[FÜTÛHÂT-I MEKKİYYE'NİN] ALTMIŞ ALTINCI KISMI
Rahman ve
Rahim Olan Allah Teâlâ’nın Adıyla
VASIL
Kabe’deki Yaşadıklarımın Anlatılması
Kabe’ye geldiğimde
Hacer-i Esved’i öptüm ve tavafa başladım. Hacer’in ardında Mizab’m
karşısındayken Kâbe’ye baktım ve kendisini gördüm. Sanki, örtüleri toplanmış
gibi geldi bana. Temellerinden yükselmiş bir halde, tavaf ederken Şam Rüknü’ne
ulaştığımda sanki beni uzaklaştırmaya ve beni kendisini tavaf etmekten kovmaya
hazırlanmış gibiydi. Kulağımla duyacağım şekilde beni tehdit etti. Ben de,
şiddetli bir şekilde korkuya kapıldım. Allah Teâlâ, bana Kabe’den bir sıkıntı
ve öfke gösterdi. Bulunduğum yerden ayrılmaya güç yetiremedim. Tepkisi Hacer’e
düşsün diye, hacer’i adeta benimle Kâbe arasındaki bir siper edindim. .
VAllah Teâlâi, Kâbe’yi duyuyordum,
bana şöyle diyordu: ‘Gel de, sana ne yapacağımı gör! Sen benim kadrimi ne kadar
da düşürdün. Ademoğlunu nasıl yükseltirsin? Arifleri benden ve izzet sahibi
olana karşı nasıl üstün tutarsın? Beni tavaf etmene izin vermiyorum.
Bunun üzerine kendime döndüm, Allah
Teâlâ’nın beni terbiye ettiğini anladım. Bu nedenle Allah Teâlâ’ya şükrettim,
duyduğum korku kayboldu. Allah Teâlâ’ya yemin olsun ki, Kâbe temelleriyle
birlikte yerden yükselmiş gibi geliyordu bana. Adeta insan yerden kalkarken
elbisesini topladığı gibi Kâbe de örtüsünü toplamışa. Ben öyle zannediyordum.
Kâbe, bana saldırmak üzere, örtülerini üzerine toplamıştı. O, kendisinden daha
güzelini görmediğim akıcı bir suretteydi. Ondan daha güzel bir şey de
düşünülemezdi. İçinde bulunduğum durumda kendisine hitap ederek, birkaç
mısrayla Kâbe’ye hitap ettim, kendisinde gördüğüm zorluktan Kâbe’yi kurtarmak
istedim. Bu mısralarla Kâbe’yi sürekli övüyordum. O da genişliyor, temelleriyle
birlikte yerine yerleşiyor, duyduklarıyla seviniyordu. En sonunda, daha önce
bulunduğu yerine döndü ve bana güven verdi, tavaf etmemi işaret buyurdu.
Ben de, komşu olarak kendimi (ona
doğru) attım. Her bir eklemim içinde bulunulan halin etkisiyle titriyordu.
Sonunda benden ve organlarımın uyumundan Mutlu oldu. Hacer’i öperken tevhit
tanıklığını ona bıraktım. Kendisini söylerken bu tanıklık, bir melek suretinde
çıktı, ben de gözlerimle onu seyrediyordum. Hacer-i esved’de bir tak gibi
açıldı. Hacer’in boyuna baktım, bir arşın olduğunu gördüm. Ardından, Kâbe
yarıklığında onu gören olup olmadığını sordum. Sonra gümüşle yapıldı ve
düzeltildi. Sonra bana şöyle dedi: ‘Onu, söylediğin gibi, bir arşın boyunda
gördüm. Ben tanıklığın (şehadeti) top şekline dönüştüğünü görmüştüm ve Hacer’in
dibine yerleşmişti. Hacer de, onun üzerine tam olarak oturdu ve bu tak'ı
kapattı. Ben ise, kendisini seyrediyordum. Bunun üzerine Kâbe bana şöyle dedi:
‘Bu bendeki bir emanettir, onu senin için kıyamet gününe götüreceğim. Allah
Teâlâ katında senin lehine onunla tanıklık edeceğim.’ Ben, kendisini duyarken
taşın bana söylediği söz buydu. Ben de bu konuda Allah Teâlâ’ya şükrettim.
Bu esnada, benimle onun arasında
barış gerçekleşti. Bu yedi mektupla kendisine hitap ettim. Benden dolayı
sevindi ve mutluluğu arttı. En sonunda Kâbe’den bana keşf ehli salih bir adamın
düiyle bir müjde geldi. Onun benimle Kâbe arasında belirttiğimiz hususta bir
bilgisi yoktur. Bana şöyle dedi: ‘Dün gece Kâbe’yi rüyamda gördüm. Bana şöyle
diyordu. Ey Abdülvahid! Bu haremde şu adamdan başka beni tavaf eden yok.’
Senin adını bana söyledi. ‘İnsanların nereye gittiğini bilmiyorum.’ Sonra
rüyamda bana gösterildin. Yalnız başına Kâbe’yi tavaf ediyor, tavafta kimseyi
kendinle beraber görmüyordun. Rüyayı gören kişi şöyle dedi: Kâbe bana şöyle
dedi. Ona bak. Beni tavaf eden başkasını görüyor musun? Hayır, Vallahigörmüyorsun.
Onu ben de görmüyorum dedim. Bunun üzerine o adamdan gelen böyle bir müjde
karşılığında Allah Teâlâ’ya şükrettim ve Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in
‘Müslüman bir
adamın gördüğü ve kendi adına görülen
salih rüyayla ilgili sözünü hatırladım.
Sayesinde Kabe’den ayrılmaya
çalıştığım mısralar şunlardı:
Komşuyla kalbim komşu oldu
Düşmanların oku kendisine geldiğinde.
Ey Allah Teâlâ’nın
kullarına rahmeti! ,
Allah Teâlâ seni donuklara
bıraktı
Ey Rabbimin evi, ey kalbimin
nuru.
Ey göz aydınlığı, ey kalbim!
Ey varlık kalbinin gerçek sırrı .
Ey haremim, ey sevgimin
safası!
Ey her bölgeden ve her
vadiden Kendisine yönelinen kıble!
Gökteki kalıcılar da sana
yönelir Yerdeki faniler de sana yönelir
Ey Allah Teâlâ’nın Kâbe’si!
Hayatım Mutluluk yolum! Doğruluğum.
Allah Teâlâ sana bütün
güveni verdi Gelecek hakkmda korkulardan güveni.
Sende saygın makam vardır
Kullar adına mutluluklar
sende çiçeklenir.
O mübarek sağ el şendedir
Hatalarımın siyah bir elbise giydirdiği el.
Sende arzusuna uyan kişi
suçludur Kıyamet günü o mutlu olur
Ona arzu duyan bazı nefsler
ölmüştür Arzu ve uzaklık acısından
Hüzünden
onlara ulaşmış olan atidir bu.
Demir
elbisesi giymiş gibidir.
Allah
Teâlâ’nın onun üzerinde bir nuru vardır
Onu ancak
mahzun olarak görür
Göze
sürme çekmiş bir halde.
Yediyi
takip ederek yedi kez takip eder.
Çağıranın
gecenin başından.
Bir ibretle
ki kesintisi yoktur
Çalışmanın
ardında, vecdin rehinidir
Yardım
diler iken onu işittim
Hicr
yönünden Kalbimin iniltisiyle.
Kuşkusuz
gecemiz sona erdi
Arzularım
ise sona ermedi.
Allah Teâlâ Arş’ı kendisiyle
ilişkilendirmiş ve onu Rahman’ın istiva ettiği yer yaparak şöyle buyurmuştur: ‘Rahman
Arş üstüne istiva etti.’305 Melekleri ise Arşın etrafında tavaf
yapanlar saymıştır. Bu yönüyle onlar, hükümdarın askerlerine ve emirlerini
uygulamak için kapısında bekleyenlere benzer. Allah Teâlâ Kâbe’yi evi yapmış,
onu tavaf edenleri de bu tarzda nitelemiştir. Allah Teâlâ’nın evi ise, Arş’tan
olduğu kadar diğer ibadethanelerden ve on dört evden bir özellikle
farklılaşmıştır. Arş veya diğer evlerde bulunduğunun bize aktarılmadığı söz
konusu özellik, (Kâbe’deki) Hacer-i esved’in Allah Teâlâ’nın yeryüzündeki sağ
eli olmasıdır. Her şavt esnasında razı olarak ve sevinerek o ele biat ederiz
(Rıdvan biati). Bu sevinç, her şavt’ta lehimizde ve aleyhimizde gerçekleşen
davranışların kabul edilmesinden kaynaklanır. Lehimizde olanlarla ilgili
sevinme ve müjde, onlarm Allah Teâlâ tarafından kabul edilmesidir.
Aleyhimizdeki hakkındaki müjde ise, onlarm bağışlanmasıdır. Bir vakıada,
insanlar Kâbe’yi tavaf ederken ateşin alevinin onlarm ağızlarından uçuştuğunu
gördüm. Bu olayı, tavaf eden insanların uygunsuz şeyleri konuşması diye
yorumladım.
Sağ ele (Hacer-i esved) vardığımızda
-ki bir taştırAllah Teâlâ’dan kabul etmesini niyaz eder, ona biat eder ve
kendisine tamlama yapılan sağ elini, sevinç ve müjdelenmiş bir halde öperiz.
Bütün şavtlarda böyle yapılır. Kabe’de izdiham artarsa -ki bu sınırlı ve
duyulur bir surette tecelli etmesinden kaynaklanırkendisini öpmek
istediğimizi, fakat bunu yapamadığımızı işaret yoluyla kendisine bildiririz.
Artık, kendisini öpmek üzere sıranın bize gelmesini beklemeyiz. Çünkü bizden
böyle bir davranış istenilseydi, kendisine ulaşamadığımızda ona işaret etmekle
yetinmemiz emredilmezdi. Buradan, istenilen şeyin, yedi şavtta yürümenin
tamamlanması olduğunu öğrendik. Bu tavafları, ulaşma imkanı bulduğumuzda
Hacer’i öpme süresinin dışında herhangi bir duruş bölmemelidir. Biz Allah
Teâlâ’nın sağ elinin genel olduğunu biliyoruz. Onun avucundayızdır ve bizimle
O’nun arasında bir perde yoktur. Fakat sınırlı bir varlık mazharında ortaya
çıkağında -ki taş diye ifade edilirböyle isimlendirilen varlığın istidadı, sağ
elin onunla ortaya çıkmasıyla kendisini sınırlamış, sınırlılık ve darlık
meydana gelmiştir. Halbuki onun Allah Teâlâ’nın sağ eli olduğunda kuşku
duymayız. Fakat bu Allah Teâlâ’nın bildiği bir tarzdadır. Böylelikle nispetler
ve bağıntılar geçerli olmuştur.
Buradan varlıkta Allah Teâlâ’dan
başka bir şey bulunmadığı öğrenilir. Mümkün varlıklar ise, yolduk hallerinde
kalıcıdır. Onlar, hakikatleri üzerinde Allah Teâlâ için farklılaşmışlardır.
Akledilir bir mekan olmaksızın, Hakk onlarda zuhur eder. Böylelikle Allah Teâlâ,
mümkün varlığın suretinde zuhur eder. Söz konusu suret var olsaydı, hiç
kuşkusuz, duyuda o surete göre meydana gelirdi. Varlık durumunun ne kadar
şaşırtıcı olduğuna dikkat ediniz! Öyleyse varlık kazanan şey, varlık verenin
ta kendisidir. Bununla birlikte varlık kazanma, varlıktan başka bir şeydir ki,
o da surettir. Şu halde varlık kazanan zâhir (zuhur eden), veren ise varlığın
aynıdır. Çünkü zâhirin kendisiyle ortaya çıktığı suret, gerçekte mazharın
suretidir. Öyleyse zâhir ile ilişkilendirilen her hüküm, ondan meydana gelir.
Zâhir ise, zuhur ederek mazhara kendisine etki etme hükmü kazandırır. Bu
hüküm, daha önce kendisine ait değildi, çünkü ‘Zâhir vardı ve mazharın
suretinde tecelli ve suret yoktu.’
Bütün bunları sana tavaf edilenin ve
öpülen taşın ne olduğunu anlaman için açıkladım. Böylelikle sen, bu konuda
bildiğin şeye göre hareket edersin. Öyleyse senin bilgin suretinin aynıdır.
Ruhun da kıyamet günü orada diriltilecektir. Bu sayede ruhun büyük ziyarette
ayrışır. Şu halde dikkat çektiğim hususun bilgisini göz ardı etmemelisin.
FASIL
İÇİNDE VASIL
Tavafta Taş Atmanın Hükmü
Bazı
bilginlere göre taş atmak sünnettir.
Bu bilginler, bunu yapmayanın kan borcu (küçükbaş hayvan) olduğunu
söylemiştir. Bir görüş ise, fazilet olduğunu ileri sürer. Yapılmadığında bir
şey gerekmez. Burada kudüm tavafını kaistediyorum.
Remi (taş atma), iyiliği yaparken
diğerine acele etmektir. Öyleyse o iyilik içinde iyiliktir. Şu halde o, İlâhî
emrin bilgisini algılamada acele etmekten kaynaklanır. Çünkü Allah Teâlâ şöyle
buyurur: ‘Bizim emrimiz göz açıp kapatmak gibi tek bir
şeydir.’306 Çünkü
görmeden daha hızlı bir şey yoktur. Göz açma vakti uzakta bile olsa görülen
şeye ilişme zamanının aynısıdır. Duyudaki en uzak şey, menziller feleğinde
bulunan sabit yıldızlardır. Göz onlara baktığında, ışık kendilerine ilişir.
İşte duyunun hızı budur. Sınırlılıktan soyut olan manaların etkilerinin hızı
hakkmda ne söylenebilir ki? Hızın eşyadaki hükmü, başka şeylerin sahip olmadığı
bir etkidir. Buradan Hakkın bir şeye ol deyip onun da meydana gelmesinin anlamı
öğrenilir. Böylelikle, Hakkın ol sözünün vakti yaratılmış şeyin oluşma
vaktinin aynıdır. Bu nedenle,, hızı en iyi ifade eden ardışıklık belirten ‘f
harfidir. Bu nedenle emrin cevabında onu getirmiştir.
Alemin yaratılışı ve zuhurunun
tarzını, İlâhî emrin kendisine hızla nüfuz etmesini, baş gözü ve kalp
gözlerinin âlemden idrak ettiği şeyleri öğrenmek istersen şöyle bir örnek
düşünebilirsin: Havada kendisini döndürerek hareket ettiren bir insanın
elindeki meşalenin durumuna bakmalısın. Hareketin hızı, görenin gözünde bir
çizgi ve daire oluşturur. Çizgi olması, hareket ettirenin hareketi uzatmasına
veya herhangi bir şekilde oluşturmasına bağlıdır. Bu durumda, bir ateş dairesi
gördüğünden kuşku duymayacağın gibi ortada bir dairenin bulunmadığından da
kuşku duymazsın. Bu yanılgıyı senin gözünde meydana getiren şey, hareketin hızıdır.
Bu durum, ‘bizim işimiz’307 -ki ol sözüdür‘tektir’ tıpkı bir
ateş topu gibi ‘göz açıp kapatmak gibi’308
ayetinin anlamıdır. Bu ise, bir daire yok iken daire algılamaktır. Öyleyse bu,
gözün algılaması için ortaya çıkan yaratılmış surettir. Bu durumda sen, baş ve
kalp gözünle görmen ve düşünmen bakımından söz konusu şeyin yaratılmış
olduğuna hükmedersin. Bilginle ve keşfinle ise onun ‘kendisiyle yaratılan Hakk’
olduğuna hükmedersin. O, kendisi olmayan bir şeydir.
İşte bu varlığın kendisindeki
yokluktur. Bu idrakin ne kadar derin olduğuna bakınız. Bununla birlikte duyu,
onun sınırlı, yoğun ve eksik bir şekilde ortaya çıkma mekânıdır. Şu halde
Hakkın mertebesine göre durumun nasıl olduğunu zannedebilirsin! Yaratıklarının
hakikatlerinde kendisini kendisiyle konuşturanı tenzih ederim. Nitekim Allah
Teâlâ şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ’nın kelamını duysun diye
onu komşu edin.’309 Nitekim Allah
Teâlâ kulunun diliyle ‘O kendini hamd edeni duydu’ diye buyuruyor. Şu halde Allah
Teâlâ hem konuşan ve hem de dinleyendir. ‘Allah
Teâlâ’dan başka ilah yoktur, o aziz ve hakimdir:310
i t
Kardeşim! Düşünceni parlaklığı
esnasında şimşeğin durumunu
öğrenmeye ver! Şimşeğin parıltısı,
havanın aydınlanmasına, havanın şimşeğin ışığıyla aydınlanması ise, duyulur
şeylerin gözükmesine yol açar. Duyulurların ışık vasıtasıyla görülmesi ise,
gözün onları algılamasının sebebidir. Bütün bunlar, tek bir anda gerçekleşir.
Bununla birlikte sen, sebebin sebepliden önce geldiğini bilirsin. O halde
ışığın aydınlatma zamanı, havanın aydınlanma zamanıyla bir olduğu gibi bu zaman,
duyulurların görülme ve gözün ortaya çıkan şeyleri algılama zamanıdır. insanm
bir şey var veya yok demesi için, misaller veren ve benzerler yaratan Allah
Teâlâ münezzehtir!
İzzet celal ve kerem sahibi olanın
izzeti ne yücedir! Orada Allah Teâlâ’dan başkası yoktur. O, varlığı zorunlu.
Özüyle bir, isim ve hükümleriyle çoktur, aynı zamanda imkânsıza güç
yetirendir. Nasıl olur da imkâna ve mümküne güç yetiremezsin ki? Onlar Allah
Teâlâ’nın hükmünden meydana gelir. Allah Teâlâ’ya yemin olsun ki, O’ndan
başkası yoktur. Her şey Ondandır ve işin bütünü ona döner. Bu nedenle Şari,
remeli üç yapmıştır; ne fazla ne eksik! Birincisi kendisine, üçüncüsü ortaya
çıkana ait iken İkincisi ise ilk ve üçüncü arasında ondan ortaya çıkan şeyin
zuhur sebebidir. Bunun böyle olması, zorunludur.
Gördüğün
şeyi iyice incelediğinde, gördüğün şeyin orada bulunduğunu anlarsın. Böylece
aklın algısı, akledilir durumları bu şekilde üç4ü şekilli olarak ortaya koyar. Bunlar, amacı ortaya çıkartmak
için üç şeyden oluşmuş öncüldür. Aynı şey, duyuda geçerlidir. Duyu, duyulur ve
duyunun duyulara ilişmesi. Duyunun duyulara mı iliştiği, yoksa duyulurun
duyuya mı yansıdığı ise bilinmez. Akıl -yemin olsun kibu konuda eksik kalmış,
düşünce körelmiş, vehim şaşırmış anlayış ise çıkmaza girmiştir. Öyleyse iş
büyük, yükümlülük ağırdır. Şeriat ise inmiştir. Akıl kabul eder, emir
uygulanır. Hadiseler meydana gelir. Güçler ayaktadır. Teraziler konulmuştur.
Kelimeler tükenmez. Varlıklar uzaklaşmaz. «
Bu farklı bilinenle birlikte hiçbir
şey yoktur, hakikat tektir, iş birdir. Hayret, kendisiyle şaşıran olmazsa,
kendiliğinde hayrete düşer. Şu halde âlemin kendisiyle nitelenmiş olduğu
zannedilen hayret, zannedildiği gibi değildir. Bilakis o hayretin hayretidir.
Şu halde ancak o ve hayret vardır. Allah Teâlâ’ya yemin olsun ki diller
kalplerin bildiği şeyi iade etmekten perdelenmiştir. Allah Teâlâ’ya yemin olsun
Ki, kalpler işi bulunduğu hal üzere anlamaktan perdelenmiştir. Şu halde onların
şaşırıp şaşırmadığını bilemezsin. Hayret vardır ve yeri bilinemez. Ayrıca
hayretin kim adına var olduğu, hükmünün kimde ortaya çıktığı da bilinmez. Allah
Teâlâ’dan başkası yoktur.
Allah Teâlâ’dan başkası
yoktur, O’ndan başkası yoktur ‘Vardır’ da yoktur, çünkü hakikat birdir
Bu nedenle zatlar hakkında
şöyle hüküm verdik:
Onlar var olmasa bile, Allah
Teâlâ’ya aittir ve Allah Teâlâ’ya secde eder.
Şeriat Bilginleri Mekkeliler Hakkında Görüş Ayrılığına Düşmüşlerdi: Acaba Hac Yaparken Remi Yaparlar
mı, Yapmazlar mı?
Bazı
bilginler Arafat’tan önceki her tavafta remel
yapılacağını söylemiştir. Bir grup ise, bunun müstehap olduğunu söylemiştir.
Bazı bilginler ise, Kâbe’yi tavaf ettiklerinde Mekkelilere remelin vacip
olmadığını söylemiştir. Bu ise, kendisinden aktarılan bir görüşe göre, İbn
Ömer’in mezhebidir.
Remelin illeti, daha önce
belirttiğimiz şey olduğu için, Mekkelilere ve diğerlerine remel gerekmiştir.
Özellikle insan, her nefes bir hüküm altındadır. Her nefes de gidicidir. Giden
herkes tavaf eder. Her gidiş tavafında ise bir remel vardır. Kendisine uymak
isteyen kimse için sünnet böyledir. Nefsinin gelişini ve insanın her an
yeniden yaratıldığını bilmeyen kimse ise, -ki insan yolduktan varlığa gelirona
tavafı gerekli görmez. Çünkü o, bu niteliğe zaten sahiptir. Nitekim onlar da
Mekkeli olan kimselerdir.
FASIL
İÇİNDE VASIL
Rükünlere Elle Dokunmak
Çoğunluğu
teşkil eden bilginler, iki rükne
elle dokunmanın yeterli olduğunu söylemiştir. Cabir ise şöyle demiştir: Tavaf
ederken bütün rükünlere dokunmayı gerekli görüyordu. Selef bilginlerinden bir
grup ise, şavtların tek sayılarında iki rükne elle dokunmanın müstehap olduğunu
söylemiştir. Bunlar birinci, üçüncü, beşinci ve yedinci şavtlardır. Bütün
bilginler, özellikle Hacer’i öpmenin sünnet olduğunda görüş birliğine
varmıştır. Fakat ikinci Yemen rüknünü öpmenin durumu hakkında ise görüş
ayrılığına düşmüşlerdir.
Bu noktada el sürmeye gelirsek, bu
biat etmek amacıyla rükne temas etmektir. Dolayısıyla hacer rüknünde olabilir.
Çünkü Hakk onu sağ eli yapmıştır. İnsan ona biat etmek üzere temas eder. Teması
biade görmek yerine, teberrük amaçlı gören kimse ise, bütün unsurlara eliyle
dokunur. Çünkü onlara dokunmak ve kendilerine yaklaşmak, bütünüyle berekettir.
Hacer ise, özellikle biat ve musafahaya ayrılmış, diğer rükünlerle beraber
berekette ortak olmuştur. Şu halde, rükün olmakla birlikte onda daha fazlası da
bulunur.
Hacer’i bir rükün olarak dikkate alan
kimse, onu elle dokunmada Yemen rüknü’ne ortak sayar. Üçüncü rükün ise,
hicir’de belirsizdir. Çünkü onun Kabe’de bir şekli yoktur. Şam ve Irak
rükünleri ise, konulmuş ille evin iki rüknü değillerdir. Onlar, Hakk
tarafından konulmuş olmadıkları için rükün sayılmamışlardır. Bu nedenle onlarm
hükmü, diğer iki rüknün hükmünden farklıdır.
Bütün fiillerin Allah Teâlâ’dan
olduğunu ve iki rükün ile hicirdeki üçüncü rüknü ilk vaz’ edilişi ile
belirleyenin ikincil vaz’ ile dört rüknü de belirleyen kimse olduğunu düşünür.
Çünkü Allah Teâlâ’dan başka onları koyan yoktur. Bu durumda rükün olmaları
bakımından hepsine temas eder. Bunlar Allah Teâlâ tarafından konulmuş
şeylerdir. Allah Teâlâ dilediği yaratıklarını onlarm elinde ortaya çıkartmak
üzere buna muvaffak kılar. Fakat onların rükün olmak bakımından öpme ve
musafaha da yerleri yoktur.
Şu halde tavaf eden insan hacer’i
öpüp sünnette belirtildiği gibi alnıyla üzerine secde ettiğinde, eliyle
kendisine dokunarak musafaha yaptığında onun rüknüne de elini sürmelidir.
Böylece bütün rükünlere el sürmüş olur. Bunu yapmazsa, el sürmemiş sayılır. Şu
var ki, Hacer-i evsedi rüknün taşlarından biri sayılabilir. Bu durumda ona
musafaha etmesi, temas yerine geçer.
FASIL
İÇİNDE VASIL
Tavaftan Sonra Rükû
Kabe’yi Yedi Kez Tavaf ettim ve rükû
ettim -
Halil’in makamına, sonra
döndüm
Yedi kez daha tavaf ettim ve
döndüm Halil’in makamına. Sonra rükû ettim
Ben böyle yaparken çağrıldım
Ey
kalplerin sevgilisi! Ben de duydum.
Ey kulcağızım, dedim, buyur
Rabbim işte Karşılık verdim, sonra itaat ettim
Benden istediklerinizi
emredin Kabul kapısı bende açıldı.
Bilginler, tavafın sünnetlerinden
birinin de tavaf tamamlandıktan sonra iki rekât namaz kılmak olduğunda görüş
birliğine varmıştır. Onlardan çoğunluğu, bunun yedi şavt tamamlandıktan sonra
yerine getirilmesi gerektiğini söylemiştir. Yediden fazla yapılsa da birdir.
Bir kısmı ise, yedi şavt arasının ayırt edilmemesini ve rükû ile bunların bölünmemesinin
de caiz olduğunu söylemiştir, insan her yediden sonra iki rekât rükû kılabilir.
Benim görüşüm, her yedi şavttan sonra namaz kılmanın daha uygun olduğudur.
Yedileri bir araya getirirse, tek şavtlardan sonra ayrılabilir. Çünkü Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem tavafı tek sayılardan sonra bitirdi. Çünkü o, yedi
şavttan veya tek bir tavaftan ayrılmıştır. Tavaf eden insan ilave yapar ve üç
yediden sonra ayrılırsa, toplam yirmi bir şavt yapmış sayılır. Bu durumda çift
olacağı için iki yediden sonra ayrılmaz. Çünkü iki tavafın şavt sayısı, on
dörttür ve bu çift sayıdır. Bu durumda her bakımdan tavafta Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in sünnetine aykırı davranmış olur.
Bilmelisin ki, tavaf, içinde
konuşabilen bir namaz sayılmıştır. Bununla birlikte tavafta rükû ve secde
yoktur. Nitekim cenaze namazı da rükû ve secdesiz olsa bile dince namaz diye
isimlendirilmiştir. Bir şeye ‘namaz’ denilmesini mümkün kılan en az ölçü,
rekâttır, o da tektir. Tavafa iki rekât eklendiğinde vitir olur. Örnek olarak
gündüz namazını tekleştiren akşam vitrini verebiliriz. Bu durumda tavaf, vitir
özelliğiyle farksız olan akşam namazına benzemiştir. Bu sayede Hakk kulun tekliğini
çifdeştirmiştir.
Dört sayısının kulun tekliğini
çiftleştirdiği söylenemez. Çünkü kulun gerçekte tekliği yoktur ve o
bileşiktir. Her bileşik yoksundur. Bu durumda kul kendisine dayanacağı teke
muhtaçtır. Hakk ise çift olamaz. Dolayısıyla Hakk hiçbir zaman üç, beş, yedi
vb. sayılara göre tektir. Hakk, dört, altı gibi çift olsaydı, dördün dördüncüsü
değil, üçün üçüncüsü olurdu. Hakk altının akıncısı veya dördün dördüncüsü
değildir Şu halde Hakkın özelliği kendinden kaynaklanır. Çünkü o, tekliğin
ilkesidir. Hakk zuhur ederek, tekliği her kime izafe edilmişse ortaya koymuştur.
Bu bakımdan üçün dördüncüsü denilirken dördün dördüncüsü denilemez. Üçün dördüncüsü
ise, bir olabilir.
Şu halde Hakkın tek veya çifte
gelmesi, birdir. Her ikisinde de durum aynıdır. Böyle bir durumda sen dördün
beşincisi dediğin gibi üçün dördüncüsü dersin. Dolayısıyla mutlak birlik her
durumda Haktan ayrılmaz. Bu ise, ‘Allah Teâlâ vardı ve Onunla birlikte başka
bir şey yoktu’ ifadesine benzer. Allah Teâlâ şimdi de olduğu hal üzeredir.
Burada şimdi sayıların yerini alır, sayıların bir kismı tek bir kısmı çifttir.
Hakla sayılara tamlama yaptığında, Onu onlardan birisi yapıp ikinin üçüncüsü,
üçün dördüncüsü de demezsin. Böylelikle Hakk özü gereği bütün sayılanlardan ve
yaratıklardan ayrılır. Bu noktada Hakk adına sabit bir hüküm olmadığı gibi
O’nun adına sabit bir âlem de yoktur. Âlem var olan bir şeydir. Öyleyse Hakka
özgü olan âlemin varhğında ve yolduğunda eşit ölçüde mutlak birliktir.
insanlar tavafı tek yaptıklarında,
tek olur; iki rekat eklediklerinde ise, vitir ortaya çıkar. Bu durum, tavafın
tek rekat yerini tutan bir namaz olması bakımındandır. Tavafı tamamlamak, yedi
tavafta Hacer öpüldüğü ve duyuyla temas edildiği için, yedi tavafın içerdiği
seldz secdenin varlığı nedeniyle dörtlü namazlara benzer. Bu sekiz yedi şavt ve
kendisini öperken Hacer’e secde etmekten ibarettir. Bunlar, başlarken ve tavaf
tamamlandığındaki öpmeyle her yedi şavtta sekiz öpmedir. Tavafını böyle yerine
getiren kişi, dört ye üç rekadı farz namazları yerine getirmiş sayılır.
Bunlarla, farz veya sünnet veya vacip namaz olan vitri birleştirir. En uygunu
tavaf eden kimsenin iki rekatı yedilerin dışında bırakmamasıdır ve onları
yediye tamamlandığında kılmasıdır. Tavafta bir şey okumayı doğru bulan Idşi,
namazda okumayı kabul eden kişi gibidir. Okumayan kişi ise, namazın okumaksızın
yeterli olduğunu düşünen kimse gibidir.
Bilmelisin ki, tavaftan sonraki bu
iki rekâtın nedeni tavaftır. Çünkü tavaf senin için yedi gökten ibaret olan
felekler makamındadır. Çünkü feleğe özgü dairesel bir şekle sahiptir. Felekler
de böyledir. Yedi dönüş tavafta ortaya çıktığında, yedi felek meydana getirir. Allah
Teâlâ her göğe ise emrini vahyetti. Bu durum, yalnız Allah Teâlâ’yı gerçekten
bilen insan varabilir. Allah Teâlâ seni feleklere özgü bu şavtların bilgisine
ulaştırdığında, tavaf etmiş sayılırsın. .
Allah Teâlâ göklerin hareketlerini
-ki onlar feleklerdirkendilerinden oluşacak şeyleri yaratmada unsurlarda etkin
yaptı. Sen ise, dört karışımdan oluştuğun için, bu durumda dört unsur
saydırsın. Bunların toplamı ise, senin bedeninden ibaret olan duyusal
varlığındır. Bu yedi feleğin hareketleri ise sende namazı meydana getirir.
Namaz, feleklerin hareketlerinden doğan senin unsurlarından doğmuştur. Namaz
ise, iki rekattır, çünkü oluşan yapı, iki şeyden büeşiktir. Beden ve nefs-i
natıka (düşünen nefs), o ise, düşünen canlıdır. Öyleyse birinci rekat, senin
hayvani yönüne, diğeri düşünen nefsine aittir. Bu nedenle Allah Teâlâ, namazı
yarısı kendine yarısına kuluna ait olmak üzere, ikiye ayırdı. Allah Teâlâ, bu
yedi dönüşün her bir dairesel hareketine ait namazda bir etki yarattı.
Böylelikle namazın onlardan meydana gediği öğrenilir. Namazda yedi bedensel yedi ruhanî
etki bulunur ki bunlar her yedi şavtın hareketierinden oluşmuştur, çünkü o,
kalıcı'bir şekddir. Manevi feleği ise, ancak varlıkların amellerden somut
olarak yaratddığını görenler görebilir.
Namazın yapısındaki cismani yedi eser
şunlardır: Birinci ayakta duruş, rükû, ikinci ayakta duruş -ki rükûdan kalkış,
secde, iki secde arasmda oturmak, ikinci secde ve teşehhüt için oturmak ve bu
hareketler esnasındaki cisimsel zikirlerdir. Bu hareketler esnasında yapılan
zikirler de yedidir: Bunlar, ruhani etkder saydır ve böylelikle namaz tamamlanmış
olur.
İnsanın yapısında Allah Teâlâ’nın
diğer yapısına üstün kdıp ayrıcalıklı Hakk getirdiği bir özellik vardır. Allah
Teâlâ onu insanın bünyesine imam yaptı. Bu organ, kalptir. Namaza da, onun en
yüksek yönünü teşkil eden bir özellik koydu. Bu ise, namaz kılanın ‘Allah Teâlâ
kendisini öveni duydu’ dediği harekettir. Namaz kılan, tıpkı bedeni yönetirken
kalbin Allah Teâlâ’nın vekili
olması gibi, namaz kılarken (bu övüşte) Allah Teâlâ’nın vekilidir. Bu özellik namazın en
şerefli parçasıdır, çünkü o, bir berzah mertebesinde Rabbini yüceltip
eğildikten sonra ayağa kalkıştır. Bu ise namazın en üstün yönüdür. Çünkü o,
secde ile ayakta duruş arasında iki hakikati ve iki ucu kendinde toplar. Bu
nedenle o, ayaktakinin hükmü ile secde edenin hükmüne sahiptir. Böylelikle iki
hükmü kendinde toplar.
Devri hareketin namazdaki okumadaki
etkisi yedilidir. Bu ise, tavafın her bir şavtından ortaya çıkmıştır. Bunlar,
iki yediyi (seb-i mesani) okumaktır ki kastedilen Fatiha Suresidir. Bu surenin
sultanı ise, ‘Ancak sana kulluk eder ve yalnız
senden yardım dileriz”'1 ayetidir. Çünkü o Allah Teâlâ ile
kulu arasındaki bir berzahtır. Dolayısıyla o da, tıpkı bir sultan gibi,
toplayıcıdır. Ondan önce gelen kısım, Allah Teâlâ’ya özgü iken sonra gelen
kısım kula özgüdür.
Makamların en üstünü bir ilah ve
meluhun veya rab ve merbubun kabul edilmesidir. Şu halde o, İlâhî mertebenin
kemalidir. Bu durumda o bizimle övülmüş ve biz ise O’nunla şeref
kazanmışsızdır. Dolayısıyla biz O’na aidiz ve O’nunla bilfiil varız.
Fatiha suresi yedi ayettir. Bu ise,
namazda okumanın yeterli olduğu suredir. Nasıl kul kendiliğinde feleğin
dairesine benzeyen yedi şavtı meydana getiriyorsa, zatında da bu yedi şavt
namazı meydana getirir. Onun zatında namaz, kemaliyle ortaya çıkar ve bunların
hiç birisinden bir şey zatının dışında kalmaz. Aynı şey Hakkın varlıklardaki
zuhurunda geçerlidir. Hakk kendisinde zuhur ettiği her varlığın istidadından farklı
bir hüküm kazanır, hakikat ise birdir. Böylece ona tavaf eden denilir. Bu
ismi, kendisine inşa etiği tavaf vermiştir. Aynı şekilde ona namaz kılan
denilir. Bunu ise, tavaf nedeniyle kıldığı namaz vermiştir. Şu halde O odur ve
başkası yoktur. '
Bizim gördüğümüzü sen de görseydin
Bizim gibi nitelerdin onu.
Dedik ki biz, 0, bir-çoktur.
Bildiğimizde böyle bildik O’nu ’
0
zuhur edendir. Hakikat O’ndan, nitelik bizden
Kitabın başında Hicr’de Ev’den kalan
kısımdan ve Allah Teâlâ’nın onu niçin orada bıraktığından söz etmiş, bu
noktada Hicr’in yükseltilmesinin ve içeri girmek isteyen kimse için açık
kapıdaki İlâhî tecellide bulunan İlâhî hikmeti açıklamıştık. Orası, Allah
Teâlâ’nın gerçek evidir. Ondan Beni Şeybe bekçilerinin ellerinde kalan şey,
Hicr’in sınırının içinde kaldı. Çünkü Beni Şeybe, yaratılmış bir sahibin
evindedir ve o sınırlı varlıktır. Dolayısıyla, sınırlı varlık ancak zatının
verdiği şeyi yapar (ki o da sınırlamadır). Peygamber hadisi bu konuda
meşhurdur. Halifeler ve emirler, Allah Teâlâ’nın bir ifadesinden habersiz
kalmıştır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, Beni Şeybe’den almış olduğu
evin anahtarını tuttuğunda, Allah Teâlâ kendisine şu ayeti indirdi: ‘Kuşkusuz
Allah Teâlâ size emanetleri ehline vermenizi emrediyor.’312 İnsanlar emanetin kapının bekçiliği
olduğunu zannetmişti. Halbuki emanet, Beni Şeybe ailesine ait evin anahtarıydı.
Bunun üzerine Peygamber, anahtarları onlara vermiş, bekçilik görevini onlara
bırakmıştı. Dileseydi, bu göreve başkasını getirirdi. İmam bir yarar gördüğü
işi yapma hakkına sahiptir. Fakat halifeler, Peygamberin görevini onayladığı
birisini uzaklaştırmak istememişti. Kapının bekçileri görevli valiler gibidir:
. Görevlerinde adaledi hareket ederlerse, onların lehine, haksızlık yaparlarsa
onların aleyhinedir, imam ise, kendilerini gözetir.
Böylece Allah Teâlâ’nın evi, Allah Teâlâ’yı
bilenlerde kalmıştır. Beni Şeybe’nin veya başkasının onda bir hükmü yoktur. O
Hicr’de kalan kısımdır. Oraya giren kişi eve girmiştir, namaz lcılan Ev’de
namaz kılmıştır. Nitekim Peygamber müminlerin annesi Aişe’ye böyle demiştir.
Ârifler beni Şeybe’nin iyiliğine muhtaç değildir. Çünkü Allah Teâlâ Hicr’de
ortaya çıkarttığı şeylerle onlara yeterlidir. Böylelikle Allah Teâlâ’nın
mertebesi, herhangi bir yaratığın bekçi olamayacağı kadar geniştir. Bilhassa,
hırs, başkanlık sevgisi ve öne geçme arzusuyla yaratılmış nefsler için bu durum
geçerlidir. Kuşkusuz Allah Teâlâ, Haccac’ı Kâbe’yi Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem’in ve dört halifenin döneminde olduğu haline döndürmeye muvaffak
kılmıştır. Abdullah b. Zübeyr onu değiştirmiş ve Hicr’i eve katmıştı. Bunun
üzerine Allah Teâlâ, işin bulunduğu hal üzere kalmasını sağlamıştır. Allah
Teâlâ’nın bu konudaki hikmeti ise bilinmemiştir. Ali b. Cehm şöyle der: ‘Hükümdarların
kapılarında bekçiler vardır, Allah Teâlâ’nın kapısı ise, sonuna kadar
açıktır.’
Tavafın Caiz Olduğu Vakit
Bazı bilginler,
tavafın sabah ve ikindi namazından sonra caiz olduğunu düşünmüştür. Bunun
nedeni, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’i gördüğüm bir rüyadır.
Peygamber kâbe’ye yönelmiş ve şöyle diyordu: Ey Maliki! Ya da Ey Sakin -kuşku
bendendir-! Bu evi tavaf eden veya gece veya gündüz dilediği bir vakitte
burada namaz kılmak isteyenleri engellemeyiniz. Çünkü Allah Teâlâ o kişinin
namazından onun adına kıyamet gününe kadar bağışlanma dileyecek bir melek
yaratır. Bu vakitten itibaren ben, daha önce bu konuda kuşkum var iken, tavafın
bu iki vakitte caiz olduğunu düşündüm. Çünkü Nesai’nin aktardığımız hadise
benzeyen hadisinde bilginlerin bir takım kuşkulan olduğunu görmüştüm. Bu doğru
rüyayı gördüğümde ise, kuşkum kalktı ve Allah Teâlâ’ya hamd olsun Nesai’nin ve
Ebu Zerr el-Gifari’nin hadisinin güvenilir olduğuna inandım.
Bazı bilginler ise, tavafın güneşin
doğuşu ve özellikle de batışı esnasında yapılamayacağını söylemiştir. Bazı
bilginler ise, ikindi ve sabahtan sonra mekruh olduğunu, doğumu ve batımı
esnasında ise yapılamayacağını söylemiştir. Bazı bilginler ise, bütün
vakitlerde yapılabileceğini söylemiştir. Bu bizim de görüşümüzdür. Şu var ki
ben güneşin doğuşu ve batışı esnasında tavafa girmeyi mekruh sayarım. Fakat güneşin
doğumu ve batınımdan önce ihrama girilmesi durumunda, iş değişir.
Namaz kılan insanın kıblesi, güneşin
doğuş veya batış yeridir. Çünkü oraya yönelmektedir. Bu nedenle, tavafı mekruh
sayar. Güneşin doğuşu veya batışı değilse, bunda bir beis yoktur. Kâbe’de ise,
hüküm ona aittir ve dilediği yere döner. Öyle Ki doğumlu esnasında güneşe
yönelmeyeceği gibi batarken de ona yönelmez. Kuşkusuz namaz kılan insan,
Kâbe’ye yöneldiğinde görünüşte güneşe tapanlardan ayrılmıştır.
O hiç kuşkusuz iki hadisin yorumu nedeniyle de
bâtında da onlardan ayrılır.
Nesai’nin hadisi şuydu: Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Ey Abdimenaf oğulları! Bu evi tavaf
etmek ve dilediği gece veya gündüz bir
vakitte namaz kılmak isteyenleri
engellemeyiniz! Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem burada özel bir hal
belirtmemiştir. Çünkü kul evi gördüğünde, güneşin doğuş veya batış yerine
yönelmeme imkânına sahiptir. Kabe’nin dışında ise bu imkân yoktur. Öyleyse, Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in namaz kılman yerde bir engel konulmasını tavsiye
etmesi pek-güzeldir. Böylece insan, güneşe yönelmez. Ebu Zerr hadisinde ise
şöyle denilir: Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Güneş
batıncaya kadar ikindi namazından sonra, güneş doğuncaya kadar da sabah
namazından sonra namaz kılınmaz. Mekke hariç, Mekke hariç, Mekke hariç!’ Bu
hadis, gördüğümüz rüyayı destekler.
Bilmelisin ki Allah Teâlâ sürekli
tecelli eder ve onun tecellisini vakider sınırlamaz. Perdeler sadece bizim gözümüzden
kalkar. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Senin
gözünden örtüyü kaldırdık.’313 Başka bir ayette ise ‘Biz
ona sizden yakınız, fakat siz görmezsiniz’314 buyurur. Burada kastedilen, can
çekişen insandır. Halil İbrahim Peygamber şöyle buyurur: ‘Ben batanları
sevmem.’315 Hiç
kuşkusuz o Allah Teâlâ’yı seviyordu ve O, yok olan ve batan değildir. Allah Teâlâ’nın
tecellisi sürekli, yakınlığı zorunludur. Şu veya bunun arasında olan ise, senin
bugün uyuyan olmandır. Dolayısıyla Hakkı müşahede eden kimseye hiçbir engel
yoktur. Bu nedenle bu esnada Allah Teâlâ’yı zikretmek yasaklanmamış, namazı
beldemek ve dua etmek için bu ikisinin arasında oturmak engellenmemiştir.
Yasaklanan şey, özellikle secde etmektir. Kâfirler bu esnada güneşe secde
ederler.
Burada, akıl ile anlaşılan bir sırra
dikkat çekilir: Onlardaki inançsızlığın edtisi, imanın bizdeki etkisinden daha
güçlü olamaz. Hatta, inançsızlığın etkisinin ortaya çıkması engellenir. Nitekim
bu durumda kafirlerin secde etmesinden dolayı mümin Allah Teâlâ’ya secde etmekten
alı konmuştur. Engelleyen, her zaman güçlüdür. Bilmelisin ki, burada bir sır
gizlidir ki, Allah Teâlâ onu âriflerin dışındaki kimselerden gizlemiştir. Allah
Teâlâ bu engellemeyle kafirler üzerinde ilâhı hakkın bir yönünü bıraktı. Bu
kadarıyla da engelleme gerçekleşmiş, güç hüküm bakımından kafirlerin güneşe
secde ettiği bu vakitte müminin secde etmekten alı konmasında ortaya
çıkmıştır. Söz konusu Hakk, Allah Teâlâ’nın şöyle buyurmasıdır: ‘Rabbin
ancak kendisine ibadet edilmesine emretti.’316 Nitekim öyle de yaptılar. Çünkü
insanlar, sadece kendisini ilah zannettikleri için güneşe tapmıştır.
Dolayısıyla onlar, güneşin kendisine değil, Allah Teâlâ’ya tapmıştır. Hatta
onlar, güneşi Allah Teâlâ saymıştır. Onlarm bir bilgini beni
konuk etmiş, onunla güneşe tapma ve
secde hususunda sohbete koyulmuştuk. Bana şöyle demişti: ‘Allah Teâlâ’dan
başkası yoktur. Güneş ise Allah Teâlâ’ya en yakın şeydir. Allah Teâlâ ona ışığı
ve yararları koşmuş, biz de Allah Teâlâ’nın kendisine tevdi ettiği bu özellik
nedeniyle yüceltiyoruz.’
Hakk nispette yanılsalar bile onların
kendinden başkasına ibadet etmediklerini bilir. Mümin ise sadece Allah Teâlâ’ya
ibadet eder. Bu durumda Allah Teâlâ’ya inanışta imimin kâfire benzer.
Böylelikle iş, ilâhî şeriatın bir benzeri olur. Bir kısmı bir kısmını hükümsüz
kılar. Burada küfîir, imana edd etmiş olsa bile, o imandan daha güçlü
değildir. Bilakis iş belirttiğimiz gibidir. Başka bir ifadeyle kâfirde de, bir
ilaha inandığı için bir gerçeklik bulunur. Fakat ilahlığı güneşe nispet ettiği
için, kâfirdir. Böylelikle Hakk, onların kendisine yöneldiği anlamı dikkate
alır. Buradan ise, müminlerin dışında onlarm secdeye tahsis edilmesi sabit
olur. Ayrıca, bu esnada müminlerin Allah Teâlâ’ya secde edişinin hükümsüzlüğü
de ortaya çıkar. Öyleyse bu, inançsızlığın imandaki değil, imanın imandaki
etkisidir.
FASIL
İÇİNDE VASIL
Abdestsiz Tavaf
Bazı bilginler,
kasıda ya da unutarak abdestsiz tavafı caiz sayma/
mıştır. Bir kısmı ise, bunu yeterli görmüş; fakat tavafı yenilemeyi
i
müstehap
saymıştır. Böyle tavaf yapan insan küçükbaş hayvan kesmelidir. Çünkü onlar,
abdestin tavafın sünneti olduğunda görüş birliğine varmıştır. Bir kısmı ise,
abdestsiz tavaf yapıldığında insan bunu bilmezse bunun geçerli olacağını,
bildiğinde ise geçerli olmayacağını söylemiştir. Bir kısmı ise, tavaf edenin
elbisesini tıpkı namaz kılanın elbisesini temizlemesi gibi temizlemesini şart
saymıştır.
f* •
\ |
i
ise, kaza etmez ve kadın bu durumda
konuyla ilgili bir rivayet olduğu î için günahkârdır. Şeriat, tavaf için abdest
alma hakkında bir hüküm
koymamıştır. Ancak hayızlı hakkında hüküm vardır. Hayızlı için ve bu temizliğin
kendisinde şart sayıldığı bütün ibadeder hakkmda bir hüküm vardır.
Bilmelisin ki varlıkta Allah Teâlâ’ya
ait bir yönün bulunmadığı hiçbir hal yoktur. Allah Teâlâ o şeyle onun varlığını
korur. Bilfiil var olan her şey, kendisinde bulunan bu ilâhı yönle temizlenir.
Şu halde varlıktaki her şey temizdir. Çünkü el-Kuddüs onlara eşlik eder. ‘Var
olan her şey O'na döndürülmektedir. Öyleyse, O'na kulluk edin; O'na güvenin. Senin
rabbin yaptıklarınızdan habersiz değildir’317
ayeti buna işaret eder. Burada yapılan şey, Allah Teâlâ ile kullarını
ayırmaktır. Öyleyse Allah Teâlâ ile kulu arasına girmek uygun olmadığı gibi kul
ve efendi arasında ancak iyilik sokmak mümkündür.
Lakit Mersa ve Menare arasındaki
deniz sahilinde bir seyyah ile karşılaştım. O yerde bedellerden bir şahıs ile
karşılaştık. O denizin dalgası üzerinde yürüyordu. Kendisine selam verdim, o
da selamımı aldı. Şehirlerde büyük bir zulüm ve haksızlık vardı. Kendisine cEy
Adam! Bu şehirlerdeki zulüm hakkında ne dersin’ diye sordum. Kızgın bir şekilde
bana baktı ve şöyle dedi: ‘Allah Teâlâ’nın kullarından sana ne! Sadece iyilik
söyle.’
Bu nedenle Allah Teâlâ, şefaate imkân
vermiş ve mazereti kabul etmiştir. Kuşkusuz, necislik dini bir hükmün
belirlediği geçici bir durum iken temizlik özden kaynaklanan bir durumdur.
Çünkü herhangi bir vakitte geçici olanın hükmü ortaya çıktığında -örnek olarak
tavaf esnasındaki hayız engelini verebilirizbu durumda iş, zatın gerektirdiği
temizliğe döner.
Mümin yalan söyler mi? Bu soruya
güvenilir bir hadiste Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘hayır’ demiştir.
Çünkü yalancı, yalan söylediği konuda doğru sözlü olamaz. Hayız ise, görüş
birliğiyle nefsin yalanı demektir. Tavaf ise, iman halidir. Öyleyse hayızlı
kadın, tavaf edemez. Nitekim fasık insanın imamlığının bir görüş ayrılığı
olmaksızın fasıklık halinde caiz olmadığını söyleriz. Fasıklık halinde fasık
olan insan şeriata göre abdest alır, imam olarak namaza başladığında Allah
Teâlâ’ya itaat etmiş olur ve bu esnada kendisine fasık diyemeyiz. Öyleyse biz
fasığın arkasında kılmış sayılmayız. Fasığın arkasında namaz kılmak hakkında
kendisinden delil getirilen Abdullah b. Ömer de aynı şeyi yapmıştı. Halbuki
onlar yanılmıştı. Çünkü Haccac, namazı kılarken Allah Teâlâ’nın namazda
emrettiği itaati yerine getirerek, fasık değildi.
Fakihler, bu meseleyi göz ardı etmiş
ve yanılmış, bir sonuca da varamamıştır. Biz, bir müminden itaatin bulaşmadığı
saf bir günahın çıkamayacağını açıkladık. İtaat ise, bazen saf olabileceği
bazen günah ile karışabilir. Öyleyse her günaha müminin o günahın yapılmasının
haram olduğu hakkındaki inancı eşlik eder. Söz konusu fiilin günah olduğuna
inanmak, Allah Teâlâ’ya ibadettir. Haccac ve başka insanlar fasık iken imanları
nedeniyle itaatkardı. Onların günahları itaatlerine karşı koyarken
zayıflamıştır. Namazdaki veya herhangi bir fiildeki itaatini yerine getirirken
insan fasık değil, itaatkardır. Allah Teâlâ’nın kalbine, iman ve itaatine
karşı fasıldığı yerleştirdiği kimse, farklıdır. Onun fasıklığı, bu fiilin
fasıldık olduğu hakkındaki inancın katışması nedeniyle zayıflar. Bilginler,
zikrettiğimizin dışındaki bir anlam ile fasıklığın imamlığının caiz olmadığını
söylemiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem veya Allah Teâlâ onu
söyleseydi, yorum söylediğimiz gibi olurdu. O halde Müslüman fasilem nihai
derecesi, iyi amelini kötü amelle karıştıran ve itaat ederken fasık olanın durumudur.
Bu konudaki en önemli mesele,
insanlar hakkında iyi zanda bulunmanın emredilip kötü zannın yasaklanmış
olmasıdır. Fasık olduğunu bildiğimiz bir takım kimselerin abdest alıp namaz kıldıklarını
gördük. İbadet ederken öyle bir insana niçin fasık diyelim ki? Böyle bir insan
hakkında hüsnü zan beslemek yerine kötü zan niçin besleyelim ki? Gelecekte bu
insan hakkında bir bilgimiz yoktur. Geçmişi ise, Allah Teâlâ’nın ne yaptığını
bilemeyiz. Hüküm ise, bir ibadeti yerine getirip hükmünü kazandığı vakte
aittir. O halde kul hakkında yapılması gereken şey, iyi zan taşımaktır. Böyle
yapıldığında erdemli olunur.
Dindarlığına güvendiğim bir adam,
kendisi hakkında aşırıya gitmiş kelamcı bir fakihten şöyle aktarmıştı: ‘Bir
gün, şarabın elden ele dolaştırıldığı bir mecliste o bilginin huzuruna girdim.
O da, toplulukla birlikte içiyordu. Nebiz bitti, kendisine şöyle denildi: ‘Bize
gelen şu adama da nebiz ilcram et!’ Adam şöyle dedi: ‘Yapmam, çünkü ben hiçbir
zaman günahta ısrar etmem. İld kadeh arasında tövbe ederim ve ikinci kadehi
beklemem. Elimdeyken kadehe bakarım: Rabbim bana muvaffakiyet verip onu
bırakacak mıyım yoksa onu içecek miyim?’
İşte alimlerin durumu budur. Bu
bilgin, bana kavuşamama hasreti bulunmakla birlikte öldü. Halbuki kendisiyle
görüşmüş ve beni tanımamışa. Bana özlem duyduğu bir halde beni benden sordu.
Bu olay, 595 senesinde Mürsiye’de gerçekleşmişti. Kuşkusuz Hakk, sırrımdaki bir
vakıada bana şöyle demişti: Kullarıma kendileri için belirlediğim cömerdiğimi
göster. İyilik on ile yediyüz katıyla ödüllendirilecektir, günah ise
benzeriyle. Günahın fiili, günah olduğuna inanmanın karşısında direnemez.
Benim kullarım rahmetimden nasıl ümit keser! Rahmeti her şeyi kuşatmıştır. Ben
ise kullarımın zannına göreyim. Öyleyse beriim hakkımda iyi zanda bulunsunlar.
FASIL
İÇİNDE VASIL
Tavafın Sayıları: Küdıım,
İfaza ve Veda Tavafı
Kudüm
tavafı, veda tavafının karşıtıdır. Bu isi,
diğeri için isim gibidir. ‘Kuşkusuz Allah Teâlâ katında İsa Adem
gibidir’318. Böylece mülk devri sona erdi. İfaza tavafı
ise, ‘onların arasmda bir berzahtır. Onu aşmazlar.’3'9
‘Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalarlarsınız:320 Küdum tavafından inci çıkar. Bunlar
haccın fiillerindeki marifetlerdir. Veda tavafından ise ‘mercan’ çıkar. ‘Rabbinizin
nimetlerinden hangisini yalanlarsınız:32' Ö yleyse
ziyaret tavafının küdum tavafına dönük bir yönü vardır, bazen de onun yerini
alır. Başka bir yönü de veda tarafınadır, bazen de onun yerini alır. Kuşkusuz
bilginler her iki görüşü dile getirmişlerdir. Bu bölüm daha sonra -Allah
Teâlâ’nın izniylezikredilecektir.
Tavafın ve ondan ortaya çıkan
şeylerin bâtını yorumu yapılmıştır. Öyleyse küdum tavafı kendisinden bilgi
almak üzere Allah Teâlâ’ya yönelen akla benzer. Veda tavafı ise, bilgi almak
için nefse bilgi vermek üzere yönelen akla benzer. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem kendisine vahiy getirirken Cebrail’e yönelirdi. Sonra Peygamber
aldıklarını Cebrail ayrıldığında, elçilik görevini yapmak üzere insanlara
aktarırdı. Şu halde Peygamber her zaman iki tavaf arasmda bulunurdu; küdum ve
veda tavafı. Bunların arasmda ise, tavaf ve ziyaret vardır.
Tavafın sayısı, üçtür. Çünkü daha
önce bilgilerin ancak üç mertebeden ortaya çıkağını ifade etmiştik. Bu
bilgiler fikir kaynaklı olabileceği gibi verili de olabilir. Kuşkusuz sana
berzahın hüküm bakımından iki ucu birleştirmesi nedeniyle daha üstün olduğunu
açıkladık. Böylelikle dilenin her şekilde tasavvur edilebilir ve dilenen her
yönün hükmünde gerçekleşebilir ve onların yerini alabilir. Öyleyse o, tam bir
güç sahibidir. Söylediğimiz şeyin hükmü şeriatın zahirinde ortaya çıkmıştır.
Bunlardan birisi de bilginlerin bu üç
tavaftan vacip olan tavafın -ki yapılmadığında hac geçersiz sayılırifaza tavafı
olduğunda görüş birliğine varmışlardır. Çünkü Arafat’a çıkan kimse, taş atıp
ifaza tavafından sonra Mekke’ye geldiğinde bu tavaf küdum tavafının yerini alır
ve onun haccı geçerli olur. Veda eden ise, kendi zannınca veda tavafını yapıp
ifaza tavafını yapmadığında ise, bu tavaf ifaza tavafı olur ve veda tavafının
yerini alır. Çünkü Evi, ifazadan ibaret olan vücub tavafı vaktinde tavaf
etmiştir. Böylece Allah Teâlâ ifaza tavafını kabul eder ve onu veda tavafının
yerine sayar. Nitekim daha önce Ramazan ayında gönüllü oruç tutan kimseyle
ilgili olarak, Ramazan’ın farziyetini o orucun vaktin hükmü nedeniyle vacibe
çevirdiğini ve burada niyetin etkili olmadığını belirtmiştik.
Bilginlerin çoğunluğu, Mekke’ye geliş
tavafının ifaza tavafının yerini almayacağında görüş birliğindedir. Sanki
onlar, vacip olanın tek bir tavaf olduğunu söylemiştir. Bir kısmı, küdum ve
veda tavafının haccın sünneti olduğunda görüş birliğine varmıştır. Şu var Ki
haccı kaçırmaktan korkan kimsenin durumu farklıdır,. Çünkü küdum tavafı onun
adına ifaza tavafının yerini alır. Bazı bilginler ise, ifaza tavafının küdum
tavafının yerini almasını remi (taş atma) yapan için müstehap saymıştır.
Mekkelilere gelirsek, onlara bir tek tavaf zorunludur. Temettü yapana gelirsek,
kıran haccı yapmadığında onun iki tavaf yapması gerekir. Kıran hacı yaparsa,
tek tavaf yapması gerekir. Benim görüşüm böyledir.
Altmış altıncı kısım sona erdi, onu
altmış yedinci kısım takip edecektir.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar