[FÜTÛHÂT-I MEKKİYYE'NİN] YÜZ ONUNCU KISMI
Rahman ve Rahim Olan Allah Teâlâ’nın
Adıyla
YÜZ YETMİŞ YEDİNCİ BÖLÜM
Mârifet Makamının Bilinmesi
Mârifet basamaklarında yükselen Nefsindeki niteliği görendir
Çünkü o nitelik Bir’e delil
Bilgi ve mârifet arasındaki fark nedeniyle
Onun bir varlıkta varlığı var ki
Hakk onu gönderdi de yükümlü tutmadı
O, bulunduğu halde vaktin imamıdır j
Vakıf (duran) bilmek ister onu
Hükümleri hikmetle işler Yüce ve
üstün mertebede
Bilmelisin ki mârifet, ilahi bir
niteliktir. Fakat bu lafızdan gelen (ârif diye) ilahi bir isim yoktur. Çünkü
mertebenin birliği, bir’i arar. (Sûfı) taifesine göre mârifet bir kanıttır.
Binaenaleyh amelden, takvadan ve sülükten meydana gelen her bilgi mârifettir,
çünkü böyle bir bilgi, kuşkunun giremeyeceği keşften doğar. Teorik araştırmadan
gerçekleşen bilgi ise öyle değildir. Öyle bir bilgi, kuşkuya ve hayrete açık
olduğu gibi ona ulaştıran (bilgi) aracı da bozukluktan kurtulamaz.
Bilmelisin ki, eşyayı zatıyla
bilmediği sürece kimse adına bilgi gerçekleşmez. Bir şeyi zatına ilave bir
durumla bilen herkes, verisinde o zaidi taklit eder. Eşyayı zatıyla bilebilen
ise sadece Bir’dir. Bir’in dışındakilerde eşyayı bilmek ve eşyadan başkasını
bilmek taklittir. Allah Teâlâ’nın dışındaki şeylerde bir şeyi bilmek taklit
yoluyla gerçekleştiğine göre, özellikle kendisini bilmede olmak üzere, Allah Teâlâ’yı
bilmede O’nu taklit etmeliyiz. Bunu söylememizin nedeni, Allah Teâlâ’nın
dışındaki bir şey hakkında bilginin taklit ile gerçekleşebilecek olmasıdır. Çünkü
insan bir şeyi ancak Allah Teâlâ’nın verdiği güçlerden biriyle bilebilir.
Bunlar duyular ve akıldır. O halde insan, verisinde duyuyu taklit etmelidir.
Duyu ise, bazen yanılırken bazen işin kendiliğindeki duruma uygundur. Ya da,
zorunlu bilgisinde veya inceleyişinde insan, aklını taklit eder. Akıl ise,
fikri taklit eder. Fikir bazen doğru bazen bozuktur. Bu durumda fikir gücünün
eşyayı (doğru bir şekilde) bilmesi de tesadüfe kalmıştır. O halde, sadece
taklit vardır.
Durum söylediğimiz gibi olunca, akıllı
insan Allah Teâlâ’yı bilmek istediğinde, kitaplarında ve peygamberlerinin
dilinde kendisinden bildirdiği haberlerde Allah Teâlâ’yı taklit etmelidir.
Eşyayı öğrenmek istediğinde ise, güçlerinin verisiyle onları (hakkıyla)
öğrenemez. O zaman, ibadederini çoğaltmaya çalışmalıdır. Ta ki Hakk onun
‘duyması ve bütün güçleri’ haline gelir. Bu durumda insan, bütün işleri Allah
Teâlâ ile bilir, Allah Teâlâ’yı da Allah Teâlâ vasıtasıyla bilir. Çünkü taklit,
zorunludur. Allah Teâlâ’yı Allah Teâlâ ile ve bütün işleri O’nunla bildiğinde,
bu konuda bir bilgisizlik veya kuşku veya tereddüt ortaya çıkmaz. Kuşkusuz
kulağına girecek şekilde dikkatini çektim. Çünkü akılcılar, bilgide taklit
edilenler makamında bulunurlarken, araştırma, duyu veya aklın verisiyle bilgin
olduklarını zannederler. Her gücün onların da bildiği yanılgıları vardır.
Bununla birlikte onlar, kendilerini suçlamış ve duyu, akıl ve fikrin yanıldığı
konular ile yanılmadıkları konuları ayrı değerlendirmişlerdir. Kim bilir,
belki hata saydıkları şey doğrudur. Bu amansız hastalığı, bilinen her şeyi
-başkası ile değilAllah Teâlâ vasıtasıyla bilmek ortadan kaldırabilir. Allah
Teâlâ -ilave bir şey ile değilzatıyla bilendir. Öyleyse sen, Allah Teâlâ’nın
(kendini ve eşyayı) bildiği bir şeyle (bildiğinde) bilen adını alabilirsin.
Çünkü bu durumda bileni (Hakkı) taklit etmişsindir. O, cahil değildir ve
bilgisinde kimseyi taklit etmez. Allah Teâlâ’dan başka birini taklit eden, hiç
kuşkusuz, hataya açık birini taklit etmiştir. Böyle birinin doğruya ulaşması
tesadüfe kalmıştır.
Şöyle diyebilirsin: Nereden
bileceksin ki? Belki sen de bu taksimde yanılmış ve bunun farkına varamamış
olabilirsin. Nitekim sen de yaptığın taksimde yanılanı -akıl ve fikirtaklit
etmektesin.’ Şöyle deriz: Haklısın! Fakat mutlaka birini taklit etmek
gerektiğini görünce, ‘peygamber’ denileni ve Allah Teâlâ’nın kelamı diye
isimlendirilen şeyi taklide döndük. O’nun hakkındaki bilgimizi taklit ile elde
ettik. Ta ki Hakk ‘duyma ve görme gücümüz’ oldu. Bu durumda eşyayı Allah Teâlâ
vasıtasıyla bildiğimiz gibi bu taksimi de Allah Teâlâ ile öğrendik. Böylelikle
bizim onu taklitteki isabetimiz tesadüfe kaldı. Çünkü biz şöyle dedik: Akıl
veya herhangi bir gücümüzün bir şeyi kendiliğinde bulunduğu Hakk göre öğrenmesi
tesadüfen olabilir. Yoksa, her durumda akıl yanılır diye bir hüküm vermedik.
Biz sadece aklın yanlış ile doğrusunu ayırt edemeyeceğimizi söyledik. Hakk
bütün güçlerimiz olup bu esnada eşya Allah Teâlâ vasıtasıyla öğrenildiğinde,
duyu güçlerindeki isabet, hatadan ayrışır. İşte bizim vardığımız bu görüş, hiç
kimse tarafından inkâr edilemez, çünkü herkes bunu kendinden bilir.
Bu durum sabit olunca, sen de Allah
Teâlâ’nın sâna verdiği emirlere bağlanmakla meşgul ol. Bunlar, sana emrettiği
itaatler, kalbine gelen şeylerde kalbini gözetmek, Allah Teâlâ’dan utanmak,
O’nun sınırlarında durmak, kendini O’na tahsis edip mertebesini tercih etmek
gibi ibadetlerdir. Böylece Hakk bütün güçlerin olurken sen de yaptığın iş
hakkında basiret sahibi olursun. Sana tavsiye edeceğimi ettim. Çünkü biz şunu
gördük: Hakk, kendisi hakkında akli kanıdarın ve doğru fikirlerin reddettiği
bir takım şeyleri bildirmiştir. Bununla birlikte akıl, haber verenin doğruluğu
için kanıtlar ortaya koymuş ve onlara inanmanın zorunlu olduğunu belirtmiştir.
Mademki taklit kaçınılmaz, sen Rabbini taklit et! Ayetini tevil ederken, aklını
taklit etme. Çünkü aklın o kelamın Allah Teâlâ’dan olduğunun doğruluğunu
taklitte seninle hemfikirdir. Bu konuda sahip olduğun bilgiyi zedeleyecek bir
itirazcı yoktur. O halde tevilde aklını taklit etme. Onu söyleyen Allah
Teâlâ’dan bilgisini öğrenmeye çalış. Sonra onu bilmede O’nun gibi oluncaya
kadar, amel et! Bu durumda ârif olursun. Amaçlanan mârifet ve doğru bilgi
budur. ‘Ona batıl önünden veya ardından giremez.’1*9
Bu husus sabit olunca, tekrar ehlinin
bildiği bu konudaki mutat yönteme dönüyoruz. Çünkü dikkatini çektiğimiz bu
yöntem, bilinmeyen bir yöntemdir. Şöyle deriz: (Haris b. Esed) el-Muhâsibi,
marifetin dört şeyi bilmek olduğunu söylemiştir: Allah Teâlâ, nefs, dünya ve
şeytanı bilmek. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ise Allah Teâlâ’yı
bilmenin nefsi bilmeyle mümkün olduğunu belirterek şöyle demiştir: ‘Kendini
bilen, Rabbini bilir.’ Başka bir hadiste ise, ‘Kendini en iyi bilen, rabbini
en iyi bilendir’ demiştir. Böylelikle seni delil yapmıştır. Başka bir ifadeyle
nefsini bilmeni, Allah Teâlâ’yı bilmenin delili yaptı. Bu ise ya seni kendisini
nitelediği zat ve niteliklerle nitelemiş olması nedeniyle böyledir. Allah
Teâlâ seni yeryüzündeki vekili ve halifesi olarak yarattı. Ya da bu durum,
senin ayrılmaz özelliğin olan ‘varlığında O’na muhtaçlık’ nedeniyle böyledir.
Her iki durumun birlikte olması gerekir. Allah Teâlâ ‘marifet’ denilen
kendisini bilmek hakkında şöyle der: ‘Onlara ayetlerimizi ufuklarda ve nefslerinde göstereceğiz ki
onlara onun Hakk olduğu görünür.’190 Allah Teâlâ
bizi ufuklara yönlendirdi ve ufuklar dışımızdaki yerlerdir. Bunun yanı sıra
kendimize de yönlendirdi. Bu ise bulunduğumuz ve kendisiyle olduğumuz
durumdur. Her ikisini birlikte öğrenince, Allah Teâlâ’yı öğreniriz ve O’nun ‘Hakk’
olduğu ortaya çıkar. Öyleyse Allah Teâlâ’nın delil olması daha yetkindir.
Başlangıçta nefslerimizi incelemiş olsaydık, dışımızda kalan âlemi incelemenin
-ki ayette ‘ufuklar’ denilen kısımdırAllah Teâlâ hakkında nefslerimizin ya da
nefslerimizdeki her şeyin vermediği bir bilgiyi bize verip veremeyeceğini
bilemezdik. Nefslerimizi incelediğimizde, Allah Teâlâ hakkında ufukları inceleyen
kimse için gerçekleşen bir bilgiyi elde ederiz. Bu noktada (‘Kendini bilen
Rabbini bilir’ diyen) Şâri’ye gelirsek, o nefsin âlemin hakikatlerini
topladığını bilir. Böylelikle Şâri’ (Peygamber), hırsından kaynaklanarak, seni
nefsine teksif etti. Nitekim Peygamber’in bu hırsı için ayette ‘size karşı haristir’191 denilir,
Nefsini bilmeyle daha yakın bir delil elde eder, Allah Teâlâ’nın bilgisine
hızla ulaşır, bu bilgiyle Mutlu olursun.
(Peygamber nefsi zikrederken) Hakk
ufukları zikretti. Bunun amacı, daha önce zikrettiğimiz gibi, nefsinin
vermediği Allah Teâlâ hakkındaki bir bilginin ufukları araştırmanın
verebileceğini zannetmekten seni sakındırmaktır. Bu nedenle seni ufuklara
yönlendirmiştir. Allah Teâlâ’ya delili ufuklardan öğrenince, bu kez döner
kendine bakarsın! Bu durumda ise, ufuklardaki araştırmanın kazandırdığı Allah
Teâlâ hakkındaki bilgiyi nefsinde bulursun. Bu durumda sana gelebilecek bir
kuşku kalmaz. Çünkü sadece Allah Teâlâ, sen ve senin dışındaki âlem vardır.
Sonra Allah Teâlâ âlem hakkındaki araştırmanın nasıl olması gerektiğini
öğreterek şöyle buyurdu: ‘Rabbini görmedi mi, gölgeyi nasıl uzatır?’192
‘Deveye bakmazlar mı, nasıl yaratılmış?’193 ‘Göklerin ve yerin
melekûtuna bakmazlar mı?’194 Her ayet,
senden kendisini incelemeni ister. Allah Teâlâ, ‘Bunda akıllı bir kavim için ayetler vardır’195 buyurur.
Başka ifadelerde ise ‘tefekkür edenler5, ‘duyanlar5,
‘anlayanlar5, ‘bilenler5, ‘iman edenler5 ‘akıl
sahipleri5, ‘üstün akıl sahipleri5 gibi ifadeler
kullanılır.
Allah Teâlâ5ın âlemi
farklı farklı yarattığı malumdur. Böylelikle Allah Teâlâ, kendisini bilmeye
ulaştıran yolları çoğaltmıştır. Çünkü her tarz, Allah Teâlâ’nın kendisinde
terkip ettiği menzilini ve konumunu aşamaz. «Peygamber ise, seni kendine
yönlendirdi. Bunun nedeni, Hakkın senin güçlerin olacağını bilmesidir.
Böylelikle Hakkı -başkasıyla değilkendisiyle bilirsin. Çünkü Allah Teâlâ,
‘azizdir.5 Aziz, ‘korusu sakınılan5 demektir. Başka biri
onu elde edebilmiş olsaydı, korusu sakınılmamış, dolayısıyla kendisi de ‘aziz5
olmazdı. Bu nedenle Hakk, senin güçlerin oldu. Bu durumda 05nu 05nun
vasıtasıyla bilip kendisine ulaştığında, 05nu bilen ve kendisine
ulaşan -başkası değilHak olur. Dolayısıyla, izzet niteliği ortadan kalkmaz.
İşin gerçeği de budur. Allah Teâlâ5ı bilmenin kapısı 05ndan açılır
ve bu zorunludur. Akıl, 05nu tenzih
eder, bütün açılardan ilişkiyi keser. Hakk gelir, aklı onaylar ve ‘O’nun benzeri bir şey yoktur’196 der. Allah
Teâlâ aklı doğrulayarak bunu söyler. Çünkü aklın gücündeki şeyleri ‘0 verdi.’197 Akıl bundan
başkasını bilmez. Çünkü ben (der, Hakk) ‘her şeye yaratılışını’ verdim.’19* Akıl da
eşya arasındadır ve ona da yaratılışını vermiştir. Ayeti tamamlayarak ‘Ona hidayet etti’199 der.
‘Açıkladı5 demektir. Böylece Allah Teâlâ, Aklın veya herhangi bir
gücün vermediği bir şeyi açıklamış, aklın kabul etmediği sahip olduğu bir takım
özellikleri zikretmiştir. Akıl bunları iman ederek veya zorunlu olarak ihatası
altına sokabileceği bir teville kabul edebilir ki bu zorunludur.
Allah Teâlâ’dan bir basirete sahip
olmayan insanın kurtuluş yolu, tevil etmemek ve (aklıyla çelişen) bütün bunları
05nun bilgisine bırakmaktır. Kurtuluş yolu budur. Hakk, verilerinde
bütün güçleri tasdik eder, çünkü onlar, Allah Teâlâ’nın kendilerine verdiği
şeyleri ifa ederler. Geride ise Hakk için ve Hakk yönünden başka bir zevk daha
kalır Ki, bunu Allah Teâlâ ehli bilebilir. Onlar, Kur’an ve Allah Teâlâ ehli ve
O’nun seçkinleridir. Onlar, Allah Teâlâ hakkındaki bütün inançları benimser.
Çünkü (bilirler ki) Allah Teâlâ’nın her şeyde bir yüzü vardır. Söz konusu yüz,
o şeyin hakikati demektir. İş böyle olmasaydı, O ‘ilah’ olamayacağı gibi âlem
de -Hakk olmaksızınkendi başına bağımsız olurdu. Böyle bir şey imkânsızdır.
Öyleyse âlemdeki bir şeyde Hakka ait bir yüzün bulunmaması imkânsızdır. İşte bu
bilgiye ulaşmak güçtür. Söz konusu bilgi, âlemde mutlak anlamda hatanın ortadan
kalkmasına yol açar. Buna karşın ‘izafi hata’ ortadan kalkmaz. İzafi hata,
karşıtına ve mukabiline göre hatadır. Öyleyse burada söz konusu olan,
karşılıklı hatadır, yoksa karşıtı olmayan bir hata değil! Allah Teâlâ ehlinden
kâmiller, her şeyi bağımsız bir şekilde inceleyenlerdir. Ta ki Allah Teâlâ’nın
her şeye verdiği ve teslim ettiği yaratılışı görür. Sonra Allah Teâlâ’nın
kullarına her şeyin yaratılışının dışında (ayette dile getirdiği) ‘açıklanan’
şeyleri görür. Böylelikle ‘sonra hidayet etti’200 ayetinde geçen açıklamayı bağlamına
yerleştirirler. Kâmil, her yaratılmışı Yaratıcısının verdiği şekilde yerli
yerine yerleştirir. Böyle biri, yanılmaz ve asıl ve ayrıntılarda genel anlamda
hataya düşmez. Düşünürsen, her müçtehit asıl ve fer konularındaki içtihadında
isabet eder. Bu, daha önce dile getirilmişti.
Zikrettiğimiz bu husus sabit olunca,
şöyle deriz: Bizim yolumuzda mârifeti inceleyince, onun yedi hususu bilmekle
ilgili olduğunu gördük. Kastettiğim, Allah Teâlâ’nın kullarının seçkinlerinin
yürüdükleri yoldur. Birincisi hakikatleri bilmektir ki ilahi isimleri bilmek
demektir. İkincisi Hakkın eşyadaki tecellisini bilmek, üçüncüsü Hakkın yükümlü
kullarına şeriatın diliyle gelen hitabını bilmek, dördüncüsü varlıktaki kemal
ve eksildiği bilmek, beşincisi hakikatleri yönünden insanın kendi nefsini bilmesi,
akıncısı bitişik ve ayrık âlemleriyle hayali bilmek, yedincisi ilaç ve
hastalıkları bilmektir. Yedi meseleyi bilen kimse, ‘mârifet5 denilen
şeyi elde etmiştir. Bu kapsama Muhâsibi ve başkalarının mârifet hakkında söyledikleri
de girer.
BİRİNCİ
TÜR BİLGİ
Hakikatleri Bilmek, İlahi İsimleri
Bilmek
Bu bilgi, dört
kısma ayrılır. Birinci kısım, zata delildir Ki özel isimdir. Bu isim
kullanıldığında -kınama ve övgü göstermeksizinisimlendirilenin zatından başka
bir şey anlaşılmaz. Bu kısmı, Kitabında ya da Şâri’nin dilinde bize gelen
isimler arasında sadece ‘Allah Teâlâ’ isminde bulduk. Allah Teâlâ ismi,
hakkında görüş ayrılığı bulunan bir isimdir, ikinci kısım ise, sıfatlara delil
olan isimlerdir. Bunlar, iki’ye ayrılır: Birinci tür isimler; varlığı mümkün,
akledilir niteliklerin varlıklarını gösterir. İkincisi tür ise; dışta varlığı
olmayan izafi nitelikleri gösterir. Üçüncü kısım, fiil niteliklerine delildir.
Bunlar da, iki’ye ayrılır; açık ve kapalı kısım. Dördüncü kısım ise, söz
gelişibir şekilde fiil niteliğine, bir şekilde tenzih niteliğine delalet eden
isimlerdir.
İlahi isimlerin bilinmesi mârifetin
ilk kısmıdır. Bu bilgi, söz konusu isimlerin delil olduğu ve kendisi için
getirildikleri şeyi bilmektir. Bu bilgi de, taksim ettiğimiz bu kısımlarda
bulunur ve Allah Teâlâ izin verirse bu bölümde onları açıklayacağız. İsimlerin
özelliklerini bilmek ve bu konuda konuşmak da bu meseleyi bilen Allah Teâlâ
ehline özgüdür. Çünkü bu bilgide sırları açmak ve perdeleri yırtmak söz
konusudur. İlahi gayret, bunları izhar etmeye manidir. Allah Teâlâ ehli, bunu
bilmelerine rağmen, isimlerdeki bilgilerini Allah Teâlâ karşısında
kullanmazlar. Bunun kanıtı şudur: Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem,
isimleri en iyi bilen kimseydi. Allah Teâlâ da, bilgisinde bu isimlerin
özellikleri hakkındaki hüküm nedeniyle, o isimlerle kendisine dua edene olumlu
karşılık verir. Kuşkusuz Peygamber, ümmeti hakkında üzüntülerini kendi
aralarında yapmaması hakkında Allah Teâlâ’ya dua etmiştir. Allah Teâlâ ise, onu
böyle bir davranıştan men ederek duasına icabet etmemiştir. Onun yerine başka
bir şey vermiş olsa bile, bu, başka bir konudur. Hiçbir dua -sahibi
cezalandırılsa bilebütünüyle reddedilmez. Fakat özellikle (gerçekleşsin diye)
dua ettiği şey reddedilir. Bu, ismin özelliğinin gerektirmediği bir konuda dua
edilince böyledir. Allah Teâlâ, konuyla ilgili özel bir isimle dua eden Bel’am
b. Baura’nın Musa ve kavmiyle ilgili yaptığı (bed-)duasını kabul etmiştir. Bu
durum ‘Ona ayetlerimizi verdik ve onlardan soyutlandı’201 ayetinde dile getirildi. Ona isimden
ait olan şey, sadece ismin harfleriydi ve onları söylemekle yetinmişti. Bu
nedenle, ayette ‘onlardan soyutlanmıştır’202 denildi. Onun için isimler, giyenin
üzerindeki elbise gibiydi. Bundan soyutlanması ise, yılanın derisinden
çıkmasına benzer. Bâtınında isim bulunsaydı, hayâ ve makamı peygamberlerden
birisine karşı beddua etmekten onu ahkoyardı. İsmin özelliği nedeniyle duasına
olumlu karşılık verilmiş, cezalandırılmış ve köpeğe benzetilmiştir.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem özel bir isimle dua edip onu kullanmış olsaydı, hiç kuşkusuz, Allah
Teâlâ onun isteğine olumlu karşılık verirdi. Bununla birlikte biz Peygamber’in
öncekilerin ve sonrakilerin bilgisini bilgisiyle insanların en bilgilisi
olduğunu biliriz. Buradan, onun duasının (konuyla ilgili) ismin özelliğiyle
yapılmadığını ve Peygamber’in (Allah Teâlâ karşısında) edepli davrandığını
anladık. Bunun nedeni, Allah Teâlâ karşısındaki saygıdır. Çünkü Hz. İsa’nm da
dediği gibi, Peygamber Allah Teâlâ’nın içinde neyin bulunduğunu bilemez. ‘Ben
senin içindekini bilmem, Sen ise benim içimdekini bilirsin’20* der. Belki
de, beddua ettiği bu işte onun adına bir iyilik yoktu. Peygamberler, Allah
Teâlâ’dan istedikleri hususları dileklerine özgü olmayan isimle istemişlerdir.
Allah Teâlâ’nın bilgisinde o şey hakkında bir memnuniyet var ise ve dua eden
adına da onda bir hayır varsa, istenilen şeye olumlu karşılık verilmiştir.
Böyle bir şey yok ise, dua edene dereceler ya da günahlarının örtülmesi gibi
kefaretlerle başka bir bedel verilir. Sıradan insanlar veya insanların geneli
bilir ki, ism-i a’zam diye isimlendirilen genel bir isim vardır. Bu isim,
Ayete’l-kürsi ve Âl-i imran suresinin başındadır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem onu bilse bile, belirttiğimiz konuda o isimle dua etmemiştir. Dua
etseydi, Allah Teâlâ isteğine olumlu karşılık verirdi. Allah Teâlâ’nın eşya
hakkmdaki bilgisi geçersiz olmaz. Bu nedenle Allah Teâlâ, ehline edep
öğretmiştir ki bu da ilahi isimlerin bilgisinin bir yönüdür.
isimlerin bir kısmı, bileşik
harflerden oluşur. Bir kısmı ise Balebekke ve Rahmâni’r-rahim gibi bileşiktir.
Bileşik harflere örnek olarak ise, tek başma er-Rahman ismini verebiliriz.
Bilmelisin ki, harfler -tıpkı
doğalar, madenler, hatta bütün eşya gibiyalnızken kendilerine özgü niteliklere
sahipken başka harflerle bir araya geldiklerinde de bir takım (yeni) özellikler
kazanırlar. Bileşik haldeki özellikleri kendilerine ait değil, ‘toplamın
birliği’ne aittir. Bunu anlamalısın! Böylece âlemdeki fail sadece birdir.
Çünkü bu durum, İlah’ın birliğine delildir. O halde İlah, bir ve eşyayı
yaratmasında ortaksız olduğu gibi aynı gerçek, var olanlara nispet edilen
fiillere de yayılmıştır. Bu sayede var olanlar bileşik olduklarında
kendilerinden çıkacak fiiller, toplamın birliği nedeniyle ortaya çıkar. Her bir
parça tek başınayken bütünün özelliğinden farklı bir özelliğe sahiptir. İki
veya daha çok şey bir araya gelince, toplamın her parçasına ait olmayan bir
sonuç meydana gelir. Örnek olarak, mürekkebin siyahlığını verebiliriz.
Siyahlık, toplamın birliği nedeniyle bütün unsurlardan meydana gelmiştir.
Hâlbuki her parça, tek başına aynı siyahlığı veremez. Aynı şekilde, kelimelerin
bileşimi de harflerin bileşimine benzer.
Buradan, tek bir harfin amelinin olduğunu
öğrenirsin. Fakat bu durum, kasta bağlıdır. Nitekim Arapça’da Şın harfi,
duyanda bir şeyin onu geri götürmesi şeklinde bir etki yapar. Şın tek harftir.
Kaf ise, nefsinin bir şeyden geri kalması duygusunu verebilir. Ayn harfi, tek
bir harf olmakla birlikte, duyduğunu anlamayı ifade eder. Kün (ol) sözü ise,
harflerin fiili ve etkisi değil, bir kelimenin fiili ve var edişteki özelliğini
gösterir. Bununla birlikte bu sözün bir takım şartlan vardır ki, Allah Teâlâ
ehli Allah Teâlâ’nın karşısında o şartları yerine getirir. Böylelikle (kün sözünü
Allah Teâlâ’ya bırakarak) onun fiildeki bedelini ‘bismillah’ saymışlardır. Allah
Teâlâ’nın Peygamber’i Tebük savaşında onu kullanmış, daha önce veya sonra böyle
bir şey ondan duyulmamıştır. Bu davranışıyla Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem, sahabenin bilginlerine bu konudaki bu tarz sırları bildirmek istemiştir.
Bu bölümde zikredeceğimiz husus, ilahi isimlerin kısımları hakkında
söylediklerimizi bilmeyle ilgili olarak, zat isimleridir. Bunlar, özel isimler
gibidir. Bu isimlerden Kitap veya Sünnette ‘Allah Teâlâ’ isminden başka bir
ismin olup olmadığını bilmiyorum. Bu, Allah Teâlâ isminin bir kökten türetilmiş
olduğunu reddedenlere göre böyledir. Sonra, bu ismin bir kökeni var ise, acaba
isimlendirilen adına bu amaçlanmış mıdır, amaçlanmamış mıdır? Nitekim bir şahıs
özel isim yoluyla ‘Ba-yezid’ (Yezid) diye isimlendirilebilir. Bu isim ‘artış’
anlamından ve artmak demek olan bir fiil olabilir. Fakat biz kişiyi bedeninde
ve bilgisindeki artış ve gelişme nedeniyle böyle isimlendirmedik. Sadece onu
tanıyalım ve kendisini çağırmak isteyince çağırabilelim diye böyle
isimlendirdik. İsimlerin bir kısmı bu şekilde vaz’îdir. Böyle söylendiklerinde
bütün isimler, özel isim haline gelir. Öte yandan isimler övmek için -övgü isimleri
iselerkullanıldıklarında, gerçekte niteliklerin isimleri olurlar. Nitelik,
varlığının nitelenende bulunmasını gerektirir, çünkü nitelik, kendi başına var
olmaz ve kendine ait veya izafi bir varlığı yoktur. Onun dışta varlığı yoktur.
Öyleyse nitelik övgü, kınama veya medih yoluyla kendisiyle nitelenene işaret
eder. Kur’an’da yer alan ilahi-güzel isimler böyle gelmiştir. Bunların hepsi,
anlam bakımından Allah Teâlâ’nın zatını niteler. Allah Teâlâ kelimesi ise
lafzın vazedilmesi yoluyla O’na işaret eder. O halde Allah Teâlâ isminin zat
için özel bir isim olduğu aşikardır ve türeme kastedilmemiştir. Bununla
birlikte bazı Arapça bilginleri bu isimde bir türeme kokusu bulunduğunu
söyleyebilir.
Zamir isimlerine gelirsek, bunlar,
hiç kuşkusuz zata işaret ederler ve türetilmemişlerdir. Örnek olarak hüve (o),
bu, ben, biz, sen, ‘innî (kuşkusuz ki ben)’ ifadesindeki y (ben), ‘inneke
(kuşkusuz sen)’ ifadesinden k (sen, seni) gibi zamirleri verebiliriz. Hüve
(o), üçüncü tekil şahıs zamiridir. Zamirler Hakka özgü değildir. Onlar, gizli
herkese aittir. Bu yönüyle zamir, daha önce kendisinden söz edilen
görünmeyenin zatını gösteren sözlerdir. Böyle olmazsa, zamir kullanmanın anlamı
kalmazdı. Bu nedenle, kendisini zikretmezden önce gizleme ancak şiirin zorunlu
kılması nedeniyle olabilir. Şair vezinde zorda kalınca böyle bir yola
başvurabilir. Şöyle bir mısra vardır:
Rabbim onun hayrım versin, Adiyy b. Hatem’in
Burada önce zamir zikredildi (onun).
Çünkü şair şöyle demek istiyor: Rabbim, Adiyy b. Hatem’in iyiliğini versin.
Şair, vezni tutturamadığı için zamiri öne almıştır. Zamirlerden birisi de ‘za’
harfidir. Bu işaret zamirlerindendir. Örnek olarak, ‘zalikümullah (işte Rabbiniz Allah Teâlâ O’dur)’204 ifadesini
verebiliriz. Başka bir zamir ‘bana ibadet et, benim için namaz kıl’205 ayetinde
geçen iyelik zamiridir. Aynı şekilde ‘sen’, ‘seni’ gibi zamirleri verebiliriz.
Bunlar, ‘Sen onların üzerinde gözetici idin’20'’
ayetinde geçer. Biz, bizi, bize gibi zamirler de bu kapsama girer. ‘Onu biz indirdik.’2"7 Aynı şey, ikinci
tekil şahıs zamiri için de geçerlidir. ‘Sen aziz ve hakimsin:208 Bütün
bunlar, zamir, işaret ve kinaye isimleridir. Bunlar, gizlenen, hitap edilen,
işaret edilen, kinaye edilen şeylere gönderme yapar. Bununla birlikte özel
isim değillerdir. Fakat onlar, delil olmada özel isimlerden daha güçlüdür,
çünkü özel isimler niteliklere muhtaçtır. Bunlar ise, onlara muhtaç değildir.
Her bir kelimenin kendilerini zikredişte bir sonucu vardır.
Allah Teâlâ ehli olan zevk
sahiplerinden kimsenin bu yolda sâlikler için zikirde ‘O (hüve)’ zamirinden
başkasına dikkat çektiğini görmedik. Bu zamiri ‘seçkinlerin seçkinlerinin
zikri’ saymışlardır. Çünkü bu zamir, onlara göre ilk konuluşunda (vaz’) ‘Allah
Teâlâ’ isminden daha çok bilinir. Çünkü o, özel olarak -herhangi bir türeme
olmaksızınhakikate delalet eder. Allah Teâlâ ehli, o zamirini diğer zamir ve
kinayelere üstün tutar. Bunun nedeni, onun hakikatinin bilinmesinden uzak
üçüncü şahıs zamiri olmasıdır. Onlar şöyle demiştir: Hüve, sadece Allah
Teâlâ’nın bilebildiği hüviyete işaret eder. Böylelikle onlar bu görüşe
dayandıkları gibi özellikle Allah Teâlâ’nın kendisini bilmediğini zanneden bir
grup da böyle düşünmüştür ki, Allah Teâlâ, böyle bir şeyden münezzehtir. Bu
grup zikirde hüve’den başka bir zamirin mertebede daha yetkin olabileceğini
bilememiştir. Buna örnek olarak, ‘inm’ ifadesinden y (beni, ben) veya ‘nezzelnâ
(biz indirdik)’ ifadesindeki ‘nâ (biz)’ gibi bileşik zamirleri verebiliriz.
Bütün bunlar, zikrederken -ârif için değilsâlik için hüve’den üstündür. Ariflerde
ise hüve’den daha üstün bir zikir yoktur. Aynı şekilde bunlar, ikinci şahıs
zamirlerinden de üstündür. Örnek olarak, ‘seni’, ‘sen’ gibi zamirleri
verebiliriz. Çünkü sadece Allah Teâlâ kendinden söz ederken ‘beni’, ‘ben’ ve
‘biz’ diyebilir. Bu zamirleri Allah Teâlâ ile söyleyen kişi ise ‘Allah
Teâlâ zikri en büyüktür’209 diyen
kimsedir. Bunun neticesi ise daha büyüktür. Çünkü zikrin değeri, zikredenin
bilgisinin büyüklüğüyle ölçülür. Allah Teâlâ’dan daha bilgili yoktur. Diğer
zamirler ise -o, bu, sen gibiişaret edilen varlığın özelliklerindendir. Bunlar
da, hüve’den daha üstündür. Bununla birlikte Allah Teâlâ ehlinden kimse,
bunlarla zikretmeyi âdet edinmemiştir. Hâlbuki onlar, hüve zamiriyle zikri âdet
edinmiştir. Onları bu zamirlerle zikir yapmaktan zevkin olmayışı mı engelledi,
bilmiyorum! Bu, daha yakın bir sebep gibi görünüyor, çünkü onlar bu zamirleri
zikir yapmamıştır (dolayısıyla zevkleri de yoktur).
Şöyle denilebilir: ‘Bu zamirler
sınırlama gerektirir?’ Biz de şöyle deriz: ‘Bu durum bütün zamirlerde
geçerlidir. Biz, özel tarzdaki bir huzur ile birlikte, bütün bunlarla
zikretmeyi kabul ediyoruz. Şeriatta bu konudaki görüşümüzü destekleyen
ifadelerden biri Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Allah Teâlâ kulunun
diliyle ‘Allah Teâlâ kendisini öveni duydu’ der’ hadisidir. Kutsi bir hadiste
ise ‘Ben onun duyması, görmesi, dili, eli, ayağı olurum’ denilir. Hakk biz,
ben, beni gibi zamirlerle konuşandır. Biz de O’nu bu zamirlerle O’nun yerine ya
da O’nun kendisiyle zikrederiz. Çünkü benim dilimle bunları söyleyen O’dur.
Binaenaleyh böyle bir zikir, daha huzurlu ve gösterdiği şeyi daha
açıklayıcıdır.
Bu isimlerin, yani zamirlerin fiilde
(tesir) bazı özellikleri vardır. Allah Teâlâ ehlinden kimsenin hüve’nin
dışındaki zamirlerin bu tarz özelliklerini bildiğini görmedim. Sen ‘o’
dediğinde, o olur. ‘O’ derken ‘o’ olmazsa, o senin ‘o’ deyişinde olur. Diğer
zamirlerin isimleri de böyledir. Bunu bilmelisin! Çünkü bu, Allah Teâlâ’yı
bilmenin sırlarındandır. Allah Teâlâ ehlinden kimse, bunun farkına varmamış
veya buna dikkat çekmemiştir. Bunun nedeni, (ilahi mertebe hakkındaki) gayret,
cimrilik veya bununla ilgili korkudur. Korku, bu isim söylendiğinde Allah
Teâlâ’nın kendisinde yaratmayı izhar etmesinden dolayı kuldan ortaya çıkacak
çekinmeyle ilgilidir. Çünkü onu kulunun dilinde söyleyen Allah Teâlâ’dır. Bunun
ayetten delili şudur: ‘Ona üfler ve benim iznimle kuş oîur.’210
Allah Teâlâ’nın kulun hüve’yi söylemesi esnasında yaratması, bu esnada özel
bir mahzarda zuhuru demektir. Çünkü O’ndan başkası zuhur etmez ve hüve’yi
ancak O der. Öyleyse Allah Teâlâ, kendisini izhar etmiştir. Allah Teâlâ
Zâhir-izhar eden, Bâtınbâtın bırakan, Aziz-izzet veren, Zengin-zengin edendir.
Bu isimle bu zikrin sırrına dikkatini çektim. Diğer zamir, işaret ve kinaye
isimlerini de bu esasa göre alırsın. Fakat kimin zikrettiğini, nasıl
zikrettiğini ve kimden ve kimle zikrettiğini öğrenebilmek için, temizlik,
huzur, edep ve bu konulardaki bilgi zorunludur. Allah Teâlâ, O’nun için ve
senin için, zikredenlerin en hayırlısıdır.
ikinci kısım ise, ilahi isimlerin
ilmidir. Bu kısım, ikiye ayrılır: Birincisi, mana sıfatlarının isimlerini
bilmektir. Örnek olarak, el-Hayy ismini verebiliriz. Bu isim, hayat ve
bilgiyle nitelenen zatın bulunmasını gerektirir. Bilgiyle nitelenen ise, bilen
diye isimlendirilir. Kudret özelliğiyle nitelenen kadir, iradeyle nitelenen
mürid diye isimlendirilir. Öte yandan duyma, görme ve konuşma özelliğiyle
nitelenen, duyan, gören ve konuşan diye isimlendirilir. Bütün bunlar,
nitelenenle var olan anlamlardır. Ya da farklı bir isimlendirmeyle nispeder de
diyebilirsin. Bu niteliklerin kendileriyle nitelenende bir takım hükümleri
vardır. İsimler, bilgi ya da kudret diye isimlendirilen nitelikle nitelenen
zatı gösterseler bile, onların kendi aralarında bir takım mertebeleri vardır.
Söz gelişi bilginin kendisinde bulunduğu kişi Alim, Allam, Alîm, Habîr, Muhsi,
Muhit diye isimlendirilir. Bütün bunlar bilgiyle nitelenenin isimleridir. Fakat
Alim’in anlamı, Alîm ve Habîr’in anlamından farklıdır. Bu isimden Alim’den
anlaşılmayan bir anlam anlaşılır. Çünkü Alîm, mübalağa bildirirken Alim
isminden anlaşılmayan bir anlam bildirir. Çünkü bilinenlerden herhangi bir
şeyi bilen kimse Âlim diye isimlendirilirken alîm ve allâm bilgisi pek çok şeye
ilişene verilen bir addır. Habîr ismi ise, denedikten sonra öğrenen kimsenin
ismidir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Sizi deneyeceğiz, ta ki öğrenelim.’2'1 Muhsi ismi de bir açıdan bilinenleri
sınırlamayla ilgilidir. Bu ismin anlamı bilgiyi talep eden özel bir ilişmedir.
Muhit isminin ilgisi de özeldir. Bu,
bilinenlerin zatlarındaki, resimdeki (betim) ve lafızdaki hakikatlerini,
bunların arasından sonlu ve sonsuz olanlarını bilmeyle ilgilidir. Sonsuz olanı
Muhit ismi, sonsuz olarak bilmiş ve ihata etmiştir. Burada, bilgi sahiplerinin
büyük kısmının ayağı kaymıştır. Kadir, Muktedir, Kahir gibi bütün nitelikler de
böyle değerlendirilir. Bütün bunları kudret niteliği gerektirir. Kendilerini
talep eden niteük bir olsa bile hepsinin arasında fark vardır. Kâhir, direnenin
karşısmda bulunurken Kahhâr pek çok direnenin karşısında bulunur. Kadir ise,
dışta yok olmakla birlikte, etkiyi kabul edenin karşısındadır. Bu durumda onda
bir tür imtina vardır Ki, bu, sorunlu bir meseledir! Çünkü var olmasından önce
yokluğun mümkünü geçmesi, irade edilen iş değildir. Ya da bu, mümkün adına zâti
bir nitelik değildir. Bu bir sorundur ve öğrenilmesi gerekir. Muktedir,
kudretin güç yetirilene (makdur) iüşmesi esnasında ortaya çıkan bir isimdir.
Çünkü bu isim, tıpkı Muktesip ve Kâsib isimlerinin ilişkisi gibi, fiilini
kudretin güç yetirilenin varlığını yaratışında gösterir.
İsimler arasındaki fark ortaya
çıkmıştır. Hepsini tek bir nitelik talep edebilirken, farklı açılardan talep
eder. Çünkü âlemde eş anlamlılık (müteradiflik) yoktur. Çünkü bu bir tekrardır.
Varlıkta ise ilahi genişlikle çelişeceği için, genel anlamda tekrar yoktur.
Şeriatta sözle ilgili eş-Şekûr ve
el-Mücîb isminden başka ilahi isim bulamadık. Kelam lafzından da bir isim
bulamadık. Bildiğim kadarıyla, irade sözünden türetilmiş bir isim yoktur. Şu var
ki, anlam bakımından O’nun isimlerinden birisi de fıil-isimlerdir. Allah Teâlâ
şöyle der: ‘O dilediğini yapandır.’212 Bu ismin tasavvur edilmesi güç bir
bağlamı vardır. Bu ise, O’nun iradesinin söz söylemesidir. Onun sözü fiillerden
olmadığı gibi yok olan (ademî) bir nispet veya özellik de değildir. Aynı
şekilde bu isim kudrette tasavvur edilir. Çünkü Hakkın kadir olması, kullarını
dilediği şekilde konuşturması demektir. Burada öğrenilmesi gereken bir bilgi
vardır. Şöyle ki: Allah Teâlâ iradesinin (bir şeye) ilişmesini zaman hükmü
altına sokarak ‘ne zaman ki (izâ)’ -ki bu bir zaman kipidiredatını getirmiş ve
şöyle demiştir: ‘bir şeyi irade ettiğimizde ona
sözümüz ol’dur.’213 Bununla
birlikte zaman da irade edilmiş olabilir ve bu durumda ‘ne zaman ki’ ifadesi
anlamını yitirir, çünkü zaman henüz var olmamıştır ki onun bir hükmü
olabilsin. Bu bilgi, ilahi isimlerin sırlı bilgilerindendir.
Bilmelisin ki, Allah Teâlâ ehlinin
O’nun isimlerindeki dayanakları, kitaplarında veya resullerinin dilleriyle
kendisini isimlendirdiği şeylerdir. Bu isimleri türetilmiş anlamıyla veya övgü
anlamında ele alsaydık, sayı bakımından sınırlanamazlardı. Allah Teâlâ şöyle
der: ‘Güzel isimler O’nundur.’214 Sahih bir hadiste ise şöyle denilir:
‘Allah Teâlâ’nın doksan dokuz ismi vardır, onları ezberleyen cennete girer.’
Doğru bir yoldan, bu isimleri tam saptayamadık. Bu konudaki bütün hadisler
sorunludur ve onlardan doğru (bir bilgi) çıkmaz. Keşf yoluyla bizim veya -her
kim adına gerçekleşirsebaşkaları adına meydana geleni ise -kendimiz onlarla dua
etsek bileherhangi bir kitaba yazmadık. Böyle yapmak, Allah Teâlâ’ya iftira
edenlerin içlerinde bir bozulmaya yol açardı ki, zamanımızda bu insanlar
çoktur. Eserini incelediğimizde, hiç kimsenin bu isimlerle Hafız Ebu Muhammed
Ali b. Saîd b. Hazm el-Farisî kadar ilgilenmediğini gördük. Onun ulaşabildiği
son nokta ise esma-i hüsna’dan (güzel isimler) zikredeceklerimdir. Sahih
kaynaklardan bize aktarabildikleri bunlarla sınırlıdır. Bu kaynağı bize Ali b.
Abdullah b. Abdurrahman el-Feryani, Ebu Muhammed b. Abdulhak b. Abdullah
el-Ezdi el-Işbilî’den, ona da Abdulhak icazet ve duyma yoluyla Ebu’l-Hasen
Şureyh b. er-Ruaynî, o da Ebu Muhammed Ali b. Hazm el-Farisi’den aktarmıştır.
Şöyle der: ‘İsimler Kur’an’dan ve Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in
sahih hadislerinden çıkartılır. Bu hadislerin sayımı bize şu şekilde
ulaşmıştır: Allah Teâlâ, er-Rahman, erRahim, el-Alim, el-Hakîm, el-Kerim,
el-Azim, el-Halim, el-Kayyum, el-Ekrem, es-Selâm, et-Tevvâb, er-Rab, el-Vehhab,
el-Akrab, es-Semi, el-Mücîb, el-Vâsi’, el-Aziz, eş-Şâkir, el-Kâhir, el-Ahir,
ez-Zâhir, elKebîr, el-Habir, el-Basir, el-Gafur, eş-Şekûr, el-Gaffâr,
el-Kahhâr, elCebbâr, el-Mütekebbir, el-Musavvir, el-Berr, el-Muktedir, el-Bârî,
elAlî, el-Ğanî, el-Veli, el-Kavî, el-Hayy, el-Hamîd, el-Mecîd, el-Vedûd,
es-Samed, el-Ehad, el-Vâhid, el-Evvel, el-A’lâ, el-Müteâl, el-Hâlık, elHallâk,
er-Rezzak, el-Hakk, el-Latif, er-Raûf, el-Afuvv, el-Fettâh, elMetin, el-Mübîn,
el-Mü’min, el-Cemil, er-Refik, el-Müs’ir, el-Kâbız, elBâsıt, eş-Şâfı, el-Mu’ti,
el-Mukaddim, el-Muahhir, ed-Dehr.
Ebu İshak’a varıncaya kadar, nesilden
nesile pirlerimizden aktarılan isimler bunlardır. Kur’an’dan öğrendiğimiz ve
izafeli gelen başka isimler de vardır. Bunlar, bize göre isim iken, ona göre
isim değillerdir. Aynı şey hadislerde de geçerlidir. Allah Teâlâ’nın isimlerini
gerçekte öğrenmek isteyen kimse, ‘Ey insanlar, siz Allah Teâlâ’ya
muhtaçsınız’2IS ayetini incelemelidir. Gerçekte varlıkta
sadece Allah Teâlâ’nın isimleri vardır. Fakat yaratıkların gözleri onlarm bilgisinden
perdelenmiştir. Bu bağlamda koruyucu olan Allah Teâlâ‘tır, başkası değil!
Öyleyse korumada vasıta olan her şey ile perdelenen Allah Teâlâ’dır. Allah
Teâlâ ‘gökleri ve yeri yaratandır5216 ya da
‘melekleri elçiler yapan’, ‘geceyi dinlenme yapandır’, ‘yeryüzünde halife
yaratandır’, ‘göklerin ve yerin nurudur’, ‘gökleri ve yeri ayakta tutandır.’ Allah
Teâlâ çok sabredendir, tövbeyi kabul edendir, hesabı hızla görendir, azabı
şiddedi olandır, dereceleri yükseltendir’, ‘Arş ve miraçlar sahibidir.’ Seni
yola sevk ettim. Bular, manalara, nispedere ve el-Evvel, el-Ahir, el-Zâhir,
elBâtın gibi izafedere delalet eden nitelikler kısmıdır.
Üçüncü kısım ise fiil isimleridir ki,
bunlar açıktır. Örnek olarak Musavvir ismini veya ‘Allah
Teâlâ tuzak kurdu5217 gibi
ifadeleri verebiliriz. Bütün fiil isimleri irade isimleridir.
Dördüncü kısım, Mümin, Rab gibi Allah
Teâlâ’nın kullarla ortak olduğu isimlerdir. Mümin, doğrulayan ve güven veren
demek iken Rab sahip anlamına geldiği gibi ıslah eden, efendi, mürebbi ve sabit
olan demektir. Öyleyse ilahi isimlerden birisini öğrenince, onun hangi
mertebeden olduğuna bakmalısın! Sonra onu mertebesinde bırakarak, genel olarak
mertebenin dışına çıkarmamalısın. Her ismin bütün niteliklerin ait olduğu zata
delil oluşundan habersiz kalma! Bunu bilirsen sen de ‘çoklukta hakikati bir’
olan olursun. Sen de ‘bir-çok’ olursun. Çünkü mertebe ve hakikatler, sıfadarı
oldukları kimse adına isimleri talep eder. Sen de onlarla dua ettiğinde, Allah
Teâlâ’nın mertebelere ve hakikatlere bir inayeti olduğunu öğrenirsin. Bu
mertebelerin hükümlerinden Allah Teâlâ’ya isimler verilmiş, zatmı onlarm
hükümlerinin mahalli yapmıştır. Söz gelişi hilim, bu hükmün kendisinden ortaya
çıktığı kimseye akledilir bir anlamın verildiği bir niteliktir. O, cezalandırmaya
ve bağışlamaya gücü yeterken hilim gösterir. Kerem mertebesinin de akledilir
bir anlamı vardır ve bu anlamdan kendisinden kerem ortaya çıkana isim verilir.
Bu isimlere örnek olarak Kerim, Muti, Cevad, Mün’im gibi isimleri verebiliriz.
Bütün isimleri işaret ettiğim şekilde ele almalı ve mertebelerinin dışına çıkarmamalısın.
Bununla birlikte Allah Teâlâ’nın isimleri içerisinde bir eş anlamlılık veya
hepsinin birbirine zıt olduğunu da düşünme! İşte Allah Teâlâ ehline ait
mârifetin ilk kısmını kısmî bir ayrmtılandırmayla birlikte özet olarak sana
açıkladık. Bunu anla!
İKİNCİ
TÜR BİLGİ
Tecelli İlmi
Bilmelisin ki, ilahi tecelli süreklidir ve üzerinde perde yoktur. Fakat o
olduğu bilinemez. Şöyle ki: Allah Teâlâ âlemi yarattığında, yokluk halinde ona
sözünü duyurdu. Bu durum ‘ol’ ifadesinde geçer. Alem Allah Teâlâ’ya görünür
iken bu esnada Hakk âleme görünmüyordu. Çünkü mümkünlerin gözleri üzerinde bir
yokluk perdesi vardı -o kadar-. Dolayısıyla onlar varlığı idrak edemiyordu ve
onlar madumdu. Bu durumda (Hakkın yaratması) tıpkı karanlığı kaçırtan ışığa
benzer. Işık bulunduğunda karanlık kalamayacağı gibi yokluk ve varlık ilişkisi
de böyledir. Allah Teâlâ yokluktaki hakikatlere -imkân ve (varlığı) kabul etme
istidadan nedeniylevar olmayı emrettiğinde, ne olduğunu görmek üzere koşmuşlar.
Çünkü onların kuvve hallerinde -varlık bakımından değilsübut yönünden duyma
gücü olduğu kadar görme gücü de vardı. Mümkün var olduğunda, ışık ile kuşatılır
ve karanlık kalkar. Bu durumda mümkünün gözü açılır, varlığı ‘sırf iyilik’
olarak görür. Bu durumda onun mahiyetini öğrenemediği gibi kendisine var olmayı
emreden olduğunu da bilememiştir. Bunun üzerine tecelli, ona gördüğü şey
hakkında bilgi vermiştir -yoksa varlığı verenin o olduğunu bildirmemiştir-.
Işık ile kuşatılan mümkün soluna dönmüş ve yolduğu tam olarak görmüştür. Meğer
ki yokluk ondan çıkıyormuş! Bu durum, ışık karşısında bulunan şahıstan oluşan
gölgeye benzer. Bunun üzerine ‘bu nedir?’ diye sorunca, ışık kendisine sağından
şöyle cevap vermiş: ‘Bu sensin. Sen ışık olsaydın, gölge çıkmazdı. Ben ise
ışığım ve onu ortadan kaldırırım. Senin sahip olduğun ışık, benim karşımda
bulunduğun için kazanılmıştır. Böylece ben olmadığımı öğren. İşte ben,
gölgesiz ışığım, sen ise -mümkün olduğun içinkarışık ışıksın. Bana nispet
edilirsen, seni kabul ederim. Yokluğa nispet edilirsen, o da seni kabul eder.
Sen varlık ve yolduk arasında olduğun gibi iyilik ve kötülük arasındasın.
Gölgenden yüz çevirirsen, imkân halinden yüz çevirmiş olursun. Bu durumda ise
beni tanımaz ve bilemezsin. Çünkü senin ilahın, Rabbin ve yaratanın olduğum
hakkındaki yegâne delilin mümkün olmandır. Bu ise, senin gölgeni görmendir.
Bütünüyle kendi nurundan yüz çevirirsen ve sürekli gölgeni görürsen, onun imkân
halinin gölgesi olduğunu bilemeyerek imkânsızın gölgesi olduğunu zannedersin.
İmkânsız ve zorunlu ise, her yönden birbirinin zıddıdır. Ben seni çağırırsam
bana icabet edemez ve beni duyamazsın. Çünkü senin gördüğün şey, benim davetim
karşısında seni sağırlaştırır. Öyleyse, seni gölgenden habersiz kılacak
şekilde bana bakma. Aksi halde, ben olduğumu iddia eder ve bilgisizliğe
düşersin. Gölgene benden habersiz kalacak şekilde de bakma! Bu durum seni sağır
yapar ve niçin yaratıldığını bilemezsin. Öyleyse bazen gölgene bazen bana bak.
Allah Teâlâ’nın senin için iki göz yaratmasının nedeni, biriyle beni diğeriyle
gölgeni görmendir. Allah Teâlâ sana olan ihsanını zikrederken şöyle der: ‘Onun iki gözü, bir dili ve dudakları yok mudur. Ona iki yol gösterdik.’21* Yani ona
iki yolu açıkladık. Birincisi ışık, diğeri gölge yoludur. ‘Ya şükreder ya nankör olur.’219 Çünkü
imkânsız yokluk, bir karanlıktır. Mümkünün yokluğu ise, karanlığı olmayan bir
gölgedir. Bu nedenle gölgede varlık rahatlığı vardır.
Bilmelisin ki, varlık ile
nitelendiğinde ve bu nurla çevrelendiğinde, mümkün adma gerçekleşen ilk
tecelli, karanlık bedenleri olmayan nurani ruhlara dönük tecellidir. Fakat bu
ruhlar da mümkün olmalarından kaynaklanan gölgeye sahiptirler ve bu gölge
sürekli kendilerinde bulunur. Bu ruhlar kendisiyle boyandıkları ölçüde nur
olmuş olsalar bile, imkândan kaynaklanan gölge kendilerine sürekli eşlik eder.
Bu gölge onların üzerinde gözükmez, fakat hükmü süreklidir. Bu mertebe, Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in bir duasmda ‘Allah Teâlâ’m beni nur yap!’ derken
ulaşmak istediği mertebedir. Bundan sonra ise yaratıcı (ibdaî) tecelli gelir.
Bu tecelli, bazı nurani ruhlara bu yaratıcı ruhlara ait başka bir tecelli
kazandırır. Bu tecelli esnasında bütün mertebeler öğrenilir. Bu mertebelerden
nurlar âleminde karanlık, latif, kesif, basit, bileşik cevherler arazlar, mekânlar,
zamanlar, izafetler, keyfiyetler, nicelikler, konumlar, failler, edilgenlikler
gibi kıyamete kadar olacak bütün şeyler öğrenilir. Alemin bütün türleri ve
varacağı cinsler, iki yüz yetmiş altı bindir. Bu sayı, üç yüz altmışın
kendisiyle çarpılması ve yetmiş sekiz binin eklenmesiyle ortaya çıkar. Üç yüz
altmış ise, İlk Akıl’ın bilgisidir. İşte bu, yaratıcı edilgendir. Ondan önce
geleni ise, sadece Allah Teâlâ bilebilir.
Akıl bu tecelliden bu mertebeleri
öğrenir. Bunlar onun ilimleridir ve bildikleri arasında tümel nefsin
kendisinden çıkması da vardı. Tümel nefs, ortaya çıkan ilk edilgen olduğu gibi
kendisinden ortaya çıktığı akıl ile kendisinden ortaya çıkan arasında karışık
bir halde bulunur. Tümel nefsin kendisinden ortaya çıktığı şey ışıktı. Tümel
nefsten ortaya çıkan ise karanlık, yani doğadır. Böylelikle nefsin gölgesi,
doğaya bakan dış tarafında ortaya çıkmıştır. Fakat kendisinden çıkan gölgesi
kesif cisimlerden uzadığı şekilde uzamamıştır. Tümel nefste akla ait
zikredilen bütün bilgiler nakşedilmiştir. Onun Allah Teâlâ’ya dönük özel bir
yönü vardır ki, bu yönü akıl bilemez. Söz konusu yön, Allah Teâlâ’nın
yaratılmış her şeyle arasındaki sırrıdır. Onun ilişkisi bilinemeyeceği gibi
dile de gelmez ve hiçbir yaratılmış vatlığını inkâr edemez. Bu özel yön,
bilinen-bilinmeyendir. Başka bir ifadeyle bu yön, eşyanın varlığını koruyan
‘eşyanın içindeki’ tecellidir. ‘Eşyaya dönük’ tecelli ise, bir takım halleri
yok ederken başka bir takım halleri var eder. Araz ve haller Allah Teâlâ’nın
dışındaki her şeyde bu tecelliden var edilir. Sonra O’nun isimlerin toplamında
bir tecellisi daha vardır. Bu tecelli ise, âleme miktarları, mekânları,
ölçüleri, vezinleri, şeriatları verir. Kısaca cisimler âlemi, ruhlar âlemi,
lafız ve rakam harfleri âlemi ile hayal âlemine yaraşan şeyleri bu genel
tecelli verir. Sonra, O’nun izafet isimleri içinde özel bir tecellisi daha
vardır. Örnek olarak ‘Yaratan’ (hâlık) ve benzeri isimleri verebiliriz. Bu
sayede âlemde türeme, çoğalma, edilgenlikler, başkalaşmalar ve nesepler orta
çıkar. Bütün bunlar, bu tecelliyi idrake engel perdeleri taşıyan zadarın
gözlerindeki perdelerdir. Bu tecelli, onların varlıklarını izhar eder. Bu
kadarıyla fiiller sebeplere nispet edilir. Onlar olmasaydı, keşf ortaya çıkar
ve meçhul kalmazdı. Fakat Allah Teâlâ ‘Allah
Teâlâ nezdinde söz değişmez’220 demiştir.
Bilinene aykırı bir şey gerçekleşmez.
Tecelli nedeniyle a’yân-ı sâbite’nin hali sübuttan varlığa doğru başkalaştığı
gibi varlıklarda bir halden diğerine intikaller yine tecelliyle gerçekleşir. Bu
ise, tecelli otoritesi altında ezilmek demektir. Dolayısıyla iki zıt etki
tecelliye aittir: Siler ve sabit kılar, yok eder ve var eder. Allah Teâlâ bunu ‘Rabbi
dağa tecelli edince, onu parça parça etti’22' ayetinde
dile getirmiştir. Dağı sabidik halinden korku ve parçalanma haline taşımıştır. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem keşfin doğruladığı bir hadiste şöyle der: ‘Allah
Teâlâ bir şeye tecelli ederse, o şey O’nun karşısında huşu eder.’ Allah Teâlâ
sürekli tecelli eden olduğuna göre, başkalaşmalar zahirde, bâtmda, gaybde ve
şehadette, duyulur ve akledilirde sürekli görülür. Öyleyse Hakkın işi
tecelliyken varlıkların işi bir halden diğerine yer değiştirmeyle
başkalaşmadır. Bazılarımız bunu bilirken bir kısmımız bunu bilemez. Bir
kısmımız herhalde O’nu bilirken O’nu bilmeyen her durumda inkâr eder. Sahih bir
hadiste Peygamber’in şöyle dediği aktarılır: ‘Her durumda hamd Allah Teâlâ’yadır.’
Peygamber, her durumda Allah Teâlâ’yı övmüştür. Çünkü tecellisi nedeniyle
bütün halleri veren O’dur. Bundan daha açığı ise, hadler uyulansa ve inkâr
edilmesi gereken şey inkâr edilse de gerçekleşen şeydir. Çünkü başkalaşmayı
inkâr eden ‘Göklerde ve yerdeki herkes O’ndan ister. O her gün bir
iştedir’222 (ayetini)
inkâr eder. Kastedilen, var olanlardaki ilahi hallerdir. Bu haller, var
olanlardaki başkalaşmaların belirlediği nispi isimlere göre gerçekleşir.
Böylelikle hakikati bir olan, âlemin farklı varlıklarında tecelli eder ve
âlemin suretleri tecellide kendilerini görür. Bu durumda âlem, bir hakikatte
birbirlerini görür. Bu bağlamda bir kısmı uygun olandır ki ‘muvafık’ diye
isimlendirilir. Bir kısmı ise, uygun olmayandır ki, o da ‘muvafık olmayandır.’
Muvafakat ve farklılık, dünyada ve ahirette ortaya çıkmıştır. Çünkü âlemdeki
varlıklar, sürekli olarak tecelli eden hakikatte birbirlerini görür. Böylelikle
onların nurları da, bu hakikatten kazandık-
A _ t < ...
ları ölçüde üzerlerine yansır.
Alemdekilerin gözleri kendisini gördüğünde, dünya ve ahirette gerçekleşen her
şey, bu hakikatin eserinden ortaya çıkar. Bu tecelli karşısında varlıkların
durumu, güneşin karşısındaki aynaya benzer. Güneşin ışığı, ışığın yansıması
nedeniyle karşısındaki aynaya yansıyarak onda bir yarılma (hark) meydana
gelir. İşte bu (tecelli eden) hakikati görmek nedeniyle, âlemdeki şeylerin
birbirlerinde ortaya çıkan etkisi de böyledir. O halde etkin olan, nurani iken
edilgin doğaldır. Alemde doğal sureti olan her şeyin mukaddes bir ruhu vardır.
Bu hakikat hiçbir zaman perdelenmez. O halde âlem sürekli müşahede halindedir
ve başkalaşma daima gerçekleşir. Fakat bu başkalaşma (bir kısmı için) uygun
(bir kısmı için) uygun olmayandır. Uygun olmayan kısım, fayda ve zarar diye
ifade edilir. Marifet kısımlarından biri olan ‘tecelli bilgisi’ budur. Bu
bilgiyi elde edememiş olan insan ârif olmadığı gibi mârifete de ulaşmamıştır.
ÜÇÜNCÜ
TÜR BİLGİ
Hakkın Şeriatın Diliyle Kullarına Dönük
Hitabının Bilinmesi
Allah Teâlâ
seni başarıya erdirsin, bilmelisin ki, insan ve
cinlerden başka bütün yaratıklar, Allah Teâlâ hakkında bir bilgiye, O’ndan
gelen bir vahye, kendisine tecelli eden hakkında bir bilgiye sahiptir. Her şey
bu bilgi üzerinde mutlu yaratılmıştır. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘Göklerde ve yerdeki herkesin O’na secde ettiğini görmez
misin?’223 demiştir.
Burada ifade genelleşmiştir. Sonra insanlara indirilen şey ayrıntılandırılarak
şöyle denilmiştir: ‘Güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar ve insanların çoğu.’224 Bu durum ‘İman eden ve salih amel işleyenler hariç. Onlar da ne kadar
azdır (ya da onlar da az değildir).’225 ayetine
benzer. Burada ‘onlar az değildir’ demektedir. Yani onlar çoktur. Bu yorum, ‘insanların çoğu...’226 ayetiyle
desteklenir. Ardından şöyle der: ‘Pek çoğu azabı Hakk etti.’227 Bunun nedeni,
Allah Teâlâ’nın insanı doğa ile nur arasında var olan nefs-i natıkası (düşünen
nefs) bakımından yükümlü tutmasıdır. Allah Teâlâ bu nefste Allah Teâlâ
hakkındaki bilgiyi elde etmesi için -O’nun iradesiylefikir gücünü yerleştirmiş,
diğer varlıklara verdiği gibi aklı vermiş, kabul özelliği vermiş, bilgileri
zatından ortaya çıkarsın diye fikir gücüne bağlamıştır. Böylelikle ilahi bir
güç ona halcim olur. Çünkü o, bu konuda kendisine ortak olacakları için, hem
cinsleri üzerine başkan olmak, onlara baskın ve hâkim gelmeyi sever. Allah Teâlâ
insanlara müfekkire gücünü verdiğinde, onlar için delil ve alametler ortaya
koymuştur. Bunlar, bilfiil var oldukları için sonradan yaratılmışlıklarına
delildir. Bunun yanı sıra Allah Teâlâ onlar için, varlığından başlangıcı
olumsuzlamak anlamındaki kadimliğini gösteren delil ve alameder koymuştur. Bu
deliller, hadislik için ortaya konulan delillerin aynısıdır. Bunların ‘Allah
Teâlâ’ denilen kadim zattan olumsuzlanmaları, delilin ta kendisidir. O halde
delillerin iki yönü vardır ki bunlar gerçekte tek şeydir. Delilin olumlu yönü,
âlemin hadisliğini gösterirken olumsuzlanması ise âlemin Yaratıcısını gösterir.
Akıl böyle bakınca şu sonuca varır: ‘Allah
Teâlâ’yı, kendimizi ve O’nu bilmemiz amacıyla ortaya koyduğu kanıdarla bildim.’
Bunlar, ufuklara ve nefslerimize yerleştirilmiştir. Bu sayede O’nun Hakk olduğu
ortaya çıkar, nitekim de çıkmıştır. Bizim ‘tecelli’ dediğimiz şey budur. Çünkü
tecelli, görülsün diye meydana gelir. Bu durum ‘Onlara
ayetlerimizi göstereceğiz’228 ayetinde belirtilir.
Burada ‘görmek’ ve tecelliye ait ayeder zikredilmiştir. Böylelikle O’nun Hakk
olduğu onlar için ortaya çıkar. Başka bir ifadeyle bir alamet olarak gördükleri
tecelliyi kendisi hakkında bir alamet olarak görürler. Bu durumda, O’nun
maksadarı olan Hakk olduğu anlaşılır. Bunun için sözünü tamamlayarak aynı
ayette şöyle demiştir: ‘Rabbin yeterli değil mi?’229 Kastedilen Allah Teâlâ’nın kendisine
delil olmasıdır. En açık delil, bir şeyin kendine delil olmasıdır. Böylece onların
akılları için âlemdeki varlıklarla ilişkilendirdikleri özellikleri (Haktan)
tenzih etmekle bu bilgi (bir yaratanları olduğu) gerçekleşir. Söz konusu delil,
hakikati bakımından bir iken ispat ve olumsuzlamada farklılık gösterir. Delilin
ispat yönü âlemi bilmeyle ilgiliyken olumsuzlama yönü Allah Teâlâ’nın
bilinmesiyle ilgilidir. Bu esnada Hakk, insan cinsi için bir şahıs var eder. Bu
şahıs insanlara Allah Teâlâ katından elçi olarak geldiğini söyler ve getirdiği
şeyleri bildirir. İnsanlar, müfekkire gücüyle bunları öğrenir ve peygamber
göndermenin imkân dâhilinde olduğunu görürler. Bu durumda onu yalanlamaya
kalkmadıkları gibi doğru söylediğini gösteren bir alamet de görmezler. Bunun
üzerine hüküm vermeden şunu sorarlar: Acaba senin elçiliğinde doğru
söylediğini öğrenmemizi sağlayacak Allah Teâlâ nezdinden bir alametin var mı?
Çünkü bize göre, seninle aramızda bir fark yok. Seni bizden farklılaştıran bir
özellik görmedik, iddia kapısı ise açık! İddiaların bir kısmı doğru, bir kısmı
yalandır.’ Bunun üzerine Resul olduğunu iddia eden şahıs mucize getirir. Onlar
da insaf gözüyle mucizeyi inceler. Mucize iki durumda olabilir: Birincisi,
onlar tarafından güç yetirilebilen kısımdır. Peygamber ise, onun mutlak anlamda
yerine getirilemeyeceğini iddia eder. Peygambere göre böyle bir şey, kıyamet
gününe kadar, sadece peygamber olan kimsenin eliyle gerçekleşebilir. Bu,
mucizenin sadece ayet olmadığı durumda böyledir. Çünkü mucizeler iman nurundan
yoksun olan inatçı hasırcılara yöneliktir.
Mucizenin ikinci durumu ise hem duyu
hem himmet gücüyle insanın güç yetiremeyeceği bir halde olmasıdır. Bir insan
her iki durumu bir araya getirir de onu inceleyen kişi onu bir ‘delil’ olarak
kavrarsa, mucize getirenin resul olduğuna ve Rabbinden getirdiği haberlerde
doğru söylediğine inanır. Bu durum -iddia konusuna göremucize hepsine delil
olunca böyledir. Bizim yolumuzun tecrübesine göre ise, peygamberin
doğrulanması, en-Nur isminden kalbe dönük gerçekleşen tecelli sayesinde
mümkündür. O nur insanın bâtınını kapladığında, kişi peygamberi doğrular ki, bu
nur, iman nurudur. Başkalarında ise bu nurdan bir şey meydana gelmez. Bununla
birlikte -kalbine atılan nur yönünden değildelil yönünden peygamberin
doğruluğunu bilir. Bunu bilmekle birlikte onu inkâr eder. İşte bu durum, ‘Bildikleri halde nefslerinin taşkınlığı nedeniyle onu inkâr
ettiler’230 ayetinde
dile getirilmiştir. Bunlardan da aşağıda, haklarında ‘Allah Teâlâ’nın bilgi üzerinde saptırdığı kimseler’231 denilen
kişiler vardır. Bu, onu bilme nurudur, yoksa iman nuru değildir.
İnsanların bir kısmı, peygamberi
tasdik eder ve tasdikini izhar eder. Fakat bu konuda kendisini gerçeğe
ulaştıran aklına dayanır. Bu kişi için henüz kendisiyle aydınlanacağı iman
nurundan bir ışık gerçekleşmediği gibi bu nur vasıtasıyla onu doğruladığını da
bilemez. Başkasında da bulunan bilgi nuruyla peygamberi tasdik etmiş değildir.
Çünkü bilgi nuru, iddiasının doğruluğunu bilmekle birlikte, kendisini inkâr
eden kimsede de vardır. Peygamberi doğrulayan bu kişi aklına itimat ettiğinde
ve onu tasdik eden başka biri geldiğinde, Allah Teâlâ ona iman ve bilgi nurunu
gösterir. Böylelikle nur üstüne nur olur. Ardından üçüncü bir insan gelir.
Onda teorik bilgi nurundan bir şey bulunmadığı gibi o kişi, bu aciz bırakan
ayetin neyi gösterdiğini de bilemez. Allah Teâlâ onun kalbine iman nurunu
attığında, peygambere inanır ve -teorik bilgi nuruna sahip değilkenonu
doğrular. Söz konusu kişi, selim bir fıtrata, kabul eden bir akla ve fikri
kullanmaktan uzak aydınlık bir bedene sahiptir. Böylelikle hızla (Peygamberi)
kabul eder.
Bu üç kişi, tasdik ettikleri peygamberin
önünde dururlar. Peygamber de onlara kendisini gönderen Hakkı nitelemeye
başlar. Böylece daha önce sahip olmadıkları bir bilgiyle Allah Teâlâ’yı
öğrenmelerini sağlar. Onlar, peygamberden öğrendikleri bilgileri daha önce Allah
Teâlâ hakkında imkânsız sayıyor, teorik delil sahipleri, peygamberin Allah
Teâlâ hakkında zikrettiği böyle nitelikleri Allah Teâlâ’dan olumsuzluyor,
onları yaratılmışlıklarına delil olan, hadislere ait nitelikler sayıyordu.
Teorik aklın inkâr ve reddettiği şeyleri duyduklarında, insanlar grup grup
olmuştur: Bir kısmı ‘izlerinin üstünde geri dönmüş’ ve peygamberin doğruluğuna
inanmasına sağlayan delilde şüphe ortaya çıkmıştır. Bu durumda, peygamber için
(daha önce kendisini doğrulamada kullandığı) delili zedeleyen kuşkular
bulunmuştur ki, bu kuşkular, onu peygambere iman etmekten ve onu kabulden
uzaklaştırır. Böylelikle ‘izinin üstünde gerisin geriye döner.’ Bir kısmı ise
şöyle der: Topluluğumuzun içinde sadece iman nuruna sahip olanlar da vardır.
Bunlar, bilgi nedir bilmez, ona nasıl ulaşılacağını da bilmez. Peygamberin
doğruluğundan ve hikmetinden kuşku taşımıyoruz. Hikmetin gereği ise, en zayıfı
dikkate almaktır. Peygamber Rabbiyle ilişkilendirdiği ve O’na ait saydığı
niteliklerde zayıfları dikkate almıştır. Söz konusu İçişinin kanıdan inceleme
gücü olmadığı gibi, onda iman nurundan başka bir şey de bulunmaz. Peygamber
ona merhamet ederek böyle davranmıştır. Bu kişi adına iman ancak böyle bir
nitelemeyle gerçekleşebilir. Hakk -kabul edenin aklı ölçüşüncedilediği şekilde
kendini niteleyebilir ve bununla ! birlikte kendiliğinde bu nitelemeden farklı
olabilir. Bu kişi, niteliği bildiren ve en zayıfın durumunu dikkate alan
peygambere güvenir. Dolayısıyla (akılla çelişen bir takım niteliklerin Allah
Teâlâ’ya izafe edilmiş olması anlamında) bu durum, sahip olduğumuz bilgiye
zarar vermez. Çünkü böyle yaparken peygamberin amacını anladık.’ Böylelikle
ikinci grup, peygamberin Rabbini (akılla çelişen niteliklerle) nitelemesini
içlerinden imkânsız saysalar bile, imanlarını korur ve bu davranışı hikmet ve
en zayıfı kendine çekmek şeklinde algılarlar. Peygamberin yanındaki üçüncü
grup ise şöyle der: Bu niteleme, kanıtlara aykırıdır. Biz ise, haber verenin
doğruluğu hakkında kesin kanaate sahibiz. Allah Teâlâ’yı bilmedeki nihai
imkânımız, yaratılmışlıkları nedeniyle kendisine nispet ettiğimiz şeyleri
O’ndan olumsuzlamaktır. Bu peygamber ise, bu nitelemede Allah Teâlâ’yı bizden
daha iyi bilir. Biz peygamberi tasdik ederek ve bu konuda kendisine ve Allah
Teâlâ’ya iman ederek, bu niteliklere inanırız. Lafza inanmak bize bir zarar
veremez. Bu niteliğin Allah Teâlâ ile ilişkisi ise, bizim tarafımızdan
bilinemez. Çünkü O’nun zatı olumlu niteliklerle bilinemez. Olumsuzlama ise,
itimat edilecek bir şey değildir. Öyleyse esas olan, Allah Teâlâ’yı
bilmemektir. Hakkın kitabında kendisiyle ilişkilendirdiği şeyi bilmemek daha da
büyük bir ilkedir. Biz, hakkında verdiği bilgiye teslim olur ve inanırız.
Başka bir grup da şöyle demiştir: Bu
elçinin doğruluğu hakkındaki kanıdarda kuşku taşımayız. O, bize kendisini elçi
olarak gönderen Allah Teâlâ’yı nitelerken bir takım bilgiler verdi. Biz onları
lâfzen alır ve kendimiz hakkında kullandığımız gibi Allah Teâlâ’ya yüklem
yaparsak, bu durum
O’nun hâdisliğine (sonradan olmuş)
yol açar ve O’nun ilahlığını ortadan kaldırır. Hâlbuki O, ilahtır. Öyleyse bu
lafızların geldikleri dilde başka bir bağlamlarının olup olmadığını
araştırmalıyız, çünkü peygamber, kavminin diliyle gönderilir. Söz konusu grup,
(akılla çelişen) niteliğin teşbihi giderip tenzihi gerektirecek bir tarzda
tevilini araştırmış, lafızları o tevile göre Allah Teâlâ’ya yüklem
yapmışlardır. Onlara ‘Sizi buna sevk eden nedir?’ diye sorulduğunda şöyle
demişlerdir: İki şey bizi buna sevk etti. Birincisi kanıtlardaki zedelenmedir.
Çünkü biz, aklî kanıtlarla peygamberin iddiasının doğruluğunu ispat ettik ve
aidi kanıdara zarar veren şeyleri kabul etmeyiz. Bunu kabul etmek, peygamberin
doğruluğu hakkındaki kanıdan da zedelemektir. İkincisi şudur. Doğru sözlü peygamber,
kendisini gönderen Allah Teâlâ’nın benzeri olmadığını söylemiştir. Bu bilgi,
aklın kanıdarıyla uyuşur. Böylece peygamberin doğru sözlülüğü, böyle kanıdar
nedeniyle bizde güçlenir. Peygamberin Allah Teâlâ hakkında söylediklerini lafza
göre söylesek ve onu -yaratıklarda yüklem yaptığımız gibiAllah Teâlâ’ya yüklem
yapsaydık sapıtırdık. Bu nedenle, her iki yöntemi de olumlamak için tevile
başvurduk.
Başka bir grup daha ortaya çıkmıştır
ki, en zayıf grup odur. Bunlar hayal mertebesini aşamadıkları gibi bunların
anlamları soyudama ve kapalı sırları öğrenme güçleri de yoktur. Onlar ‘Allah Teâlâ’nın benzeri bir şey yoktur’232 ayetini
anlamadıkları gibi ‘Allah Teâlâ’yı hakkıyla takdir edemediler’233 ayetini de
anlamamışlardır. Onlar bütün işlerinde hayal ile hareket eder. Kalplerinde iman
nuru ve tasdik bulunur. Fakat onlar dili bilmez. Bu nedenle gerçeği zâhiri
üzere kabul eder ve onun bilgisini Allah Teâlâ’ya havale etmezler. Böyle
niteliklerin Allah Teâlâ ile ilişkisini, kendileriyle olan ilişkisiyle bir
saymışlardır. Bu gruptan öte bunlardan daha zayıf başka bir grup yoktur. Onlar,
teşbihi kabul edip ‘O’nuıı benzeri bir şey yoktur’234 ayetindeki
tenzih niteliklerini anlamadıkları için imanın yarısına sahiptirler.
Bunların içerisinden gerçeğe ulaşan
kurtulmuş grup, Allah Teâlâ’nın nezdinden gelen haberlere O’nun kastettiği
anlamda ve bu konudaki bilgisine göre inanmışlardır. Bununla birlikte ‘O’nun benzeri yoktur’235 ayetiyle
teşbihi de olumsuzlamışlardır. Dostum! Bunlar âlemde şeriadarın dilleridir.
Böylelikle Hakk için süret, göz, el, ayak, kulak, göz, rıza, öfke, tereddüt,
sevinme, şaşırma, ferahlama, gülme, bıkma, tuzak, aldatmak, alay, küçük görmek,
koşmak, hızlı yürümek, inmek, istiva etmek, yakınlıkla sınırlanmak, ezaya
sabır gibi yaratıkların nitelikleri olan fiiller zikredilmiştir. Bunlara genel
olarak inanır ve mümkünlerin varlıklarındaki ilahi tecellinin bu nitelikleri
verdiğini biliriz. Dolayısıyla Allah Teâlâ’dan başka ne gören ne de görülen
vardır! Şeriatların dilleri tecellilerin delilleri iken, tecelliler de ilahi
isimlerin delilleridir. Böylelikle, marifet bölümleri birbirine bağlanmıştır.
Şeriatın dile getirdiği her lafız söylediği gibi kabul edilir. Fakat
bilginlerimiz, şeriatın hangi dille konuştuğunu, kime hitap ettiğini, kiminle
hitap edildiğini ve neye göre hitap ettiğini, fiillerin kime döneceğini,
sözlerin kime ait olduğunu ve hallerde başkalaşanın kim olduğunu bilir. Onlar ‘Sizin için boşaltacağız; Rabbinizin hangi ayetini
yalanlarsınız’236 ayetini
söyleyeni bilir. Buna şöyle karşılık veririz: ‘Rabbimizin nimederinden
hiçbirini yalanlamayız.’ Bizden duymak istediği budur. Biz de bunu sana
söyledik. Hamd Allah Teâlâ’yadır.
DÖRDÜNCÜ
TÜR BİLGİ
Varlıktaki Kemal ve Eksikliği Bilmek
Bilmelisin ki,
varlığın kemalinin bir yönü de, onda eksikliğin bulunmasıdır. Böyle olmasaydı,
eksiklik onda bulunmadığı için, varlığın kemali eksik kalırdı. Allah Teâlâ
kendinden başka her şeyin kemali için şöyle der: ‘Her şeye yaratılışını verdi.’237 Hiçbir şey
bunun dışında kalmaz. Öyle ki Allah Teâlâ, eksikliğe de yaratılışını verdi.
İşte bu ‘Allah Teâlâ’nın dışındaki her şey5 demek olan âlemin
kemalidir, insana gelirsek, Allah Teâlâ’nın kendisine layık bir kemali olduğu
gibi insanm da kabul edeceği bir kemali vardır. İnsanların söz konusu kemalden
eksiklikleri, âlemde bulunan eksikliktir, çünkü insan da âlemin bir parçasıdır.
Her insan kemali kabul etmez. Onun dışındakiler ise, bulunduğu mertebesinde
kâmildir, Kur’an’ın ifadesiyle hiçbir şey kendinden eksik değildir. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Pek çok erkek kemale erdi. Kadınlardan
Meryem ve Asiye kemale erdi. Aişe’nin diğer kadınlardan üstünlüğü, yağın yemeğe
üstünlüğüne benzer.’ O halde âlemde eksiklik, insan türünde ortaya çıkmıştır.
Bunun nedeni, onun âlemin hakikatlerinin bir toplamı olmasıdır. İnsan veciz bir
özet iken âlem uzatılmış ve yayılmış (insandır).
Ulûhiyetin kemaline gelirsek, bu
kemal, şeriatlar tarafından dile getirilmiştir. Akılların bu konuda kanıtı
yoktur. Akıl kanıtının gerektirdiği şekilde bile olsa, bir aklın kemal saydığı
şey, Allah Teâlâ nezdinde eksiklik olabilir. Öyleyse akıl, (en çok) Allah Teâlâ’yı
bilmenin yarısını sağlayabilir. Bu yarım, tenzih ve çokluk hükümlerini Allah
Teâlâ’dan olumsuzlamaktır. Şâri’ ise, Allah Teâlâ’dan aklın kendi kanıtıyla
olumsuzladığı şeyi ispat etmek ve O’nun olumsuzladığını ortaya koymak üzere
gelmiştir. Böylelikle şeriat, Allah Teâlâ’ya yaraşan kemali ifade ederken
tenzih ve teşbihi birlikte zikretmiş, bu durum akılları hayrete düşürmüştür.
İşte ‘ilahi kemal’ budur. Şeriatın zikrettiği konuda hayret ortaya çıkmasaydı,
Allah Teâlâ yaratılmış olanın hükmü altında kalırdı. Çünkü duyusal ve hayali
güçler, yaratıcılarını görmek üzere özü gereği O’nu talep ederken akıllar da
zatlarıyla ve kanıdarıyla olumsuzlama, ispat, zorunluluk, imkân ve imkânsızlık
gibi hükümlerle Yaratıcısını arar. Şeriat ise, duyulara ve hayale aidi kanıtların
gereği olan soyutlamayla hitap eder. Duyular ve hayal hayrete düşer ve şöyle
der: ‘Bizim soyutlama gücümüz yoktur.’ Akıllara ise duyuların ve hayalin
gösterdiği şekilde teşbihi emreder. Akıllar bu hitabı dinler ve hayrete düşerek
şöyle derler: ‘Biz teşbihi bilmiyoruz.’ Böylelikle akıllar, duyular ve hayal,
Hakkı idrakten aciz kalır. Hakk da hayrete (düşürmüş olarak) kemali üzere
kalır. O’nu kendinden başkasını bilemez ve göremez. ‘Onu bilgiyle
kuşatamadılar’ ve gözle göremediler. Eserler görülür, mertebeye yönelinir,
rütbe övülür, ilah tenzih edilir, teşbih edilene ibadet edilir. İlahi kemal
denilen şey budur.
İnsan, hayret ve tanım kemali
arasında ortada kalır. İşte bu, âlemin kemalidir. Öyleyse âlem insan
vasıtasıyla kemale erdi. İnsan ise, âlemle kemale ermemiştir. İnsanda -insan
olması bakımındanâlemin hakikatleri toplanınca, âlemden özellikle hacminin
küçüldüğüyle ayrışmış, kemalinin mertebesi onun adına geride kalmıştır. Bütün
varlıklar, kendi kemallerini kabul etmişlerdir. Hakk kâmildir. İnsan ise iki
kısma ayrılır. Bir kısmı kemali kabul etmez. Bu yönüyle insan âlemin bir
parçasıdır. Şu var ki o, özetin büyüğü içermesi gibi, âlemin toplamıdır. Bir
kısmı ise kemali kabul eder. Bu kısımda -istidadı nedeniyleilahi mertebe, bütün
kemali ve isimleriyle zuhur eder. Allah Teâlâ bu kısmı halife olarak var etmiş,
ona kendisi hakkında hayret elbisesini giydirmiştir. Melekler, onun beden
yapısına bakarak Allah Teâlâ’nın kendilerinde bedenini oluşturduğu
hakikatlerinin zıdığı nedeniyle söylediklerini söylemişlerdir. Allah Teâlâ onu
üzerinde yarattığı özelliği ve kendisine yüklediği görevi meleklere
bildirdiğinde, melekler insan hakkmda hayrete düşerek şöyle demişlerdir: ‘Bizim
bilgimiz yoktur.’ Hayrete düşenin bilgisi olmaz. Allah Teâlâ da, insana
meleklerin kendileriyle O’nu tespih ve takdis etmedikleri ilahi isimlerin
bilgisini verdi. Nitekim Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, kıyamet günü
şefaat dilerken Allah Teâlâ’yı daha önce peygamberce bilinmeyen övgüler ile
tespih edeceğini belirtmiştir. Bunlar, bulunulan mertebenin gereğidir. Çünkü Allah
Teâlâ hakkındaki övgüler, mertebelerin ve yaratılışlarının gerektirdiği
şekildedir. Adem’in ve evlatlarının yaratılışı, âlemde (Hakka) halife olmaya
ehliyet kazandırır ve bu özellik başkalarında yoktur. Öyleyse bu özel istidada
bağlı insanın kemali, bu özel tecelliye aittir. Böylelikle insan, Hakkın
birbirine zıt isimleriyle zuhur etmiştir. Hakk da bu isimlerin kullanım
yerlerini ona öğretti. Öyleyse insan, kendisini halife atayanın zuhur ettiği
özellikler ile zuhur etmiştir. Bu durum hilafette ‘Hakk’, ‘adalet’ diye
isimlendirilen şeydir. Allah Teâlâ Davud’a şöyle der: ‘Biz seni yeryüzünde halife olarak yarattık. İnsanlar arasında
Hakk ile hüküm ver ve hevana uyma.,2',a Heva,
kendisine uyanı ehil olduğu ve sana ve benzerlerine ait bu dereceden aşağı
düşürür. Ebu’l-Utahiyye şöyle der:
Hilafet ona boyun eğmiş olarak geldi Kuyruğunu çekip götürerek '
Hilafet bir tek ona uygun düştü O da hilafete uygundu
Başka biri arzulasaydı onu Yeryüzü şiddetle sarsılırdı
O halde insana âlemde hükmetme
yetkisi verilmesi hilafet demektir. Böylece insan dilerse tahakküm eder ve
-tıpkı Abdülkadir el-Cîlî gibitasarrufta bulunur. Dilerse teslim olur ve gücü
yettiği halde kullarındaki tasarrufu Rabbine bırakır. Bunun böyle olması
zorunludur. Ebu’s-Suud b. eş-Şibli’yi bu ikinci kısma örnek olarak verebiliriz.
Buna ilahi bir emir bitişirse -ki Davud’u örnek olarak verebilirizbu durumda
ilahi emrin reddi imkânsızdır. Böyle bir şey, Allah Teâlâ’nın uymayı
yasakladığı ‘heva’ya (uymak) demektir. Başka bir örnek ise öldürülene kadar boynundan
halifelik elbisesini çıkarmayan Osman’dır. O, bu konuda Halekın muradını
biliyordu. Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem hilafet elbisesini
çıkarmayı ona yasaklamıştı. Öyleyse hükümranlığına ilahi emrin bitiştiği
herkesin -desteklendiği sürecebu özellik ile yönetici olarak ortada olması
zorunludur. Halifeliğine ilahi emrin bitişmediği kimse ise serbesttir: Dilerse
yönetici olur, dilerse olmaz. Bu durumda Hakk vasıtasıyla gizlenir. Tahakkümün
terki daha iyidir. Veliler de bilhassa halifelikte nebilere katılırken risalet
ve nebilikte onlara katılmazlar. Çünkü bu ikisinin kapısı kapanmıştır. O
halde, resul hükmetme özelliğine sahiptir. Halife olursa tahakküm özelliği de
kazanır. Resul olduğunda şeriatına göre hüküm verir. Resul değil ise
hükümranlığı, vaktinin hükmüne göre Allah Teâlâ’nın emrine dayanır. Bu hüküm,
o devrin şeriatıdır. Çünkü o hükme göre adalet ve zulme nispet edilir.
Yüz onuncu kısım sona erdi.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar