[FÜTÛHÂT-I MEKKİYYE'NİN] SEKSEN DOKUZUNCU KISMI
Rahman ve Rahim Olan Allah Teâlâ’nın
Adıyla
YÜZ ON İKİNCİ
SORU
Ziya Mülkünün Özelliği Nedir?
Cevap:
Allah Teâlâ
Kur'an’da şöyle der: ‘O bir ziyadır ve takva
sahipleri için öğüttür.’535 Kur’an ile aydınlanan her şey,
aydınlık mülküdür. Allah Teâlâ ‘güneşi ziya yaptı.’ Dünyada güneş vasıtasıyla
aydınlanan ve sayesinde dış varlığı ortaya çıkan her şey, ‘ziya (aydınlık)
mülkü’ kapsamına girer. Aydınlık veren her ışık, ziya mülkündendir. Aydınlığı
veren özü gereği onun mukabili değildir. Bu ışık hangisi olursa olsun birdir. O
halde onun aydırdığı, kendisiyle birlikte ortaya çıkarttığı şey arasmda perdenin
bulunmadığı ışıktır. Nur ise, perdedir. Peygamber Hakk için şöyle der: ‘Onun
perdesi nurdur.’ Başka bir hadiste ise ‘Nur idi, nasıl görebilirim ki?’ der.
Ziya ise perde değildir. Ziya nurun sonucudur ve o bir gölgedir. Çünkü perde
nuru ziyaya çevirmiştir. O perdeye göre gölge, nura göre ise ziyadır. Ziya
olması bakımından ortaya çıkartma özelliğine sahip iken gölge olması yönünden
ise rahat sahibidir. Ziya mülkü keşf sahibidir. O bilgi, rahat ve rahmet
mülküdür. Ziya bilgi ve rahmeti biraraya getirir. Allah Teâlâ kulu Hızır’a
ihsanından söz ederken ‘Ona nezdimizden rahmet verdik”36 buyurur. Bu, gölgedir. ‘Katımızdan
bilgi verdik.”37 Bu ise,
ziyadır. Başka bir ifadeyle keşflerin en tamı olan ziyaî keşftir.
Burada nur hicaptır dedik, çünkü
Peygamber nurdu nasıl görebilirim ki demiştir. Yani nur gözlerin kendisini
algılamasına imkân vermez. Çünkü gözler ondan daha zayıftır. Öyleyse nur kendi
kendine bir perde iken ziya böyle değildir. Ziya nurun ruhudur ve ziya nur için
zâtî bir şeydir. Öyleyse ziya mülkü, zâtî bir mülktür. Zâtın ziyası ise ilahi
isimlerdir. O halde ‘ziya mülkü’ isimler mülkü demektir. Kur’an bir ziyadır.
Mülkü ise izhar ettiği şeylerdir. Hızır’ın Musa zamanındaki bilgisi, Muhammedi
Kur’an sahibinin içerdiği ilimlerden bir parçadır. Kur’an vasıtasıyla Muhammedi
Kur’an sahibi, indirilmiş kitaplardaki ilimleri keşfettiği gibi Kur’an’da
onlarda bulunmayanlar da vardır. Kime Kur’an verilirse, her ilmin içerdiği
kâmil ziya da verilir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Kitapta
hiçbir şeyi ihmal etmedik.’538 O bâtılın
önünden ve ardından giremediği yüce Kur’an’dır. Onun vasıtasıyla Peygamber
adına cevamiü’l-kelim mümkün olabilmiştir. Nebilerin ve meleklerin ilimlerini
olduğu kadar her ilmin dilini Kur’an içerir ve ziya olması nedeniyle Kur’an
ehline onu açıklar. Kur’an zâtı yönünden (ziya değil) bir nurdur, çünkü o
(algının önündeki perde demek olan) izzeti nedeniyle algılanamaz. Kur’an
algılamayı sağlaması ve kendisinden algılanan şey nedeniyle ise (nur değil)
ziyadır. Kime Kur’an verilmişse, kâmil bilgi de verilmiştir. Yaratıklar içinde
Muharnmedîlerden tam olanı yoktur. Onlar, insanlar için çıkartılmış en hayırlı
ümmettir.
Allah Teâlâ güneşi bütün âlemdeki
hayatın ruhunun varlığı için bir ziya yaptı. Hayat vasıtasıyla âlem merhamet
görür. Hayat, her şeyi kuşatan rahmet feleğidir. Aynı şekilde, ilahi zâta
nispet edilen hayat da Allah Teâlâ’ya nispet edilen her nispetin sıhhat
şartıdır. Örnek olarak bilgi, irade kudret, kelam, işitme, görme ve idraki
verebiliriz. Hayat nispeti kalksaydı, hiç kuşkusuz, tüm bu nispeder de ortadan
kalkardı. Hayat bütün isimleri kuşatan zâtî rahmettir. Öyleyse o, zâtî nur
ziyası ve nispî perde gölgesidir. Çünkü ilah ancak bu nispeder vasıtasıyla
akledilebilir ve zât bu nispederin olmayışı yönünden bir ‘nur’ olarak
düşünülür. Hakkın bu nispeder ile ilah olması, zât üzerindeki bir perdedir.
Böylelikle ulûhiyet, ziyanın ta kendisidir. Başka bir ifadeyle o, keşfin ve
bilginin kendisi ve nispî gölgelerdir. Bu nedenle de rahmet oldu. Böylelikle
ulûhiyet, âlem -ki me’lûhturve ilahi isimler hakkında bilgi ve rahmeti
biraraya getirmiştir.
Bu ilahi makamın verdiği şey, ziyanın
mülküdür. Söz konusu mülk, göklerin, yerin ve ikisinin arasında bulunan
şeylerin mülkünden üstündür. Fakat insanların çoğu bilemez, hatta inanmaz. Sana
ziyanın mülkü hakkında kendisinde şifa ve yeterli bilgi bulunan hususları açıkladım.
Hepsi ziya mülkündedir
Onların ise haberleri yok
Hepsi gölgelerdedir O
‘yerleşilen yer’ şeydir
Hamd Allah
Teâlâ’yadır
Asrımızdaki
başkalarından ayrı olarak
İdrak
ettiğimiz Allah Teâlâ’ya.
Acaba öğüt
alan kimse var mıdır?
Söylediğimi bilecek
Zeburlarda bize geldiği gibi
İşte bu
bir bilgidir ki
Hızır’ın
bilgisi üzerinde hüküm verir
Başka bir şey var mıdır,
Hızır’ın Büyük gemiyi yarmasından başka
Bir canı merhamet ederek
öldürmesinden başka Yaşasaydı kâfir olacak bir cam
Bir hâzineyi gizlemesinden
Küçümsenen bir yetimin hâzinesi
Allah Teâlâ’yı bilmemiz bir
varlığın gözüyle Herhangi bir araştırmaya bağlı değildir
Böyle bir şey nasıl olacaktır ki ,
Ey kalp
ve göz sahipleri
İşte bu
bir bilgidir ki
‘Sürekli sihir’ denilir *
Onun
aşağısında güneş vardır
Onda
dürülür; ve ay vardır
‘Doğruluk
oturağında’
Muktedir
hükümdar nezdinde
Şerirlere
yaslanmış
Nehirde cennetler ortasında. ,
YÜZ
ON ÜÇÜNCÜ SORU
el-Melikü’l-Kuddus’un Nitelikleri
Nedir? Cevap:
Melekler
‘seni takdis ederiz’ derler. ‘Senden dolayı’,
yani kutsiyet ehlinden olmaları için zâdarını kastetmektedirler. Allah Teâlâ
ehlinden temizlenmiş insanlar kutsiyet ehli ve Ehl-i beyt’tendir. Onlar,
kutsiyet mülkündendir. Bir sınırlama olmaksızın bütün yüce nıhlar, kutsiyet
mülkündendir. Kutsiyet mülkünün nitelilderi, zâdarmın kabul ettiği takdisteki
farklılıklara göre değişir. Allah Teâlâ el-Melik ismini el-Kuddus ismiyle
nitelemiştir. Melik (hükümdar), mülkü talep eder. Mülk, nimet ve benzeri
şeylere izafe edildiği gibi, kutsiyete de izâfe edilmiştir.
Kutsiyet mülkünün zâdarı, takdiste
iki türlüdür: Bir kısmı, özü gereği mukaddes zâdardır. Bunlar, hiçbir zaman
kendisinden var oldukları ilahi isimden başkasına yönelmeyen kevnî zâdardır.
Onların üzerine kendilerini ilahlarından perdeleyecek ve mukaddes olmayacakları
şekilde nitelenecekleri, başka bir ifadeyle kutsiyete izâfe edilemeyecek ve
böyle olduğunda onları kutsiyet mülkünün dışında bırakacak bir perde ilişmez.
Bunlar, gece gündüz bıkmadan tespih edenlerdir. Yani zâdarını sürekli
müşahedeyle geçici takdisten tenzih ederler. Bu makam, yaratılmış olduğu andan
itibaren var olduğu ilahi ismi müşahedenin hakikatine eşlik ettiği kimsenin
ulaşabileceği bir makamdır. Onun hakikati üzerinde bu müşahede kalıcıdır. Allah
Teâlâ onun için doğal bineğini yani bedenini yaratmıştır. Bu hakikat için bu
durum, (beden) duyusal olarak ölse bile, manen ölmeksizin Berzah’a göçene kadar
varlığını devam ettirir.
En iyisini Allah Teâlâ bilir ama bu
makama Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem ulaşmıştır. Çünkü o ‘Âdem su ve
toprak arasındayken ben nebi idim’ demişti. Nebîliğini bilmesinin, Âdem henüz
‘su ve toprak arasındayken’ gerçekleştiğini kastetmiştir. Bu bilgi, bedeni bir
şehirde var olana kadar kendisine eşlik etmiştir. Söz konusu şehirde Allah Teâlâ’yı
birleyen yok iken peygamber Allah Teâlâ’yı birleme üzerinde kalmış, kavmi ve
ailesinin şirk koştuğu gibi Allah Teâlâ’ya şirk koşmamıştır. Ne zaman ki Hz.
Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in duyusal araçları tamamlanıp yaratılış
gayelerine göre onları kullanmış, akıl köşkünün ve düşünce hâzinesinin yapısı
sağlamlaşmış, bâtını güçlerinin mazharları dengeye ulaşmış ve o zaman onları
ancak Yaratıcısına ibadette kullanmıştır. Tefekkür etmek için Hira dağına
halvete çekilirdi. En sonunda Allah Teâlâ kendisini bütün insanlara peygamber
olarak gönderdi. O, bütün vakitlerinde Allah Teâlâ’yı zikrederdi. Müminlerin
annesi Hz. Aişe ondan böyle aktarmıştır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem,
kendisinden söz ederken ‘gözünün uyuduğunu, fakat kalbinin uyamadığını
söylemiştir.’ Böylelikle bedeninin gözleri uyurken kalbinin uyumadığına dikkat
çekmiştir. Ölümü de böyleydi. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, tıpkı
bedenin uyuması gibi, bedeniyle ölmüştür, çünkü Allah Teâlâ ona ‘sen ölümlüsün’
demiştir. Kalbi uyumadığı gibi kalbi ölmemiştir de. Böylelikle hayat, Allah
Teâlâ’nın kendisini yarattığı andan itibaren kendisine eşlik etmiştir. Onun
hayatı, kesintisiz bir şekilde sürekli Yaratıcısını müşahede etmekti.
Zünnun el-Mısrî ayette Mîsak (ilahi
sözleşme) alınırken zikredilen ‘Belâ (Evet öyle)’ sözü kendisine sorulduğunda
‘sanki şimdi de kulaklarımdadır’ demişti. Zünnun dünya hayatında o hali
bildiğine işaret etmiştir. Bilgisi hatırlamadan kaynaklansaydı, bu makamda
meleklere katılmazdı. Bilgisi hatırlamadan olmayıp aksine soru sorulduğunda
kendisine gösterilen halin eşlik etmesinden kaynaklandığı için, bu makama
tahsis edilen kimselerden olmuştur.
Ben bu makamı (kimin ulaştığıyla
ilgili olarak) ne reddediyor ne de ispat ediyorum! Bu konuda rivayet edilen ya
da edilmeyen Hakkın yönünden gelen herhangi bir kişinin ona ulaştığıyla ilgili
bir haberim yoktur. Peygamber’in ise -kesin olarak değilihtimal olarak
ulaşabileceğini, ulaşmış olabileceğini söyledik. Bu konuda da bir bilgim
yoktur. Açık olan husus, bu makamda Peygambere ilişen şeyler de beşere ilişen
şeylerdir. Çünkü Kur’an’da kendisine sıkça şöyle demesi söylenmişti: ‘De ki ben
de sizin gibi bir insanım.*39 Buradan peygamberin durumunun
insanlarınki gibi olduğunu anladık. Şu var ki Allah Teâlâ, ona bizim nezdimizde
sabit olan ve bize aktarılan Hakka yakınlığı tahsis etti. Peygamberin şöyle
dediği bize aktarılmıştır: ‘Ben de bir insanım, bir insanın kızdığı gibi kızar,
memnun olduğu gibi memnun olurum.’ Kızma ve memnuniyet, insanda düşünen nefsin
değil hayvani nefsin özelliklerindendir. Düşünen nefisler razı olmak,
öfkelenmek gibi huylarla nitelenseydi, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin
‘Ben de bir insan gibi sinirlenir ve bir insanın memnun olduğu gibi memnun olurum’
demesi bu anlama gelmezdi.
Bu özellikleri hayvani nefse izafe
ettik, çünkü hayvanlarda da aynı şeyi görmekteyiz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem hayvanlar arasında uyumayı yasaklamıştır. Bütün hayvanların özelliği
mübaşerettir ve bu özellik nedeniyle insan da ‘beşer* diye isimlendirilmiştir.
Bu kadarıyla, meleğin ibadette insandan üstünlüğü ortaya çıkar. Çünkü melek
bıkmaz ve onun yaratılışı bıkmamayı gerektirir. Meleğin takdisi, özü
gereğidir. Tespihi de tespih edilen hakkındaki bir bilinçten kaynaklanır ve
kendisini var edene yöneliktir. Öyleyse meleğin zâtı gafletten mukaddestir.
Onun nuranî ve doğal yaratılışı, kendisini sürekli yaratıcısını tespihten
alıkoymaz. Bununla birlikte onlar da tıpkı insan gibi ‘didişirler.’ Buna karşın
insanın da yaratılışı yönünden kalbi uyumaz, gözü uyur. Bu konuda beşere
meleğin gücü verilmemiştir. Çünkü doğanın şahıslardaki etkisi farklı farklıdır.
Bu durum, unsurlar âleminde zorunlu olarak görülür. Unsurlardan daha çok
doğaya mensup olan kimselerde durum nasıl olabilir? Soyut doğa ile ondan
türeyenlerin vasıtasıyla meydana gelen şeyler arasında perde kalınlaşır ve
karanlıklar çoğalır. Son var olan insanın Rabbiyle ilişkisi nerede, kendisini
iki eliyle yarattığı Âdem’in Rabbiyle ilişkisi nerede! Âdem ‘Rabbim beni iki
eliyle yarattı’ derken oğlu Şit ‘Benim ile Rabbimin eh arasında babamın eh
vardır’ der. Doğal varlıklar da doğa karşısında böyledir. Örnek olarak melek,
felek, bitki, hayvan, insan ve insan nefesinden yaratılmış meleği verebiliriz.
Bu melek, son doğal varlıktır. Bunu arkadaşlarımızdan pek azı bilebilirken iman
ve keşf ehlinden olmayanlar nasıl bilebilsin ki?
Takdisi zâtından olmayan ikinci kısım
ise, Yaratıcısını müşahedesine gafletin girdiği kimselerdir. Buna göre kendi
içinde, Yaratıcısı karşısında huzur sahibi olduğu vakitler, kutsiyet
mülkündendir. ‘Kutsiyet’ derken neyi kastettiğimizi daha sonra bundan söz
ederken -Allah Teâlâ’nın izniyleaçıklayacağız.
Kutsiyet mülkünün özelliklerinden
birisi, asıl bakımından doğadan uzaklıktır. Ayrıca ilahi isimleri müşahede
ederek ilahi isimlerin etkilerini görmekten uzaklıktır. Bu mertebede insanlar,
ilahi isimleri müessir olmaları yönünden değil, ulûhiyet ve zâtın Hakk ettiği
şeyler olmaları bakımından müşahede eder. Kutsiyet mülkün kendisidir. el-Melik
ve el-Kuds’ün anlamlarının farklılığı ile lafız farklılığı nedeniyle bir şey
kendi kendine izâfe edildiğinde, kutsiyet temizlikte aşırılığa işaret eder.
Temizlikteki mübalağa, ondaki bir nispettir, o olmaksızın var olan temizliğin
kendisi değildir. Öte yandan temizlikten başka bir şey de değildir. Çünkü
mübalağa, bir niteliğin abartılmasıdır. Bu durumda kutsiyet mülkü, temizliğin
abartılması ve mübalağasıdır. Bu nedenle soru, temizliğin zâtî niteliğiyle
ilgilidir. Bu mertebenin -tıpkı doğal yaratılış gibianlamlarda bir takım
yaratılışları vardır. Doğal yaratılışın Allah Teâlâ’nın bildirdiği gibi
‘muhallak (tam yaratılmış)’ olan ve olmayan diye iki kısım olduğunu
biliyorsun. Bunun anlamı, yaratılışı tam olan ve olmayandır. Yaratılışı tam
olmayanlar da ‘Her şeye yaratılışını verdi’540 ayetinin
kapsamına girer. Allah Teâlâ eksikliğe yaratılışını ‘eksildik’ olmak üzere
verdi. Eksikliğe bir ilave olsaydı, bu bir eksiklik olur ve eksikliğe yaratılışı
verilmiş olmazdı. Öyleyse eksikliğin tamlığı, onun eksiklik olmasıdır.
YÜZ
ONDÖRDÜNCÜ SORU
Kutsiyet
temizliktir ve zâti ve geçici (arazî) olmak
üzere iki kısımdır. Zâtî kutsiyet, el-Kuddus isminin gereğine göre, ilahi
mertebeyi takdis etmektir. İlahi mertebe, özü gereği etkiyi kabulden
münezzehtir. Çünkü eseri kabul etmek, kabul edende başkalaşma demektir. Başkalaşma
ise bir varlığın bir diğeri nedeniyle yok olması ise -ki o ya bir yerde veya
mekândadıryer ya da mekân başkalaşmayla nitelenir. Bunun anlamı, söz gelişi,
bir yer sarı idi, sonra yeşil haline geldi ya da sakin idi, hareketli oldu
demektir. Böylece yer başkalaşmış, yani başkalığı kabul etmiştir. O halde
mukaddes ve el-Kuddus, başkalaşmayı genel olarak kabul etmez.
Geçici kutsiyet (mukaddes),
başkalaşmayı kabul eder ve ilkinin zıddıdır. İnsanlar geçici kutsiyette derece
derecedir. Birisi, nefislerin riyazet vasıtasıyla temizlenmesidir. Bu ise
ahlâkın terbiye edilmesidir. Ayrıca mizacın mücahede, akılların keşf ve
mütalaa, organların meşru emir ve yasakların sınırında durmayla temizlenmesi bu
kapsama girer. Bu anlamdaki temizliğin zıddı, tek bir zamanda kendisiyle aynı
yerde biraraya gelemeyeceği ayları şeylerdir. Zikretmiş olduğumuz bu temizlik,
onun mülküdür.
Geçici kutsiyet, bileşiklerde
olabilir. Bileşiğin kutsiyet özelliğiyle nitelenmesi, ‘kutsiyet haziresi’
(kutsallık korusu) denilen şeydir. Başka bir ifadeyle, temizliğine aykırı gelen
şeylerden korunmuş şey demektir. Korunmadığında ise, kutsiyet haziresi
değildir. Çünkü ‘hazer’ kelimesi, engelleme demektir. ‘Rabbinin ihsanı
engellenmiş değildir.’ Yani, men edilmiş değildir. Kutsiyet, mukaddeslere
yayılan akıcı-ilahi bir hakikattir. Onun nurunun belirli ve özel bir rengi
algılanamaz. Kutsiyet, âlemdeki hakikatlere yayılır, karanlıklardan ayrık
ruhların âleminin onun üzerinde bir etkisi yoktur. Çünkü unsurdan oluşan
bedenleri yöneten ruhlar, hiç bir zaman ‘kutsiyet haziresi’ne giremez. Kâmil
ârif onları kutsiyet haziresi olarak müşahede eder ve şöyle der: ‘Bu ruhlar
hiçbir zaman kutsiyet haziresine girmez.’ Bir şeyin kendisine girmesi
imkânsızdır. Öyleyse onlar, ârife göre kutsiyet haziresindedir. Ârif olmayan
ise, bu ismi vermede ârife ortaktır ve şöyle der: ‘Onlar kutsiyet haziresine
girmez.’ Yani hiçbir zaman kutsiyet özelliğiyle nitelenmezler. Çünkü doğa
karanlığı dünyada, berzahta ve ahirette daima yönetici ruhlara eşlik eder. Arif
olan ve olmayan müşahedede ayrışmış, hepsi doğru söylemiş, bir anlama işaret
etmiş, fakat tek bir anlamda uzlaşmamıştır. Bu yolda gerçek bir ayrım
düşünülemez.
O halde kutsiyet mülkü zâtî ve geçici
temizlikle nitelenen herkestir. el-Kuddus de ilahi bir isimdir ve bütün
temizlere temizlik bu isimden yayılır. Eşyaya onlarm ilahi hakikatleri gözüyle
bakan kimseye göre kutsiyet mülkü bu yönden Allah Teâlâ’nın dışındaki her
şeydir. Eşyaya dış varlıkları yönünden bakan kimseye göre kutsiyet mülkü,
temizliği geçici olan şeylerdir. Zâtî temizliğin kutsiyet mülkü olması uygun
değildir. Şu var ki kutsiyet mülkü kutsiyetin kendisi olabilir ve onun hakkında
‘kutsiyet mülkü’ denilebilir.
Her şeyin temizliği, zâtının gereği
olan temizliğe göredir. Bu bağlamda mânevî ve maddî temizlikten söz edilir.
Kutsiyet mülkünün temizliğinin bir yönü mânevî, bir yönü duyulur âlemindendir.
Bazen duyusal-temiz sebepler mânevî temizlik meydana getirirken bazen mânevî
temiz şeyler maddî temizlik meydana getirebilir. Birinciye örnek olarak ‘Gökten
size bir su iner ve onunla sizi temizler, şeytanın
pisliğini sizden giderir, kalplerinizi bağlar ve ayaklarınızı sabit tutar’541
ayetini verebiliriz. Bu mânevî temizliğin sebebi, gökten suyun inmesidir.
İkinciye örnek olarak cenabet olduğu için peygambere saygı olarak elini
kendisinden uzak tutan Ebu Hureyre’ye Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in
söylediği şu hadistir: ‘Mümin necis olmaz.’ Bu nedenle müminin artığı ve teri
temizdir. Bu da, mânevî temizlikten meydana gelen maddî temizliktir. Mukaddes
(vadi) de öyledir. Onun maddî temizliği de mânevî temizlikten meydana gelir.
Çünkü vadi tevazu sahibidir ve onun hayatı ve bilgisi akıcıdır. Hayat
temizleyici olduğu gibi bilgi de temizleyicidir. Her ikisiyle birlikte
temizliğe ulaşılır, çünkü bütün vadiler temizdir. Onlar, dolayh olarak
kirlenir. Şeytanın bulunduğu her vadi necistir. Mümin orada şeytanın varlığı
nedeniyle hayır bulamaz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bir yer
hakkında ‘Burası şeytanın bulunduğu bir vadidir’ demiş, oradan kalkarak başka
bir yere gitmiştir. Arafat’taki Urne vadisi böyle olduğu gibi Muhassir’in içi
de öyledir. Bu nedenle bize Arife günü Urne’de durmamak ve Muhassir’in içinden
hızla yürümek emredildi.
Bu nedenle keşf ehli velîler, zikrin
lafızlarını dikkate alır. Şeyhimiz şöyle derdi: ‘Allah Teâlâ, Allah Teâlâ!’
‘Niçin Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur’ demiyorsun diye sorduğumda
‘Olumsuzlamanın (yoktur, lâ ifadesi) vahşeti içinde ölmekten korkuyorum, çünkü
her harf bir nefestir’ derdi. Bu davranış, temiz olmayan bir yerde ölüm
kendisine ulaşmasın diye, Muhassir’in içindeki hızlı yürüyüşe benzer. Allah
Teâlâ velîlerinin bu tam keşfte ince düşünceleri vardır. Allah Teâlâ bizi kendi
ehlinden etsin!
YÜZ
ON BEŞİNCİ SORU
Vechin Parıltıları Nelerdir?
Cevap:
Bir şeyin vechi (yüzü) onun zâtı ve hakikatidir. Vechin parıltıları
ise, zâtî nurlardır. Bizim ile onların arasmda ilahi isimlerin perdeleri
vardır. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘Hakkın vechi hariç her şey helak
olacaktır*42 demiştir.
Bu, vechin yorumlarından biridir. Bu parıltılar genel bir ifadeyle tenzih
nurlarıdır. Başka bir ifadeyle, Hakka yaraşmayan şeylerin O’ndan tenzihidir.
Bunlar, var olmayan şeylerdir, çünkü yokluk Hakka layık olmayan şeydir. Burada
hayret vardır, çünkü o varlığın ta kendisidir. Hakk var olan bir şeyden tenzih
edilemez. Bu nedenle ilahi isimler nispederdir. İyice düşünürsen, (görürsün ki)
bu nispederi zâttan bir takım haller kazanan mümkünlerin hakikatleri meydana
getirmiştir. Her hal, kendisi bakımından olumsuzlama, olumlama (ispat) ya da
her ikisiyle delil olduğu bir ismi anlatır. Bu isimler iki kısımdır: Birincisi
bütünüyle nur olan isimlerdir. Bunlar, var olan şeylere delil olan isimlerdir.
İkincisi ise bütünüyle karanlık isimlerdir. Bunlar, tenzihe delil olan
isimlerdir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ’nın
karanlık ve nurdan yetmiş perdesi vardır. Onları açsaydı, yüzünün tecellileri
gözün gördüğü her şeyi yakardı.’
Allah Teâlâ ilahi imsileri
kaldırsaydı, perdeler kalkar, perdeler kalksaydı ki isimlerdirzâtın teldiği
ortaya çıkardı. Onun teldiği karşısında ise, varlık ile nitelenen herhangi bir
göz duramazdi. Binaenaleyh söz konusu tecelliler, mümkünlerin varlıklarını ortadan
giderir ve varlık ile nitelenemezlerdi. Onlar, bu isimler vasıtasıyla varlıkla
nitelenmeyi kabul etmiştir. Bütün hükümlerle nitelenmeyi ise, alda ve şeriata
göre, bu isimler vasıtasıyla kabul edebilirler. Mümkünler, bu perdelerin ardından
imkân mertebesini takip eder. Öyleyse imkân, ilahi isimler perdesinin ardından
varlıkla nitelenmemin meydana getirdiği zâtî tecellidir. Mümkün varlıkların hakikatleri
için Allah Teâlâ’yı bilmek, alda ve keşfe göre ancak bu isimler yönünden
gerçekleşir.
YÜZ
ON ALTINCI SORU
Sevgi Şarabı Nedir? Cevap:
Sevgi şarabı,
iki tecelli arasındaki orta tecellidir. Bu,
kesilmeyen sürekli tecellidir ve Hakkın kendisinde ârif kullarına tecelli
ettiği en üst makamdır. Onun başı, zevk tecellisidir. Kanmayı sağlayan tecelli
ise ‘darlık’ sahipleri içindir. Onların içmeleri, kanmayla biter. Genişler ise,
içmekten kanmaz. Buna örnek olarak Ebu Yezid ve benzerlerini verebiliriz. O
halde bu soruda ilk takdim edeceğimiz husus, sevginin bilinmesidir. Bu
durumda, kendisine izâfe edilen içme ve kâse de öğrenilir.
Bilmelisin Ki, sevgi üç mertebedir:
Birincisi doğal sevgidir ki, avamın sevgisidir. Bunun neticesi, hayvanî ruhta
meydana gelen birleşmedir. Seven ve sevilenin ruhu, haz ve şehvet coşkusuyla
sahibi için tek bir ruh haline gelir. Bunun sonu ise, cinsel ilişkidir. Çünkü
sevgi şehveti, bütün mizaca suyun yüne yayılması gibi hatta rengin renklide
yayılması gibi yayılır. İkincisi ise ruhanî-nefsî sevgidir. Bunun gayesi ise
hakkını yerini getirmede ve kadrini bilmede sevgiliye benzemektir. Üçüncüsü ise
ilahi sevgidir. Bu ise Allah Teâlâ’nın kulu, kulun da Allah Teâlâ’yı sevmesidir.
Nitekim Allah Teâlâ ‘O onları, onlar da O’nu sever’5*3 buyurur.
Her iki uçtan bu sevginin sonu, kulun Hakkın, Hakkın da kulun mazharı olduğunu
görmesidir. Kul kendisinde zuhur eden Hakk karşısında beden için ruh gibidir.
O, kendisinde hiçbir zaman görülmediği cismin bâtını ve gaybıdır. Onu sadece
seven görebilir. Hakk da kulun kendisiyle nitelendiği sınırlar, ölçüler ve
arazlar ile nitelenir ve bu kul O’nu görür. Bu durumda ise Hakkın sevgilisi
olur. İş söylediğimiz gibi olunca, sevginin kendisiyle tanımlanacağı zâtî bir
tanımı olamaz. Fakat sevgi, betimsel ve lafzî anlatımlarla tanımlanabilir.
Sevgiyi tanımlayan kimse, onu bilmemiştir. Ondan bir şey tatmayan kimse, onu
tanımamıştır. Ondan ‘kandım’ diyen kimse, sevgiyi tanımamıştır. Sevgi doyması
olmayan bir içecektir. Perdelinin biri şöyle demiştir: ‘Bir şarap içtim bir
daha susamadım.’ Ebu Yezid ise şöyle der: ‘Adam dediğin denizleri yudumlasa
bile, dili susuzluktan dışarı çıkan kimsedir.’ İşte işaret ettiğimiz husus
budur.
Bilmelisin ki sevgi doğal olabilir,
sevilen ise doğa âleminden olmayabilir. Sevginin doğal olmasının nedeni,
sevenin doğa âleminden olmasıdır ki, bu kaçınılmazdır. Doğal sevginin nedeni, bir
bakış veya duyuştur. Bakış ve duyuş, sevilen gözle algılanan şeylerden
olduğunda bakanın ve duyanın hayalinde bir şey meydana getirir. Bu görme ve
duyma seveni sevdiğinin yaratılışına taşır, musavvire gücüyle onu hayalinde
suretlendirir. Bazen sevilen hayalde tasavvur edilişine uygun doğal bir suret
sahibi veya onun aşağısında veya ondan farklı veya üzerinde olabilir. Bazen
ise sevilenin bir sureti olmayacağı gibi suret kabul etmeyebilir de. Seven ise,
duyduğundan tasavvur edilemeyecek bir şeyi tasavvur eder. Suret kabul etmeyen
bir şeyi tasvir ederken doğanın maksadı, dağılmaktan ve gücün yetmediği bir
şeye bağlanmaktan korkarak, sevileni belirli ve sınırlı bir durumda
toplamaktır.
Sureti olmayan birinin ya da sureti
olsa bile görülmemiş birinin tasvirini yapmanın nedeni budur. Bu surette
sevginin fiili, onun şahsını yüceltmektir. Öyle ki hayal onu tahayyül etmekten
aciz kalır. Bu suretteki büyüklük ve azamet, sevenin bedeninde bir
başkalaşmaya yol açar. Bu nedenle sevenlerin bedenleri bitkinleşir ve zayıflar.
Çünkü gıda maddeleri ona (sevilenin bedenine) yönelir ve büyür, (sevenin)
bedeni küçülür. Çünkü şevk onu yakar ve dolayısıyla bedende beslenilecek bir
şey kalmaz. Bu yakma esnasında sevilenin sureti hayalde büyür. Bu ise (mecazî
olarak) onun ‘yemesidir’. Musavvire gücü, hayaldeki bu surete üstün bir
güzellik ve derin bir hoşluk giydirir. Bu güzellik nedeniyle sevenin dış
sureti, değişir. Bu nedenle rengi sararır, dudakları kurur, gözleri içe batar.
Sonra bu güç, söz konusu surete sevenin bedeninin gücünden aldığı büyük bir
kuvvet giydirir. Böylelikle sevenin güçleri zayıflar, eklemleri titrer.
Sevginin sevendeki gücü, (bir yandan)
sevgilisine kavuşmayı özletirken (diğer yandan) kavuşmaktan korkutur. Çünkü
kendisinde ona kavuşma gücü görmez. Bu nedenle sevgiliyle karşılaştığında,
seven bayılır ve kendinden geçer. Kimde bir fazlalık var ve sevgisi eksikse,
sevgilisiyle kavuştuğunda titrer ve zihni karışır. Şair şöyle der:
Ayrıldığımızda ne diyeceğimi
düşünüyorum
Sözün kanıtlarım -alışkanlık
olaraksağlamlaştırıyorum
Bir ar ay a gelince onu
unutuyorum Konuştuğumda ise, imkânsızı dile getiriyorum
Doğal sevginin gücü, seveni sevdiği
önünde cesaretlendirir. Fakat bu cesaret -ona karşı değilonun lehinedir!
Öyleyse seven korkaktır, atılgandır ve cesurdur. Sevdiği hakkındaki bu tasavvur
hayalinde bulunduğu sürece, öyle kalmayı sürdürür. Ta ki ölür, bedenin nizamı
dağılır veya bu suret hayalinden çekilir ve yok olur.
Doğal sevginin bir yönü de
hayalindeki o suretin belirsizleşip onu tahayyül eden nefsin suretine
katılmasıdır. İki suret hayalde aşırı bir şekilde birbirine benzeşip sevilenin
sureti -tıpkı havanın göze bitişmesi gibiona bitiştiğinde, seven onu hayalinde
arar ve artık tasavvur etmez. Onu kaybeder ve kontrol edemez. Ona karşı aşırı
bir yakınlık hisseder. Bu durumda, tıpkı sevdiğini yitiren kimse gibi, bir
hayal ve hayret onu tutar. İşte ‘özlem’ denilen şey budur. Bu bağlamda arzu
(şevk) uzaklıktan kaynaklanırken özlem (iştiyak) aşırı yakınlıktan kaynaklanır.
Leyla’nın Kays’ı bu makamdaydı. Onunla her ne konuşulsa, ‘Leyla, Leyla!’ derdi.
Çünkü onu kaybettiğini tahayyül ediyordu. Halbuki öyle değildi. Tahayyül edilen
suret o kadar yakındı ki, artık Leyla’yı göremiyor ve yitiren biri gibi onu
arıyordu. Balcınız! Bizzat Leyla dışarıdan kendisine gelip onun sureti Kays’ın
hayalinde Leyla’dan aldığı surede uyuşmadığında, hayalindeki suretle
çatıştığını görmüş, hayalindeki suretin kaybolacağından endişe ederek şöyle
demişti: ‘Benden uzak dur!
Çünkü seni sevmek, beni senden alı
koydu.’ Burada Kays, söz konusu hayalî suretin bizzat sevginin kendisi olduğunu
söylemiş, ‘Leyla, Leyla!’ diyerek onu aramaya devam etmiştir.
Bu suret sevenin hayalinde
güçlendiğinde, hayalin duyudaki etkisinin bir benzerini sevilende meydana
getirir. Bu durum, düştüğünü hayal eden birinin düşmesine ya da korkutucu bir
şeyi tahayyül edip de bundan dolayı mizacı başkalaşan ve sureti değişen
kimsenin durumuna benzer. Bu suret güçlendiğinde, sevilende bir etkisi olur.
Böylelikle sevileni sınırlar, onu sevenden daha çok o kendisini seveni sever Hakk
gelir. Çünkü nefisler, önderliği sevme özelliğinde yaratılmıştır. Seven,
sevdiğine dönük sevgisinin kölesi ve kuludur. Sevilen ise, ancak bu seven var
olduğunda önder olabilir. Böylelikle başkanlığı, aşkı ölçüsünde, onu azat eder.
Sevilen, sevenin kendisinden uzak duramayacağı ve daima kendisini
isteyeceğiyle ilgili kesin kanaati nedeniyle böbürlenir. Böylelikle görünüşte
bir izzete sahip olur. İçinden ise seveni talep eder. Kendi mülkü olduğu için,
varlıkta onun bir benzerini görmez.
Seven, sevilenin davranışına neden
aramaz. Çünkü neden aramak, aklın niteliğidir ve sevenin aklı yoktur. Birisi
şöyle der:
Akılla yönetilen sevgide
hiçbir hayır yoktur
Bu dizeyi de bana sevenlerden birisi
olan Ebu’l-Abbas elMakkaranî kendisi adına okumuştu.
Nefislerin sahibi akıldan
çök sevgidir
Sevilen ise sevenin davranışlarını en
iyi şekilde sebeplendirir, çünkü seven onun mülküdür. Böylelikle sevilen -ki
sahiptiryükselsin diye, şeref ve üstünlüğünün ortaya çıkmasını diler. O
kendisinin övülmesini sever. Bütün bunlar, sevginin eylemidir; sevilende
belirttiğimiz hususları yaptığı gibi sevende de belirttiğimiz durumları
meydana getirir. Bu ise şaşılacak şeylerin başında gelir: Bir mânâ, kendisinde
bilfiil bulunmadığı kimsede -ki sevilendirhükmünü meydana getirmiştir. Çünkü
sevgi, sevende bir etki yaptığı gibi sevilende de etki yapar. Bu durum
Mutezile’nin şu görüşüne benzer: ‘Allah Teâlâ bir yerde bulunmayan bir İradeyle
irade eder. Allah Teâlâ onu ya bir yerde ya da ‘bir yer olmayanda’ yaratmış ve
onunla irade etmiştir.’ Bu ise makul olmaktan uzaktır ve anlamların
hükümlerini bulunmadıkları yerde zorunlu yapmaktır. Aynı şekilde sevgi de bir
yerde akılla biraraya gelmez. Öyleyse sevginin hükmünün aklın hükmüyle
çelişmesi gerekir:
Akıl konuşmak, sevgi susmak
içindir.
Doğal sevginin özelliklerinden biri
de, sevenin hayalinde gerçekleşen suretin bulunduğu yerin ölçüşünce olmasıdır
(sevilenin sureti hayali tümüyle kaplar). Hayaldeki bu suretin herhangi bir
şeyi kabul edebileceği bir fazlalığı olmaz. Böyle değilse, sevginin sureti
değildir. Bu özelliğiyle sevginin sureti, diğer suretlerden farklılaşır.
Nitekim âlemin sureti de (âlemdeki şeylerin suretleri), Hakkın isimlerinin
mertebesi kadardır. Binaenaleyh ilahi mertebedeki her bir ismin -bir eksildik
ve fazlalık olmaksızın(ilahi mertebedeki bulunuşu), âlemin yaratılışındaki
etkisi ölçüsündedir. Bu nedenle âlemin yaratılışı, sevgiden meydana geldi. Bu
durumu destekleyen bir rivayet hadiste geçer. Kutsi bir hadiste Allah Teâlâ
şöyle buyurur: ‘Ben bir hâzineydim, bilinmek istedim, halkı yarattım, onlara
bilindim, onlar da beni bildi.’ Allah Teâlâ, sevginin âlemin yaratılış sebebi
olduğunu bildirdi ve böylelikle âlem ilahi isimlere mutabık oldu. Nefsin cisme
aşkı olmasaydı, kendisine zıt olsa bile, ondan ayrılırken acı duymazdı.
Böylelikle, nispet ve şekillerin varlığı nedeniyle, miktarlar ve haller
biraraya gelir. Öyleyse nispetler, neseplerin varlığında esastır. Bununla
beraber ruhlar bedenlerden, anlamlar kelime ve harflerden farklıdır. Fakat
kelime, örtüşme yoluyla anlamı gösterir. Öyle ki anlam bedenlenseydi, kelimenin
niceliğine fazla gelmezdi. Böyle bir şey ise, ‘sevgi’ diye isimlendirilir.
Ruhanî sevgi ise, bu tanımın dışında,
miktar ve şekilden uzaktır. Çünkü ruhanî güçler, nispi bir yönelme sahibidir.
Seven ve sevilen arasında bakış, duyma ve bilgiden kaynaklanan iltifatlar ne
zaman genelleşirse, bu, sevgi olur; eksik kalır ve nispeder yeterli gelmezse,
söz konusu olan sevgi değildir. Burada ‘nispetlerin’ anlamı şudur: Özellikleri
vermek ve ihsan etmek olan ruhlar, özelikleri tutmak ve almak olan ruhlara
yönelmiştir. Birisi kabul olmadığı için acı duyarken öteki feyiz (akış)
olmadığı için acı duyar. Gerçi feyiz yok olmaz. Fakat zaman ve hazırlık
şartları tamamlanmamış olabilir. Böyle bir feyiz, kabul eden feyiz tarafından
‘feyzin yoksunluğu’ diye isimlendirilir Ki, bu, doğru bir isimlendirme
değildir. Ruhlardan her biri, diğerini sevmede bütün güçlerini kullanır. Böyle
bir sevgi iki seven arasında yerleştiğinde, seven sevdiğinden ayrılmaktan şikâyet
etmez, çünkü sevgilisi cisimler ve bedenler âleminden değildir. Bu durumda iki
şahıs arasında ayrılık gerçekleşir ya da -tıpkı doğal sevgide yaptığı
gibiaşırı yakınlık etkisini gösterir. Anlamlar ise sınırlanmaz ve bir mekâna
yerleşmez. Onları sadece fıtraten eksik kimseler, tahayyül eder. Böyle biri,
sureti olmayan şeyi suret sahibi yaparak tahayyül edebilir. Ariflerin sevgisi
budur. Onlar bu sevgiyle ‘birlik sahibi’ sıradan insanlardan ayrışır. Bu kişi,
halde ve miktarda olmaksızın, yoksunlukta sevgilisine benzeyen bir sevendir. Bu
nedenle seven, sevilen olması bakımından sevdiğinin kadrini bilir.
İlahi sevgi ise, Allah Teâlâ’nın
el-Cemil ve en-Nur isminden kaynaklanır. Nur, mümkünlerin hakikatlerine geçer
ve onun kendine bakış ve imkân halinin karanlığını kendinden uzaklaştırır.
Böylelikle mümkün hakikatler için kendisinden ibaret bir görme yaratır. Çünkü o
nur vasıtasıyla görülebilir. Bu durumda Allah Teâlâ o hakikate el-Cemil
ismiyle tecelli eder ve o da bu isme âşık olur. Bu durumda mümkünün hakikati,
söz konusu ismin mazharı haline gelir. Mümkünün varlığı Hakta gizlenir ve
kendinden fani olur. Böylelikle bunun Allah Teâlâ’ya bir sevgi olduğunu
bilemez. Ya da kendi nefsiyle Haktan ‘fani olur’. Bununla beraber o bu haldedir
ve Hakkın mazharı olduğunu bilemez ve kendisini sevdiğini bilir. Çünkü her şey,
kendini sevmek üzerinde yaratılmıştır. Zuhur eden her şey ise, bir mümkünün
hakikatinde zuhur eder. Öyleyse sadece Allah Teâlâ Allah Teâlâ’yı sevmiştir.
Kul sevgiyle nitelenmez, çünkü onun sevgide bir hükmü yoktur. Kul Haktan sadece
kendisinde zuhur edeni sevmiştir. Hakk ise zuhur edendir. Dolayısıyla mümkünün
hakikati, bunun da Allah Teâlâ’yı sevmek olduğunu bilemez. Böylelikle onu ister
ve kendi hakikatine bakıyor olması bakımından onu sevmesini ister. Onu
sevmesini sevmesi, kendisini sevmesinin ta kendisidir. Bu nedenle bu nur,
parıltılı olmakla nitelenir. Yani bu nur bir parıltıdır. Çünkü o, Hakkın
mazharı olsun diye, Haktan mümküne uzanır. Bu nitelikteki birisi niteliğinde
zıtları biraraya getirirse, ilahi sevginin sahibidir. Çünkü böyle bir sevgi,
gerçekte de olduğu gibi, onu yokluğa katılmaya sevk eder.
Binaenaleyh ilahi sevginin belirtisi,
mânevî, duyulur, hayali veya tahayyül edilen her mertebede var olan her şeyi
sevmektir. Her bir mertebenin Hakkın en-Nur isminden bir hakikati vardır ki
onunla elCemil ismine bakılır. Söz konusu nur ona bir varlık elbisesi giydirir.
Öyleyse seven herkes, kendini
sevmiştir. Bu nedenle Hakk kendisini mazharlarını sevmekle nitelemiştir.
Mazharlar ise a’yândaki yokluktur. Sevgi ise zuhur eden ile ortaya çıkar. Hakk
bu a'yân’da zuhur edendir. İşte zuhur eden ile mazharlar arasındaki bu ilişki,
sevgidir. Sevgi, yokluğa ilişir. Buradaki ilgisi ise devamdır ve devam
gerçekleşmemiştir (dolayısıyla sevgi gerçekleşmeyen bir şeye ilişmiştir). Çünkü
onun bir sonu yoktur. Sonu olmayanın gerçekleşmeyle nitelenmesi de mümkün
değildir.
Sevgi Hakkın bir niteliğidir. Çünkü Allah
Teâlâ ‘onları sever’ buyurdu. Aynı zamanda sevgiconlar
da O’nu sever’544 ayetine
göre yaratıkların da bir niteliğidir. Bu nedenle sevgi, Hakka nispet edilmesi
ve Hakkın kendisiyle nitelenmesi nedeniyle, izzet özelliği kazanmıştır. Bu
izzet özelliğiyle de sevgi yaratıklara yayılır. Böylelikle bu nispet, iki
tarafta da bulunduğu yerde bir zelillik ve horluk meydana getirdi. Bu nedenle
sevenin -sevilenin değilsevginin izzeti altında zelil olduğu görülür. Çünkü
sevilen bazen sevenin kölesi ve onun otoritesi altında ezilmiş biri olabilir.
Bununla beraber sevenin onun karşısında zelil olduğunu görürüz. Bizim
bildiğimiz, izzetin sevgiye ait olmasıdır, yoksa sevilene ait değildir!
Müminlerin emiri Harun er-Reşid sevgilileri hakkında şöyle demiştir:
Üç sevgili insan gem’imi ele
geçirdi
Kalbimin her yerine
yerleştiler
Bütün yaratıklar beni
istiyorsa, bana ne!
Onlar isyan ederken,
yaratıklar itaat etse ne olur?
Bu ise hevanın otoritesinden
başka nedir Onunla güçlendiler, benim
otoritemden daha izzetli oldular!
. Burada Harun Reşid, ‘hevanın
otoritesi’ sözüyle otoritevi heva gücüne izafe etti.
Allah Teâlâ Kitabının dışındaki bir
yerde kullarına lütuf göstererek şöyle der: cEy kullarım! Sizi
özledim... Ben sizi daha fazla özledim.’ Allah Teâlâ gizli bir lütufla
kendilerine tenezzül ederek hitap eder. Bu hitap, ancak seven olması bakımından
kendisinden meydana gelebilir. Böyle bir şey, O’nu sevenlerden meydana
gelebilir. Öyleyse seven, sevilenin değil, sevginin hükmü altındadır. Bir
kimsenin niteliği onun aynı ise, onun kendisi kendisinde hüküm sahibidir.
Burada ilave bir durum söz konusu değildir ve bir eksiklik yoktur. Sevgi
yaratıklarda tam yerleştiğinde (onların beşeri varlığını) siler. Çünkü yaratık
yok olmayı kabul edicidir. Bu nedenle âlem farklı suretlere girer. Söz gelişi
(âlemdeki bir şey) bir surette olur. Sevgi o surette sahibinin bilmediği yönden
aşırıya kaçınca ve tecelli, (daha önce) zuhur etmediği yönden ortaya çıkınca,
suret silinir. Bu kez, suretin bulunduğu yerde başka bir suret ortaya çıkar.
Bu da hükümde -tıpkı ilki gibikendisine döner. İş böyle kesilmeden sürer. Bu
nedenle şu sözü söyleyen yanıhr: ‘Alemin yok olması zorunludur. Allah Teâlâ’nın
âlem hakkındaki bdgisinin bir sonu vardır. Çünkü Allah Teâlâ, âlemdekiler
hakkındaki bilgisini ‘ihata’ edicilikle nitelemiştir.’
Allah Teâlâ’nın bu hakikati (sevgi)
varlıkla nitelenen bütün mümkünlere yayması, O’nun cömerdiğinden kaynaklanır. Allah
Teâlâ sevgiye kendisinden daha üstün bir hazzın olmadığı bir hazzı bitiştirdi. Böylelikle
âlemdekilerin bir kısmı diğerlerini sever. Bu sevgi, mutlak sevgiden
sınırlanmış bir sevgidir. Bu bağlamda ‘falan falanı seviyor’ ya da ‘falanca
şunu seviyor’ denilir. Söz konusu olan, (gerçekte) Hakkın belirli bir
hakikatte zuhur etmesi ve başka herhangi bir surette zuhurunu sevmesidir. Öyleyse
Allah Teâlâ’yı seven kişi, herhangi bir şeyi sevenin sevgisini inkâr etmez. Çünkü
o seven olarak sadece herhangi bir mazhardaki Allah Teâlâ’yı görür. Bu ilahi
sevgiye sahip olmayan kimse, seven kimseyi (ve sevgisini) inkâr eder.
Burada ‘bir insanın Allah Teâlâ’yı
sevmesi imkânsızdır’ diyenin sözünde bir incelik vardır: Hakka veya O’ndan olan
bir şeye, bir yolduk nispetinin izâfesi mümkün değildir. Sevgi yoklukla ilgilidir.
Dolayısıyla hiçbir yaratıktaki sevgi Allah Teâlâ’ya ilişmez. Fakat Allah
Teâlâ’nın sevgisi, yaratılmışlara ilişir. Çünkü yaratılmışlar yoktur. Öyleyse
yaratılmış, sürekli ve daima Allah Teâlâ’nın sevgdisidir. Sevgi sürdükçe,
onunla beraber yaratılmışın varlığı düşünülemez. Öyleyse yaratılmış hiçbir
zaman mevcut değildir. Bu hakikat ise yaratılmışın -zuhur eden değdHakkın
mazharı olmasını sağlar. Öyleyse ilahi sevgiyle bir şahsı seven kimse, bu
tanıma göre onu sevmiştir. Dolayısıyla onun sevgisi hayal ile ya da belirli bir
güzellikle sınırlanmaz. Çünkü bunların hepsi, onun adına mevcuttur ve sevgi
onlara ilişmez.
Böylelikle sevgideki üç mertebe
arasındaki iki fark ortaya çıkmıştır. Bilmelisin ki, hayal bütünüyle
gerçektir. Tahayyülün ise bir yönü gerçek iken bir yönü yokluktur (bâtıl).
YÜZ
ON YEDİNCİ SORU
Sevgi Kâsesi Nedir? Cevap:
Sevgi kâsesi
sevenin ne aklı ne duyusudur bilakis kalbidir,
çünkü kalp halden Hakk girer (tekallüb). Sevilen Allah Teâlâ da ‘Her gün bir
iştedir.’ Bu durumda sevginin ilgileri de, sevilenin fiillerinde türden türe
girmesi nedeniyle çeşitlenir. Bu durum, saf bir cam kâsenin kendisine yerleşen
sıvının değişmesine göre türden türe girmesine benzer. Sevenin rengi,
sevdiğinin rengidir. Böyle bir şey ancak kalp için olabilir. Çünkü akıl
sınırlanma âlemindendir ve bu nedenle ‘bağ5 anlamındaki ‘ikal’ (kelimesinden
türetilerek) akıl diye isimlendirildi. Duyunun da zorunlu olarak sınırlılık
âleminden olduğu bilinir. Kalp ise böyle değildir.
Çünkü sevginin farklı ve birbirine
zıt pek çok hükmü vardır. Söz konusu hükümleri ancak sevgiyle birlikte onlarda
şekilden şekle girme gücüne sahip birisi kabul edebilir. Bu özellik de sadece
kalpte vardır. Halden Hakk girmeyi Hakka izâfe etmek ise, ‘Bana dua ettiğinde
dua edenin duasına olumlu karşılık veririm’, ‘Siz bıkana kadar Allah Teâlâ bıkmaz’
ve ‘Beni içinden zikredeni, içimden zikrederim’ gibi ifadelerde dile getirilen
duruma benzer. Şeriatın bütünü ya da çoğu, bu bölümle ilgilidir.
Sevgi şarabı kâsede bulunan şeyin ta
kendisidir. Kâsenin mazharın ta kendisi olduğunu açıklamıştık. Şarap mazharda
zuhur eden iken içmek tecelli edenden tecelli edilen adına gerçekleşen şeydir.
Özetle, bunu bilmelisin!
Seksen dokuzuncu kısım sona erdi, onu
yüz on sekizinci soruyla doksanıncı kısım takip edecektir.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar