[FÜTÛHÂT-I MEKKİYYE'NİN] OTUZ DOKUZUNCU KISMI
Rahman ve
Rahim Olan Allah Teâlâ’nın Adıyla
FASIL-VASIL
Rüku ve Rükûda İtidal
Bilginler, rükû ve rükûda itidal konusunda görüş ayrılığına düşmüştür. Bazı
bilginlere göre bu vacip değilken bazı bilginlere göre vaciptir.
Bu konunun yorumu şudur: Allah Teâlâ
karşısında saygı zâhirî ve bâtınî her durumda zorunludur. Kul, bazen imanın
izzetinin, heybetinin ve büyüklüğünün -ki bunların nedeni müminin izzeti,
büyüklüğü ve heybetidirgörünmesinin daha uygun olduğu makama
yerleştirilebilir. Böyle bir durumda, hürmetle çelişen büyüklük ve ihtişam
müminde görünür. Böyle bir yerde boğun eğmek ve eğilmek farz değildir. Bilakis,
mertebenin gereği olan bir niteliği izhar etmek daha uygundur. Allah Teâlâ
şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ’nın rahmeti sayesinde
onlara yumuşak davrandın. Katı ve sert kalpli olsaydın, etrafından dağılırlardı.’392 Burası, zikredildiği gibi
[yumuşaklıkla] davranmanın gerektiği bir yerdir.
Allah Teâlâ başka bir yerde şöyle
buyurur: ‘Ey peygamber! Kâfir ve münafıklarla savaş, onlara
karşı sert davran.”93 Bu da, müminin izzeti nedeniyle
iman izzetinin gösterilmesi kapsamındadır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’in iki ordunun birbirini gördüğü savaş esnasında şöyle buyurduğu
rivayet edilir: ‘Bu kılıcın hakkını kim verir?’ Ebu Dücane kılıcı almış ve
böbürlenerek safların arasına doğru yürümüş. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem cbu yürüyüş Allah Teâlâ ve peygamberinin bu yerin dışında
sevmediği bir yürüyüştür.’
Mekânların kendine özgü hükümleri
olduğunu öğrendiğinde, o hükümlerin gereğine göre davran ki hikmet sahibi
olasın! Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in namazın farzlarını öğrettiği
bir adama şöyle söylediği rivayet edilir: Tam olarak eğilinceye kadar rükû et,
tam olarak ayakta duracağın şekilde ayakta dur.’ Öyleyse rükûnun farz olduğuna
inanmak zorunludur.
FASIL-VASIL
Namazda Nasıl Oturulur
Bazı bilginler, yere oturup sağ ayağı dikip sol ayağı eğmek gerektiği
görüşündedir. Onlara göre kadın ve erkek, bu konuda eşittir. Başka bilginler
ise, erkeğin sağ ayağını dikip solu üzerinde oturması görüşündedir. Başka
bilginler ise, orta oturuşla son oturuşu ayırt etmiş orta oturuşta sağ ayağın
dikilip sol üzerinde oturulacağı, son oturuşta ise kalçanın yere bitiştirilerek
sağ ayağın dikilip sol ayağm yatırılacağını söylemişlerdir. Her görüşün hadiste
bir dayanağı vardır. Bu oturuş tarzlarından hangisi yapılırsa uygundur.
Namazda oturuş konusunun yorumu
şudur: Namazda kul efendinin önünde oturduğu için sadece efendisinin emrettiği
şekilde oturması gerekir. Namaz kılana namazda oturmak emredildi. Allah Teâlâ’nın
peygamberi şöyle buyurur: ‘Ben bir kulum ve kulun [köle] oturduğu gibi otururum.’
Namazdaki en güzel hal, efendinin önünde oturmaya en yalcın olunan oturuş
halidir. Bu durum, arifin halinin kulun kul olmak bakımından olması gereken
hali ise böyledir.
Arif, Rabbini bilebilmek için kendi
aslına bakmak konumundaysa, oturüşunda en uygunu, oturuşunun sonunda kaba
etlerinin toprağa temas etmesidir ve bu zorunludur. Çünkü o, zatına bakmaya
daha yakındır. Namazın ortasındaki oturuş ise böyle değildir. Hakk, onu elde
etmek istediği bilgiye bakmaya yönlendirdiği için bu oturuş geçicidir. Çünkü
namaz kılan, burada durmaya davet edilmiştir. Bu da, üçüncü rekât ve rükû ve
secdedeki tamlıktır.
Namaz hallerindeki bütün yer
değiştirmeler, insana bu hallerde tecelli eden şeyi tam olarak öğrenmek üzere
direnç gösterme hedefi taşır.
Çünkü kul rükû sayılabilecek şekilde
hızlı hareket ettiğinde, sadece sabit kalacak kimsenin elde edebileceği büyük
bir bilgiyi kaçırır. Bu nedenle namaz kılana ‘mutmain’ olmak emredildi. Çünkü
beş yerin dışında acele, şeytandandır. Bu beş yer, ilgili yerlerde
zikredilmiştir. Öyleyse içinde bulunduğun iyiliği tam ve hakkıyla yerine
getirdikten sonra, iyiliklere koşmak emredilmiştir. Dolayısıyla itminan ile
acele arasmda çelişki yoktur.
• 1 \ ' ' ' ' . ' FASIL-VASIL
Orta ve Son Oturuş ,
Bilginler,
namazın orta ve son oturuşu hakkında
görüş ayrılığına düşmüştür. Bazı bilginler, orta oturuşu farz değil sünnet
saymıştır. Bir grup ise, farz olduğunu iddia etmiştir. Namazın bütün fiilleri
hakkında benim dayanağım, delil bunu göstermediği sürece, Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellemin fiillerinin zorunluluk anlamında yorumlanamayacağıdır.
Namazdaki son oturuş, orta oturuşun aksinedir. Çoğunluk, onun farz olduğunu
kabul etmiş, bir grup ise farklı düşünerek farz olmadığını söylemiştir. Bazı
bilginler ise, her iki oturuşu sünnet kabul etmiştir ki, en zayıf görüş budur.
Geride, sadece vitir namazındaki oturuş kalır. Allah Teâlâ izin verirse, kendi
bölümünde o da zikredilecektir.
Bu konuda bâtını yorum şudur:
Namazdaki orta oturuş, daha önce söylediğimiz gibi, ardından üçüncü rekâta
kalkılan geçici bir durumdur. Geçici olan, farzın yerine geçemez. Bu nedenle,
orta oturuşu unutan kimse sehiv secdesi [unutma secdesi] yapar ve bu sayede
kaçırdığı herhangi bir farzı ondan ayırt eder. Orta oturuşa farz anlamında
yorumlanması gerekli bir emir bitişmemiştir. Orta oturuş, namaz kılana münacatı
esnasında ilişen ‘berzah [ara bölge] tecellilerinden’ biridir. Allah Teâlâ,
başladığında kuluna selam vermek üzere onu davet etmiştir. Namaz kılan kişi,
bulunduğu makamın kendisini ‘selamlama’ okumaya çağırdığını gördüğünde, son
oturması zorunlu olduğu gibi -ki farzdır-, bunun için de oturması gerekti.
Buradaki görülür hikmet, şudur:
Namazın aslı, çift olmayı gerektirir. Bu çiftlik, namazda zikredilen Allah
Teâlâ ile kul arasındaki bölünmeden kaynaklanır. Namazın en azı, vitir
namazının dışında iki rekâttır. Vitir namazında ise özel bir durum vardır, yeri
geldiğinde -Allah Teâlâ’nın izniylezikredeceğiz. Çift olmak iki rekâtın
varlığıyla sabit olduğunda, Rabb kuldan farklılaşır ve maksat gerçekleşir.
Öyleyse, sabah namazında, gece namazında ve yolculuk namazında ikişer ikişer
[rekâtlar aralığıyla] oturmak şarttır. Râvinin namazların ilk'farz kılınışında
‘önce iki rekât farz kılındığı, sonra yerleşik namaza ilave yapılıp yolculuk
namazının olduğu gibi bırakıldığı’ şeklindeki ifadesi, bu esasa uygundur. Namazda
bu çift olma durumuna üç veya dört [rekât] olma eklenmiştir. Bu durumda, iki
şey birleştiğinde her birine ‘iki şey’ adının verilmesi mümkündür.
İnsanların bir kısmına göre, bu iki
rekât tek bir şeydi. İlk İki rekâtın varlığıyla namazın kula nispet edilmesi
gerçekleşmiş, namazın Rabbe nispeti ise -çünkü Allah Teâlâ kendisinin bize
salât ettiğini bildirmiştirkalmıştı. Dört rekâtlı namazda ikişer rekâtm
bulunmasının nedeni de budur [Allah Teâlâ’ya ve kula ayrı olarak namazın nispet
edilmesi]. Namaz kılan kişi, farklılaşsınlar diye ilk ve son ‘iki şeyi
[rekât]’ ayırt etmek isterse onları oturmayla ayırır. İşte namaz kılana ilişip
onun oturmasını sağlayan durum budur. [İki rekâtı ayırt etmek için] Bu oturuşu
ihmal ederse, secde eder ve kaçırdığı bir şartı yerine getirmesi gerektiği
gibi onu yerine getirmez.
Akşam namazında iki rekâttan sonra
oturmanın nedeni ise, bundan farklı başka bir durumdur. Bu oturuş, daha sonra
iki rekât olmadığı için orta oturuş değildir. Öyleyse bu oturuş, üç rekâtın
ikinci üçte birindeyken dört rekâtlı namazlarda yarısındadır. Akşam namazındaki
bu oturuş şuna dikkat çeker: İki şey birleştiğinde, tek bir şey olurlar. Bu tek
şey, akşam namazında üçüncü rekâtm kendisidir ve kul ile Rabb arasında bölünmüş
‘iki [ayrı] rekât’ın anlam bakımından bir olduğuna işaret eder. Birinci anlam,
her yönden [kendisinden sonra gelen] İkinciyi içerirken, İkincisi birinciyi
bir açıdan içerirken bir açıdan içermez. Onu içerdiği yönden orta oturuştan
sonra dört rekâtlı namazlarda iki rekât ortaya çıkar. Birinci rekât, sonu
içermesi nedeniyle ilke, diğer rekât ise, birincinin anlamını içermesi
nedeniyle sona aittir. Böylece, geride dengi olmayan tek yön, Allah Teâlâ’nın
namazımıza eklemiş olduğu vitir [tek] olarak kalır. Vitir, İkincisi olmayan tek
rekâttır ve [simgesel anlamıyla] zatı bakımından Hakkın bizden ayrıştığı
yöndür.
Bu durumun marifetlerdeki görünümü
şöyledir: Kul, özü gereği varlığı zorunlu olanı ister. Çünkü kul, mümkündür ve
varlığını [yokluğa] tercih eden biri gereklidir. Kul, hiç kuşkusuz, varlığıyla
Rabbi içerir. Bu nedenle, İkinciyi içerdiği için akşam namazının rekâtıyla
yetinilir. Özü gereği zorunlunun varlığı, mümkünü içerecek bir yöne sahiptir.
O da, O’nun ilah, kudretli, irade eden vb. olmasıdır. Akşam namazının rekâtı
bu bakımdan İlahî olabilir. Hakkın mümkünün varlığını içermeyen kendisine dönük
bir yönü daha vardır. O da, mutlak anlamda kendisine ait müstağniliktir. Bu
yön, Hakka karşı ve zatı bakımından âlemin varlığını zorunlu kılmaz. Mümkünün
istediği şey yönünden Hakka bakıldığında ise, [Hakk ile âlem arasında]
nispetler ortaya çıkar. Hakk güç yetirendir, bu özellik, güç yetirilen şeyin
var olmasını gerektirir. Allah Teâlâ irade edendir, bu nispet irade edilen
şeyi talep eder. Farz kılınmış; vitir namazıyla kast edilen şey, var olanları
talep etmeyişi bakımdan Hakka ait yöndür. Zatlarına bakılmadığı sürece,
varlıklar da o yönü talep etmez.
Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Allah
Teâlâ âlemlerden müstağnidir:394 ‘Âlemler’ Allah Teâlâ’ya dönük
kanıtlardır. Allah Teâlâ, bu ayette kendini gösteren kanıtlara muhtaç
olmadığını belirtir. Böylece ayet, Allah Teâlâ ile âlem arasında bir ilişki ve
‘âlemlerden müstağni olduğu’ yönden kendisini âlemlere bağlayan bir yönün
bulunabileceğini reddetmiştir. Böyle bir yön, akılcılar tarafından delilin
yönü diye isimlendirilir. Allah Teâlâ [bu ayetle adeta] şöyle der: ‘Beni
gösterip beni âleme bağlayarak âlemle sınırlanmamı sağlayan bir yöne sahip
kanıt yoktur. Ben, yönlerin kendisini sınırlayamadığı ve yaratılmışların
delillerinin gösteremediği Yüce ve Zenginim.’
Hakkın Hakka delil olması, Hakkın
mümkün için mümkünün varlığında bulunmasıdır. Bu durum, varlığının Hakkın
varlığı olması yönündendir, yoksa Haktan var olması ya da Hakka muhtaç olması
anlamında değildir. Çünkü mümkün, sadece mümkün bir durum nedeniyle muhtaç
olabilir. Başka bir ifadeyle bu muhtaçlığın [sonucu olarak varlık], mümkün
için gerçekleşebilir ya da gerçekleşmeyebilir. Bir mümkünün başka bir mümküne
muhtaç olması imkânsızdır. Bir mümkünün ‘mümkün olmayan’ [bir nedenin dışında]
özü gereği zorunlu varlığa muhtaç olması imkânsızdır. Öyleyse, ne mümkün ne de
zorunlu için muhtaçlık söz konusu değildir.
Öyleyse, varlığı zorunlu olan,
mutlaklıktan müstağnidir. Mümkün ise, genel anlamda bir mümküne veya mümkün
olmayana muhtaç değildir. Çünkü mümkün adına mümkün olmayan bir şeyin meydana
gelmesi, imkânsızdır. Haktan kulda bir şey meydana gelmediği gibi kul için de
Haktan bir şey meydana gelmez. O halde tezahür eden mümkünler ve onların dış
varlıkları, Hakkın varlığıdır. Mümkünler ise, asılları olan imkânlarında
kalıcıdır, hiçbir zaman ondan ayrılmazlar. Binaenaleyh [varlık] kazanmanın
anlamı, onların Hakka delil olması değil, Hakkın kendi varlığıyla mümkünlere
kanıt olmasıdır. Çünkü onlar hiçbir zaman Allah Teâlâ’ya kanıt olamaz.
Bu meseleyi
inceleyen kimse, kendine bakıp istidlal ettiği için, oluşun ve âlemin Allah
Teâlâ’ya delil olduğu zannında bulunabilir. Halbuki, onun bir şeyi
inceleyebilmesinin varlıkla nitelenmesinden kaynaklandığını bilmez. Öyleyse
[kendini veya âlemi] inceleyen ve bakan, varlıktır ki, o da Haktır. Bir şeyin
zatı varlıkla nitelenmeseydi, neyle düşünüp araştıracaktı? Söz konusu olan,
sadece Hakkın Hakk hakkında düşünmesidir. Böylece Hakk, [verdiği varlıkla
düşünen ve araştıran] o kimse için kendisini bir sonuç olarak ortaya koyar ve
söz konusu kişi de ‘Allah Teâlâ’yı Allah Teâlâ ile bildim’ der. Sufilerin
[marifet] teorileri budur: Biri bir ile çarptığında, sonuç birdir. .
FASIL-VASIL
Namazda Elleri Bağlamak
Bilginler, namazda elleri bağlama hususunda görüş ayrılığına düşmüştür.
Bazı bilginler onu farz namazlarda mekruh, nafile namazlarda caiz görmüştür.
Bazı bilginler ise, onun namazın sünnederinden olduğunu ileri sürmüştür. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in namazda ellerini bağladığı rivayet edildiği
gibi namazının niteliğinden söz edilirken bunu yapmadığı da rivayet edilir,
insanlara ellerini bağlamalarının emredildiği de sabittir.
Allah Teâlâ ehline göre bunun yorumu
şudur: Namaz kılan insanın ayaktayken Rabbinin huzurundaki halleri, Rabbiyle
konuştuğu şeylerin değişmesine göre değişir. Konuşması elleri bağlamayı
gerektiriyorsa bağlar, salmayı gerektiriyorsa salar. Okuduğu ayet bağışlanma
talebini gerektiriyorsa bağışlanma ister, dua gerektiriyorsa dua eder, yüce
katı yüceltmeyi gerektiriyorsa yüceltir, sevinmeyi gerektiriyorsa sevinir,
korkmasını gerektiriyorsa korkar. Öyleyse namazda insan, Hakk ile konuşmasına
göre hareket eder. Bu nedenle namaz kılan insanın Hakk ile konuşmasında
kendisini herhangi bir nitelilde sınırlaması uygun değildir. Bunun için, ‘Bütün
bu tarzlar caizdir ve iyidir’ diyen kimse, bu konuda [namaz kılanı] serbest
bırakmayı benimsemiştir.
FASIL-VASIL
Vitirden Ayağa Kalkmak
Bazı bilginler, insanın vitir namazmdayken tam oturuncaya kadar kalkmaması
gerektiği görüşündedir. Bazı bilginler ise, secdesinden doğrulsa bile,
oturmaması gerektiği görüşündedir.
Allah Teâlâ ehlinin bu konudaki
yorumu şudur: Namaz kılan kişi, Hakkın çağırdığı şeye göre namaz kılar. Hakk,
onu secdesini yaparken oturmaya çağırırsa oturur, sonra kalkar. Kalkmaya
çağırırsa, kalkar. Öyleyse namaz kılan kişi, Hakkın içinden kendisine aktardığı
şeye göre hareket eder. Daha önce, namazda oturuştan söz etmiştik. Onun
hükümleri, bu değerlendirmeye de uygulanabilir.
İki secde arasmda oturmaya gelirsek,
bu secde namaz kılanın secdeleri arasında kıyamdan sonra secde etmek ile
oturduktan sonra secde etmeyi birleştirmesini sağlar. Otururken secde etmekte
namaz kılan kişi, Hakkın er-Rahman ismiyle istiva ettiği (yerleştiği) Arş’tan
yakın göğe inişinin sırlarını öğrenir. Böylece kul, iki secde arasında
otururken Arş üzerine istiva etmesi bakımından er-Rahman ile konuşur. Oturuştan
sonraki secdesinde ise, gecenin son üçte birlik bölümünde kullarına inmesi
bakımından er-Rabb ismiyle Hakk ile konuşur. Allah Teâlâ kula onun bilgisini
artıracak bu hallerin gerektirdiği zikir, dua ve duruşlar gibi şeylerle
tecelli eder. Herkes kendi mizacına göre hareket eder.
Secdede Yere Temas Edecek Uzuvlar
İnsanlar, namaz
kılanın secdede yere hangi uzuvlarmı değdireceği konusunda görüş ayrılığına
düşmüştür. Acaba elleri dizlerden önce mi koymalıdır, sonra mı? Bir grup elleri
dizlerden önce koyma fikrindedir, bir grup da dizlerin ellerden önce konulması
fikrindedir.
Allah Teâlâ ehlinin bu konudaki
yorumu şudur: iki el, güç ve kuvvet, iki dirsek ise dayanma organıdır. Güç
yettiği halde bağışlama duygusunda olduğu gibi, kendisinde gördüğü güce rağmen
Rabbine dayanan kimse, dizleri elden önce koymayı kabul eder. İki elin [güç
değil] ilcram ve cömertlik organı olduğunu görüp ‘konuşmazdan
önce sadaka verin”95 ayetini dikkate alan kimse ise,
elleri dizlerinden önce koyar.
Veren-cömert insan iki durumdan
birindedir: Ya sağlıklı ve ihtiraslı olarak verir, ki böyle bir insan,
yoksulluktan korkar ye yaşamayı ümit eder, ya da, Allah Teâlâ’ya güvenerek ve
itimat ederek verir. Böyle bir insan, Allah Teâlâ’nın onun yararını en iyi
bilen olduğunu bildiği için, aklına yoksulluk ve muhtaçlık gelmez. Bu haldeki
bir insan, dizlerini ellerinden önce koyar, ihtirasın kendisine karşı koyduğu,
yoksulluktan korkan ve verirken zorlanan kimse ise, ellerini dizlerinden önce
koyar.
Bu hallerden hangisini öncelerse
öncelesin, secde eden için diğeri secdesinde meydana gelir. Allah Teâlâ’ya
itimat ve tevekkül eden kimse için cömertlik, başkasını yeğleme, bağış ve
ihsanın bütün dereceleri meydana gelir. Korkarak ve cimrice olsa bile Allah
Teâlâ rızası için veren kimsenin bu cömertliği, Allah Teâlâ’ya tevekkül ve
itimadı meydana getirir. Şari’yi tercih eden, elleri önce koyar.
FASIL-VASIL
Bilginler, yüz, iki el, iki diz, iki ayağın uçlarının üzerinde secde
edenin secdesinin tamam olduğu hususunda görüş birliğine varmıştır.
Buna karşın, namaz kılanın yüzü
üzerinde secde edip diğer bir organı eksik bıraktığında namazının geçersiz olup
olmayacağında görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Bazı bilginler, namazın geçersiz
olacağını kabul ederken, bazı bilginler de olmayacağını kabul etmiştir. Alnı ve
burnu üzerinde secde eden kimsenin, yüzü üzerinde secde etmesinde görüş
ayrılığı yoktur. Sadece alnı veya sadece burnu üzerinde secde edenin namazı
hakkında ise görüş ayrılığuıa düşmüşlerdir. Bazı bilginler, burnu olmaksızın
alnı üzerinde secde edenin namazının caiz; alnı olmaksızın sadece burnu
üzerinde secde edenin namazmın ise geçersiz olacağını kabul etmiştir. Bazı
bilginler işe, sadece burun üzerinde veya burun olmaksızın sadece alın üzerinde
secde etmenin caiz olduğunu düşünmüştür. Bazı bilginler ise, her ikisiyle
birden secde etmeden secdenin caiz olmayacağını kabul etmiştir.
Bu konudaki yorum şudur: Yedi sıfata
bütün ilahi isimler döner ve bu yedi sıfat onları içerir. Bu sıfadar hayat,
ilim, irade, kudret, kelam, işitmek ve görmektir. Bunların içinden bir sıfat ya
da bir nitelik bunların sıfat ya da nispet olması hakkında belirttiğimiz farklılığa
göreeksik olsaydı, hiç kuşkusuz, hepsi geçersiz olurdu. Başka bir ifadeyle,
Hakkın ilah olması anlamını yitirirdi. Yedi organ üzerinde secde etmeden
namazın caiz olmayacağını kabul edenlerin yorumu budur. Çünkü ilahi mertebedeki
yedi nitelik, secde eden kişide yedi organ gibidir:
Bilginlerin secdede yüzün zorunlu
olduğuyla ilgili görüş birliği, diğer yedi niteliğin varlığı için şart olan
hayat niteliğine benzer. Onların nitelik ya da nispet sayılması üzerinde
aramızda görüş ayrılığı vardır. Bazı bilginler görme ve duymanın bilgiye
dayandığı, bilmenin ise bunlardan müstağni kalabileceğini, bu iki niteliğin
bilgi karşısında duyulan ve görülenin belirlediği iki mertebe olduğunu kabul
etmiştir. Dolayısıyla bu iki nitelik ilim karşısında özel bir ilgiye sahiptir.
Bunu ileri süren kişi, yüzün secde etmesiyle birlikte bu organlardan biri eksik
olduğunda namazın caiz olduğunu kabul eder.
Hayat, özü gereği diğer sıfat ve
isimlerden üstün ve yüce olmayı gerektirir. Çünkü bu sıfatların var olması
hayatın varlığına bağlıdır. Üstünlük ve hayat, biçimleri farklı olsa bile tek
bir organ olmada alnın buruna bağlanması gibi, tek bir şey gibi birbirine
bağlıdır. Amaç yüzdür ve yüz isminin verildiği en az şeyin yere konmasıyla
secde gerçekleşir diyen kimse, alın olmaksızın burunla secdeyi caiz saymış ve
alnı yeterli görmüştür. Yüzü esas almak, zatı [bütün nitelikleri] toplayıcı ve
amaç sayan görüşe benzer. ,
Burnun ve alnın biçimine bakıp
birinciye yüz adını vererek bakan ve alnı esas alanlar vardır. Onlara göre
burun, alınla birlikte tek bir kemik olsa bile, secdenin alın olmaksızın
sadece burunla secde etmek caiz değildir. Çünkü saf bir kemik değildir. O,
kemik olmaktan daha çok, kıkırdak olmaya yakındır ve böylece alından ayrılır.
Öyleyse secdede dikkate alınan şey alın olmuştur. Tıpkı Allah Teâlâ’nın yedi
sıfatında esas olanın hayat sıfatı olması gibi. İzzet ve üstünlük, ihata
özelliğiyle hayata ait olsa bile, bilginin de ihata özelliği vardır. Böylece
bilgi ve hayat özelliği, ihata etmede ortak olmuştur. Bunu kabul eden kimse,
[hayata ait] üstünlüğün bu işte bir etkisi olduğunu kabul etmez.
Hakkın yüzünün ‘yasaklanmış,
girilemeyen yüksek bir koru’ olduğunu kabul edenler ise, hem alın hem de
burunla birlikte secde etmeyi kabul eder. Burun bedende soluma organıdır.
Solumak ise, canlılığın ilkesidir.
Bu nedenle onun hayat özelliğine nispeti, yakın bir ilişki olmuştur.
Bu yedi özelliğin varlığıyla âlemin
düzeni tamamlanıp âlem [ilah ve Rabb karşısında] ilahı ve Rabbi olan şey haline
geldi [meluh ve merbub]. Artık bu yedi niteliğe ilave bir şeyi arayan hiçbir
mümkün hakikat kalmamıştır. Dolayısıyla bu âlemden daha güzeli mümkün değildir.
Çünkü varlıkta Haktan daha yetkini yoktur. Hakkın ilahlığındaki yetkinliği ise,
O’na nispet edilen bu sıfatlara bağlıdır. Bu sıfadardan biri ya da bir nispet
yok olsaydı, âlemi var eden mertebe geçerli olamaz ve âlem var olamazdı. Âlem
var olduğuna göre, hiç kuşkusuz, mertebe de vardır.
O halde yetkinlik mevcut olduğu gibi
irtibat da akledilirdir. Sebep kalksaydı, hiç kuşkusuz, sebepli de ortadan
kalkardı. Sebepli akıldan gitseydi, sebep etkisini izhar edeceği kimseyi
bulamaz, sebep olması anlamsız Hakk gelirdi. Halbuki onun ‘sebep olması’ özü
gereğidir. Bu nedenle sebepli yok olduğu için sebep, sadece sebepliliğin
nispet edildiği bir hakikat olması bakımından değil, sadece sebep olmak
bakımından yok olurdu. [Bir sebep olarak] Allah Teâlâ özü gereği âlemlerden
müstağnidir. Biz, [sebep-sebepli irtibatında] Allah Teâlâ’nın ilah olması
yönünden söz ediyoruz. Dolayısıyla hakikat hakkında değil, mertebe hakkında
konuşuyoruz. Başka bir ifadeyle, insan olması bakımından değil, sultan olması
bakımından sultandan söz ediyoruz. Mertebelerin hakikatlerinden başka bir konuda
konuşmanın yararı yok! Çünkü onlar sayesinde varlıklar arasında derecelenme
anlaşılabilir.
Ebu Talib el-Mekki (r.a.) şöyle der:
Telekler, âlemin nefesleriyle döner.’ Bir eser, verecek bir şey kalmayacak
şekilde gücündeki her şeyi verdiğinde, ‘verici’ olması bakımından yok olur.
Alemin varlığında dikkate alınan şey, oluşunun belirli bir sureti izhar ettiği
cevherinin hakikatidir. Suretlerden birinin yok olması, cevheri bakımından
âlemin yok olmasını gerektirmez. Hiçbir suret olmazsa, bütün suretler yok
olduğu için âlem cevheri bakımından yok olurdu. Metafizik bahislerinin pek çok
konusu, bu konuyla ilgilidir.
FASIL-VASIL
Ayakları Dikerek Oturmak
Bu mesele hakkında şeriatın bütün konularına yayılan genel bir ilke
sunmak istiyorum: Şari [Allah Teâlâ, Peygamber], bir sözü kullandığında, dilde
bilinen anlamından çıkaracak özel bir nitelikle anlamı belirleyinceye kadar, o
söz Arapça’da bilinen yaygın anlamda alınır. Şari o sözle neyi kastettiğini
belirlerse, söze bağlı anlam ‘asıl’ haline gelir. [Başka bir kere] Şari’den bir
söz geldiğinde, şeriattan başka bir delil ya da durum kanıtı Allah Teâlâ’nın o
sözle dilde anlaşılan anlamı ya da belirlediği başka bir durumu kastettiğini
gösterinceye kadar, şeriatta ondan anlaşılan anlama yorumlanır. Bu ilke,
Şarinin söylediği bütün ifadelerde geçerlidir. Örnek olarak: abdest, namaz,
oruç, hac, zekât ve benzeri sözleri verebiliriz.
Konumuza dönüp şöyle deriz: ‘Ik‘â’
derken dilde anlaşılan şey, köpeğin ve maymunun oturuş şeklidir. İk‘â, insanın
iki kalçasını yere koyup bacaklarını dikmesidir. Köpeğin ve vahşi hayvanların
oturuş tarzı budur. Bilginler arasında bu duruşun namaza uygun bir özellik
olmadığı hususunda görüş ayrılığı yoktur. Namazda böyle oturmak, yasaklanmıştır.
Biz [şeriattaki], yasağı, dilde bilinen köpek oturuşuna yorumlarız. Şeriat,
kullandığı sözü dilde bilinen ve söylenen anlamından çıkaran özel bir durumla
sımrlasaydı, onu kabul eder ve yasaklanan duruşun o olduğunu anlardık.
Bir grup bilgine göre yasaklanan
duruş, iki secde arasında kaba etleri topukların üzerine koyup ayaklarının
üzerinde oturmaktır. İbn Ömer’in böyle yaptığı aktarılır, çünkü o ayaklarından
rahatsızdı. İbn Ömer’den gelen rivayete göre, kişinin ayaklarının başına
yaslanarak oturması namazın sünneti değildir. İbn Abbas şöyle derdi: ‘iki ayak
üzerinde’ böyle ‘dikilmek peygamberinizin sünnetidir.’
Bunun bâtını yorumu şudur: Köpek
oturuşu, hazır olda ve tetikteki insanın duruşudur. Kulun Allah Teâlâ’nın
karşısındaki bütün hallerinde böyle olması gerekir. Bu nedenle İbn Abbas ‘iki ayale
üzerinde dikilmek peygamberinizin (sav.) sünnetidir’ demişti. Kul efendisinin
emirleri kendine ulaştığında onları kollamaktan habersiz olmaması gerektiği
için, hazır olda ve tetikte durmalıdır. Bir tecelli geldiğinde, insanı, getirdiği
şeyi kabul etmek için hazırlanıp ona bağlanmaya koşan bir halde bulur. Bu hal
nedeniyle Allah Teâlâ, bu nitelikteki kulunu ‘onlar
iyiliklere koşanlardır, onlar iyilikler için yarışanlardır’396 diye övmüştür. Yine, onlar hakkında
‘bir kısmı iyiliklerde öne geçmiştir’397 buyurur. Emirlerde öne geçmek
isteyen herkesin hali uyanıklık, huzur, dikkat, tetikte ve hazırolda bulunmak,
titizlik ve ciddiyettir. Bunu bilmelisin!
Namazda ‘köpek duruşunun
yasaklanması’, namaz kılanın köpeklere ve vahşi hayvanlara benzemek bakımından
gafil kalmaması anlamına yorumlanır. Namaz kılan, bize aktarılan yerde ve
bilinen duruma göre dince belirlenmiş olması yönünden bunu yapmalıdır. Çünkü
dilsel olarak köpek duruşunun özelliği, iki elinin yerde olmasıdır. Nitekim
köpek öyle oturur. Bu ise, köpek oturuşunda belirlenmiş yapıda bulunmaz.
Böylece, kendilerinden çıkan
ayrıntılar için esas ve ilke yerini alan namazın fiil ve sözlerini zikretmiş
olduk!
FASIL-VASIL
Namazdaki Hallerin Zikredilmesi
Namazdaki söz ve fiillerin büyük kısmını zikrettikten sonra, şimdi
de namazın hallerine geçelim! Bunlara örnek olarak cemaatle namaz ve hükmü,
imamlığın şartları, kimin imam olmaya layık olduğu, imama özgü hükümler,
imam-cemaat ilişkisi, her birine özgü hükümler, cemaatin imama uyacağı ve
uymayacağı durumlar, uymanın niteliği, imamın cemaat yerine yapacağı şeyler,
imamın namazı bozulduğunda -şeriat bilginlerinin bu konudaki ayrıntılı
açıklamalarına görecemaati de etkileyen şeyler ve bilginlerin bu konudaki
görüş ayrılıklarını verebiliriz. Bütün bu konularla ilgili, Allah Teâlâ’yı
bilenlerin kalp ve sır amellerinde çünkü bu yol zevk sahipleri için bir aktarım
yolu değildirAllah Teâlâ’ya giden yolun gereğine göre yaptıkları bâtınî
değerlendirmeleri de zikredeceğiz.
Bu halleri zikre başlamadan, önceki
bölümde yer alan namazın söz ve fiilleriyle ilgili iki hadisi zikredelim. Bu
iki hadis, o bölümün sonucu gibidir. Hadisleri bir nedenle haller bölümüne
kattım. Bu neden. ‘Yakub'un içinde yerine getirdiği bir
ihtiyaçtı. Kuşkusuz o kendisine öğrettiğimiz ilim sahibidir, fakat insanların
çoğu bunu bil mez.’398
Birinci hadis, nasıl namaz kılacağını
öğrenmek isteyen birine peygamberin namazı kılmayı öğretmesiyle ilgilidir,
ikinci hadis ise, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin namazının niteliği
hakkındadır. Birinci hadis, Buhari’nin Ebu Hüreyre’den aktardığı hadistir. Ebu
Hureyre mescide gidip namaz kılan birine Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin
‘dön yeniden kıl, çünkü sen namaz kılmadın’ buyurduğu bir hadis aktarmıştır.
Adam ‘ey Allah Teâlâ’nın peygamberi! Nasıl namaz kılacağımı bana öğret’ demiş, Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle demiş: ‘Namaza niyetlendiğinde güzelce abdest
al. Kıbleye yönel ve tekbir getir. Sonra Kur'an-ı Kerîm'den kolayma gelen
ayetleri oku. Sonra tam eğilecek şekilde rükûya git. Sonra dimdik duracak
şekilde ayağa kalk. Sonra tam secde edecek şekilde secde et. Sonra tam oturacak
şekilde otur.| Namazının bütün kısımlarında bunları yap.’ Hadisin başka bir rivayet
zinciri daha vardır. Orada ‘ikimiz ayakta eşit oluncaya kadar kalk’ denilir.
Kastedilen, ikinci secdeden kalkmaktır.
Ali b. Abdülaziz Rıfaa b. Rafi’nin bu
hadis hakkında şöyle söylediğini aktarır: Bir adam, Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve selleme şöyle demiş: ‘Beni hangi konuda eleştirdiğini anlamadım.’
Bunun üzerine Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle demiş: ‘Bir insanın
namazı şunları yapmadan tamamlanmaz: Önce Allah Teâlâ’nın kendisine emrettiği
şekilde abdesti tam olarak alır. Yüzünü ve dirseklerine kadar ellerini yıkar.
Başını ve ayaklarını topuklara kadar mesheder. Sonra tekbir alıp Allah Teâlâ’ya
hamd eder ve Kur'an-ı Kerîm'den Allah Teâlâ’nın kendisine müsaade ettiği ve
kolayına geldiği kadarını okur.
Sonra, tekbir alarak rükûya gider. Avuçlarını
dizlerine koyup bütün eklemleri rahadayıncaya kadar eğilir. Sonra ‘Allah Teâlâ
kendisini duyanı işitti’ der. Her kemiği kendi yerini alıp beli doğrulacak
şekilde tekbir getirir. Sonra tekbir getirir ve secdeye gider. Eklemleri
rahatlayacak şekilde yüzünü tam olarak toprağa koyar. Sonra tekbir getirir ve
başını kaldırır. Tam olarak oturur ve beli doğrulur.’ Burada Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem, namazın bütününü tanımlamıştır. Sözlerini
bitirince şöyle demiştir: ‘Böyle yapmadan namazınız tamam olmaz.’ Bu hadisi
imam Nesai de aktarmıştır ki, bu en açığıdır.
Nesai, yine Rıfaa’dan aktardığı başka
bir rivayette şöyle der: ‘Böyle yaptığında namazın tamamdır. Bunlardan birini
eksik yaptığında ise, namaz eksilir, ama bütünüyle geçersiz olmaz.’ Hadisin
başında da şöyle der: ‘Allah Teâlâ’nın sana emrettiği gibi abdestliyken namaza
kalktığında, kelime-i şehadet getir, sonra ayağa kalk ve tekbir getir.’ Ebu
Ömer b. Abdülber şöyle der: ‘Bu, sahih bir hadistir.’
İkinci hadis, Ebu Davud’un
peygamberin nasıl namaz kıldığıyla ilgili olarak Muhammed bAmr b. Ata’dan
aktardığı hadistir. Şöyle der: Ebu Humeyd es-Saidi’nin peygamberin on
sahabesinin yanında -ki biri de Ebu Katade idişöyle söylediğini duydum: ‘Size Allah
Teâlâ’nın peygamberinin nasıl namaz kıldığını öğreteceğim.’ Bunun üzerine
‘Niçin’ diye sormuşlar. ‘Allah Teâlâ’ya yemin olsun ki! Sen bizden daha çok
onunla olmuş ya da bizden daha çok sohbetinde bulunmuş değilsin.’ O da
‘Haklısınız’ demiş. Yine de orada bulunanlar ‘Anlat bakalım!’ demişler. O da
söze başlamış:
‘Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem namaza durduğunda ellerini kulaklarına paralel olacak şekilde
kaldırırdı. Sonra her bir kemiği dengeli bir şekilde yerli yerine yerleşinceye
kadar tekbir getirirdi. Sonra okur, sonra tekbir getirir ve ellerini
omuzlarına paralel getirecek şekilde kaldırır, rükûya gider, avuçlarını diz
kapaklarına koyar, tam denge haline gelir, başını kaldırmaz ya da eğmezdi.
Rükûdan başını kaldırıp şöyle derdi: ‘Aİlah kendisini öveni duydu.’ Ellerini
dengeli bir şekilde omuz hizasına kadar kaldırır ve ‘Allah Teâlâu Ekber’
derdi. Secdeye gider, ellerini alnından önce koyar, sonra başını kaldırır, sol
ayağını yatırır ve üzerine otururdu. Secde ettiğinde, ayak parmaklarını açar ve
öyle secde ederdi. Sonra şöyle derdi: ‘Allah Teâlâu Ekber.’ Başını kaldırır ve
sol ayağını yatırır, üzerine otururdu. Her organı kendi yerine dönerdi. Sonra
diğer rekâtta da aynı şeyi . yapardı. İki rekâtı tamamlayıp ayağa kalktığında,
tekbir getirir, namazın başlangıcında yaptığı gibi omuzlarının hizasına gelecek
şekilde ellerini kaldırırdı. Namazın kalan kısımlarında da böyle yapardı. Selam
verilen secdeye geldiğinde ise, sol ayağım geride bırakıp sol yanı üzerine tam
otururdu.’ Orada bulunan sahabeler ‘doğru söyledin, Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem böyle yapardı’demişlerdir.
Ebu İsa Muhammet b. Sevre et-Tirmizi
bu hadis hakkında şöyle demiştir: ‘Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
namaza kalktığında tam olarak ayakta durur, omuzlarının hizasına gelecek
şekilde ellerini kaldırırdı.’ Rükûdan kalkma hakkında ise, ‘her kemiği dengeli
bir şekilde yerli yerine dönecek şekilde tam olarak ayağa kalkar ve iki secde
arasında da böyle yapardı’ demiştir. Hadisin sonu hakkında ise, ‘sonra selam
verirdi’ demiştir. Tirmizi bu hadisin sahih-hadis olduğunu belirtir.
Böylece namazın hallerine başlamış
olduk. Allah Teâlâ izin verirse, fasıl fasıl onları zikredeceğiz.
HALLER FASILLARI FASIL-VASIL
Cemaat Namazında Görüş Ayrılığına Düşülen Yerler
Bilginler,
cemaat namazının ezanı duyan kimseye farz olup olmadığı
hususunda görüş ayrılığına düşmüştür. Bazı bilginler sünnet, bazı bilginler
farz-ı kifaye [bir grubun yapmasıyla sorumluluğu düşen farz], bazı bilginler
ise her yükümlüye farz olduğu görüşündedir.
Bunun bâtını yorumu şudur: Allah
Teâlâ, namaz kılana çoğul zamirle ‘Ancak sana ibadet ederiz’399
demeyi emreder. Bu emir, namazda insanın her bir parçasının tek bir durumda
olması gerektiğini gösterir. Bu nedenle ilk tekbir ‘ihram [yasaklama]’ tekbiri
diye isimlendirildi. Başka bir deyişle bu tekbir, namaz esnasında kulun
herhangi bir organını namaz dışındaki bir işte kullanımını yasaklar. Namazda
kişinin yapması serbest
bırakılmış her fiil, namazdandır.
Fakat bunun böyle olması, namaz kılan herkes için değil, sadece namazda [bir
nedenle] karşılaştığı bir durum nedeniyle onu yapan kimse için geçerlidir [söz
gelişi bir haşereden kurtulmak için hareket etmek gibi]. Namazda serbest
bırakılmış bu fiiller de, nasla belirlenmiş bir takım durumlardır. Öyleyse
namazda yapılması caiz her fiil, namazdandır. Çünkü Şari, onu belirlemiştir.
Dolayısıyla, onlardan birini yapmakla namaz bozulmaz.
Namazda Allah Teâlâ karşısında ‘kulun
cemaati [bütün organlarının fek bir amaçta toplanması]’, hiç kuşkusuz, farzdır.
Namazda her organın bir namazı vardır. ‘Cemaat’ denilen topluluğun sayısı, en
az ikidir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Namazı kendim ile kulum arasında ikiye
ayırdım.’ Allah Teâlâ, kendisini bize ‘salât etmek’ özelliğiyle niteledi.
Böylece, namazda kendisini kulla beraber zikretmiştir. Rabbi ile beraber namaz
kılan herkes, hiç kuşkusuz, cemaattedir. Hakk imam, kul imama uyandır. Çünkü Allah
Teâlâ, onu ayakta tutan ve oturtandır. Konuşmada ise, kul imamdır. Çünkü Allah
Teâlâ, sözü ona bırakmıştır. Öyleyse tek başına namaz kılan kimse yoktur.
İnsan bu namazında Allah Teâlâ
karşısında bulunduğundan [huzur] habersiz kalırsa, hiç kuşkusuz, bu ibadette
Rabbi olmaksızın tek başına kalmıştır. Yalnız başına namaz kılmanın bâtınî
yorumu budur. Böyle bir kişi, hemcinslerinden bir cemaatte olsa bile, yine yalnız
sayılır. Başka bir yalnız ise, Hakkı görmenin baskın gelip kendisinden fani
olmak nedeniyle namazı bütünüyle Rabbe tahsis eden kimsenin durumudur. Böyle
bir insan, namazının Rabbi vasıtasıyla kendisinden meydana geldiğini görmekle
birlikte, kendisini namaz kılıcı görmez. Bu da, tek başma namaza eklenir.
Namazındaki her bir organıyla
Rabbinin övgüsünü teşbih ettiği ve her bir parçanın O’nu müşahede etmekle
kendisinden geçtiği kendisine gösterilen bir kul, ‘cemaat’ ücretine sahip
olduğu gibi aynı zamanda parçalarının sayısı ne kadar olursa olsuntek başına
kılmış İçişinin ücretini de kazanır. Bu durumda, ‘yalnız kılmıştır’ diye hüküm
verebileceğin gibi ‘cemaade kılmış ve Hakk imam olmuştur’ diye de hüküm
verebilirsin.
Öyle arifler vardır ki, Allah Teâlâ
onları imamlık makamına yerleştirir, kendisi ise cemaat olur. Bu durum, Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellemin ‘Siz bıkmadıkça Allah Teâlâ bıkmaz’ hadisinde
belirtilen anlama benzer. Başka bir ifadeyle Allah Teâlâ, kul kendisiyle
beraber yürüdüğü sürece kuluyla yürür. Nitekim Allah Teâlâ ‘Beni
zikredin, ben de sizi zikredeyim3400 buyurur. Kutsi bir hadiste ise,
‘Beni içinden zikredeni, içimden zikrederim, bir toplulukta zikredeni onlardan
daha hayırlı bir toplulukta zikrederim’ buyrulur. Bu ise, imamı ve cemaati
ifade eder. Öyleyse Allah Teâlâ, bu ve benzeri yerlerde seni öne geçirmiştir.
Başka örnekler ise, ‘Bana dua ettiğinde, dua edenin
duasını kabul ederim’401 ve kullarını davet ederken sana imam
oluşuyla ilgili olarak da ‘Bana dua ediniz’402 gibi ayetlerdir. Sonra insanlar,
Hakkın çağrısına karşılık vererek O’na dua eder. Allah Teâlâ da çağrısına
uyanların duasına olumlu karşılık verir. Kendisini nitelediği mutlak
zenginliğin sahibi olsa bile, bu Rabbin ne kadar cömert olduğuna bakınız!
Emrettiği bütün ibadetlerde kendisini kuluna nasıl da bağlamıştır? İşte bu,
apaçık bir ihsandır.
FASIL-VASIL
Yalnız Kılıp Cemaate Yetişen ya da Bir Cemaatte Namaz Kılarken
Başka Bir Cemaate Yetişen Kişinin Durumu
Namaz kılıp
mescide gelen kimse iki durumdan birindedir: Bu kişi ya namazını
tek başına kılmıştır ya da cemaatle kılmıştır. Tek başına kılmışsa, bazı
bilginlere göre, akşam namazının dışındaki bütün namazları cemaaüe birlikte
yinelemesi gerekir. Başka bir grup ise, akşam ve ikindi namazının dışındaki
namazları, başka bir grup akşam ve sabah namazının dışındakileri, başka bir
grup ise, sabah ve ikindi namazının dışındakileri başka bir grup ise, bütün
namazları cemaaüe birlikte yinelemesi gerektiği görüşündedir.
Daha önce namazını cemaatle kılmış
bir insan mescide geldiğinde ise, başka bir cemaaüe namazın yinelenip
yinelenmeyeceği de tartışılmıştır. Bazı bilginler, yineleyeceğini, bazı
bilginleri ise yinelemeyeceğini söylemiştir.
Bizim görüşümüz şudur: imkân
bulunduğunda cemaate gitmek farzdır, imkan olmazsa, tek başına namaz kılar.
Daha sonra cemaate ulaştığında ise -namazını cemaaüe kılmış olsa bilekamette
‘haydin namaza’ şeklindeki çağrıya olumlu karşılık vermek için ulaştığı
cemaaüe namazını yinelemesi gerekir. Her iki durumda da yinelenen namaz, kişi için
nafile namaz yerine geçer. Cemaate gitme imkânı bulamamışsa, bu durumda ona
cemaat sevabı verilir.
VASIL
Namazın Yenilenmesinin Nefisle İlgili Yorumu
Şari, namaz
için [Hakk ile] karşılıklı konuşmayı belirlediğinde, Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem namaz hakkında şöyle demiştir: ‘Gözümün nuru, namaz
kılındı.’ Böylece, ‘ihsan’ın tanımında ‘Allah Teâlâ’yı görür gibi ibadet
etmendir’ derken [kendisine] uyan insanlardan daha yetkin bir şekilde Hakkı namazda
gördüğünü bildirdi. İhsanı tanımlarken ise, belirli bir ibadeti zikretmedi. Allah
Teâlâ şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ tövbe edenleri sever.,m Onlar,
hoşnut olduğu her durumda Allah Teâlâ’ya çokça dönen insanlardır. Görme ve
karşılıklı konuşmayı kendinde topladığı için, namazdan daha üstün bir hal ise
yoktur. Başka bir ayette ise ‘Allah Teâlâ, temizlenenleri sever’404
buyrulur. Temizlik ise, namazın şardarındandır.
Seven kişi, sürekli sevdiğini görmek
ve onunla konuşmak ister ve bunu arzular. Sevgilisi ‘haydin namaza, namaz
başladı’ diyerek kendisini konuşmaya çağırdığında ise, zorunlu olarak onunla
konuşmak ve O’nu görmekten haz almak için çağrıldığı işe koşar. Böyle bir
durumda olan kimse, yalnız ya da cemaatle kılmış olsa bile, kamet okunup namaza
çağrıldığında namazın yinelenmesini kabul eder. Yalnız ve cemaatin anlamını
önceki bölümde açıklamıştık.
Daha önce namaz kılıp cemaate katılan
kimsenin namazı yinelemeyeceği görüşünde olanlar ise, ariflerdir. Tekrarlamayı
kabul edenler ise, âşıklardır. Arifler, tekrarı imkânsız görür. Onlar, namazda
kişiye gelen tecellinin başka bir namazdaki tecelliden başka olduğunu bilir.
İlahi genişlik nedeniyle tekrar ve yenileme imkânsız olduğuna göre, namazı yenilemek
doğru olmaz. Âşık, [tekrarlama olamayacağını] bilmediği halde namazını yeniler.
Arif ise, bildiği için, namazını kılar, fakat bunun tekrarlama olmadığını
bilir. O ne yaptığının farkındadır. Bilgi en şerefli makam, sevgi ise en
şerefli haldir. İki makamı, yani sevgi ve bilgiyi kendinde birleştiren ise,
tecelli edenden dolayı tekrarlamayı, tecelli edilenden dolayı da tekrarın
olamayacağını kabul eder. Binaenaleyh böyle bir insan, farz ya da nafile her
namazı ilk olarak kılar.
Bazı bilginler, [diğer namazları
değil, sadece] akşam namazının yinelenmeyeceğini kabul etmiştir. Bu görüşün
kaynağı, akşam namazının kulun tekliğini, gecedeki vitir namazının ise Hakkın
tekliğini temsil etmesidir. Gece vitri, tek rekâttır ve [bunun karşılığı
olarak] mutlak birlik, Allah Teâlâ’ya; aittir. Akşam vitri ise, üç rekâttır.
Böylece akşam namazı, çift ve teki kendinde toplamıştır ve o ilk tek sayıdır. ‘Allah
Teâlâ tektir ve teki sever.’ Kul, çift olması yönünden Rabbini göremez. Onu
ferdik birliği yönünden görebilir. Allah Teâlâ, ilah olmak bakımından
‘ferdiyet’ zat olması bakımından ‘ahadiyet [mutlak birlik]’ birliğinin
sahibidir. Kul ilah olması bakımından sahip oldüğu bu ferdiyet tekliği
itibarıyla Rabbini görürse, mutlak bir olan zatın tekliğini de -kulun ferdiyet
tekliği yönünden değilHakkın tekliği yönünden görür. Böyle bir durumda kul Allah
Teâlâ’yı ancak Allah Teâlâ ile görür. Akşam namazını yineleseydi, kulun tekliği
çift haline gelir, Rabbini hiçbir zaman tek olarak göremezdi. Böyle olmaması
için arif, diğer namazlardan farklı olarak, akşam namazının yenilenmeyeceğini
kabul etmiştir.
Akşam namazının yenileneceğini kabul
eden, kendi tekliği nedeniyle değil, Hakkın tekliği nedeniyle yenileneceğini
kabul etmiştir. Böylece insanın ‘ferdiyet’ tekliği, akşam namazım yenilemekle
çift haline gelmez. Çünkü Hakk, her bakımdan yaratılmıştan ayrılır.
Sabah namazının yenilenmeyeceğini
ileri sürenlere 'göre ise, ‘ilk sabah’ farzdır, ikindi namazı da farzdır,
‘ikinci sabah’ ve ‘ikinci ikindi’ ise nafiledir. İnsan, farzı yerine getirirken
zorunlu bir kul olarak saf kuldur. Nafilede ise, gönüllü-serbest bir kuldur.
Mecbur olmak, gönüllü kulluktan üstündür. Çünkü gönüllü kulluk yaptığında
insanın bu özgürlüğü başa kalkma imkânı vardır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Müslüman
olmalarını başına kakarlar. De ki: Müslüman olmanızı başıma kalkmayın. Doğru
sözlü iseniz, sizi imana ulaştırmakla Allah Teâlâ size iyilik yapmıştır. ’405
Allah Teâlâ kulların kendisini
görmesini güneşi görmelerine benzetince, güneşin insanların özellikle de
âşıkların nezdindeki değeri artmıştır. Çünkü sevgili, görülmesini güneşin
görülmesine benzetmiştir. Âşıklar, güneşi gördüklerinde sanki Allah Teâlâ’yı
görürler. Güneşi görmek, Allah Teâlâ’nın kendisini görmekle ilgili vaadini
hatırlatır. Bu nedenle, zorunlu kulluk özelliğiyle nitelenmezden önce güneşin
üzerlerine doğmamasını istedikleri gibi mecbur kulluk halinde
bulunmadıklarında üzerlerine batmamasını isterler. Nitekim onlar, Allah Teâlâ’yı
zorunluluk ve sırf kulluk haliiıde görmek ister. Bu durumda Hakkı görmenin
hazzı daha tam ve hoş olduğu gibi görülmesi de daha açıktır.
Başka bir neden ise, batarken ve
doğarken güneşin Rabbine şöyle demesidir: ‘Onları mecbur kul olarak
bıraktığımız gibi aynı şekilde mecbur kul iken kendilerine geldik.’ Sabah ve
ikindi namazında [amelleri ilahi kata sunmak için] yükselen melekler de böyle
der. Allah Teâlâ, kendilerini en iyi bilen olduğu halde, meleklere sorar.
‘Kullarımı nasıl bıraktınız?’ Melekler cevap verir: ‘Onları namaz kılarken
bıraktık. Geri geldiğimizde yine namaz kılıyorlardı.’ Yanlarındaki meleklerin
ayrılması olduğu gibi diğer meleklerin gelmesi de, ister ilk vaktinde ister son
vaktinde kılsınlar, namaza başladıklarında gerçekleşir. Her insandan melekleri
ancak belirttiğimiz durumda ayrılır.
Bu nedenle, iman ve keşif ehline göre
namaz lalan kişi, sabah ve ikindi namazında ‘ihram’ tekbiri getirmek istediğinde
şöyle der: ‘Allah Teâlâ’nın rahmet ve berekederi sizin üzerinize olsun.’ Çünkü
o vakitte yanlarındaki melekler ayrılmış, diğer melekler ise yanlarına
gelmiştir. Melekler kula gelirken selâm verdikleri gibi ayrılırken de selâm
verirler. Allah Teâlâ, ‘size selâm verildiğinde, daha
güzeliyle veya aynısıyla karşılık verin’40'' ayetiyle
selâmı iade etmemizi emretti. Dolayısıyla imanın Hakk ve hakikatine sahip bir
müminin [kendisine gelip selâm verdiklerinde] o vakitte meleklerin selâmını
alması zorunludur. Yoksa, bu iyilikten haberdar ve o esnada aklindayken ihmal
ederse, bu durum imanındaki bir eksikliktir. Keşif sahibi ise, görürcesine
bilirken mümin basiretlidir.
Sabah namazının değil de, ikindi
namazının yinelenmeyeceğini kabul eden kimse, gayba ancak zorunlu, kullukla
yönelebileceğini kabul edendir. Çünkü gayb esastır ve o Hakkın hüviyetidir.
Gayb, hüviyetten ayrılmaz. Bu kişi şunu der: Sabah, gaybten şehâdete çıkmaktır.
Dolayısıyla şehâdette kullukta hangi halde bulunduğuma önem vermem. Bu hal,
zorunlu veya serbest-gönüllü kulluk olabilir. Çünkü amaç, kulluk sınırında
durmaktır. Şehâdet ise, iddia mahallidir. Çünkü bu âlem, hareket, geçim,
başkalarını görmek ve fiillerle perdelenmek mahallidir.
İkindinin değil de, sabah namazının
yinelenmeyeceğini kabul eden ise şöyle der: ‘Zorunlu kullukla ez-Zâhir ismine
yönelmek istiyorum. Gece yönelmesinin ise, zorunlu veya gönüllü olarak, hangi
kullukla gerçekleştiğini önemsemiyorum.’ Bu nedenle ikindiden sonra Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem nafile namaz kılmış sabah namazından sonra ise
hiçbir zaman nafile kılmamıştır. İkindiden sonra nafile kılmayı kabul eden
şöyle der: ‘Gece görünmezliktir. Ona ait isim, el-Bâtın’dır. Gece, istesem de
dirensem de, beni zorlayacak bir güce sahiptir. Gündüzün ise bu özelliği
yoktur. Geceye gönüllü kul olarak yönelsem, onun otoritesi hakim olur ve beni
zorunlu kul haline getirir.’
Her grup, kılındığında yenilemeyi
uygun görmediği namazların bâtını yorumunda bir durumu esas almıştır. Daha
önce, yalnızın ve cemaatin anlamı açıklanmıştı.
FASIL-VASIL
Kim İmamlık Yapabilir?
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem şöyle buyurur: ‘Kur'an-ı Kerîm'i
en iyi okuyan kişi topluluğa imam olur.’ Bir grup bilgin ‘en iyi okuyan değil,
en yi bilen imam olmalıdır’ der. Bu görüşü benimseyenlerle Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellemin ifadesi arasında bir görüş ayrılığı vardır. Bu
görüşü kabul edenlere ‘bu hadis size ulaştı mı?’ diye sordum. Onlar da ‘evet’
deyip şunu dediler: ‘O hadis rivayet edildi ve biz de onu öğrendik.’ Ben, Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellemin sözünü benimsiyorum ve aksi görüşü ileri
sürenlerin hiçbir kanıtı yoktur. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bu
hadisin devamında şöyle der:
‘Okumaları eşit ise, sünneti en iyi
bilen imam olsun.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bilen ile okuyanı
ayırt etmiş, okumada eşit olmadıkları sürece imamlığı daha iyi okuyanın hakkı
saymıştır. İki kişi okumada eşit ise, biri diğerinden imamlığa daha uygun
değildir. Bu durumda sünneti iyi bilen ve daha anlayışlı olan kimse öne
geçirilir.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem şöyle elder: ‘Sünneti bilmede eşit iseler, kim daha önce [Medine’ye]
hicret etmişse imam odur. Aynı zamanda hicret etmişlerse, daha önce müslüman
olan imamdır. Bir adam, sultanına imam olamayacağı gibi izni olmadıkça misafir,
ev sahibine imam olamaz.’ Bu, doğruluğunda görüş birliğine varılmış bir
hadistir. Ebu Hanife de, bu hadisi kabul etmiş ve esas alınabilecek güvenilir
bir hadis saymıştır.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’in döneminde ‘iyi okuyan’ ‘iyi anlayan’ demekti diye hadisi
yorumlamamaya kalkışanın görüşüne gelirsek, böyle bir tevil, zaten ‘sünneti
daha iyi bilen’ şeklinde hadiste geçmişti. Allah Teâlâ’nın sözünün önüne başka
bir şeyin hiçbir şekilde geçirilmemesi gerektiği bilinmelidir. Bir seçkinin
önüne düşük mertebeli biri geçerse, o artık seçkin olmaz. Kur’an ehli, Allah
Teâlâ’nın ehli ve seçkinleridir. Onlar, Kur'an-ı Kerîm'in harflerini okuyan
Arap ve Arap olmayanlardır. Bu sayede onlar, Allah Teâlâ’nın ehli ve seçkinleri
olabilmiştir. Bu okumaya Kuran'ı bilmeyi eklediğinde, ehil ve seçkin olmada
ayrıcalıklı Hakk gelir. Bu durum ise, okumak yönünden değil, anlamlarını bilmek
bakımındandır. Bilgiye ve okuyuşa onunla ameli eklediğinde, bu durum ‘nur
üstüne nur nurdur.’
Okuyucu bahçenin sahibi iken,
[okuduğunu] bilen, bahçenin türlü meyvelerine, tatlarına ve yararlarına aşina
olan kimsedir. Amel eden ise, bahçeden yiyene benzer. Kur'an-ı Kerîm'i
ezberleyip anlamını öğrenen ve onunla amel eden kişi, kendisine yarar ve zarar
veren şeyleri bilen ve yiyen bir bahçe sahibine benzer. Kur'an-ı Kerîm'i
ezberlemeyen bilgili ve amel eden kişinin durumu ise, meyvelerin türlerini,
tatlarını, dikilişlerini bilip başkasının bahçesinden meyve yiyene benzer.
Sadece amel eden ise, başkasının bahçesinden yiyene benzer. Bahçe sahibi,
bahçesi olmayan kişilerden daha üstündür, çünkü diğerleri ona muhtaçtır.
VASIL
Konunun Nefs Bakımından Yorumu
imam olmaya en layık kişi, Hakkın kulağı, gözü, eli, dili ve diğer
güçleri olan kimsedir. Bu durumda eşit iseler, Rablığın hakkını en iyi bilen
kimse imamdır. Bu konudaki bilgide de eşit iseler, kulluğu ve ayrılmaz
özelliklerini en iyi bilen kimse imam olmayı Hakk eder. Kulluğun bilinmesinin
üzerinde veya ardında onun yerini alabilecek daha beğenilen bir hal yoktur.
Çünkü insanlar, bu nedenle yaratıldı. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Ben
insanları ve cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.’407 İmamlık gerçekte Allah Teâlâ’ya
aittir. Bu hallerin sahipleri ise, Allah Teâlâ’nın vekil ve halifeleridir. Bu
nedenle onları kendi nitelikleriyle nitelemiş, hatta kendisini onlarm
nitelikleri yapmıştır. Öyleyse imam O'dur, onlar değil!
Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Sana
biat edenler, Allah Teâlâ’ya biat etmiştir.,m Başka bir
ayette ise ‘Peygambere itaat eden, kuşkusuz Allah Teâlâ’ya itaat
etmiştir.’409 Başka bir
ayette ise ‘Allah Teâlâ’ya ve Peygamberine ve sizden emir
sahiplerine itaat ediniz’410 buyrulur. Kastedilen emir
sahipleridir. Emir sahibi, gerçekte emrinin karşısmda kimsenin duramadığı
kişidir. Onlar, Allah Teâlâ sayesinde gördükleri ve duydukları gibi, Allah
Teâlâ vasıtasıyla emir verirler. Dolayısıyla bir şeye ‘ol’ dediklerinde, o şey
hemen oluverir. Çünkü onlar, Allah Teâlâ vasıtasıyla konuşmuştur. ‘Aranızdan
olan emir sahipleri’ ayetinin bâtınî yorumu budur. Bu nedenle hükümdara itaat
farzdır. Çünkü sultan, Allah Teâlâ’nın meşru emri durumundadır. Ona itaat eden
kurtulur, karşı çıkan ise helâk olur.
FASIL-VASIL
Kur'an-ı Kerîm'i Okuyabilen Çocuğun İmamlık Yapması
Bilginler,
yetişkin olmayan çocuk Kuran'ı okuyabildiğinde, imamlık yapıp
yapamayacağı hususunda görüş ayrılığına düşmüştür. Bazı bilginler, bunu her
durumda anlamda caiz saymış, bazı bilginler ise her koşulda reddetmiş, bazı
bilginler ise -farzların dışındasadece nafile namazda imamlık yapabileceğini
iddia etmiştir.
Meselenin bâtınî yorumu şudur: [Çocuk
anlamındaki sabi’nin kökeni meyanında] Bir şey bir şeye meylettiğinde ve
yöneldiğinde ‘falan falana sabâ etti’ denilir. Çocuk, doğasma ve arzularına
yöneldiği için, sabi diye isimlendirildi. Başka bir ifadeyle sabi, arzularına
yönelen demektir. Çocuk, yükümlülüğü gerektiren akıl düzeyine ulaşmamış kişi
demektir. Doğa,, akıldan daha aşağı bir mertebededir. Dolayısıyla, doğanın ya
da ona yönelenin ‘öne geçmesi’ uygun değildir. Doğa geride olduğu için, doğaya
tam olarak yönelen kimsenin geride kalması zorunludur. Geride olan kişi ise,
öne geçip imam olamaz. Çünkü imamlık, bulunduğu durumun zıddıdır. Bu yorumu
dikkate alan kimse, Kur’an okuyor olsa bile çocuğun imam olmasını caiz saymaz.
Onun Kur'antaşıyıcısı olduğunu dikkate alan ise, imamlığı çocuğa değil,
taşıdığı Kuran'a verir. Böylece çocuğun imamlığı, Kur'an nedeniyle ‘dolaylı
imamlık’ hükmündedir ve imamlığı caizdir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Ona
çocuk iken hikmeti ver dik*" Kastedilen, imamlık hükmüdür. Başka
bir ayette ise ‘Beşiğinde çocuk olan biri nasıl
konuşur dediler. Çocuk ise 'Ben Allah Teâlâ’nın kuluyum, bana kitap verdi ve
beni peygamber yaptı’ demiştir’412 buyurur. Bu da, çocuk diye
isimlendirilmesine rağmen imamlık makamıdır.
Çocuğun kulluğunu gönüllü kulluk
sayıp -çünkü yükümlü değildirnafile namazın gönüllü-özgür ibadet olduğunu kabul
edenler ise, farzda değil, sadece nafile namazda çocuğun imam olabileceğini
caiz görür. Bunun nedeni, ikisi arasında gönüllülükteki ilişkidir.
FASIL-VASIL
Büyük Günah Sahibinin İmam Olması
Bazı bilginler fasığın imam olabileceğini her durumda reddetmişken
bazı bilginler her durumda bunu caiz görmüştür. Bir grup ise fasıklığı kesin olan
ile öyle olduğu zannedileni ayırt etmiştir. Bu bilginlere göre fasıklığı kesin
olanın imamlığı caiz değildir ve öyle bir insanın ardında namaz kılan namazını
yenilemelidir. Fasık olduğu zannedilen kimsenin ardında namaz kılanın da, vakit
çıkmamışsa namazını yenilemesini müstehap saymışlardır. Bunun yanı sıra
günahkârlığı ‘tevil’ nedeniyle olanla olmayanı ayırt etmişlerdir. Tevil
nedeniyle fasile olanın imamlığını caiz görmüş, tevilden dolayı fasile
olmayanın imamlığını ise caiz görmemişlerdir. Ben ise, fasığın imamlığının her
durumda caiz olduğu görüşündeyim. Çünkü mümin, kesinlikle fasık olmaz. Hiçbir
şey imanın karşısında duramaz.
Meselenin bâtınî yorumu şudur: Fasık,
gerçek aslından çıkan kimse demektir. Gerçek asıl, insanın yaratılış gayesi
olan kulluktur. Kaçınılmâz olarak insan, ya Allah Teâlâ’ya ya da kendi arzusuna
kuldur. Dolayısıyla insan hiçbir zaman boyunduruktan kurtulamaz. Bu
boyunduruktan çıkmak, kendisini izafe etmesi emredilmiş [başka] bir
sahiplenilmişlikle mümkündür. Böyle bir durumda onun imamlığı caizdir. Allah
Teâlâ’nın beğendiği işlere erdirdiği kulları, öyle bir fasığı ‘imam’ edinir.
Onlar, böyle bir insanı ‘arzusuna’ kulluğunu -ki bedbahtlığının
sebebidiryerine getirici olarak görür. Böylece Allah Teâlâ’nın kendisine kul
olmayı emrettiği kulluğu tam olarak yerine getirmeyi ondan öğrenir ve' ‘Bir
insan arzusuna böyle kul oluyorsa, benim Allah Teâlâ’ya böyle bir kul olmam
daha zorunludur’ der.
Allah Teâlâ dosdarının fasığı ‘imam’
edinip bu davranışlarının Allah Teâlâ nezdinde onlara yarar verdiğini ve bu
uymanın onların kurtuluşlarına sebep olduğunu gördüğümüzde, fasığın imamlığını
geçerli saydık. Abdullah b.
Ömer, tevil nedeniyle fasık sayılanlar hakkındaki görüş ayrılığından farklı
olarak, fasıklığında görüş ayrılığı bulunmayan Haccac’ın arkasında namaz
kılmıştı. Allah Teâlâ’ya inanıp ilahlığında Allah Teâlâ’nın birliğini kabul
eden hiç kimseyi Allah Teâlâ gerçek anlamda fasık diye isimlendirmeyecek kadar
yücedir. Bununla birlikte az bile olsa, belirli bir emrin dışına çıktığı için
dil bakımından öyle isimlendirilebilir. Günahlar, sahibi ‘kâfir5
diye isimlendirilmediği sürece imamlığı etkilemez. Zanna bağiı fasıklığa
gelirsek, mümin kötü zandan uzaktır. Bir müminin zanla fasık olduğuna
inanılmaz. Allah Teâlâ katında imanı geçerli hiçbir mümin böyle bir zanna
düşmez.
Bütün bunlar, görünen hallerle
ilgilidir. Görünmeyenler ise, Allah Teâlâ’ya veya Allah Teâlâ’nın bildirdiği
kimseye kalmıştır.
Ardından arif, şeriatın kınadığı
‘fasıklık’ anlamından dilin fasıldık saydığı anlama yükselerek fasıklığa bakar.
Fakat' bu, zâhirî hükmü bakımından değil, meselenin bâtınî yorumufıdadır.
İnsan doğasının üzerindeki etkisinden yüce ruhların mukaddes ve arınmış
âlemine çıkarak beşeriliğinden ayrıldığında, acaba orada im?mlık yapabilir mi,
yapamaz mı? Bazı dosdarımız, herhangi bir kayıt olmaksızın insanın en yüce
âlemde imam olabileceği görüşündedir. Bizim görüşümüz de budur. Bazı dosdarimız
ise, doğasının hükmünün dışına çıktığında., insan ve cinlerin doğal cisimlerine
ait ayrık ruhlardan başkasına imam olamayacağı görüşündedir.
Görüş ayrılıklarının sebebi, herkesin
o esnada keşfinde gördüğünü bildirmesidir. Keşif sahibi ise, gerçeğe bazen
bütün yönlerinden ulaşabileceği gibi bazen kimi yönlerine ulaşır. Allah Teâlâ
o şeyin dilediği yönlerini kendisinden gizler. Buna rağmen keşif sahibi, söz
konusu şeyin bütünü hakkında yargıda bulunur. Böylece keşfi doğru, yargısını
genellemesi ise hatalıdır. Sonra, [doğanın etkisinden çıktığında] ruhu
bakımından diğer bütün melekî ruhlardan biri olduğunu görür ve şöyle der: Doğamdan
çıkmış olsam bile, bende emir âleminden bulunan kısım nedeniyle melek olmaktan
çıkmadım. Böylece, doğasından çıktığı gibi ruhundan da çıkmak ve uzaklaşmak
ister ve ‘rabbani sırrı’ ile [emir âleminden de] çıkar. İlahi isimler, onun
karşısında durur ve Yaratanının önünde isimlere imamlık eder. Her ilahi ismin
kendine özgü bir hakikati vardır. Kul ise, bütün hakikatlerin bir toplamıdır.
Böylece, doğasından ve ruhundan çıksa bile, o mertebede imamlığı geçerlidir.
[Fasıklığın bâtınî yorumu bağlamında]
Kul hangi mertebeden ayrılır ve çıkarsa, bu nedenden dolayı bir grubun
kınanmasıyla karşılaşır. Çünkü o grup, kulun ‘bütün [hakikatlerin gereği]’ ile
ibadet ettiğini görüp -ki bu doğrudur[ayrıldığında] onu ‘fasık [bir mertebeden
ayrılmış]’ diye isimlendirir. Fakat bu, imkânsızdır. Çünkü seyr ü sülük, sona
ulaşıncaya kadar ayrışmayı gerektirir. Bitince bu kez tamamlanıncaya kadar
aşama aşama [ayrışan unsurlar] bileşir. Böylece insan, her âlemde ‘fasık’
ismini yitirir. Fasığın imamlığı hakkındaki bâtınî yorum budur.
FASIL-VASIL
’ Kadının
İmamlığı
Bazı insanlar,
kadının kadın ve erkeğe imamlığını genel anlamda
caiz görmüş, bazı insanlar ise bunu her yönüyle reddetmiş, bazı insanlar ise,
sadece kadınlara imam olabileceğini söylemiştir.
Bu meselenin bâtınî yorumu şudur: Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem, bazı erkeklerin kemaline tanıklık ettiği gibi
bazı kadınların kemaline de tanıklık etmiştir. Gerçi bu konuda erkeklerin
sayısı kadınlardan fazladır. Kemal ise, peygamberliktir ve peygamberlik
imamlıktır. Böylece kadının
imamlığı da, geçerlidir. İlke, kadının imamlığının caiz olmasıdır. Dolayısıyla
kanıtı olmaksızın bunun caiz olmadığını iddia edene kulak verilmez. Kadının
imamlığını kabul etmeyenin bu konuda hiçbir dayanağı yoktur. Bu konudaki delile
itiraz yöneltilebilir ve karşı kanıt zikredilebilir. Bu nedenle [engelleyici]
delil olmaktan çıkar ve kadının imamlığının caiz olması ilkesi geride kalır.
Akla şöyle denilir: Nefs,
yaklaştırıcı amellerde sana uymaktan ve sen imamlık yaparken seni önder
edinmekten usanmış, mubahlara yönelmiş ve sana ‘imamlık’ yapmaya yeltenmiştir.
Sen de ona uy ve arzu gücü kendini kandırmasın diye bir koruyucu olarak onun
ardında namaz kıl! Çünkü, kendisini harama düşürebilme umuduyla, mubahlara
dalmışken arzu gücü nefse uyar.’ Böyle bir durumda nefsin imamlığı caizdir.
Kadının imamlığı budur. Aklın imam olması ise, müslüman, yetişkin, âlim ve
nikâhlı anne babadan doğan erkeğin imamlığıdır. Arzunun imamlığı, münafık,
kâfir ve fasıkın imam olmasına; nefsin imamlığı ise, kadının imamlığına
benzer.
FASIL-VASIL
Veled-i Zinanın İmamlığı
Fakihler, veled-i zinanın imamlığı hususunda görüş ayrılığına düşmüş,
bazı bilginler bunu caiz görmüş, bazıları caiz görmemiştir.
Meselenin bâtını yorumu şudur:
Veled-i zina, Allah Teâlâ katında beğenilmeyen yanlış bir niyetten meydana
gelen doğru bilgidir. Başka bir ifadeyle o, yanlış bir öncülden meydana gelen
doğru sonuçtur. İnsan Allah Teâlâ rızasından başka bir gayeyle bilgi elde etmek
istese bile, bilgiyi el-
de etmesi bilgisiz kalmasından daha
iyidir. Çünkü bilgiyi elde eden insan, Hakkın rızasına ulaşabilir ve böylece
Rabbine nasıl ibadet edeceğini öğrenir. Öyleyse veled-i zinanın ‘imamlığı’
caizdir. Bu imamlık, bilgisiyle gösteriş ve duyurmayı hedefleyen âlimin
fetvasına uymaya benzer. Böyle bir bilginin talebinin ilkesi meşru değildir.
Fakat bilginin o şahsın varlığında meydana gelmesi bir erdemdir.
FASIL-VASIL
Bedevi Olanın İmamlığı
Bilginler, bedevinin imamlığı konusunda görüş ayrılığına düşmüştür.
Bazıları bunu caiz görmüş, bazıları caiz görmemiştir.
Bunun bâtını yorumu şudur:
Bilgilendirilmesi gerekli bir cahilin bilgiliye imam olması geçerli değildir.
Halbuki imama uyulur. Bedevi ise, ne bilir ne öğrenir. Dolayısıyla bu
özellikteki birinin imam olması caiz değildir. Çünkü o kendisine neyin gerekip
gerekmediğini bilemez. Öyleyse ona uyan kişi şaşırır.
Bedeviye uymak, farz kılan insanın,
nafile kılanın ardında namaz kılmasına benzemez. Çünkü imam nafile kılarken
arkasındaki cemaat farklı bir niyet ettiğinde, namazda farz olan şeylerde imamla
ters düşmemiştir. Çünkü ister nafile farz olsun, namaz bir takım farz ve
sünnetleri içerir. Namazın bütün şartları farz olduğu gibi sünnederi de böyledir.
Öyleyse nafile kılan imam da, farz namazda yapması gereken rükû, secde ve diğer
şartları yerine getirir. Aynı şey, sünneder için geçerlidir. Farz kılan da
imama, her ikisinin de yapması zorunlu olan bu fiillerde uymaktadır.
Dolayısıyla nafile kılanın arkasında farza niyet eden kimse, nafile kılan
kimseye de farz olan fiiller için imama uymuştur. Bunu bilmelisin!
FASIL-VASIL
Âmânın İmamlığı
Bazı bilginler,
âmânın imamlığını caiz görmüş, bazı bilginler bunu
reddetmiştir. En iyisini Allah Teâlâ bilir!
Meselenin bâtınî yorumu şudur: Ama,
baktığı yerde herhangi bir şeyi ayırt etmeyen şaşkın demektir. Durduğu için,
kuşku duyan da değildir. İlke, insanların üzerinde yaratıldığı fıtrattır. Şu
halde âmâ, bakarken ve şaşırırken mümindir. Bu nedenle fıtratın aslı nedeniyle
imamlığı caizdir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Ümmü Mektûm’u
Medine’ye imam olarak görevlendirmişti. O da, âmâ olduğu halde insanlara namaz
kıldırırdı.
FASIL-VASIL
Bir İnsanın Kendisinden Değerli Birine İmamlığı
Bilginler,
aşağı derecede bulunan birinin imamlığı hususunda görüş
ayrılığına düşmüştür. Bazıları bunu kabul etmiş, bazıları reddetmiştir. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem, Abdurrahman b. Avfın arkasında namaz kılmış ve
kaçırdığı kısmı kaza etmiştir. Bu konuda hiçbir görüş ayrılığı yoktur. Ardından
şöyle demiş: ‘Aferin!’
Meselenin bâtınî yorumu şudur:
Faziletli kişi, kendisinden üstün olduğu birinin ardında namaz kılabilir. Bunun
gayesi, onun himmetini yükseltmek, bir siyaset ve iyi eğitim olarak onu daha
üstün ve değerli şeyleri aramaya tqviktir. Erdemli kişi ‘basiretle Allah
Teâlâ’ya davet edendir.’ Allah Teâlâ, küçüğe ilgisindeki dürüstlük ölçüsünde
büyüğe fetihler nasip eder. Öyleyse, küçük, farkında olmaksızın büyüğe ve
imamına fayda verir.
Öyle dürüst-müritler vardır ki, ilahi
ilgiye mazhar olması nedeniyle [sülükleri esnasında] bir ‘vakıa’ gerçekleşir ve
sonra onu şeyhine arz eder. Şeyhi ise, bu ‘vakıa’nın anlamı hakkında herhangi
bir tecrübeye sahip değildir. Müridin himmeti ise, vakıasının çözümünü bu
şeyhten başkasını bilmeyeceği konusunda kesinleşmiş ve buna odaklaşmıştır.
Bunun üzerine, müridin himmeti ve doğruluğu sayesinde, AUah o şeyhe bilgiler
ihsan eder. Bu durum, Allah Teâlâ’nın müride olan inayetinden kaynaklanır.
Böylece şeyh, makam bakımından kendisinden daha üstün olsa büe, dolaylı olarak
bundan yararlanır.
İnsanın ‘zevk’ yoluyla girdiği her makamın
içerdiği her şeyin bilinmesi zorunlu değildir. Çünkü kesin olarak biliyoruz
ki, biz peygamherlerle bir takım makamlarda bir araya geliriz. Halbuki, o
makamların sırlarını bilmede çok büyük bir fark vardır. Aynı makamda bulunsak
bile, onlar bizim sahip olmadığımız bilgilere sahiptir. Daha alt mertebede
bulunan kimsenin imamlığı budur.
Bunu anla! Kendini kandırıp ‘ben onun
şeyhiyim, ben ondan bilgiliyim’ deme! Evet, terbiyenin gereklerini bilmede sen
müridinden daha üstünsün. Fakat terbiyenin sonucunu bilmede müridinden bilgili
olmayabilirsin. Bu durumu pek çok şahısta açıkça gördük.
Övgü Allah Teâlâ’yadır. Otuz
dokuzuncu kısım sona erdi. Ardından kırkıncı kısım gelecektir.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar