FÜTUHÂT-I MEKKİYYE'NİN ONDÖRDÜNCÜ KISMI
Rahman ve
Rahîm Olan Allah Teâlâ’nın Adıyla
Nefeslerin, Nefeslerin Muhakkiki Olan Kutupların ve Bu Kutupların Sırlarının
Bilinmesi
Nefesler âlemi benim nefesimdendir
Onlar kutsiyet mertebesine yükselenlerdir Seçilmişleri efendi ve belâgat
sahibidir Vahyi ona zil sesi olarak gelir Gördüğünde kapıcıya dedim ki:
Kaç muhafıza katlanacağım
Dedi ki: Oğlum! Ne istiyorsun
Dedim ki: Fetânet sahibi Efendiye yaklaşmak
İmam karşısında şefaatçim kim? Belki
Zimmetine geçiren kimse için ondan bir
düşünce
Dedi ki: Bilgilerini vermez
Üzülmeyen bir zengine
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem şöyle buyurur: ‘Kuşkusuz Rahman’ın nefesi bana Yemen yönünden
gelmektedir.’ Şöyle denilmiştir: (Nefes’in anlamını açıklayan bir örnek olarak)
Allah Teâlâ müşrik-kâfırlerin peygamberine verdi-
ği sıkıntıları Ensar vasıtasıyla
tenfîs etmiş, yani gidermiş ve ortadan kaldırmıştır.
Nefesler, Hakka yakınlık
esintileridir. Ariflerin koklama duyuları bu nefeslerin kokusunu aldığında
onların geldiği makamda yerleşmiş birisini aramaya dönük istekleri artar. Söz
konusu kişi, himmederiyle araştırdıktan ve cömertlik esintilerine497
hücum ettikten sonra, en mukaddes makamda dürülmüş ve bu nefeslerin en nefis
kokudan getirdiği ilim ve sırları onlara bildirecek kimsedir. Böylece,
ariflerin aradığı sırrın ve öğrenmek istedikleri bilginin kendisinde bulunduğu
ilâhî bir şahıs onlara bildirilir. Allah Teâlâ bu şahsı arifler içinde
feleklerinin etrafında döndüğü bir kutup, mülklerini ayakta tutan bir imam
olarak yerleştirmiştir. Onun adı müdâvi’l-külûm’dür (yaraları iyileştiren).
Böylece ondan, ariflere herhangi bir kitabın sığdıramayacağı bilgi, hikmet ve
sırlar yayılmıştır.
(Müdâvi’l-külûm ve Kimya ilmi)
Bu kutbun öğrendiği ilk sır,
dehirlerin (zaman) kendisinden oluştuğu birinci dehirdir. Ona verilen ilk fiil,
yedinci göğün, başka bir ifadeyle oluş ve bozuluşun başladığı göğün
ruhaniyetinin gerektirdiği fiildir. Böylece yönetme ve sanatıyla demiri gümüşe
özellikle de altına dönüştürür. Bu bilinmez bir sırdır. Bunun karşılığında
zenginlik talep edilmez. Bilakis onun amacı, yetkinlik mertebesine ulaşabilmek
için, sonun güzelliğidir ve o oluşum esnasında kazanılmıştır. Çünkü birinci
mertebe, felek hareketleri ve doğal sıcaklık vasıtasıyla madenî buharların
kükürt ve cıva olarak birleşmesinden oluşur. Madende oluşan her şey, gayeyi ve
başka bir anlatımla yetkinliği talep eder. Yetkinlik ise altın olmaktır. Fakat
maden mertebesinde iken ona bir takım hastalık ve sıkıntılar ulaşır. Bunlar,
kendisini denge (itidal) halinden çıkartan aşırı kuruluk veya aşırı yaşlık veya
sıcaklık veya soğukluktur. Böylelikle hastalık, söz konusu şeyde demir ya da
pas veya kurşun gibi adlarla isimlendirilen bir maden formu meydana getirir.
Bu hakîme, ilacın kaynağı ve
tedavilerin bilgisi verilmiştir. Bu ilaçların kullanımı, madenlerden yetkinlik
mertebesini talep eden -Ki yetkinlik altın olmaktışahsiyetine ilişen bu
hastalığı giderir. Böylece onu ortadan kaldırır ve o varlık sağlık kazanıp
yetkinlik derecesine katılıncaya kadar yürür. Fakat yine de, yetkinliğe
ulaşmada bedenine hastalık girmemiş sağlıklı varlığın gücüne sahip değildir.
Çünkü hastalığın girdiği beden hastalıktan yeni kurtulmuş ve pasın katışmadığı
saflığa -ki o aslî saflıktırdaha yeni ulaşmıştır. Örnek olarak peygamberler
içinde Yahya ve Âdem’i verebiliriz. Hedef ise insanın kulluktaki yetkinlik derecesidir.
Çünkü ‘Allah Teâlâ insanı en güzel biçimde
yaratmış, sonra onu aşağıların aşağısına atmıştır. İman edip sâlih ameller
işleyenler müstesna.’49* İman edenler ise bu sayede aslî
sağlıkları üzerinde bırakılmış olanlardır. Çünkü insan doğasında geçici
şeylerden kaynaklanan illetleri ve farklı gayelerden kaynaklanan hastalıkları
kazanmıştır. Bu hakîm ise insanı Allah Teâlâ’nın kendisini yaratmış olduğu en
güzel surete döndürmek ister. İşte, akıllı kişinin kimya (simya) denilen bu
sanatı öğrenme amacı budur. O Ölçü ve vezinleri bilmekten başka bir şey
değildir.
İnsan Allah Teâlâ tarafından
yaratıldığında, Allah Teâlâ onun bedenini sıcak, soğuk, yaş ve kurunun
bileşiminden oluşturmuştur. Daha doğrusu soğuk-kuru, soğuk-yaş, sıcak-yaş ve
sıcak-kurudan meydana getirmiştir. Burada kast edilen, Âdem, başka bir
ifadeyle, beşerî yaratılışın ve unsurdan oluşmuş doğal bedensel suretin
aslıdır. Bunlar dört karışımdır: Kara, balgam, kan ve safra. Söz konusu dört
unsur büyük âlemin cisminde şu tarz bulunur : Ateş, hava, su ve toprak. Allah
Teâlâ Âdem’in bedenini çamurdan yarattı. Çamur suyun toprakla karışımıdır.
Ardından ona bir nefis ve ruh üfledi. İsrail oğullarının peygamberlerine
indirilmiş bazı kitaplarda, anlamını zikrettiğimiz husus yer almıştır. Burada
onu zikretmemiz gerekmiştir, çünkü haberlerin en doğrusu, Allah Teâlâ’dan rivayet
edilen haberdir.
Mesleme b. Veddah -Kurtubalıydıbize
şöyle rivayet etmiştir: ‘Allah Teâlâ İsrail oğullarındaki peygamberlere
indirdiği bazı kitaplarda şöyle demiştir: Ben Âdem’i toprak ve sudan yarattım.
Ona nefis ve ruh üfledim. Onun bedenini toprak yönünden düzenledim; yaşlığını
sudan, sıcaklığını nefisten, soğukluğumu ruhtan düzenledim. Ardından bedene
başka dört tür yerleştirdim ki her birisi ancak diğeriyle ayakta durur. Bunlar
iki safra, kan ve balgamdır. Sonra onların bir kısmını diğerine yerleştirdim.
Bu meyanda kuruluğun yerini, kara-safra, sıcaklığın yerini sarı-safra, yaşlığın
yerini kan ve soğukluğun yerini ise balgam yaptım.’ Sonra Allah Teâlâ şöyle
buyurmuştur: ‘Hangi bedende bu karışımlar dengeli halde bulunsa o bedenin
sağlığı tam ve yapısı dengelidir. Birisi diğerinden fazla ve onlara egemen
olursa fazlalık ölçüsünde bedene hastalık girer. Karışımlardan birisi eksik
kalırsa diğerlerinin baskısına dayanamaz. Diğer karışımların baskın geldiği ve
onlara direnemediği ölçüde ise hastalık bedene girer. O halde tıp ilmi, eksiği
artırarak fazlayı eksilterek, dengeyi elde etmeyi hedefler.
Buradaki alıntı el-Mev'ızetü’l-Hasene adlı kitabımızda zikrettiğimiz uzun
bir bölümdür.
(Müdâvi’l-külûm ve Yüce Eserler)
Bu imam, bu doğal yaratılışı en iyi
bilen insanlardan olduğu gibi kendisinde ulvî âleme ait ve gezegenlerin
nurlarına ve onların yüzüşlerine bırakılmış eserleri en iyi bilen kimsedir.
Söz konusu şey, Allah Teâlâ’nın göklere, onların birlikteliklerine, inişlerine,
çıkışlarına, yükselişlerine ve düşüşlerine vahyettiği emirdir. Allah Teâlâ
şöyle buyurur: ‘Her göğe kendi emrini vahyetti.’499
Yeryüzü hakkında da şöyle buyurur: ‘Onda besinlerini takdir etmiştir.*00
Bu kişi, zikrettiğimiz konuda geniş
imkâna, derin bir kulaca ve birikime sahiptir. Fakat onun bakış gücü, zevk ve
hal yönünden yedinci feleği aşamaz. Fakat Mükevkeb ve Atlas feleğinde bulunan
şeyler keşif ve görme yoluyla onun adına gerçekleşmiştir. Ona hâkim hal, kendi
zannınca, hakikatleri başkalaştırmaktır. Bize göre hakikatler, bütün olarak
başkalaşmaz. Derece ve dakikalarında, bu şahıs düşünmesi ve gözlemesi yönünden
ruhaniyetiyle sürekli tespih eder. Onda ölüyü diriltmenin sırlarından bir
takım gariplikler vardır. Allah Teâlâ’nın ona tahsis etmiş olduğu şeylerden
birisi, bulunduğu yerde Allah Teâlâ’nın bolluk ve bereket yaratmasıdır.
Nitekim Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in Hızır hakkında böyle
söylediği aktardır. Ona Hızır adının verilmesinin sebebi sorulduğunda, Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle cevap vermiş: ‘Hangi taşın üstünde otursa
altında yeşillik filizlenir.’
Bu imam, Hızır’ın öğrencisi, zat
bilgisi ve güç ilminde büyük idi. Bu bilgiye dikkatlerini çekme hususunda
dostlarına karşı lütufkâr, dostlarının genelinden ise onu gizlerdi. Bunun
nedeni, bu bilgi hakkında onlar adına korku duymasıdır. Bu nedenle
müdâviü’l-külûm (hastalıkları iyileştiren) diye isimlendirildi. Nitekim Hz.
Yakup da, kardeşlerinin bir kötülük yapmasından çekinerek, Yusuftan (rüyasını)
gizlemesini istemiştir. Bu imam, dostlarının genelini yönetim ilmi ve ruhların
beden-
le bileşimi, bedenlerin ayrışması,
sureti çıkartarak veya suret giydirerek bedenlerin birleşmesi gibi bu ilim
dalına benzeyen hususlar ile meşgul eder. Böyle yapmasının nedeni, dosdarının
buradan her şeyi bilen hikmet sahibi Allah Teâlâ’nın yaratışını öğrenmelerini
istemesidir. Âlemi bilmek, onun büyük insan, insanm ise cisim olmada âlemin
özeti, anlamda ise benzeri olduğunun bilgisi bu kutuptan ortaya çıkar.
Bu kitapta yazdıklarımı kendisinden
aldığım Ruh, sözü edilen Imam’ın bir gün dostlarını bir zaviyede toplayıp
heybetli bir halde onlara hitap için ayağa kalktığını bana bildirdi. Şöyle
demiştir: ‘Size bu makamımda simge yoluyla söyleyeceğim şeyi, anlayınız,
üzerinde düşünüp hâzinesini ortaya çıkartmaya çalışınız. Onun zamanının hangi
âlemde genişlediğini anlamaya çalışınız. Ben size bir öğütçüyüm ve öğretilen
her şey yayılmaz. Her bilginin tahsis edildiği bir ehli vardır. Yalnız kalmak
mümkün olmadığı gibi (herkese ayrı ayrı bilgi aktarmaya) vakit de yetmez.
Toplumda farklı fıtradar, birbiriyle uyuşmayan zihinler olmalıdır. Toplumdan,
maksat ise birdir ve benim sözüm o maksada yönelik olduğu gibi simgemin
anahtarı da onun elindedir. Her makamın bir sözü, her bilginin bir adamı, her
vâridin (kalbe gelen bilginin) bir hali vardır. Söylediğimi anlayınız!
Duyduğunuzu aklınızda tutunuz!. Nurun nuruna yemin ettim, hayatın ruhuna ve
ruhun hayatına yemin ettim: Kuşkusuz ben geldiğim gibi sizden ayrılacağım ve
kendisinden 1 meydana geldiğim asla döneceğim. Bu karanlıkta
bekleyişim uzun sürdü ve bu sıkıntının artarda gelmesiyle nefesim daraldı.
Artık sizden ayrılmak istiyorum.'Bana ayrılma izni verilmiştir. Sözüme sadık
kalın. Seneler geçtikten sonra size söyleyeceg;im şeyleri anlayacaksınız
-seneleri belirtmiş ve sayılarını zikretmiştir-. Bu müddetten sonra size
gelmemi bekleyiniz ve tekrar bu toplanma yerine gelmek için acele ediniz. Şayet
lafız incelmiş ve anlam harflere baskın gelmişse diyeceğim şudur: Hakikat,
hakikat! Tarikat, tarikat! Kuşkusuz cennet ve dünya, bina ve kerpiçte
ortaktır. Ne var ki kerpicin biri topraktan ve samandan, diğeri altından ve
gümüştendir.’
İşte bu, onun oğullarına tavsiyesidir.
Bu önemli bir konudur. Onu simgesel söylemiş ve ayrılmıştır. Kim bu meseleyi
anlarsa rahata erer.
(İbn Arabi’nin İbn Rüşd ile
Kurtuba’da Karşılaşması)
Bir gün Kurtuba’da şehrin kadısı
Ebu’l-velîd İbn Rüşd’ün huzuruna girdim. Halvetimde, Allah Teâlâ’nın bana
açmış olduğu şeyleri duyup öğrendiği için benimle karşılaşmak istiyordu.
Duyduklarından dolayı şaşkınlığını izhar ediyordu. Babamın arkadaşlarından
birisi olduğu için babam İbn Rüşd’ün arzusu üzerine benimle bir araya gelsin
diye bir veşileyle beni ona gönderdi. O esnada bıyıkları henüz terlememiş bir
delikanlıydım. Huzuruna girdiğimde sevgi ve saygıyla kalkıp beni kucakladı ve
şöyle dedi:
-Evet!
Ben de cevap verdim:
-Evet!’
Söylediğini anladığım için sevinci
arttı. Sonra, sevincinin sebebinin farkına vardım ve ona ‘hayır’ dedim. Bunun
üzerine üzüldü, rengi değişti ve sahip olduğu şeye karşı kuşku duydu. Bana
şöyle dedi:
-Keşif ve ilâhî feyizde, işin nasıl
olduğunu gördün? Acaba teorik düşüncenin bize verdiği gibi midir?
Şöyle cevap verdim:
-‘Evet ve hayır! ‘Evet ve hayır’
arasında ruhlar maddelerinden, boyunlar bedenlerinden uçar.
Bunun üzerine rengi sarardı ve
kendisini sıkıntı bastı, bağdaş kurup oturdu ve işaret ettiğim şeyi anladı.
İşte bu, kutup imamın, başka bir
ifadeyle müdâviü’l-külûm’ün zikretmiş olduğu meselenin aynısıdır.
İbn Rüşd sahip olduğu bilgiyi sunup
(bizim söylediğimize) uygun veya farklı olup olmadığını öğrenmek için daha
sonra da babamın tavassutuyla bizimle bir araya gelmek istedi. Çünkü kendisi,
fikir ve teorik düşünce mensubuydu. Ardından halvete cahil girip ders görmeden
ya da araştırma, okuma ve kitapları inceleme olmaksızın bu şekilde dışarıya
çıkan birisini gördüğü bir devirde yaşadığı için Allah Teâlâ’ya şükretti.
(Benim tecrübem hakkında) şöyle demiştir: ‘Bu bizim kabul ettiğimiz, fakat
mensubunu görmediğimiz bir haldir. Kapıların kiliderini açan o hal
mensuplarından birisinin bulunduğu bir zamanda bulunduğum için
Allah Teâlâ’ya hamd ederim. Bana onu
gösterme ayrıcalığını bahşeden Allah Teâlâ’ya hamdolsun!’
İbn Rüşd ile ikinci kere karşılaşmak
istedim. Bunun üzerine, İbn Rüşd misal âleminde bir surete yerleştirildi ve
orada aramızda ince bir perde vardı. Bu perdeden ben ona bakıyor, o ise beni
görmüypr ve nerede bulunduğumu bilmiyordu. Kendisiyle ilgilenmek onu benden
alıkoymuştu. Bunun üzerine şöyle düşündüm: İbn Rüşd’ün sahip olduğumuz Hakk
ulaşması irade edilmemiş!
Merâkeş şehrinde 1169 (565 h.)
senesinde ölünceye kadar bir daha onunla hiç karşılaşmadım. Oradan Kurtubâ’ya
taşındı, kabri Kurtuba’dadır. Naaşının bulunduğu tabut hayvana yüklendiğinde,
eserleri hayvanın diğer tarafına yüklenmişti. Ben de fakih-edip Ebû Hasen
Muhammed b. Cübeyr Seyid Ebû Saîd, arkadaşım Ebû Hakem Amr b. Serrâc ile
beraber orada bulunuyordum. Ebu’l-Hakem bize dönüp şöyle dedi: ‘İmam İbn
Rüşd’ün bineğinde kiminle denkleştirildiğini görüyor musunuz? Bu imam, şunlar
da amelleri yani eserleri!’
Bunun üzerine İbn Cübeyr şöyle
karşılık verdi: Evladım! Ne güzel düşündün. Ağzına sağlık!
Ben de bu
ifadeleri bir öğüt ve nasihat olarak kaydettim. Allah Teâlâ hepsine merhamet
etsin. Artık oradaki gruptan benden başka yaşayan kalmamıştır. <
Bu noktada şu mısraı söyledim:
Bu imam, şunlar da amelleri
Keşke, bilebilsem! Emelleri gerçekleşmiş
midir?
(Müdâviü’l-Külûm ve Felek ilmi)
Bu kutup, yani müdâviü’l-külûm
feleğin hareket sırrını öğrenmişti ve Allah Teâlâ’nın kendisini yarattığı
şekilden başka bir şekle sahip olsaydı kapsadığı hiçbir şeyin oluşmayacağını
bilirdi. Akıllar Allah Teâlâ’nın şeylerdeki bilgisini ve O’nun her şeyi bilen
olduğunu görsün diye bu konudaki İlâhî hikmeti açıklamıştır. ‘O’ndan başka ilâh
yoktur, O her şeyi bilen ve her şeyi hikmetine göre yapandır.’ zat ve
sıfatların bilinmesinde bu Kutup’un işaret ettiği şeyin bilgisi vardır. Felek
dairesel hareketten başka bir şekilde hareket etseydi, onun hareketiyle boşluk
dolmaz, pek çok doğal mekân boşlukta kalır, öyle bir hareketten iş tamamlanmaz,
hareket ile o doğal mekânların dolması eksik kaldığı ölçüde işin kendisi de
eksik kalırdı. Bu ise Allah Teâlâ’nın dilemesine ve sebepleri koymadaki hikmetine
bağlıdır.
Bu Kutup, mertebelerine ve
feleklerinin büyüklük ve küçüklüğüne göre âlemin çevre ve nokta arasında mevcut
olduğunu, çevreye en yakın olanın içe yakın olandan daha geniş olduğunu
bildirir. Dolayısıyla onun günü daha büyük, mekânı daha geniş, dili daha açık
olduğu gibi güce ve duruluğa ulaşmaya daha yakındır. Yer küreye varıncaya
kadar, unsurlara doğru inildikçe bu mertebeden uzaklaşılır. Çevredeki her
parça, üzerinde ve altında bulunan şeyin karşılığında bulunur. Birisi geniş diğeri
dar olsa bile, üst ve alt parçalardan hiç birisi diğerine artık gelmez. Bu
durum, darı genişletmeden ya da genişi daraltmadan, büyüğün küçük, genişin dar
üzerine gelmesidir. Hepsi, zadarıyla noktaya bakar. Küçüklüğüne rağmen
merkezdeki nokta, kendisini çevreleyen bütün parçalara zatıyla bakar. Şu halde
kuşatan çevre, kuşatılan ise nokta olduğu gibi, bunun tersi de doğrudur.
Düşününüz!
(İlâhî) emir yeryüzüne varıncaya
kadar unsurlara indiğinde tortusu artar. Bu durum testideki yağ veya sıvı şeylerin
tortusunun aşağıya çöküp üstünün duru kalmasına benzer. İlâhi emrin tortusunun
artmasının nedeni, doğa âleminin karşılaştığı bilgi ve tecelli nurlarını
algılamayı engelleyen perdelerdir. Bu engeller, şehvet kirleri, dinî bakımdan
kuşkulu şeyler, dilde, bakışta, duymada, yiyecekte, içecekte, giyecekte, binekte
ve cinsel konuda (kuşkulu şeylerden uzak durmak anlamındaki) verânın
yoksunluğu, helâl olsalar bile, kendilerine tam olarak saplanmak ve yönelmek
nedeniyle arzuların yol açtığı kirlerdir. Ahiret şehvederi dünya şehvederinden
daha büyük olsa bile, orada şehvedere yönelmek, tecelliyi engellemez. Çünkü
orada tecelli gözleredir, gözler ise şehvet mahalli değildir. Orada, yani
dünyada tecelli ise içgözlere ve içedir, dışa değildir. İç ise arzu mahallidir.
Arzu ve tecelli ise bir mahalde toplanmaz. Bu nedenle arifler ve zahider, bu
dünya hayatında arzularını yerine getirmeyi ve onun arzularıyla ilgilenmeyi
azaltmıştır.
(Ebdal’ın Mertebeleri)
Bu imam, Allah Teâlâ’nın kendileriyle
yedi bölgeyi koruduğu ebdal denilen yedi adam bulunduğunu arkadaşlarına
öğreten kimsedir. Her Bedel’in bir bölgesi vardır. Yedi göğün ruhaniyeti
onlara bakar. Onlardan -her bir şahıs, bu göklerde bulunan nebilerin
ruhaniyetinden meydana çıkan bir güce sahiptir. Söz konusu peygamberler Halil
İbrahim, sonra Musa sonra Harun, sonra İdris, sonra Yusuf, sonra İsa sonra
Âdem’dir. Allah Teâlâ’nın selâmı hepsinin üzerine olsun. Yahya ise İsa ile
Harun arasında gider gelir.
Böylece bu yedi Bedel’in kalplerine
bu peygamberlerin kalplerinden (güçler) iner. Bu yedi gezegen, feleklerinde
yüzmeleri esnasında Allah Teâlâ’nın onlara ve bu yedi göğün hareketlerine tevdi
ettiği sır, bilgi ve ulvî-süflî eserlerle kendilerine bakar. Allah Teâlâ şöyle
buyurur: ‘Her göğeemrini vahdetti.’501
Binaenaleyh, her gün ve saatte o saatin sahibi ve günün otoritesinin verdiği
şeye göre, onların kalplerinde (bu bilgiler) bulunur.
(Dördüncü Bölge ve
Bedel’i)
Bu meyanda,
Pazar günü meydana gelen her ilmî konu, İdris’in maddesindendir.
O günde, hava ve ateş unsurunda oluşan her ulvî eser ise Güneş’in yüzüşünden ve
Allah Teâlâ’nın güneşe tevdi ettiği (şeylerle) bakmasından kaynaklanır. Pazar
gününde su ve toprak unsurunda oluşan her eser, dördüncü feleğin
hareketindendir. Kendisini koruyan bu şahsın yeri, dördüncü bölgedendir.
Bedellerden bu bölgeye tahsis edilmiş
şahıs için meydana gelen ilimler, ruhanilik sırlarının bilinmesi, ışık ve
aydınlığın bilinmesi, şimşek ve şuanın bilinmesi, aydınlık her cismin ve neden
aydınlandığının bilinmesi, aydınlanabilir olmayı sağlayan mizacın mahiyetinin
bilinmesidir. Aydınlık cisimlere örnek olarak canlı sınıfından ateş böceği ya
da bitkilerden incir ağacının köklerini ya da taşlardan inci ve yakutu ve
hayvanın kimi etlerini verebiliriz. Maden, bitki, hayvan, insan ve melekteki
yetkinliği bilmek, herhangi bir bitki veya hayvanda ortaya çıktığında doğrusal
hareketi bilmek, tesisi ve nurlarm nefeslerini bilmek, yönetici ruhların
(bedenlerden) ayrılmasını bilmek, herhangi bir hayvanda ortaya çıktığında
doğrusal hareketi bilmek, belirsiz, dorumları açıklamak, kapalı sorunlarda
problemleri çözmek, feleklerin ve çarkın çıkardığı nağmeleri bilmek, telli
çalgılar ve benzeri âletlerin seslerini bilmek, onlarla hayvanların doğaları
arasındaki ilişkiyi bilmek, bunlardan bitkilere ait şeyleri bilmek, ruhsal
anlamların ve güzel kokuların kendisinde bittiği şeyin ve onları kokulu yapan
mizacın bilinmesi, neden ona döndükleri, havanın güzel kokuları koklama
.duyusuna nasıl aktardığının bilinmesi, onun araz mı cevher mi olduğu: Bütün
bunları, bu bölgenin sahibi olan Bedel, Pazar ve diğer günlerde söz konusu
feleğin ve ondaki gezegenlerin hükmünün saadetinde ve kendisinde bulunan
peygamberin ruhaniyetinden elde eder ve öğrenir. Cuma dönene kadar böyle devam
eder.
(Yedinci Bölge ve Bedel’i)
Pazartesi gününde meydana gelen her
ilmî konu, Adem’in ruhaniyetinden meydana gelir. Hava ve ateş unsurunda
meydana gelen her yüce eser ise Ay’ın yüzüşündendir. Su ve toprak unsurunda
oluşan her süflî eser ise dünya göğünün hareketindendir. Bu şahsa ait bölge, yedinci
bölgedir.
Pazartesi ve bu feleğin hükmünün
bulunduğu Cuma gününün bütün saaderinde bu Bedel için meydaria gelen ilimler,
muduluk ve bedbahtlık ilmi, isimler ve onlara ait özelliklerin ilmi, med-cezir
ilmi ile artma ve eksilmenin ilmidir.
(Üçüncü Bölge ve Bedel’i)
Salı günü meydana gelen her ilmî
mesele, Harun’un ruhaniyetinden meydana gelir. Ateş ve hava unsurunda meydana
gelen her ulvî eser ise Merih Feleğinin ruhaniyetinden kaynaklanır. Su ve
toprak unsurundaki her süflî eser, beşinci feleğin hareketinden meydana gelir.
Bu Bedel’e ait bölge, üçüncü
bölgedir. Ona bu günde ve diğer günlerin saaderinde verilen ilimler mülkü
yönetme ve idare ilmi, himaye ve koruma ilmi, ordu düzeni, savaş ve harp
hileleri ilmi, kurbanlar ve hayvan kesmek ilmi, kurban günlerinin sırlarının
bilinmesi ve onun diğer kısımlara yayılmasının ilmi, hidayet ve sapkınlık ilmi
ve kuşkunun kanıttan ayrışması ilmidir.
(Altıncı Bölge ve Bedel’i)
Çarşamba günü meydana gelen her ilmî
konu, İsa’nın ruhaniyetindendir. Çarşamba, nur günüdür. Hz. İsa bugün üzerinde
bulunduğumuz bu yola girerken bize nazarı (bakış) vardı. Ateş ve havadaki her
(ulvî) eser, Kâtib’in kendi feleğinde yüzüşünden, su ve toprak unsurundaki her
süflî eser ise ikinci göğün feleğin hareketindendir.
Bu günün sahibi Bedel’e ait bölge,
yedinci bölgedir. Onun için bu günde ve (diğer) günlerdeki saaderde meydana
gelen ilimler, vehimler ve ilham bilgisi, vahiy, görüşler, kıyaslamalar, rüya,
ifade, sanatsal yaratım ilmi, koruma ve düzenleme ilmi, anlayış gözüne ilişen
sürçme ilmi, talimler ilmi, yazı ve âdab ilmi, zecr, kehanet, sihir, tılsımlar
ve niyetler ilmidir.
(ikinci Bölge ve Bedel’i)
Perşembe
günü meydana gelen her ilmi mesele, Musa’nın ruhaniyetindendir. Ateş ve hava
unsurunda oluşan her ulvî eser Müşteri’nin yüzmesinden, su ve toprak unsurunda
oluşan her süflî eser ise onun feleğinden kaynaklanır. '
Bu Bedel’e ait bölge, ikinci
bölgedir. Bu günde ve (diğer) günlerdeki saaderde onun adına meydana gelen
ilimler bitkiler ve adetler ilmi,iyilik sebeplerini ve güzel ahlâkları bilmek,
Hakka yaklaştıran ibadetleri bilmek, amelleri kabul ilmi ve sahipleriyle nereye
varacaklarının bilinmesidir.
(Beşinci Bölge ve Bedel’i)
Allah Teâlâ’nın kendisiyle beşinci
bölgeyi koruduğu bu şahıs adma Cuma günü meydana gelen her ilmi konu, Yusuf’un
ruhaniyetinden meydana gelir. Ateş ve hava unsurunda oluşan her ulvî eser,
Zühre gezegeninin bakışından meydana gelirken su ve toprak unsurunda meydana
gelen her süflî eser, Zühre feleğinin hareketinden kaynaklanır. Bu ise ‘Allah
Teâlâ’nın her göğe vahyettiği’ emirdendir. Başka bir ifadeyle bu eserler, gök
ve yeryüzü arasmda inen ilâhî emirdendir. Söz konusu emir, bu ikisinin arasmda
doğan her şeyde, başka bir anlatımla gökten yağan şeyle bu yağmayı kabul eden
yeryüzü arasında oluşan her şeyde bulunur. Yeryüzünün gökten inen şeyi kabul
etmesi (yağmurla yeryüzünün döllenmesi), (çocuk) oluşturmak için dişinin
rahminin erkeğin suyunu kabul etmesi ya da kuşlar söz konusu olduğunda dişi
kuşun erkek kuştan ıslak havayı kabul etmesine benzer. Allah Teâlâ şöyle
buyurur: ‘Yedi göğü yarattı, yerden de bir o kadarını
yarattı. Emir onların arasında iner. Böylece Allah
Teâlâ’nın her şeye kadir olduğunu öğrenirsiniz-’502 Kudret, ancak var etmeyle ilgili
olabilir. Böylelikle, bu inişteki amacın oluşturma olduğunu anladık.
Bu günde ve diğer günlerdeki
saatlerinde söz konusu şahıs adına meydana gelen ilimler, cemal ve üns
(ünsiyet) mertebesinden tasvir ilmi ve haller ilmidir.
(Birinci Bölge ve Bedel’i)
Birinci bölgeyi koruyan bu Bedel adına
Cumartesi günü meydana gelen her ilmi konu, Halil İbrahim’in ruhaniyetindendir.
Bu günde ateş ve hava unsurunda oluşan her ulvî eser Keyvân gezegeninin kendi
feleğinde hareket etmesinden meydana gelirken su ve toprak unsurunda meydana
gelen her süflî eser ise bu gezegenin feleğinin hareketinden oluşur. Allah
Teâlâ seyyar gezegenler hakkında şöyle buyurur: cHepsi
bir felekte yüzer.’503 Başka bir ayette ise ‘Yıldız
ile yollarını bulurlar’504 buyurur. Şu halde Allah Teâlâ,
yıldızları kılavuz edinilsin diye yarattı.
Bu günde ve diğer günlerin gece ve
gündüzündeki saatlerinde birinci bölgeyi koruyan bu Bedel adına meydana gelen
ilimler, sebat ve durağanlık ilmi, devam ve kalıcılık ilmidir.
(Yedi Bedel’in Makamları ve
Alışkanlıkları)
Bu imama (Müdâviü’l-külûm) bu
Bedellerin makamları ve alışkanlıkları bildirilmiştir.
Şöyle demiştir: Birinci Bedel’in
makamı ve düsturu, ‘O’nun benzeri yoktur’505 ayetidir. Bunun nedeni, ilkliğin
kendisine ait olmasıdır. Çünkü bir benzeri kendisinden önce olsaydı, onun ilk
olması geçerli olmazdı. Binaenaleyh onun zikri, kendi makamına uygundur.
İkinci Bedel’in düsturu, ‘Rabbimin
kelimeleri tükenmezden önce deniz tükenirdi’506 ayetidir. Bu ise Hakkın ilminin
makamıdır ve onun ilişmesi sonsuzdur. Bilgi, nitelikler sıralamasında İkincidir.
Çünkü niteliklerin ilki, hayattır, ondan sonra ilim gelir.
Üçüncü şahsın düsturu ve makamı, ‘Nefislerinizde
de, görmüyor musunuz?’507 ayetidir. Bu ise üçüncü mertebedir.
Çünkü ilk ayetler ilâhî isimlerdir, ikincil ayetler ise ufuklardadır. İkincileri
takip eden ayetler ise nefislerimizde olan ayetlerdir. Allah Teâlâ şöyle
buyurur: ‘Onlara ayetlerimizi ufuklarda ve kendi nefislerinde
göstereceğiz.’508 Bu nedenle bu düstura, üçüncü Bedel
tahsis edilmiştir.
Dördüncü Bedel’in düsturundaki makamı
ise ‘Keşke toprak olsaydım’509 ayetidir. Toprak, merkez fikrini
kabul edenlere göre, merkezi talep eden dördüncü unsurdur. Bu nedenle kürenin
noktasının toprağa daha yakın bir şeyi yoktur. O nokta, çevrenin varlığının
sebebidir. Bu dördüncü Bedel, Allah Teâlâ’ya, yani şeyleri var edene yaklaşmak
ister ve bu yakınlık ise ancak tevazuyla gerçekleşir. Tevazuda ise topraktan
daha aşağıda bulunan kimse yoktur. Toprak* bilgilerin kaynakları ve nehirlerin
kaynama yeridir. Sıkılan (bulutlardan) yağan şeyler, topraktan yükselen
rutubetlerin buharlarıdır. Bu meyanda pınarlar ve nehirler topraktan
fışkırdığı gibi buharlar havaya topraktan çıkar. Böylece suya dönüşür ve
yağmur olarak yağar. Bu nedenle Dördüncü Bedel dördüncü unsura tahsis edildi.
Beşinci Bedelin makamı ise ‘Bilmiyorsanız,
zikir ehline sorun’510 ayetidir. Sadece doğan kişi,
soru sorar. Çünkü çocuk, tıfillık makamındadır. Tıfillık, yaşlık anlamındaki
tıfl kelimesinden türetilmiştir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Sizi
annelerinizin karnından bir şey bilmiyor iken çıkardı.’511 Dolayısıyla çocuk.sormadan bilemez. O
halde çocuk beşinci mertebededir. Çünkü onun anneleri, dörttür ki onlar da
unsurlardır. Böylece çocuk, beşinci varlık oldu. Bu nedenle soru sormak,
bedeller içinde Beşinci Bedel’in alışkanlığı olmuştur.
Altıncı BedePin makamına gelince,
onun düsturu (aynı zamanda edebi veya zikri) ‘İşimi Allah
Teâlâ’ya havale ederim’5'2 ayetidir.
Bu, altıncı mertebedir ve altıncı Bedel’e aittir. Altıncı mertebenin ona ait
olmasının nedeni, şudur: Daha önce ifade ettiğimiz gibi o, beşinci mertebede soruyordu
ve bilmiyordu. Sorduğunda ise öğrenmişti. Öğrendiğinde ise Rabbine dair
bilgisinin hakikatine ulaşmış ve böylelikle kendi işini Allah Teâlâ’ya havale
etmişti. Çünkü işi hakkında kendisinin bir gücü olmadığını ve ‘Allah Teâlâ’nın
dilediğini yapan olduğunu’ anlamıştır. Bunun üzerine şöyle der: ‘Allah Teâlâ
beni işimin sahibi yaptığını -ki Allah Teâlâ dilediğini yapandıröğrendiğimde,
işimde Allah Teâlâ’ya tevekkül etmemin daha doğru olduğunu da öğrendim. Bu
nedenle (tevekkülü dile getiren) ayeti düstur edindim.’
Yedinci BedePin makamı ve (düsturu), ‘Biz
emaneti arz ettik’1'3 ayetidir.
Çünkü emanet, yedinci mertebenin sahibidir. Ayrıca, insan diye ifade edilen
Adem’in oluşturulması da yedinci mertebede gerçekleşti. Çünkü o, akıldan, sonra
nefsten, sonra Hebâ’dan, sonra felekten, sonra iki etkinden (ateş ve hava),
sonra iki edilgenden (toprak ve su) oluşmuştur. Bunlar ise altıdır. Sonra
insan -ki Âdem’diryedinci mertebede oluşmuştur, insan Başak’ta var olduğuna göre,
onun yönetim süresi yedi bin sene olmuştur. Böylece sürenin yedinci
mertebesinde var oldu. Binaenaleyh emaneti ancak yedinin (hakikatiyle)
özdeşleşen kimse taşıyabilir. O, Bedellerin yedincisidir. Bu nedenle onun
düsturu, (içinde emanetin zikredildiği) bu ayet oldu.
Böylece, Ebdal’ın (Bedeller)
mertebelerini açıklamış olduk.
(Müdâviü’l-Külûm’un Halifeleri)
Müdâviü’l-külûm olan bu kutup,
bedeninde ve âlemdeki yönetiminde hapsolduğu esnada yetmiş kabile onun
karşısında durmuş, onların hepsinde ilâhı bilgiler ve varlığın sırları zuhur
etmişti. Bu Kutbun sözü hiçbir zaman yediyi aşmazdı. Uzun bir süre arkadaşları
içinde kaldı. Zamanında arkadaşlarından erdemli bir şahsı belirlemişti. Bu
şahıs, ona en yakın kişiydi ve adı el-Müsteslim idi. Bu imam vefat ettiğinde,
kutupluktaki makamına el-Müsteslim geçti. Onun bilgilerinin çoğu, zaman
bilgisiydi. Zaman bilgisi, kıymetli bir bilgidir. Ezel ondan öğrenildiği gibi
aynı zamanda ‘Allah Teâlâ var idi ve O’nunla beraber başka bir şey yoktu’
hadisi de zaman bilgisinden ortaya çıkar. Zaman bilgisi, Rical’den (adamlar)
sadece Efrad’ın bildiği bir ilimdir. Söz konusu ilim, ilk Dehr ve Dehirlerin
Dehri diye ifade edildiği gibi zaman da bu ezelden var olmuştur. Bunun
sayesinde Allah Teâlâ ed-Dehr diye isimlendirildi. Allah Teâlâ’nın böyle
isimlendirilmesi ‘Dehr’e sövmeyiniz, çünkü Allah Teâlâ Dehr’dir5
anlamındaki hadiste geçer. Hadis, sahih ve sabit bir hadistir. Kim Dehr
bilgisini elde ederse artık o, Hakka nispet ettiği herhangi bir şeyde durmaz.
Çünkü o, en büyük genişliğin sahibidir
Bu ilimden Tanrı hakkındaki görüşler
çoğaldığı gibi inançlar da bundan dolayı farklılaşmıştır. Bu ilim, herkesin
kabul ettiği ve hiçbir kısmım reddetmediği bir ilimdir. Zamanı bilmek, en genel
ilimdir. Zaman, bir İlâhî zarftır, sırları gariptir. Zamanın dışta bir varlığı
yoktur. (Ama) her şeyde hüküm sahibidir. Zaman Hakka nispet edilebildiği gibi
aynı zamanda oluşa da nispet edilebilir. O, belirlenmiş bilinmezlikte ya da
gaybte kalanlarıyla bütün isimlerin sultanıdır. Bu imam, zamanı bilme
konusunda otoritedir. Onun dehirlerin dehrini bilmesiyle dünyanın ehli hakkında
oyun olmasının hikmetini bilir. Acaba, kendisini Allah Teâlâ yaratmış iken,
dünya neden oyun diye isimlendirildi? Oyun çoğunlukla zamana nispet edilir ve
‘zaman ehliyle oynadı’ denilir. Zaman geçmişle ilgili olduğu gibi sonuçta da
hükümrandır. Bu imam, çalışmayı kötüler ve hikmetini bilse bile onu
benimsemez. Fakat bununla mensuplarının himmederi vasıtalara ilişmekten
uzaklaşır. Bu imam’ın ölmezden önce Hakkın yaratıklarındaki altmış üç bin beş
yüz ilim öğrendiği bildirilmiştir ki, bunlar özellikle ulvî ilimlerdendir.
İmam el-Müsteslim vefat etti, Allah
Teâlâ kendisine merhamet etsin! Ondan sonra yerine adı Hakkın mazharı olan
erdemli bir şahıs geçti. O da, yüz elli sene yaşadı ve vefat etti. Yerine
el-Hâic geçti. Onun durumu büyüktü, kılıçla ortaya çıkmıştı. Yüz kırk sene
yaşamış ve savaşta şehit edilmiştir. Onun haline baskın olan ilâhî isim,
el-Kahhar ismiydi. Öldürüldüğünde, yerine Lokman denilen birisi geçmiştir. Allah
Teâlâ en iyisini bilir!
Lokman’ın
lakabı, Vâzıu’l-hikem’di (hikmederi koyan). Yüz yirmi sene yaşadı. Tertibi,
matematik, doğa ve metafizik ilimlerini bilirdi. Arkadaşlarına çokça tavsiyede
bulunurdu. Bu imam (Kur’an’da geçen Peygamber) Lokman ise kuşkusuz Allah Teâlâ
bize onun oğluna yaptığı tavsiyeyi zikretmiştir. Söz konusu tavsiyeler, onun Allah
Teâlâ’yı bilmedeki derecesini ve genel hallerinde şeylerde itidal ve yönelişi
teşvik ettiğini gösterir. .
Davud Peygamber zamanında, Lokman
vefat ettiğinde onun yerine adı el-Kâsib olan bir şahıs geçmiştir. Bu imamın,
iki âlem arasındaki ilişkiler hakkında olduğu gibi âlemin, bulunduğu surette
var olmasını sağlayan bu ilâhî münasebet hakkında da derin bilgisi vardı. Bu
imam herhangi bir eseri varlıkta ortaya çıkartmak istediğinde, ulvî âlemden
onda etkin şeye içinden belirli bir ölçüye göre bakardı. Bu bakış neticesinde
söz konusu eseri, temas etmeden ya da doğal herhangi bir çare kullanmadan
ortaya çıkarırdı.
Şöyle derdi: Allah Teâlâ bütün bilgiyi feleklere yerleştirdi.
İnsanı ise bütün âlemin bağlarının (âlemdeki şeyler arasındaki bağ ve
münasebeder) bir toplamı yaptı. Binaenaleyh insandan âlemdeki her şeye uzayan
bir bağ vardır. İnsanda bulunan bu bağdan, insana ulaştırması için Allah
Teâlâ’nın o şeye bıraktığı durumlar meydana gelir. (Yine) Arif-insan, bu bağdan
istediğinde o şeyi hareket ettirir. Şu halde âlemde insanda eseri bulunmayan
bir şey olmadığı gibi insanın eserinin bulunmadığı herhangi bir şey de yoktur.
Bu imam, bu bağları keşfeder ve onların bilgisine sahiptir. Bu bağlar, nurun
ışınlarına benzer.
Bu imam seksen sene yaşadı. Vefat
ettiğinde, câmiu’l-hikem (hikmederi toplayan) diye isimlendirilen birisi yerine
geçti. O da, yüz yirmi sene yaşadı. Onun Ebdal’ın sırları, şeyh ve mürit hakkında
büyük sözleri vardır. Sebepleri kabul ederdi. Bitkilerin sırları ona
verilmişti. Onun bu yolun mensuplarına mahsus her ilmimde derinliği vardı.
Bu konuda zikrettiğimiz hususlar
yeterlidir. Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğruya ulaştırır.
**# .
ON
ALTINCI BÖLÜM:
Süflî
Menzillerin ve Kevnî İlimlerin Bilinmesi. Allah
Teâlâ’yı Bu ilimlerden Bilmenin İlkesi. Evtad'ı (direkler) ve Ebdal'ı
(Bedeller) Bilmek. Allah Teâlâ’nın Onlarm Yönetimine Verdiği Ulvî Ruhlar.
Feleklerinin Sıralanışı.
Yoğunları bilmek
düzenlenmiş ilimlerdir.
Onlar, peygamberler
için istenilen şeye delildir
Onlar, sapması olan sırları perdeler .
Onlar, yolların belirtilerini ortaya
çıkartır Yüce âlemden ona ait olan yedidir Hilalden; Ulvî olarak Zühal’e kadar
al Allah Teâlâ direkleri dört olarak var edip
Onlarla yeryüzünü sağlamlaştırmasaydı
Üzerinde bulunan kimse onda yerleşemezdi,
Onun örneğine şaş! Sana örnek vermeyi
yasaklar.
Allah Teâlâ seni desteklesin,
bilmelisin ki: Önceki bölümde Ebdal’ın (dedeler) menzillerini, makamlarını,
onlara yardım eden yüce ruhların kimler olduğunu, bu ruhların feleklerinin
dizilişini, aydınlık cisimlerin onlardaki etkilerini ve onlara ait bölgeleri
zikretmiştik. Bu bölümde ise başlıkta belirttiğim hususları zikredeceğim.
Süflî menziller, burada,
kendilerinden şeytanın insana geldiği dört yön. demektir. Onları süflî diye
isimlendirdik, çünkü şeytan süflî âlemdendir. Dolayısıyla insana ancak
kendisine uygun menzillerden gelebilir. Bunlar, sağ, sol, arka ve öndür. Allah
Teâlâ şöyle buyurur: ‘(Şeytan der ki) Sonra
onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından geleceğim.’5'4 Şeytan
insana karşı doğadan yardım alır. Çünkü doğa, insanı çağırdığı arzulara uymak
konusunda şeytana imkân sağlar, insana ise bu yönlerden şeytanla savaşması ve
şeriatın kendisiyle ö yönleri kapatmasını emrettiği amellerle onları kapatması
emredilmiştir. Bunu yaptığında şeytan, söz konusu yönlerden insana girmeye yol
bulamaz.
Bu meyanda eğer şeytan önünden gelir
de onu kovarsan, bilgilerden sana nur ilimleri parıldar. Bu durum, Allah Teâlâ’nın
katını kendi arzuna yeğlediğin için, Allah Teâlâ’nın sana bir ihsanı ve
ödülüdür. Nur ilimleri, iki kısma ayrılır: Keşif ilimleri, doğru düşünceye
dayanan kanıtlı ilimler. Böylece şeytanı kovan kişi için Hakkın varlığı,
birliği, isimleri ve fiilleri hakkında zararlı-saptırıcı kuşkuları reddetmesini
sağlayacak ilimler kesin kanıt yolundan meydana gelir. Öte yandan o kişi,
kanıtlama yöntemiyle, (Allah Teâlâ’nın niteliklerinde işlevsizliği savunan)
muattıla mezhebine karşı kanıt getirdiği gibi Allah Teâlâ’nın varlığını ispata
da delil getirir. Ayrıca burhan yöntemiyle ‘Allah Teâlâ ile beraber başka ilâh
ortak koşan’ şirk ehlinin (ortak koşanlar) görüşlerini reddettiği gibi ilâh
olması bakımından Tanrı’nm varlığını da delillendirir. Bü yöntem ilâhî
isimlerin hükümlerini ve onların oluşta eserlerinin olabileceğini reddedenlere
karşı kanıt getirdiği gibi aynı zamanda Hakka bu isimlerin verilmesi yönünden
vahiy yoluyla ya da anlamlar yolundan ise aklî yöntemle isimlerin oluştaki
eserlerinin bulunuşuna kanıt getirir. (Tanrı’mn tikellerle ilişkisi konusundaki
görüşleri meyanında) Fiilleri reddeden filozoflara karşı kanıt getirebildiği
gibi Allah Teâlâ’nın fail, fiilinin neticelerinin ise hem akıl hem de vahye göre Allah
Teâlâ’nın irade ettiği şeyler olduğunu yine bu yöntemle kanıdar.
(Şeytanı kovan kimse için meydana
gelen) Keşf ilimlerine gelince, bunlar mazharlardaki tecellilerde söz konusu
insan için meydana gelen İlâhî bilgilerdir.
Şeytan arkandan geldiğinde, seni
çağırdığı iş, Allah Teâlâ hakkında bilmediğin şeyleri söylemen, peygamber ve
elçi olduğun, Allah Teâlâ’nın sana vahyettiği iddiasında bulunmandır. Şöyle ki:
Şeytan, her dinde Şârî’nin o toplumda kötülüğü iliştirdiği bütün niteliklere
bakar ve onu yapmayı insana emreder. Şârî’nin övüncü iliştirdiği her nitelikten
ise insanı engeller. Şeytanın tavrı genel olarak böyledir. Melek ise bunun
tersini yapar. İyi nitelikleri emreder, kötülerden insanı sakındırır.
(Sana ardından geldiğinde) Şeytanı
ardından kovduğunda, sana doğruluk ilimleri ve menzilleri ve sahibini nereye
taşıyacakları görünür. Nitekim Allah Teâlâ (insanın sâlih amelleriyle varış
yeri hakkında) ‘Doğruluk oturağında’ demiştir. ‘Muktedir
hükümdarın katında’515 kendilerini o oturakta oturtan
şeyin bu doğrulukları olduğuna dikkat etmek gerekir. İktidar, doğruluğa
uygundur. Çünkü (doğruluk anlamındaki) sıdk kelimesinin anlamlarından birisi
güç demektir. Rumh-ı sadk, güçlü ve sağlam mızrak demektir.
Nefsine karşı güçlü olup kendisine
ait olmayan özelliklerle (peygamberlik iddia etmek gibi) süslenmediğinde,
hallerinde, sözlerinde ve davranışlarında gerçeğe bağlanıp bütün bunlarda
dürüst olduğu için güç bu doğru sözlü insanın niteliği haline geldiğinde, Hakk
ona ‘muktedir hükümdarın yanında’ oturtur. Başka bir anlatımla, davranışlarında
dürüst olmasındaki gücünü ona veren İlâhî gücü kendisine gösterir. Çünkü
(hükümdar anlamındaki) melik aynı zamanda güçlü demektir. Dolayısıyla o,
muktedir (iktidar sahibi) kelimesine uygundur.
Şair Kays b. el-Hatîm mızrağını
betimlerken şöyle der:
Avucumla bastırdım, kanını akıttım
Arkasında duran kişi onun ardım görür. ,
Yani, onu avucumla bastırdım. ‘Hamuru
yoğurdum’ anlamında ‘hamuru bastırdım’ denilir. Böylece sana geldiği bu konuda
şeytana karşı çıktığında, ilâhî iktidarın var etmeye ilişmesinin bilgisi
meydana gelir. Söz konusu mesele, hakikat ehli arkadaşlarımız arasında görüş
ayrılığının bulunduğu bir konudur. Aynı zamanda ilâhî korunmuşluk ilmini de
elde edersin. Böylece vehim gücün veya senden başkası sana etki edemez ve
Rabbin için ihlâslı Hakk gelirsin.
Şeytan sana sağ yönden gelirse (sağ
yön güç anlamına geldiği için) ona karşı güçlü olur ve kendisini
uzaklaştırırsın. Çünkü şeytan güçle nitelenmiş bu yönden sana geldiğinde, hiç
kuşkusuz sana imanım ve kesin inancını zayıflatmak, kanıt ve keşiflerinde sana
kuşkular bulaştırmak için gelmiştir. Çünkü Hakkın sana öğrettiği her keşifte
şeytanın hayal âleminden bir durumu vardır ve içinde bulunduğun haline benzeyen
o durumu senin halinin karşısına diker. Bu esnada, şeytanın sana hayal olarak
gösterdiği şey ile doğruyu ayırt etmeni sağlayan güçlü bir bilgin yok ise -ki
böyle bir bilgiye sahip isen Musevî makam sahibisin-, hakikati karıştırırsın.
Nitekim sihirbazlar, öyle olmadıkları halde, topluluğa ip ve asaların yılan
olduğunu zannettirmiştir.
(Musa’nın Asası ve Sihirbazların İpleri)
Hz. Musa asasmı atıp ‘koşan bir
yılan’ olduğunda, önce içinden doğal akışa göre (insan yılandan korkar)
korkmuştu. Hâlbuki asanın koşan bir yılan haline gelmesinin Allah Teâlâ
katından bir mucize olduğuna tam olarak inanması için, sihirbazlar toplanmazdan
önce bu durumu ve kendisine zarar vermeyeceğini öğrensin diye Allah Teâlâ bu
mucizeyi ona göstermişti. Sihirbazların attığı asa ve iplerin orada
bulunanların gözlerinde yılana dönüştüklerindeki ikinci korku ise ümmeti adına
duyduğu korkuydu. Çünkü Hz. Musa ümmetinin gerçeği karıştırıp yanılsama ile
gerçeği, ya da Allah Teâlâ katından olan ile olmayanı ayırt edemez Hakk gelmesinden
korkmuştu. Böylelikle iki korkunun bağlamı değişir: Çünkü Hz. Musa Rabbinden açık
bir kanıta sahipti ve daha önce kendisine gösterilen mucize nedeniyle
metanetliydi. Birinci kez asasım attığında kendisine ‘Onu al,
korkma, onu eski haline döndüreceğiz’516 denilmişti. Başka bir ifadeyle, daha
önce kendisini gördüğün gibi asaya dönüşecektir. Allah Teâlâ, asayı yılanın
ara âlemdeki ruhaniliğinde gizlemiş, yılan (haline gelen asası) orada
bulunanların yılan zannettiği sihirbazların ‘yılanlarını’ yalayıp yutmuştur.
Bu sayede, sihirbazların yılan ve asalarının insanların gördüğü bir dış
varlığı kalmamıştır. İşte bu, ip ve asa suretlerinde, sihirbazların kamdarına
karşı Musa’nın kanıtının üstünlüğüydü.
Sihirbazlar ve insanlar,
sihirbazların ip ve asa olarak yere attığı ip ve asalarını görmüş, Musa’nın
yılana dönüşen asası ise onları yalayıp yutmuştu. Yoksa ip ve asalar yok
olmamıştı. Çünkü onlar yok olsaydı, insanlar Musa’nın asası hakkında da gerçeği
karıştırır, hiç kuşkusuz, kalplerine kuşku girerdi. İnsanlar ipleri ip olarak
gördüğünde, onun ruhsal hilekârlık gücünün desteklediği doğal bir hile olduğunu
anlamıştır. Hz. Musa’nın asası ise ip ve asadan meydana gelen yılan suretlerini
yuttu. Nitekim hasmın sözü doğru olmadığında, delil olma özelliğini kaybeder.
Yoksa onun getirdiği şey yok olmaz. Bilakis duyanlarda akledilmiş ve duyulmuş olarak
kalır. Sadece o sözün dinleyenlerde kanıt olması ortadan kalkar. Sihirbazlar
Musa’nın getirdiği şeyin (taşıdığı) delâlet gücünü ve onun kendi yaptıkları
sihrin dışındaki bir şey olduğunu anlayıp getirdiği şeyin kendi getirdiklerine
(sihir) üstünlüğünü kavramış, (fakat) Musa’nın korktuğunu da görmüşlerdir.
Böylelikle, Musa’nın yaptığı işin Allah Teâlâ katından olduğunu anlamışlardır.
Şayet kendiliğinden kaynaklansaydı, gerçekleşen olayı bildiği için Musa
korkmayacaktı.
O halde sihirbazlar nezdinde Musa’nın
mucizesi(nin belirtisi), korkması, insanların nezdindeki mucizesi ise asasının
(sihirbazların asalarını) yutmasıydı.
Rivayete göre Musa’nın karşısındaki
sihirbazlar, seksen bin kişiydi. Onlar, bu mekânda en büyük mucizenin
insanların gözlerinin önünde bu suretlerin yutulması ve onların gözlerinde
sadece Musa’nın asasının suretinin kalması olduğunu anlamışlardı. Halleri ise
bir idi. Böylelikle sihirbazlar, kendilerini çağırdığı konuda Musa’nın doğru
söylediğini ve Musa’nın getirdiği bu şeyin sihirdeki yöntemler ve bilinen
hilelerin dışında olduğunu anladılar. Şu halde Musa’nın getirdiği şey, Allah
Teâlâ katından gelen bir işti ve Musa’nın onda bir katkısı yoku. Böylelikle
gerçeği görerek Musa’nın peygamberliğini tasdik edip Firavun’un vereceği azabı
Allah Teâlâ’nın azabına, ahireti dünyaya tercih ettiler. Sihirbazlık bilgilerinden,
‘Allah Teâlâ’nın her şeye güç yetiren’, ‘her şeyi bilgi olarak kuşatan’ olduğunu,
hakikatlerin değişmeyeceğini, Musa’nın asasının yılan suretinde insanların
gözlerinden olduğu gibi kendisini atanın gözünden de gizlendiğini
anlamışlardır. Nitekim Musa’nın korkması buna tanıktır. İşte bilginin faydası
budur.
(Duyulardaki Kuşku ve
Sofistlerin Yanılgısı)
Şeytan sana sol yönden
(Tanrı’nın sıfatlarında) işlevsizlik ya da ulûhiyetinde Allah Teâlâ’ya ortak
koşmayı getirir ve onu kovarsan, Allah Teâlâ ona karşı birleme delilleri ve
teorik bilgiyle seni destekler. Çünkü arka, işlevsizliği benimseyene aittir.
Onların uzaklaştırılması ise Bârı Teâlâ’nın varlığını bildiren bilginin zorunluluğuyla
gerçekleşir. O halde arka, işlevsizliğe ait olduğu gibi sol ortak koşmaya, sağ
zayıflığa, ön taraf ise duyulardaki kuşkuya aittir. .
Şeytan duyulardaki hatayı
gösterdiğinde, sofisderin duyular hâkkındaki kuşkusu buradan kaynaklanmıştır.
Akılcılar, Tanrı’mn bilinmesi veya başka konularda kanidarının doğruluğunda
duyulara ya da bedihi bilgilere dayanır. Şeytan duyu bilgisindeki yanılgıyı
onlara gösterdiğinde, ‘herhangi bir şekilde güvenilir bilgi yoktur’
demişlerdir. Onlara ‘Söylediğiniz de bilgi olmadığı hakkında bir bilgidir,
Hâlbuki bilginin varlığını kabul etmiyorsunuz’ denilince, şöyle derler: ‘Bu
iddiamızın da bilgi olmadığını söylüyoruz. Bu da yanılgılardan birisidir.’ Buna
karşı onlara şu denilir: ‘Güvenilecek bilgi yoktur’ yargınız ile ‘Bu (yargı) da
yanılgılardan birisidir’ yargınızın reddettiğiniz şeyi kabul etmek anlamına
geldiğini biliyorsunuz. Binaenaleyh şeytan, kanıdarda öncüllerini oluştururken
kendisine dayanıp başvurdukları kaynağa (duyu) kuşku sokmuştur.
Bu nedenle Allah
Teâlâ bizi bundan korumuş, duyu gücünün verisini tamamen yanlış yapmamıştır.
Duyunun algıladığı şey, gerçektir. Çünkü duyu ulaştırandır, hüküm veren
değildir. Başka bir ifadeyle duyu, tanıktır, hüküm veren ise akıldır.
Hükümdeki hata hüküm verene nispet edilir. Duyunun yanıldığını kabul eden ve
etmeyen herkes, fikir gücünün değerlendirilmesi yanıldığında aklın da
yanılacağını bilir. Çünkü değerlendirme, doğru ve yanlış diye ikiye ayrılır.
İşte bu ‘Şeytan onlara önlerinden gelir’ayetinin
anlamıdır.
Sonra bilmelisin ki: Allah Teâlâ
beden şehrinin düzenlenişinde insanı iki kısım yaratmış, kalbi de, tıpkı iki
şey arasındaki ayraç gibi, iki kısım arasındaki ayraç yapmıştır. Üst kısma -ki
o baştırbütün duyusal ve ruhsal güçleri yerleştirdi. Diğer yarımda ise sadece
dokunma duyusunu yerleştirdi. Böylece insan, bütün bedenine yayılan bu özel
güç yönünden duyumsayan ruhuyla serti, yumuşağı, sıcağı, soğuğu, yaşı, kuruyu
algılar. Bedenin yönetimi ile ilgili doğal güçleri bakımından ise Allah Teâlâ
insanın diğer yarışma çekim gücünü yerleştirdi. O güç vasıtasıyla hayvani nefs,
karaciğer ve kalp gibi organların düzgün kalmasını sağlayacak şeyi kendine
çeker. Allah Teâlâ, ona tutma gücünü de yerleştirdi. Bu güç ile hayvanı nefs,
çekim gücünün organa çektiği şeyi tutup yararının bulunduğu şeyi alır.
Şöyle de iddia edilebilir: Maksat
yarar ise hastalık bedene nereden girdi?
Bilmelisin ki: Hastalık, bir organın Hakk
ettiğinden fazlasının bedene girmesi ya da Hakk ettiği şeyin eksikliğinden
kaynaklanır. Çekim gücünde Hakk ediş ölçütü bulunmaz. Dolayısıyla bedenin
gereksinim duyduğundan fazlasını ya da eksiğini organa çektiğinde hastalık
oluşur. Çünkü onun hakikati, çekmedir, ölçüm değildir. Çekim gücü organın
yararının bulunduğu şeyleri doğru bir ölçüye göre alırsa bu durum kasıtla
değil, tesadüfen olmuştur ya da başka bir güçten kaynaklanır. Böyle olmasının
sebebi, sonradan yaratılmışın kendi eksikliğini ve Allah Teâlâ’nın dilediği
şeyi yaptığını öğrenmesini temindir.
Bedenin diğer yarısında ise itme gücü
bulunur. Bu güçle beden terler. Çünkü doğa, özel bir miktarı kendinden
uzaklaştıramaz. Çünkü o da ölçüyü bilmez. O mizaca ilişen fazlalıktan başka bir
durum nedeniyle hükme konu olur. Bütün bunlar üst ve alt bölümleriyle bedene
yayılmıştır. Diğer güçlerin bulunduğu yer ise üst yarımdır. Söz konusu yarım
değerli yarım, iki hayatın bulunduğu yarımdır. Bu iki yarım kan ve nefsin
hayatıdır. Bu organlardan hangisi ölürse kendisinde bulunan güçler de kaybolur.
Onların varlığı hayatın bulunmasına bağlıdır. Organ ölmeyip kuvvetin mahalline
bozukluk iliştiğinde o gücün hükmü bozulur geçersizleşir ve doğru bilgi vermez.
Buna örnek olarak hastalığın iliştiği hayal mahallini verebiliriz. O halde
hayal geçersiz olmaz. Sadece bilgi olarak gördüğü şeyde doğruyu kabul etmek
geçersizleşir. Akıl ve bütün ruhsal güçler de böyledir. ,
Duyusal güçlere gelince, onlar da
mevcuttur. Fakat bulundukları organlardaki bu duyularla algıladıkları şeylerin
arasına göze inen su ya da başka perdeler girer. Güçlere gelince, onlar sürekli
kendi yerlerinde bulunur. Fakat perdeler ilişmiş ve algıyı engellemiştir. O
halde kör, perdeyi gözler ve onu görür. Bu, körün bulduğu karanlıktır. Başka
bir ifadeyle o, perde karanlığıdır. Dolayısıyla onun gördüğü şey perdedir. Aynı
şey bal ve şekeri acı olarak duyumsayan için söylenebilir. Tatma gücünün
kendisinde bulunduğu organ için temas eden kısım, acı safradır. Bu nedenle
acılığı algılamıştır. Böylece duyu acılık algıladım der. Hüküm veren
yanıldığında şöyle der: Bu şeker acıdır. İsabet ederse acılığın nedenini bilir
ve şeker hakkında acılık hükmü vermez ve algı gücünün neyi algıladığını bilir.
Ayrıca tanık olan duyunun her halükarda isabet ettiğini, hüküm verenin ise
bazen yanıldığını bazen ise isabet ettiğini öğrenir.
FASIL
(Süfli
Mertebelerden Hakkı Bilmek)
Bu
menzilden Hakkı bilmeye gelince, bilmelisin ki:
Oluş kesinlikle zata bilmeyle ilgili değildir. Onun ilgili olduğu şey,
mertebeyi bilmektir. Mertebe, Allah Teâlâ denilen şeydir (ulûhiyet). Mertebeyi
bilmek, dayanakları korunmuş kanıttır. Bu bilgi ilâhın (varlığının) ve onun
için zorunlu olan fiil isimlerinin ve celâl niteliklerinin bilinmesine sevk
eder. Ayrıca, bu mertebeyle nitelenip hakikati ve niteliği bilinmeyen bu zattan
hangi hakikatin meydana çıkacağının bilinmesini sağlar. Bize göre, Tanrı’nın zatının
bilinmeyeceğinde herhangi bir görüş ayrılığı yoktur. Bilakis ona
yaratılmışların Özelliklerinden tenzih nitelikleri verilir. Kadimlik ona
aittir. Varlığına (ad olarak) verilen ezel ise başlangıcı ve sonradanlığa
yaraşır özellikleri olumsuzlamayı gösteren isimlerdir. Bu konu, Eşarî
.kelâmcıların bir kısmının bizden farklı düşündüğü bir konudur. Onlar, Allah Teâlâ’nın
zatına has olumlu niteliğini bildiklerini zannederler. Nerede! Nereden
bilecekler ki? Ben ise gördüğüm kimi kelâmcıların bir ifadesini benimsedim.
Bunlara örnek olarak Ebû Abdullah el-Kettanî, Ebu’l-
Abbas ei-Eşkâr, el-Ercüze
fi-llmi’l-Kelâmhn yazarı ed-Darîr es-Silavî ve Ebû
Hamid (el-Gazali) vb. kelâmcıları verebiliriz. Onlarm benimsediğim görüşleri,
‘Allah Teâlâ’yı Allah Teâlâ bilir’ ifadesidir.
Dosdarımız, Allah Teâlâ’nın görülmesi
hakkında görüş ayrılığına düşmüştür. Bu görüş ayrılığı, ahirette kendisini
gözlerimizle gördüğümüzde, görülen şeyin mahiyeti hakkındadır. Onlarm bu
konudaki ifadeleri, arkadaşlarımız arasında bilinir. Bu meselenin kanıtlarıyla
incelenmesi, elinizdeki kitabın ilgili bölümlerinde ya da başka bölümlerde
dağınık olarak yer alır. Fakat onu açıkça değil ima yoluyla zikrettik. Çünkü Allah
Teâlâ’nın görülmesi konusu, kanıtlardaki çelişki nedeniyle aklın aciz kaldığı
sıkıntılı bir alandır. Binaenaleyh Allah Teâlâ, ayet ve hadislerde geçtiği ve
kendisinin kastettiği tarzda ve anlamda görülecektir. Çünkü Allah Teâlâ’nın bu
konuda bize belirttiği ve (peygamberi vasıtasıyla) bize vahyettiği hususları
inceleyenler, onun tevilinde kendilerince bir şeyler üretmiştir. Bu tevillerin
bir kısmı diğerinden daha öncelikli değildir. Bu nedenle o konuyu
derinlemesine incelemeyi bırakıyoruz. Çünkü konu hakkındaki görüş ayrılığı,
bizim sözümüzle ya da ortaya koyacağımız açıklamayla âlemden kalkacak değildir.
FASIL
(Evtad’m
Mertebe ve Menzilleri)
Bilgileri
bu konuyla ilgili Evtad (Direkler) hakkında konuşursak,
bilinmelidir ki: Allah Teâlâ’nın kendileriyle âlemi koruduğu Evtad, beşincileri
olmayan dört kişidir. Onlar, Ebdal’dan (Bedeller) daha özel kişilerdir, imam
ise onlardan daha özeldir. Kutup ise bu (rical) topluluğun en özelidir.
Bu (tasavvuf) yolda Ebdal, ortak
anlamlı bir lafızdır. Sûfıler, kötülenmiş nitelikleri övülmüş huylarla
değiştirenlere ebdal dedikleri gibi aynı zamanda kendilerinde toplanmış bir
nitelik nedeniyle özel bir gruba da bu ad verilir. Bunların sayısı, bazı
kimselere göre, kırktır. Bazı sûfilere göre ise sayıları yedidir. Sayılarının
yedi olduğunu söyleyenler,
Ebdal’ı Evtad’ın dışında sayan
arkadaşlarımızdır. Evtad’ı dört kişi sayanlar ise onları Ebdal’dan sayan
arkadaşlarımızdır. O halde Ebdal, yedidir. Bu yedi kişiden dördü Evtad
(direk), ikisi imam, birisi ise kutuptur. İşte bu topluluk (yedi kişi)
Ebdal’dır.
Sûfîler, birisi öldüğünde yerine
diğeri geçtiği için, bü topluluğun Ebdal diye isimlendirildiğini belirtmiştir.
Kırktan bir kişi alınır, ardından kırk üç yüz içinden bir kişiyle tamamlanır.
Üç yüz ise sâlih müminlerden bir kişiyle tamamlanır. Bir görüşe göre onların
ebdal diye isimlendirilmelerinin nedeni, yerlerine geçecek kimseleri (bedel)
istedikleri yere bırakma gücünün kendilerine verilmiş olmasıdır. Bunun nedeni,
kendilerinden bir bilgiye göre, içlerinde bulunan bir durumdur. Bu bırakma
kendilerinden bir ilme göre değilse (böyle bir insan) bu makamın adamlarından
birisi değildir. Bunun yerine ümmetin sâlihlerinden olabileceği gibi aynı
zamanda Efrad’dan (Tekler) da olabilir.
Bu dört Evtad’ın (Direkler), tıpkı
bundan önceki bölümde zikrettiğimiz Ebdal’inki gibi ilâhî bir ruhanîlikleri ve
yüce bir ruhaniyederi vardır. Onların birisi Âdem’in kalbi üzerindedir, diğeri
İbrahim’in kalbi üzerindedir, diğeri İsa’mn kalbi üzerindedir, diğeri
Muhammed’in (a.s) kalbi üzerindedir. Bu meyanda birisine İsrafil’in ruhaniyeti
yardım eder, diğerine Mikail’in ruhaniyeti, başka birisine Cebrail’in
ruhaniyeti, diğerine ise Azrail’in ruhaniyeti yardım eder. Her bir Veted
(Direk), evin (Kabe) esaslarından birisinin sahibidir. Âdem’in kalbi üzerinde
olan direk, Şam bölgesindeki rüknün İbrahim’in kalbi üzerinde olan Direk, Irak
tarafındaki rüknün İsa’nın kalbi zerindeki Direk, Yemen bölgesindeki rüknün
Muhammed kalbi üzerindeki Direk ise Hacer-i: Esved rüknünün
sahibidir. Allah Teâlâ’ya hamd olsun, o bize aittir." . ,
Zamanımızdaki Rükünlerden (Evtad)
birisi, er-Rebi’ b. Mahmûd el-Mardinî el-Hattab’tır. Vefat ettiğinde, başka bir
şahıs onun yerini almıştır. Şeyh Ebû Ali el-Hevvarî’ye, kendilerini tanımadan
ve suretlerini görmeden, Allah Teâlâ onları tanıtmıştır. Binaenaleyh adı geçen
zat, ölmezden önce onlardan üç kişiyi duyusal âlemde görmüştür: Rebî
elMardinî’yi görmüş, Iranlı başka bir şahsı görmüş, bizi görmüş ve 1202 (599
h.) tarihinde vefat edinceye kadar, bizim yanımızdan ayrılmamıştır. Bunu bana
kendisi bildirdi ve şöyle ekledi: ‘Evtad’dan dördüncüyü görmedim. O, Habeşli
bir adamdı.’
Bilinmelidir ki bu Direkler, pek çok
ilme sahip olarak yaşar. Bu meyanda onlar için zorunlu olan ilim, Allah Teâlâ
hakkındaki bilgidir ve onun sayesinde Evtad olurlar. Buna göre ilimleri artar:
Bu meyanda birisinin on beş ilmi varken, birisinin zorunlu olarak on sekiz
ilmi, birisinin yirmi bir ilmi, birisinin ise yirmi dört ilmi vardır. Çünkü
sayıların sınıfları çoktur. Direklerden her bir bireye özgü bu ilim türleri,
onun için zorunludur. Bazen birisi ya da hepsi, topluluğun ilmini ya da daha
fazlasını kendisinde toplayabilir. Fakat her birisine özgü ilim zikrettiğimiz
kadardır. Söz konusu miktar, her birisinde artar. Bazen ise kendisinin ya da
onlardan birisi, arkadaşlarında bulunmayan ilâve bir bilgiye ya da kendilerinde
bulunmayan bir bilgiye sahip olmaz.
Bu meyanda onlarm birisi, yüz
(bilgisine) sahiptir. Bu duruma şu ayette işaret vardır: ‘(Şeytan der ki) Sonra
onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından
geleceğim ’517 Her yönün bir direği vardır. O direk,
İblis’in o yönden kendisine geldiği kimselere kıyamet günü şefaat eder.
(Bu dört direkten) yüzün sahibine ait
ilimler şunlardır: Coşkuyu bilmek, vecd, şevk, aşk, meselelerin kapalılıkları,
bakma ilmi, riyazet ilmi, doğa ilmi, metafizik, ölçü ilmi, nurlar ilmi,
yüzdeki perdeler ilmi, müşahede ilmi, fena ilmi, ruhları amade kılma ilmi, yüce
ruhların inmesini sağlama ilmi, hareke ilmi, İblis ilmi, mücahede ilmi, haşr
ilmi, neşr ilmi, amellerin ölçüleri ilmi, Cehennem ilmi ve sırat ilmi.
Solun sahibi olan Direk’e ait ilimler
ise şunlardır: Sırlar ilmi, gaybler ilmi, hazineler ilmi, bitkiler ilmi, maden
ilmi, hayvan ilmi, işlerin gizliliklerinin ilmi, suları bilmek, oluşu bilmek,
değişmeyi bilmek, derinliği bilmek, sebatı bilmek, makamı bilmek, kademi bilmek,
kurucu fasılları bilmek, hakikatleri bilmek, durağanlığı bilmek, dünyayı
bilmek, cenneti bilmek, (cennette) kalışı bilmek ve değişmeleri bilmek.
Sağ tarafın ait olduğu Direk’e ait
ilimler şunlardır: Berzahları bilmek, berzah ruhlarını bilmek, kulların dilini
bilmek, rüzgârların dilini bilmek, inişi bilmek, dönmeleri bilmek, zecri
bilmek, zatı müşahede etmeyi bilmek, nefisleri hareketlendirmeyi bilmek, meyli
bilmek, miracı bilmek, risâleti bilmek, kelâmı bilmek, nefesleri bilmek,
halleri bilmek, sema’ı bilmek, hayreti bilmek ve hevâyı bilmek.
Ardın sahibi olan Direk’e ait ilimler
şunlardır: Hayatı bilmek, inançlarla ilgili halleri bilmek, nefsi bilmek,
tecelliyi bilmek, oturakları bilmek, nikâhı bilmek, rahmeti bilmek, ilgi
göstermeyi bilmek, dostluk göstermeyi bilmek, zevki bilmek, içmeyi bilmek,
kanmayı bilmek, Kur’an cevherlerini bilmek, Furkan incilerini bilmek, kötülüğü
emreden nefsi bilmek.
Belirttiğimiz gibi her şahıs, bu
ilimlere sahip olmalıdır. Bunlara ilâve ilimler olursa bu durum, İlâhî ihtisastan
kaynaklanır.
Eytad’ın mertebelerini zikretmiş
olduk. Bundan önceki bölümde ise Ebdal’a özgü konuları açıklamıştık. Bu kitabın
menziller bölümlerinde ise Kutup ve iki İmam’a özgü konuları ise ilgili
bölümlerinde genel hadarıyla zikrettik. O bölüm, elinizdeki kitabın İki yüz
yetmişinci bölümüdür.
Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru
yola hidayet eder.
On altıncı bölümün bitimiyle Fütuhat-1
Mekkiyye'nin ikinci sifri tamamlandı. Onu ‘Oluşa Dair İlimlerin
İntikalinin Bilinmesi’ hakkındaki on altıncı bölüm takip edecektir. Ayrıca o
bölümde oluşa dair ilimlere kaynaklık eden İlâhî ilimlerden kısmen söz
edeceğiz.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar