[FÜTÛHÂT-I MEKKİYYE'NİN] YETMİŞ YEDİNCİ KISMI
Rahman ve
Rahim Olan Allah Teâlâ’nın Adıyla
YETMİŞ
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM'ÜN DEVAMI
VASIL
Sayıyla Sınırlanmayan Allah Teâlâ
Adamları ve Onlara Ait Sır ve
İlimler
(Melâmîler Allah Teâlâ yolunun mensuplarının efendileridir)
Bu adamlardan bir grubu,
Melâmîlerdir. Bazen Melâmetîyye diye de söylenir, fakat bu zayıf bir okuyuştur.
Onlar, Allah Teâlâ yolunun mensuplarının efendileri ve imamlarıdır. Âlemin
efendisi -ki Allah Teâlâ’nın Peygamberi Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve
sellem’dironların içindedir ve onlardan biridir. Onlar, işleri yerli yerine
koyan ve sağlamlaştıran hikmet sahipleridir. Onlar, sebepleri yerli yerinde
bırakır, aşılmaları gereken yerde ise onları aşarlar. Onlar, Allah Teâlâ’nın
yaratıklarındaki düzenini kendi anlayışlarına göre ihlal etmezler. Dünya
hayatının gerektirdiği şeyi dünya hayatına bırakırlar, ahiret hayatının gerektirdiğini
de ahiret hayatına bırakırlar. Onlar, Allah Teâlâ’nın kendilerine baktığı gözle
eşyaya bakarlar, hakikatleri karıştırmazlar. Çünkü Allah Teâlâ’nın koymuş
olduğu yerden bir sebebi kaldıran kişi, hiç kuşkusuz, onu koyana saygısızlık
yapmış, onun değerini bilememiş demektir. Sebebe dayanan ise, hiç kuşkusuz
(sebebi koyana) ortak koşmuş, ilhada düşmüş, doğa âlemine bel bağlamış
demektir.
Melâmîler sebepleri kabul eder, fakat
onlara bel bağlamazlar. Onların dürüst talebeleri, adamlık tavırlarında farklı
derecelerde bulunur. Başkalarının talebeleri ise, nefs kaynaklı duygularda
farklı mertebelerdedir. Melâmîlerin değeri bilinmez, onları sadece kendilerini
gizleyen ve bu makamı kendilerine tahsis eden Efendileri bilebilir. Onları
sınırlayan bir sayı yoktur, sayıları artar ve eksilir
Sayısı belli olmayan adamlardan bir
grup ise Fakirlerdir (fukara). Onları da belirleyen bir sayı yoktur, sayıları
artar ve eksilir. Allah Teâlâ haklarında bir tanıklık yaparak, bütün
varlıkları onurlandırmak üzere, şöyle buyurmuştur: ‘Ey insanlar!
Siz Allah Teâlâ’ya muhtaçsınız!’136 Fakirler,
‘Allah Teâlâ’nın isimlendirmesi bakımından her şeye muhtaç kimselerdir. Çünkü
hakikat, Allah Teâlâ’dan başkasına muhtaç olunmaya imkân vermez. Allah Teâlâ,
bütün insanların Allah Teâlâ’ya muhtaç olduğunu bildirmiştir. Fakirlik ise,
onlardan meydana gelir. Buradan, Hakkın muhtaç olunan her şeyin suretinde
ortaya çıktığını anladık. Bu ayetin gösterdiğine göre, hiçbir şey Allah
Teâlâ’ya muhtaç olan yoksullara muhtaç değildir. Onlar ise, her şeye muhtaçtır.
insanlar eşya vasıtasıyla Allah
Teâlâ’dan perdelenmişlerdir. Bu efendiler ise, eşyaya Hakkın mazharları olarak
bakarlar. Allah Teâlâ, bu mazharlarda, hatta onların varlıklarında kullarına
tecelli etmiştir. Öyleyse insan duyma gücüne, görme gücüne ve zâhirde ve
bâtında bütün organ ve idrak araçlarına muhtaçtır. Hakk güvenilir bir (kutsî)
hadiste ‘Allah Teâlâ kulun duyması, görmesi ve elidir’ buyurmuştur. Muhtaç,
kulağına ve gözüne muhtaç iken, gerçekte Allah Teâlâ’ya muhtaçtır. Öyleyse kulun
duyması ve görmesi, Hakkın bir tecelligâhıdır. Bütün eşya da bu konumdadır.
Binanaleyh Hakkın varlıklarda sirayeti, son derece latif olduğu gibi eşyanın
birbirine sirayeti de böyledir. Bu durum (işârî yorumuyla) ‘Onlara
ayetlerimizi ufuklarda ve nefslerinde
göstereceğiz’137 ayetinde
belirtilir. Burada ayetler, Hakka ait mazharlar olduklarını gösteren
kanıdardır. Allah Teâlâ’ya muhtaç olanların hali budur. Yoksa sûfilerin yolu
hakkında bilgisizlerin zannettiği gibi değildir!
Fakir, her şeye ve kendine muhtaç
olduğu halde hiçbir şeyin muhtaç olmadığı kimsedir. Hallerin en üstünü budur.
Ebu Yezid şöyle der: ‘Rabbim! Sana neyle yaklaşabilirim?’ Hakk cevap verir:
‘Bana ait olmayan şeyle: yoksulluk ve horluk.’ Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Ben
cinleri ve insanları bana ibadet etsinler diye yarattım.’138 Yani,
benim için zelil olsunlar diye yarattım. Benim için zelil olmazlarsa, eşyada
beni bilemezler. Bu nedenle, kendisinde zuhur ettiğim şeyler için değil, benim
için zelil olmalıdırlar. Onlarm varlıkları, benim mazharım olmaları dolayısıyla,
ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla onların varlıkları da, benim. Onlar,
varlıklarında kendi varlıklarından başkasmı görmezler. Allah Teâlâ mürşiddir,
iç gözleri aydınlatandır.
Bu adamlardan bir grup ise
sûfilerdir. Onları da belirleyen bir sayı yoktur, aksine sayıları artar ve
eksilir. Onlar, güzel ahlâk sahipleridir. Şöyle denilir: ‘Senden daha ahlâklı
olan kimse, tasavvufta senden öne geçmiştir.’ Onların makamları, tek bir kalp
üzerinde toplanmıştır. Onlar, (Arapça’da sahiplik anlamı taşıyan şu üç
kelimedeki) üç ‘yâ’yı ortadan kaldırmışlardır. Bu nedenle; ‘lî’ (benim için),
‘indî’ (bende) ‘metaî’ (benim malım) demezler. Başka bir ifadeyle onlar,
kendilerine hiçbir şey izâfe etmezler. Yani, Allah Teâlâ’nın yaratıklarına karşı
hiçbir mülke sahip değillerdir. Onlar, sahip oldukları şeyler hakkmda Allah Teâlâ’nın
dışındaki her şey ile eşittir. Bununla beraber insanların sahip olduğu şeyleri
kabul ederler. Bu makamda onlardan bir şey talep etmezler.
Bu tabaka, kendi iradeleriyle
alışkanlıkların ellerinde gerçekleştiği kimselerdir. Bunun amacı, zorunlu
yerlerde dini ve dinin doğruluğunu tasdik etmek niyetiyle kanıt getirmektir.
Bir filozofla tartışırken bu gruptan böyle birisini görmüştük. Onlardan
bazıları ise, tıpkı alışılagelmiş diğer şeyler gibi, bu işi alışkanlık haline
geldiği için yapar. Alışkanlıkları aşmak, bunlar adına alışkanlığı aşmak
değildir, bu, sadece sıradan insanlarda alışkanlığı aşmaktır. Bu insanlar,
bizim ve tüm canlıların yeryüzünde yürüdüğü gibi, su üzerinde ve havada yürür.
Onlar, bunu yaparken genellikle bir niyete ve huzura muhtaç değildir. Melâmîler
ile fakirler ise, böyle değildir, onlar, niyet ve huzur olmaksızın yürüyemez,
adım atmaz ve oturmaz. Çünkü onlar Allah Teâlâ’nın kullarını nereden cezalandıracağını
bilemez. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bir duasında şöyle derdi: ‘Beni
altımdan saptırmasından Allah Teâlâ’ya sığınırım.’ Bu insanlar güvende
olmalarını gerektiren davranışlar yapsalar bile -ki bunlar Allah Teâlâ’ya itaat
ve O’nun karşısında huzur sahibi olmak gibi Peygamberlerin davranışlarıdırAllah
Teâlâ’nın kullarının genelini bir şeyle cezalandırmasından emin olamazlar. Bu
durumda ise, iyi ile kötü bu cezaya ortak olur, çünkü dünya sınanma yeridir.
Ahirette ise, herkes niyetine ve makamına göre diriltilir. Allah Teâlâ
ümmetlerin; peygamberlerini, resullerini ve adil insanları öldürdüklerini ve Allah
Teâlâ’nın bu insanları dünya belasından korumadığını bildirmiştir.
Sûfiler, üstün ahlâkları elde etmiş
kimselerdir. Sonra onlar şunu anlamışlardır: Dünya hayatı, bir tek insanın
kendi ahlâkıyla Allah Teâlâ’nın bütün kullarını Mutlu etmesine imkân vermez.
Bir insan memnun edildiğinde bir başkası kızabilir. Bu durumda bütün insanlara
karşı güzel ahlâkı gerçekleştirmenin imkânsız olduğunu görünce kendisine karşı
güzel ahlâk sahibi olmaya daha layık kimseyi dikkate almışlardır ve güzel
ahlâkın öfkelendirdiği kimseyi önemsememişlerdir. Bu arayışta ise, Allah Teâlâ’yı
ve O’nun sevgilileri olan melekleri, temiz insanları bulmuşlardır. Temiz
insanlar, peygamberler, nebiler ve insan ile cinlerden velîlerin büyükleridir.
Bunun üzerine, onlara karşı güzel ahlâk sahibi olmayı düstur edinmişler,
ardından güzel ahlâkı genel olarak insan ve cinlerin kötülerinin dışındaki
bütün hayvan ve bitkilere yaymışlardır. Bununla birlikte, insan ve cinlerin
kötülerine de güzel ahlâkı uygulama imkânı bulmuş ve buna gayret
göstermişlerdir. Söz konusu olan, yerine getirmelerine izin verilen güzel
ahlâktır ve gerçekte bu davranış da Allah Teâlâ karşısında güzel ahlâk sayılır.
Fakat hâkim olduklarında ya da gerekli bir durumda tanıklığı yerine getirmede
ceza söz konusu olduğunda, gerekeni yapmışlardır. Bunu bilmelisin!
Onlardan birisi de, âbidlerdir.
Bunlar, özel olarak farz ibadetlerle ilgilenenlerdir. Allah Teâlâ, bu
insanlardan söz ederken ‘Onlar bize özel olarak ibadet eden
insanlardır’139 buyurur. Onlar, farzlardan başka bir şey yerine
getirmez. Bir kısmı dağlara, vadilere, sahillere ve mağaralara çekilmişlerdir
ki ‘seyahat edenler’ diye isimlendirilirler. Bir kısmı ise, evinde kalmış ve
cemaat namazıyla kendisini sınırlamış, sadece kendisiyle ilgilenmiştir. Bir
kısmı, sebepleri benimser, bir kısmı sebepleri terkeder. Bunlar, zahir ve
bâtının sâlihleridir. Onlar kinden, hasetten, hırstan ve kötü kovuculuktan
korunmuşlardır. Bütün bu nitelikleri ise, övülen yönlere yönlendirmişledir.
Onlarda ilahi bilgilerden, sırlardan ya da melekûtu mütalaa etmekten ya da
okunduğunda Allah Teâlâ’nın ayetlerini Allah Teâlâ’dan anlamaktan bir korku
bulunmaz. Onlar, sadece sevabı görürler. Kıyamet ve korkuları, cennet ve
cehennem onlara görünür. Onların gözyaşları secde yerlerine akar: ‘Onların
yanları yataklardan uzaklaşır, korkarak ve arzulayarak Allah Teâlâ’ya dua
ederler.’140
‘Cahiller kendilerine sataştıklarında selam derler.’14' ‘Boş bir
şeye denk geldiklerinde selamla geçerler:’141
‘Rablerine secde ederek ve ayakta durarak gecelerler.’143 Ahiret korkusu, onları uykudan alıkoyar. Kurtuluş yarışında
öne geçmek için, oruçla bâtınlarını gizlerler. ‘İnfak
ettiklerinde, israf etmezler, cimri davranmazlar, bu ikisinin arasında bir yol
tutarlar.’144 Onlar, herhangi bir konuda ve herhangi bir amelde günah ve
bâtılla ilgilenmezler. Ne bir günah ne de anlamsız bir işte çalışırlar. Onlar,
Hakka karşı hürmet ve saygıyla davranır.
Onlardan birisini duymuştum.
Vecde’nin valisi Ebu Abdullah etTanci’dir. Sızlanırken Ömer b. Abdulaziz’in şu
şiirini okurdu:
Ta ne
zamana kadar pişman olmayacaksın
Ne zamana kadar, ne zamana kadar!
Adın
yaşlı olduktan sonra mı?
Ve genç
adını yitirmiş bir halde
Bir
nasihat nedeniyle pişman olmazsan
Tane
zamana kadar, ne zamana!
Onlardan birisi de Abbasoğullarından
bir halifeydi. Halife olmamak için Irak’tan kaçmış, Endülüs’ün şehirlerinden
biri olan Kurtuba’ya yerleşmiş ve orada ölmüş, ‘Abbas Kapısı’nda defnedilmişti.
Kendisine Ebu Vehb el-Fâdıl denilirdi. Onun faziletlerini, şeyhimiz Ebu’l-Kasım
Half b. Bişkuval derlemiştir. Kitabında, onun genellikle kendisi hakkında şu
şiiri okuduğunu aktarır:
Menzil ve
türbelerden uzak durdum
Perdem
kimseye zor gelmedi
Benim
evim fezadır, evimin çatısı
Allah
Teâlâ’nın semasıya da bulutların parçaları
Evime
girmek istersen
Kapısı
olmaksızın selam vererek girersin
Çünkü ben
kapıya kilit bulamadım '
Gökten yere kadar uzayacak.
Yere bir ağaç dikmedim ki
Elbisemi ona asayım.
Kölelerimin isyan etmesinden
korkmadım Hayvanlarım boğulur diye endişeye kapılmadım
Bir gün bir kahramanı hesaba
çekmedim ki Hesaba çekilmekten korkayım
Tam bir rahat ve kusursuz
hayattayım Her daim, zamanın düsturu oldu düsturum.
Amcamız Ebu Müslim el-Havlani onların
büyüklerindendi. Geceleyin kalkar, uykusu geldiğinde yanında bulunan bir
sopayla vurduğu ayaklarına şöyle derdi: ‘Bineğimden daha çok sizi dövmek lazım!
Muhammed’in ashabı, Muhammed sayesinde bizi geçtiklerini mi zanneder? Vallahikendilerinden
sonra da adamlar geldiğini öğrenmeleri için onlarla yarışacağım.’ Onlardan
büyük bir grupla karşılaştık ve kitaplarımızda zikrettik. Onların hallerinden
kitaplara sığmayacak şeyler gördük.
Onlardan birisi de zâhidlerdir.
Bunlar, kendi istek ve iradeleriyle dünyayı terk edenlerdir. Arkadaşlarımız şu
konuda görüş ayrılığına düşmüştür: Dünyalık hiçbir şeyi olmayan bir adam, malı
arayıp bulacak bir durumdayken bunu yapmaz ve mal peşinden gitmezse, zâhid
midir, değil midir? Bazı arkadaşlarımız böyle birinin zâhidlerden sayılabileceğini,
bazıları ise, zâhidliğin elde bulunanda olabileceğini söylemiştir. Bunlara
göre, öyle bir insan bir şey elde etseydi, ondan yüz çevirmeyebilirdi.
Zâhidlerin önderlerinden birisi,
İbrahim b. Ethem’dir, öyküsü meşhurdur. Bir amcam da zâhidlerdendi. Amcam
Tilimsan şehrinin yöneticisiydi, adı Yahya b. Yuğan idi. Devrinde fakih, âbid
ve zâhid Tunuslu Ebu Abdullah b. et-Tunûsî adında bir adam vardı. Ubbad denilen
Tilimsan’ın dışında bulunurdu. İbadet etliği bir mescide çekilmişti ve kabri
de orada ziyaret edilen meşhur bir yerdi. Bu sâlih adam, iki şehir arasındaki
Tilimsan’da yürürken -ki bu şehirler Ekadir ve orta şehirlerdiramcamız, şehrin
yöneticisi, Yahya b. Yuğan onunla karşılaşmış. ‘Bu adam Ebu Abdullah
et-Tunûsî’dir, devrinin âbididir’ denilmiş. Amcam atının gemini tutarak, şeyhe
selam vermiş, şeyh de onun selamını almış. Üzerinde değerli bir elbise bulunan
vali şeyhe dönerek, ‘Ey Şeyh! Giymiş olduğum bu elbiseyle namaz kılmak caiz
midir?’ diye sormuş. Şeyh gülmüş. Amcam ‘niçin gülüyorsun?’ diye sorunca, şöyle
cevap vermiş: ‘Aklının zayıflığına, kendini ve durumunu bilmeyişine gülüyorum’
demiş ve eklemiş: ‘Bence sen, leşin kanında düşüp kalkan, onu ve pisliğini
yiyen, küçük abdesti geldiğinde ise, üzerine değmesin diye ayağmı kaldıran bir
köpeğe benziyorsun. Sen haramla dolu bir kapsın, kulların hakları boynundayken
gelmiş, bana giydiğin elbiseyi soruyorsun!’
Râvi şöyle der: Bu cevap üzerine vali
ağlamış, bineğinden inmiş, yöneticiliği bırakmış, şeyhin hizmetine girmişti. Şeyh
ise, onu üç gün hizmetinde tutmuş, sonra bir ip getirerek şöyle demiştir:
‘Hükümdarım! Konukluk bitti, sıra geldi odun toplamaya!’ Amcam başının üzerinde
odun taşır, onlarla çarşıya girer, insanlar ona bakar ve ağlarlardı. Sonra,
odunları satar, yiyeceğini satın alır, kalanını sadaka olarak dağıtırdı.
Ölünceye kadar şehrinde böyle yaşamıştı. Ölünce, şeyhin türbesinin yakınına
defnedilmiştir. Kabri şimdi orada ziyaret edilir. İnsanlar şeyhe ziyarete gelip
dua istediklerinde, şöyle derdi: ‘Duayı Yahya b. Yuğan’dan isteyiniz, çünkü o
hükümdardı, zâhid oldu. Ben onun gibi hükümdarlıkla sınansaydım, belki de zâhid
olamazdım.’
Bir hükümdar zâhidliği seçerek Allah
Teâlâ’ya yöneldiğinde şöyle demişti:
İşte gördüğün bu haldeyim
Düşünürsen, hal bakımından
insanların en iyisi:
Evim her neresini istersem orası Tertemiz sulardan içerim
Ne babam var ne oğlum
Ne kimse beni görür ne
kimseyi görürüm
Yardımcım sağ elimdir
Yorulduğumda sol elim de yardımcımdır
Her şeyden haz aldım
Onları düşünseydim hayal
olurdu.
İşte bu zâhidler, Hakkı âleme ve
kendilerine yeğleyenlerdir. Hoşnuduk ve tercihin bulunduğu Allah Teâlâ’ya ait
her işi yerine getirirler ve O’na yönelirler. Hakk bir şeyden yüz çevirmiş ise,
ondan yüz çevirirler ve çoğu arzulayarak azı bırakırlar. Zâhidler, zühdde bu
makamın dışına çıkmaz. Çıkarlarsa, zâhidlik değil, başka bir makam nedeniyle
çıkarlar. Sûfilerin ıstılahında ‘zühd’ kelimesi, dünya ve ahirette Allah
Teâlâ’dan başka her şeyi bırakmaya denilmiştir. Örneğin, zühdün ne olduğu sorulduğunda
Ebu Yezid’in verdiği cevabı zikredebiliriz: Ebu Yezid şöyle demiştir: ‘Zühd,
güç yapılabilir bir şey değildir. Ben üç gün zâhid oldum: Birinci gün
dünyadan, ikinci gün ahiretten, üçüncü gün ise Allah Teâlâ’nın dışındaki her
şeyden yüz çevirdim. Bunun üzerine bana ‘ne istiyorsun?’ diye nidâ edildi. Ben
de ‘istememeyi istiyorum’ dedim. ‘Çünkü ben istenilen sen ise isteyensin.’
Binaenaleyh Ebu Yezid, Allah Teâlâ’dan başka her şeyi bırakmayı zühd saymışür.
Onlardan birisi de ‘su adamları’dır.
Onlar, su ve nehir kenarlarında Allah Teâlâ’ya ibadet eden ve herkesin
kendilerini tanımadığı kimselerdir. Ebu’l-Bedr et-Temaşukî el-Bağdadi -ki
güvenilir, doğru sözlü, neyi aktardığını bilen, hafızası sağlam
birisiyditasavvuf yolunda vaktin imamı Şeyh Ebu’s-Suûd b. eş-Şiblî’den şöyle
aktarmıştı: ‘Bağdat'ta Dicle kenarındaydım. İçimden acaba su içinde Allah
Teâlâ’ya ibadet eden kulları var mıdır? diye geçirdim.’ Şöyle devam etti: cBu
düşünceyi aklımdan geçirirken, bir anda nehir yarıldı, içinden bir adam çıktı
ve bana selam vererek şöyle dedi: ‘Evet, ey Ebu’s-Suud! Allah Teâlâ’ya su
içinde ibadet eden adamları vardır ve ben de onlardanım. Tikritliyim, oradan
çıktım, çünkü şu kadar süre sonra orada şöyle şöyle olaylar olacaktır.’ Adam
orada gerçekleşecek bir olayı zikretmiş, sonra tekrar suda kaybolmuştu. On beş
gün geçtikten sonra adamın Ebu’s-Suud’a söylediği şey, söylediği tarzda
gerçekleşmiş, o da bana gerçekleşen şeyi bildirmiştir.’
Allah Teâlâ adamlarından birisi de,
Tekler’dir (Efrâd). Onları sınırlayan bir sayı yoktur ye şeriat diliyle
‘yakınlar’ denilen kimselerdir. Muhammed b. Evanî -ki İbn Kâid diye
bilinirdionlardandı. İbn Kâid, Bağdat’ın köylerinden Vane’den idi ve
Abdulkâdir el-Cîlî’nin arkadaşlarındandı. İbn Kâid hakkında Abdulkâdir
‘mertebenin kavgacısı’ derdi. Bu yolun hâkimi ve Allah Teâlâ adamları hakkında
sözüne başvurulan Abdulkâdir’in lehinde tanıklık yaptığı biriydi. Şöyle
demiştir: ‘Muhammed b. Kâid el-Evanî Teklerdendir.’ Onlar, Kutub’un dairesinin
dışındaki kimselerdendir ki, Hızır da onlardandır. Meleklerden onlara
benzeyenler, Allah Teâlâ’nın heybetinden kendilerinden geçmiş ruhlardır. Onlar,
‘Kerrubiyyûn’ melekleridir ve Hakkın mertebesinde ibadete çekilmişlerdir:
Haktan başkasını tanımadıkları gibi tanıdıklarından başkasını da görmezler.
Onlarm kendi nefsleri hakkında da bir bilgileri yoktur. Onlar, gerçekte
kendilerinden başkasmı tanımadıkları gibi kendilerinden başkasıyla da
durmamışlardır. Allah Teâlâ’nın dışındaki her şey, bu konumdadır.
Onlarm yerleri, sıddîkhk ve şeriat
getiren Peygamberlik arasındadır. Bu makam, tasavvuf yolunun mensuplarmm büyük
kısmının bilemediği yüce bir makamdır. Örnek olarak Ebu Hamid ve benzerlerini
verebiliriz. Çünkü bu makamı tecrübe etmek güçtür. O, (şeriat getirmeyle smırh
olmayan) ‘mutlak nebîlik’ makamıdır. Bazen ona tahsis yoluyla ulaşılabilirken
bazen dini amellerle ulaşılır. Bazen ise Hakkı birleme ve O’nun karşısmda zelil
olmayla ulaşılır. Bunun yanı sıra, yaratmayla nimet verenin şanını yüceltmek
ve O’nu birlemek gibi amellerle ulaşılır. Bütün bunlar, bilgi yölundandır.
Onun özel bir keşfi vardır ki kendilerinden başkası bu keşfe ulaşamaz. Bu
keşfe ulaşanlardan birisi Tekler’den olduğunu söylediğimiz Hızır’dır. Hz.
Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem ise Peygamber olarak gönderilmeden önce
Tekler’den birisiydi. Onlar Hakk’ı birleyerek, şanını yücelterek ve kendisine
yönelerek bu mertebeye ulaşmışlardır.
Bu yöntemi takip edenlerin
nefslerinde şu bilgi gerçekleş! . Allah Teâlâ yaratarak ve hayır sebepleriyle
insana nimet vermeye kâdir olduğu gibi dilediğinde sürekli iyilikte bırakmak ve
mutluluk nimetini kulun üzerinde korumaya da kâdirdir. Bununla beraber söz
konusu nimedere mazhar olan kişi, bir ahiretin olduğunu ya da dünyanın bir sonu
olup olmadığını ya da bu konuda bir şeye inanıp inanmaması gerektiğini
bilmeyebilir, çünkü henüz bunlar ona gösterilmemiştir. Allah Teâlâ, bu konuları
kendisine bildirdiğinde ise, düşünce gücüyle algılanamayan ‘gerçeğe inananlar1
zümresine katılır. Böyle bir insan şeriat peygamberliğinin geçerli olduğu bir
zamanda yaşıyorsa, bu makam sahibi onlardan birisi olurdu. Örnek olarak, kendi
dönemlerinde Hızır, İsa ve İlyas Peygamberleri verebiliriz. Günümüzde ise,
ancak belirttiğimiz makam vardır. Resullük ve şeriat getiren nebîlik sona erdi.
Bu dönemde nebî ve resuller hayatta bulunsaydı, hiç kuşkusuz onların hepsi
Muhammedi şeriatın altına girerlerdi.
Genel ve her nebîye özgü şeriat
peygamberliği ve resullüğüne bununla ümmedere ulaşanı kast ediyorumgelirsek,
bunlar, nebî ve resullerde Allah Teâlâ’nın bir tahsisidir, çalışma ve gayrede
ulaşılamaz. Allah Teâlâ’nın hitabına ise çabayla ulaşılabilir. Hitap, tebliğ
edeceği ya da kendisine özgü bir şeriat ise, bu ‘hakkında çaba ya da keşfle
ulaşılamayan peygamberliktir’ dediğimiz kapsama girer. Bu, bilinemeyen-özel
ilahi tahsistir. Bu mertebe, çalışanın kendisine ulaştığı her şeriatı getiren
peygamber’in makamıdır. O, kendisine ait şeriata ilave bir şeraittir ve peygambere
Allah Teâlâ’nın bir ihsan ve nimetidir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
için bu ihsan ve nimet ‘kesilme’ şeklinde ortaya çıktı. Bir makama ulaşmak için
çalışan kişinin ulaşamadığı makam, gerçekte o şeriatin peygamberi adma da
gerçekleşmemiş, diğer nebîler adına gerçekleşmiştir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
‘Peygamberlerin bir kısmını diğerlerinden üstün yaptık.’1*5 Başka bir
ayette ise ‘İşte bu peygamberlerin bir kısmını üstün yaptık’146 buyurur.
Üstünlük yönlerinden birisi de, belirttiğimiz husustur. Hızır bu makamdayken
Musa’ya şöyle der: ‘Bilgice kuşatamadığın bir şeye nasıl
sabredeceksin?’147 Çünkü
Musa, o vakitteki sözüyle adaletin dışladığı bu makama sahip değildi. Allah
Teâlâ ise, onun bilgisi hakkındaki tanıklığıyla kendisini adil yapmıştır. Musa,
bu konuda Hızır’a karşı çıkmadığı gibi kendisine ‘Allah
Teâlâ dilerse beni sabredici bulacaksın, emrine karşı çıkmayacağım’148 demişti.
Daha önce de ‘bana doğru yolu göstermen üzere, sana
uyabilir miyim?’149 demiş,
Hızır ‘Bana sabredemezsin’150 diye
karşılık vermişti. Sonra, bilgide kendisine insaflı davranarak ona ‘Ey Musa!
Ben Allah Teâlâ’nın bana öğrettiği senin bilmediğin bir bilgiye sahibim, sen de
Allah Teâlâ’nın sana öğrettiği benim bilmediğim bir bilgiye sahipsin’ demişti.
Hızır gönderilmiş peygamberlere ait olan yasa getirici nebîlik sahibi değildir.
Bu biraraya gelişten sonra Musa’nm Hakkın katından Hızır’a ait bu makamı elde
edip etmediğini bilmiyorum. Bu konuda bir bilgim yoktur. Allah Teâlâ Hızır’ın
ulaşmış olduğu bilgiye Musa’yı da ulaştırmış olduğunu bildirdiği kimseye
merhamet etsin! Bunu tecrübe yoluyla öğrenen kişi (bana bunu bildirseydi), onu
kitabımın bu bölümüne koyardım. Bilgiyi de kendime değil kendisine nispet
ederdim.
Onlardan birisi de Eminlerdir
(Ümenâ). Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Allah Teâlâ’nın eminleri
vardır’ buyurur. Ebu Ubeyde b. Cerrah hakkında ise ‘O bu ümmetin eminidir’ der.
Leyla’nın sırrını soran
kişiyi reddettim!
Kesin bilgiye sahip
olmaksızın, kör bir bilgi getireni
Derler ki: Sen bize haber
ver, onun eminisin
Haber vermiş olsaydım, emin
olmazdım.
Bunlar, Melâmîler’den bir gruptur.
Eminler, onlardan başkası olamaz. Onlar, Melâmîlerin büyükleri ve
seçkinleridir, dolayısıyla halleri bilinemez. Çünkü onlar, imanın iman olması
bakımından gereği olan belli adedere göre insanlara davranırlar. Bu ise, farz
anlamında, Allah Teâlâ’nın durulmasını emrettiği yerde durmak, yasakladığı
şeyden sakınmaktır. Kıyamet günü makamları insanlara görülür. Onlar, dünya
hayatında insanlar arasında tanınmadan bulunur. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem ‘Allah Teâlâ’nın eminleri vardır’ buyurmuştur. Güvenilen kimse ise, belirttiğimiz
(sırrı söylemeyen) kimsedir.
Allah Teâlâ Hızır’a, Musa’ya
gösterdiklerini göstermeyi emretmeseydi, hiçbir şey göstermezdi, çünkü Hızır
Eminlerdendir. Allah Teâlâ emaneti insana sunduğunda, insan onu kabul etmişti.
Bu bakımdan insan, asıl yönüyle zalim ve bilgisizdir. Çünkü insan emaneti
taşımaya zorlanmamış, sadece bu ona sunulmuştu. Zorla taşıtılsaydı, bu
kimseler gibi, yardım görürdü. Öyleyse eminler, emaneti bir teklif değil, zorla
yüklenmişlerdir. Çünkü onlara keşf gelmiş, dolayısıyla bildiklerini bilmemeye
güç yetirememiş, insanlardan ayrılmayı da istememişlerdir. Onlara (size
verilen bu) emaneti ‘açıklayın’ ya da ‘açıklamayın’ denilmemişti. Bu nedenle
böyle hareket etmiş ve Eminler diye isimlendirilmişlerdir. Onlar, diğer
gruplardan farklıdır. Farklılık, onların birbirlerinin sahip olduğu halleri
bilmemesidir. Bu nedenle her biri arkadaşının müminlerin genelinden olduğunu
zanneder. Bu durum, başka adamlarda (Ricaller) değil, özellikle bu grupta
ortaya çıkan bir durumdur.
Onlardan birisi de Okuyucular’dır
(Kurrâ). Onlar, Allah Teâlâ’nın ehli1 ve seçkinleridir. Kendilerini
sınırlayan bir sayı yoktur. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Kur'an
ehli, Allah Teâlâ’nın ehli ve seçkinleridir’ buyurur. Kur'an ehli, Kur'an ile
amel eden ve harflerini ezberleyenlerdir. Böylelikle hem ezber hem davranış
olarak Kur'an’ı kendilerinde taşımak isterler. Ebu Yezid elBestâmi onlardandı.
Ebu Musa ed-Dübeyli onun hakkında şöyle demiştir: ‘Kur'an’ı ezberleyinceye
kadar ölmemişti.’ Ahlâkı Kur'an olan kimse, Kur’an ehlidir. Kur'an’ın ehli olan
ise, Allah Teâlâ’nın ehlidir. Çünkü Kur'an Allah Teâlâ’nın kelamı, Allah
Teâlâ’nın kelamı ise O’nun ilmidir. Sehl b. Abdullah edTüsterî henüz altı
yaşmdayken bu makama ulaşmıştı. Bu yoldaki ilk hali, kalp secdesiydi. Halbuki
büyük hal sahibi uzun yaşamış nice Allah Teâlâ velîsi vardır ki, kalp secdesi
yapamamış, kalbin bir secdesi olduğunu da öğrenememiştir. Bununla birlikte o,
velîlik makamına ulaştığı gibi onda derinleşmiştir de. Kalp secdesi
gerçekleştiğinde, sahibi bir daha başını secdeden kaldırmaz. Kalp secdesi,
başka pek çok ayağm (kadem) kendisinden çıktığı tek kadem üzerinde sabit kalmaktır.
Bu secdeyi yapan kişi, o kadem üzerindedir. Velîlerin çoğu, kalbin bir halden
bir Hakk dönüştüğünü görür. Zaten kalp de bu nedenle ‘kalp’ diye
isimlendirilir. Bu makam sahibi ise, halleri değişse bile, tek bir yönden onun
üzerinde sabittir. Bu durum ‘kalp secdesi’ diye isimlendirilir. Bu nedenle
Sehl b. Abdullah Abadan’da bir şeyhin huzuruna girdiğinde, kendisine şöyle
sorulmuş: ‘Kalp secde eder mi?’ Şöyle cevap vermiş: ‘Ebediyete kadar.’ Bunun
üzerine Sehl, şeyhin hizmetine girmiştir.
Allah Teâlâ dilediği kullarına
dilediği kadar bilgi verir. Nitekim şöyle buyurur: ‘Ruhu kendi emrinden
dilediği kullarına gönderir.’ Binanaleyh Allah Teâlâ’nın yarattıklarına olan
her emri, yakınlık makamlarından birisidir. Bu yakınlık, melekte, peygamberde,
nebîde, velîde, müminde ve sadece tevhid sözüyle mutlu olanlarda ortaya
çıkabilir. Tek başına bir ümmet olarak diriltilecek kimse, Allah Teâlâ’nın
ihsan ve inayetine mazhar olan kimsedir. Çünkü Allah Teâlâ’nın kuluna
kazanmasını takdir ettiği şeyleri kazanma imkânı vermesi, bir ihsan ve
tahsisdir. Nice velî bunlardan birisine ulaşmak istemiş, Allah Teâlâ’nın
iradesi onu elde etmesine imkân vermemiş, gayret göstermiş olsa bile, takdir
ona ulaşmasına engel olmuştur. Öyleyse Kur'an ehli, Allah Teâlâ ehli demektir.
Bu nedenle Allah Teâlâ kendisinden başka onlar adına bir nitelik koymamıştır.
Bilgisi varken,
Hakkın niteliği olduğu kimsenin
makamından daha şerefli bir makam da yoktur!
Onlardan birisi de, Sevenlerdir
(Ahbab). Bunların bir sayısı yoktur, sayıları artar ve eksilir. Allah Teâlâ şöyle
buyurur: ‘Allah Teâlâ, kendilerini sevdiği onların da Allah Teâlâ’yı
sevdiği bir topluluk getirir,’151 Onları sevdiği için
sınar, sevildikleri için de onları seçmiş ve ayırmıştır. Söz konusu insanların
bu hayatta ve kıyamette seçilmelerini kastediyorum. Cennette ise, Allah Teâlâ
onlara özel olarak sevilenler olmaları bakımından ayrıcalıklı davranacaktır ve
sadece bu makamda kendilerine tecelli edecektir.
Bu grup iki kısma ayrılır: Bir
kısmını Allah Teâlâ, kendiliğinden sever, bir kısmını ise Allah Teâlâ’ya itaat
anlamına gelen peygamberine itaat işinde kullanır. Bu durum ise, Allah
Teâlâ’nın onları sevmesini sağlar. Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Peygambere
itaat eden, Allah Teâlâ’ya itaat etmiş demektir.’152
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme hitap ederken ise ‘De ki Allah
Teâlâ’yı seviyorsanız, bana uyun ki, Allah Teâlâ da sizi sevsin.’153
İşte bu, kendiliğinden olmaksızın, bir sonuç olarak ortaya çıkan sevgidir.
Bununla beraber, sevilenlerin hepsi aynı zamanda sevenlerdir.
Ey kavmim! Kulağım bir
canlıya tutulmuş Bazen kulak gözden önce aşka düşer
Bu nedenle onlarm aralarındaki
menzillerde gizlilik yoktur. Onlara ait her makamda, üstün ve daha üstün
sevenler bulunur.
Bu sevenlerin özelliği, duruluktur
(safâ). Dolayısıyla onlarm sevgisine hiçbir kir bulaşmamıştır. Onlar, Allah
Teâlâ karşısında bu makamda sabit olarak bulunur. Onlar, dince iyi ve kötü
yargısıyla âlemin kendisine yerleştirildiği dununa göre, saygıyla âleme
davranır. Bu konuda Allah Teâlâ rızasını gözetir ve Allah Teâlâ yolunda hareket
ederler. Dolayısıyla Allah Teâlâ yolunda dosduk yapar, Allah Teâlâ yolunda
düşmanlık yaparlar. Dosduk Yaratanın varhğı yönünden, düşmanlık ve kınama ise,
yaratılan yönündendir. Yoksa âlemin nitelendiği şey yönünden değildir. Çünkü
âlem Allah Teâlâ’nın âlemidir. Onlar hüküm verirler, fakat hükme konu olmazlar.
Allah Teâlâ, onları kendi nefslerine sahip yapmış, saygı mertebesine yerleştirmiştir.
Onlar, bütün iyilikleri toplayan ediplerdir. Allah Teâlâ bu makamı elde
ettiğini iddia ettiği kimseye şöyle der: ‘Ey kulum! Benim için hiçbir amel
yaptın mı?’ Kul ‘Rabbim! Namaz kıldım, cihat ettim, yaptım, yaptım...’ der ve
yaptığı iyilikleri bir bir sayar. Allah Teâlâ ‘bunlar sana aittir’ der. Kul
‘Rabbim! Sana ait amel nedir ki?’ diye sorunca Allah Teâlâ karşılık verir:
‘Benim uğruma bir dost edindin mi ya da benim adıma bir düşmanın oldu mu?’ İşte
bu, sevilenin yeğlenmesidir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Ey iman
edenler! Düşmanlarıma ve sizin düşmanlarınıza eğilmeyiniz, onlara sevgi
göstermeyiniz.,1S4 Başka bir
ayette ise şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ’ya, ahiret gününe iman
eden bir grubun Allah Teâlâ’ya ve Peygamberine karşı taşkınlık yapanları dost
edindiğini göremezsin. Onlar babaları, oğulları, kardeşleri, aşiretleri olsa
bile dost edinmezler. Onlar Allah Teâlâ’nın kalplerine iman yazdığı ve
kendisinden bir ruh ile desteklediği kimselerdir.’155 Öyleyse
onlar, desteklenen ve güç sahibi kimselerdir. Güvenilir bir hadiste şöyle
denilir: ‘Benim uğruma birbirini seven, benim uğruma biraraya gelen ve benim
adıma ziyaredeşenleri sevmen farzdır.’
Onlardan birisi de Dosdardır.
Bunların bir sayısı yoktur, sayıları artar ve eksilir. Allah Teâlâ şöyle
buyurur: ‘Allah Teâlâ İbrahim’i dost edindi."56 Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem ise şöyle buyurur: ‘Bir dost edinecek olsaydım, Ebu
Bekir’i edinirdim. Fakat arkadaşınız, Allah Teâlâ’nın dostudur.’ Dosduk, ancak
Allah Teâlâ ile kulu arasında olabilir. Bu, birlik makamıdır. Yaratılmışlar
arasında dosduk olamaz. Kastettiğim, müminlerdir. Fakat bazen ‘dost3
adı mümin ve kâfir insanlar için kullanılabilir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘0 gün dostlar birbirlerinin düşmanı
olur, takva sahipleri bundan hariçtir.’157 Burada
dosduk, karşılıklı ilişki demektir. Bir rivayette, insanın dostunun dini
üzerinde olduğu söylenir. Şair şöyle der:
Ben de ruhun yolunu tuttum
Bu nedenle dost, dost diye
isimlendirildi.
Dosduğun ancak Allah Teâlâ ile kulu
arasında olabileceğini söyledik. Çünkü eşyanın hakikatleri birbirinden
farklıdır. Eşyanın varlığı ise, Hakkın varlığıdır. Bir şeyin varlığı o şeyin
kendisinden ayrılmaz. Bu nedenle dosduk, ancak Allah Teâlâ ile kullan arasında
gerçekleşir. Aynı hal iki yaratılmış arasında olamaz. Çünkü bir yaratılmıştan
onun varlığı elde edilemez. Bunu bilmelisin!
Bilmelisin ki, dosduğun şardarı
müminler arasında gerçekleşemeyeceği gibi peygamber ile ona uyanlar arasında
da gerçekleşemez. Şartları gerçekleşmediğinde ise, kendisi de gerçekleşemez.
Fakat bu durum, yükümlülük hayatında böyledir. Çünkü Peygamber ve mümin, burada
dostunun ya da nefsinin hükmüne göre değil, Allah Teâlâ’nın hükmüne göre
hareket eder. Dostluğun şartı ise, dostun hükmüne göre harekettir. Böyle bir
şey ise, müminler ya da peygambere uyanlar arasında genel olarak gerçekleşemez.
Mümin ile Allah Teâlâ arasında dosdulc gerçekleşebilir, fakat insanlar arasında
gerçekleşemez, insanlar arasmda güçlenen karşılıklı ilişkiler, genellikle
‘dosduk’ diye isimlendirilir (halbuki dostluk bu değildir). Öyleyse Peygamberin
dostu yoktur ve o peygamberliğinden başka kimsenin arkadaşı değildir. Müminin
de dostu olmadığı1 gibi imanından başka arkadaşı da yoktur. Bir
hükümdarın yegâne arkadaşı da onun mülküdür.
Öyleyse vahyin hükmüne ve ilahi emre
göre davranan bir insanın dostu olamayacağı gibi arkadaşı da olamaz. Bir mümin Allah
Teâlâ’dan başkasını dost edinirse, hiç şüphesiz, dostluk makamını bilmiyor
demektir. Dosduk ve arkadaşlık makamını biliyor ve dostunun -ki otorite sahibidirkarşısında
onun gereğini yapıyorsa, hiç kuşkusuz, imanına zarar vermiş demektir. Çünkü
böyle bir davranış, Allah Teâlâ’nın haklarını geçersizleştirmeye yol açar.
Öyleyse Allah Teâlâ’dan başka dost yoktur! Bu makam, büyük bir makamdır ve
durumu tehlikelidir. Başarıya ulaştıran Allah Teâlâ’dan başka Rab yoktur!
Allah Teâlâ adamlarından birisi de,
sezgi sahipleridir (muhaddesûri). Ömer b. el-Hattab onlardandı. Günümüzde ise,
Ebu’l-Abbas elHaşşab ve Ebu Bekr Zekeriya el-Bicâi de onlardandır. Bu zât, Ömer
b. Abdülaziz’in Deyr-i Nakira’daki zaviyesinde yaşar. Bunlar, iki sınıftır:
Birinci smıfı Allah Teâlâ perde ardından sezgi sahibi yapar. Allah Teâlâ şöyle
buyurur: ‘Allah Teâlâ bir kimseyle ancak bir vahiy olarak ya da
perde arkasından (seslenerek) konuşmuştur,’158
Bu sınıf, pek çok tabakadır. İkinci sınıf ise, bazen kalplerine, bazen
kulaklarına melek ve ruhların ilham verdiği kimselerdir. Bazen bunlar için
ilham yazılır. Hepsi, sezgi sahibidir.
Ruhların ilham verdiği sınıf, nefs
terbiyesi ve bedeni eğiterek ona ulaşır. Bu yöntem, her nasıl olursa ve kim
yaparsa yapsın, birdir. Çünkü nefsler doğayla bulunmak kirlerinden
arındığında, kendisine uygun âleme katılır. Bu durumda yüce ruhların algıladığı
melekût ve sır ilimlerini idrak eder, âlemdeki bütün anlamlar kendilerine
nakşedilir, kendüerine uygun ruhanî sınıfa göre bilinmeyen şeyleri öğrenirler.
Ruhları tek bir özellik birleştirse bile, her bir ruhun belli bir makamı
vardır. Onlar, farklı derece ve tabakalardadır, büyükleri ve daha büyükleri vardır.
Söz gelişi Cebrail ruhların büyüklerinden olsa bile Mikail ondan daha büyüktür
ve onun mertebesi daha üsttedir. İsrafil ise, daha yukarıdadır. Cebrail
İsmail’den büyüktür. Öyleyse İsrafil’in kalbi üzerinde olan kimseye yardım
İsrafil’den gelir ve söz konusu kişi Mikail’in kalbi üzerindekilerden üstündür.
Bu insanlardan her sezgi sahibine uygun bir ruh ilham verir. Nice sezgi sahibi
vardır ki, kendisine kimin sezgi verdiğini bilemez! Sezgi alma, nefslerin
duruluğunun, doğayla kalmaktan kurtulmanın, unsurların ve rükünlerin
sonuçlarından uzaklaşmanın sonucudur. Böyle bir nefs bedenin mizacını aşmış
demektir. Bir grup, bu kadarlık sezgiyle yetinir. Fakat bu, ahiret hayatmda
mutluluğun sağlanması için yeterli değildir, çünkü o sadece nefsanî bir
arınmadır. Sezgi sahibi, doğadan arınmanın ortaya çıkarttığı tüm nitelikleri
Peygambere kesin bir şekilde uyarak ve inanarak yerine getirmiş olsa, sezgisine
mutluluk da eklenir. Bu sezgiye Allah Teâlâ’dan gelen ilham da eklenirse,
sezgide farklı tabakalarda olduğunu söylediğimiz birisi haline gelir. Şöyle
denilir:
Ey gece sohbetçisi! İnsanlar
uykuya çekildiğinde
Aralarından benim sezgi
sahibim (sohbet edenim)uyanıktır.
Şair, Allah Teâlâ ile sohbetinin ve Allah
Teâlâ’nın onunla sohbetinin kendi aralarında olduğunu, onlarm diliyle
konuşmadığını belirtir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Vadinin
sağından ey Musa! Ben Allah Teâlâ’m’ diye nida edildi."19 Başka bir
ayette ise ‘Allah Teâlâ Musa ile konuşmuştur"60 buyurur.
Burada ‘konuşma’ (teklim) şeklindeki mastar, kuşkuyu gidermek amacı taşır. Bu
yolda, hedeflenen sezgi budur. Allah Teâlâ ‘Allah
Teâlâ’nın kelamını duyması için onu komşu edin"6' buyurur.
Bu ayet, eşya arasında değil eşya içinde Hakk’ın sözünü duyanlara aittir,
çünkü ‘eşyanın arası’, bir takım nispet ve bağlardan ibarettir. Bunlar, var
olan değil, var olmayan şeylerdir. Bunlardan ilham geldiğinde, doğrudan
gerçekleşmiş, eşyadan ilham geldiğinde ise, Allah Teâlâ’dan ‘anlama gücü’
sayıhr.
Güvenilir bir rivayette şöyle denilir:
‘Allah Teâlâ kulunun diliyle ‘Allah Teâlâ kendini öveni duydu’ der.’ Bu ifade ‘Allah
Teâlâ’nın kelamını duyması için onu komşu edin"62 ayetinin
aynısıdır. Bu yolda peşinde olduğumuz şey, Allah Teâlâ’nın eşyanın arasından
olan kelamıdır, yoksa eşya içinde ya da eşyadan olan kelamı değildir. Allah
Teâlâ’nın kelamı eşyanın varlığı olsa bile, eşyanın aynı değildir. Öyleyse
varlıklarda hakikat (a'yân), onlar için madde (heyula) gibi veya onlar için
ruhlar gibidir. Varlık ise, ruhların zâhirî veya söz konusu heyulanî
hakikatlerin sûretleridir. Bütün varlık zuhur eden Hakk iken bâtını da eşyadır.
Hakkın eşya arasından olan sözü, dinleyen için daha açık bir delâlet taşır. Bu
delâlet, eşyada bizi konuşturanın Allah Teâlâ olduğuyla ilgilidir. Anla! İlham
eden Allah Teâlâ’dır.
Onlardan birisi de, gece
sohbetçileridir (Sümerâ). Onları, sınırlayan bir sayı yoktur ve ilham
sahiplerinin özel gruplarıdır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Onlarla
istişare et.’163 Bu sınıfın ruhlarla konuşması yoktur.
Onlar, sadece ‘işi yönetir, ayetleri tafsil eder’164 ayeti
bakımından Allah Teâlâ ile konuşur. Öyleyse, onlar ile oturan İlahi isim
el-Müdebbir, elMufassıl’dır. Onlar, bu makamda şehadet değil, gayb ehlidir.
Onlardan birisi de, Varislerdir.
Varisler, üç sınıftır: Kendisine zulmeden, dengeli giden, iyilildere koşan. Allah
Teâlâ şöyle buyurur: ‘Sonra kitabı seçtiğimiz kullarımıza
miras bıraktık. Bir kısmı kendine zulmeder, bir kısmı ortadadır, bir kısmı Allah
Teâlâ’nın izniyle iyiliklere koşar. İşte bu, büyük ihsandır.n6S Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Alimler Peygamberlerin varisleridir’ demişti.
Şeyhimiz Ebu Medyen, bu makam hakkmda şöyle derdi: ‘Müminin iradesindeki
doğruluk belirtisi, insanlardan kaçmaktır. İnsanlardan kaçtığının doğruluk
belirtisi, Hakkı bulmaktır. Hakkı bulmanın doğruluk belirtisi ise, tekrar
insanlara dönmektir.’ Bu hal, peygambere varis olan kimsenin halidir. Çünkü Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem Hira mağarasında halvete çekilir, yalnız Allah
Teâlâ’ya yönelir, evini ve ailesini terkeder, Rabbine kaçardı. En sonunda,
ansızın Hakk kendisine gelmiş ve sonra onu kullarına peygamber ve rehber olarak
göndermişti. Bunlar, Allah Teâlâ’nın Peygamberin ümmetinden ilgi gösterdiği
kimseleri varis yaptığı üç haldir ve öyle bir insan ‘varis’ diye isimlendirilir.
Kâmil varis, bilgisi, ameli ve hali bakımından Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
selleme varis olabilen kimsedir.
Allah Teâlâ’nın ‘Seçilmişin varisi’
hakkındaki ‘nefsine zulmedendir’166
ayetine gelirsek, burada Allah Teâlâ Ebu’d-Derda ve benzerleri gibi,
kendilerine kendileri için haksızlık yapanları kastetmektedir. Başka bir
ifadeyle onlar, ahirette nefslerini mutlu etmek için kendileri adına bu zulmü
yapanlardır. Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Nefsinin senin
üzerinde hakkı vardır; gözünün, üzerinde hakkı vardır’ buyurur. İnsan sürekli
oruç tutup geceyi uyumadan geçirdiğinde nefsinin hakkını ihlal ettiği gibi
gözünün hakkını da ihlal etmiş sayılır. İşte bu, insanın kendisi için kendisine
zulmetmesidir. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘kendine
zulmeden’167 buyurur.
Burada Allah Teâlâ, haklarında bilip ruhsatlara ve tembelliğe yöneldiğinde
(karşılaşacağı durumlar) nedeniyle, insanın güçlükleri ve ağır yükümlülükleri
üstlenmesini kasteder. Sünnet ise, zayıflar nedeniyle her iki durumu birden
getirmiştir. Öyleyse Allah Teâlâ ‘nefsine zulmeden’1168
derken, şeriatte kınanmış zulmü kastetmiş değildir. Çünkü böyle bir şey,
seçilmiş kişiye ait olamaz.
Kitaba varis olan ikinci sınıf ise,
ortada olandır. Bu kişi, nefsine maddî dinlenme olan hakkını veren kişidir. Bu
davranışıyla da, dinlenme ve iyi ameller arasında Rabbine hizmette kendisinden
yardım alır. Başka bir ifadeyle, azimet ve ruhsat arasında bulunur. Geceleyin
kalktığında, orta durumda olan insan ‘teheccüde kalkan’ diye isimlendirilir,
çünkü o kalkar ve uyumaz. Bütün fiilleri de böyle yerine getirir. İyiliklere
koşan kimse, vakti girmezden önce emri aceleyle yerine getirendir, çünkü o
hazır ve nazırdır. Vakit girdiğinde, vaktin farzını yerine getirmek için
hazırdır, onu hiçbir şey engelleyemez. Örnek olarak, vakit girmezden önce
abdest alan ve namaz vakti girmezden önce mescitte oturan kimseyi verebiliriz.
Vakit girdiğinde o insan abdesdidir ve mesciddedir. Böylece Allah Teâlâ’nın
kendisine farz kıldığı namazı hemen yerine getirir. Aynı şekilde, malı varsa
zekâtım önceden çıkartır ve yıl şartı tamamlandığı gece zekâtını belirleyip
ikinci senenin girdiği ilk saat onu Rabbi için sadaka memuruna öder. Bütün iyi
davranışlarda böyle acele hareket eder. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
Bilal’e şöyle demişti: ‘Beni cennette neyle geçtin?’ Bilal ‘Abdest almadan söze
başlamadım, abdest alınca da iki rekât namaz kıldım’ diye karşılık vermiş.
Bunun üzerine Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Evet! Bu ikisiyle’ diye
karşılık vermiş. Bu ve benzerleri, iyiliklere koşanlardır. Bu davranış,
gençliğinde ve yetişkinlik döneminde henüz şeriade yükümlü değilkenmüşrikler
arasında Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in davranışıydı. O, insanlardan
uzaklaşıp Rabbine yönelir, inzivaya çekilir, iyiliklere ve güzel ahlâka
koşardı. En sonunda Allah Teâlâ kendisine peygamberlik vermiştir. r
Erkek ve Kadın Müminlerin Vasıfları, Erkek ve Kadın Müslümanların Vasıfları
Bilmelisin
ki, Allah Teâlâ kadın ve erkeklerden bazı grupları -Allah Teâlâ
izin verirseşimdi zikredeceğim bir takım özelliklerle betimlemiştir. Zaman,
hiçbir şekilde bu nitelikleri taşıyan erkek ve kadınlardan yoksun kalamaz. Bu
özelliklere örnek olarak, şu ayeti verebiliriz: ‘Müslüman
erkek ve kadınlar, mümin erkek ve kadınlar, ibadet eden erkekler ve kadınlar,
doğru sözlü erkekler ve kadınlar, sabreden erkekler ve kadınlar, Allah
Teâlâ’dan korkan erkekler ve kadınlar, sadaka veren erkekler ve kadınlar, oruç
tutan erkekler ve kadınlar, ırzlarını koruyan erkekler ve kadınlar, Allah Teâlâ’yı
çokça zikreden erkekler ve kadınlar..:169 Sonra
şöyle buyurmuştur: ‘AÎIah bunlara büyük bir mağfiret ve ödül
hazırlamıştır:170 Böylece Allah
Teâlâ, haklarında takdir edilmiş günah gerçekleşmezden önce mağfiretini vaad
etmiştir. Bu durum, onların günahın zarar vermediği kimselerden olduklarını
gösterir. Güvenilir kutsi bir hadiste şöyle denilmiştir: ‘Dilediğini yap! Seni
bağışladım.’ Bu kimselerde günahlar, ancak kesin bir kader nedeniyle
gerçekleşebilir, yoksa onlar Allah Teâlâ’nın yasaklarını ihlal etmezler.
Nitekim Ebu Yezid’e şöyle denilmiş: ‘Arif günahkâr olur mu?’ O da ‘Allah
Teâlâ’nın emri gerçekleşen bir kaderdir’171 demiştir.
Burada Allah Teâlâ’nın inayetinin ehli olan âriflerden günah, Allah Teâlâ’nın
ezeli kazasının nüfuz etmesi nedeniyle takdire göre gerçekleşir.
Müslüman erkek ve kadının, mümin
erkek ve kadının kim olduğunu ortaya çıkartmak için, bu sınıfları zikretmemiz
gerekir. Ayrıca Allah Teâlâ’nın bu mertebe sahibi olarak nitelediği kimselerin
kim olduklarını ortaya koymalıyız. Allah Teâlâ, onları bağışlayacağını, günah
işlemezden önce büyük ödül vaad ettiğini söylemiştir. Allah Teâlâ’nın
yücelttiği bir durum sadece yüce olabilir. ‘Onlar Allah
Teâlâ’nın kendilerine nimet verdiği nebî, sıddîk ve şehitlerle beraberdir’172 ayeti de
bununla ilgilidir. Başka bir ayette ise ‘tövbe
eden âbidler’173 denir.
Daha önce âbidleri zikretmiştik. Ayetin devamında ‘Allah
Teâlâ’ya hamd eden ve seyahat (sürekli arayan) edenler’174 denilir.
Bu ümmet için seyahat, cihat demektir. Allah Teâlâ, dostu hakkında şöyle der: ‘İbrahim
çok ince ruhlu, yumuşak huylu biriydi’175
Dolayısıyla pişman
olan hilim sahiplerini de zikretmemiz
gerekir. Allah Teâlâ İbrahim için ‘hilim
sahibi ve Allah Teâlâ’ya yönelen’176
ifadelerini kullanmıştı. Allah Teâlâ’ya yönelmeyle onu övmüş ve onun çokça Allah
Teâlâ’ya yönelen olduğunu söylemiş, burada da Allah Teâlâ’ya yönelen olduğunu
dile getirmiştir.
Söz konusu sınıfların bu bölümde
zikredilmesi gerekir. Böylece bu nitelikler ve onlarla nitelenen kimsenin
özellikleri tam olarak öğrenilir. Aynı şekilde, akıl sahipleri, hilim
sahipleri, zekâ sahipleri, basiret sahipleri de zikretmelidir. Allah Teâlâ,
onları boş yere bu niteliklerle zikretmemiştir. Bu niteliklerle nitelenen
kimseleri Allah Teâlâ, bu niteliklerin gereği olan ve onlarm ortaya çıkardığı Allah
Teâlâ katindaki menzillere ulaştırmıştır. Ricalin ve velîlerin ilimlerini
zikretmeyle ilgili bu bölüm, kitabın en önemli bölümlerindendir. Allah Teâlâ
izin verirse, bize betimlendiği ve Hakkın ‘vakıa’mızda (rüya!) gösterdiği
şekilde, bu bölümü tamamlayacağız ya da tamamlamaya yaklaşacağız. Çünkü doğru
rüyalar, kapısı kapanmış ve sebepleri kesilmiş peygamberlik izlerinden geride
bırakılmış yegâne şeydir. Allah Teâlâ onu kalplerimize atmış, desteklenmiş ve
mukaddes ruh onu nefslerimize üflemiştir. O, ilahi ilham, ledünnî bilgidir.
Bunlar, Allah Teâlâ’nın kendi katindan dilediği kullarına verdiği rahmetin
sonucudur.
Onlardan birisi de velîlerdir. Allah Teâlâ
şöyle buyurur: ‘Dikkat ediniz! Allah Teâlâ’nın
velîlerine korku yoktur, onlar üzülmeyecektir.’177
Bu ifade, geneldir. Burada ahiret denilmediğine göre velî, kendi hali hakkında
açık bir kanıta sahip kimsedir. Velî, kendisinin de doğrulayacağı tarzda Hakkın
bildirmesiyle akıbeti hakkında bilgi sahibidir. Allah Teâlâ’nın müjdesi
gerçektir, sözü doğrudur, hükmü kesindir! Kesinlik, gerçekleşmiştir. Öyleyse
velî derken kastedilen, Allah Teâlâ tarafından müjdelenen kimsedir. Allah Teâlâ
şöyle buyurur: ‘Dünya ve ahiret hayatında onlara müjde
vardır, Allah Teâlâ’nın kelimeleri değişmez, bu büyük bir kurtuluştur.’178
Tevile kapalı bir haberle gelen müjde karşısında hangi korku ve üzüntü
kalabilir ki? İşte bu, ayette ‘velî’ derken kastedilen kimsedir.
Velîler pek çok kısma ayrılır. Çünkü
velîlik kapsam bakımından en genel taleptir. Şimdi onun ehli olan insanları
zikredeceğiz. Onlar, daha önce zikretmiş olduğumuz, sayıları belli ve belirsiz
kimselere ilave bir takım sınıflardır.
Yetmiş yedinci kısım sona erdi, onu
yetmiş sekizinci kısım takip edecektir. Allah Teâlâ’ya hamd olsun!
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar