Print Friendly and PDF

[FÜTÛHÂT-I MEKKİYYE'NİN] YETMİŞ SEKİZİNCİ KISMI

Bunlarada Bakarsınız

 


Rahman ve Rahim Olan Allah Teâlâ’nın Adıyla

YETMİŞ ÜÇÜNCÜ BÖLÜM'ÜN DEVAMI

VASIL

Velîlerin Sınıfları

Velîlerden bir grup ise, nebilerdir. Allah Teâlâ onları nebîlik göreviyle görevlendirmiştir. Onlar, Allah Teâlâ’nın kendisi için kullandığı, hizmeti için seçtiği ve diğer kulların arasından kendi huzuruna tahsis ettiği kulları­dır. Allah Teâlâ kendi başlarına yapacakları ibadeti belirlemiş, bir kısmına bu ibadetleri mudaka başkalarına ulaştırmalarını emretmemiştir. Nebîlik makamı, velîlik makamı içindeki özel bir makamdır. Onlar, Allah Teâlâ’dan gelen bir şeriate göre davranır. Allah Teâlâ, onlara bir takım şeyleri helal yapmış, bir takım şeyleri haram yapmış, diğer insanlardan farklı olarak onlara bu hususları sınırlamıştır. Çünkü ölüm ve hayat diyarı olan dünya hayatı, bunun böyle olmasını gerektirir. Allah Teâlâ bir ayette ‘O sizi sınamak için ölümü ve hayatı yaratandır179 buyurur. Yükümlülük ise, sı­namak demektir.     .

Öyleyse velîlik, genel nebîliktir. Şeriat getirme hakkına sahip nebîlik ise, bu sınıf içinde bu nitelikteki kimseleri kuşatan velîlik için­deki özel nebîliktir. Bu makam, müşahedede değil, -hemze ile okun­madığındailahi hitapta yükseklik makamıdır. Nebîlik makamı ise, hi­tapta yüksekliktir.

Velîlerden bir grup resullerdir. Allah Teâlâ, onları risalet göreviyle gö­revlendirdi. Onlar, insanlardan bir gruba ya da genel olarak insanlara gönderilmiş kimselerdir. Bütün insanlara görevlendirilmiş olmak, sa­dece Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem için geçerlidir. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Ey Peygamber! Sana Rabbinden gönderileni tebliğ et180 ya da ‘Peygamberin gö­revi tebliğdir"81 ayetlerinde kendisine emredilen şeyi insanlara tebliğ etmiştir. Tebliğ makamı, risalet diye ifade edilir. Burada resulün ve şe­riat sahibi nebînin makamından söz etmeyişimizin nedeni, tasavvuf eh­linin bildirdikleri makam ve hallerde zevke dayanmayı şart koşmaları­dır. Halbuki bizim ya da şeriat getirmeyen herhangi birinin yasa koyu­cu nebîlik ya da risalet hakkında herhangi bir tecrübesi ve zevki yoktur. Öyleyse, ulaşamadığımız bir makam ya da tadamadığımız bir hal hak­kında nasıl konuşabiliriz ki? Bu durum benim için geçerli olduğu gibi Allah Teâlâ’dan gelen bir şeriate sahip olmayan nebî ya da resuller için de ge­çerlidir. Bu konuda konuşmak bize yasaklanmıştır. Biz, tecrübemiz bu­lunan bir konuda konuşabiliriz. Bu iki makam dışındaki makamlar hakkında ise, tecrübeyle konuşabiliriz, çünkü Allah Teâlâ bizi onlardan mah­rum bırakmamıştır.

Velîlerden bir grup da, sıddîklardır (özü sözü doğru kişiler). Allah Teâlâ, onların hepsinden razı olsun! Allah Teâlâ onları sıddîklık göreviyle gö­revlendirdi. Allah Teâlâ’ya ve peygamberine inanan kimseler hakkında ‘Onlar sıddîk kimselerdir182 buyrulur. Sıddîk, haber verenin sözüne Allah Teâlâ’ya ve peygambere inanan demektir, yoksa kalbinde bulmuş olduğu iman nu­rundan başka bir kanıttan dolayı inanmaz; söz konusu nur, onun te­reddüde düşmesini ya da haber veren peygamberin sözüne dair kuşku­ya düşmesini engeller. Doğrulamanın konusu, gerçekte peygambere inanmaktır. Allah Teâlâ’ya inanmak ise, O’nu kabul etmek şeklinde değil, O’na yaklaşmak tarzındadır. Bazı sıddîklar, Hakkın varlığını zorunlu olarak ya da teorik düşünceyle kabul eder, fakat yakınlık onlar için ger­çekleşmemiş olabilir. İşte bu ayet, varlığın ispatının şerefine delildir.

Bir sıddîk peygambere iman ettiğinde, getirdiklerine de inanır. Getirdiklerinden birisi ise, Allah Teâlâ’nın birliğidir. Bu durum ‘Allah Teâlâ’dan baş­ka ilah yoktur’ veya ‘Allah Teâlâ’dan başka ilah olmadığım bilm3 gibi ayetlerde dile getirilir. Böylece sıddîk, Allah Teâlâ’nın ‘O’ndan başka ilah olmadı­ğını bil’184 ayetinden hareketle, ilahlıkta bir olduğunu anlar! İman diye isimlendirilen şey bu olduğu gibi bu tarzda peygambere inanan kişi de sıddîk diye isimlendirilir. Bir şahıs Allah Teâlâ’dan haber verenin ‘Allah Teâlâ’dan başka ilah olmadığını bil’185 sözünün doğruluğunu gösteren bir delili in­celeyip inceledikten sonra birliği kabul eder ve peygamberi sözünde doğrulayarak Allah Teâlâ’nın ‘O’ndan başka ilah yoktur5 sözünü tasdik ederse, sıddîk sayılmaz. O, kanıttan dolayı iman eden kimsedir. Başka bir ifa­deyle o, âlimdir.

Sıddîklık menzilinin nerede olduğu ve sıddîkın zorunlu olarak kal­binde bulduğu bir nura sahip kişi demek olduğu açıklandı. Kalbinde bulduğu bu nur, Allah Teâlâ’nın gözde yarattığı nura benzer. Kulun o nurun oluşmasında katkısı yoktur. Sıddîkın basiretindeki nur da öyledir. Allah Teâlâ, ‘Onlar sıddîklar ve şehitlerdir, Rablerinin katında büyük ecir sahibi­dir"86 buyurur. Ayetin devamında ise, ‘onların nurları’ denilir. Bu, sıddîk olmaları bakımındandır. Allah Teâlâ nuru sıddîklığa, ecri şehadete ve tanıklığa vermiştir. ‘Sıddîk’ kalıbı Arapçada tasdik ve doğru sözlülükte aşırılığı ifade eden mübalağa kalıbıdır. Bu kalıp şirrîb (çok içen), hımmîr (çok şarap içen) ve sikkîr (çok sarhoş) kelimeleriyle benzerdir. Öyleyse nebîlik ile şeriat getiren nebîlik arasında bir makam veya men­zil yoktur. Sıddîklık mertebesini aşan kişi, nebîliğe ulaşır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemden sonra teşrî nebîliği konusunda iddiada bulunan kimse, ise, hiç kuşkusuz, yalancı, hatta doğru sözlü Allah Teâlâ Peygamberinin getirmiş olduğu şeyi yalanlamış ve inkâr etmiş demektir.

Şu var ki, burada bir ‘yakınlık’ makamı vardır. Bu ise, teşrî nebîliği değil, genel nebîliktir. Böylece şeriat getiren nebî de onu kabul etmiş, sıddîk ise onu şeriat yapan peygamberi onaylayarak -yoksa kendiliğin­den değilkabul etmiş, böylece de sıddîk olmuştur. Bu durum, Musa, Hızır ve onun sıddîkı olan gencin arasındaki meseleye benz;r. Her peygamberin insan ya da cin âle ninden -ya da her ikisinden birdensıddîkları vardır. Peygamberin sözünden başka kanıtı olmayan ve gön­lünde tereddüt bulmadan sırf kalbindeki nur nedeniyle iman eden kim­se, sıddîktır. Dıştan bir delil nedeniyle iman eder ya da Allah Teâlâ’nın kalbin­de bu nuru yaratana kadar tereddütte kalıp sonra kabul eden kimse, sıddîk değil, mümindir. Sıddîkın nuru tasdik edilenin varlığından önce harekete geçer. Müminin nuru ise ‘De ki Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur5 sözünden sonra gerçekleşir. Müminin nuru yakınlık olması bakımın­dan tevhit ile ilgili bilginin verdiği delili inceledikten sonra meydana gelir. Öyleyse tevhidi bilirken iman nuruna değil, bilgi nuruna sahiptir. Mümin bu bilginin ve araştırmanın Allah Teâlâ’ya yaklaştırın olması bağla­mında ise, iman nuruna sahiptir. Çünkü Allah Teâlâ’nın birliğini bilmenin nu­ru Peygamberin gelişine bağlı olmadığı gibi onun sözüne de bağlı de­ğildir. Çünkü Allah Teâlâ’nın birliğini bilenler, ondan önce de O’nun birliğine tanıklık etmişlerdir. Onlardan bir grup olan nebîler ve resuller de, (da­ha önce) Allah Teâlâ’nın birliğini kabul etmişlerdi, çünkü bir peygamber, hiç­bir zaman şirk koşmaz. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ, melekler ve bilgi sahipleri Allah Teâlâ’dan başka ilah olmadığına tanık olmuştur.5187 Burada Allah Teâlâ iman sahipleri dememiştir. Öyleyse bilginin mertebesi, hiç kuş­kusuz imanın mertebesinden üstündür ve o meleklerin ve resullerin mertebesidir. Bazen bu bilgi bir araştırmadan ya da bir zorunluluktan meydana gelebilir ve bilgi diye isimlendirilir. Çünkü bu durumda, sö­zünü doğrulamayı gerektiren bir söz sahibi ya da haber veren yoktur!

İşte sıddîklık ve şeriat koyucu nebîlik arasındaki ortaya koyduğu­muz bu makam, yakınlık makamıdır. Yakınlık makamı Tekler’e (Efrâd) aittir. Bu makam, Allah Teâlâ nezdinde, şeriat nebîliğinin altında sıddîklığın üzerindedir. ‘Ebu Bekir’in gönlünde yerleşik’ diye işaret edilen sır bu­dur. Bu sır sayesinde o, sıddîklardan üstün oldu. Çünkü sıddîklığın şartı ve gereği olmayan hususlar da onun adına gerçekleşmişti. Şu hal­de Ebu Bekir ile Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem arasında hiçbir adam yoktur. Çünkü o, hem sıddîk hem sır sahibidir. Binaneleyh Ebu Bekir, sır sahibi olma­sı bakımından sıddîklık ve şeriat getiren nebîlik arasmda bulunur ve ona ortak olur. Ona ortak olan başka birisi ise, kendisinden üstün ola­maz. Bilakis o, bu işin hakikatinde kendisine denktir. Bunu anlayınız!

Velîlerden bir grup şehitlerdir. Allah Teâlâ’nın şehadet ile dost edindiği bu kimseler, Allah Teâlâ’ya yaklaşan kimselerdendir. Onlar, kendisini bilme­nin döşeğinde, Allah Teâlâ’nın karşısında huzur sahibidir. Allah Teâlâ ‘Allah Teâlâ, melekler ve bilgi sahipleri Allah Teâlâ’dan başka ilah olmadığına tanık olmuştur188 buyurur. Böylece bu insanları tanıklık döşeğinde melekler ile biraraya getirir. Onlar, ezeli bir inayet ve ilahi huzurdan dolayı birleyenlerdir. Binaenaleyh onlar, birleyenlerdir. Onların işleri tuhaf, durumları şaşır­tıcıdır. iman bu tanıklığın bir parçasıdır. Peygamber gönderilip bu şe­hitler ona tanıklık ederlerse, ‘alim-müminler’ haline gelirler. Kıyamet günü yetkin ödül onlarındır. iman etmezlerse, Allah Teâlâ’nın ‘Onlar Allah Teâlâ’nın nimet verdiği nebîler, sıddîklar şehitler ve Sâlihlerdir. Onlar ne güzel arka­daştır!’’1^ ayetinde nimedendirdiği şehider olamazlar. Ayetin devamın­da ‘Onlar ne güzel arkadaştır!’190 buyrulur. ‘Onlar ne güzel arkadaştır!’ ayeti olmasaydı, hiç kuşkusuz, nimet gerçekleştiği için şehitieri de bu ayette sözü edilenlere katardık. Çünkü onlar, ‘birleyen’ olsalar bile, gönderilen peygamberin varlığına rağmen iman etmemiş, bu nedenle de müminlere katılmaları güzel olmamıştır. Çünkü onlar, müminlerin imanlarını kuşkuya düşürür.

Ayetin içerdiği şehider, Allah Teâlâ’yı bilenler, bilgiden sonra Allah Teâlâ’nm şu sözüne inananlardır: ‘İşte bu O’na bir yakınlıktır.’ Bunu Allah Teâlâ’nın ya da Allah Teâlâ’nın katından gelen bir peygamberin söylemiş olması bakımından inanırlar. Böylece Kur'an, sıddîkı şehitten önce getirmiş, aralarında bir vasıta olmadığı için peygamberin paraleline yerleştirmiş­tir. Bunun nedeni, iman ruhunun risalet ruhuyla birleşmesidir. Şehider ise, peygamber nurunun ardından gelen bilgi nuruna sahiptir. Pey­gamberin nuru, burada, peygamber olması yönünden değil, Allah Teâlâ’nın birliğine tanık olması bakımındandır. Öyleyse peygamberden sonra ona denk bir şahidin olması mümkün değildir ve bu nedenle Peygam­berin geçilmesi imkânsızdır. Peygamber olduğu için şahidin onunla birlikte olması da, mümkün değildir, çünkü şahit peygamber değildir. Öyleyse şehidin (şahid) hem peygamber hem de sıddîktan geri kalması zorunluluktur. O, ancak sıddîkhktan sonra gelen mertebede bulunabi­lir.

Sıddık şehitten daha yetkin bir nura sahiptir, çünkü o, iki bakım­dan sidiktir; tevhid yönünden ve yakınlık yönünden. Şehit ise, tevhid yönünden değil, özel olarak yakınlık yönünden sıddîktır. Çünkü onun tevhidi imandan değil bilgiden kaynaklanır. Böyle bir şehit iman mer­tebesinde sıddîktan sonra gelmiştir. Onun mertebesi bilgi mertebesin­de ise sıddîkın üzerindedir. Öyleyse şehit bilgi mertebesinde önce ge­len iman ve tasdik mertebesinde geride kalan kişidir. Çünkü âlimin sıddık olması geçerli değildir. Çünkü daha önce bilgi rivayet mertebe­sini öncelemişti. Öyleyse şahit Peygamberin Allah Teâlâ’nın risaletini tebliğ ederken Allah Teâlâ’nın birliğinde doğru söylediğini bilir. Sıddîk ise bunu an­cak kalbine yerleştirilen iman nuruyla bilebilir. Peygamber kendisine geldiğinde ise, görünür bir delil olmaksızın, ona uyar. Böylece şehiderin Allah Teâlâ katındaki menzillerini açıklamış oldum.

Velîlerden bir grup ise, sâlihlerdir. Allah Teâlâ onları iyilik özelliğiyle dost edinmiş, mertebelerini şehiderden sonra dördüncü mertebe yap­mıştır. Buradaki şekil, aşağıda çizdiğimiz gibi, bir dairedir. Şekilde ön­ce nebîlikten başlanılır, sonunda salaha ve iyiliğe ulaşılır (sâlih). Daire­sel şeklin sonu, başlangıcına bağlıdır. Her peygamberin sâlih olduğu ya da -nebî olsa bilesâlihlerden olmaya çağırdığı zikredilir. Bu durum, sâlihlik mertebesinin nebîlikte özel bir mertebe olduğunu gösterir. Bu mertebe, nebî, sıdık ve şehit olmayan kimseler için de gerçekleşebilir.


 

Nebilerin sâlihliği (iyilik, elverişlilik ve salahiyet), başlangıcında gerçekleşir ve bu, sâlihliğin onlara izâfe edilmesidir. Dolayısıyla onlar, nebîliğe elverişli oldukları için nebî olmuşlardır. Allah Teâlâ, onlara delil ol­ma özelliği vermiş, böylece ‘şahit5 olmuşlardır. Onlara gaybı bildirmiş, bu kez sıddîk olmuşlardır. O halde, peygamberler bütün bu makamlara ‘elverişli’ olmuş ve ‘sâlih’ haline gelmişlerdir. Peygamberler, bütün ma­kamları kendilerinde toplarlar. Aynı şekilde sıddîklar sıddîklık maka­mına, şahider de şahitlik makamına elverişlidir. Her varlık, yaratıldığı şeye uygundur. Şu var ki sâlihler ki -Allah Teâlâ onları kendilerine nimet vermekle övmüştürbu makamda anlatılmak istenenlerdir. Onlar, bu makama ulaşan kimselerdir. Söz konusu kişiler, dört gruptan dördün­cüsüdür. Allah Teâlâ, burada nebîler ile şeriat getiren resulleri kastetmiştir. Onların zorunluluk yoluyla gönderilip gönderilmemeleri birdir.

Sâlihler Allah Teâlâ hakkındaki bilgilerine ya da Allah Teâlâ’ya imanlarına ya da peygamberin Allah Teâlâ’dan getirdiklerine inanmalarına bir bozukluğun girmediği kimselerdir. Bir bozukluk girseydi, sâlih olamazlardı. Nebilerin teşvik ettiği sâlihlik budur. Sıddîklığına zarar girmeyen her­kes, sâlihtir; şahitliğine halel gelmeyen ya da nebîliğine halel gelmeyen herkes, sâlihtir. İnsanın hakikati, imkândır, dolayısıyla içinde bulundu­ğu makamda ona uygunluğu (salahiyet) elde etmeye çağrılır. Bunun nedeni, bulunduğu makamda bir zararın ve halelin kendisine girme ih­timalidir. Çünkü peygamber özü gereği ya da insan olması nedeniyle nebî olsaydı, hiç kuşkusuz, her insan bunu elde edebilirdi. Çünkü bu yorumda nebiliğin nedeni, insan olmaktır. Nebîlik Allah Teâlâ’nın tahsisi olunca, ona bir eksiklik girmesi mümkün olduğu kadar bunun kalkma­sı da mümkün olmuştur. Böylece sâlih insanın sâlihlerden olmaya çağ­rılması mümkün olabilmiştir. Başka bir ifadeyle sâlih bir insan herhan­gi bir dönemde sâlihliklerine bozukluk girmeyen kimselerden olmaya çağrılabilir. İşte bu bölümde ‘sâlih’ derken kastettiğimiz kimseler bun­lardır. Başarıya ulaştıran Allah Teâlâ’dır.

Velîlerden bir grup ise, müslüman erkek ve kadınlardır. Aynı cin­siyet ayrımı, belirttiğimiz bütün gruplarda geçerlidir ve her birinde er­kek ve kadınlar vardır. Allah Teâlâ, onları müslüman olmalarıyla dost edin­miştir. Söz konusu olan, sadece Allah Teâlâ katından gelen şeye özel bir bo­yun eğiştir. Kul bütün gerekleri, şartları ve kaideleriyle yükümlülükle­rini yerine getirdiğinde müslüman olur. Birisi eksik olduğunda ise, ih­lal ettiği şart nedeniyle müslüman olamaz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bir hadisin­de: ‘Müslüman, müslümanların dilinden ve elinden emin olduğu kim­sedir’ buyurur. Burada el, güç demektir. Başka bir ifadeyle Müslümanlar, onun kendilerine yapabileceği, fakat İslam’a uygun olmayan Allah Teâlâ’nın haklarını aşmayla ilgili davranışından emindir. Peygamber genel bir ifade zikretmiştir. Bunun yanı sıra, dili de zikretmiştir, çünkü insan bazen diliyle bilfiil sıkıntı veremeyeceği kimselere sıkıntı verebilir. Bu noktada sıkıntı, gıybet değil, özellikle iftiradır, çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘müslümanlar’ demiştir. İnsanlar deseydi, hiç kuşkusuz, gıybet ve kötü söz bu kapsama girerdi. Şâri’ İslamı (müslümanlık) ancak Müslüman­ların kendisinden emin olduğu kimseler adına kabul etmiştir. Onlar ise, müslümanlıkta kendi benzerleridir.

Hadiste dikkate alman kimseler, müslümanlardır ve onlar kaste­dilmiştir. Çünkü müslümanlar kendilerine nispet edilen şeyden uzak olduklarında, aralarına katılan kimselerin sözlerinden emin olabilirler. Bu nedenle, sözü iftira diye yorumladık. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyu­rur: ‘Kardeşin hakkında onda bulunmayan bir şeyi söylemen iftiradır.’


Başka bir rivayette ise ‘Böyle yaptığında, ona iftira etmiş olursun’ de­nilmiştir. Böylece, attığın ok hedefine ulaşmaz, çünkü ok müslüman kardeşinde bir gedik bulamaz. Sen onda bulunmayan bir özelliği ona nispet ettin. Allah Teâlâ onları ‘müslümanlar5 diye bu nedenle isimlendirdi. Bu niteliğe sahip kişilere zarar veren kimse ‘müslüman’ değildir, çünkü bir müslümanda bulunmayan bir nitelik kendisine izafe edildiği ve onunla nitelendiğinde, söz söyleyenine döner. Bu durumda sözün sa­hibi müslüman sayılmaz, çünkü o kişi, söylediği sözden emin olunma­yan kimsedir. Böyle bir insan, başka bir müslümana söylediği şeyin kendisine döndüğü kimsedir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Bir insan müslüman kardeşine kâfir derse, bu ifade onlardan birisine döner.’ Allah Teâlâ ‘insanların inandığı gibi siz de inanın’ denilen bir grup hakkında şöyle der: ‘Onlar, akılsız gibi mi inanacağız demiştir:191 Bunun üzerine Allah Teâlâ ‘Dikkat edin! Akılsız olan onlardır, fakat bilmezler192 demiştir. Böylece müslüman ve müminler akılsız olmadığı için, bu nitelik sözü söy­leyenlere döner. Akılsız olmak, imanında zayıf görüş sahibi olmak de­mektir. Dolayısıyla müslümanlara nispet ettikleri zayıf görüşlülük an­lamındaki akılsızlık, söz sahiplerine dönmüştür.

Öyleyse Müslüman, bütün asli ve geçici eksikliklerden uzak kalan İçişidir. Böyle biri, herhangi bir kimse hakkında kötü bir şey söyleme­yeceği gibi, imkân bulduğunda da kimseye kötülük yapmaz. Dini ceza­ların uygulanması ise, kötülük değil, iyiliktir. Allah Teâlâ cezaların uygulan­masını, hastanın ilaç içmesi saymıştır. Hasta hastalığının iyileşip afiyet bulması için ilacı içmelidir. İlacı içmek gerçekte nahoş ise de, sonu gü­zeldir. Bu nedenle doktor hastaya kötülük olsun diye ilaç içirmez, sağ­lığı yerine getirecek sebebi ona vermek amacı güder. Hasta da o esna­da ilacın nahoşluğuna katlanır. Cezaların uygulanması da böyledir. ‘Kö­tülüğün cezası kendisi gibi kötülüktür193 diye ayetlerde belirtilen kısasa ge­lirsek, kısas uygulamak, insanı İslam dışına çıkartmaz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem (Müslümanlığı tanımlarken diğer) müslümanların esenlikte olmasını şart koşmuştu. Eziyet veren bir insan kasıtla müslümana eziyet ederse, kendisinden emin olunan biri değildir, çünkü sen (yani öteki müslümanlar) ondan emin olmamışsındır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ise, müslümanların emin olduğu kişi demişti. Öyleyse kısası uygulamak, (tanımı başkasına güven vermek olan) İslam’a zarar vermez, çünkü bir müslümanın sana eziyet etmesi yüzünden ona eziyet etmiş değilsin.

Müslüman müslümana eziyet etmez. Bilakis dünya hayatmda kısası uygulayarak, o kişiden ahiretteki cezayı kaldırmış olursun. Bu davranı­şında ise, kısas yapılan kişiye bir tür nimet vermiş olursun. Bir insan kısası uygulamak yerine bağışlar, barış yolunu seçer, suçluyu cezalan­dırmaz ve bağışlarsa, bu, daha üstün bir davranıştır. Onun ödülü de, ahirette cezalandırmayı bırakmak koşuluyla, Allah Teâlâ’ya kalır. Allah Teâlâ’nın hak­kı ise, onun üzerinde kalıcıdır, çünkü kısas cezasını Hakk eden kişi, Allah Teâlâ’nın hakkını ihlal etmiş, ihlal ettiği ölçüde müslümanlığı da zarar görmüştür.

Bir Müslüman, diğer bir Müslüman zarar görmeksizin, Rabbine karşı günahkâr olursa acaba bu davranışıyla (hadiste belirtilen anlamıy­la) müslüman mıdır, değil midir? Bize göre, o da müslüman olamaz, çünkü Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah Teâlâ’ya ve peygamberine eza verenleri Allah Teâlâ dün­yada ve ahirette lanetlemiştir.’'94 Bir müslüman lanetlenmiş olamaz, hiç kuşkusuz. Şöyle denilebilir: ‘Hepsine eziyet edenler, lanetlenmiştir. Biz ise sadece Allah Teâlâ’ya eziyet edeni söyledik.’ Şöyle cevap veririz: ‘Kendi zannında sadece Allah Teâlâ’ya eziyet ettiğini düşünen kişi, hiç kuşkusuz, müslümanlara da eziyet etmiş demektir, çünkü Müslüman, Allah Teâlâ’nın şa­nına yaraşmayan bir sözü duyduğunda acı duyar. Böyle bir insan müslümanların Allah Teâlâ’nın şanına yaraşmayan sözlerinden dolayı eziyet görmesi bakımından cezalandırılabilir.’ Şöyle denilebilir: Müslümanlar bunu bilmediği sürece, bundan acı duymazlar. Buna şöyle karşılık veri­riz: Böyle bir davranış gıybete benzer. Bir insan gıybeti yapılan bir ki­şinin o sözden acı duyacağmı bilirse, gıybet ve dedikodusu nedeniyle cezalandırılır. Öyleyse bu kişi, Allah Teâlâ’ya eziyet etmekle de cezalandırılır. Bir müslümanın bilmeyişi durumu değiştirmez, tiz. Peygamber şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ’dan dahal çok eziyete sabırlı kimse yoktur.’ İşte Müslü­man, bu konumdaki kişidir ve kayıtsız anlamda mutludur. Böyle olan­ların sayısı pek azdır!

Velîlerden bir grup ise, erkek-kadın müminlerdir. Allah Teâlâ onları imanları nedeniyle dost edinmiştir, iman söz, davranış ve inanç de­mektir. Hakikati ise dil ve din bakımından inanmaktır. Bu ise, dil ba­kımından olmasa da, dil ve sözde gerçekleşir. Mümin, sözü ve davranı­şı söylediğiyle ilgili inancına uygun düşen kişidir. Bu nedenle Allah Teâlâ müminler hakkında ‘Onların nuru önlerinde ve sağlarındadır195 buyurur. Allah Teâlâ, daha önce yapmış oldukları ve Allah Teâlâ katında bulunan iyi amelle­ri kasteder. ‘Onlar Allah Teâlâ’nın mağfiret ve büyük ecir vaad ettiği kimseler­dir.19'’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bir hadisinde ‘Mümin mallan ve canları hakkm­da insanların kendinden emin olduğu kişidir’ buyurur. Başka bir hadis­te ise ‘Mümin komşusunun sıkıntısından emin olduğu kimsedir’ der. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem mümin ya da müslümanı ayırmamış, ‘insanlar’ ve sınır­lama olmaksızın ‘komşu’ demiştir. Halbuki müslümandan söz ederken, müslümanların güvende olmalarını söylemiş, birini genel diğerini özel zikretmekle mümini ayırt etmiştir. Buradan, imanın özel bir nitelik sa­hibi olduğunu anladık. Bu özel nitelik, iman ve bilgiyi ayırt edebilme­miz için, delil olmaksızın doğrulamaktır.

Bilmelisin ki, Allah Teâlâ ehline göre, bu yoldaki kullanımında müminin iki belirtisi vardır. Bir insanda o iki belirti bulunduğunda, müminler­den olur. Birincisi, kuşku taşımamak hususunda görünmeyenin görü­nen haline gelmesidir. İmanla ilgili bir konuyu müşahede edende orta­ya çıkan izler ona iman eden kimsede de aynıyla ortaya çıkar. Böyle bir insanın gaybe iman ettiği bilinir. İkincisi ise kendisinden bütün âleme bir emniyet ve güvenin yayılmasıdır. Böylece insanlar, malları, canları, aileleri hakkmda ondan kesin olarak güven içindedirler. Bu güvene bu şahıstan kaynaklanan kendileri hakkındaki bir itham zarar vermediği gibi nefsler de onun güveninden zarar görmez. Böyle bir insan hak­kmda ‘mümin’ diye tanıklık yapılabilir. Kul bu iki niteliği kendinde bu­lamadığında, kendisini müminler araşma katmamalıdır. Öyleyse iman, ancak belirttiğimiz anlamda olabilir.

Velîlerden bir grup Allah Teâlâ’ya istekle itaat eden (kânit) erkekler ve kadınlardır. Allah Teâlâ onları itaatkârlıklarıyla dost edinmiştir. Bu, emredi­len ve yasaklanan her konuda Allah Teâlâ’ya itaattir. Böyle bir şey ise, şeriader indikten sonra gerçekleşebilir. Şeriaderin inişinden önce meydana ge­len, itaat ya da ibadet diye isimlendirilemez. Böyle bir şey iyilik, güzel ahlâk ve yapılması güzel şey diye isimlendirilir. Allah Teâlâ ‘Allah Teâlâ için dua ediniz’, başka bir ifadeyle ‘O’na itaatkâr olunuz197 demiş ve kendisi­ne itaat edilmesini emretmiştir. Başka bir ayette ise ‘İtaat eden erkek ve kadınlar198 buyurur. Başka bir ayette ise ‘Yeryüzüne sâlih kullar varis olur1W buyurur. Sâlih insanın yeryüzünden tevarüs ettiği şey (varisçiliği), gökle birlikte kendisine ‘gelin’ denildiğinde, gökle birlikte gönüllü­ce gelmesidir. Allah Teâlâ göğe ve yere ‘isteyerek ya da zorla gelin’ de­diğinde ‘her ikisi de isteyerek geldik200 demiştir. Kullar Allah Teâlâ’ya itaat hu­susunda yeryüzünün varisi olmuştur ve ‘kunut’ (gönüllü itaat anlamın­da) denilen şey de budur. Çünkü Allah Teâlâ’ya secde edenler iki kısma ayrı­lır: Bir kısmı gönüllü secde ederken bir kısmı zorla secde eder. Ayette geçen ‘kunut (itaat)’ sahipleri, gönüllü secde edenlerdir. Onların Allah Teâlâ’ya itaat ve kunutlarını (gönüllü itaat) tahsisleri, Hakk’ın onlar için aynı konumda ve dengede olmasından kaynaklanır: Allah Teâlâ şöyle buyu­rur: ‘Beni zikredin, ben de sizi zikredeyim.’ Kutsi hadiste ise ‘Bana bir karış gelene, bir arşın yaklaşırım’ buyurur. Kul Hakk ile olduğu sürece Allah Teâlâ da kuluyla beraberdir.

Bir gün el-Hac Müdevver Yusuf el-Esticî denilen sâlih bir kulla bir dilenciye denk geldik. Yanımdaki arkadaşım, kendisini bütünüyle Allah Teâlâ’ya vermiş ve basireti nurlanmış ümmî insanlardandı. Dilenci şöyle diyordu: ‘Bana Allah Teâlâ rızası için bir şey verecek var mı?’ Bir adam ya­nındaki para kesesini açmış, küçük bir parça dirhem aramış, en sonun­da bulmuş ve dilenciye uzatmış. Sâlih adam ise, ona bakıyordu. Ardın­dan bana döndü ve şöyle dedi: ‘Ey falan! Bu dirhemi veren adamın ne­yi aradığını biliyor musun?’ ‘Hayır’ dedim. ‘Allah Teâlâ katındaki değerini arıyor’ dedi. ‘Çünkü Allah Teâlâ’nın rızası için dilenciye bir şey veriyor. Dilen­ciye verdiği kadar Allah Teâlâ’nınj katında değeri vardır.’

Fakat bize göre istekle Allah Teâlâ’ya itaat eden kişi (kânit, kunût), Allah Teâlâ’nın kulu olması yönünden ibadet etmelidir. Yoksa Allah Teâlâ’nın itaat edenlere vaad ettiği sevap ve ecri elde etmek için itaat etmemelidir. Böyle biri için gerçekleşen ecir ise, onun istelde itaat etmesini sağlayan hal bakımından değil, talep ettiği amel bakımından gelir. Allah Teâlâ Peygamberin eşlerinden secde edenler hakkında şöyle buyurur: ‘Onlar­dan kim istekle Allah Teâlâ’ya itJat eder ve iyilik yaparsa, ödüllerini veririz’10' Ödül, kadınların yapmış olduğu sâlih amele aittir ve bu ödül Allah Teâlâ’nın haklarında söylemiş olduğu ‘Ey Peygamberin hanımları! Kim siz­den açık bir kötülük yaparsa, onun azabı iki katıdır202 ayetinin karşılığın­da iki kattır. Bu, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin üstün konumu ve çirkin davranış yapmanın ağırlığından kaynaklanır. Bu nedenle ödülleri de katmerleşmiştir. Bu ödül, onların Çaptığı sâlih amel ve peygamberin konumun­dan kaynaklanır. Öyleyse kunût (istekle itaat), ödülden soyudanmıştır, çünkü o, ödülden daha büyüktür. Kunut, yükümlülüğe bağlı değildir, sadece hakikat onu talep eder ve o dünya ve ahirette kula eşlik eden bir haldir. Bu nedenle, dünya ve ahirette Allah Teâlâ ‘Göklerde ve yerdeki herkes

Rahmarı’a kul olarak gelir203 buyurur. Kastedilen, kıyamet günüdür. Öyleyse yükümlülük âleminde kunut kullukla beraberdir, ödülle bera­ber değildir. İşte istenilen kunut budur Hakk kendisine itaat ederken kulunu bu itaate neyin sevk ettiğine bakar. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘Allah Teâlâ için ibadet yapınız204 diye emretmiştir. Burada itaatin sebebi olarak ecri dile getirmediği gibi kunutu da ancak kendisinden dolayı yapmayı emret­miştir, başka bir nedenden dolayı değil. İşte Allah Teâlâ’ya istekle itaat eden erkek ve kadınlar (kânit ve kânite) bunlardır.

Velîlerden bir grup ise, doğru sözlü ve doğru halli erkek (sâdikûn) ve kadınlardır (sâdikât). Allah Teâlâ, onların hepsinden razı olsun! Onları söz ve hallerindeki doğruluk nedeniyle dost edinmiştir. Allah Teâlâ ‘Allah Teâlâ’ya verdikleri sözde doğru olanlar205 demiştir. Bu, hallerin doğruluğundan kaynaklanır. Sözdeki doğruluk ise, malum olduğu üzere, verilen habe­rin doğru olmasıdır. Halin doğruluğu, başlangıçta yerine getirilen şey­dir ve vefanın zirvesidir. Çünkü bu davranış, nefse ağır gelir. Öyleyse hal ve vefada doğruluk, güçlü ve kuvvetli kimselerden, özellikle sözde böyle olanlardan meydana gelebilir. Çünkü bir insanın cfe’ harfiyle dile getirdiği bir sözü aktarırken ‘fe’nin yerine ‘vav* harfini koyduğunda, bu gruptan sayılmazsın. Bu makamın ne kadar güçlü ve sırh olduğuna dikkat ediniz!

Bir haberi anlam bakımından aktardığında, onu anlam bakımın­dan aktardığını söylemelisin. Bu durumda, dinleyenin nezdinde anlam­ca aktarman yönüyle doğru sözlü olurken aktardığını aktarman bakı­mından doğru sözlü diye isimlendirilemezsin. Çünkü aktarımda bu­lunduğun kişinin sözünü aktarmamışsındır. Yalancı diye de isimlendi­rilemezsin, çünkü dinleyene sadece anlamı aktardığını bildirdin. Böyle bir durumda dinleyene, rivayette bulunduğun kişinin anlayışını değil, kendi aktardığını bildirmiş olursun. Öyleyse peygamberden ya da sö­zün ait olduğun kimseden değil, kendi anlayışını aktarman yönüyle dinleyen nezdinde doğru sözlü sayılırsın.

Bu noktada doğru sözlülük güçtür ve insanların çok azı bunun hakkını verebilir. Bunun yegâne istisnası dinleyiciye sözü anlam bakı­mından aktardığını bildiren kişidir. Böyle bir insan yükümlülükten kurtulur. Haldeki doğruluk, daha kolaydır. Ne var ki o, nefslere çetin gelir, çünkü o, kendisine söz verdiği kimsede sözleşmesini yerine ge­tirmeyi gerektirir. Allah Teâlâ cezayı doğruluğa ve onu istemeye bitiştirmiş ve şöyle buyurmuştur: ‘Allah Teâlâ doğru sözlüleri doğrulukları nedeniyle ödül­lendirir.’206 Fakat bu, onlara doğrulukları sorulduktan sonradır. Doğru söyledikleri sabit olunca, Allah Teâlâ da kendilerini ödüllendirir. Ödülleri ise, kendilerine vaad ettiği şeydeki doğruluğudur. Başka bir ifadeyle doğru­luğun karşılığı, ilahi doğruluktur. Amel ve sözün doğruluğunun karşı­lığı, o amel ve sözün gereği olan karşılığına göre verilir. İşte karşılığın anlamı budur.

Doğruluğun sorulmasına gelirsek, doğruluk, onlara izâfe edilmesi bakımından sorulacaktır. Allah Teâlâ ‘onların doğruluklarından’ demiş, ‘doğ­ruluk’ dememiştir. Doğruluk sorulduğunda doğru sözlü insan ‘doğru sözlülüğü’ -kendisine değilRabbine izâfe eder ve bunda da dürüst olursa, itirazdan kurtulur. Doğruluğu Rabbine izâfe etmesindeki doğ­ruluğu, dünya hayatında doğru söylemesinin Allah Teâlâ’dan meydana gel­mesidir. Çünkü doğru sözlü, Allah Teâlâ’dır ve şu ayetin hükmü budur: ‘Allah Teâlâ’dan başka güç ve kudret sahibi yoktur.’ Kuvvet Allah Teâlâ’ya ait olduğun­da -ki kuvvet doğruluk demektir-, onun kula izâfesi, onda yaratılması ve bilfiil bulunması yönündendir. Hakk insana doğruluğunu sorup da dünyada sözünde ve fiilinde doğru ise, bu doğruluğun Allah Teâlâ sayesinde kendinden ortaya çıktığını söylediğinde, soruya verdiği cevapta da doğru söylemiş olur. Bu cevap orada Allah Teâlâ nezdinde kendisine yarar sağlar, doğru sözlülerle haşredilir ve doğruluğu kanıdanmış olur.

Bu husus, doğruluk makamının içerdiği en kapalı konulardan bi­ridir ve pek çok yanlışlık burada ortaya çıkmıştır. Şöyle ki: Mürit ya da ârif, içinde gerçekleşmiş bir anlamı ifade eden bir söz söyler. Bu ibare­nin gücünde ise, o anlama delalet etme gücü olduğu kadar o vakitte gerçekleşenlerden daha üstün başka anlamlara delalet etme gücü de vardır. Sonra aynı şahsa başka bir zaman lafzın genel anlamından kapa­lı bir anlam parıldar. Bu ise, daha önce dile getirdiği anlamdan daha güzel, ince ve üstündür. Bu sözü açıklaması istenildiğinde ise, ilk laf­zıyla değil, ikinci halde ortaya çıkan anlamına göre açıklar. Bu durum­da ise ilk ortaya koyuşu bakımından yalancı, sözün delaletinde doğru sözlü sayılır. Doğru sözlü şöyle der: ‘Bana bir anlam göründü, ben onu bu ibareyle ifade ettim ya da ona bu ibareyi giydirdim. Sonra bu ibarenin medlulüne baktığımda, kendisinden daha üstün bir anlam pa­rıldadı, ben de ikinci halde birinci sözü bıraktım.’ Ârif bundan başka bir şey söylemez. Bu hal, nefslerin gizli başkanlık duygusu ve dünyada yükseklik arzusundan kaynaklanır. Halbuki Allah Teâlâ ‘yeryüzünde yüksel­mek isteyenleri’ kınamıştır.

Ârif bu tehlikeden uzaklaşmak ve içinde bulunan bir anlamı (mânâ) dile getirmek isterken doğru sözlü olmak istiyorsa, dile getirir­ken lafzın içerdiği ve Allah Teâlâ’nın bilgisinde bulunan bütün anlamları ‘Allah Teâlâ’dan aktardığını’ aklında tutmalıdır. Lafzın içerdiği anlamlardan biri de, kendisi için gerçekleşen anlamdır. Bunu aklında tutup Allah Teâlâ’nın kendisine ihsan ettiği lafzın gösterdiği anlamlardan biri parıldadığında, onu açıklarken doğru sözlü olur, çünkü bu anlamı genel ve belirsiz bir şekilde açıklamak istemişti. Çünkü o Allah Teâlâ’nın bilgisinde bu sözün tam olarak neye delalet ettiğini bilemez. Böyle bir sözü, her defasında ak­lında tutmak, insanı etkisi altına alan gaflet ve yanılma nedeniyle de güçtür.

Öyleyse insan, kendisini öyle bir düşünceye alıştırmalıdır. Böyle bir düşünce, murakabe ve Hakk karşısındaki huzur halini sürdürmede yararlıdır. Yolumuzun mensuplarının büyük kısmı doğru sözlü insanla­rın dikkatini çektiğim bu hususların farkında değildir, çünkü onlar, bunun anlamını tam olarak incelememiştir. Bazen onun bir şüphe ol­duğunu zannederek, kendisinden kaçmışlardır, halbuki gerçek öyle de­ğildir. Bilakis o, Allah Teâlâ karşısında insanın edebinin ve saygısının zirvesi­dir. Çünkü bu durumda insan Allah Teâlâ’nın bilgisindeki şeyi, ifade etmekte­dir. İşte bu, kendisini kullanan kimse için, bu hastalığa yarar sağlayan ilaçlardandır. Allah Teâlâ bizi ve dinleyenleri onu ve benzerlerini kullanmada başarılı etsin!

Velîlerden bir grup, sabreden erkek ve kadınlardır. Allah Teâlâ, onları sabırları nedeniyle dost edinmiştir. Onlar, Allah Teâlâ karşısında herhangi bir zaman sınırlaması olmaksızın nefslerini tutmuş, Allah Teâlâ da bu davranışla­rının karşılığını zaman sınırlaması olmaksızın vermiştir. Allah Teâlâ ‘sabre­denlerin ödülleri hesapsız verilecektir7 buyurarak onlar adına bir vakit belirlememiştir. Çünkü onlar sabrederken bir vakit belirlememişti ve onların sabırları, sabrın gerektirdiği bütün mertebeleri içermiştir. O halde, onlar nefslerini emredilen şeyi yapmaya hapsettikleri gibi yapıl­ması yasaklanmış şeyi yapmamak için de hapsetmişlerdir. Onlar, bir vakit belirlemediği için, ücrette de bir vakit belirlenmemiştir. Onlar, bela ve sıkıntılar kendilerine ulaştığında, bu belayı kaldırmak için baş­kasının duası ya da şefaati ya da -bela düzelmesi tıbba bağlı bir hastalık olduğundatıp gibi bir yöntemle giderilmesinde Allah Teâlâ’dan başkasından yardım istemekten kendilerini geri tutmuşlardır.

Sıkıntıları kendilerinden kaldırması için Allah Teâlâ’ya şikâyette bulun­mak ise sabra zarar vermez. Dikkat ediniz! Eyüp Peygamber kendisine ulaşan belayı kaldırmasını Râbbinden istemişti: ‘Bana zarar temas etti, sen merhametlilerin en merhametlisisin!,20S Yani bana zarar ulaştı. Böylece Eyüp Rabbine şikâyette bulunarak, şöyle demişti: ‘Merhametlilerin en merhametlisisin!n09 Bu ifade, sebeplerin ortaya konuluşunu kabul etmek anlamına gelir ve belayı kaldırması hususunda Rabbine şikâyette bu­lunmaktadır. Rabbi de onun duasını kabul etmiş, içinde bulunduğu güçlüğü kaldırmış, ‘Biz onun duasını kabul ettik5210 ayetiyle de duasının belanın kaldırılmasıyla ilgili olduğunu ortaya koymuştur. Allah Teâlâ onun çektiği sıkıntıyı ortadan kaldırmış olsa bile, onun sabrını övmüş, bu konuda tanıklık etmiş ve şöyle buyurmuştur: ‘Biz onu sabreden olarak bulduk. O ne güzel kuldu. O bize çok yönelirdi:2" Yani kendisini sınadı­ğımız hususta, daima bize yönelirdi. Allah Teâlâ Eyüb’ü kulluğu nedeniyle de övmüştür. Zararın kaldırılışında ve belanın aşılmasında Allah Teâlâ’ya dua etmek bu yolda hedeflenmiş meşru sabırla çelişseydi, Allah Teâlâ Eyüb’ü ‘sabreden’ diye övmezdi. Halbuki Allah Teâlâ onu sabırla övmüştür.

Kulun kendisine ulaşan belayı kaldırmada Allah Teâlâ’ya dua etmemesi, bize göre, Allah Teâlâ karşısında bir saygısızlıktır, çünkü böyle bir davranışta insanın bulduğu sabır ve güç karşılığında ilahi kahra karşı koyma ko-

As*                                                                                                                                                                                                                                  A

kusu vardır. Arif şöyle der: ‘Ağlayayım diye beni acıktırdı.’ Arif sabır gücünü kendisinde bulsa bile, zayıflık kulluk ve saygı mertebesine ko­şar, çünkü bütün güç, Allah Teâlâ’ya aittir. Bu nedenle kendisine ulaşan bir belayı kaldırmasını Râbbinden ister ya da -belanın gerçekleşme imkânı varsakendisini ondan korumasını ister. Böyle bir davranış, kadere razı olmayla çelişmez. Çünkü bela, kaza değil, takdir edilen şeydir. Böyle bir insan kadere razı olurken kaderin gereği olan şeyin karşılığında Rabbine dua eder. Bu durumda ise, hem razı olan hem de sabreden olur. İşte bunlar, Allah Teâlâ’nın kendilerini övdüğü sabredenlerdir.

Velîlerden bir grup ise, huşu sahibi kadınlar ve erkeklerdir. Allah Teâlâ, onları kendilerini zelil eden kulluktan kaynaklanan huşu nedeniyle dost edinmiştir. Bu korkunun nedeni, dünya hayatında Rabliğin kalplerin­deki otoritesidir. Onlar Allah Teâlâ’nın o esnada kalplerinde yarattığı gizli bir uçtan Hakka bakarlar. Söz konusu uç, onu algılayabilecek herkesin al­gısından gizlidir. Hatta bu bakışlarını -kendileri de değilsadece Allah Teâlâ anlayabilir. Dünya hayatında bu durumdaki bir erkek ya da kadın, Allah Teâlâ’dan huşu eden kişidir. Bu nedenle huşu, bir açıdan kunût’a (istekle Allah Teâlâ’ya itaat) benzer. Şu var ki kunûtta şart olan ilahi emir iken, huşuda şart, zâttan kaynaklanan tecellidir. Her iki nitelik de kuldan kaynak­lanır. O halde, bunları ancak kulluğu ve kulluk duygusu hâlis olan kim­se yerine getirebilir.

Huşu’nun organlarda -ki hareketler onlarladırortaya çıkan bir ha­li varken kalplerde gizli bir hali de vardır. Böylece huşu dışta dinginlik meydana getirirken içte bir sebat meydana getirir. Kunût ise, dışta emirlerin gereği olan hareket ve durağanlığı ortaya çıkartır. Kunût sa­hibi bir de huşu sahibi olduğunda, emir hareket etmeyi gerektirdiğinde bile, zorunlu olarak durağanlıkta hareket eder. Böylece kunût içte ne­feslerden daha gizli bir takım değişmeler oluşturur. Bu değişmeler bâtın âleminde ortaya çıkan ilahi emirlere göre ardışıktır. Bâtında kunût halindeki huşu sahibi, kendilerini huşu sahibine görünen halin­den çıkartmayacak şekilde, kalbe gelen emirleri kabul edici olarak sabit halde durur. Huşu ve kunût, Allah Teâlâ’nın başarıya erdirdiği kullarındaki iki kardeş haldir.

Velîlerden bir grup da, sadaka veren kadınlar ve erkeklerdir. Allah Teâlâ kendilerinden razı olsun! Allah Teâlâ, varisleri yaptığı mallardan başkalarının muhtaç olduğu şeyleri cömertçe versinler diye, onları cömertliğiyle dost edinmiştir. Onlar kendisiyle zengin oldukları için, Allah Teâlâ yarattık­larını kendilerine muhtaç etti. Binaenaleyh güzel söz de sadakadır. On­lar çalışmak için değil, vermek için çalışan kimselerdir. Bu durum, on­larm bu konuda (Hakk tarafından) zorlandıklarına delildir. Onlar, bu cömertliğin kendilerine değil, Allah Teâlâ’ya ait olduğuna bakar ve sahip ol­dukları şeyler hususunda bir iddiada bulunmazlar. Dolayısıyla insanlara ya da hayvan veya beslenen bir şey gibi Allah Teâlâ’nın herhangi bir yarattığı şeye ulaştırdıkları nimeti başa kakmazlar. Onlar, sadece ellerindeki bir emaneti Hakk sahibine ulaştırmaktadırlar. Verdikleri nedeniyle de, baş­kalarına iyilik yaptıklarını düşünmezler. Bu hal ile övünmezler. Sadece bunu sürekli yapar ve onu düstur edinirler.

Bu nitelikte arifler iki kısımdır: Bir kısmı, verdiği şeyin kimin hak­kı olduğunu da görerek verir. Çünkü Allah Teâlâ yararlanılan şeyleri kendi için yaratmadı, yaratmış olduklarını yarattıkları için yarattı. Hakk edişin anlami budur. Diğer sınıf ise, nimeti Yaratan’ın seçiminde özgür oldu­ğunu müşahede eder. Onlar, bütün halkın sadece Allah Teâlâ’ya kulluk için yaratıldığını görür. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘Her şey O’nun övgüsünü tespih eder ve O’na secde eder212 buyurur. Sadaka eyleminde bazı yaratılmışlar -birincil amaçla değildolaylı olarak diğerlerine ulaştırılmaktadır. Bu­rada birinci ya da ikinci denilecek bir amaç da yoktur, fakat hakikatleri anlatan ibareler bu gibi ifadelere yol açmaktadır.

Allah Teâlâ’nın sadaka verenlerin içinden bir takım kulları vardır ki, Hakk onları bu iki tabaka arasmda yerleştirmiştir. Onlar, sadaka verirken sa­daka verilenin dış varlığının baki olması için, Hakk edişe bakarlar. Bu sa­yede o yaratılmış olan, yaratılışının sebebi olan Rabbine tespih ve öv­güsünü sürekli yapabilir. Fakat bu, bekası yeme ve içmeye bağlı kimse söz konusu olduğunda, onun yiyen ve içen olması bakımından değil­dir. Bu durum, haketmeyle meydana gelmez. Haketme, bekanın sebe­bidir ve onun vesileleri pek çoktur. Sonra bu ikisinden ortaya çıkan üçüncü tabaka, iki gözle birden bakar. Bu ise, zâtının gereği yönünden Hakka bakmaktır. Böylece onlarda seçim kalkar. Onlar, ilahi mazharların tespih eden olduklarını görür. Dolayısıyla Allah Teâlâ’yı ancak kendi tes­pih eder ve O’nu ancak kendisi över. Bu övgü, övgü kazanmak için yoksunluktan kaynaklanan bir övgü değil, kendisinden kaynaklanan bir övgüdür. Bunlar, diğerlerine göre, sadaka verenler ismine daha layıktır. Çünkü onlar, dış varlıklarını kabul etmiş, hükmünü reddetmişlerdir. Hidayete ulaştıran Allah Teâlâ’dır!

Velîlerden bir grup ise, oruç tutan erkek ve kadınlardır. Allah Teâlâ, on­ları ‘kendilerini tutma’ özelliğiyle dost edinmiştir. Bu davranış, onlar için Allah Teâlâ katında yükseklik sağlar. Onlar, Hakkın uzak tutmalarını emrettiği her şeyden nefslerini ve organlarını uzak tutarlar. Bu tutma emrinin bir kısmı vâcip, bir kısmı menduptur. Allah Teâlâ, bu grup hakkında ‘Sonra orucu geceye tamamlayın5213 buyurur. Bu ifade, şehadet âleminde oruç tutmanın vaktinin belirlenmesine dikkat çeker ki, bu va­kit gündüzdür. Gece, gayb için verilmiş gerçek bir örnektir. Gayb âle­mine eşlik etme derecesine ulaştıklarında -ki gece diye ifade edilir-, ar­tık kendini tutma ortadan kalkar. Çünkü nefsi ve organları tutma ya­saklanmış şeylerde olabilir. Bu ise şehadet âlemindedir. Gayb âlemi ise, yasaksız emirdir ve bu nedenle ‘emir âlemi’ diye isimlendirilmiştir. Gayb âlemi, soyut akıl demektir ve gayb âleminde şehvet yoktur. Do­layısıyla gayb âleminde yükümlülük adına bir yasak yoktur. Öyleyse bu insanlar, yüce kitabında Allah Teâlâ’nın kendini övdüğü gibidir. ‘Onlar kendi­lerine emrettiği işlerde Allah Teâlâ’ya asi olmaz ve kendilerine emredileni yapar­lar.’214 Allah Teâlâ, herhangi bir konuda onlar adına bir yasaktan söz etme­miştir. Çünkü onlarm hakikatleri, bunu gerektirmez.

İnsan ‘oruç’ tutarak beşeriliğinden aklına yükseldiğinde, hiç kuşku­suz, gündüzü kemâle erer, yasaktan ayrıldığı için de ‘tutma’ ondan ay­rılır, aklıyla emir âlemine katılır. Bu durumdaki bir insan, kendisinde şehvetin bulunmadığı ‘sırf akıl’dır. Bakınız! Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem onun hak­kında şöyle buyurur: ‘Gece buradan geldiğinde, gündüz şuradan dön­düğünde ve güneş battığında, oruçlu iftar etmiştir.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘güneş şehadet âleminden batıp akıl âlemine doğduğunda, oruçlu iftar eder’ demektedir. Başka bir ifadeyle, artık yasak kalmamış ve engel or­tadan kalkmıştır. Çünkü onun aklı, Hakkın geri durulmasını emrettiği şeyle beslenmemiştir. Beslenme, onun doğasının payıdır. Bunu bilme­lisin!

Durum, bu tarzda olup insan doğasının hükmünden Hakkın (yar­dımıyla) yükselir. Tecelli ise, düşüncesinin hükmünden onu yükseltir, çünkü fikir, unsurdan oluşan doğanın bir hükmüdür. Bu nedenle, me­lekler düşünmez, fakat unsur kaynaklı doğadan ve akıldan oluşan insan düşünür (fikr). Öyleyse akıl, nefsi bakımından tecelli sahibidir. Bu du­rumda insan, hayale eşlik eden doğal düşüncenin düşüklüğünden yük­selir. Hayal ise, duyudan ve duyulurdan (bilgisini) alır. Şair şöyle der:

Düşüncenin verdiği sıkıntıyı cesaretle at bir yana Gün yükselip (savm) ortaya çıktığında

Yani gün yükseldiğinde demektir. Bu (kendini) ‘tutma’ halinde yükselmeyen kimse, bizim sözünü ettiğimiz istenilen ‘oruçlu’ değildir. Allah Teâlâ’yı bilenlerin ve ehli olanların orucu böyledir.

Yetmiş sekizinci kısım sona erdi, onu ‘Velîlerden bir grup ise Allah Teâlâ’nın sınırlarını koruyanlardır’ (bahsiyle başlayan) yetmiş dokuzuncu kısım takip edecektir.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar