe’den rivayet olunan bir hadîste[180], Hz. Peygamber’in gün içerisinde hanımlarını dolaştığını, ancak bu esnada
cinsel ilişkide bulunmaksızın onları öptüğünü, bir anlamda onlara sevgisini
ifade eden bir yaklaşım içerisinde bulunduğunu görmekteyiz.
Kadı Iyâz’ın Hz. Peygamber’in cinselliği bağlamında ileri sürdüğü
argümanlar ise, hep onun (aleyhisselâm) hasâisinden oluşu itibariyle öne
çıkmaktadır. Bu tarz rivayetlerde de, rivayetin senedinin sahih olması metninin
sahihliğini zorunlu kılmayacağı ilkesinden hareketle, Kur’ân ve sahih sünnet
perspektifinden nazarla, ihtiyatla yaklaşımı değil reddedişi öncelemek
gerektiği inancındayız.
Görüşlerini zorlama te’villerle delillendirme yoluna giden Kadı Iyâz, Hz.
Peygamber’in “bana dünyanızdan kadın ve güzel koku sevdirildi.” ifadesindeki sevginin, dünyaya ait bir sevgi olmayıp, âhirete ait olduğunu ileri sürebilmiştir.
Çünkü ona göre; Peygamber (aleyhisselâm) bu iki şeyi de bizzat kendisi için
sevmiş değildir. Güzel kokuyu melekler için, kadınları da kendilerine hüsn-ü
muamelede bulunmak ve şehvetini teskîn ve haramdan sakındırdığı için sevmiştir.
Onun “sizin dünyanızdan” kaydını koymasından da anlaşılacağı gibi, koku ve kadın
hiçbir zaman onun dünyasından olmamıştır. Hz. Peygamber’in gerçek sevgisi,
Allah’adır. Bunun içindir ki namazı “göz aydınlığı” olarak değerlendirmiş ve bu
dünya ile Allah’a ait olan sevgi arasını net olarak ayırmıştır.[181] Bu yoruma katılabilmenin imkânsızlığı gün gibi âşikârdır.
Kadı Iyâz’da ise, aşağıda vereceğimiz rivayetlerden belli olacağı üzere,
bizim kanaatimizin aksi hakimdir. Hatta bu rivayetler içerisinde Hz. Süleyman
ve Hz. Davud’a cinsel güçleriyle ilgili atfedilenler dikkate alınırsa, Kadı
Iyâz’ın “Hz. Peygamberimizde niye olmasın ki?” tarzında bir nazîreye giriştiği
izlenimi doğmaktadır.
Buna göre aşağıda Kadı Iyâz’ın konuyla ilgili olarak Şifâ'’da kaydettiği rivayetler şu şekildedir[182]:
“Peygamber (a. s) bu hususta son derece kuvvetli bir cinsel iktidara
sahipti. Dolayısıyla kendisine, başkalarına mübah olmayacak sayıda hanımla
evlenme izni
verilmiştir.”[183]
“Enes (r.a)’dan rivayet edildiğine göre; Hz. Peygamber, bir günde bir saat
(bir vakit) içinde on bir hanımıyla da cimâ ederdi. Enes der ki: Biz aramızda
ona 30 erkek gücü verildiğini konuşur dururduk.”[184]
“Tâvus’tan (106/724) da, Rasûlullah’a 40 erkeğin cinsî gücü verilmiş olduğu
rivayet olunmuştur.”[185]
“Hz. Peygamber’in hizmetinde bulunan Selmâ da şöyle demiştir: Rasûlullah
bir gecede dokuz hanımını da dolaştı. Birinden diğerine yıkanıp da gitti ve
“bu, en temiz ve güzel olanıdır.” dedi.”[186]
“Süleyman (aleyhisselâm) şöyle demiştir: “Bir gecede 100 yahut 99 kadını
dolaşırım.” Kadı Iyâz’ın buna dair yorumu: “Şüphesiz o bunu yapmıştır da!”
şeklindedir.
“İbn Abbâs şöyle der: “Süleyman (aleyhisselâm)’ın belinde 100 yahut 99
erkeğin cinsî gücü vardı. Onun 300 hanımı ve 300 de cariyesi vardı.”
“Nakkâş ve başkalarından gelen haberde ise, “Hz. Süleyman’ın 700 hanımı,
300 de cariyesi vardı.”[187]
“Davud (aleyhisselâm)’ın, zühd ve takvâ sahibi, elinin emeğini yiyen biri
olmasına rağmen 99 hanımı vardı. Ûriyâ ile evlenince de bu sayı 100’e
tamamlandı.”[188]
“Enes’in rivayetine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Dört hasletle
insanlar karşısında üstün kılındım. Bunlar ise; cömertlik, yiğitlik, cinsî
ilişkimin çokluğu ve beden kuvvetidir.”[189]
Kadı Iyâz’ın yukarıda sunduğu bakış açısını, zarf mazrûf ilişkisi misâli,
Sakallı’nın konuyla ilgili, bizim de katıldığımız, şu ifadeleri doğrultusunda
okumak gerektiği kanaatindeyiz:
“İslâm kültüründe çok yaygın olan bu bilgi ve malzemelerin pek sağlam
olmayışlarını nazar-ı itibâra alıp, çok sağlam ve muhkem olan (...<=££* j—
Jâ) nazm-ı İlâhîsine yönelmemiz, bizi esas hedefe götüreceği cihetle, herhalde
en emin bir yol olsa gerektir.”[190]
Vefatı Esnasına ve Sonrasına Atfedilen Olağanüstülük
Hiçbir illetle ma’lûl olmayan Yüce Yaratıcı, kendisi karşısında acz ve
fakrlerini anlamaları hikmetine binâen olsa gerek fânîlikle insanoğlunu ma’lûl
kılmıştır. Ölüm de, kendisinde beklenilmemesine çare olmayan son duraktır ve
Allah Rasûlü de bir beşer olarak bu duraktan dâr-ı bekâya son yolculuğuna
çıkmıştır. Bu yolculuğun herkese olduğu gibi ona da mukadder olduğunu Allahu
Teâlâ şöylece beyan buyurmuştur:
“Biz, senden önce de hiçbir beşere ebedîlik vermedik. Şimdi sen ölürsen,
sanki onlar ebedî mi kalacak? Her canlı, ölümü tadar. Bir deneme olarak sizi
hayırla da, şerle de imtihan ederiz. Ve siz, ancak bize döndürüleceksiniz.”[191]
Ve nihayet, Erul’un ifadesiyle, “sahabe, ahirete irtihal eden her müslümana
yaptıkları gibi, onu da yıkamışlar, kefenlemişler, namazını kılmışlar ve
toprağa vermişlerdir.
Rasûlullah’ın vefatı öncesi ve sonrasıyla ilgili rivayet olunup şöhret
bulmuş iki olay vardır ki, bunlardan vefatı öncesindeki olay, şiddetli ağrı ve
hatta baygınlık geçirecek derecedeki hastalığında[192] cereyan eden kırtâs hâdisesim) yani vasiyet yazdırma arzusu; diğeri ise
vefatı haberinin akabinde, “anam babam sana feda olsun Yâ
Rasûlallah!” dediği canından öte sevdiğini kaybetmiş yüreği acılı biri olarak Hz.
Ömer’in kılıcını çekip Rasûlullah’ın ölmediğini ve mutlak sûrette geri
döneceğini[193] söylemesidir.
Ne var ki Kadı Iyâz, yukarıdaki bu iki olay dışında, Hz. Peygamber’in
mu’cizeleri cümlesinden olarak, akl-ı selîmin kabul edemeyeceği aşağıdaki şu
hususları da zikretmektedir:
Kendisine kabrinin Medîne’deki evinde olacağı bildirilmiştir.
Azrail, kendisinden izin alarak yanına
girmiştir ki, daha önce o hiçbir kimseden izin istememiştir.
Rasûlullah’ın cesedi yıkandığı esnada orada bulunanların işiteceği şekilde
melekler, onun gömleğinin çıkarılmamasını nidâ etmişlerdir.
Vefatı münasebetiyle Hızır (aleyhisselâm) ve melekler aile yakınlarına
ta’ziyede bulunmuşlardır.[194]
“Rivayet edilir ki, bir kadın Hz. Aişe’ye gelerek; Bana Rasûlullah’ın (a.
s) kabrini aç, dedi. Hz. Aişe de açtı. Kadın (Hz. Peygamber’e (aleyhisselâm)
özleminden olsa gerek) o kadar ağladı ki, oracıkta can verdi.”[195]
Kadı Iyâz’ın yukarıda Hz. Peygamber’in birer mu’cizesi olarak
değerlendirdiği hususları, aslında yine onun dilinden tenkid etmek mümkündür.
Bu anlamda, Garânik hâdisesinin reddi sadedinde söylediklerini Allah Rasûlü’nün
vefatı bağlamında düşünmek kâfidir. O burada şöyle der: “Bir kere bu olay akıl
ve mantıkla asla bağdaşmamaktadır. Şayet iddia olunanlar doğru olmuş olsaydı,
ifadelerinde uyumun bulunmadığı, övgü ile yerginin birbirine karıştığı bir
rivayet olmazdı. Rasûlullah ile bulunan Müslümanların ve müşrik ileri
gelenlerinin olduğu bir ortamda cereyan eden böylesi bir olay gizli kalmazdı.
İşte bu, azıcık düşünen kimse için gizli kalmayacak bir husustur. Hem nasıl
olur da bu, ufku geniş, konuşma ve açıklamada ileri seviyedeki insanlara gizli
kalır ya da onlar bunu gizler de ifşâ etmez.
Hz. Peygamber’e Aid Olanlarla Bereket Umma
Bereket umma ve uğur kabul etme mânâlarındaki teberrükü, ancak yoğun bir
duygu atmosferi içerisinde yaşanabilir görmek mümkündür. Bu tarz bir yoğunluğun
bütün ân ve mekânlarda yaşanabilir olması “olağan” değil, ancak “olağan dışı”
olarak görülebilir. Düşünün ki, bir sevdiğinizin mezarı başında, sanki o yanı
başınızdaymış da saçlarını okşuyormuşçasına mezarının taşına toprağına dokunup
bunları öpseniz, ne siz kendiniz için bunu yadırgarsınız ne de sizi gören
başkaları. Zira böylesi davranış, o ânlar içindir; budur sizi hayatta tutan,
budur hatıralarınıza hürmet ve onları tekrar yâdetme. Aksini düşündüğünüzde
ise, hayat ne kadar da yavan geliverir insana.
Sadece ölülerimiz için değil, hayattaki yakınlarımız, sevdiklerimiz için de
böyledir; cüzdanlarımızda taşıdığımız, evimizin en nadide yerlerine astığımız
resimler, hatıra defterleri vs. bizleri sevdiklerimizle her ân yakın
kılabilecek, onlarla kalbî bağlar kurabilecek fırsatlar olarak
değerlendirdiklerimizdir.
Nasıl ki, bir elin beş parmağı bir değilse, sahâbîler de aynen böyle; bilgi
ve beceri, anlayış ve kavrayış, insani ilişkiler, fizîki bünye ve psikolojik
yapı itibariyle farklılıklar taşımaktadırlar. Bu, insanın fıtratı gereği olup,
aksini düşünmek onun “insânî vasfını” yok saymak demektir. Sahâbe arasından da
sevgilerinin verdiği aşırı hissiyata “dur” diyemeyip, birtakım mübalâğalı hâl
ve tavırlar sergileyenlerin olması pekâlâ mümkündür. Yalnız bu, bütün sahâbeyi
kuşatıcı bir anlam taşımaz.
Rivayet literatürü içerisinde Hz. Peygamber’e gösterilen aşırı sevgi
tezahürlerini[196] de, “Rasûlullah’a sevgi böyle olmalıdır” tarzında genellemeci bir
yaklaşımla değil de, insanların yukarıda ifade ettiğimiz farklılıklarını
dikkate alan bir bakış açısıyla değerlendirmek kanaatimizce en ma’kul tavır
olsa gerektir. Kaldı ki, bu literatür içerisinde bu yönde anlatılanlar
gerçekten yaşanmış ise, diyebileceğimizin en fazlası, Hatiboğlu’nun deyimiyle,
“bazı sahâbîlerin Hz. Peygamber’e besledikleri engin sevgi, onlara,
Peygamber’in dokunduğu, kullandığı her şeyi mübârek gösterecek dereceyi
bulmuştur ve böyle bir tezâhürü islâmî saymanın da âlemi yoktur, der geçeriz.”[197]
Kadı Iyâz’ın bereket umma düşüncesiyle sevgideki aşırılık tezahürlerini
resmedişinde ise, âdetâ “işte sevgi böyle olmalıdır” diyen bir tavrı vardır.
Dolayısıyla onun “tabiî” olanı değil de, az dahi olsa belirli bir psikoloji
içerisinde cereyan eden “tabiî olandan sapma” olarak değerlendirilebilecek hâl
ve tavırları övgüyle ön plâna çıkartması, doğrusu hem Hz. Peygamber’in hem de
sahâbe’nin genel hâl ve harekâtının görmezden gelinmesine sebebiyet
verebileceği gibi, İslâm’ın güzelliğine de gölge düşürebilecek mahiyettedir.
Onun konuyla ilgili olarak kaydettiklerinden bazıları ise, şöyledir:
“Enes (r) anlatıyor: Medîne halkının hizmetçileri, sabah namazını
kıldığında Rasûlullah’a, içinde su bulunan kaplar getirirlerdi. O da getirilen
her bir kaba elini sokardı. Muhtemelen, sabahın soğuğunda onlar yaptıkları bu
işle, teberrükü (bereketlenmeyi) arzu ediyorlardı.”[198]
“Hz. Peygamber bir gün Enes’in (r) evinde uyuya kalmış ve bu esnada da
terlemişti. O sıra Enes’in annesi geldi ve terini bir kapta toplamaya başladı.
Rasûlullah (bunun üzerine uyanıp) ondan bunu niye yaptığını sordu. O da: “Bunu
kokularımıza katıyoruz. Çünkü o, kokuların en güzelidir.” diye karşılık verdi.”[199]
“Kadı Ebû Ali (es-Sadefî), hocası Ebu’l-Kâsım b. el-Me’mûn’dan bize şöyle
nakletti: Hz. Peygamber’in testilerinden biri yanımızda bulunuyordu. Biz,
hastalar için onun içine su koyardık da, hastalar bununla şifa bulurlardı.”[200]
Urve b. Mes’ûd anlatıyor: “Kureyşliler, Hudeybiye Musâlehası yılı kendisini
Rasûlullah’a göndermişlerdi. (Medîne’ye gelip de onun huzuruna vardığında ise,
daha önce hiç görmediği şekilde) ashabın Peygamber’e gösterdiği saygı ve
hürmete şahid olmuştu. Öyle ki; Hz. Peygamber abdest aldığında, sahâbe abdest
suyunun artığını birbirlerini öldüresiye kapışıyordu. O tükürdüğünde ve
saçından bir tel düştüğünde, hemen onun yere düşmemesi için koşup yakalar ve
yüzleriyle vücutlarına sürerlerdi. Bir şey emretse, derhal onu yerine getirmek
için koşuşurlardı. Konuştuğunda, seslerini keser sadece ona kulak verip
dinlerler ve saygıdan dolayı başlarını kaldırıp yüzüne bakmazlardı.”[201]
“Enes (r.a) diyor ki: “Berberin Rasûlullah’ı tıraş ettiğini gördüm. Ashâbı
etrafını çevirmiş, dökülen her saç telinin avuçlarına düşmesini
arzuluyorlardı.”[202]
“Safiyye bt. Necde’nin şöyle dediği rivayet olunmuştur: (Kocam) Ebû
Mahzûre’nin başının önünde perçemi vardı. Oturup da salıverince yere değerdi.
Kendisine, “niye bunu kesmiyorsun?” diye sorulduğunda, şöyle cevap verdi: “Ona
Rasulullah’ın eli değmiştir, kesemem!”[203]
“Hâlid b. Velîd’in külahında Hz. Peygamber’in saç telleri vardı. Bir savaş
esnasında başından külahı düştü. Onu yerden alabilmek için şiddetle vuruşarak
pek çok adam öldürmek zorunda kaldı. Ashab, onun bu tarzda çok adam öldürmesini
hoş karşılamadılar. Buna binâen Hâlid b. Velîd şöyle dedi: “(Sadece) bir külah
için bunları yapmış değilim. Külahta Hz. Peygamber’in saç telleri vardı. Ben
de, bunlar müşriklerin eline geçip de bereketlerinden mahrum kalmayayım diye
böyle
davrandım.”[204]
“Abdullah b. Ömer’in, Rasûlullah’ın minberde oturduğu yere elini sürüp
yüzüne sürdüğü görülmüştür.”[205]
Hz. Peygamber’in İsimleriyle İsimlenme
Kadı Iyâz, Hz. Peygamber’in isimleri hususunda, Allahu Teâlâ’nın katında
onun makam ve mevkiinin yüceliğini ele aldığı bahiste[206] geniş bilgiler sunmaktadır. Ancak bu bilgiler, müellifin arzuladığı
istikamet yönünde sahih-sakîm denilmeksizin her ne bulunursa kaydedilmiştir
denilebilir. Hatta bu maksatla, bazı âyetlerin zorlama te’villerle Hz.
Peygamber’in bir ismine delâlet ettiği neticesine dahi varılabilmiştir. Bunu
ise Kadı Iyâz, Allah’ın Hz. Peygamber’i kendi isim ve sıfatlarıyla
şereflendirmesi nokta-i nazarından ele almıştır.
Meselâ, ona göre Rasûlullah el-Evvel ve el-Âhir isimlerine sahiptir. Allah’ın bir evveli
ve sonu olmadığına göre, bunlar ancak yaratılmışlara hastır. Nitekim
Peygamberimiz de: “Ben yaratılışta
peygamberlerin evveli, peygamberlikte ise
sonuncusuyum ”[207] buyurmuştur.
Buna göre de Peygamberimiz evveldir, çünkü ilk defa o yaratılmıştır, kıyamette
de ilk defa o dirilecektir. Âhirdir, çünkü peygamberlerin sonuncusudur. Kadı
Iyâz’ın bu yorumunun kaynağı ise, Ahzâb Sûresi’nin 7. âyetidir: “Hani biz
peygamberlerden söz almıştık; senden, Nûh’tan, İbrahim’den, Musa’dan ve Meryem
oğlu İsa’dan da. (Evet) biz onlardan pek sağlam bir söz aldık.” Zira bu âyette
peygamberler adları sıralanırken öncelik Peygamberimize verilmiştir.[208]
Halbuki Hadîd Sûresi’nin
3. âyet-i kerîmesinde Yüce Allah bizzat kendisi için şöyle buyurmaktadır: “O
ilktir, sondur, zâhirdir, bâtındır. O, her şeyi bilendir.” Görüldüğü gibi,
sevgide ifrata varıldığında apaçık âyet-i kerîmeler dahi ne şekilde yorumlanabilmektedir.
Kadı Iyâz’ın Hz.
Peygamber’in bilhassa Ahmed ve Muhammed isimlerine atfettiği anlam ise,
herhangi bir sahih dayanaktan yoksundur. Zira Allah katında üstünlüğün takvâda
olacağı prensibi; isim, makam, mansıp, aile, soy, mal, mülk gibi insanlar
arasında ayrıcalık ifade edebilecek her türlü hususu bertaraf etmektedir. Kaldı
ki, mevzû’ât literatüründe de bu tarz üstünlüğe yahut kurtarılmışlığa delâlet
edici rivayetlerin aslı esası olmadığı beyan edilmiştir.[209] Bununla
birlikte, onun isimleriyle isimlenenlerin, bundan dolayı ulaştıkları bildirilen
mazhariyetler karşısında, Arpaguş’un da haklı olarak sorduğu şu soru gündeme
gelmektedir: “Ahmed ve Muhammed ismine yüklenen güç, sahiplerinin cehenneme
girmesini engellerken acaba günahlara dalmasına neden engel olamıyor?”[210] Nitekim
Ali el-Kârî bu meyanda gelen rivayetleri bâtıl olarak değerlendirip,
“Cehennemden kurtuluş isim ve lâkablarla değil, ancak iman
ve salih amellerle mümkündür”[211] derken ne kadar da haklıdır.
Yukarıdaki bakış
açısından hareketle, artık Kadı Iyâz’ın kaydettiği rivayetlere bakabiliriz:
“Sureyc b. Yûnus’un
şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Allahu Teâlâ’nın gezici melekleri vardır.
Onlar, Rasûlullah’a duydukları hürmetten, içerisinde Ahmed veya Muhammed
isminde kimselerin bulunduğu her evi ziyaret ederler.”[212]
“Ca’fer b. Muhammed
babasından şöyle naklediyor: “Kıyamet günü bir münâdî şöyle seslenir: Haydi,
ismi Muhammed olanlar ayağa kalksın da, Rasûlullah’ın isminin hürmetine cennete
girsin!”[213]
“İmam Mâlik’in şöyle
dediği nakledilir: “Mekkelilerin şöyle dediklerini işittim: “İçerisinde
Muhammed isminde kimsenin bulunduğu ev, mutlaka bereket ve bolluğa
kavuşmuştur.”[214]
“Bir hadîste de Allah
Rasûlü şöyle buyurmuştur: “Birinizin evinde bir yahut iki veya üç Muhammed’in
olmasında herhangi bir zarar söz konusu değildir.”[215]
İsmet Sıfatı
İsmet kavramı etrafında
farklı tanımlar yapılmış olmakla birlikte, hâkim anlayışa göre bu kavram ile,
peygamberlerin küçük olsun büyük olsun bütün günahlardan korunmuş olması yahut
Allah’ın onlarda günah yaratmaması kastedilmektedir.[216] Kadı
Iyâz’da da görülen anlayış bundan farklı değildir.
Kadı Iyâz her ne kadar Şifâ"nın II. cildinin 103-183. sayfaları arasını
(III. Bölüm I. Bâb) ismet konusuna ayırmış ise de, eserin bütünlüğü dikkate
alındığında konunun sadece bu sayfalar arasıyla sınırlı kalmadığı, neredeyse
her konuda bir şekilde bu bahse göndermelerde bulunduğu söylenebilir.
Şifâ'da yer verilen ismet sıfatıyla ilgili malûmâta iki açıdan bakılabilir: Hz.
Peygamber’in peygamberlik öncesi ve sonrası. Peygamberlik sonrası ise, dînî ve
dünyevî işleri olmak üzere tekrar taksim edilebilir.
Kadı Iyâz’a göre bütün
peygamberler, peygamberlik öncesinde de Allah’ın koruması altındadırlar. Bu
hususta alimlerin ihtilâfı olduğunu zikretmiş olmakla birlikte, kendi kanaatini
şu sözleriyle ortaya koyar: “Doğrusu şu ki; peygamberler nübüvvetleri öncesinde
de Allah’ı ve sıfatlarını bilmemekten, bu hususta herhangi bir şüpheye
düşmekten masumdurlar. Peygamberlere dair haberler, onların doğumlarından
itibaren bu tarz noksanlıktan münezzeh olduklarını te’yid etmektedir. Onlar
tevhid ve iman üzere doğup büyümüşlerdir.Ben derim ki; Kureyş Hz.
Peygamberimize her türlü iftirayı atmıştır.. .Fakat peygamberlerden herhangi
birinin putları ilâh edindiğine.. .dair onları ayıplayan hiçbir haber görmedik.
Şayet onlardan biri böyle olsaydı, kâfirler bunu ileri sürer, onu
ayıplarlardı.”[217]
Kadı Iyâz Rasûlullah’a
dönük olarak ise bu kanaatini hem Hz. Peygamber’in yaratılışından itibaren
gelen haberlere - ki başta nûr-i Muhammedî fikri olmak üzere - hem de onun göğsünün
açılıp kalbindeki şeytanın nasibinin çıkarılmasıyla delillendirmeye gider.
Ayrıca onun bu hususta kaydettiklerinden biri de; Allah Rasûlü daha çocukken,
amcası Ebû Tâlib ve bazı yakın akrabalarının ısrarıyla müşriklerin
eğlencelerinden birine gitmesi, ancak korkuyla geri dönmesi hâdisesidir. Hz.
Peygamber bu hâdiseyi anlatırken şöyle demiştir: “Oradaki putlardan birine ne
zaman ki yaklaşsam, uzun boylu bembeyaz giysili bir adam bana şöyle
sesleniyordu: “Geri dön! Sakın ona dokunma!” “Bu olaydan sonra da o, bir daha
onların hiçbir eğlencelerine katılmamıştır.” [218]
Hz. Peygamberimizin
peygamberliği öncesi masumiyetine getirilen bir diğer delil ise, o dönem
itibariyle herhangi bir şeriatın bulunmuyor olmasıdır. “Sahih olan görüş
inşaallah şudur: Peygamberler her türlü ayıptan münezzeh oldukları gibi,
şüpheyi gerektiren her şeyden de masumdurlar. Hem nasıl olmasınlar ki! Bu
meselenin tasavvuru dahi mümkün değildir. Çünkü günah ve yasaklar ancak şeriatın
yerleşmesinden sonradır.”[219] Yani
ortada şeriat yokken, Peygamberimiz için günaha girmekten bahsetmek de mümkün
değildir.[220]
Peygamberlik sonrasına gelince,
Kadı Iyâz, tevhid ve iman konularında aynen peygamberlikleri öncesi gibi masum
olduklarını belirtir. Buna göre onlar, aldıkları vahy-i İlâhî hususunda unutma,
yanılma, hata etme, onu eksiltme veya ziyadeleştirme, bunlarda şüpheye düşme
yahut bunlara muhalefet gibi durumlar itibariyle de masumdurlar.[221] Kaldı
ki nübüvvet makamı, ister sehven ister kasten olsun küçük ve büyük günahları
işlemekten münezzehtir. Zira nübüvvetin temeli, İlâhî kelâmı tebliğ edip
açıklamaktır.[222]
Bu arada Kadı Iyâz, Hz.
Peygamber’in unutması meselesine de, bazı Eş’arîlerin kabullendiği bir yorum
ile izah getirir. Buna göre Rasûlullah “unutmaz”, ancak Yüce Allah tarafından
“unutturulur”. Bunda ise, mü’minlere yönelik bir hayır ve lütuf vardır. Çünkü
bu vesileyle kendilerine şeriatı ilgilendiren bir hüküm öğretilmiş olmaktadır.
Hem unutmak bir gaflet ve âfettir. Oysa ki böyle bir hâl ona isnâd edilemez.[223]
Rasûlullah’ ın dînî
ahkâm, vahiy ve âhirete taalluk eden haberleri ile ilgili olarak söylenebilecek
olan, yukarıda da görüldüğü üzere onun bu hususlarda masum oluşudur.
Dünyaya ve şahsî
işlerine ait hususlara gelince, Kadı Iyâz’a göre, vermiş olduğu haberin kasten,
hatâen yahut yanlışlıkla şeriata muhalif düşmesinden de münezzehtir, masumdur.[224]
Ona göre, peygamberlerin
dünyaya ait bazı işleri bilmemeleri ayıplanacak bir şey değildir. Çünkü onların
ilgi ve alâkaları âhiret ve şeriata yönelmiştir. Peygamberler dışındakiler ise,
dünyanın zâhirini bilmekle beraber, âhiret hayatından gâfildirler. Dolayısıyla
peygamberlerin dünya işleri ile alâkalı hususlarda masumiyetleri şart olmadığı
gibi, bu işlerde diğer insanların kanaatlerinin aksi kanaate sahip olmaktan da
masum olmaları gerekmez.[225]
Yine ona göre; hakkında
henüz vahiy inmeyen yani hükmü belli olmayan şer’î hususlarda Hz. Peygamber
içtihadda bulunmuştur ki, bu içtihadında da ancak hakkı ve doğruyu söylemiştir.
Örneğin Bedir esirleriyle ilgili fidye kararı böyledir.[226]
Müctehidlerin isabet ederse iki, hata ederse bir sevap kazanacağı ifadesi doğru
olmakla beraber, Hz. Peygamber için kullanılamaz. Bu içtihadında Rasûlullah
hata etti denemez. Zira o şer’î hususlardaki içtihadlarında da masumdur.[227]
Kadı Iyâz’ın ismet
sıfatına bakışı, özet olarak yukarıdaki tarzdadır. Burada dikkat çekilmesi
gereken belki de en önemli nokta, onun, ismet sıfatını nübüvvet öncesi de dahil
bütün bir hayata teşmil edecek derecede geniş tutması ve peygamberin günah
işleyebilme potansiyelini imkânsız kılarak sadece tâate hamletmesidir. Bu
noktada da onun peygamberlerin ismeti konusunda Eş’arî kelâmını takip ettiği
söylenebilir. Zira İmam Eş’arî’ye göre ismet, “Allah’ın peygamberlere itaat
gücü verip, masiyet gücü vermemesidir”[228]
Bu noktadan bakılacak
olduğunda, şayet peygamberlerden irâde ve ihtiyarları kaldırılmış olsaydı,
fiillerinde de mecburiyet hâsıl olurdu ki, tâate ve günah işlememeye mecbur
oluşları karşısında da, işlemesiyle sevap kazanması ve terkiyle de övülmesi
anlamsız olurdu. “Zira, yapılması imkânsız olan bir şeyin terkinden dolayı
mükâfat alınmayacağı gibi, bundan dolayı övülmek de söz konusu değildir.”[229]
“İsmet, günah işletmeyen
bir özellik olsa, ilâhî emir ve yasakların mânâsız olması gerekir. Emir ve
nehiy olmayınca, tâat ve masiyet de olmaz. Tâat ve masiyetin olmadığı yerde de
ismetten söz edilemez. Onların imtiyazı sadece vahiyledir.”[230] Bundan
dolayıdır ki, peygamberlerde de günah işleyebilme potansiyel ve kabiliyeti
vardır, denilebilir.
O halde Hz. Peygamber’in
beşeriyetine halel getirmeyecek, ondaki irâde ve ihtiyârı ortadan kaldırmayacak
bir bakış açısıyla tanımlanması gerekmektedir ismetin. Kanaatimizce bu hususta
ma’kul olan anlayış da, Mu’tezile’nin de paylaştığı İmam Mâturîdî’nin “ismet
külfeti kaldırmaz” sözündeki anlamdır. “Yani, ismet, peygamberin iradesini yok
etmez, onu itaat etmeye mecbur etmez, günah işlemekten de aciz bırakmaz. Fakat
o, Allah’ın öyle bir lütfudur ki peygamberi, daima hayır işlemeye sevk eder,
şer işlemekten alıkoyar. Peygamber de beşer olduğundan, ilâhî imtihanın
gerçekleşmesi için ihtiyârı giderilmemelidir. Aksi takdirde beşer değil, melek
olurdu.” [231] Bu
itibarla da, onlardaki masumiyeti, beşerî zaafları taşımalarıyla birlikte,
kasıtlı olarak hiçbir günaha tevessül etmeyecek derecede irâdelerine sahiplik,
güçlü bir takvâ ve her ân Allah’ın huzurunda bulunuyor olduklarının idrâki
(ihsân) ile açıklamak, onun beşer ve rasûl şahsiyetinin zedelenmeden
anlaşılması mânâsı taşımaktadır diyebiliriz.[232]
Unutmayı, insanda var
olan psikolojik bir hâl olarak gördüğümüzde, bundan Peygamberimizi hâriç
tutmanın ona kazandıracağı bir şey olmayacağını da bilmemiz gerekir. O, sadece
vahy-i İlâhî cihetinden unutma, yanılma vb. zaaflardan berîdir. Kadı Iyâz’ın da
kaydettiği Zü’l-Yedeyn hadîsi olarak meşhur rivayette[233], Hz.
Peygamber’in namazın rek’atlarındaki unutması, “kendisine unutturulmayla”
yorumlanamayacak kadar açıktır. Hem bunun, onun risâletine gölge düşürücü bir
mahiyeti de yoktur ki, niye zorlama te’villerle iş daha da karmaşık ve
anlaşılmaz kılınsın! Kaldı ki , Rasûlullah’ın da unutma hâline sahip olduğunu
gösterir rivayetler de mevcut iken! Bu arada Kadı Iyâz’ın Zü’l-Yedeyn hadîsini
kendi kanaati istikametinde yorumlanabilecek kadarıyla aldığı da gözden
kaçmamaktadır. Buna göre onun anlatımında olay şöyle geçmiştir: “Ebû Hureyre
şöyle anlatıyor: Rasûlullah ikindi namazını kıldırıyordu. İkinci rek’attan
sonra selâm verdi. Bunun üzerine Zü’l-Yedeyn ayağa kalkarak: “Yâ Rasûlallah! Namaz
mı kısaldı, yoksa siz mi unuttunuz?” diye sordu. Allah Rasûlü de: “İkisi de
olmadı!” buyurdu.”[234] Kadı
Iyâz rivayetin bundan sonrasında cereyan eden Rasûlullah ve sahâbe diyaloğuna
hiç yer vermemiştir. Halbuki rivayetin devamında, Zü’l-Yedeyn’in “unutma yahut
kısalmadan biri mutlaka oldu” tarzındaki cevabı üzerine Hz. Peygamber sahâbeye
onun doğru söyleyip söylemediğini sormuş, sahâbe de Zü’l-Yedeyn’i tasdik
etmişlerdir. Bunun akabinde de Rasûlullah namazı tamamlamış ve sehiv secdesinde
bulunmuştur.[235]
Hz. Peygamber’in
unutmasıyla ilgili rivayetlerden birinde Ebû Hureyre (r) hâdiseyi şöyle hikâye
ediyor: “Namaza kalkılıp saflar düzlenmişti ki, hücre-i saâdetlerinden çıkarak
Rasûlullah geldi, namazgâhına geçti. O anda gusletmediğini hatırladı. Bize:
“Yerinizde durun!” deyip, hemen ayrılıp yıkanmaya gitti. Gusledip dönünce
başından henüz su damlıyordu. Biz saflarımızda iken gusül abdesti almıştı.”[236]
Hz. Peygamber,
peygamberlik vazifesiyle görevlendirildiği andan itibaren yaşadığı hayatı
süresince, Kur’ân’ın hayata bir yansımasıdır. O, İlâhî kelâm’daki murâdı en iyi
anlayandır. Hem, değişim ve gelişim itibariyle sürekli yenilenerek su misâli
akıp giden hayat karşısında, statik değil dinamik bir yapıyı ifade etmektedir
İslâm ve bu açıdan da vahyin gelmediği yahut açıklamasında bulunmadığı
hususlarda, elbette ki ictihadı öncelikle “güzel örnek” olan Hz. Peygamber’in
uygulamasında görmek pek tabiîdir. Dolayısıyla da - dînî ve dünyevî şeklinde
bir ayrım yapılsın ya da yapılmasın - onun kanaatleri/ictihatları; vahiy,
örf-âdet, çevre, gibi kendisinin bilgi kaynaklarından süzülen bir bakışı,
hayata dair olanı yorumlayışı temsil eder. Bu noktada kanaati, o ân kişide
mevcut bilgi birikiminden sentezlenmiş gâlib zannın ortaya konulmasıdır,
şeklinde ifade edebiliriz. Ayrıca kanaat, özü itibariyle beşerî bir ameliye
oluşuna istinâden hata, yanılma gibi za’fiyet unsurlarından berî de değildir.
Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de Allah Rasûlü’nü ikaz eden âyetler[237], onun
da yanlış yapabileceğini vurgulamakla beraber, vahyin dışında kendisinin şahsî
görüşleriyle hareket ettiğini de ortaya koymaktadır. Bununla birlikte,
Kur’an’da geçen bu ikazlardan, onun “yaptığı içtihatlarında hata edebileceği,
fakat hata üzere bırakılmayacağı” şeklindeki yaygın kanaati istidlâl etmek
yerine, şu şekilde anlamanın daha sağlıklı olduğu kanaatindeyiz: Bu ikazlardan
“Hz. Muhammed’in vahyin belirlemediği hususlarda yanlış yapabileceğini anlamak
gerekir. Âyetlerin, hatanın uygulanmasından sonra nâzil olması da bu durumu
desteklemektedir. Hatalı kararın uygulanmasından sonra Allah’ın, söz konusu karar
ve uygulamanın yanlışlığını bildirmesi, yanlışlığı ortadan kaldırmaya değil,
Peygamberin de yanlış yapabileceğini ümmete göstermeye yönelik olsa gerektir.
Aksi halde, hatanın gerçekleşmesinden önce müdahale edilirdi.”[238]
Ayrıca Rasûlullah da:
“Ben ancak bir beşerim. Siz bana bazı davalarınızı getiriyorsunuz. Belki
biriniz delilini diğerinden daha güzel ifade eder ve ben de ondan duyduğuma
göre onun lehine hüküm vermiş olabilirim. Bu şekilde kime (yanlışlıkla)
kardeşinin hakkından bir şey vermişsem o asla almasın. Zira o takdirde ona ben
ancak bir ateş parçası vermiş olurum.”[239] buyurmuştur.
Kaynaklarımızda, sahabenin Hz. Peygamber’in bazı görüş ve uygulamalarını
eleştirdiğine ve onun da sahabenin görüşleri istikametinde
karar verdiğine dair gelen örnekler[240], kanaatimizce Hz. Peygamber’in içtihadına
hangi zâviyeden yaklaşılması gerektiğinin en güzel numûneleridir ve bu cihetten
ona bakış, onu içtihadı noktasında masumiyetle mücehhez kılmaktan daha
tutarlıdır.[241]
Mu’cize
Mu’cize konusu, Şifâ’nın
I. cildinin 219-327. sayfaları arasında (I. Bölüm IV. Bâb) yer almakla
birlikte, eserin bütününe ismet sıfatında olduğu gibi bir şekilde yansımaktadır
diyebiliriz.
Allah’ın elçisi olduğunu
iddia eden kimsenin, bu iddiasında doğru olup olmadığının ne ile ölçüleceği
sorusu akla gelmektedir ki, bu soru cevap olarak bizi mu’cizeye
yönlendirmektedir. Zira Allah’ın, kendisinin elçisi olarak gönderdiğini,
elçiliğiyle ilgili akıllara takılabilecek her türlü şüpheden berî kılması
hikmet ve kudretinin bir gereğidir. Zaten aksi de düşünülemez. Nitekim
Allah’ın, “kulum doğru söylüyor. O halde ona uyun ve itaat edin. Ben onun
söylediklerinde doğru olduğuna şahidim” demesi mesâbesinde olan mu’cize de, bu
tarz soru ve şüphelere son noktayı koymaktadır.[242]
Kadı Iyâz mu’cize
bahsini, Hz. Peygamber’i ve mu’cizel erini inkâr edenler için yazmadığını,
aksine imanları kuvvetlensin ve sünnetine bağlılıkları artsın diye ona gönülden
bağlı olup tasdik edenler için kaleme aldığını açıkça ifade etmiştir. Mu’cize
olarak kaydettiklerinin ise, Kur’ân ve sahih hadislerle sâbit olanların yanı
sıra, meşhur alimlerin eserlerinde doğruluklarına ilmen kanaat getirmiş
bulunduklarından olduğunun da altını çizmiştir. Buna göre de, Şifâ okuyucusunun eserde mevcut mu’cize hâdiselerini
mutlak sahîh olarak görmesi kaçınılmazdır ve hatta müellifin arzusu da zaten bu
yöndedir.[243]
Mu’cizeyi, “insanların
benzerini getirmekten âciz kaldıkları şey” olarak tanımlayan Kadı Iyâz, bunu da
evvelâ kudret cihetini dikkate alarak iki kısma ayırmıştır: Birincisi, beşer
gücünün cinsinden olanlardır ki; görünüşleri itibariyle insanların bunları
yapabilmeleri mümkün olmasına rağmen bundan alıkonulmuşlardır. İnsanların söz
söyleme kabiliyetleri olmakla birlikte, Kur’ân benzeri bir kelâm ortaya
koyamamış olmaları böyledir. İkincisi ise, beşer kudretinin dışında kalanlardır
ki; bu tarz mu’cizeleri insanların yapmaları mümkün değildir. Ölünün
diriltilmesi, âsânın yılana dönüşmesi ve kayadan deve çıkarmak böyledir.[244]
Mu’cizenin ikinci
taksimini ise, bize nasıl ulaştığını (ilim hâsıl etmesi) göz önünde
bulundurarak yapmıştır. Buna göre de iki kısma ayrılır mu’cize; Kur’ân gibi
bize, kat’î sûrette bilinip tevâtüren ulaşanlar birinci kısmı oluşturur.
Bunların peygamber tarafından getirildiğinde hiçbir şüphe ve ihtilaf sözkonusu
olamaz. İkinci kısmı ise, birincide olduğu gibi bizde kat’î bir bilgi
oluşturmadığı gibi zarûrî bir bilgi hâsıl edebilecek dereceye de varmamış olanlar
oluşturur. Bunlar da kendi arasında yine ikiye ayrılır: Birincisi, meşhur ve
yaygın olanlardır ki, bunları pek çok kimse rivayet etmiş, muhaddisler, raviler
ve siyerciler nezdinde şöhret bulmuştur. Rasûlullah’ın parmaklarından su akması
yahut duası veya dokunmasıyla yemeklerin artması böyledir. İkincisi ise, bir
veya iki kişinin rivayetiyle bilinenlerdir ki, bu sûretle de pek meşhur
olamamışlardır.[245]
Bununla beraber Kadı
Iyâz’ın kanaati, “gerçeği söylemek gerekirse, Rasûlullah’tan zuhûr eden bütün
mu’cizeler kat’î olarak bilinmektedir.”[246]
şeklindedir. Zira bu mu’cizelere sahâbe şahid olmuştur. Onların Hz. Peygamber’e
aid olmadığı halde ona nispet edilenler de suskun kalmaları düşünülemez. Bu
mu’cizeler hususunda suskun kalmışlar ise, bu ancak onların bunları ikrar
ettiklerini gösterir.[247]
Kaldı ki, bu mu’cizeler şöhretleri itibariyle mütevatir derecesine
çıkmışlardır. Bunlar sahih hadîs kitaplarında yer almıştır. Örneğin hurma
kütüğünün inlemesi mu’cizesini[248] on
küsur sahâbî ve daha fazla tâbiî rivayet etmiştir ki, bundan daha az sayıdaki
ravinin rivayetiyle ilim meydana geldiği söylenebilir.[249]
Görüldüğü üzere o, Şifâ' da zikrettiği mu’cizelerin muhatabında kat’î ilim
hâsıl ettiğini, bir diğer ifadeyle tevâtüren geldiğini ya da sonradan tevâtür
derecesine ulaştığını ifade etmektedir. Bu anlamda Hz. Peygamber’e pek çok
mu’cize atfetmiştir ki, bunlardan Kur’ân-ı Kerîm[250] dışında
kalanlardan bazılarını şöylece zikredebiliriz[251]:
Ayın yarılması (inşikâk-ı kamer) ve
güneşin battıktan sonra Hz. Ali’nin İkindi namazını kılabileceği bir vakte
yeniden avdeti (redd-i şems)[252],
parmaklarından su akması ve bereketiyle suyun çoğalması[253], yine
onun dua ve dokunmasıyla suyun fışkırarak akması[254], onun
dua ve bereketiyle yemeğin artması[255], ağacın
onun nübüvvetine şehâdeti ve çağırdığında gelmesi[256], hurma
kütüğünün inlemesi (hanînu’l-ciz’)[257], diğer
cansız varlıkların konuşmaları ve onun nübüvvetine şehadetleri (yemeğin, çakıl
taşlarının, Haceru’l-Esved’in, dağın, kapının kulpunun ve duvarlarının, nar ve
üzümün, minberin konuşmaları)[258], çeşitli
hayvanlarla ilgili olarak zuhûr eden mu’cizeleri (kertenkelenin onu tasdiki,
kurdun konuşması, kuşun konuşması, koyun ve devenin ona secde etmesi,
örümceklerin mağara önüne ağ örmesi, büyük baş hayvanların kurbanlıkta öncelik
almak için ona sokulmaları, geyiğin şehadet getirmesi, aslanın ona itaati,
eşeğin onunla konuşması, devenin kendisinin çalınmadığına dair ona şahitlik
etmesi, sağdığı keçinin bol süt vermesi, atın ona itaati)[259], Rasûlullah’ın
diğer ülke hükümdarlarına gönderdiği herbir elçisinin mu’cizevî olarak o
ülkenin dilini konuşması[260], ölüleri
diriltip onlarla konuşması, sabîlerle ve henüz emme çağındaki bebeklerle konuşması
(pişirilmiş koyun etinin ona zehirli olduğunu söylemesi, dilsizin dilinin
çözülmesi, daha yeni doğmuş bir bebeğin onun peygamberliğine şehâdeti, yaşlı
bir annenin ölmüş oğluna Rasûlullah’ı vasıta kılarak yaptığı duasıyla gencin
dirilip gelmesi ve birlikte yemek yemeleri, bir ölünün peygamberi tasdiki ve
Hz. Ömer’in şehâdetini bildirmesi, ölünün onu tasdik edip ümmî ve
peygamberlerin sonuncusu olduğunu söylemesi)[261], hasta
ve sakatları iyileştirmesi[262], Hz.
Peygamber’in duasının kabul olması[263],
Rasûlullah’ın dokunduğu şeylerin hâllerinde değişmenin meydana gelmesi (ağırdan
giden bir merkebin kendisiyle yarışılamayacak dereceye gelmesi, suyun vs. şifa
vermesi)[264], gaybtan
haber vermesi[265], Allahu
Teâlâ’nın insanlardan onu koruması[266], Yüce
Allah’ın onu çeşitli hususlarda bilgilendirmesi (Allah’ın ona din ve dünya için
gerekli bilgileri, ehl-i kitabın kitaplarında nelerin olduğunu, Arap dillerinin
çeşitli sanatlarını, darb-ı mesellerin ve hikmetli sözlerin anlamlarını
öğretmesi) ve ümmîliği[267], melek
ve cinlerin ona itaat etmesi[268], önceki
kitaplarda kendisinden bahsedilmesi[269]. Ayrıca
daha önce geçtiği üzere doğumu esnası ve sonrasında meydana gelen hâdiseler,
bedenî âzâları ve ifrâzâtındaki olağanüstülükler, Allah’ın isimleriyle
isimlenmesi de buna dahildir.[270]
Burada Kadı Iyâz’ın
mu’cize olduğunu iddia ettiği her bir hâdiseyi incelemeyecek, sadece mu’cize
ile ilgili genel kanaatimizi ortaya koyarak Şifa’ya dair bir bakış kazandırmaya çalışacağız. Bunun içinde öncelikle mu’cize kavramını
nasıl anladığımızı ortaya koymamız gerekmektedir.
Bir şeyin zihindeki
tasavvuru anlamındaki kavram, varolana delâlet eder ve kelime, rakam gibi
sembollerle yani terimlerle ifade edilir. Dolayısıyla da “bir kişi kullanılan
bir kelimenin zihindeki bir tasavvura delâlet ettiğini bilirse, o kelime o kişi
için bir anlam taşır.”[271] Öyleyse
denilebilir ki, bir kavramın neleri kapsadığını ortaya koymuşsanız, bu kapsam
dışında kalanların da “o” olmadığını tespit etmişsinizdir. Buna göre de
kavramınıza, bir şekilde kapsam dışında kalanları dahil ettiğinizde artık
tutarsızlığı yaşıyorsunuz demektir. Zira insanlar kelimelerle değil,
kavramlarla düşünür ve bu düşüncelerini başkalarına ancak kelimelerle aktarırlar.
Bu bağlamda mu’cize kavramına hangi anlamı yüklemişseniz, bunun dışındakileri
bu anlama dahil edemezsiniz. Örneğin bavul dediğinizde, zihinlerde mevcut
tasavvuru belliyken, siz buna içerisinde eşyanın konulup muhafaza edilmesini
öne çıkararak, bu kavram içerisine el çantasını yahut para cüzdanını, pazar
çantasını dahil edemezsiniz.
Bu cümleden olarak artık
sorabiliriz: Mu’cize kavramı neye tekâbul etmektedir? Bu tekâbul ettiği “her
ne” ise, Hz. Peygamber’in mu’cize olarak gösterdiği iddia olunan şeyleri
bütünüyle kapsamakta mıdır ya da ne kadarını kapsar? Binlerle ifade olunacak
derecede Hz. Peygamber’in hissî mu’cizesi var mıdır?
Mu’cize ile ilgili
olarak kelâm alimlerinin tariflerinde cüz’î farklılıklar olmakla birlikte[272], şu
şekilde bir tarif verebiliriz: Peygamberlik iddiasında bulunan kimsenin elinde,
inkârcılara meydan okuduğu esnada (tehaddî), sözlerinin doğruluğunun delili
mahiyetinde, hakikatte Allah’ın bir fiili olmak bakımından benzerini
başkalarının ortaya koymaktan âciz kaldıkları olağanüstü bir şeyin ortaya
çıkmasıdır.
Bu tarife istinâden mu’cizenin içerdiği şu hususların altının çizilmesi
gerekmektedir[273]:
Mu’cize sadece peygamberlere mahsustur.
Mu’cize, sihir ve büyüden açıkça ayırt edilebilmelidir ki, hiçbir kimse
benzerini meydana çıkaramasın. Hakikatte fâilin Allah olması bu anlamdadır.
Peygamberlik iddiasıyla tehaddî birlikte gerçekleşmelidir.
Mu’cize peygamberlik iddiasından önce değil, bu iddianın akabinde ortaya
konmalıdır.
İddia ile mu’cize arasında muhatapları şüpheye düşürecek derecede uzun bir
zaman aralığı geçmemiş olmalıdır.
Mu’cize, peygamberi yalanlayacak şekilde zuhûr etmemelidir.
Mu’cize bu dünyada (dâr-ı teklifte) meydana gelmelidir. Dolayısıyla âhiret
âleminde görülecek hârikulâdelikler mu’cize sayılmazlar. Zira o âlemdekileri
zaten insan tam olarak idrakten de âcizdir.
Açıkça görülmektedir ki, bu özellikleri taşıyan ve tanımın bütünüyle
kapsamı dahilinde bulunan mu’cize, Kur’ân-ı Kerîm’dir. Hatta onun, Hz.
Peygamber’in “yegâne mu’cizesi” olduğunu söyleyebiliriz.[274] Hem
mu’cize-ortam ilişkisi[275]
dikkate alındığında, Hz. Peygamber’in kendi döneminde toplumun ileri seviyede
bulunduğu bir hususta onları acze düşürmesi gerekmektedir ki, bu da İlâhî
kudretin bir hikmetidir. Nitekim önceki peygamberlerde bu sünnetullah işlemiş
ve toplumun bildiği, âşinâ olduğu noktadan Allah onları acze boğmuştur.
Buna göre, Rasûlullah’a
nisbet olunan yüzlerce ve hatta binlerce hissî mu’cize ne olmaktadır? sorusuna
muhatap olmamak mümkün değildir elbette. Öncelikle mu’cize tarifinden çıkan
sonuç, onun hissî mu’cize göstermediği yönündedir. Zira hissî mu’cize olarak
ileri sürülenlerin hiçbirinde tehaddî vasfı bulunmamaktadır. Kaldı ki, pek çoğu
da inkârcılar huzurunda değil, kendisine gönülden bağlı sahâbe arasında cereyan
etmiştir.
Oysa ki Kur’ân insanlara
apaçık meydan okumuştur: “De ki: Andolsun, bu Kur’ân’ın bir benzerini ortaya
koymak üzere insü cin bir araya gelseler, birbirlerine destek de olsalar, onun
benzerini ortaya getiremezler.” [276] “Yoksa,
“Onu (Kur’ân’ı) kendisi uydurdu” mu diyorlar? De ki: Eğer doğru iseniz
Allah’tan başka çağırabildiklerinizi (yardıma) çağırın da siz de onun gibi
uydurulmuş on sûre getirin.”[277] “Yoksa,
Onu (Muhammed) uydurdu mu diyorlar? De ki: Eğer sizler doğru iseniz Allah’tan
başka, gücünüzün yettiklerini çağırın da (hep beraber) onun benzeri bir sûre
getirin.”[278] “Eğer
kulumuza indirdiklerimizden herhangi bir şüpheye düşüyorsanız, haydi onun benzeri
bir sûre getirin, eğer iddianızda doğru iseniz Allah’tan gayri şahitlerinizi
(yardımcılarınızı) da çağırın. Bunu yapamazsanız - ki elbette yapamayacaksınız
- yakıtı, insan ve taş olan cehennem ateşinden sakının. Çünkü o ateş kâfirler
için hazırlanmıştır.”[279]
Her ne kadar Kur’ân-ı
Kerîm, önceki peygamberlere hissî mu’cizeler verilmiş[280]
olduğundan bahsetmekle birlikte, Peygamberimize böylesi bir mu’cize
verildiğini tasrîh etmemektedir. Ancak Müslümanların ekseriyeti Kadı Iyâz gibi
düşünmekte ve ona pek çok hissî mu’cize verildiğini kabul ile örnekler de
sunmaktadırlar. Halbuki Kur’ân, önceki peygamberlerin gösterdiği hissî
mu’cizelerden ve inkârcıların bunlar karşısındaki tavırlarından bahsetmiş ve bu
bağlamda da Rasûlullah’tan hissî mu’cize talep edenlerin psikolojik durumlarını
net olarak beyan etmiş ve gösterilse dahi inkârlarından vazgeçmeyeceklerini
ısrarla vurgulamıştır.
Dolayısıyla da Allah
Rasûlü’nün Kur’ân dışında bir mu’cizesinin olmadığını söylerken kendisine
istinâd ettiğimiz en kuvvetli delil, yine Kur’ân’ın yaklaşımıdır:
“Eğer onların yüz
çevirmesi sana ağır geldi ise, yapabilirsen yerin içine inebileceğin bir tünel
ya da göğe çıkabileceğin bir merdiven ara ki onlara bir mucize getiresin! Allah
dileseydi, elbette onları hidayet üzerinde toplayıp birleştirirdi, o halde
sakın cahillerden olma!”[281]
“Onlara gökten bir kapı
açsak da oradan yukarı çıksalar, yine de “Gözlerimiz boyandı, daha doğrusu bize
büyü yapılmıştır” derler.”[282]
“Kâfirler diyorlar ki:
Ona Rabbinden bir mucize indirilseydi ya! (Halbuki) sen ancak bir uyarıcısın ve
her toplumun bir rehberi vardır.”[283]
“(Resûlüm!) Onlar iman
etmiyorlar diye neredeyse kendine kıyacaksın! Biz dilesek, onların üzerine
gökten bir mucize indiririz de, ona boyunları eğilip kalır.”[284]
“Fakat onlara tarafımızdan o hak (peygamber) gelince: “Musa’ya verilen
(mucizeler) gibi ona da verilmeli değil miydi?” dediler. Peki, daha önce
Musa’ya verileni de inkâr etmemişler miydi? “Birbirini destekleyen iki sihir!”
demişler ve şunu söylemişlerdi: Doğrusu biz hiçbirine inanmıyoruz.”[285]
“Bizi, âyetler
(mucizeler) göndermekten alıkoyan tek şey, öncekilerin bu âyetleri yalanlamış
olmasıdır. Nitekim Semûd kavmine, açık bir mucize olmak üzere bir dişi deve
vermiştik. Onlar ise, (bu deveyi boğazladılar ve) bu yüzden zalim oldular. Oysa
biz âyetleri ancak korkutmak için göndeririz.”[286]
“Sen bundan önce ne bir
yazı okur, ne de elinle onu yazardın. Öyle olsaydı, bâtıla uyanlar kuşku
duyarlardı. Hayır, o (Kur’ân), kendilerine ilim verilenlerin sînelerinde (yer
eden) apaçık âyetlerdir. Âyetlerimizi, ancak zalimler bile bile inkâr eder.
“Ona Rabbinden (başkaca) mucizeler indirilmeli değil miydi?” derler. De ki:
Mucizeler ancak Allah’ın katındadır. Ben ise sadece apaçık bir uyarıcıyım.
Kendilerine okunmakta olan Kitab’ı sana indirmemiz onlara yetmemiş mi? Elbette
iman eden bir kavim için onda rahmet ve ibret vardır.”[287]
Anlaşılmaktadır ki,
“Allah hikmetinin gereği olarak Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem)’in
elçiliğinin temelini olağanüstü şeyler üzerine kurmamıştır. Hz. peygamber,
getirdiği mesajla hem akla ve hem de kalbe hitap etmiş ve kendisinden
nübüvvetinin delilini isteyenlere kâinattaki sonsuz nizam ve düzenle duran ve
her biri başlı başına bir mucize teşkil eden kevnî âyetlere bakmalarını salık
vermiştir.”[288]
Allah Rasûlü de: “Hiçbir
peygamber yoktur ki, insanların kendisine iman etmelerine neden olacak
mucizeler verilmiş olmasın. Bana verilen mucize ise ancak bana vahyedilen bir
vahiydir. Onun için kıyamet gününde ümmeti en fazla olanın ben olacağımı
umuyorum.”[289] buyurmak
sûretiyle, kendisine verilen mucize hususunu sadece Kur’ân’la
sınırlandırmıştır.
Öyleyse tekrar etmek
gerekirse, Hz. Peygamber’e verilen mu’cize Kur’ândır. Bu anlamda da Kur’ân’ın
Hz. Peygamber’in “en büyük” mu’cizesi olmasından değil, “mu’cizesi” olmasından bahsetmek gerekmektedir. Çünkü “en büyük” sıfatı, bir derecelendirme ifade
etmektedir ki, buna göre bu derecelenme başka mu’cizelerin de varlığına işaret
etmektedir. Oysa ki “yegâne mu’cizesi” dediğimizde, bu derecelendirme sıfatını
kullanmamamız, kendi içinde bir tutarlılığın gereğidir.
Hissî mu’cize olarak
kabul edilenlerden, örneğin İsrâ hâdisesi “bir iddia, talep ve meydan okuma
sonrası yaşanmış bir şey de değildir. Dolayısıyla, Kur’ân’ın temas ettiği İsrâ
hâdisesi, olsa olsa Peygamber’e inananların, ona olan hürmet ve bağlılıklarını
artıran bir ilâhî hidâyet vesilesi olabilir.”[290] Ayın
yarılması da böyledir. Zira, “o saat yaklaştı, ay yarıldı”[291] âyetinden
apaçık Hz. Peygamber’in elinde zuhûr etmiş bir mu’cize olduğu anlamı
çıkmamaktadır. Buna rağmen bu olayın geçmişte olup bitmiş bir mu’cize olduğunu
anlayanların çokluğunu ifade etmek gerekir. Ancak ekseriyetin böyle bir kanaate
sahip oluşu, bizim farklı kanaatte olmamıza mâni’ teşkil edecek bir mâhiyet arz
etmemektedir. Bu itibarla da bağlayıcılığı söz konusu değildir. Hem
inkârcıların Rasûlullah’tan hissî mu’cize talepleri karşısındaki Kur’ân’ın
tavrını, hem de âyetin kıyamet vakti yaklaştığında meydana gelecek kozmolojik
bir değişimi ifade etmesini göz önünde bulundurduğumuzda, bunun olup bitmiş bir
hâdise olmayıp geleceğe ma’tûf olduğu açığa çıkar. Kaldı ki, ileride vukû’u kesin
olan olayların mâzî sıygasıyla ifadesi Kur’ân’ın bir edebî üslûbudur.[292]
Kanaatimizce, mu’cize
olmak bakımından Kadı Iyâz’ın diğer kaydettikleri de bu perspektiften
değerlendirilmelidir. Bu noktada Derveze’nin şu ifadeleri de bizim için
önemlidir: “Şimdi, geriye rivayetlere dayanan mucizeler; özellikle Mekke
devrinde ve kâfirlerin meydan okuyuşlarına binaen meydana geldiği söylenen
mucizeler kalmaktadır. Kur’ân’ın, kâfirlerin sıkça meydan okuyuşlarına rağmen,
yalnız olumsuzlamayla yetinmiş olması; bu rivayetlerin sağlıklı olduğunu
söylemeyi imkânsızlaştırmaktadır. Bununla beraber, söz konusu rivayetler ne
mütevatirdir ne de sağlam ve güvenilir bir özelliğe sahiptir. Onların büyük
çoğunluğu sahih olmayan sağlıksız rivayetlerdir ve aralarında ayrılıklar ve
çelişkiler vardır.”[293] Bunlar
arasında güneşin durdurulması (habs-i şems ya da redd-i şems) gibi aslı astarı
olmayanların olduğu da unutulmamalıdır.[294] Hasan
Hanefî de bu anlamda şöyle der: “Ayın yarılması, taşların O’nun huzurunda
tesbih etmesi, parmaklarının arasından suyun kaynaması, hurma ağacının O’nun
için ağlaması, devenin kendisine şikâyette bulunması, zehirli keçi [eti]nin
şehadeti gibi mütevatir olmayan mucizelere gelince, bunların ortaya çıkışında
halk muhayyilesinin büyük rol oynadığı gayet açıktır. Bunlar, sahih fiil ve
açık akılla çelişmektedir.”[295]
Bu hususta diyebileceğimiz son cümlemiz, Kur’ân’ın
Allah Rasûlü’nün yegâne mu’cizesi olmasının yanı sıra, ona Rabbi katından bir
lütuf ve ikram olmak üzere bahşedilmiş birtakım hârikalar da vardır ki,
buradaki “hârika” lafzını kavram kargaşasına hebâ ederek mu’cize ile karşılamak
ma’kul olmadığı gibi mümkün de değildir. Nitekim Şelebî bu hususa dikkat çekmiş
ve Mevsû’atu’t-Târîhi’l-lslâmî adlı eserinde
“Mukerremât li’r-Rasûl” başlığı[296] altında
bunları değerlendirmiştir. Buna rağmen bunlardan mu’cize diye bahsedilecekse
şayet, bunun ancak mecâzî olduğu hakîkî olmadığı da bilinmelidir.
Karıştırılmaması gereken bir husus da, mu’cize
inkârcılığı ile Rasûlullah’a nisbet olunan hissî mu’cizelerin Allah’ın birer
ikramı olduğunun söylenmesidir. Biz Rasûlullah’a nisbet olunan hissî
mu’cizeleri, mu’cize kavramının tanımı ve Kur’ân’ın beyanları doğrultusunda
kabul etmemekte, ancak Kur’ân’ın bir mu’cize olduğunu da tasdik ve ikrar
etmekteyiz. Bu tavır ise bizi, Hz. Peygamber’e muhabbetten ve bağlılıktan zerre
miktarı ayırmamaktadır. Dolayısıyla yukarıda kaydettiğimiz kanaatimiz
istikametinde düşünenlerin, iman zafiyetiyle yahut oryantalistlerin etkisinde
kalmış olmakla ithâm edilmesi[297], doğrusu
her şeyi olduğu üzere kabullenmenin ve kendi kültür mirasına eleştirel gözle
yaklaşarak doğruların ortaya çıkmasına ön ayak olamayanların harcı diye
düşünmekteyiz. Dahası, ilmî araştırmalarda son noktayı koymak gibi bir mantık
yürütülemeyeceği esasından hareketle, Karadeniz’in “Hz. Peygamber’in Kur’ân
dışındaki maddî mu’cizelerine gelince, inkâr edilemeyecek tarzda ortadadır.
Buna da bizzat Kur’ân ve sahîh hadisler şehadet etmektedir. O’nun, Kur’ân
dışında hiçbir mu’cizesi yoktur gibi bir iddia yersizdir ve görüldüğü üzere
çürütülmüştür.”[298] tarzındaki
ifadelerini de anlamak mümkün değildir.
Kaynak: Murat GÖKALP, KADI IYÂZ VE ŞİFÂ
ADLI ESERİNDE PEYGAMBER TASAVVURU T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER
ENSTİTÜSÜ TEMEL İSLÂM BİLİMLERİ (HADİS) ANABİLİM DALI, Doktora Tezi, 2005,
Ankara
[1] Bkz. Nûrseyf, Ahmed Muhammed, Yahya b. Mam ve
Kitâbuhu’t-Târîh, I-IV, I. bsk., Suudi Arabistan 1399/1979, II/608.; İbn Abdilberr
en-Nemerî, el-İntikâ fî Fedâili’s-Selâseti’l- Eimmeti’l-Fukahâ,
Dâru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, t.y., s. 142-3.
[3] Gökalp, Murat, “İslâmî’nin Mesnevî’sinden Hareketle Türk-İslâm
Edebiyatında Peygamber Tasavvurunun Tespit ve Tahlil İhtiyacı Üzerine”, ÇÜİFD, cilt. 3, sy. 1, 2003, s. 273.
[4] Certel, Hüseyin, “Hz. Peygamber’in Risalet Görevine Hazırlanması
Bağlamında Çocukluk ve Gençlik Dönemi Yaşantıları ”, Ekev Akademi Dergisi, yıl. 8, sayı. 9, Bahar 2004,
s. 32.
[5] Certel, s. 32.
[6] Gökalp, “Peygamber Tasavvurunun Tespit ve Tahlil İhtiyacı”, s. 277.
[7] Şifâ, I/14.; II/249-50, 298.
[8] Âl-i İmrân, 3/144.; Şifâ, II/103.
[9] Mâide, 5/75.; Şifâ, II/103.
[10] Furkân, 25/20.; Şifâ, II/103.
[11] Kehf, 18/110.; Şifâ, II/103.
[12] Şifâ, II/103.
[13] Şifâ, II/184.
[14] Beşerîlik vasfını
izahta kullanılabilecek diğer benzer rivayetler için bkz. Şifâ, I/85, 95,
115-6, 1235, 136-9, 233, II/151, 248.
[15] Şifâ, I/118.; İbn
Sa’d, I/121, 146, 200.; Ebû Nu’aym el-Isbehânî, Delâilu’n-Nubuvve, I-II, thk.
Muhammed Ravvâs Kal’acî, Abdulberr Abbâs, Dâru’n-Nefâis, IV. bsk.,
Beyrut-Lübnan, 1999, I/176.
[16] Bkz. İbn Sa’d, I/129-131.; İbn Hişâm,
es-Sîretu’n-Nebeviyye, I-IV, thk. Mustafa es-Sekâ, İbrahim el-Ebyârî,
Abdulhafîz eş-Şelebî, II. bsk., Dâru İhyâi’t-Turâsi’l-Arabî, Beyrut-Lübnan
1997, I/224- 226.
[17] Şifâ, I/114.; Buhârî, Bed’u’l-Vahy 3.
[18] Şifâ, I/117.; Abdurrezzâk b. Hemmâm,
el-Musannef, I-XI, thk.Habîburrahmân el-A’zamî, el-Meclisu’l-İlmî, Beyrut,
t.y., (Ma’mer’in Câmi’i kısmı), XI/260, no: 20492.; Buhârî, Ezan 44.
[19] Şifâ, I/115.; İbn Ebi Şeybe, Musannefu İbn Ebî
Şeybe, I-VII, thk. Kemâl Yûsuf el-Hût, Mektebetu’r-Ruşd, I. bsk., Riyad 1989,
V/233, h.no. 25581.; Ebû Dâvûd, es-Sunen, İstanbul 1981, Edeb 165.
[20] Şifâ, I/81, 115.; Abdurrezzâk b. Hemmâm,
el-Musannef, (Ma’mer’in Câmi’i kısmı), X/415-7, no: 19543-4.; İbn Sa’d, I/371,
382, 388.
[21] Şifâ, I/85, 117.; İbn Mâce, es-Sunen, thk.
M.Fuâd Abdulbâkî, İstanbul 1981, Et’ıme 30.
[22] Şifâ, I/115.; İbn Hişâm, IV/316.; Buhârî,
Enbiyâ 48.; Dârimî, es-Sunen, İstanbul 1981, Rekâik 68.
[23] Şifâ, I/117.; Zehebî, Mîzânu’l-İ’tidâl fî
Nakdi’r-Ricâl, I-VIII, thk. Ali Muhammed Muavvız, Adil Ahmed Abdulmevcûd,
Dâru’l-Kutubi’l-İlmiyye, I. bsk., Beyrut 1995, IV/282, no: 4871.
[24] İzzet Derveze, Kur’ân’a Göre Hz. Muhammed’in
Hayatı, I-III, çev. Mehmet Yolcu, II. bsk., Yöneliş Yay., İstanbul, t.y.,
II/30.
[25] Arpaguş, Hatice Kelpetin, Osmanlı Halkının
Geleneksel İslâm Anlayışı ve Kaynakları, I. bsk., Çamlıca Yayınları, İstanbul
2001, s. 153.; Ayrıca bkz. Demirci Mehmet, “Nûr-ı Muhammedî”, DEÜİFD. I, İzmir
1983, s. 241.; Gölpınarlı, Abdulbâkî, “Hakikat-i Muhammediye”, Türk Ansiklopedisi,
MEB, Ankara 1970, XVIII/327.
[26] Bkz. Sağânî, Risale fî Mevzû‘âti’l-Hadîs, I.
bsk., el-Matbaatu’l-A‘lâmiyye, 1306/1888, s. 7.; Ali el-Kârî ve Aclûnî ise,
Sağânî’ye dayanarak rivayetin mevzû oldğunu belirttikten sonra, kendi
kanaatleri olarak mânâ itibariyle sahîh olabilme ihtimalini de gözden uzak
tutmamışlardır. Bununla birlikte, rivayeti nûr-i Muhammedî anlayışı genelinde
değerlendirmek gerekirse, Sağânî’ye hak vermek daha insaflıca olur
kanaatindeyiz. Bkz. Ali el-Kârî, el-Esrâru’l-Merfû’a, thk. Muhammed b. Lutfî
es-Sabbâğ, II. bsk., el-Mektebetu’l-İslâmî, Beyrut 1986, s. 288 (no: 385).;
Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, I-II, nşr. Muhammed Abdulazîz el-Hâlidî, I. bsk.,
Dâru’l-Kutubi’l-Ilmiyye,
Beyrut-Lübnan
1997, II/148 (no: 2121); Şevkânî, el-Fevâidu’l-Mecmû‘a fi’l-Ahâdîsi’l-Mevzû‘a,
thk. Abdurrahman b. Yahya el-Muallimî, Kahire 1960, s. 326.; Erul, Bünyamin, “Uydurma Rivayetlerde Peygamber
Tasavvuru”, İslâm’ın Anlaşılmasında Sünnetin Yeri ve Değeri - Kutlu Doğum
Sempozyumu 2001, TDV. Yay., Ankara 2003, s. 421.
[27] Demirci, s. 240.
[28] Şûrâ, 42/11.
[29] İhlâs, 112/4.
[30] Âyetin bu anlamda yorumları için bkz. Bağcı, H.
Musa, Hz. Peygamber’in Beşerî Yönü,
(Yayınlanmamış Doktora Tezi), Ankara 1999, s.
382.; Muhammed Esed, Kur’ân Mesajı, çev. Cahit Koytak, Ahmet Ertürk, İşaret
Yay., İstanbul 1999, II/715 (50. dipnot)
[32] Mâide, 5/15.
[33] Ahzâb, 33/46.
[34] Şifâ, I/26.
[35] Ka’bu’l-Ahbâr ve İsrâiliyyât ilişkisine dair
geniş bilgi için bkz. Atmaca, Veli, “Hadis’te İsrâiliyât’a Bakış -
I-II”, Harran Ü. İlahiyat Fak. Dergisi, II/359-387. (1996); III/163-180.
(1997)
[36] Bkz. Mukâtil b. Süleyman, Tefsîru Mukâtil b.
Suleyman, I-III, thk. Ahmed Ferîd, I. bsk., Dâru’l- Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut
1424/2003, II/419.; Taberî, XVIII/136-7.; Kurtubî, Muhammed b. Ahmed,
Tefsîru’l-Kurtubî, I-XX, thk. Ahmed Abdulalîm el-Berdûnî, Dâru’ş-Şa’b, II.
bsk., Kahire 1953, XII/257-260.; İbn Kesîr, Tefsîru İbn Kesîr, I-IV,
Dâru’l-Fikr, Beyrut 1982, III/290- 91.
[38] Bkz. Arpa, Enver, “Müteşabih Âyetler Kavramı Hakkında Tarihî ve Semantik Bir
İnceleme”, AÜİFD, Ankara. 2002, c. XLIII, sayı. 2, s. 155, 158.
[39] Şifâ, I/37-38.
[40] Şifâ, I/48, 210-11. (Bu sayfalarda, Allah’ın Hz.
Peygamber’i kendi isim ve sıfatlarından isimlendirdiğini izahta bulunan Kadı
Iyâz, el-Fettâh, el-Evvel ve el-Âhir isimlerinin açıklamasında bu anlamı tekrar
zikretmiştir.); Ebû Nu’aym, I/42.; Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, II/118-9 (no: 2005).;
Şevkânî’nin kaydettiğine göre, Sağânî ve İbn Teymiyye mezkûr rivayetin uydurma
olduğunda müttefiktirler. Bkz. el-Fevâidu’l-Mecmû‘a, s. 326.; Rivayetin tahric
ve değerlendirmesini yapan Ahmet Yıldırım’ın, “rivayetin muteber kabul edilen
kaynaklarda yer almaması ona son derece ihtiyatlı yaklaşmayı gerekli
kılmaktadır.” tarzındaki kanaatine katılmamız mümkün değildir. Zira aksini
söylememiz durumunda, yukarıda söylediklerimiz dikkate alınırsa kendimizle
çelişik olduğumuz anlamına gelir. Oysa Yıldırım, “Adem su ile çamur arasında
iken ben nebî idim” haberi karşısında net tavır koymuş ve “uydurma olduğu
açıktır” diyebilmiştir. Buna mukabil Hz. Peygamber’in, peygamberliğin kendisine
ne zaman sabit olduğunu soran ashabına verdiği “Adem ruh ile cesed arasında
iken” cevabını içeren haber karşısında “ihtiyatla yaklaşmayı gerekli”
görmüştür. Aynı şekilde Câbir b. Abdillah’ın Rasûlullah’a “Yâ Rasûlallah! Anam
babam sana feda olsun, Allah’ın en evvel yarattığı şeyi bana söyler misin?
şeklindeki sorusunu, Allah Rasûlü’nün: “Ey Câbir! Eşyadan önce kendi nurundan
senin peygamberinin nurunu yarattı..” tarzında cevaplamış olduğuna dair
rivayetin değerlendirmesinde ise, “rivayete daha ihtiyatla yaklaşmak
gerektiğini” söylemiştir ki, doğrusu bu kanaatleri te’vil edebilmenin imkân ve
ihtimalinin olmadığını ifade etmek mecburiyetindeyiz. Krş. Yıldırım, Ahmet,
Tasavvufun Temel Öğretilerinin Hadislerdeki Dayanakları, TDV.Yay., Ankara 2000,
s. 123-6.
[41] Şifâ, I/147.; Tirmizî, Menâkıb 1.; Ebû Nu’aym,
I/48-9.; Beyhakî, Ebû Bekr Ahmed b. el-Huseyn, Delâilu’n-Nubuvve ve Ma’rifetu
Ahvâli Sâhibi’ş-Şerî’a, I-VII, thk. Abdulmu’tî Kal’acî, Dâru’l-
Kutubi’l-İlmiyye, I. bsk., Beyrut-Lübnan 1985, I/85.; Ali el-Kârî,
el-Esrâru’l-Merfû’a, s. 268-9 (no: 352).; Mer’î b. Yûsuf el-Makdisî,
el-Fevâidu’l-Mevzû’a fi’l-Ahâdîsi’l-Mevzû’a, thk. Muhammed b. Lutfî es-Sabbâğ,
Beyrut-Lübnan, 1977, s. 79.; Rivayetin kaynaklarıyla ilgili olarak bkz.
Yıldırım, Ahmet, s. 124.
[42] Şifâ, I/153.; Krş. Hâkim en-Neysâbûrî,
el-Mustedrek ale’s-Sahîhayn, I-IV, Dâru’l-Kutubi’l- İlmiyye, I. bsk., Beyrut
1990, Mustafa Abdulkâdir Atâ, II/672, no: 4228.
[43] Şifâ, I/159.; Cebrâil’in ezanı ta’limi
esnasında Hz. Peygamber’in semâ ehline (kendisinden önceki peygamberlere) namaz
kıldırdığına dair bir rivayet için bkz. Zeyle’î, Nasbu’r-Râye, I-IV, thk.
Muhammed Yûsuf el-Bennûrî, Dâru’l-Hadîs, Mısır 1939, I/260.
[44] Şifâ, I/160.; Benzer bir rivayet için bkz.
Hâkim en-Neysâbûrî, I/744, no: 2048.
[45] A’râf, 7/12.; İsrâ, 17/61.; Secde, 32/7.; Sâd,
38/71,76.
[46] Hicr, 15/28,33.; Rahmân, 55/14.
[47] MiMninım. 23/12.
[48] Saffât, 37/11.
[49] Secde, 32/8.
[50] İnsan, 72/2.
[51] Nahl, 16/4.
[53] Bkz. Erul, “Uydurma Rivayetlerde Peygamber
Tasavvuru”, s. 420-2.; Arpaguş, s. 158-9.; Bağcı, Hz. Peygamber’in Beşerî Yönü,
s. 388-400.; İzzet Derveze, II/30-34.
[54] Bağcı, Hz. Peygamber’in Beşerî Yönü, s. 380-1.;
Mukâtil b. Süleyman, Nûr Sûresi’nin 35. âyetinde geçen “Meselu nûrihî” ifadesini, babası
Abdullah b. Abdilmuttalib’in sulbüne tevdi’ olunduğu esnadaki “Muhammed’in nûru” olduğu şeklinde tefsîr
etmektedir. Bkz. Tefsîru Mukâtil b. Suleyman, II/419.
[55] İbn Haldun, Mukaddime, I-II, haz.
Süleyman Uludağ, II. bsk., Dergâh Yay., İstanbul 1988, II/200 (hazırlayanın
notu 1. dipnot).; Gölpınarlı, s. 327.; Goldziher, Ignaz, “Hadis’te Yeni Eflâtuncu ve Gnostik
Unsurlar”, çev. Ömer Özsoy, AÜİFD, Ankara 1997, XXXVI/405-421.; Erdoğan, İsmail, “Yeni Eflatunculuk’un İslâm
Tasavvufu’na Tesiri”, FÜİFD (Prof. Dr. Şaban Kuzgun Armağanı), Elazığ 2000,
V/597-605.
[56] Demirci, s. 250.
[57] Âl-i İmrân, 3/59.; Rebî’ b. Habîb, Musnedu’r-Rebî’,
thk. Muhammed İdrîs, Âşûr b. Yûsuf, I. bsk., Beyrut 1995, s. 170, no: 419.;
Veda hutbesinde geçen bu metnin İslâm tarihi kaynaklarına dair bkz. Gökalp, İlk
Dönem Hadis ve İslâm Tarihi Kaynaklarına Göre Veda Hutbesi Rivayetlerinin
Tetkiki, (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Ankara 2001, s. 160.
[58] Şifâ, I/59.
[59] Ramazan Bûtî, M. Saîd, Fıkhu’s-Siyre,
Peyagamberimizin (S.A.V.) Uygulamasıyla İslâm, çev. Ali Nar, Orhan Aktepe, X.
bsk., Gonca Yayınevi, İstanbul 1992, s. 63.
[60] İbn Hişâm, I/373.; Ebû Sufyân ile Herakliyus
arasında geçen bir başka muhâverede de benzer soru ve cevaplar geçmektedir.
Bkz. Buhârî, Bed’u’l-Vahy 1.
[61] Şifâ, I/115-117.
[62] Mâide, 5/27-30.
[63] En’âm, 6/74.
[64] Meryem, 19/42-46.
[65] Tahrîm, 66/10.
[66] Hûd, 11/42-46.
[67] Tebbet, 111/1-3.
[68] Tekâsür, 102/1-2.
[69] Hucurât, 49/10.
[70] Hucurât, 49/13.
[71] Bkz. Heysemî, Ali b. Ebî Bekr, Mecmau’z-Zevâid
ve Menbeu’l-Fevâid, I-X, Dâru’r-Reyyân li’t-Turâs, Dâru’l-Kutubi’l-Arabî,
Kahire-Beyrut 1987, III/266, 272, VIII/83-4.; Ayrıca ilgili konunun İslâm
tarihi kaynakları için bkz. Gökalp, Veda Hutbesi Rivayetlerinin Tetkiki, s.
160.
[72] Krş. Hatiboğlu, “İslâmda
İlk Siyâsî Kavmiyetçilik-Hilâfetin Kureyşliliği”, AÜİFD, Ankara 1978, XXIII/121-209.
[73] Şifâ, I/115.; İbn Hişâm, IV/316.; Buhârî,
Enbiyâ 48.; Dârimî, Rekâik 68.
[74] Cessâs, Ahkâmu’l-Kur’ân, I-III,
Matba’atu’l-Evkâfi’l-İslâmiyye, Kostantiniyye 1335/1916, III/409.
[75] İbn Teymiyye, Mecmû’u’l-Fetâvâ, cem ve
tertib: Abdurrahman b. Muhammed b. Kasım el-Âsımî en-Necdî el-Hanbelî ve oğlu
Muhammed, I-XXXV, I. bsk., Matba’atu’l-Hukûme, Riyad 1386/1967, XXXV/230.
[76] Bkz. Hatiboğlu,
Mehmed S., “Fakihlerimizin Irk Anlayışı
Üzerine (Bir Tenkid Denemesi), İslâmî
Araştırmalar, cilt. 2, sayı. 8, 1988, s. 5-8.
[78] Şifâ, I/77.; Tirmizî, Menâkıb 1.; Beyhakî,
I/168-70.
[79] Şifâ, I/77, 148.; Tirmizî, Menâkıb 1.; Beyhakî,
I/165-6.
[80] Şifâ, I/78, II/32.; Taberânî, Suleyman b.
Ahmed, el-Mu’cemu’l-Kebîr, I-XX, thk. Hamdî b. Abdilmecîd es-Silefî,
Mektebetu’l-Ulûm ve’l-Hikem, II. bsk., Musul 1983, XII/455, no: 13650.;
el-Mu’cemu’l-Evsat, I-X, thk. Târık b. Avdillah b. Muhammed, Abdulmuhsin b.
İbrahim el-Huseynî, Dâru’l-Haremeyn, Kahire 1994, VI/200, no: 6182.; Ebû
Nu’aym, I/58-9.; Beyhakî, I/172.
[81] Şifâ, I/78.; Ebû Nu’aym, I/57-8.; Beyhakî,
I/174.; Suyûtî, el-Hasâisu’l-Kubrâ, I-II, Dâru’l- Kutubi’l-İlmiyye, I. bsk.,
Beyrut 1985, I/66.; Benzer bir rivayete Şevkânî, mevzû hükmünü vermiştir. Bkz.
el-Fevâidu’l-Mecmû’a, s. 320.
[82] Şifâ, I/147.; Taberânî, el-Mu’cemu’l-Kebîr,
III/56, no: 2674., XII/103, no: 12604.; Beyhakî, I/170.; Heysemî, VIII/214-5.
[83] Şifâ, I/148.; Taberânî, el-Mu’cemu’l-Evsat,
VI/238, no: 3285.; Beyhakî, I/176.; Heysemî, VIII/217.
[84] Şifâ, I/148.; İbn Kuteybe, Te’vîlu
Muhtelifi’l-Hadîs, çev. M. Hayri Kırbaşoğlu, Hadis Müdafaası, Kayıhan
Yayınları, II. bsk., İstanbul 1989, s. 175-6.; Beyhakî, I/174.; Benzer bir
rivayete Şevkânî, mevzû hükmünü vermiştir. Bkz. el-Fevâidu’l-Mecmû’a, s. 320.
[85] Şifâ, I/295.; Ahmed b. Hanbel, Musnedu Ahmed,
I-VI, Muessesetu Kurtuba, Mısır, t.y., IV/185.; Tirmizî, Fiten 46.; Heysemî, I/336,
V/191.; Nesep hususunda hakkı teslim ettiğini düşündüğümüz İbn Teymiyye’nin,
nesebe dair cümlelerinin hemen akabinde, Şeriat’ın ancak, hilâfetin Kureyş’in
hakkı olması gibi hükümler sebebiyle neseple ilgilendiğini ifadesi ‘■.Uıl'i'W
<^Sİc l^jj AajjJillj) (<>yj^ ü* l*l£^.l
doğrusu şaşırtıcıdır. Bkz. İbn Teymiyye, XXXV/231.
[86] Şifâ, I/296.; Buhârî, Ahkâm 2.
[87] Şifâ, I/294.; ( ^İc
jjjAl^ JaS Jljj V ) Muslim, İmâre 173 .; Şfâ’nm Huseyn Abdulhamîd Nîl ve Ahmed
Ferîd el-Mezîdî tahkîklerinde ise, “ehlu’l-Ğarb” ifadesi “ehlu’l-Arab” şeklinde
kaydedilmiştir ki, bunun bir hata olduğu ortadadır. Zira Muslim (İmâre, 173.)
rivayetinde de ibâre, “Arab” değil “Ğarb” şeklinde geçmektedir. Krş. Şifâ, (Nîl
tahkîki), I/294.; (el-Mezîdî tahkîki), I/310.; Ali Muhammed el-Bicâvî
tahkîkinde ise rivayet “Ğarb” lafzıyla kaydedilmiştir. Bkz. I-II,
Dâru’l-Kutubi’l-Arabî, Beyrut 1977, I/475
[88] Şifâ, I/294.; Günümüzde de Hz. Peygamber’e
dair eser kaleme alan müelliflerin “nesep şerefi” gibi hususlardaki
kanaatlerini ortaya koyarken kullandıkları argümanlar Kadı Iyâz’ınkilerden pek
de farklı değildir. Krş. el-Eşkar, Ömer Süleyman, er-Rusul ve’r-Risâlât, VI.
bsk., Dâru’n-Nefâis, Ürdün 1995, s. 82.; Kal’acî, Muhammed Ravvâs, Dirâse
Tahlîliyye li-Şahsiyyeti’r-Rasûl Muhammed (min Hilâli Sîretihi’ş-Şerîfe), I.
bsk., Dâru’n-Nefâis, Beyrut-Lübnan 1988, s. 95-96.
[89] Kırbaşoğlu, M. Hayri, “Hz. Peygamber Tasavvurumuzun Dönüşümü: Paradigma ’dan
Paragon ’a, Paragon’dan Kozmikİlke’ye”, SDÜİFD (IV. Kutlu Doğum Sempozyumu), Isparta 2001,
s. 130139.
[90] İzzet Derveze, II/30.
[91] Duhâ, 93/6.
[92] Ankebût, 29/48.
[93] Şûrâ, 42/52.
[94] Yûnus, 10/16.
[95] İnşirâh, 94/1.
[96] Bkz. Erul, Sahabenin Sünnet Anlayışı, TDV.
Yay., Ankara 1999, s. 80.; “Hz. Peygamber’in Risâlet Öncesi Hayatına Farklı Bir Yaklaşım”, Diyanet İlmî Dergi
(Peygamberimiz Hz. Muhammed - Özel Sayı), Ankara 2000, s. 36.
[97] Bkz. Asımgil, Sevim, Benim Müslüman Yavrum,
Timaş Yayınları, İstanbul 1993, s. 108-9, 15355.; Aile Sağlığı Ansiklopedisi,
haz. Sefa Saygılı vd., Timaş Yayınları, İstanbul 1992, s. 314-15.
[98] Şifâ, I/91.; İbn İshâk, s. 28 (32. fıkra);
Abdurrezzâk b. Hemmâm, el-Musannef, V/318, no: 9718.; İbn Sa’d, I/102, 150-1.;
Beyhakî, I/136.; Heysemî, VIII/221.; Suyûtî, el-Hasâisu’l-Kubrâ, I/93.
[99] Şifâ, I/321.; İbn Vâdıh el-Ahbârî, Ahmed b. Ebî
Ya’kûb, Târîhu’l-Ya’kûbî, I-III, Necef 1358/1938, II/6.; Beyhakî, I/113.;
Suyûtî, el-Hasâisu’l-Kubrâ, I/80.
[100] Bkz. Hafâcî, II/226-7.; Ali el-Kârî,
Şerhu’ş-Şifâ, I-II, nşr. Abdullah Muhammed el-Halîlî, I. bsk.,
Dâru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut-Lübnan 2001, I/236, 750.; Kur’ân ve sünnet
ışığında! bir siyer çalışmasına imza atan Muhammed b. Muhammed Ebû Şehbe ise,
bu tarzda kaydettiği rivayetlere şaşırtıcı bir yaklaşımda bulunmuştur. Ona
göre, Hz. Âmine’den çıkan nûr, nübüvvet ve risâlet nûrudur. Dizlerini yere
koyması, Rabbine karşı tevâzu’unun şiddetine; başını semâya kaldırması ise,
Rabbine olan tevekkülünün büyüklüğüne birer işarettirler! Bkz.
es-Sîretu’n-Nebeviyye fî Dav’i’l-Kur’ân ve’s-Sunne, I-II, IV. bsk.,
Dâru’l-Kalem, Dımaşk 1997, I/174. (1. dipnot)
[101] Şifâ, I/152.; İbn Vâdıh el-Ahbârî, II/6.
[102] Şifâ, I/321.
[103] Şifâ, I/321.; İbn
Sa’d, I/102.; Ebû Nu’aym, I/157.; Beyhakî, I/183-4.; Şâmî, biri hamileyken,
diğeri ise doğum esnasında olmak üzere Hz. Âmine’den çıkan bu nûrun iki kere
meydana gelmesinde, herhangi bir mâninin bulunmadığını! ve dolayısıyla bu
rivayetlerde teâruzdan da bahsedilemeyeceğini zikreder. Bkz. Şâmî, Muhammed b.
Yûsuf, Subulu’l-Hudâ ve’r-Reşâd fî Sîreti Hayri’l-İbâd, I-XII, thk. Âdil Ahmed
Abdulmevcûd, Ali Muhammed Muavvaz, I. bsk., Dâru’l-Kutubi’l-İlmiyye,
Beyrut-Lübnan 1993, I/329.
[104] Şifâ, I/321.; Ebû Nu’aym, I/135.; Beyhakî,
I/111;
[105] Şifâ’nın ebelik yaptığı anlaşılıyor. Buna göre
mânâyı şöyle de verebiliriz: Onun (a.s) doğumunu yaptırdığımda..
[106] Şifâ, I/321.; Ebû Nu’aym, I/136.; Beyhakî,
I/84.
[107] Şifâ, I/67.; Ebû Nu’aym, I/154-5.
[108] İbn Kayyım el-Cevziyye, Zâdu’l-Me’âd fî Hedyi
Hayri’l-İbâd, çev. Şükrü Özen, İklim Yay., İstanbul 1988, I/78-79.; Demiryürek,
Erol, Hz. Peygamber’in Doğumu İle İlgili Rivayetlerin Değerlendirilmesi,
(Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), İstanbul 2001, s. 46-47.; Uyar, Gülgün, Hz.
Muhammed’in Risâlet Öncesi Hayatına Dair Bazı Rivâyet Farklarının Tesbiti,
(Yayınlanmamış
Yüksek Lisans Tezi), İstanbul 1993, s. 32-34.; Dedesi Abdulmuttalib’in ziyafet
verişiyle iligili olarak bkz. Ebû Nu’aym, I/138.
[109] Nesâî, Sunenu’n-Nesâî, (Suyûtî’nin Şerh’i ve
İmam Sindî’nin Hâşiye’siyle beraber), I-VIII, çev. Heyet, Kalem Yayıncılık,
İstanbul 1981, Tahâret 9, 10, 11. (I/32-33.)
[110] Nesâî, Zînet 1. (VIII/585-6.)
[111] Şâmî, I/347-8.
[112] Peygamber sünnetliliği hakkında bkz.www.asg.com.tr; www.doktorhakan.com/osa/ec/eg14.html; www.cocukcerrahisi.tripod.com/sorucevap/;www.estetikonline.com/urogenitalcerrahi.htm; Günümüz
akademisyenlerinden de Hz. Peygamber’in sünnetli doğduğuna kâil olanlar
mevcuttur. Meselâ bkz. Bayraktar, İbrahim, Hz. Peygamber’in Şemâili, s. 58-60,
214.; Demiryürek, s. 47.; Uyar, s. 33-4.
[113] İbn Kayyım el-Cevziyye, I/78-9.
[115] Zehebî,
Telhîsu’l-Mustedrek (Hâkim’in Mustedrek’i ile birlikte), I-IV, nşr. Yûsuf
Abdurrahman el-Mer’aşlî, Beyrut, t.y., II/602.; İzmirli İsmail Hakkı da:
“Nebiyy-i Zîşân Efendimiz Hazretlerinin sünnetli doğması hakkında hiçbir şey
sâbit değildir” demektedir. Siyer-i Celîle-i Nebeviye, haz. İsmail Hakkı Uca,
Esra Yayınları, İstanbul 1996, s. 115.
[116] Erul, “Hz. Peygamber’in Risâlet Öncesi’, s. 37-38.; Ahatlı,
Erdinç, Peygamberlik ve Hz. Muhammed’in Peygamberliği, I. bsk., Değişim Yay.,
İstanbul 2002, s. 108-111.
[117] Şifâ, I/152-3.; Göğsün yarılması hâdisesiyle
ilgili rivayetler için bkz. Muslim, İmân 261; İbn Sa’d, I/112.; Ebû Nu’aym,
I/161, 220-2.; Beyhakî, I/146.
[118] Şifâ, I/157, 168.
[119] Şifâ, I/158, 165.
[120] Şifâ, II/118, 249.
[121] Bkz. İbn Kesîr, IV/525.
[122] Şifâ, I/26-7.
[123] Şifâ, I/172.
[124] Bkz. Ahatlı, s. 118-137.; Uyar, 37-45.
[125] Erul, “Hz. Peygamber’in Risâlet Öncesi”, s. 39-40.
[126] Şifâ, I/322.; Halebî, Ali b. Burhâniddîn,
es-Sîretu’l-Halebiyye fî Sîreti’l-Emîni’l-Me’mûn, I-III, Dâru’l-Ma’rife, Beyrut
1980, III/381.; Ali el-Kârî, bu rivayeti de tenkidsiz geçiştirmiştir. Bkz.
Şerhu’ş-Şifâ, I/754-5.
[127] Şifâ, I/322.; İbnu’l-Mulekkın, Ömer b. Ali,
Ğâyetu’s-Sûl fî Hasâisi’r-Rasûl, thk. Abdullah Bahruddîn Abdullah,
Dâru’l-Beşâiri’l-İslâmiyye, I. bsk., Beyrut 1993, s. 303.; Suyûtî,
el-Hasâisu’l-Kubrâ, I/117.; Halebî, 3/381.; Ali el-Kârî, ondaki bu özelliğin
“gizli olmadığını” yani bilinen bir şey olduğunu söylemektedir. Şerhu’ş-Şifâ,
I/755.
[128] Şifâ, I/271.; İbn Hişâm, I/218.; İbn Sa’d,
I/120-1.; Tirmizî, Menâkıb 3.; Ebû Nu’aym, I/168 vd.; Bulutun gölgelemesi ile
ilgili olarak ayrıca bkz. I/62., Ahmet Önkal ise, Rahip Bahîra kıssasını
eleştirir ve bu tarz rivayetlerin doğru kabul edilmesinin mümkün olmadığını
ifade eder. Bkz. Önkal, “İslâm Tarihçiliğinde Tarafsızlık Problemi”, İslamî Araştırmalar,
cilt. 6, sayı. 3, 1992, s. 193.
[129] Şifâ, I/322.; İbn Sa’d, I/130-1.
[130] Şifâ, I/322.; Halebî, I/218.
[131] Mütercim Abdulhâlik Bakır, Medîne’de
beklenildiği tarzında çeviri yapmış olmakla birlikte, buranın Kuba Köyü olması
daha uygundur. Zira, Medîne’ye daha önce hicret etmiş Müslümanların bulunması,
onun tanınmaması ihtimalini zayıflatmaktadır. Bkz. Halîfe b. Hayyât, Târihu
Halife b. Hayyât, çev. Abdulhâlik Bakır, Ankara 2001, s. 79-80.; Nitekim İbn
Hişâm da bu olayı “Kuba’ya Gelişi” başlığı altında vermiştir. İbn Hişâm,
II/106.
[132] Halîfe b. Hayyât, s. 79-80.; İbn Hişâm,
II/106.; İzmirli de, bulutun Hz. Peygamber’i gölgelendirmesiyle ilgili
rivayetleri münker olarak değerlendirir. Siyer-i Celîle-i Nebeviye, s. 115116.
[133] Önkal, s. 193.; Zikredilen rivayetlerin
eleştirisi için bkz. Ahatlı, s. 138-151.
[134] Önkal, s. 193.
[135] Bkz. Mer’î b. Yûsuf el-Makdisî, el-Fevâidu’l-Mevzû’a,
s. 51.
[136] Şifâ, I/65.; Muslim, Fezâil 83, 85.; Ebû
Nu’aym, II/443.
[137] Şifâ, I/65.; İbnu’l-Mulekkın, s. 299.
[138] Şifâ, I/65-6.; İbn Sa’d, I/171.; Ebû Nu’aym,
II/444.; Suyûtî, el-Hasâisu’l-Kubrâ, I/121.
[139] Şifâ, I/66.
[140] Şifâ, I/66.
[141] Şifâ, I/65.; Aclûnî, I/258 (no: 920)
[142] Ünal, İsmail Hakkı, “Seçmeci ve Eleştirel Yaklaşım veya
Hz. Peygamber’i (s.a.v) Anlamak”, İslâmî Araştırmalar, cilt. 10, sayı. 1, 1997,
s. 47.
[143] Bkz. Nesâî, Zînet 31, 75.; İbn Sa’d, I/398-9.
[144] Şifâ, II/179.; Ayrıca bkz. Ünal, s. 47 (79.
dipnot)
[145] Hûd, 11/25-27.
[146] İbn Hişâm, I/373.; Buhârî, Bed’u’l-Vahy 1.
[147] Şuarâ, 26/219.
[148] Şifâ, I/68.; el-Humeydî, Abdullah b. Zubeyr,
Musmedu’l-Humeydî, I-II, thk. Habîburrahmân el-A’zamî, Dâru’l-Kutubi’l-İlmiyye,
Mektebetu’l-Mutenebbî, Beyrut-Kahire, t.y., II/427, no: 962.; Taberî, XIX/124.;
Kurtubî, XIII/144.
[149] Şifâ, I/68.; Mâlik b. Enes, Muvatta’, I-II,
nşr. M. Fuâd Abdulbâkî, Dâru İhyâi’t-Turâsi’l-Arabî, 1951, Kitâbu Kasri’s-Salât
fi’s-Sefer, 70 (I/167, 23. bâb)
[150] Şifâ, I/68.; Buhârî, Salât 71.; Eymân 3.; Ezân
88.; Muslim, Kitâbu’s-Salât 110.; Nesâî, İftitâh 150.
[151] Şifâ, I/69.; Muslim, Salât 87-9.; İbn Huzeyme,
Muhammed b. İshâk, Sahîhu İbn Huzeyme, I-IV, thk. Muhammed Mustafa el-A’zamî,
el-Mektebetu’l-İslâmî, Beyrut 1970, II/42 (no: 872)
[152] Şifâ, I/69.; Muslim, Salât 87-9.
[153] Şifâ, I/69.; İbn Kesîr, II/247.; Heysemî,
VIII/203.
[154] Şifâ, I/69.; Şifâ muhakkiki Huseyn
Abdulhamîd Nîl de, Hz. Peygamber’in “kardeşiniz Necâşî vefat etmiştir. Haydi
kalkıp ona namaz kılınız” (Nesâî, Cenâiz 72.) sözünün böylesi uzak mesafeden
gözle görme özelliğinin Hz. Peygamber’de de varlığını ifade ettiğini
belirtmektedir! Şifa, I/69 (6. dipnot);
[155] Şifâ, I/69.; Nesâî, Cenâiz 72.
[156] Şifâ, I/69.; Kurtubî, XVII/82.; Kadı Iyâz, Hz.
Peygamber’in gayba dair bilgisini delillendirirken de Necâşî’nin vefatından
aynı gün haberdar olmasını zikreder. Bunun yanı sıra, Medîne ile Mûte arası bir
aylık yahut daha fazla bir mesafe olmasına rağmen, Hz. Peygamber’in Mûte’de
şehid düşen sahâbeyi de yine aynı gün bildirmesini kaydeder ki, bunlar hem onun
gayba muttali’ olduğunu hem de mesafelerin aradan kaldırılarak her şeyin onun
gözlerine gösterildiğini te’yid için kullanılır. Bkz. Şifâ, I/301.
[157] Tirmizî, Cenâiz 62.
[158] İbn Hişâm, IV/181-2.; İbn Kayyım el-Cevziyye,
IV/96-7.
[159] Suheylî, er-Ravdu’l-Unuf (İbn Hişâm’ın es-Sîretu’n-Nebeviyye’siyle birlikte), I-IV,
nşr. Mecdî b. Mansûr b. Seyyidi’ş-Şûrâ, I. bsk., Dâru’l-Kutubi’l-İlmiyye,
Beyrut-Lübnan 1997, II/107.
[160] Nesâî, İmâmet 27, 28.; Suyûtî, Nesâî Şerhi’nde
bu rivayetlerle ilgili şu izahı yapmaktadır: “Rasûlullah’ın (a.s), namaz
esnasında arkasındaki cemaatin neler yaptığını da görmesi, ona has bir mucize
ve Cenâb-ı Hakkın bir lütfudur. Kurtubî ve İbnu’l-Muneyyir, bu hadisin te’vil
edilmeyerek, hakiki mânâsında anlaşılması gerektiğini söylemişlerdir.” Bkz. Nesâî,
İmâmet 27 (II/489.)
[161] Bağcı, Hz. Peygamber’in Beşerî Yönü, s. 205.
[162] Yeni Hayat Ansiklopedisi, Doğan Kardeş
Yayınları, 1990, “Uyku” md., VI/3206.; Medicana Genel Sağlık Ansiklopedisi, I-XII,
Ana Yay., İstanbul 1993, “Uyku” md., XII/439.
[163] Bakara, 2/255.
[164] http://www.drtuncayfiliz.com/uyku.htm
(21.10.2004)
[165] Buhârî, Cum’a 40, 41.; Tirmizî, Salât 378.;
Nesâî, Zînet 119.
[166] Nebe’, 78/9.
[167] Şifâ, I/81.; Abdurrezzâk b. Hemmâm,
el-Musannef, III/38, no: 4711.; Ahmed b. Hanbel, I/220.; Muslim, Kitâbu
Salâti’l-Musâfinn ve Kasrihâ 119.; Nesâî, Kıyâmu’l-Leyl ve Tatavvu’u’n-Nehâr
36.; İbn Huzeyme, I/29-30 (no: 48-9), II/192 (no: 1166.)
[168] Şifâ, I/133.; Buhârî, Tevhîd 37.
[169] Şifâ, I/168.
[170] Şifâ, I/67.; Ahmed b. Hanbel, I/244.; Abd b.
Humeyd, Musnedu Abd b. Humeyd, thk. Subhî el-Bedrî es-Sâmerrâî, Mahmûd Muhammed
Halîl es-Sâ’îdî, Mektebetu’s-Sunne, I. bsk., Kahire 1988, s. 209 no: 616.;
Taberânî, el-Mu’cemu’l-Kebîr, XI/333 no: 11920.
[171] Şifâ, II/129, 159.; Mâlik b. Enes, Kitâbu
Vukûti’s-Salât 25, 26 (I/13-5, 6. bâb)
[172] Şifâ, II/160.; Rüya yoluyla Allah ile Hz.
Peygamber arasındaki İlâhî iletişimi yansıtan rivayetlerden bazıları için bkz.
Buhârî, Bed’u’l-Vahy 2., Teyemmüm 6, Leyletu’l-Kadr 2, Ezân 135.; Muslim, Salât
53.; Ayrıca Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. İbrahim (Saffât, 37/102-106.), Hz. Yûsuf’un
(Yûsuf, 12/4-6, 100.) ve Hz. Peygamberimizin (Kehf, 48/27.) rüyaları, bize
Allahu Teâlâ ile Peygamberleri arasında rüyanın bir iletişim vasıtası olduğu
hakikatini işaret etmektedir.
[174] Şifâ, II/160.
[175] Nesâî, Kıyâmu’l-Leyl ve Tatavvu’u’n-Nehâr
9.
[176] Şifâ, II/185.; Hz. Peygamber’in uykudayken
abdestinin bozulmadığına dair icmâmn varlığı iddiası için
bkz. Yardım, Ali, Peygamberimiz’in Şemâili, Erkam Yayınları, İstanbul 1998, s.
340.
[177] Tirmizî, Birr 57.
[178] Bkz. Bakara, 2/187, 223.; Nisâ, 4/1, 3.; Nûr,
24/32.; Rûm, 30/21.; Hucurât, 49/13.; Nesâî, Nikâh 3, 4.
[179] İsrâ, 17/93.
[180] Bkz. Hâkim
en-Neysâbûrî, I/228, no. 468.; Beyhakî, es-Sunenu’l-Kubrâ, I-X, thk. Muhammed
Abdulkâdir Atâ, Mektebetu Dâri’l-Bâz, Mekke 1414/1994, I/123, VII/300.; İbn
Hacer, Fethu’l- Bârî bi-Şerhi Sahîhi’l-Buhârî, I-XIII, el-Matbaatu’l-Hayriyye,
Kahire 1319/1901, IX/250.
[181] Bkz. Şifâ, I/83-4.; Nesâî, Kitâbu Işreti’n-Nisâ
1.
[182] Şifâ, I/84-5.
[183] Bkz. Nesâî, Nikâh 1.
[184] Buhârî, Gusl 12.;
Nesâî, Tahâret 170.; İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, I/262.
[185] Bkz. Hâris b. Ebî Usâme, el-Musned, I-II, thk.
Huseyn Ahmed Sâlih el-Bâkirî, el-Medînetu’l- Munevvere 1413/1992, II/877 no:
943.; Buhârî, Nikâh 101, Gusl 23.; İbn Hacer, cennet ehlinden her bir erkeğe;
yemede, içmede, cimâ’da ve şehvette 100 erkek gücü verildiğine dair gelen
rivayetleri dikkate alarak, Hz. peygamber’e 40 erkek gücü verildiğini de hesap
ile, onun (a.s) 40x100=4000 erkek gücüne sahip olduğunu (!) ve bunun da onun (a.s)“kemâl-i bünye ve sıhhat-i
zükûriyyet”ine bir delil olduğunu ifade etmektedir. Bkz. Fethu’l-Bârî, I/262.
[186] İbn Sa’d, VIII/173.
[187] Hz. Süleyman’ın cinsî gücü ile alâkalı
rivayetler için bkz. İbn Sa’d, VIII/202-3.; Buhârî, Nikâh 119., Keffâret 9.;
Muslim, Eymân 22, 24.; Tirmizî, Nuzûr 7.; Nesâî, Eymân ve’n-Nuzûr 40, 43.; Bu
tarz rivayetlerin sahih olmadığıyla ilgili değerlendirmeler için bkz. Aydemir,
Abdullah, İslâmî Kaynaklara Göre Peygamberler, TDV. Yay., Ankara, t.y., s.
187-9.
[188] İbn Sa’d, VIII/202.
[189] Heysemî, VIII/269.
[190] Sakallı, Talat, Aynî’nin Hadis Kültüründeki
Yeri, Ankara 1987, s. 81., (Yayınlanmamış Doktora Tezi)
[191] Enbiyâ, 21/34-5.
[192] İbn Hişâm, IV/306, 308.; İbn Sa’d, II/205-10,
235-7.
[193] İbn Hişâm, IV/312-3.; İbn Sa’d, II/266-71.
[194] Şifâ, I/322.
[195] Şifâ, II/28.; Telîdî, Azrail’in izin istemesi
ile Rasûlullah’ın kabrinin açılması rivayetine “lâ asle leh”, Hızır ve
meleklerin ta’ziyesine ise “mevzû” kaydını düşmüştür. Krş. Telîdî, s. 27.;
Hızır’ın ta’ziyesiyle iligili olarak bkz. Ebû Nu’aym, II/565.
[196] Bu tarz örnekleri görmek için bkz. Topaloğlu,
Nuri, “Hazreti
Peygamber’in Zâtı ve Eşyası İle TeberrükMeselesi”, Hadis Tetkikleri
Dergisi, cilt. 1, sayı. 1, 2003, s. 71-95.
[197] Hatiboğlu, M. Said, “Kültürel Mirasımızı Tenkid
Zarûreti”, İslâmiyât, cilt. 1, sayı. 2, Ankara 1998, s. 8.
[198] Şifâ, I/109.; Ahmed b. Hanbel, III/137.; Abd b.
Humeyd, s. 380, no: 1274.
[199] Şifâ, I/65.; Muslim,
Fezâil 83, 85.; Ebû Nu’aym, II/443.
[200] Şifâ, I/289.
[201] Şifâ, II/42.; Ahmed b. Hanbel, IV/324, 330.;
Buhârî, Şurût 15.
[202] Şifâ, II/43.; İbn Sa’d, I/431.; Ahmed b.
Hanbel, III/133, 137.; Abd b. Humeyd, I/380, no: 1273.
[203] Şifâ, II/59.; Hâkim en-Neysâbûrî, III/589 no:
6181.
[204] Şifâ, II/59.; Hâlid b. Velîd’in külahı ile
ilgili rivayetler için bkz. Ebû Nu’aym, II/444-5.; Suyûtî, el-Hasâisu’l-Kubrâ,
I/117.
[205] Şifâ, II/59.; İbn Sa’d, I/254.
[206] Şifâ, I/200-214.
[207] Ebû Nu’aym, I/42.; Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ,
II/118-9 (no: 2005)
[208] Şifâ, I/211-2.; Kadı Iyâz’ın benzer
yorumları için bkz. Şifâ, I/23, 26, 37-38, 110.
[209] Örneğin bkz. İbn Himmât ed-Dımaşkî,
et-Tenkît ve’l-İfâde fî Tahrîri Ahâdîsi Hâtimeti Sifri’s- Se’âde, thk. Ahmed
Bezere, Beyrut 1987, s. 21-24.; İbn Arrâk, Ali b. Muhammed el-Kinânî,
Tenzîhu’ş-Şerî’ati’l-Merfû’a ani’l-Ahâdîsi’ş-Şenîati’l-Mevzû’a, I-II, thk.
Abdulvehhâb Abdullatîf, Abdullah Muhammed Sıddîk, Beyrut 1981, I/172-4, 197-8.;
Ali el-Kârî, el-Esrâru’l- Merfû’a, s. 412, 415.
[210] Arpaguş, s. 207.
[211] Ali el-Kârî, el-Esrâru’l-Merfû’a, s. 412,
415.; Hz. Peygamber’in isimleri ve bunlarla isimlenme noktasındaki bazı mevzû
rivayetler için bkz. Şevkânî, el-Fevâidu’l-Mecmû’a, s. 326, 328.; Mer’î b.
Yûsuf el-Makdisî, el-Fevâidu’l-Mevzû’a, s. 74.
[212] Şifâ, I/153.
[214] Şifâ, I/154.
[215] Şifâ, I/154.; İbn Sa’d, V/54.
[216] İsmet kavramının değişik tanımları ve hakim
anlayış için bkz. Yeşilyurt, Temel, Ebu’l-Berekât en-Nesefî ve İslâm
Düşüncesindeki Yeri (Bir Kelâmcı Olarak Nesefî), Kubbealtı Yayıncılık, Malatya
2000, s. 200 vd.; Bulut, Mehmet, Ehl-i Sünnet ve Şia’da İsmet İnancı, Risâle
Yayınları, İstanbul 1991, s. 25-6.; Sâbûnî, Muhammed Ali, en-Nubuvve
ve’l-Enbiyâ, el-Mektebetu’l- Asriyye, Beyrut 2003, s. 72 vd.; Bulut, Mehmet, “İsmet”, DİA, İstanbul 2001, XXIII/134-6.
[217] Şifâ, II/117.
[218] Şifâ, II/118, 121, 134.; İbn Sa’d, I/158.;
Ebû Nu’aym, I/186-8.
[219] Şifâ, II/153.
[220] Şifâ, II/153.; Râzî, Fahreddîn, Me’âlimu
Usûli’d-Dîn, çev. Nâdim Macit (İslâm İnancının Ana Konuları), İhtar Yayıncılık,
Erzurum 1996, s. 101.
[221] Şifâ, II/106, 130-31, 133-34.
[222] Şifâ, II/142.
[223] Şifâ, II/144-5.; Harpûtî, Abdullatif,
Tenkîhu’l-Kelâm fî Akâid-i Ehli’l-İslâm (Kelâmî Perspektiften İslâmî İnanç
Esasları), çev. Fikret Karaman, İbrahim Özdemir, TDV. Elazığ Şb. Yay., Elazığ
2000, s. 236-7.
[224] Şifâ, II/141.
[225] Şifâ, II/122.; Örneğin, Hz. Peygamber’in
Bedir harbi öncesinde ordunun mevzileneceği mevkinin tayininde kendi görüşünü
terk edip Hubâb b. el-Munzir’in kanaatine tâbi olması ve Medine’deki hurmaların
aşılanması ile ilgili kanaatinde yanılmasına dair bkz. Vâkıdî, I/53.; İbn
Hişâm, II/232.; Muslim, Fezâil 38.
[226] Vâkıdî, I/105, 107-110.
[227] Şifâ, II/122-3.
[228] Râzî, Fahreddîn, Kelâm’a Giriş
(el-Muhassal), çev. Hüseyin Atay, I. bsk., Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara
2002, s. 244.
[229] Bulut, İsmet İnancı, s. 29.
[230] Bulut, İsmet İnancı, s. 29.
[231] Nûreddin Sâbûnî, Mâturîdiyye Akaidi, çev.
Bekir Topaloğlu, DİB.Yay., s. 121-2.; Harpûtî, s. 236. Bulut, İsmet İnancı, s.
27.
[232] Bkz. Bağcı, Hz. Peygamber’in Beşerî Yönü,
s. 365.
[233] Şifâ, II/143.; Nesâî, Kitâbu’s-Sehv 22, 23
ve benzer bir hâdise için 25, 26.
[234] Şifâ, II/143.
[235] Krş. Nesâî, Kitâbu’s-Sehv, 22.
[236] Nesâî, İmâmet 14.
[237] Bkz. Enfâl, 8/67-8.; Tevbe, 9/43.Yûnus,
10/99.; Ahzâb, 33/37.; Abese, 80/1-10.; Hûd, 11/12.
[238] Akbulut, Ahmed, Nübüvvet Meselesi Üzerine,
Birleşik Kitabevi, Ankara 1992, s. 73.
[239] Mâlik b. Enes, Akdiye 1.; Nesâî, Kudât 13.
[240] Bkz. Akbulut, s. 69-79.; Erul, Sahabenin
Sünnet Anlayışı, s. 237-40.
[241] Hz. Peygamber’in ictihadıyla ilgili
eleştirel bir yaklaşım için bkz. Bağcı, Hz. Peygamber’in Beşerî Yönü, 335-57.
[242] Şifâ, I/221.; Ebû Ferhâ, Cemâl el-Huseynî,
Mîzânu’n-Nubuvve: el-Mu’cize, I. bsk., Dâru’l- Âfâki’l-Arabiyye, Kahire 1998,
s. 75-77.
[243] Şifâ, I/219.
[244] Şifâ, I/223.; Bulut, Halil İbrahim, Kur’ân
Işığında Mûcize ve Peygamber, Rağbet Yay., İstanbul 2002, s. 73-4.
[245] Şifâ, I/223-4.
[246] Şifâ, I/224.
[247] Şifâ, I/225, 254, 262.
[248] Buhârî, Salât 64, Buyû’ 32, Menâkıb 25; Ebû
Nu’aym, II/399-402.
[249] Şifâ, I/267-8.
[250] Şifâ, I/227-47.
[251] Zikredilen mu’cizelerle ilgili olarak bkz.
Ebû Nu’aym, I/279-81, II/325, 373-432.
[252] Şifâ, I/248-51.; Rivayetin mevzû olduğuna
dair bkz. Şevkânî, el-Fevâidu’l-Mecmû’a, s. 350-1.; Mer’î b. Yûsuf el-Makdisî,
el-Fevâidu’l-Mevzû’a, s. 100-1.
[253] Şifâ, I/252-4.
[254] Şifâ, I/255-7.
[255] Şifâ, I/258-62.
[256] Şifâ, I/263-6.
[257] Şifâ, I/267-8.
[258] Şifâ, I/269-71.
[259] Şifâ, I/272-6.
[260] Şifâ, I/276.
[261] Şifâ, I/277-80.
[262] Şifâ, I/281-3.
[263] Şifâ, I/284-7.
[264] Şifâ, I/288-91.
[265] Şifâ, I/292-303.
[266] Şifâ, I/304-9.
[267] Şifâ, I/310-5.
[268] Şifâ, I/316-8.
[269] Şifâ, I/319-20.
[270] Bu tarz hâdiselerin mu’cize olarak kabulüne
dair bkz. Habeşî, Fethullah el-Hafnâvî, Mu’cizâtu Muhammed Kable’n-Nubuvve,
İskenderiye 1989; Mu’cizâtu Muhammed Ba’de’n-Nubuvve,
İskenderiye, t.y.; Âsârî, Zeynuddîn Şa’bân b. Muhammed, Hamsetu
Nusûs İslâmiyye Nâdira - fî Mu’cizâti’r-Rasûl ve Fedâilih ve Fadli’s-Salât
ve’s-Selâm Aleyh, nşr. Hilâl Nâcî, I. bsk., Dâru’l Ğarbi’l-İslâmî,
Beyrut-Lübnan 1990, s. 15-20.
[271] Bkz. Öner, Necati, Felsefe Yolunda Düşünceler,
MEB. Yay., İstanbul 1995, s. 116.
[272] Farklı tarifleri görmek için bkz. Bulut,
Halil İbrahim, Mûcize ve Peygamber, s. 23-4.; Ebû Ferhâ, s. 14-5.
[273] Bu hususlarla ilgili geniş bilgi için bkz.
Bulut, Halil İbrahim, Mûcize ve Peygamber, s. 43-56.; Yeşilyurt, Temel, s.
196-8.; Bebek, Adil, “Kelâm Literatürü Işığında Mûcize
ve Hz. Muhammed’e Nisbet Edilen Hissî Mûcizelerin Değerlendirilmesi”,
MÜİFD, sayı. 18, 2000, s. 122-4.; Ebû Ferhâ, s. 19-74.
[274] Bu kanaati paylaşan ilim adamları olarak
bkz. Akbulut, s. 31.; Şelebî, Ahmed, Mevsû’atu’t- Târîhi’l-İslâmî, II. bsk.,
Mektebetu’n-Nahdati’l-Mısriyye, Kahire 1984, I/410.; Bulut, Halil İbrahim,
Mûcize ve Peygamber, s. 259.; Bebek, s. 148.; İzzet Derveze, II/263, 270.;
Şevkî Dayf, Muhammed Hâtemu’l-Murselîn, Dâru’l-Maârif, Kahire, t.y., s. 118.;
Erkol, Ahmet, “Hz. Peygamber ’in Mu ’cizesi Meselesi ve Nübüvvetin İsbatında
İnşikâk-ı Kamer (Ayın Yarılması) Hâdisesi İle İlgili Bir Değerlendirme”, DÜİFD, Diyarbakır 1999, I/ 293.; Yar, Erkan,
“Müslüman
Düşüncesinde Olağanüstülük”, FÜİFD, sayı. 4, Elazığ 1999, s. 208.
[275] Mu’cize-ortam ilişkisine dair bkz. Bulut,
Halil İbrahim, “Sünnî Gelenekte Mûcize Kavramı ve Hz. Salih ’in Deve Mûcizesi”, Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi
(Sanal Dergi), yıl. 4, sayı. 2, 2004, s. 137-150.
[276] İsrâ, 17/88.
[277] Hûd, 11/13.
[278] Yûnus, 10/38.
[279] Bakara, 2/23-4.
[280] Bkz. Âl-i İmrân, 3/49-50.; A’râf, 7/73-9.;
Hûd, 11/32-48, 59-60, 88-95.; Şuarâ, 26/32-3, 43-5, 117121, 167-174, 185-190.;
Zâriyât, 51/41-2.; Hâkka, 69/6-8.;
[281] En’âm, 6/35.
[282] Hicr, 15/14-5.
[283] Ra’d, 13/7.
[284] Şuarâ, 26/3-4.
[285] Kasas, 28/48.
[286] İsrâ, 17/59.
[287] Ankebût, 29/48-51.
[289] Buhârî, Fedâilu’l-Kur’ân 1.; Muslim, İman
239.
[290] Bebek, s. 146.; Akbulut, s. 32-5.; Şelebî,
I/229-49.
[291] Kamer, 54/1.
[292] Bebek, s. 130-2.; İzzet Derveze, II/271-3.;
Erkol, s. 288-92.
[293] İzzet Derveze, II/274.
[294] Rivayetin tenkidi için bkz. Hatiboğlu,
Mehmed Said, “Büyük Âlimler - Büyük Hatalar, Redd-i ŞemsRivâyeti ve Bir
Zihniyetin Tahlili”,
İslâmiyât, cilt. 2, sayı. 1, Ankara 1999, s. 7-13.
[295] İslâmî İlimlere Giriş, çev. Muharrem Tan,
İnsan Yayınları, İstanbul 1994, s. 87.
[296] Şelebî, I/410-5.; Bebek, s. 148.
[297] Bkz. Şengül, İdris, “Kur’ân’da Mu’cize ve Hz.
Muhammed’in Mu’cizeleri - 2”, Yeni Ümit, yıl. 10, sayı. 38, 1997, s. 45-6.
[298] Karadeniz, Osman, İlim ve Din Açısından
Mu’cize, Marifet Yayınları, İstanbul 1999, s. 241.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar