İnanç da Sevgi de Aklın Yolunu İzlemez
Hermann Hesse 1877’de Almanya’nın
Calw kasabasında doğdu. İlk şiirini yirmibeş yaşında yazdı. Bunu Peter
Camenzind, Çarklar Arasında, Gertrud, Rosshalde, Demian ve diğer romanları
izledi.
Birinci Dünya Savaşında Alman militarizmini
protesto etmek için İsviçre’ye yerleşen. İkinci Dünya Savaşında kitapları
Naziler tarafından yakılan Hesse bu ortamın, sorunlu aile yaşamının ve savaş
esirlerine yardım konusundaki yoğun çalışmasının sonucu ağır bir bunalım
geçirdi. Jung'un öğrencisi Lang ona psikanaliz tedavisi uyguladı. Lang ile
dostluğu Hesse'nin ruhbilime ve Jung’a duyduğu ilgiyi körükleyerek şiirsel iç
dünyasını zenginleştirdi. İnsancıllığı, barışseverliği ve insan yaşamını
irdeleyen felsefesi, Bozkırkurdu, Narziss ve Goldmund ve Sidarta adlı
romanlarında özellikle belirgindir.
Boncuk Oyunu adlı romanından sona
1946’da Nobel Edebiyat Ödülü de alan Hesse’nin Doğu edebiyatına olan yatkınlığı
ve bu konudaki bilgi ve etkinliği, özellikle 1960 yıllarında Amerika'da
canlanan Budizm ve Zen Budizmi akımları sırasında en çok okunan yazarlar araşma
girmesine neden oldu.
Hermann Hesse 1962 yılında
İsviçre’nin Montagnola kasabasında öldü.
***********
Politika
Dünyada hiçbir politikacı yoktur
ki devrimi, sağduyuyu ve silahların elden bırakılmasını canla başla savunmasın.
Ancak, böyle bir davranışı düşman taraftan bekler, kendisini bunun dışında
tutar.
***
Neden ulusların kendi
geleceklerini kendileri belirleme hakkı, ancak bundan çıkar ummaları durumunda
başkalarınca kabul edilir.
***
Bir savaşı aklına getiren
olmamış, yalnızca her olasılığa karşı silahlanma yoluna gidilmiştir. Bunun da
nedeni, para babalarının paralarının çevresinde çelikten duvarlar görmek
istemeleridir.
* * *
Öyle görülüyor ki, dünya tarihi
her vakit belli amaçlar, belli düşünceler ya da dünyada belli değişiklikler
çevresinde dönüp durmakta, ama bunların pek de ciddiye alınmadığı çok geçmeden
anlaşılmaktadır. Daha dün soylu düşüncelerin peşinden gidilirken, bugün bir
başka türlü davranılmakta, bu da işin en iç karartıcı yanını oluşturmaktadır.
Dünyamız için, barış için tehdit
oluşturanlar, savaşı isteyenlerdir, savaşı hazırlayanlar ve gelecekteki bir
barışa ilişkin belirsiz sözveıilerde bulunarak ya da dışarıdan gelecek
saldırılarla gözlerimizi korkutarak bizleri de planlarına ortak etmeye
çalışanlardır.
** *
Savaş dünyayı ileriye götürmez,
sadece ilerlemeyi erteleyip geciktirir, tutkuların önüne geçici hedefler
çıkarır, ama sonradan er ya da geç toplumsal sıkıntı önceki büyüklüğü ve
korkunçluğuyla yeniden boy gösterir.
***
Vatanseverlik tek kişilerin
yerine büyücek bir topluluğu geçirir, ama ancak silahlar patladığı zaman gerçek
bir erdem olarak baş tacı edilir.
***
Gönülden vatansever biriyim, ama
daha önce insanım: bu ikisinin bağdaşmadığı yerde oyum her vakit insandan yanadır.
***
Nasıl ki vurulup ölmüş bir asker
bir yanlışlığın bitimsiz yinelenişini oluşturursa, doğru da binlerce kılık
içinde ardı arkası kesilmeksizin yinelenip duracaktır.
***
Halkının başarması gereken
işlerden, bulunması gereken özverilerden ve savuşturması gereken tehlikelerden
kendini uzak tutan biri ödlek sayılır. Ama entelektüel yaşamın ilkelerine maddi
çıkarlar uğruna ihanet eden, örneğin iki kere ikinin kaç edeceğine ilişkin
kararı iktidar sahiplerine bırakan biri ondan daha az ödlek değildir. Doğru
bilincini, entelektüel dürüstlüğe, aklın yasa ve yöntemlerine sadakati bir
çıkar uğruna feda etmek, vatanın da çıkarı olsa bu. ihanet sayılır. Çıkarlar ve
sloganlar savaşında Doğru tehlikeye girdi mi, bireyler gibi değerden düşürülüp
çarpıtıldı ve ayaklar altına alındı mı, yapmamız gereken tek şey direnmek ve
doğruyu, yani doğru’ya ulaşma çabasını inandığımız en yüce değer olarak
kurtarmaya bakmaktır.
***
Bir savaş durup dururken çıkmaz
ortaya, insanların bütün diğer girişimleri gibi önceden hazırlanır, olabilirlik
kazanması ve gerçekleşebilmesi için pek çok kişinin bakım ve çabasını zorunlu
kılar. Ama savaşı isteyen, hazırlayan ve insanlara telkin edip benimsetenler,
savaştan yarar uman insan ya da güçlerdir. Savaş, söz konusu kişilere ya
doğrudan nakit para olarak kazanç sağlar (savaş patlak verir vermez daha önce
kendi halinde ve masum ne çok sanayi dalı silah üreten ticari işletmelere
dönüşür ve para otomatik olarak bu işletmelerin kasasına akmaya başlar!) ya da
onların prestij ve saygınlığını yükseltir, gücünü artırır.
***
İki akıl hastalığı vardır ki,
kanımca insanlığın günümüzdeki durumu bunlardan kaynaklanır: Teknolojinin
büyüklük hezeyanıyla şovenizmin büyüklük hezeyanı. Her ikisi günümüz dünyasının
çehresini belirler ve özsaygısını oluşturur; insanlığa olumsuz sonuçlarıyla
birlikte iki dünya savaşım armağan etmişlerdir, azgınlıkları geçip yatışana
kadar benzeri daha başka kimi sonuçları bize buyur edip sunacaklardır.
Dünyayı saran bu iki hastalığa
karşı durmak, günümüz dünyasında akla düşen en önemli görev ve onun varlık
nedenidir. Kendi yaşamımla da söz konusu direnişe ırmakta küçük bir dalga
misali katkıda bulunmuşumdur.
***
Bana göre yaşamımız, günümüzde
bir batılının genel yaşamı öylesine iğrenç ki, böyle bir yaşama ancak
yontulmamış kişiler, aptallar, duyarsız, her türlü zevkten yoksun, ruhsal
inceliklerden yana fakir insanlar katlanabilir. Ayrıca, “kahramanlık” çağımızın
idealini oluşturmakta ve kırk derece soğuğun hüküm sürdüğü siperlerde son
bulmaktadır. Hayır, insanlar böyle bir yaşamı sineye çekiyorsa, insan olmanın
en iyileri ve en güzelleri de içlerinde olmak üzere o narin yeteneklerine sırt
çevirmelerinden dir.
***
Dünya tiyatrosunu serinkanlılıkla
ve eleştirel tutumla izleyebilen tek kişilerin sayısı arttıkça, en başta savaş
tehlikesi olmak üzere kitlelerin o büyük çaptaki budalalıklara kalkışma
tehlikesi azalır.
***
Bugün politik akla politik gücün
bulunduğu yerde rastlanmıyor. Resmî çevrelerden bir zekâ ve sezgi seli akıp
gelmeli ki, felaketler önlenebilsin ya da hafiletilebilsin.
***
Kendi kendilerini sevmiş,
düşmanlarına kin ve nefretle bakabilmiş safdil insanlara ne mutlu! Ne mutlu o
kişilere ki kendi kendilerinden asla kuşku duymazlar, çünkü ülkelerinin içine
düştüğü sefalet ve yıkımda kendilerinin en ufak bir suçu olmadığına inanır,
bundan Fransızları, Rusları ya da Yahudileri, kim olduğu fark etmez, işte
bililerini, bir “düşmanı” sorumlu tutarlar. Kimbilir, belki de yeryüzünde
yaşayanların onda dokuzunu oluşturan bu insanlar, o çok eski ilkel dinlerinde
gerçekten mutluydular, belki budalalık ya da son derece kurnazlık taşan düşünce
düşmanlığı zırhı içinde imrenilecek kadar şen, tasa ve kaygılardan uzak bir
yaşam sürüyorlardı.
***
Günlük emirlerde ve kazanılan
zafere ilişkin raporlarda pek güzel görünen kahramanlık, aşırı bir duygulanmadır.
Yenilgiye uğramış talihsiz birinin kendi ulusunun bayrağı altında hayatına son
vermesi ya da şansı yaver gitmemiş birinin kendisini yüz üstü bıraktıklarına
inandığın dostluk, sevgi ve iyilik gibi şeylerin sözünü bundan böyle işitmek
istemeyişi, yalnızca tiyatro seyircilerini etkileyecek bir davranıştır.
Dişlerini gıcırdatmak kahramanlık sayılmaz; ellerini cebinde yumruk yapmış,
uzak intikamların düşüncesiyle kendini avutmak yürekler acısı bir durumdur.
***
Bilindiği üzere en koyu
atavizmler, çağdaş ve ilerici bir kılık altında görünmeye en çok gereksinim
duyanlardır.
Kısa dönemler için de olsa
kitlelere faşizmi telkin ve benimsetme çabalarının hortlamasına yalnız Avrupa
ülkelerinde değil, diğer pek çok ülkede olası gözüyle bakıyorum. Bireysel
kişilik ve aile modern devletlerde değerini ve etki gücünü yitirdiği, yerlerine
topluluğun (kolektif) geçirilip bireysel farklılıkların silinip atıldığı ölçüde
söz konusu tehlike büyür.
***
Faşizm denemesi geriye yönelik,
yararsız, budalaca ve bayağı bir denemedir. Komünizm denemesi ise. insanlığın
yapmak zorunda olduğu, o aptalca “proletarya diktatörlüğünü” değil, burjuvazi
ile proletarya arasında adalet ve kardeşliği sağlamak için tekrar tekrar
başvurulması gereken, insanlık dışı bir uygulamaya hazin şekilde saplanıp
kalmış olmasına karşın yine de dönüp dolaşıp el atılması gereken bir denemedir.
Faşizm ve komünizmin çalışma yöntemlerindeki benzerlikten dolayı kolay unutulur
bu gerçek.
***
Hükmetmek için kendini beğenmiş
aydınların zaman zaman düşündükleri gibi budala ve zorba olmak gerekmez; bunun
için zorunlu olan şey, dışa yönelik etkinlikten duyulacak katıksız bir haz,
belirlenen hedef ve amaçlarla özdeşleşme tutkusu, ayrıca başarıya götürecek
yolların seçiminde belli bir çabuklukla ve duraksamadan davranıştır. Bütün
bunlar da bir bilgin kişide yer almayan, almaması gereken özellikleri
oluşturur, çünkü bilgin kişi için gözlem eylemden daha önemlidir. Bilgin kişi,
amacına varmak için başvuracağı yöntemin ve izleyeceği yolların seçiminde elden
geldiğince duraksayarak ve kuşkuyla davranır.
***
İlkel insan korktuğu şeyden
nefret eder, ona karşı hınç besler. Uygar ve aydın insan da ruhunun kimi
katmanlarında ilkel insana benzer. Dolayısıyla, ulusların ve ırkların başka
ulus ve ırklara karşı duydukları kin ve nefret onlardan üstün ve güçlü
sayılmalanndan değil, güvensizlik ve güçsüzlüklerinden kaynaklanır.
Gerçekten üstün kişi, gerçek bir
efendi kendisinden üstün olduğunu bildiği kişiye acımayla bakabilir, belki
zaman zaman küçümseyebilir onu, ama asla ona karşı kin ve nefret beslemez.
***
Dünya tarihi, bana çokluk resimli
bir kitap gibi görünür. Öyle bir kilap ki. insanların en ateşli, en amansız
özlemi sayılan unutmak özlemini yansıtır. Her yeni kuşak yasaklama, sükutla
geçiştirme, alaya alma gibi yollara başvurarak önceki kuşağın en önemli gördüğü
şeyi silip atmaya uğraşmıyor mu her zaman? O devcileyin, yıllar yılı sürmüş,
korkunç savaşı, savaşa katılmış ulusların yıllar yılı unuttuğuna, yadsıdığına,
bilinçaltına itip el çabukluğuyla kendilerinden uzaklaştırmak istediğine daha
yeni tanık olmadık mı? Biraz dinlenip kendilerine gelen uluslar, birkaç yıl
önce bizzat yol açıp katlanmak zorunda kaldıkları bir felaketi şimdi
sürükleyici savaş romanlarının yardımıyla anımsamaya çalışmıyor mu?
***
Her insan kişisel ve birkezliğine
bir varlıktır; kişisel vicdanın yerine kolektif vicdanı geçirmeyi istemek başlı
başına bir zorbalıktır ve her türlü totalitarizmin ilk adımını oluşturur.
***
İnsanla dolup taşan bir salonun,
bir kentin, bir ülkenin bir esriklik ve coşkuya kapılarak tek tek bireylerden
örnek bir kitlenin oluşmasına yol açtığını, bireysel özelliklerin silinip
gittiğini, tek sesliliğe, bireysel içgüdülerin kitle içgüdüsüne dönüşmesine
hayranlığın yüzlerce, binlerce, milyonlarca insanın gönlünü nasıl yüce bir
duyguyla, bir özveri hazzıyla ve bir kahramanlık coşkusuyla doldurduğunu, bu
insanların nasıl kendi kendileri olmaktan çıktığım, başlangıçta bağırıp
haykırmalar, gözyaşı ve duygulanmışlık dolu kardeşlik sahneleriyle kendisini
açığa vuran kahramanlık coşkusunun nasıl sonunda savaş, cinnet ve kan dökmeyle
noktalandığını sık sık yaşamışımdır. İnsanın ortak acı, ortak gurur, ortak kin
ve onur duygusuyla kendini esrikliğe kaptırmasına karşı. bireyci ve sanatçı
içgüdüm beni alabildiğine sert biçimde uyarmıştır hep. Ne zaman bir odada, bir
salonda, bir köyde, bir kentte, bir ülkede sözü geçen bunaltıcı coşku kendini
hissettirse, bir soğukluk ve bir güvensizliktir uyanır içimde, çevremdekilerin
büyük çoğunluğu, gözlerinde esriklik ve duygulanmıştık yaşları, yaşa, varol
diye haykırıp aralarında kardeşlikler kurarlarken ben ürperir, şimdiden
kanların akıp kentlerin alevler içinde yanıp tutuştuğunu görür gibi olurum.
***
Gelecekte şimdikinden “daha iyi”
bir insanlığın var olacağını sanmıyor, insanlığın falan zamanda daha iyi, filan
zamanda daha kötü olduğuna inanmıyorum. İnsanlık nasılsa öyle kalmıştır hep. Ne
var ki. kimi dönemler yaşanmış, şey tansai güçler cani ve psikopat kişilerin
içine el altından sızmış, kimi dönemlerde ise söz konusu sızma açıktan açığa ve
büyük ölçüde gerçekleşip siyaset sahnesinde boy göstererek bütün uluslan önüne
katıp sürüklemiştir.
***
En çocukça, hatta en hayvanca
politik heves ve dürtülerin kendilerini nasıl "diinya görüşleri” vb.
kılığında açığa vurduğunu, hatta bu arada dinlerin tavır ve tutumlarını takındığını
bundan böyle anlayışla değil, hayretle izliyorum. Söz konusu görüşlerin çok
daha zekici kotarılmış Marksist sosyalizmle ortak bir yanı varsa, insanı adeta
sınırsız ölçüde politize edilebilir bir yaratık saymasıdır. Oysa böyle biri
olmaktan uzaktır insan. Ben, günümüz dünyasının çırpınışlarının büyük çapta
böyle bir yanılgıdan kaynaklandığına inanıyorum.
***
Gelişim sürecimde kendimi çağın
sorunlarından asla uzak tutmadım, beni politik bakımdan eleştirenlerin sandığı
gibi asla bir fildişi kule içinde yaşamadım. Ne var ki, beni ilgilendiren
sorunların başlıcası ve en önemlisi hiçbir vakit devlet, toplum ya da kitle
değil, her zaman tek insan olmuş, insanın kişiliği ve standardizasyon
işleminden geçmemiş birey olmuştur.
***
Her insanın kendi kendisinden çok
şey beklemesini anlıyor ve onaylıyorum. Ama aynı şeyi başkalarından da
beklemesini ve yaşamını iyi uğrunda sürdürülen bir “savaşa” dönüştürmesini
anlayışla karşıladığımı ve onayladığımı söyleyemem; çünkü savaş, eylem ve
muhalefet en küçük bir değer taşımıyor gözümde. Dünyayı değiştirmeye yönelik
her istemin savaşa ve şiddete yol açacağını bildiğimi sanıyorum. Dolayısıyla,
şu ya da bu muhalefet cephesine katılmam olanaksızdır; çiinkü bunun doğuracağı
sonuçlan uygun görmüyor, yeryüzündeki haksızlık ve kötülüğü ortadan
kaldırabileceğine inanmıyorum.
Değiştirebileceğimiz ve
değiştirmemiz gereken şey bizleriz, biz kendimiziz, bizim sabırsızlığımız,
manevi alandaki bencilliğimiz, incinip kırılmalanmız, sevgi ve hoşgörü
noksanlığımızdır. Bunun dışında dünyayı değiştirmeye yönelik her görüş, en iyi
niyetlerle de yola çıkıyor olsa yararsızdır bence.
Çevremizde kabalık ve
kıskançlıkla, başkalarının başına gelecek felakete sevinmelerle, çokluk akıl
almayacak kin ve nefrel duygusuyla karşılaşmamız her zaman dehşette bırakır
bizi; oysa insanların büyük çoğunluğunun sadece yarı insan sayılacağını,
bunların arasında da hayvandan farksız kimselerin yer aldığını aslında bilmemiz
gerekirdi. Bayağılıklar tarafından çevremiz kuşatılmıştır, bayağılıkların
tehdidi altında yaşıyoruz, ölüm gibi tıpkı. Bayağılıkların bizi dehşete
düşürmesinin nedeni, bayağılığa bayağılıkla karşılık vermesek de insanlardan
çoğunun yaşamındaki rezilce koşulların isler istemez söz konusu bayağılıklara
yol açtığını ve biz biraz daha iyi eğitilmiş, biraz daha kültürlü, biraz daha
fazla şımartılmışların da koşulların rezilliğinde pavı olduğunu içten içe bilip
sezmemiz dir.
***
Komünizmi yalnız haklı değil,
aynı zamanda doğal buluyorum. Biz hepimiz karşı çıkmış olsaydık da komünizm
yine gelecek ve işin içinden zaferle çıkacaktı. Kim bugün komnizm safında yer
alıyorsa, geleceğe olumlu gözüyle bakıyor dçmektir. Belki bana sorabilirsiniz
şimdi: Madem komünizmin doğruluğuna inanıyor ve ezilenlerin iyiliğini
istiyorum, ne diye onların yanında savaşa katılmıyor, kalemimi partilerinin
hizmetine vermiyorum. Bu soruyu yanıtlamak biraz güç doğrusu; çünkü ortada
benim kutsal gözüyle bakıp bağlayıcı bildiğim, ama sizin için pek var olmayan
şeyler söz konusudur. Kardeş ve arkadaşlarla birarada bulunmak, aynı görüşteki
insanların oluşturduğu bir topluluk içinde yer almak her ne kadar cazip bir
şeyse de, partiye üyeliğin ya da yazarlığımı belli bir program hizmetine
vermemin düpedüz ve kesinlikle karşısındayım.
İnsanlığın geleceği için
kotarılmış program olarak komünizme inanıyor, onu kaçınılmaz ve vazgeçilmez
buluyorum. Ama yaşamın büyük sorunlarına komünizmin geçmişteki herhangi bir
bilgelikten daha olumlu yanıtlar vereceğini de sanıyor değilim. İnancım odur
ki, yüzyıl süren bir kuram döneminden ve Rusya’daki büyük devrimden sonra
komünizm dünyada uygulama alanına geçirilmeyi hak etmekle kalmamış, bu aynı
zamanda onun üzerine düşen bir görev niteliği kazanmıştır. Ve şuna içtenlikle
inanıyor ve umuyorum ki, yeryüzündeki açlığı ortadan kaldırmayı ve
üzerlerindeki büyük bir kâbustan insanları kurtarmayı becerecektir komünizm. Ne
var ki, bununla geçmiş binyıl lardaki dinlerin, yasaların ve felsefelerin
üstesinden gelemediği şeyi başarabileceğine de inandığım yok doğrusu. Her
insana hakkı olan ekmek ve saygınlığı sağlaması dışında bir uygulamaya hak
sahibi olduğuna ve geçmişteki herhangi bir inanış biçiminden daha iyi
sayılacağına da inandığımı söyleyemem. Komünizmin kökleri, on dokuzuncu
yüzyılda bilgiç, hayal gücünden yoksun ve sevgisiz bir profesörler topluluğunun
alabildiğine kuru, kendini dev aynısında gören us egemenliğinin toprağında
yatmaktadır.
***
Bir partiye üye olmamasını
kimseye salık vermem, ama herkese şunu söylemek isterim ki, kişi pek erken
yaşta bir partiye üye olmakla çevresinin dava arkadaşlarıyla kuşatılmasından
duyacağı hazza karşılık kendine özgü yargı yeteneğini elden çıkarma
tehlikesiyle yüz yüze gelecektir. Ayrıca, herkesin, kendi oğullarımın da
dikkatini çekmek istediğim bir başka nokta da şu: Bir programa ve partiye
bağlılık oyun olarak görülmemeli, tam bir geçerlilik taşımalıdır, yani bir
devrimin safında yer alan kimse, kendisini canıyla kanıyla davasının hizmetine
vermekle kalmayıp öldürmelere, makineli tüfek ve zehirli gaz kullanmalara da kararlı.ve yetenekli
olmak zorundadır.
***
Faşizm ve bolşevizm her ne kadar
birbirine düşman kardeşlerse de, kardeştirler sonunda; biri filizlenip
yeşerirken toprağı ötekisi için gübreleyip hazırlar ve onu da yeşerip
filizlenmeye çağırır.
***
Politikanın her türlüsü uzak
bana, yoksa çoktan bir devrimci olup çıkardım.
***
Marks’ın çok daha büyük
boyutluluğu bir yana bırakılırsa, onunla benim aramdaki fark şudur: Marks
dünyayı değiştirmek ister, bense insanı. Marks kitlelere yönelir, ben
bireylere.
***
Gelecek belki de.komünizmindir.
Bir başka sorun ise. bu geleceğin ne kadar süreceğidir. 1500 yılında gelecek
kesinlikle Protestanlığındı.
***
Komünizmi benimsemek; düşünsel
alanda kendi kendisinden bunun hesabını soran kişi şu soruyu yanıtlamak
durumundadır: “Devrimi istiyor ve onaylıyor muyum? Başka insanların durumu belki
biraz daha düzelecek diye insanların öldürülmesine rıza gösterebilir miyim?”
Düşünsel sorun işte burada saklı yatıyor. Ben, devrim ve öldürme hakkını
kendimde göremiyorum. Ancak bu, dünyanın bir yerinde başkalarını öldüren,
çaresizlik içinde, hırsa kapılarak ateş püsküren bir halk yığınına suçsuz
gözüyle bakmamı engellemez. Ne var ki, ben de söz konusu eylem içinde yer aldım
mı suçsuz sayamam kendimi, çünkü benimsediğim ve kesinlikle kutsal gözüyle
baktığım az sayıdaki ilkelerden birini yadsımış olurum eyleme katılmakla.
***
Devrim savaştan başka bir şey
değildir, tıpkı savaş gibi “politikanın değişik araçlarla” sürdürülmesidir.
***
Komünizm iktidar ve mülkiyetin
herkese adil olarak dağıtımım değil, “proletaryanın diktatörlüğünü” amaçladığı
süre, Marks’la karşılaştırıldı mı bir geri adım oluşturur. Komünizmden halk
değil, parti kodamanlarının oluşturduğu küçük bir azınlık yarar sağladığı süre
üzerinde pek fazla konuşmaya değmez.
***
İnsanlardan çoğunun görüş ve
düşünceleri kişisellikten uzak, mensup oldukları sınıfların görüş ve
düşünceleridir. Gerek kapitalistlerin, gerek sosyalistlerin yüzde doksan
dokuzu, doğruluklarını sınamaya zekâlarının asla elvermediği görüş ve
düşünceleri benimser.
***
İnsanların birbirlerine eşit
kılınması, ne kadar iyi niyetle yapılırsa yapılsın doğaya aykırıdır. Sonunda
fanatizm ve savaşa yol açar.
Bugün sosyal alanda, topluluk ve
kolektif kültünde öyle bir durum var ki, özellikle benciller ve ahlak
düşkünleri çokluk alabildiğine yoğun biçimde toplumsal kuram ve bağlanmalara kaçıp
sığınıyor ve sosyale, yani uyum görevine ve sevgi idealine doğal gözüyle bakan
biz başkalarını suçlayıp yeriyorlar.
****
Şimdiye kadar pek çok ülkeden pek
çok kişi tanıdım; bunlardan şaşılacak kadar azının politik görüşü, okuduğu
gazetelerin başyazılarında açığa vurulan görüşlerden önemli öl çüdeye
ayrılıyordu. Bu yüzden, politik görüş ve düşünceye kişiliğin gerçekten
belirleyici bir özelliği olarak bakmak gibi bir eğilimden uzak bulunuyorum.
Beni daha çok ilgilendiren. söz konusu görüş ve düşüncelerin gerisinde saklı
yatan şey, yani insanların kendileridir.
***
Devlet ve benzeri güçler
karşısında çaresiz durumda olduğumuz görüşünde haklısın. Ama böyle bir görüşten
yola koyularak kendimizi “amansızca” savunup buna karşılık vermemiz gerektiği
gibi bir sonuç çıkarman durumunda bana göre tamamen haksız konuma düşersin.
Bizim, özellikle bizim yapmamız gereken bir şey varsa, insanın gözünün yaşına
bakmadığı için dünyaya veriştirmekle yetinmeyip kendimize de aynı şekilde
acımasız davranmaktır. En başta vicdanımızın sesine kulak vermemiz, her şeye
mübah gözüyle bakmamamız, kin ve nefrete kapılmayarak öldürmelerden ve diğer
kirli işlerden kendimizi uzak tutmamızdır ki. bizlerin ayrıcalığını ve
soyluluğunu oluşturur.
O kaba “tüküreyim her şeyin
içine” tavn sizin bir icadınız değildir, tarihte yüzlerce kez sergilenmiştir bu
tavır, güçsüz ve eğitimsiz insanların o acımasız üstün güç karşısında açığa
vurdukları tepki olarak hoşgörüyle ve anlayışla karşıia nabilir, ama
onaylanamaz, doğru sayılamaz asla.
***
İster işçiler çalıştıktan
fabrikaların patronlarını öldürsün, ister Ruslar ve Almanlar birbirlerinin
üzerine silahlarını doğrultsun, sonuç mülkiyetin el değiştirmesidir sadece.
***
Kişi ve program aynı şey
değildir. Aynı ülküyü paylaştığı kişilerin ülküdaşlığı salt akıl planında, salt
sözde kalıyorsa, insan muhaliflerinden, hatta en azılı düşmanlanndan daha çok
hoşlanabilir, onlardan daha çok şey öğrenebilir.
***
“Kişilik” sözcüğü, günümüzde
örneğin Goethe zamanındaki gibi bir ideal niteliğini korumaktan kesinlikle
uzaktır. Gerek burjuva, gerek proletarya cephesi kişilik sahibi bireyi bugün
bizatihi amaç olarak kabul etmiyor: deha sahibi bireyler değil, normal,
sağlıklı ve becerikli sıradan insanlar yetiştirilmeye çalışılmakta.
Fabrikatörlerin keyfine ise diyecek yok. Ama aradan çok geçmeden Almanya’da
görüldü ki, yalnızca yüce ruhlu bireylerde karşılaşılabilecek dinamizm,
sorumluluk duygusu ve içsel arınmışlık olmadı mı, bütün yaşamsa] işlevleri
sıkıntıya giren halk ölümcül bunalımlara sürüklenecektir. Siyasette, parti
yaşamında ve par lamentarizmde kendini açığa vuran yozlaşma, aksaklığın nereden
kaynaklandığını açıkça gözler önüne sermektedir. Biraz aynmlaşmış insanların
bünyelerinde barınmalarını olanaksız kılan aynı partiler, bu kez de o “güçlü
insanın” peşine düşüyor, arıyor onu.
Benim için biri politik, biri
entelektüel olmak üzere iki ayn insanlık tarihi bulunuyor. İlerleme gibi bir
şey her ikisinde de saptanamamaktadır. Ha Samson eline geçirdiği kemik
parçasıyla Filistinlileri haklamış, ha Hitler İngiltere’ye füze kusmuş, fark
yok arasında. Beri yandan, upanişadlar felsefesinden Heidegger’e kadar da bir
ilerleme algılanır gibi değildir. Ama yine de her iki insanlık tarihi
birbirinden hayli ayrılmaktadır. Dünya tarihinin hangi bölümüne göz atılırsa
atılsın, çirkin, acımasız ve şeytani nitelik taşıdığı görülecektir. Oysa
dillerin, düşünce tarzlarının, sanatların tarihinin her evresi güzel ve sevimli
tablolarla, çiçeklerle dolup taşar.
***
Benim 1789 Fransız devriminde her
şeye karşın sevdiğim ve hayranlık duyduğum kişiler asla devrimciler değil,
metanetle canlarını veren aristokratlar oldu hep. Yüzeysel bir alanda
doğruluklarım sürdüren Hıristiyanlığın, demokrasinin ve sosyalizmin doğrularına
karşın, bütün kültürler, bütün güzellikler soyluluktan, düşünsel, ussal ve
ruhsal yücelikten kaynaklanır. Bugün soylular çaresiz ölüp gidiyor, nedeni de
uyanık ve keskin gözler, kulaklar ve ruhlarla donanmış olmalarıdır.
***
Dehşetine ve saçmalığına tanık
olduğum tek şey, ulusların silahlarla birbirlerine karşı sürdürdüğü savaş
değil, savaşın, şiddetin ve kavgacı kişisel çıkarcılığın her türlüsü, yaşamı
küçümsemenin, insanoğluna yapılan kötülüğün her türlüsüdür. Barış denince
anladığım şey, yalnızca askerî ve politik alandaki barış değil, her insanın
kendi kendisiyle ve komşusuyla barışıdır, anlamlı ve sevgi dolu bir yaşamdaki
ahenktir.
İnsanlık tarihinden öğrendiğimiz
kadarıyla savaş her zaman vardı ve insanların çoğunluğu ötekilerle birlikte us
ülkesinde yaşamadığı süre de var olmasını sürdürecektir. Daha uzun zaman
savaşacaktır insanlar, hatta belki savaş asla yok olmayacaktır. Öyleyken bizim
eskiden olduğu gibi şimdi de en soylu amacımız savaşın defterini dürmektir. Bir
salgın hastalığa karşı ilaç keşfetmeye çalışan bilim adamı, yeni bir salgınla
ansızın karşılaştığında işine son vermez. Bizler, “yüryüzünde barış” ve iyi
niyetli insanlar arasında dostluk idealine söz konusu bilim adamından da daha
çok bağlı kalacağız. Uygarlığı doğuran, hayvansal içgüdülerin yüceltilmesi,
utanç duygusu, hayal gücü ve bilgidir. Yaşamı övenlerin tümü sonunda ister
istemez ölecek olsalar da, yaşamın yaşanmaya değer olduğu görüşü bütün
sanatların en son içeriği ve avuntusudur. Sevginin kin ve nefretten,
karşısındakine anlayış göstermenin kızıp öfkelenmeden, barışın savaştan daha
yüce bir şey sayılacağını, bu uğursuz dünya savaşı, şimdiye kadarkinden daha
büyük bir güçle bize duyur malıdır.
***
Bir kez kapsamının büyüklüğü,
tüyler ürpertici devcileyin mekanizması dolayısıyla bu savaşın gelecek kuşaklan
savaşmaktan caydırmaya elverişli olduğuna ilişkin savaş sırasında sık sık açığa
vurulan görüş, düpedüz bir yanılgının ürünüydü. Korkutarak caydırma, eğitimde
izlenecek bir yol değildir. Öldürmekten zevk duyan kimseyi hiçbir savaş bu
zevkinden vazgeçiremez. Davranışlarım ussal düşünce temeline oturtanların
sayısı, insanlann yüzde birini zor bulur. İnsanlar şü ya da bu eylemin
saçmalığına tamamen inanmış olabilir, ama söz konusu eylemi yine de büyük bir
şevkle gerçekleştirmekten geri kalmazlar.
Ateş edip düşmanlarını öldüren
askere, aslında toprağında elden geldiğince iyi bir şekilde tarımcılık yapan
köylüden daha vatansever biri gözüyle bakılır hep. Nedeni de, köylünün yaptığı
işin kendisine yarar sağlamasıdır. Ve ne komiktir ki bizim o acayip ahlak
anlayışımızda sahip olanın gönlünü hoş eden, ona yarar sağlayan erdeme kuşkuyla
bakılır. Niçin peki? Çünkü başkalarının sırtından kendimize çıkar sağlamaya
alışmışızdır bir kez. İçimizde bir güvensizlik, hep bir başkasının elindeki
şeyi ele geçirmeyi arzulamamız gerektiğini sanırız.
***
Yaramaz bir çocuk başkalarının da
kendisi gibi yaramazlığını ileri sürüp yaramazlığından dolayı
cezalandırılmaktan kurtulmak ister, huyundan vazgeçmeye yanaşmaması gülümsetir
bizi, kendisine vereceğimiz yanıt hazırdır. Ne var ki, söz konusu yaramaz çocuk
gibi bizler de düşmanlarımızın en azından bizlerden iyi olmadığım bütün o hazin
savaş boyunca dönüp dolaşıp yineledik.
***
Resmî makamlar karşısında eskiden
olduğu gibi şimdi de diş gıcırdatmalarını içeren bir tutum takınmayı
sürdürüyor, hükümetlerin kendileri ne istediklerini ve ne yapmaları gerektiğini
bilmezken, halkların hâlâ hükümetler önünde can ve gönülden dize gelmesini esef
verici ve gülünç buluyorum.
***
Ne yazık ki, devlet adamlarının
ağızlarında dolaşan İncirden alıntılar, insanları düş kırıklığına uğrattı hep.
Politikacıların haklı çıktığı bir
zaman oldu mu hiç? Hölder lin’in bir şiirinin iktidar sahiplerinin tüm
bilgeliğinden daha değerli olduğu görülmedi mi?
***
Akıl ve mantık adamları, tek
amaçlan iyiyi dünyada egemen kılmak da olsa iktidar sahibi olmak için uğraşıp
didinirler. Bu çabalarında kendilerini bekleyen en büyük tehlike, ele
'geçirilen iktidarı kötüye kullanmalan, başkalarını sultaları altına almak
istemeleri, ortalıkta terör havası estirmeleridir. Bir köylünün dayaktan
geçirildiğini görmeyi bile içi pek götürmeyen Troçki, kafasındaki düşünce
uğruna yüzbinlerce insanı hiç kılı kıpırdamadan boğazlatabilmiştir.
***
Şiddet kötüdür. Şiddetten uzak
durmak, uykudan uyanmışların izleyebileceği tek yoldur. Bu yol asla herkesin,
asla yönetenlerin, tarih yapanların ve savaşanların izleyeceği yol değildir.
Yeryüzü asla cennete dönüşmeyecek, insanlık asla Tanrıyla uzlaşıp tek vücut
olamayacaktır. Ama hangi tarafta yer aldığını bilen kişi daha özgür, daha huzur
içinde yaşar. Her zaman acılarla, her zaman şiddetle yüz yüze gelmeye
hazırlıklı olmak gerekir, ama başkalarını öldürmelere asla.
***
Ancak savaşta öldürmelere izin
vardır, çünkü savaşta hiç kimse kin ve kıskançlıktan, çıkar kaygısından
karşısındakini öldürmez, herkes yalnızca toplumun kendisinden beklediği
davranışı yerine getirir.
Savaşları karıncalar da yapar,
devletleri arılar da kurar, derleyip devşirerek zenginliklere ulaşmayı dağ
fareleri de başarır.
***
Hem yaşasın vatanseverleri, hem
cüzdan vatanseverleri. manevi değerler uğrunda çaba harcayanların karşısına dikilir.
Ve bu ikisinin sıklıkla tek kişide birleştiği görülür.
***
Trajik olanın ve büyüklüğün
esrikliğine kapılan gençler, bir zaman sırt çantası ve gitarla sağda solda
gezip dolaşırken insanlar üzerinde yarı komik, yarı sevimli bir izlenim
uyandırmıştı. Ama çok geçmeden savaşmak, başka ulusların topraklarını ele
geçirmek ve başkaları üzerinde işkence uygulamak için biçilmiş kaftan oldukları
anlaşıldı.
***
Öyle inanıyorum ki, yaşadığımız
çağ ileride söz konusu edildi mi. topluma dindarlık derecesinde aşırı değer
verilmesinin ve kişisel ödevlerden kaçıp toplumsal ödevlere gerçek anlamda
sığınmanın bu çağa özgü bir eğilim olduğu saptanacaktır. Toplumu ilgilendiren
her şeyin, salt toplumu ilgilendirdiği için bireyi ilgilendiren şeylerden
kesinlikle da? ha olumlu, daha kutsal sayılması gerektiği görüşünü paylaşmam
düşünülemez. Toplumsallık yeteneği ve ödevi yetenek ve ödevlerimizden önemli
biridir, ama biricik, en yüce yetenek ve ödev değildir, çünkü en yüce ödev diye
bir şey yoktur asla. Geçmiş uygarlıkların Tanrıya yönelik dindar insanı, tüm
özen ve titizliğini Tanrıyla kişisel ilişkisi üzerinde yoğunlaştırmasına
karşın, toplumsallık bakımından hayli değerli biri konumunu elinde
bulundurmuştur. Ve her zaman böyle olmuştur bu. eski Çinlilerde de böyle, tüm
çağlarda böyleydi. Tanrıyla dolaysız ilişki içinde yaşayan insan her dönemde
erdemli biri sayılmış, her dönemde el üstünde tutulmuş, •‘yetkinlik” aşamasına
ulaşabilecek biri diye bilinmiştir; bir general ya da bir “münzevi” olması fark
etmemiş, bulunduğu konumda insanın varlık amacına uygun davranması. yani
ulaşabileceği en yüksek değere ulaşmak için kendini geliştirip olgunlaştırması
yeterli görülmüş, bunu yapabilmesi durumunda başkalarıyla, toplum ve devletle
ilişkisi bakımından kendisine değerli ve önemli biri gözüyle bakılmıştır.
***
Yaşasın çeşitlilikler,
ayrımlaşmalar ve aşamalar! Pek çok ırkın ve ulusun, pek çok dilin, zihniyet ve
dünya görüşü bakımından pek çok çeşitlemenin varlığı şahane bir şey doğrusu.
Savaştan, başka ulusların topraklarını ele geçirmekten, başkalarının
topraklarını kendi topraklarına katmaktan nefret etmemin, bu tür davranışların
amansız düşmanı kesilmemin bir nedeni de, uygarlığın tarihe mal olmuş pek çok
değerinin, bireyselleşme ve ayrımlaşmanın hayli ileri aşamasındaki pek çok insanın
söz konusu davranışlara kurban gitmesidir.
***
Yoğun yaşamanın tek yolu,
bedelini ben’e ödetmektir. Sıradan bir vatandaşısn ise.ben’den daha çok el
üstünde tuttuğu bir başka şey yoktur (güdük kalmış, doğru dürüst gelişememiş
bir ben’dir bu da); dolayısıyla, yoğun yaşamayı gözden çıkararak ayakta kalmak,
güven içinde yaşamak ister sıradan vatandaş. Böylelikle ele geçireceği şey,
Tanrı sevgisiyle dolup taşmak yerine vicdan huzuru, arzu ve heves yerine
hoşnutluk, özgürlük yerine rahatlık, ölümcül ateş yerine tatlı bir sıcaklıktır.
Bu yüzden, sıradan vatandaşın yaşamını yöneten itici güç yaradılış bakımından
zayıftır; yaradılış bakımından korkaktır vatandaş, kendi kendini gözden
çıkarmaktan çekinir, yönetilmesi kolaydır. Dolayısıyla, iktidarın yerine çoğunluğa,
güç ve kudretin yerine yasayı, surumluluğun yerine oylamayı geçirmiştir.
***
Yasalar ve çözüm yolları tek
kişiler değil, çokluklar, sürüler, halklar ve topluluklar içindir. Gerçek
kişilik sahiplerinin işi zor, ama yaşamları başkalarınkinden güzeldir. Sürünün
koruyuculuğundan yoksundur bu kişiler, ama kendi hayal güçlerinin hazlarını
tadar, gençlik yıllarını geride bıraktıktan sonra da pek büyük bir sorumluluk
üstlenirler.
***
Bir yazar bir bakandan, bir
mühendisten, bir sokak konuşmacısından ne daha iyi, ne daha değersiz, ama
düpedüz değişik biridir. Bir balta baltadır, baltayla odun ya da kafa ya
rılabilir. Gelgelelim bir saat ya da barometre başka amaçlara hizmet eder, odun
ya da kafa yarmada kullanılmak istendi mi kırılıp dökülür, bozulur ve kimseye yarar
sağlamaz.
***
Gelecekteki bir dünyanın
temeli, bugün bizlerin bulunacağı özveriler ölçüsünde sağlam olacaktır.
***
Günümüzde hâlâ şövenistbencil
programlardan yola koyularak dünya politikasında etkinlik gösteren, insanlığın
çağrısına hâlâ kulaklarını tıkayan devlet adamını, kafasızlığı yüzünden
milyonlarca diğer insanın da kanının akmasını
beklemeksizin en iyisi bugünden
tezi yok kapı dışarı etmektir.
***
Dünya tümüyle cengâver kesilmiş,
silahlarla donanmış, düşmanlarını zindanlara tıkamaya ya da canından etmeye
hazır beklemektedir. Bir köşede biri çıkıp da uzlaşıdan, hoşgörüden ve
kardeşlikten söz açmasın, Amerika kapitalizminden Stalin’e, Protestan
papazlarından Katolik rahiplerine kadar bütün dünyayı hemen karşısında buluyor.
Değişen bir şey yok.
***
İnsanların içinde savaş korkusunu
besleyip büyütmek, savaşa ticaret ve kazanç gözüyle bakanların başvurduğıı,eski
bir kurnazlıktır.
***
Savaşı yapanlar, başkalarının
yaşamını umursamayanlardır. Savaşı başkalarının malı, kanı ve canıyla yapar
böyleleri, bu davranışlarıyla ilgili olarak bizim ne düşündüğümüz ve savaşta
neler çektiğimiz onları hiç mi hiç ilgilendirmez.
***
Kişisel ne varsa kötü
gösterilmesi, aynı zamanda insanın hiçe sayılması savaş dönemlerinin
belirleyici özelliğidir. Söz konusu dönemlerin elden çıkardığı değerler
büyüdükçe, kişiselliğinden yoksun bir yaşamın ne çıplak ve kısır nitelik
taşıyacağı o kadar açık seçik belli eder kendini.
Tarih felsefesinden hayli uzağa
çekip aldım kendimi, savaşları ve diğer vahşetleri bir “anlam”la donatmaktan
sakınıyorum. Ama eskiden olduğu gibi şimdi de inanıyorum insana. onun iyi işler
de, kötü işler de yapabileceğine, bütün sapmalardan akla ve iyiye dönüş yolunu
yeniden ele geçirebileceğine inanıyorum.
***
Savaşın dışarıdan gelmediğini,
sizin kendiniz tarafından istenip kolarıldığmı anladınız mı. barışa giden yol
açılır önünüzde.
***
Bugünkünden iyi görünen eski
çağlarda da açgözlülük ve budalalık dünya tarihinde, tarih yazarlarından
çoğunluğunun itiraf ettiğinden daha büyük rol oynamıştır.
***
Tarihin ahlak yasalarının nasıl
bir şaşmazlıkla çalıştığını görmek insanı dehşete düşürüyor. Ahlak tanımayan
bir iktidarın insanları yok edeceği kuşkusuzdur.
***
Kendisini yönetenlerin
kalpsizlikleri ve doğaya sırt çevirmeleri dünyayı bunaltıp boğmakta.
***
Her ulusta doğa ya da usla içli
dışlı bir dostluğu sürdüren, dolayısıyla kafasında şovenizm düşüncesine pek yer
vermeyen birkaç kişi vardır. Ben de işte bu minicik azınlık içinde yer
alıyorum.
***
1914 yazında o büyük sarhoşluğu
yaşayan binlerce kişi, bizim gibilerine, serinkanlılıklarını elden
bırakmadıklarından dolayı kuşkuyla, hatta nefretle bakmaktaydı. Bizler söz
konusu sarhoşluğu yaşayamazdık, çünkü kişiselliğe yer vermeyen bir toplumda o
zamanlar tüm olağanüstü boyutlarıyla ilk kez yaşanan olayla hayatın nasıl şey
olduğunu çoktan öğrenmiştik artık. Vatanseverliğin donuk alevi aslında değerli
ve iyidir, bir soyluluğu barındırır kendisinde; ilk aşka benzer tıpkı, insanı
silkip sarsarak uyandıran, insan ruhunu ayık tiran bir yaşantıdır. Ama bu
yaşantıya saplanıp kalan kişi yoksullaşır. İnsanın bulunduğu yerde durmaması,
ileri gitmesi gerekir: işte vatanseverlik de insanseverlik düşüncesinin bir
önbasamağını. insansevirlik binasının girişini oluşturabilir.
***
Kahramanlıktan kıvanç duymak
yalnızca yaşamlarını tehlikeye atmayı göze alanların hakkıdır, ötekilerde ise
bir kaudırmacadır bu, beni utandırıp kızdıran bir ruh ilkelliğidir.
***
Prusya Avrupa’ya karşı nasıl
davranmışsa. Avrupalı da dünyaya karşı öyle davranmıştır. Avrupalı, dünyanın
Prus yalısıydı.
***
Geleceğin ideal birliği olarak
Avrupa, Avrupa’nın birleşik insanlığın bir ön basamağını oluşturabileceği
düşüncesi kozmopolitlik gibi zamanımızda kabaca yadsınıyor ve şairlerin düşler
ülkesine sürülüp atılıyor. Buna bir itirazım yok. Ancak, sanatçı düşleri benim
için büyük değer taşır, tüm insanlığın bir birlik oluşturma düşüncesi hiç de
Goethe, Her der ve SchiIIer gibi birkaç dâhi yazarın tatlı düşü değil, ruhsal
bir yaşantı, dolayısıyla var olabilen en gerçek şeydir. Beri yandan, söz konusu
düşünce bizim bütün duygu ve düşüncemizin temelidir. Yaşam gücü içeren her yüce
din, ar tistikyaratıcı her dünya görüşü, başta gelen ilkelerinden biri olarak
insan onuruna ve insanın manevî yazgısına inancı barındırır kendisinde.
***
İnsanın politika karşısındaki
tutumu konusunda şunu söyleyebilirim ki, “politikanın adını bile etmek
istemeyen” devlet memuru bence bir asalak, bir başka ülkenin altını üstüne
getiren ve Allahın günü insanlar üzerine ateş edip duran, bunu yaparken
yalnızca kahraman olmayı ve askerlik onurunu düşünen, akıtılan kanı ve yakılıp
yıkılan kentleri hiç aklına getirmeyen asker ise çocukluktan kurtulamamış
biridir.
***
Bence tutkulu bir şövenist ve
savaş taraftarıyken yeni bir tutkuyla yön değiştirip devrimci ve
enternasyonalist olan coşkulu bir kişi, bunlardan birini de ötekisi gibi pek
coşkuya kapılmaksızın, ölçülü bir kayıtsızlıkla uzaktan izlemiş birinden daha
üstündür.
***
Karamsarlık, ancak para cüzdanını
tehlikede gördü mü kahramanlığa soyunan bir burjuvanın içindeki o bunaltıcı
korkudan daha iyidir.
Hukuk açısından kanıtlanamaması,
bir dava konusunu geçersiz kılmaz.
***
Ben her zaman ezenlere karşı
ezilenlerin, yargılayanlara karşı yargılananların, oburlara karşı açların
safında yer aldım.
***
Düşüncelerimde, örneğin 1914’ten
beri hep Geriye Doğru ismiyle andığım İleriye Doğru (Vorvvârts) gazetesinin tüm
kadrosundan daha çok sosyalistim. Örneğin Gustav Landauer'inkine benzeyen bir
sosyalizmdir benimkisi. Ayrıca şuna inanıyorum ki, halkımı ülkedeki parti
politikacılarının herhangi birinden daha çok tanıyor, daha çok geviyor ve
halkımın esenliği için daha çok çalışıyorum.
Doğu’dan gelen dalganın, daha
önce nasyonalbolşevistle rin terör yöntemlerine benzer yöntemleri yanında
taşıyıp getirmesinin fazla değeri yoktur. Komünizm bir karşıt oyuncu ve
karşıtının tersidir: Yaşlanmış kapitalizm kendi içindeki bunalımı atlatıp bir
topluluk oluşturacak gücü gös terebilseydi, karşıtının soluğu kesilirdi.
***
Dünyada olup biten şey, görkemli
dönemini ve anlamını yitirmiş, dolayısıyla yeni’ye yer açan kapitalist ekonominin
en son evrelerinden biridir. Belki de bu yeni, aslında bana sempatik görünen
komünizmdir. Akşamdan sabaha tüm ülkelerde mülkiyet ve veraset hakkı geçersiz
kılınsa ve bugün açlık çeken insanların yüzde doksanı doymuşların yüzde onu
tarafından artık yönetilmese, bu güzel birşey olurdu.
***
Ben kendim ne bir “burjuva”yım ne
de sosyalizme ele alınabilir tek dünya görüşü olarak bakmama karşın bir
sosyalist sayılırım... Sosyalist dünya görüşüne, diğer dünya görüşlerinden
herhangi biri gibi karşı çıkılabilir; ne var ki, günümüz koşullarında yine de
sosyalizm sağlıksız toplumumu zun ye yaşam biçimimizin temellerine karşı ciddi
eleştiriler yönelten tek öğretidir.
***
Devrimci karakter sahibi biri
değilim. Allah için böyle biri sayılmam. Ama devrim ve iktidar savaşı bir kez
söz konusuysa, bugün ciddi olarak ele alınıp pratiğe dönüştürülmesi gerekir.
Alman komünizminin bugün bir baştan yoksun görünmesi, güttüğü amaçlara karşı
çıkılması için bir neden oluşturamaz. Lenin’den önce Rus devrimi de bir baştan
yoksundu, Lenin’siz burjuva niteliğe bürünürdü.
***
Bir politikacı sayılmayan benim
için kuşkusuz önemli olan, günümüz koşullarına uyum sağlayıp bunlardan kota
rılabilecek görece en iyi şeyi kotarmak değil, düşünsel bakımdan gelecekle
ilişki içinde yaşamaktır. Ancak, Almanya’nın geleceğini ekonomik
özgürlükçülerin ve diğer bazı kişilerin yapmak istedikleri gibi dünyanın
geleceğinden ayıramam; eskiden olduğu gibi şimdi de karşımda devrimi ni
gerçekleştirememiş, yeni devlet biçimine henüz kavuşamamış, her türlü maceraya hazır,
akıl ve mantık denen şeyden şeytandan korkar gibi korkan bir Almanya görüyorum. •
***
Kanımca gelecekte Almanya’nın
yapması gereken, Sovyetlerle Batı arasında bir yerde kapitalizmden kurtulmanın
yeni yollarını arayıp bulmaktır.
***
Düşüncelerimde en soldaki
Bolşevik kadar solcuyum, Alman “devriminin” ürünü olan sosyalist ve Katolik
burjuvazinin yalancı-beyinsiz bürokrasi yönetimi, doğrusu gönlümü bulandırıyor.
Ne var ki, içimdeki asıl duygular bakımından devrimci biri sayılmam ve akıl
denen şeyin emekçilerin ekmeğe kavuşması için insanlara bahşedildiği kanısında
değilim. Emekçiler ekmeklerine kavuşmak için buyurup savaşsınlar, bu arada bir
avuç şişkonun canına da okuyabilirler, bir diyeceğim yok buna. Ama bu iş
komünist eleştirmenlerin ileri sürdüğü gibi yazar ve edebiyatçıların görevi
değildir. Kaldı ki bunun gerektirdiği o birazcık düşünsel malzemeyi, Marks,
daha yüz yıl önce emekçilerin eline tutuşturmuştur.
***
Kapitalist dönemin sonunda
ortadaki toplumsal koşulların yaşam gücünü yitirmesi ve haksızlığa uğrayanların
başkaldırısıyla silinip atılması kaçınılmazdır. Hitler gibi Tru man’m da bunu
önlemeye çalışması boşuna zahmettir. Ne var ki, bütün insanların yeryüzü
nimetlerinden eşit biçimde yararlandırılması amacının “emekçi diktatörlüğüne”
dönüşmesi, söz konusu düşüncenin nasıl sağlıksız nitelik kazanıp kötüye
kullanıldığını ortaya koymaktadır.
Elbet Marks'ın 80 yıl önce
“manifesto”da sözünü ettiği komünizmin, günümüzde bu bayrak altında her türlü
çılgınlığa kalkışan komünizmle ortak bir yanı yok. Biz düşünürler için işin
kölü yanı, arada geçen zamanda komünizmin aldığı biçimin, asıl komünizmin kabul
edilebilir ve insancıl biçiminin gerçekleştirilmesi şansım iyice azaltması ve
Marks’ın hayli geresinde kalan eğilimleri sınırsız ölçüde güçlendirip haklı
duruma sokar görünmesidir. ’
***
Hitler’in, Mussolini’nin ya da
Franco’nun gerici, aptalca ve yararsız denemelerini, komünizmin kesinlikle
zorunlu gördüğüm o büyük denemesiyle asla bir tutmuş değilim. Ne var ki,
komünizmin güç mekanizmasını ellerinde bulunduranlar, insanlar üzerinde her
türlü zorbalığı, her türlü terörü ve zulmü uygulayarak kendilerini suçlu duruma
sokmuşlardır. Gerçekte insan için tek bîr umut söz konusudur: Dünyayı ve
başkalarını olmasa da en azından kendini bir ölçüde değiştirebilme ve iyileştirebilmesidir;
dünyanın esenliğe kavuşması bunu yapabilenlerin eseri olacaktır.
***
Yam başında patlayan el
bombalarıyla eski bir porselen parçasının kırılıp dökülmesi, el bombasının eski
porselen parçasından değerli olduğunu göstermez. Ancak, kırıkların ardından yas
tutmamız da doğru değildir, yoksa spartakist lerin ve diğer birçok kişinin
işlediği hatayı bizler de işlemiş, yani dünyayı İyi ve Kölü diye ikiye ayırıp
barul ve kurşunla sözde İyi’nin safında yer almış oluruz.
İyi’ye hizmet için de olsa zor
kullanılmasına kesinlikle yasaklanması gereken bir davranış gözüyle bakıyorum.
***
Kendi safında toplum
çalıştıran taraf, asla haklı taraf değildir.
***
Yumuşak sertten daha güçlüdür.
Su kayadan daha güçlü, sevgi zordan daha güçlüdür.
***
Komünizmin kökleri on dokuzuncu
yüzyılda, çok bilmiş, hayal gücünden yoksun ve sevgisiz profesörlerin o burnu
havada akıl egemenliklerinin kısır toprağında yatar. Marks. düşünmeyi söz
konusu profesörlerin okulunda öğrenmiştir. Marks’ın tarih görüşü bir
ekonomistin, ekonomi alanında uzman bir kişinin tarih görüşüdür. Ne var ki,
diğer tarih görüşlerinden asla “daha nesnel” değildir bu görüş, alabildiğine
tek yanlı ve esneklikten uzaktır, dahice bir görüş niteliğini ve haklılığını
büyük ölçüde düşünsel içeriğinden değil, eylem konusundaki kararlılığından
alır.
***
Hiçbir partiye mensup değilim.
Komünizme faşizmden daha sempatik gözle bakıyorsam da, güç ve iktidarı ele
geçirmeye yönelik her türlü çabanın karşısında olduğum gibi komünizmin de bir
taraftarı sayılmam. Bana göre bir yazara ve bir aydına düşen, savaşın değil,
barışın gerçekleşmesine katkıda bulunmaktır.
Bir düşünür ve yaşadığı çağın
olaylarını eleştiren bir eleştirmen için tehlike oluşturup yapmaması gereken
şey, inancım açıklamadan bırakmaktır. Oysa bir yazar için, kendi imge dünyasına
gömülmüş, kateşizmsiz saygılı, kili sesiz dindar bu kişi için böyle bir yasak
söz konusu değildir.
Gerek sağcılar, gerek solcular bu
soylu aydınlara, sevgiyi nefretten, korumayı yok etmekten, sabredip beklemeyi
sloganlardan üstün tutan bu kişilere kuşkuyla bakar. Bugün güncellik uğruna
kendi çalışma ve görev alanına sırt çevirmeyen yazar, kolayca horlanıp
aşağılanır. Oysa yazarın önemli ve kutsal bir işlevi vardır; telaş ve
tutkuların kol gezdiği dönemlerde yazarın söz konusu işlevinden daha önemli bir
işlev gösterilemez.
***
Politika konusunda benimkilere
taban tabana karşıt görüşte pek çok dostum var. aynı politik görüşleri
paylaştığımız kişiler arasında da ciddiye almadığım pek çok kişi bulunuyor.
***
Dünyada olup biten kötülüklerde
ve savaşlarda bizlerin de katkısı vardır. Bunu yaşayarak öğrendikçe, söz konusu
katkımızdan dolayı utanç duydukça, dünyayı yönetenlerin şeytan değil, insan
olduklarını, kötülüğü kötülük için yapmadıklarını ya da yapılmasına izin
vermediklerini, bu konuda bir çeşit körlük ve masumiyetle davrandıklarım açık
seçik görür, anlarız.
***
Yeter ki iki tarafta biraz iyi
niyet bulunsun, kapitalistin varlıklı, ama dürüst biri olması durumunda
emekçilerle kapila üstler arasındaki savaş ilginç ve çetin bir nitelik kazanabilirdi.
Ne var ki, kapitalist servetini çalıp çırparak elde etmişse, sorun ciddiliğini
yitirir, düşünsel olmaktan çıkıp bir dedektif oyununa dönüşür.
***
Sefalet durumunda suçu
başkalarında aramanın kolaylığını ben de biliyorum. Ve yine biliyorum ki,
hiçbir yerde tek yanlı bir suç söz konusu değildir. Bu savaşta da değişik
değildir durum. Suç her zaman iki taraftadır. Karşısındakinin suçunu saptamak
dünyada hiçbir şeyi düzeltmez, çünkü insanın kendi suçu da rol oynar olup
bitende.
***
Almanlar çok duygusaldır; bu
duygusallıkları çokluk zorbalıkla birleşmese, katlanılmaz kişilere dönüşürler.
***
Sorumluluğunu üstlenmemiz, ödev
ve görevimiz olarak bakmamız gereken şeyi çok ciddiye almak zorundayız. Ama
dışarıdan gelen şeyi, yani etki ve kararlarımız dışında kalan yazgıyı olurundan
fazla ciddiye almayarak kendi be nimizi serinkanlılıkla onun karşısına
çıkarmamız ve içimize sızmasını önlememiz gerekir. Yoksa düşünen biri için
(kuşkusuz fazla değildir bunların sayısı) yaşam katlanılmaz olur.
***
Program ve ideolojiler asla
ilginç değildir benim için, zaten bunlar zamanla basitleşir ve aptalca nitelik
kazanır. Ne Tru man, ne de Stalin için savaşmak niyetinde değilim, haklan
elinden alınan ve soluyacakları hava giderek yeryüzünden uçup giden, zorbalığa
konu edilmiş milyonlarca insanla birlikte yok olup gideceğim.
***
Sizler ve dostlarınız o çok eski
görüşü benimser, mantık ve insanlık paha biçilmez şeylerse de. politik bakımdan
tehlikeli durumlarda bunları bir kenara bırakmanın, silahlanmaya ve bombalara
bel bağlamanın daha uygun düşeceğini savunursunuz. Bu. her topluluğun, her
kalabalığın görüşüdür; ne yazık ki. Almanya’da aydınların da her zaman görüşü
olmuştur.
***
Bir yazara belli bir dönemdeki
egemen sınıfın canı istedi mi bir köle ya da satılık bir yetenek gibi alıp
kullanabileceği araç gözüyle bakılabileceğine inanıyorsanız yanılıyorsunuz
derim; bu inancın size yalnızca zararı dokunacak, yazarlarınız konusunda sizi
ağır bir yanılgıya sürükleyecek, özellikle bir değerden yoksun yazarlar size
bağlılıktan ayrılamayacaktır. İleride bir gün gerçek sanatçı ve yazarları
bilmek isterseniz, onları tanımanızı sağlayacak olan, içlerindeki önüne
geçilmez bağımsızlık dürtüsü ve vicdanlarının sesine uyarak değil de bir başka
türlü çalışmaya zorlandılar mı hiç vakit geçirmeden işi bırakmaları olacaktır.
Ne para, ne de yüksek makamlar karşılığında satın alınabilen kimselerdir
sanatçı ve yazarlar. Başkaları tarafından kötüye kullanılmalarına izin
vermektense, kendi canlarına kıymayı yeğlerler.
***
İster sizin belirttiğiniz gibi
büyük bir insan, ister daha çok hasta biri gözüyle bakılayım, bir birey olarak
asla başkaları üzerinde bir yargıç ve başkalarını düzeltmeye çalışan biri
rolünü oynamayı başaramadım. Yaşadıklarımı ve bu arada düşündüklerimi zaman
zaman dile getirdim, ama hiçbir vakit dünyada var olacak bir adaletin
ilkelerini, hele aksiyomlarını (belit) ortaya koyduğum inancıyla yapmadım bunu.
Her zaman bu konuda sizin beni gördüğünüz kadar aptal değilim çok iyi
biliyordum ki, nesnel bir doğru'nun hizmetinde çalışan biri, kendi kendine
inanan bir örgülün ve doktrinin vaizciliğini yapan biri değil, tek kişi olarak
konuşuyorum.
İçimde pek çok kuşkuya yer
veriyor, haklı ve haksız konusunda tanrısal bir bilgiden yoksun bulunuyorsam
da, şunun bilincindeydim ki, benim yöntemimle insanlara doktrinler ve sözde
kesin doğrular değil, yaşanmış, öznel, bir başka deyişle “doğru" değil,
ama gerçek şeyleri iletebilirim. Böyle bir yöntemle çalıştığım için belki sizin
açınızdan başarısız sayılırım, konuştuklarım hep havaya gitmektedir (ama bu da
bir doğruluğu içermiyor, çünkü aldığım binlerce mektuptan, yaptığım binlerce
söyleşiden başkaları üzerinde ne tür bir etki yaptığımın farkındayım); ama
eminim ki, benim yüzümden asla bir insan ya da bir halk izlenmemekte, benim
öğretilerim ne Sta lin'in, bu dünya adaleti peşinde koşan bu kişinin, ne
adaletin ne olduğunu ondan daha az bilmeyen parlamenter X.'in amaçladığı
doğrultuda polis, hukuk ve ordu tarafından uygulama alanına sokulmuştur. Benim
yürüdüğüm yolda kan akıtılmasına, zorbalığa yer yoktur: ama sizin izlediğiniz,
“mutlak doğru”ya sahip çıktığınız yolda bunlar yer almaktadır. Her partinin,
her ulusun, politik her örgütün de sahip çıkmaya çalıştığı bir şeydir
"mutlak doğru”.
***
1914-1918 savaşını o kadar yoğun,
adeta helak olurcasına yaşadım ki, o gün bugün bir şeyin tastamam ve sarsılmaz
şekilde bilincindeyim: Ben şahsım adına, zor kullanılarak dünyada herhangi bir
değişikliğe gidilmesine karşıyım ve böyle bir şeyi desteklemiyorum: söz konusu
değişiklik ister sosyalizm doğrultusunda gerçekleştirilmek istensin, ister
görünürde arzu edilir ve haklı bir değişiklik olsun bu. fark etmez. Her zaman
yanlış kişiler ölümü boylamaktadır; öldürülenler doğru kişiler de olsa,
öldürmenin durumu düzeltici ve işlenmiş suçları bağışlatıcı bir gücü içerdiğine
inanmıyorum bir kez. Partiler arasında kavgaların kızışarak bir iç savaşa
dönüşmesinde her ne kadar bir kararlılığı, “yayadaki moral gerilimi görüyorsam
da, zora başvurulmasını benimsemiyorum. Dünyanın adaletsizlik hastalığını
çektiği doğrudur. Ama bundan daha çok sevgiden, insanlıktan ve kardeşlik
duygusundan yoksunluk hastalığı çullanmıştır üzerine. İster askerî, ister
devrimci nitelikte olsun, binlerce kişilik yürüyüşlerle kardeşlik duygusunun
beslenip büyütülmesini kabul edemem.
***
Bugün her zamankinden daha
bilinçli olarak toplumdan soyutlanmış, "hayalperest” biri yaşamım
sürdürdüğümün bilincindeyim ve bunu yalnızca kaygılandırıcı bir durum değil,
aynı zamanda bana.biçilmiş bir misyon olarak görüyorum. Elbet benim de kendime
göre bir toplumsal yaşam biçimim var. Her yıl binler ve binlerce mektup
alıyorum, hepsi de genç insanlardan geliyor, çoğu 25 yaşın alımda bu
insanların, pek çok kişi de kendileri gelerek beni ziyaret ediyor. Nendeyse
yetenekli ya da çetin gençler tiimü, ortanın üstünde bir bireyselleşme sürecini
gerçekleştirmeye aday, belli normlar içinde hapsolmuş dünyanın yaftalarıyla
zihinleri karışmış. Bazılarında patolojik bir hal var, bazıları da pırıl pırıl;
bİT Alman entelektüaiizminin sürdürülmesine ilişkin bütün inancım bu kişilerden
alıyor kaynağını. Kısmen tehdit altında, ama yaşam dolu bu gençlerin
oluşturduğu azınlığa ne bir rahip ne de bir hekim olarak hizmet vermekteyim.
Söz konusu azınlık karşısında ne bir otorite rolünü oynuyorum, ne böyle bir
istek taşıyorum içimde. Ne var ki, kendileriyle özdeşleşme gücümün elverdiği
kadar her birinin toplumdaki normlara aykırı Özelliğini pekiştirmeye bakıyor.
bunun ne anlama geldiğini kendilerine göstermeye çalışıyorum.
***
Demokrasi ya da monarşi,
federatif devlet ya da devletler federasyonu, bizim için fark etmez; çünkü biz
ne’ye değil, nasıl’a bakarız. En çılgınca bir eylemi tüm kalbiyle
gerçekleştiren bir akıl hastası, daha önce prenslerin ve mihrapların önünde
eğilirken gösterdikleri aynı esneklikle şimdi belki yeni rejim taraftarlarının
safına katılan profesörlerin tümünden daha yeğ tutulacak kişidir. “Biz, “bütün
değerlerin yeniden değerlendirilmesi”nin ateşli savunucularıyız. Ne var ki,
böyle bir değerlendirmenin yapılacağı tek yer varsa, o da kendi kalplerimizdir.
***
Programlan ve tastamam
belirlenmiş “zihniyetleri’' yadsıyı şımın tek nedeninin, bunların insanları
sınırsız ölçüde yoksullaştırması ve aptallaştırması olduğunu hissetmedin mi?
Yakın gelecekte politikacıların ve devletin izleyeceği yol önceden belirlenmiş
ortada duruyorsa da, politika alanında bugün ve yann karşılaşılacak bütün
gelişme yalnızca yüzeyde gerçekleşecektir. En uçtaki politik solun, düşünce ve
görüşleriyle kullandığı araçlar bakımından iktidar için savaşan öbür gruplardan
pek farkı yoktur. Bolşevikleştirme de aşağıdan yukarıya yeni bir başlangıç
değil, yüzeye sınırlı kalan bir değişikliktir.
Doğru’yla çarpılan kişinin
mutluluk ve yaşamını gözden çıkarmaya hazır olması gerektiği konusunda aynı
görüşü paylaşıyoruz. Bende ve benim gibi düşününen az sayıdaki kişide bu görüşe
gelip eklenen bir şey daha var: Bizler inandığımız şey için canımızı verebilir,
ama başkalarının canını alamayız.
***
İnsanlık ve politika temelde her
zaman birbirini dışlar? Bunların ikisi de gerekli, ama ikisine birden hizmet
etmek pek olacak şey değildir. Politika parti ister, insanlıksa partiye izin
vermez.
***
Akıl güce, nitelik niceliğe
karşı savaşamaz.
***
Resmen bir partinin tarafını
tutmaktan olanca titizliğimle kaçman biriyim. Böyle davranmamın nedeni rahata
kaçmam değil, inançtır, daha doğrusu partiler ve ilkeler çevresindeki kavganın
benim kendi düşünce ve çabalarımdan düpedüz uzak bir alanda yayılmasıdır.
***
Aydın bir kişi politikaya
atılmaya kendini yükümlü hissediyor. dünya tarihi ona böyle bir çağrıyı
yöneltiyorsa, kanımca bunu yapmakta asla duraksamamalıdır. Dışarıdan,
devletten, iktidarı ellerinde bulunduranlardan böyle bir davet söz konusuysa ve
buna zorlanıyorsa, davete karşı çıkması, diretmesi gerekir. Örneğin, 1914
yılında Alman aydınlarının seçkin bölümü, bir doğruluğu içermeyen ahmakça
çağrıları imzalamaya az çok zorlanmış bulunmaktadır.
Barışın savaştan, yapıcı
çalışmanın silahlanmadan daha hayırlı olduğu, örneğin İsviçre modeline göre
kurulacak federatif birliğin barışçı bir Avrupa’nın hayata gözlerini açmasını
sağlayacağı konusunda yalnız sizinle değil, günümüz devlet adamlarının
çoğunluğuyla aynı görüşteyim. Ne var ki, bu isteklerin nasıl
gerçekleştirileceğine, yani değişik ulusların hayırlı olan’ı ve arzu edileni
yapmaya nasıl ikna edileceğine ya da zorlanacağına ilişkin ne yönetenlerin, ne
sizin, ne de benim en ufak bir bilgimiz var. Sizin “Beethoven'in Agnus Dei
yapıtındaki ruhu politikanın zorunluklanyla bağdaştı rabilecek dehaya sahip
biri çıksa” sözünüz, bir kimsenin “kuzey kutbundaki ısı 25 derece yükseltilip
ekvatordaki ısı da buna uygun olarak düşürülsün, insanlık esenliğe kavuşur o
zaman” d.emesine benziyor. Ben uzun geçmiş yaşamımda sık sık öyle kimseler
tanıdım ki, politikacılara ve seçkin kişilere mektuplar yazarak dünyayı
etkilemeyi denemişlerdir. Bunların her biri de yapılacak şeyin ne olduğunu çok
iyi bilmekteydi, ama bilmedikleri şey bunun nasıl yapılacağıydı ve her biri
insanlığın bir lürlü esenliğe kavuşamayışımn sorumluluğunu mektup yolladığı
kimselerin üzerine yıkıyor, böylelikle yüreklerini ferahlatma yoluna gidiyordu.
***
Diyelim ki biri dünyayı bekleyen
akıbeti sezebilecek kadar uykudan uyanmış olsun. Ne yapar böyle bir kişi? Tutar
Tlıomas Mann’a ya da Hammerskjölde ya da Hesse’ye bir mektup yazar, onu
Nehru’ya yollamak ister? Peki, Hesse kime yollayacaktır Nehru’yu? Eisenhower’e
mi ya da Rus lara mı, yoksa dünyayı egemenlikleri altında tutan diğer
generallere mi? Eisenhower’in ya da Rusların ya da Adena ueı ‘in*ya da bir
başkasının Nehru'nun sözlerini dinleyeceğine, kafasında kendi partisinden ve
politikasından başka düşünceye yer vereceğine inanıyor musunuz?
Dünya vicdanının bir adresi
yoktur ve yönetenlerin hiçbiri dünya vicdanının temsilcisi değildir. Bilim ve
edebiyat çevrelerinden gelecek güzel güzel çağrılara gülüp geçer yönetenler,
söz konusu çağrıların olsa olsa tek bir yararlı sonucu olabilir: “Aydınların”
çaresizliğini daha bir açıklıkla gözler önüne sermek ve ağızlarından çıkan
sözleri daha çok değerden düşürmek.
***
Uluslararası bir yazarlar
birliğinin gücü hiçbir zaman pek fazla olmayacaktır. Dünya tarihini ciddi
olarak etkileme gücüne sahip ülke ve uluslarda hanidir edebiyat gerçek bir gücü
elinde bulundurmuyor artık. Söz konusu ülkelerde kamuoyu karakter sahibi seçkin
kişilerden bir zümre tarafından şekillendiriliyor, otorite sahiplerinin yukarıdan
verdiği direktiflerle oluşturuluyor. Hayli ün yapmış da olsa tek başına yazar
söz konusu güçler taralından, bu güçlerin keyfince kullanılıp baskı altında
tutulabildiğinden, totaliter sistemler ve devletlerde düşüncesini özgürce dile
getirmesine izin verilmediğinden, yan erginliğe kavuşmuş her okuyucu yazarın
açığa vurduğu her düşünceye kuşkuyla bakacaktır. Bu durumda uyanık okuyucuların
kendilerine az buçuk bir saygınlık besleyeceği, belli bir güven duyacağı
yazarlar, çok geçmeden, bir partiye mensup olmanın sağlayacağı korumaya tutarlı
biçimde sırt çeviren, salt doğru’nun hizmetinde çalışıp vicdanının sesine kulak
veren ve iş ciddiye bindi mi gerekli özverileri gösterebilenlerle sınırlı
kalacaktır. Dünyanın vicdanı belki onların söylediklerine biraz kulak verecek,
bir daha asla onları çıkarcı ya da büyük güç örgütlerinin yardımcıları diye
suçlamayacaktır.
Böyle küçük, uluslarüstü ve
tarafsız bir aydın topluluğunu yaratma yolunda kimi ilk adımlar atılmıştır
belki. Sadece on, beş, üç erkek ve kadından oluşsa bile, böyle bir topluluğun
moral gücü rasgele bir parti rozetinin taşıyan binlerce kişilik aydın
topluluğundan daha büyüktür.
Bir kez yazarların kendilerine
“aydın’’ demeleri yok mu! İnsan kendini ve kendi misyonunu bundan daha salakça
yanlış anlayabilir ve değerlendirebilir mi?... Ve şimdi de.ge İip yazarın
politize olmasını istiyorlar. Yazarların suçu şimdiye kadar yeterince politize
olmayışı şimdiye kadar vatandaşlarını, yasaları, piyasayı, gerçeği yeterince
düşünmemekmiş sanki! Tanrım, bu yavan gerçek değil miydi bugüne dek yazarların
dünyasını ve sığındıkları yeri oluşturan? Yazarlar değil miydi bir yazarın
dünyada tek misyonu sayılacak göreve yan çizen? Bu yüzdendir ki toplu olarak ne
zaman halkın karşısına çıksalar kendilerini asla yazar göstermemiş, hep “aydın”
diye nitelemişlerdir, seven birinin kendisini “kalbin hisse senetlerinin
spekülatörü” diye nitelemesi gibi örneğin. Her şeyin sarpa sardığı ve
bindikleri arabanın tümüyle yoldan çıktığı şimdilerde politize olmayı akıl
etmelerinin nedeni de bu değil miydi? Düşüncelerine göre büyük bir birlik
oluşturacak, kendilerini Rayştag’ta temsil ettirebilecek, dolayısıyla sanayi ve
tarım sektörünün yanı başında “aydın” olarak yer alabilecek sayıya
ulaşabilseler, pek çok şey kazanılmış olacaktı.
Politize olan yazar, geleceği
düşlerinde yaşatmaktan oluşan insanlık misyonundan ve idealizmden uzaklaşır,
elinin hamuruyla pratisyenlerin işine karışır. Öyle pratisyenler ki, seçim
reformlarına ve benzeri çarelere başvurarak ilerleme denen şeyi
gerçekleştirebileceklerini umarlar; oysa aydınların düşüncelerinin yüzyıllar
gerisinden aksak topal gelir, onların sezgi ve düşüncelerinden birini ya da
ötekisini küçük çapta hayata geçirmeye çaba harcarlar.
***
Siyasal bir kimlik mi taşıyor, en
sonuncusunu ve en güçlü sünü her zaman topların oluşturduğu politik araçlara mı
inanıyor, yoksa politikaya inançsızlıkla bakarak yaşam ve düşüncelerini Tanrıya
yöneltip zaman üstü, güncellik dışı bir merkez üzerinde mi yoğunlaştırıyor ve
bunu akla uygun bir dünya görüşü değil de bir hizmet ve özveri doğrultusunda mı
yapıyor, bir kimsenin tutum ve davranışında beni ilgilendiren işte budur. Benim
bu görüşüm sizin için üzerinde tartışılacak gibi değildir, benim için de
öyledir hani, çünkü bir seçim eyleminin ürünü değil, yazgısal bir yükümlülüktür.
Söz konusu görüşümde haklı sayılır mıyım, sayılmaz mıyım, buna ben karar
veremem. Benim açımdan kimse haklı görülemez, birbiriyle çekişen görüşler
arasındaki cebelleşmeler, ayrıca programlar akla uygun ve kaçınılabilir değil,
tersine trajik ve kaçınılmazdır. Toplara ateş emrini veren Hitler midir, yoksa
Troçki mi ya da bir başkası mı, benim için hiç mi hiç fark etmez. Kendi
eyleminin değerine içtenlikle inanan kişiye ne mutlu! Ama böyle biri idünyayı
değiştirip düzeltemez asla, çünkü bulunduğu yer dünyanın merkezi değildir.
***
Lao Tse’nin o büyük karşıtını,
sistemci ve ahlakçı Kung Fu Tse’yi şöyle nitelerler bazen: “Olmayacağını bile
bile yine bir eylemi gerçekleştirmekten geri durmayan kişi değil mi?” Bu
niteleme öylesine bir serinkanlılığı, öylesine bir mizah ve sadeliği
içermektedir ki, hiçbir edebiyatta benzei bir örneğiyle karşılaşmadım ben.
Çokluk aklıma gelir bu söz ve onun gibi daha başka sözler. Dünyada gerçekleşen
olayları izlerken, ayrıca dünyayı önümüzdeki ilk yıllar ve ilk onyıllardayönetip
dört başı mamur bir duruma sokmaya niyetlenen kişilerin konuşmalarını dinlerken
hep anımsarım bunları. Söz konusu kişiler o büyük Kung Tse gibi davranıyorlar,
ama yaptıklarının arkasından KungTse’ninki gibi “olmayacağını” bilme diye bir
şeyin yer aldığı yok.
***
Bilmiyorum, dünyada şimdiye kadar
bir düzelme, bir iyileşme gerçekleşti mi; acaba dünya her zaman, öteden beri
nasılsa yine öyle kalmadı mı? Ama bildiğim bir şey var: Dünyada şimdiye kadar
insan eliyle bir düzelme gerçekleşmişse, dünya insan eliyle daha zengin, daha
hayat dolu, daha tasasız, daha tehlikeli, daha şen bir duruma sokulmuşsa, bunu
başaranlar dünyayı düzeltmek isteyenler değil, o gerçekten “bencil” kişiler,
hiçbir amaç tanımayan, hiçbir hedef gözetmeyen, yaşamaktan ve kendi kendileri
olmaktan başka şey peşinde koşmayan insanlar olmuştur.
***
Şaşılacak ölçüde zeki bir halk
sayılan Çinlilerin binlerce yıldır süregelen resmî bir alışkanlıkları vardır,
kamuyu ilgilendiren her olayın, örneğin hükümet değişikliklerinin, dev
rimlerin. zaferlerin, kıtlıkların vb. tarihini resmen hep 25 yıl geriye
atarlar. Kendi söylediklerine bakılırsa, gerçekte bugün olan bir devrim ya da
ticari bir iflas olayını anlayıp nedenlerini açığa çıkarmak ve ilerisi için
bundan ders almak isleniyorsa, olaydan 25 yıl öncesine bakmak gerekmektedir;
çünkü, binlerce yıllık deneyime göre, ilgili konularda 25 yıl olumlu ya da
olumsuz nedenlerin, törelerin vb. sonuçlarını açığa vurabilmesi için aradan
geçmesi gereken normal süredir.
***
1870,1914 ve 1939 savaşlarında
yenen ve yenilenlerin bu savaşlardan öğrenecekleri ne çok şey vardı.
Gelgelelim, öyle görülüyor ki ne halklar, ne de onların üst kademedeki
yöneticileri öğrenme işinin üstesinden gelebilmekte, bunu sadece bir avuç
güçsüz aydın başarabilmektedir. Etki gücünden yorsun bu bir avuç aydın her ne
kadar olup bitenlerden dersler çıkarıp yeni bilgiler üretmekte ve doğrulan
saptamaktaysa da, söz konusu doğru ve bilgiler başlangıçta sloganlara
dönüştürülüp çarpıtılarak ancak bir kuşak sonrasında halk içine bir yol bulup sızabilmektedir.
Buradan çıkan sonuç, öyle anlaşılıyor ki, “halkların” hiçbir şey düşünmeksizin,
gözleri kapalı yaşadığı, bilen ve gören kişilerin asıl ve yasal tutumlarının
ise karamsarlıktan başka şey olmadığıdır. Ama yine de öyle görünüyor ki,
kendini açığa vuran gerçek gerisinde asıl ve daha sağlam bir gerçek saklı
yatmakta, felsefe ve dinlerimiz bu gerçeğe götüren bir kapının varlığını
sezmekte ve bu kapıyı arayıp durmaktadır. Dolayısıyla, hayatın her şeye karşın
yaşanmaya değer olduğunu söyleyebiliriz.
Toplum ve Birey
Birbirine ne kadar yakın
oturulursa, birbirini tanımak o kadar zorlaşır.
***
Sıradan vatandaş ancak
herkesin ya da pek çok kişinin benzer biçimde algıladığı nesneleri
“gerçek" diye niteler.
***
“Bir cani” denir, bununla
söylenilmek istenen, bir kişinin başkalarının yasakladığı şeyi yapmış
olmasıdır.
***
Ortak ve kolektif nitelik
taşıyan, pek çok kişiyle, belki herkesle paylaştığı, kendisine asla yalnızlığı,
doğumu, ölümü, içinin derinliklerindeki ben’i anımsatmayan her şey bir toplumu
oluşturan vatandaşlardan her biri için kutsaldır.
***
Benim için şu durum söz konusu
oldu her zaman: Yaptığım aptalca, yarım yamalak ve değersiz bir işten dolayı
asla yüzüme tükürülmedi, saldırıya uğramadım şimdiye kadar; ıs hklandımsa her
zaman bir başarıdan, doğruluğu sonradan anlaşılmış bir düşünceden dolayı oldu
bu.
İleri düzeyde bireyselleşmiş bir
kişi yaşamın özveriyle karşı koyma, toplumun övgü ve takdiriyle kişiliğin
kurtarılması arasında bir savaşım olduğunu çaresiz görecek, anlayacaktır.
***
Ruhlarında pek çok parçadan
kotarıldıkları sezgisi uyanan, her dahi gibi kişilik bütünlüğü kuruntusunu
delip geçen, pek çok ben’den bir çıkın oluşturduklarını duyumsayan hayli
yetenekli ve ince yapılı kişilerin bu sezgi ve duygularını açığa vurmaları
yetecek, çoğunluk hemen kendilerini bir akıl hastanesine kapatacak, bilimi
yardıma çağırıp şizofreni tanısını koydurtarak insanlığı bu zavallı, bu mutsuz
kişilerin ağzından doğru’nun sesini işitmekten esirgeyecek tir.
***
Büyük nedir, küçük nedir, önemli
nedir, önemsiz nedir? Psikiyatıistler rahatsız eden, sinir bozan küçük çaptaki
olaylara, özgüvenin küçük çaptaki aşağılanmalarına aşırı bir duyarlılık ve
şiddetle tepki gösteren, oysa çoğunluğun pek kötü gördüğü acı ve sarsıntılara
serinkanlılıkla katlanan bir insanı ruh hastası diye niteleyecektir. Beri
yandan uzun süre kendisine yapılan hakaretlerin farkına varmayan, alabildiğine
berbat bir müziği, alabildiğine acınacak mimari bir yapıyı, alabildiğine pis
bir havayı hiç yakınıp sızlanmaksızın sineye çeken, ama iskambil oyununda
birazcık kayba uğrasa masayı yumruklayıp kıyametleri koparan bir insana
sağlıklı ve normal gözüyle bakılır. Meyhanelerde sık sık öyle insanlarla
karşılaştım ki, kendilerine tamamen normal ve saygıdeğer gözüyle bakılan, iyi
bir isim yapmış kişilerdi, oynadıkları bir oyunu kaybetmeye görsünler, hele
kaybetmelerinin suçunu oyun arkadaşlarından birine yükleyebileceklerini
sanmasınlar, öylesine fanatik bir tavır sergiliyor, öylesine kaba, öylesine
yakası açılmadık küfürler savuruyorlardı ki, en yakındaki doktora koşup bu
zavallıların toplumdan soyutlanmalarını istememek için kendimi zor tutuyordum.
Diyeceğim, insanları değerlendirmede pek çok ölçüt söz konusu ve bunların
hepsine de gerektiği zaman başvurulabiliyor. Ne var ki, içlerinden herhangi
birini, örneğin bilimin ya da halkın o andaki ahlak görüşünü kutsal saymak
.benim üstesinden geleceğim bir şey değil.
***
Her insan dünyanın orta noktasını
oluşturur, her insanın çevresinde dünya uslu uslu dönüp dolanır. Yine her insan
ve her insanın yaşadığı her gün dünya tarihinin en son noktasını, doruk
noktasını oluşturur: Binlerce yıl arkasında kalmıştır. pek çok ulus kavrulup
solmuş, yok olup gitmiştir, önünde ise içinde yaşanılan andan başka hiçbir şey
bulunmamaktadır, dünya tarihinin o devcileyin mekanizması şimdikin tepe
noktasına hizmet eder gibidir adeta. İlkel insan, dünyanın orta noktasını
oluşturduğu, başkaları akıntıya kapıl.niş sürüklenip giderken kendisinin ırmak
kıyısında sağ salım dikildiği duygusunda başgösierecek en ufak bir rahatsızlığı
bir tehdit gibi algılar, uykusundan uyandırılıp aydınlatılmaya yanaşmaz;
uyanıklığı, gerçekle yüz yüze gelmeyi, aklı cüşman bilir kendine, bunlara kin
ve nefretle bakar, şaşmaz bir içgüdüyle uyanış durumunu yaşayanlardan,
kâhinlerden, sorunlu kişilerden dâhilerden, peygamberlerden, meczuplardan yüz
çevirir.
***
Kendi adına en ufak bir ahlak
yasasını çiğnemekten kaçınan insan, içinde yaşadığı toplum ve vatan söz konusu
oldu mu, her şeyi yapmakta, en yasak, en korkunç eylemlere bile kalkışmakta
özgür hisseder kendini; başka zaman kötii diye bilinen tüm içgüdüsel
davranışlar bu durumda görev ve kahramanlığa dönüşür.
***
Herkes neyi yapabileceğini,
neyi yapmasının kendisi için yasaklandığını arayıp bulmak zorundadır. Yasak
hiçbir eylemde bulunmamasına karşın yine de büyük bir alçak durumuna düşebilir
insan.
***
Kim bizzat düşünüp kendi yargıcı
olamayacak kadar rahatını seven biriyse, boyun eğip ortada var olan yasaklara
uygun davranır. İşi kolaydır bu durumda.
***
Hayatımın en berbat saatlerinde
bile arzu etmediğim bir şey varsa, iyi ve kötü arasında bir konumda bulunmak,
böyle kararlılıktan uzak, katlanılır bir orta durumu yaşamaktır. Hayır, hayır,
benim için en iyisi yaşam eğrisinde iki abartıdır; en iyisi acıların daha çok
acı, buna karşılık mutlu anların biraz daha parlaklık ve zenginlik içermesidir.
***
Öyle inanıyorum ki, insan büyük
ölçüde yücelmeleri ve büyük ölçüde alçalmaları gerçekleştirebilecek yetenekle
donatılmıştır; yükselip yarı Tanrı, alçalıp yarı şeytan konumunu ele
geçirebilir. Ama ister büyük bir iş başarsın, ister pek kötü bir alçaklıkta
bulunsun, her iki durumda da gerisin geri ayakları üzerine düşer, insan olmanın
sınırları içindeki yerini alır. Sarkacın çılgınlık ve şeytanet yönündeki
salınımını her seferinde geriye doğru bir salınım izler. İnsanın dünyaya
gelirken beraberinde getirdiği o kaçınılmaz ölçü ve düzen özlemi her seferinde
yeniden duyurur sesini.
***
Bilenlerin sayısı her zaman
azdır. Ama kitle nasıl kendilerine gereksinim duyuyorsa, bilenler de
kendilerini sarıp kuşatan ve saklayıp gizleyen kitleyi aynı ölçüde gereksinir.
***
Cesaret ve karakter sahibi
insanlara, ötekiler her zaman tekin sayılmayan kimseler gözüyle bakar.
***
Soylu hayvanlar yıkılıp giderken,
adatavşanları ayakta kalır; bir iddiaları yoktur, kendilerini bulundukları
konumda rahat hisseder, ürerler boyuna, yavrulayıp dururlar.
***
Doğada normal insan kadar
kötü, vahşi ve zalim bir başka yaratık yoktur.
***
Keyfi yasalarına itaati en yüce
erdem sayarak övgü konusu yapan ve kendi üyelerinden de bunu istşyen insanlık,
söz konusu isteğe karşı çıkan, yaşamlarının “anlamına” ihanet etmektense
canlarını vermeyi yeğleyen insanları o ezelî ve ebedî panteon’una alıp kabul
eder.
Pratikte adımlarımı çokluk
engelleyen ya da yavaşlatan, duraksama ya da kararsızlık gibi görünen şey,
benim bir güç süzlüğümdür belki, ama düşüncesizliğin karşıtı bir davranıştır
bu. insanın attığı adımlardan her birine karşı duyması gereken bir
sorumluluktan kaynaklanır.
***
İnsan yeryüzünde hükümranlığı ele
geçirmişse de, iyi bir hükümdar olduğu söylenemez. Ne var ki, uyanık ve iyi
niyetli kişilerin yine de üzerlerine düşeni yapmaları, ama bunu öğretilerle ve
vaazlarla değil, kendi çevrelerinde anlamlı bir yaşamı sürdürerek başarmaları
gerekir.
***
Aslında sevmediğim ve
güvensizlikle baktığım sadece “yararlı” icatlardır. Bu sözde yararlı kazanımlar
her zaman işte öylesine lanet olası bir tortu bırakırlar geride, işte öylesine
pespaye şeylerdir, öylesine soyluluktan uzak. Söz konusu icatlara yol açan
neden hemen çıkar karşınıza, o kendini beğenmişlik ya da açgözlülükle hemen
karşılaşırsınız. Dört bir yanda uygarlığın bu yararlı icatları bayağılıktan
oluşan bir kuyruk bırakırlar geride, savaştan, ölümden, saklanıp açığa
vurulmamış sefaletlerden uzun bir kuyruk. Uygarlığın peşi sıra yeryüzünde
cüruftan tepeler ve çöp yığınları oluşup durur. Yararlı icatlar yalnızca
sevimli dünya fuarlarını ve zarif araba galerilerini getirmez beraberinde,
düşük ücretle çalıştırılan benzi sararmış maden işçilerinden orduları, ayrıca
hastalıkları ve çölleşmeleri peşine takar. Buharlı makinelere ve türbünlere
sahip olmanın bedeli, dünyanın ve insanın çehresinde yol açılan sonsuz yıkımla
ödenmekte, emekçilerin. girişimcilerin yüzünde kırışıklarla, ruhlarında
kavrulup körleşmelerle, grevlerle, savaşlarla, hepsi de berbat ve iğrenç
bedellerle ödenmektedir. Oysa Figaro’daki aryaları kaleme alan biri için pek
birşey ödendiği yoktur. Mozart ve
Mörike insanlığa pek pahalıya mal
olmuştur denemez, güneş'ışığı gibi bedavadır bunlar, teknik bir büroda çalışan
birine ödenen ücret bunlannkinden daha yüksektir.
***
Aydın olmayan, yüzeysel,
düşünmeyi sevmeyen insan bile yaşamında bir anlam arar, bulmaya çalışır. Böyle
bir anlamı ele geçiremedi mi, özel yaşamı gemi azıya almış bir bencilliğin ve
büyümüş bir ölüm korkusunun sultası altında geçer.
***
Elektrik akımı nasıl kolaylıkla
ışığa ve ısıya dönüştürülebi liyorsa, zaman da kolaycacık paraya çevrilebilir.
İnsanlık kurallarının bu en aptalcasındaki saçmalık ve bayağılık, “parayı en
yüksek ueğeri anlatan bir simge” yapmasıdır.
***
Bence servetlerini ansızın
kaybetmeleri ve paranın kutsallığına olan inançlarının sarsıntıya uğraması,
ağır ruh hastası pek çok insan için asla bir felaket sayılmayacağı gibi en
güvenilir ve akla gelebilecek tek kurtuluş yoludur. Ve yine bugünkü yaşamımızda
iş ve paranın biricik kült aşamasına yükseltilmesi karşısında ân’ın oyunundan
zevk almayı, rastlantılara kapıları açmayı düpedüz arzu edilmeye değer bir şey
görüyorum ve hepimiz de bunun eksikliğini duyuyoruz.
***
Yaşamını haklı bir temele
oturtmak gereksinimini duyan bir insan için önemli olan, başarısının nesnel ve
genel büyüklüğü değil, varlığını, doğuşta beraberinde getirdiği özellikleri
elden geldiğince eksiksiz ve saf biçimde yaşam ve eylemlerinde açığa
vurmasıdır.
Binlerce ayartı bizi bu yoldan
sürekli saptırmaya çalışır; ama ayartıların en güçliisü, insanın aslında
olduğundan bambaşka biri olmak istemesi, erişilemeyecek ve erişilmesi hiç de
gerekmeyen örnek ve ideallerin peşine takılmasıdır. Söz konusu ayartının
ötekilerden biraz daha yetenekli kişiler için özellikle belirgin oluşu, salt
bencilliğin bayağı tehlikelerinden daha tehlikeli nitelik taşıması, soylu ve
ahlakî görünümle insanın karşısına çıkmasından kaynaklanıyor.
***
Biz zihniyetleri “iyi” ve “kötü”,
sağ ve sol diye ikiye ayır masak da, insanları düşünce ve görüşlerini pratikte
de yaşayarak ortaya koyanlarla bunları sadece ceketinin iç cebinde saklı
tutanlar olmak üzere ikiye ayırmaktan geri kalmaz, yargılarımızı buna göre
veririz.
***
Bana düşen, nesnel bakımdan en
iyi olanı değil, benim için en iyi olanı elden geldiği kadar saf ve yalansız
biçimde başkalarına vermektir.
***
Önemli olan yalnızca cesarettir.
En yürekli kişilerin bile çokluk yitirdiği görülür cesaretlerini, böyle
durumlarda da programların, güvenlik ve garantilerin peşine düşülür. Cesaret
mantığı gerektirir, ama bir çocuğu da değildir onun, insan varlığının daha
derinlerdeki köşelerinden çıkıp gelir.
İtaat yiyecek ve içecek gibidir.
Uzun süre bunlardan yoksun kâlan insan için yiyecek ve içeceğin üstünde bir şey
yoktur.
***
Para ve güç güvensizliğin ürünleridir.
***
Bir insandan nefret edip ona kin
duyuyorsak, aslında onun şahsında kendi içimizdeki bir şeyden nefret ediyor,
buna kin duyuyoruz demektir. Kendimizde var olmayan bir şey bizi kızdırmaz.
***
Yalnızca iyi insanlar, güven
içinde yaşayan, yaşama inanan ve yarin ya da öbür gün onaylamayacakları hiçbir
adımı atmayan insanlardır ki, duygularıyla davranışlarının “kapsam” ve
sonuçlarını açık seçik kestirebilirler. Ben, bu gibileri arasında yer almak
mutluluğuna sahip biri değilim; duygu ve davranışlarım, yanna inanmayan ve
yaşadığı her güne en son gün gözüyle bakan birinin duygu ve davranışlarıdır.
***
Birbirimizi anlayabiliriz, ama
yorumlamaya gelince herkes yalnızca kendisini yorumlayabilir.
’ * * *
Başkalarından yükseklere çıkan,
daha büyük görevler üstlenen kişi daha çok özgürlüğe kavuşmaz, daha büyük
sorumluluklar yüklenir sadece.
***
Her çöküş büyük şeylerin ciddiye
alınıp, küçük şeylerin ciddiye alınmamasının pek doğal görülmesiyle başlar,
insanlığın ululanması, ona hizmette bulunanlara ise eza ve cefanın reva
görülmesi, vatana, kiliseye ya da partiye kutsal gözüyle bakılıp günlük
işlerinse baştan savma ve üstünkörü yapılmasıyla başlar ahlak bozukluğu.
Bunların önlenmesinde tek bir eğtisel çare söz konusudur: gerek başkalarında,
gerek kendinde zihniyet, dünya görüşü ve vatanseverlik denen ciddi şeyleri
ilkin tümüyle bir kenara kaldırıp olanca ciddilikle küçük, en küçük şeyler
üzerine eğilmek, içinde yaşanılan ân’a hizmet etmek.
***
Biz aydınlara düşen, tüm
tesviye girişimlerine ve standardizasyon çabalarına karşın genelleştirme değil,
ayrımlaştırma yolunda ilerlemektir.
***
Bütün gücünüzle kendinize uygun
bir yaşam biçimini arayıp bulmaya çalışınız, bunun için tüm “görevlerinizi'’
savsaklamak gerekse bile bundan vazgeçmeyiniz. Görevlere kutsallıklarının
tümünü değilse bile büyük bir bölümünü kazandıran, özel yaşam uğrunda savaş
cesaretindeki eksikliktir.
***
“Dünyaya ayak uyduramayan” kişi,
kendi kendini bulmaya yakın olandır. Dünyaya ayak uycluran kişisye kendini
bulamaz, ama parlamentoda bir milletvekili olabilir.
***
“Davranış biçimim ve yaşam
karşısındaki tutumum doğru mudur acaba?” diye sormamahsımz kendinize, çünkü
böyle bir soruya alacağınız yanıt yoktur, bir davranış biçimi bir ötekisi gibi
doğru ve yerindedir, her davranış biçimi yaşamdan bir parçadır. Sizin
soracağınız soru daha çok şu olmalıdır: "Madem nasılsam öyleyim şu an,
madem içinde diğer pek çok kişiye yabancı gereksinim ve sorunlar
barındırıyorum. her şeye karşın yaşamı göüsleyebilmek ve mümkünse ondan güzel
bir şeyler kotarıp ortaya koyabilmek için ne yapmalıyım?” Yüreğinizin gerçekten
en derin köşesinden yükselen sese kulak verdiniz mi, böyle bir soruya şu yanıtı
alırsınız: “Madem bir kez başka türlü değil de böyle birisin, diğer kimseleri
ne senden başka türlü oldukları için kıskan malı ne de onlara hor bakmalı,
nasıl ki kendi vücudunu, ismini, soyunu sopunu vb. bir olgu, kaçınılmaz birşey
olarak kabulleniyor, onları onaylıyor, yanlarında yer alıyor, bütün dünya karşı
çıksa da bu tutumundan vazgeçmiyorsan, ruhunu ve gereksinimlerini de öylece
kabullenip benimsemelisin.
***
Nprmal olarak çok iyi bilinir ve
inanılır ki, falan ya da filan memur bey kusursuz vatandaşlardan biridir.
Tanrının haklı olarak dünyaya gelmiş bir evladıdır, insanlığın doğru olarak
numaralanmış ve yararlı bir üyesidir; aklından zoru olan biriyse zavallı bir
kişi, kendisine hoşgörüyle davranılan, acınan, ama hiçbir değer taşımayan
bahtsız bir insandır. Ama derken öyle günler, öyle saatler gelip çatar ki,
örneğin profesörler ve delilerle pek fazla düşülüp kalkılmışsa. bunun tersinin
doğru sayılacağı anlaşılır birden, aklından zoru olan kişiye sessiz, kendi
içinde emin ve mutlu biri, bir bilge, Tanrının sevgili bir kulu, kendi içinde
karakter sahibi ve kendi kendine duyduğu inançtan memnun bir kişi gözüyle
bakılır; oysa bir profesör ya da memur, olmasa da olur bir kişi, sıradan
karakter sahibi, kişiliksiz ve doğasız bir kimse görünür insana. Öyle bir insan
ki, düzinelercesiyle sokakta karşılaşırsınız.
İnsanlar orijinali sevmez, her
şeyi ikinci elden edinmeyi yeğlerler. Ancak daha önce sindirildikten, değişime
uğratıldıktan, küçültülüp ufaltıldıktan sonra allanıp pullanarak servisi
yapılan yeni’ye açarlar kapılarını.
***
Kuşkusuz pek çok insan vardır ki,
yaşamak başkalarından daha kolay gelir kendilerine, görünürde ya da gerçekten
başkalarından “daha mutlu'’durlar; hiçbir sorun tanımayan fazla bireyselleşmiş
kişilerdir hepsi.
***
Yaşamım boyu bireyin ve kişiliğin
savunuculuğunu yaptım, bireyin işine yarayacak genel geçerli yasaların
olmadığına inanıyorum. Zaten yasalar ve kurallar bireyler için değil,
çokluklar, sürüler, halklar ve kolektifler içindir. Gerçek kişilik sahiplerinin
yeryüzünde işleri zordur, ama güzeldir beri yandan, sürünün koruyuculuğundan
yararlananınsalar da kendi hayal güçlerinin hazlarını tadarlar, gençlik
yıllarını geride bıraktılar mı kendilerini pek büyük bir sorumluluk bekler.
***
Savunma gereğini duyduğum şey,
mekanizasyonun, savaşın, devletin, kitle ideallerinin tehdidi altındaki “özel”
yaşam, bireysel yaşam oldu hep. Ayrıca şunu anladım ki, kahraman değil, yiğit
değil de sadece insan olmak, çokluk kişide hepsinden büyük bir cesaretin
varlığını zorunlu kılmaktadır.
***
İnandığım ilk dogma, karşıtların
gerisinde ve üstündeki birliktir. Elbette “aktif” ve “kontemplatif” (düşünsel)
gibi şemalar ortaya konulabileceğini ve insanların bu tür bir tiplemeye
dayanılarak değerlendirilebileceğini yadsıyor değilim. Aktif insanlar ve
kontemplatif insanlar vardır. Ama birlik bunların gerisinde saklı yatar, benim
için gerçekten canlı ve örnek kişi her iki karşıtı kendi içinde barındıran
insandır. Durup dinlenmeden çalışan ve bir şeyler yaratıp ortaya koyan kişiye
bir diyeceğim yok, beri yandan önüne bakıp duran münzeviye de yine bir
diyeceğim olamaz. Ama ne o, ne beriki benim için ilginç, hele örnek kişidir.
Benim aradığım, benim istediğim insan, toplumsallığa olduğu gibi yalnızlığa,
eyleme olduğu gibi meditasyona (murakabe) yetenekli insandır. Yazılarımda görüldüğü
kadarıyla murakabeyi içeren yaşamı eylemsel yaşamdan daha üstün tutuyorsam.
bunun belki de nedeni dünyamızı ve çağımızı aktif, becerikli. çalışkan, ama
murakabeye yeteneksiz insanlarla dolup taştığını görmemdir.
***
Aya yollanan uçucu bir cisim, bir
roket kuşkusuz insanı keyiflendiren, sevindirici bir şeydir. Ne var ki. dünya
tarihi perspektifinden bakınca bunların insanları ve insanlararası ilişkileri
hatırı sayılır ölçüde değiştirebileceğine öyle can ve gönülden inanmamız
düşünülemez.
***
Masumiyet aşamasında dindar
kişiyle akılcı kişi değişik yeteneklerle donatılmış çocuklar gibi birbiriyle
didişip durur. İkinci aşamada ise gözler açılmıştır, iki kutup hiçten sorun
yaratmalardaki şiddet, tutku ve trajediyle savaşır birbirle riyle.
Üçüncü aşamada ise savaşanlar
birbirlerinin yabancı yönlerini değil, kendilerini birbirlerine muhtaç duruma
sokan yönlerini tanımaya, öğrenmeye başlar. Birbirlerini sevmeye, birbirlerine
özlem duygusuyla yaklaşmaya çalışırlar. İşte buradan kalkan yol insanı insan
olmanın olanaklarına götürür. Öyle olanaklar ki, bir insanın gözü bunların ele
geçirildiğini görrriemiştir şimdiye kadar.
***
Zamanımıza inancım ne kadar
azalırsa, insanlığın çöküşüne ve kuruyup kavruluşuna inancım ne kadar artarsa,
bu çöküşün karşısına devrimi çıkarma düşüncesinden o kadar uzaklaşıyorum,
sevgideki büyüye inancım o kadar güçleniyor.
***
Birbirlerine ne kadar yakın
bulunurlarsa bulunsunlar, insanlar arasında yine de her zaman bir uçurum ağzım
açmış bekler, bu uçurumun iki yakasını geçeci bir köprüyle de olsa yalnızca
sevgi bağlayabilir birbirine.
***
Her zaman “insanlık’’, daha
doğrusu insanların çoğunluğu iyi’yi isteyenlere karşı çıkmıştır, çünkü kitle ne
iyi ne de kötüdür, her şeyden önce miskin ve uyuşuktur, vicdanına yöneltilecek
tüm çağrılardan daha çok nefret ettiği bir şey gösterilemez. Yukarıya doğru
gelişimi gerçekleştirecek, bencilliğin ve miskinliğin yenilmesini başaracak
olan çoğunluk değil, her zaman tek kişilerdir.
***
Kimin kişiliği başlangıçtaki
durumundan güçlükle ve savaşa savaşa kendini koparıp almışsa, bu kimse pahalıya
mal olmuş özgürlüğünü ve sorumluluk duygusunu herhangi bir şemaya, programa ve
bir ekole, bir akıma, bir klike feda etmeye eğilim gösteremez.
Diyorsun ki, ben’i arama çabası
insanın kendisiyle başkaları arasında doğru dürüst bir ilişki kurma çabası
kadar önem taşımaz. Ama burada söz konusu olan hiç de iki ayrı şey değildir.
Gerçek ben’i arayan kişi aynı zamanda yaşamın normunu arıyor demektir, çünkü bu
en içsel ben insanların tümünde aynıdır. Tanrıdır bu, “anlam”dır. Bunun içindir
ki bir Brahmen gördüğü her yabancı varlığa “tat tawam asi” (Sen busun!) der.
Kendisine zarar vermeden başka bir varlığa zarar veremeyeceğini, bencilliğin
bir anlam taşımadığını bilir.
***
Tüm dallanıp budaklanmaları,
birbirine geçip dolanmalarıyla bir insanın yaşamı başından sonuna kadar kayda
geçi rilseydi, ortaya bir destan çıkar ve dünya tarihi kadar zengin bir destan
olurdu bu.
***
İnsanları, halkları ve çağlan
birbirinden ayıran şeyin araştırılıp incelenmesi konusunda pek çok zahmete
girilip, emek harcanmakta. Yeniden dikkatimizi insanları birleştiren şeyin ne
olduğu konusuna çevirmemiz gerekiyor.
***
Nerede özellikle güçlü bir
yadsıma, içgüdüsel bir kin ve nefret ya da ilke olarak başkalarını anlamaya
yanaşmazlıkla karşılaşsam. bunun neredeyse her zaman öykülerimde rastlanacak
eskiasya ruhundan kopup gelen bir esintiden kaynaklandığını görüyorum. Evet,
yabancı şeyden, hintli ve Çinlilerin yaşam ve düşünce biçimindeki Avrupalı
sayılmayacak özellikten duyulan bu içgüdüsel korku, kanımca bir ırkçılık
hezeyanından ve yabancı ırklara duyulan kin ve nefretten farklı bir şey
değildir. Bilinen, tarihsel ve psikolojik bakımdan anlaşılabilecek, ama biraz
gerici bir şey, bundan böyle canlılık sağlamayacak, aşılması gereken bir şey.
Söz konusu gericilik yalnız Batfrun ilerleme ve teknoloji Coşkusuyla değil,
dogmatikkilise Hıristiyanlığının tek geçerli din olduğu iddiasıyla da
destekleniyor.
***
Biraz gözlemledik mi bizim öznel,
deneysel (ampirik) ve bireysel ben’imizin pek değişken, kaprisli, dış etkilere
hayli açık nitelik taşıdığım görürüz... Ama bir başka ben daha vardır ortada,
birinci ben’de saklı, onunla karışmış durumda, ama onunla asla
karıştırılamayacak bir ben. Bu ikinci, yüce ve kutsal ben (Hintlilerin
Brahma’yla bir tuttukları at man’ı) kişisellikten uzaktır, bizim Tanrıdaki,
yaşamdaki, bütündeki, kişilik dışı ve kişilik üstü’ndeki payımızdır. Bu ben’in
peşine düşüp ardından gitmek, zahmete daha değer bir davranıştır. Ancak zor bir
iştir bu, ezeli ikinci ben sessiz ve sabırlıdır, oysa şımarık ve arsızdır öbür
ben, sabır nedir bilmez.
***
Hiç kimse kendi içinde
yaşamadıkça başkalarının ruhundaki bir kıpırtıyı duyumsayamaz.
***
İnsanlar ne çabuk çoğalır, teknik
araçlara ne çok sahip olursa, o ölçüde yüzeyselleşecek ve birörnek topluma
dönüşecektir. Yaşamın kitle insanına yüklediği misyon, toplumda elden
geldiğince sürtüşmesiz yerini alması, ona uyum sağlaması, kişisel sorumluluğunu
en az bir düzeye indirgemesidir.
Kişisel, bireysel bir yaşama
yetenekli, böyle bir misyonu üstlenmiş, sayıca her zaman az bizler, kitleye
göre daha ince duyular ve daha kapsamlı bir düşünme gücüyle donatılmışadır. Bu
yetenekler bize pek çok mutluluk bağışlayabilir. Bizler kitle insanlarına göre
daha eksiksiz görüyor, işitiyor, hissediyor ve düşünüyoruz, nüanslar konusunda
başkalarından daha duyarlı ve zengin durumdayız, ama yalnızız ve tehdit
altındayız aynı zamanda, sorumsuzluk taşan kitle mutluluğuna sırt çevirmemiz
gerekir. İçimizden her birimiz kendisinin, kendi yetenekleri, olanakları ve
özelliklerinin neler olduğu konusunda bir açıklığa kavuşmak ve yaşamını
mükemmelleştirmenin, kendi kendisi olmanın hizmetine sunmak zorundadır. Bunu
yaptık mı. insanlığa da hizmet etmiş sayılırız; çünkü din. sanat, edebiyat,
felsefe vb. olsun, uygarlığın tüm değerleri bu yolda oluşur. Böyle bir yol
izlendiğinde sıklıkla karalanıp yerilen "bireysellik" topluma hizmete
dönüşür ve bencillik gölgesini üzerinde taşımaktan kurtulur.
***
Biri kişisel yaşam dürtüsü, öbürü
çevrenin uyum beklentisi, birbirine karşıt bu iki güçten kişilik gelişip çıkar.
Devrimsel nitelikte yaşantılar olmaksızın kişiliğin oluşması düşünülemez.
***
Dünya sarsıntılara uğramış
insanlık için doğrulara, yeni ilkelere, yeni yasalara, yeni topluluklara ve
yaşam olanaklarına şiddetle gereksinim duymaktadır. Ne var ki, yeni doğrular ve
yasalar, yalnızca teknolojiden ve alabildiğine büyük sıkıntılardan
kaynaklanmaları durumunda güç ve savaşa ilişkin bir zamanki doğrular gibi gölge
nesnelerden farksız olacaktır. Bunların kendi kendini tanımalardan doğup
Çıkması gerekmektedir. İnsanın kendi kendisini tanımasını sağlayan yol da
yalnızca kendi kalbinden geçer. Eski ideallerin yıkılıp gidişinden sonra
duygularımızda başgösteren karmaşa, davranışlarımızda hesaba katmamız,
tanımamız, perişanlığuij ve kendisini doğuran nedenleri kabullenip benimsememiz
gereken bir durumdur. Bunun için eskiden olduğu gibi şimdi de önümüze düşüp
bize kılavuzluk edecek olan yazarlardır.
***
İnsana verilecek her formasyon,
her kültür, her uygarlık, her düzen, yapılmasına izin verilenle yasaklanan şey
arasındaki bir anlaşma ve uzlaşmadan kaynaklanır. Hayvandan uzak bir
gelecekteki insanlığa uzanan yol üzerinde bulunan insanın gerçek anlamda insan
olabilmesi ve toplumsallığa yetenekli duruma gelebilmesi için kendi içinde
baskılayacağı, dizginleyeceği, yadsıyacağı çok, sayılamayacak ölçüde çok şey
vardır. İnsanın içi hayvansallıkla, balta girmemiş ormanlarla, hayvansal,
acımasız bir bencilliğin pek önlenemeyen devcileyin içgüdüsel istekleriyle
dolup taşar* Bütün bu tehlikeli içgüdüsel istekler yaşamını sürdürür insanın
ruhunda, her zaman vardır, ama kültür, ama uzlaşma saklar onları, göstermez,
çocukluktan başlayarak söz konusu istekleri gizlemeyi ve yadsımayı öğrenir
insanlar. Ne var ki, bunlardan her biri günün birinde yeniden su yüzüne çıkar.
Her biri sürdürür yaşamını, hiçbiri öldürülmez, hiçbiri süresiz bir zaman için
değişime uğratılıp yüceltilmez. Söz konusu içgüdülerin her biri iyidir aslında,
biri diğerinden daha kötü değildir. Ne var ki, her dönemin, her uygarlığın daha
çok korkup çekindiği, ötekilerden daha çok afarozladığı içgüdüler vardır. İşte
bu içgüdüler yeniden canlanıp çözüme kavuşturulmamış, sadece yüzeysel olarak ve
güç bela frenlenmiş doğa güçleri kimliğinde boy gösterdi mi, bu hayvanlar uzun
zaman boyunduruk altında tutulup kırbaçlanmış kölelerin yakınıp sızlanışıyla ve
doğallıklarının o çok eskilerden gelen kızgın ateşiyle yeniden kükreyip kıpırdanma
ya başladı mı, Karamozof’ların
doğması için ortam hazırdır. Bir uygarlık, inşam evcilleştirme denemelerinden
biri yorgun düşüp de sallanmaya başladı mı, giderek daha çok sayıda insanın
acayipleştiği, isterik karakter kazandığı, tıpkı buluğ çağındaki çocuklar ya da
gebelik dönemindeki kadınlar gibi tuhaf heves ve arzulara kapıldıkları görülür.
İnsanın ruhunda öyle dürtüler uyanır ki, bunlar için bir isim bulunamaz, eski
uygarlık ve etik’e dayanılarak bunlara çaresiz kötü gözüyle bakılır; ama söz
konusu içgüdüler öylesine güçlü, öylesine doğal, öylesine masum bir sesle
konuşabilirler ki, iyi ve kötü kuşkuyla bakılan kavramlara dönüşür ve tüm
yasalar sallantılı bir durum alır.
***
İyi’nin ve kötü’nün ne olduğunu
bilmiyorum; bu kavramlara ilişkin kuşkum giderek arttı, büyüdü. Çok eskilerden
gelen içgüdüleriyle bilinçli yaşam arasında bir uyumu sağlayabilen insan iyi,
bunu beceremeyen insan ise kötü ve tehlikelidir.
***
Şu ya da bu cinayetin işlendiğini
işittim ya da bir yerde okudum mu. gereğinde benim de benzer cinayetleri
işleyebileceğim ya da bu yolda bir ayartıya kapılacağım duygusu sıklıkla
uyanmıştır içimde. İnsan ne iyi. ne kötü bir varlıktır, iyi olmak için de, kötü
olmak için de gerekli tüm olanaklarla donatılmıştır, bilincinin ve istencinin
iyiden yana eğilim göstermesi bir 'kez az şey değildir; böyle bir durumda bile
insanın içinde o çok eskilerden gelen içgüdülerin tümü derinlerde, diplerde
yaşamını sürdürür ve onu umulmadık eylemlere sürükleyebilir.
Kendi ruhunun kuşkularla dolup
taştığını bilen biri, başkaları hakkında yargılar verip onları eleştirmeyi
aklından geçirmez.
***
Bazı kimselerde saptadığınız
özgüven duygusu olduğundan daha büyük görünür. Başkalarıyla birarada bulunurken
pek cesur davranan bu insanlardan herhangi biri çetin bir sorun önünde bir süre
sessiz ve tek başına otururken gözlemlendi mi. pek çok şeyin farklı olduğu
anlaşılır.
***
Bizatihi amaç yapılmış, puta
dönüştürülmüş devletin ve memur kadrosunun aşırı kabarıp büyümesi, dünyamızın
başına çullanmış bir kanser hastalığıdır. Memur kadrosu, yeni yeni yararsi2
formaliteler ve makamlar yaratarak kendini vazgeçilmez kılmaya ve memur
sayısını çoğaltmaya yönelik otomatik bir çabanın içinde bulunur.
***
Kitlesel insan bana yabancı,
benim son derece güvensizlikle baktığım biridir.
***
Henüz güçlü bağlanımların ve
engellemelerin sultası altında yaşanmış gençlik yıllarımdan beri bu kitlenin
ileride nasıl bir kimlik kazanacağını 1914’ten beri gördüm. Hayır, benim
insanlarda sevdiğim şey, tek kişide saklı yatan olanaklardır. Yarın ya da öbür
gün insanlığın yok olup gideceği düşüncesinin benim için hiç de korkutucu yanı
yok. Ama ileride bir Goethe’nin, bir Mörike’ııin, bir Tolstoy'un ya da
Çehov’ıın, bir Renoir'in yada Cezafıne’ın var olmayacağını, beri yandan
Beethoven, Bach ya da Höl derlin’in kendilerine haz ve hüzün sağlayacağı
insanların da var olmaktan çıkacağını bilmem ise derinden sızlatır içimi.
Para, ticaret, makine ve devlet
çağımızda şeytanın değişik dışavurum biçimleridir, yediğimiz yemeği,
soluduğumuz havayı, uyuduğumuz uykuyu ve gördüğümüz düşü bize haram edip
dururlar. Yine de bazılarının buna katlanması ve pes etmemesi gerekmektedir,
yoksa çağımızın kendinden sonraki çağa bırakacağı bir mirastan söz edilemez.
***
Özel yaşamımda ya da toplum
içinde elde etmeye çalıştığım iyi ve akıllıca hiçbir şey olmadı ki, zamanın
iktidar sahiplerince sabote edilmesin.
***
Dünya, manevî değerlerle hiçbir
alıp vereceği olsun istemiyor. Kendilerinden kibar bir maskeden daha fazla bir
şey isteyen bir ideale, insanların bencilliği nefretle bakıyor.
***
Özveri mutluluğunu tadın,
gereksinimlerden arınmışlığm mutluluğunu, dayanışma içinde sürdürülen ortak
çalışmaların mutluluğunu tadın! Sizi yaşamın birlik ve kutsallığı bilincine
bundan çabuk ve güvenle ulaştıracak bir başka yol yoktur. Başka hiçbir yol sizi
yaşam sanatının amacına bu kadar güvenilir biçimde eriştiremez, bencilliğin
üstesinden gelmenizi sağlayamaz. Kişilikten el çekmekle değil, ancak onun
geliştirilip alabildiğine üst bir düzeye çıkarılmasıyla varılabilir söz konusu
amaca.
***
Bugün öyle görünüyor ki, biz
aydınların tümü gereğinden çok bireyselleştik. İçinde yaşadığımız zaman ve
halkla bir türlü bağlantı kuramıyoruz; çünkü biz nasıl fazlasıyla birey
selleştikse, halk da, sıradan vatandaşlar da bireyselleşmenin o kadar gerisinde
kaldı. Budalalıklarına sınır olmayan bu sürü insanlarıyla bir yere varılacak
gibi değildir. Oysa birbirimizi yarı yolda bırakmamaya alabildiğine büyük
ölçüde gereksinim duymaktayız.
***
Doğa karşısında her türlü
zorbalığa başvurulmadan bir uygarlığın oluşamayacağını, uygar insanın giderek
bütün yeryüzünü beton ve çelikten iç karartıcı ve dirimsellikten yoksun bir
akıl hastanesine dönüştüreceğini, ne kadar olumlu ve idealist nitelik taşısa da
her atılımın kaçınılmaz olarak şiddete, savaşa, acılara yol açacağını, sıradan
insanın dâhi kişilerin yardımından yoksun olarak hayata katlanamayacağını, ama
yine de dâhiliğin can düşmanı kesilmekten geri kalmadığını ve asla
kalmayacağını görüyor, yaşıyoruz.
***
Elli yıl sonra dünya bir makine
gömütlüğüne dönüşecek ve uzay yolculuğuna çıkmış astronotun ruhu kendi
roketinin kabiniyle özdeş duruma gelecektir.
Hekimlerin hastalarını pek
sevdikleri söylenemese de, tekniklerine gönül vermiş kişilerdir; öldü denecek
bir hastayı hayata döndürmeye görsünler, bayram yaparlar.
***
Yazar olarak bütün işim
bireyselliği “normalliğe" ve standardizasyona karşı savunmak olduğundan,
topluma ve güncelliğe uyum sağlamaya, onunla yekvücut olmaya yönelik özleme
giderilemeyecek bir özlem gözüyle bakıyorum. Belirgin bir kişilik sahibi yalnız
insan için, standardize yaşamla, asla doyum sağlamayacak konvensiyonel bir
dostluk söz konusu olabilir. Dolayısıyla, insanın kendisine yakın hissettiği
yazarlar, düşünürler ve yalnızlar topluluğuyla dostluk kurup bu dostluğu
geliştirmesi daha yerinde bir davranıştır. Başka girişimler sonuçsuz kaldı mı.
kendilerine benzediğimiz ve bütün çağlarda, uluslarda, dillerde, kitaplarda,
düşüncelerde, sanat yapıtlarında seslerini duyuran kişilerin o ezelî ve ebedî
topluluğuna sığınmak hiç değilse darda kalındı mı başvurabileceğimiz bir yol
olarak elimizin altında bulunmaktadır. Öyle zengin bir topluluk ki, hiçbir
zaman düş kırıklığına uğratmaz insanı. Herkesin sözde “gerçek” ve sağlıklı
yaşamını onlarla birlikte yaşama çabası, elbette bir değerden yoksun değildir.
Ne var ki, söz konusu çaba her zaman bizleri değer ve ölçütlerini
kabullenemeyeceğimiz bir dünyanın içine götürüp bırakır ve izlediğimiz yoldaki
kazanımlarımız ellerimizden uçup gider.
Düşünür ve yazarlar dışında doğa
da kollarını açmış bizi beklemektedir. Konvensiyonlarm var olmadığı, yalnızca
teslimiyet ve temaşa yeteneğiyle donatılmış kişilere kapılarını açan bir
dünyanın titreşimlerine ortak olabiliriz. Pazar gezintisine çıkanların ve toplu
gezilere katılaııların keyfini çıkardığı doğa bir kuruntudan başka şey değildir.
Normalde insanın aklına hiç
getirmediği, çünkü asla bir açlığa dönüşmediği gösterişsiz gereksinimleri
arasında memleket de bulunuyor. Memleketle vatanı kastetmiyorum bunun yeri,
daha yüce ussal yetenek ve gereksinimlerdir, benim demek istediğim içimizden
her birinin çocukluğuna ilişkin en değerli anı hâzinesi olarak kendisinde
saklayıp koruduğu görüntüler, imgelerdir. Bunları işte öylesine güzel kılan,
memleketin memleket dışındaki dünyadan kesinlikle daha güzel olması değildir.
Güzel olmalarının tek nedeni, söz konusu görüntüleri körpe çocuk gözlerimizin
ilk şükran duygusu ve tazeliğiyle algılamamızdır.
Bunu duygusallık diye
niteleyenleyiz. Manevî alandaki en yüksek basamaklara henüz erişememişsek,
elimizdeki en güvenilir nesne memleketimizdir. Memleketten çok değişik şeyler
anlayabiliriz. Memleket bir kır parçasıdır bakarsın, ya da bir bahçedir ya da
bir atölye. Bir çan sesi de memleketi oluşturabilir, hatta bir koku da. Söz
konusu olan, büyüyüp gelişme dönemini anımsayış, yaşamımızın ilk, güçlü, alabildiğine
kutsal izlenimlerini anımsayıştır. Bu anımsama içinde memleketimizde konuşulan
şive de vardır. Gurbette yaşayan biri olarak ben, memleketime her dönüşümde
karşılaştığım ilk Suebyalı kondüktöre bir cennet kuşu gözüyle bakarım, bir el
içimizde sakladığımız hâzineye dokunuvermiştir işte. Görüntü ve izlenimler
karmakarışık saklı yalar bu hâzinede, çokluk fazla değer vermediğimiz görüntü
ve izlenimlerdir hepsi, ama tümüyle bira rada doymuş bir eriyik oluşturur,
dokundunuz mu hemen kristalleşir eriyik.
***
Bütün "folklorların”
psikolojik bakımdan sağladığı en önemli veri, insanın ruh yapısının yeryüzünün
her yanında aynı olduğu gerçeğidir. Ne var ki, bu gerçeğin bilinmesi ve
onaylanması, “insanlığın” sadece ütopya değil de gerçekten varlığının bilinmesi
güzel ve gelecek vaat eden bir şeyse de, yine de söz konusu ortak insanlık
ruhunun değişik görünümlerini, tavırlarını ve şivelerini izlemek son derece hoş
ve çekicidir, hatta mutlulukla doldurur içimizi.
***
Halkın önünde kesinlikle
saygıyla eğilirim, onun izlediği akıl dışı yollar bunun için ileri sürülen akla
uygun nedenlerden çok daha değerlidir bence.
***
Henüz gizler ortasmda dikilen
bütün çocukların ruhlarını sürekli oyalayan biricik önemli şey, kendi kendileri
ve kendi şahıslarının çevresindeki dünyayla o bilmecemsi ilişkidir. Bilge
kişiler yıllar geçip belli bir olgunluk düzeyine eriştiler mi, çocukluktaki bu
oyalanışa yeniden dönerler, ama insanların pek çoğu gerçekten önemli bu iç
dünyayı daha erken bir dönemde bir daha akıllarına getirmemek üzere unutur ve
ömür boyu hiçbiri ruhlarının derinliklerinde yer almayan, hiçbiri kendilerini
varlıklarının derinliklerine götürmeyecek olan kaygı ve tasaların, istek ve
amaçların alacalı çıkmaz sokaklarında bir o yana bir bu yana dolanıp dururlar.
***
Korkunun tek nedeni, insanın
kendi kendisiyle bir birlikteliği gerçekleştiremeyişidir.
***
Sanatçı için, genel olarak
yetenekli bir imgelem insanı için evlilik hemen her zaman düş kırıklığıyla
sonlanır. En iyi durumda ağır tempoyla ilerleyen katlanılır bir evliliktir bu
ve insan bu evliliğe tevekkül gösterip razı olur. Ne var ki, ruhun ve yaşam
gücünün bir parçası fazla acıya yol açmadan ölüp gider bu arada ve bizieri
olduğumuzdan daha yoksul durumda bırakır; oysa soylu, büyük bir acının
yaşanması bizi olduğumuzdan zengin biri yapar.
***
Kimse çocuk edinsin diye
evlenmez, ama doğacak çocuklar değiştirir kendisini ve sonunda anlar ki, meğer
her şey çocuk sahibi olmak için yapılmıştır.
***
Tartışmalarda kazanan taraf
her zaman iyimserlerdir.
***
Bir kimsenin, kendisi hakkında
verdiği karan değiştirmeye zorlamasından daha çok bir toplumu kızdıran bir
başka şey yoktur.
Dürüst, temiz bir insan kendine
düşmanlar edinmeksizin hiçbir adım atamaz.
* *
İnsanda belli bir dayanıklılığın
varlığına inancım hayli büyüktür. Şeytanca her davranıştan sonra vicdanın bir
rahatsızlıkla uyanıp kendine geleceğine, her ahlak bozulmasını yeni bir anlam
ve düzen arzusunun izleyeceğine inanıyorum.
Bireyin Ödevleri
Bana göre insan başkalarına
değil, kendi kendisine karşı hoşgörüsüz olmalıdır.
***
Halkların tümü aynı derecede
aptaldır, biriyle ötekisi arasında fark yoktur bu bakımdan. Toplumda doğru ya
da aptalca ve kötü bir işin yapılıp yapılmaması sistemden değil, bireylerin
durumundan kaynaklanır
***
Savaş sırasında benim dışımdaki
dünyayı ilk kez alıcı gözüyle inceledim ve hayretle şu sonuca vardım ki,
insanların büyük çoğunluğu yetenek ve doğalarının gösterdiği doğrultuda değil,
her zaman bunun tersi doğrultuda davranıyor. En başta devletin kendi
vatandaşlarından öyle acayip bir yararlamşı var ki! Yazarlar silahla ateş
etmede, profesörler siper kazmada, ticaretle uğraşan Yahudiler vatanî işlerde,,
hukukçularsa basın hizmetinde kullanılıyor. Devlet, en azından bizimkisi
yetenekten yoksun kişilerin ille de kendi hizmetinde çalışmak istemesine ve söz
konusu kişileri canı istediği gibi kullanmaya alışmış bulunuyor.
Beni kitleden, amatör ve acayip
diye nitelediğim insanlardan ayıran tek şey, beynimin ve gerilerde kalan
yaşamımın beni nasıl bir çalışma ve hizmetle yükümlü kıldığını, söz konusu
çalışma ve hizmeti elden geldiğince kendimi vererek yapmam gerektiğini
bilmemdir.
Bu yükümlülükten kaçar da Allahın
günü ortalıkta dolaşan çağrıların peşine takılırsam, amatörlerin arasında
soluğu alır, üstesinden gelemeyeceği işi
yapmaya yeltenen bir insana dönüşür, içimden gelen sesin beni yapmaya çağırdığı
işi yüz üstü bırakmış olurum.
***
Bizi uyanıkken ya da düşlerde
canilere ve hayvanlara dönüştüren hayal gücümüzden ne kadar az ürker,
çekinirsek, gerçekte söz konusu duruma düşme tehlikesinden o kadar uzaklaşırız.
***
Dünyada manevi alanda ele
geçirilmiş ve başarılmış ne varsa, içinde yaşadığımız anda olanaklı görünenin
çok üstüne çıkan ideal ve umutlan içimizde yaşatmamıza borçludur varlığını.
***
İçgüdüsel yaşamı tek yanlı
davranarak içgüdülere düşman aklın sultası altına yerleştirmek yaşamsal bir
tehlike oluşturur. çünkü içgüdüsel hayatın gereği gibi yüceltilmesi başarı
lamamış her parçasının bilinçdışına itilmesi bizi hayli sıkıntıya sokar.
***
Sonuna kadar yaşanıp
çözümlenmemiş her sorun, dönüp dolaşıp ileride yeniden karşımıza çıkar.
***
Kanımca, “doğaya dönüş” yolu
izlenerek uygarlığımızın yol açtığı hastalıklardan kurtulmak olanaksızdır.
Bunun için çıkar yol, uygarlığa giderek artan ölçüde uyum sağlamaktır;
İçimdeki romantik ben ne kadar
arzulasa da, uygarlıktan kaçıp ormanlara sığınmak bana yaraşmaz.
***
Şimdiki durumlarıyla mesleklerin
çoğu, özellikle “üst” ka demedekiler insanın bencil, korkak, rahatı seven
içgüdüleri dikkate alınarak düzenlenmiştir. Bir gözünü yuman, sinip pusan,
şefine öykünen insanın işi kolaydır; işi ve sorumluluğu aradı da bunları sevdi
mi. zorluklardan yakayı kurtaramaz. .
***
Gerçek erdemler her zaman
rahatsız eder insanları, başkalarında kin ve nefret uyandırır.
***
Ne Vita activa’dan (aktif yaşam)
Vita contemplativa’ya (düşünsel yaşam) kaçıp sığınmalı, ne de bunun tersini
yapmalıyız, her ikisinin arasında bir yol izleyerek bazen birinin, bazen
öbürünün yanında yer almalı, her iki etkinliğe de katılmalıyız.
***
Kendi kendimizden ne çok şey
bekler, belli bir andaki görevimiz bizden ne çok şey isterse, o ölçüde
meditasyonun oluşturduğu güç kaynağına, akıl ve ruhun sürekli yenilenen
uzlaşmasına gereksinim duyarız.... Tarihteki gerçekten büyük insanların hepsi
ya meditasyonu kendi yaşamlarına uygulayabilen kişiler olmuş ya da meditasyonun
bizi götürdüğü yere giden yolu farkına varmadan ele geçirmişlerdir. En
yeteneklileri ve en güçlüleri de içlerinde olmak üzere meditasyonun uzağındaki
kişilerin tümü sonunda başarısızlığa uğramış, yenik düşmüşlerdir; çünkü
gördükleri iş ve açgözlü düşleri kendilerini öylesine avcuna almış, kendilerine
öylesine sahip çıkıp onları mecnun durumuna düşürmüştür ki, kendilerini sık sık
güncelden sıyırıp almak, güncelle aralarına bir mesafe koymak yeteneğini elden
çıkarmışlardır.
***
Herkesin bir gün gelip kendisini
babasından, öğretmenlerinden ayıracak adımı atması gerekecektir. İnsanların
çoğu fazlasına katlanamasa ve kısa süre sonra yine kaçıp kalabalık arasına
sığınacak olsa da, herkes yalnızlığın hoyratlık ve çetinliğinden biraz
birşeyler duyumsayacaktır.
***
Nereye bakılsa toplucalık, nereye
bakılsa biraradalık, nereye bakılsa yazgının yükünü sırttan atma çabası ve
sıcacık sürü yakınlığına kaçıp sığınmalar!
***
Gelişim sürecini yaşayan bir
genç, içinde bireyselleşmeye yönelik güçlü bir dürtü hissetmeye, sıradan insan
tipinden biraz uzaklaşmaya görsün, başkaları üzerinde ister istemez kaçıklık
izlenimi uyandıran biri durumuna düşecektir... Böyle bir durumda yapılacak şey,
kendi kaçıklığını dünyaya zorla benimsetmek, devrim yoluyla dünyayı değiştirmek
değil, ruhundaki ideal ve düşleri dünyaya karşı o denli savunmaktır ki, bunlar
kuruyup kavrulmasın, sararıp solmasın.
***
Biz genç insanlar, bozguna
uğramamak için kendimizi savunmak zorundayız. Yasalar ve güzel güzel kurallar
derdimize derman olamaz. Her şeyden önce sevgi gereklidir bize, ruhumuzun
yanıp tutuştuğunu duyumsamamız gereklidir. Bizlere düşen, dünyayı yıkıp
atmak değil, kendi kendimizi vurduğumuz zincirleri kırıp atmaktır.
***
Bir insanın yaşamının Matthcius
passionu’ndan daha değerli olup olmadığına ilişkin sorunuz, bir oyunbazlıktan
başka şey değildir, soruya almak istediğiniz yanıt da tehlikeli bir yanıttır.
Akıldan, tarihten, sanattan yoksun insan rasgele bir hayvandan daha
değersizdir. Tek başına yaşama tarih ve sanattan daha değerli gözüyle bakıldı
mı, o zaman insan yaşamına ve bu yaşamın ayakta tutulmasına karşı en ufak bir
saygı duymayan bir görüşü benimsemiş oluruz. Tek insan bizatihi yüksek bir
değer taşımaz, sadece bir olanak, akla götüren bir yol olarak değerlidir.
***
Öyle inanıyorum ki, aslında
anlamsız ve acımasız yaşam, bireye yüksek bir bedel karşılığında bu yaşamı
anlam ve güzellikle doldurma olanağını sunmaktadır. Ne var ki, bu sözlerime
gülümsemeyecek bir kişi seyrek gösterilebilir... Ya özel biı yaşama ve hüzne
sığınılmakta ya da şiddete şiddetle karşılık vermek, toplan ve zehirli
gazlarıyla bir sonraki büyük çağı hazırlamak için silahlanılmaktadır.
***
Dünya yarın batacakmış,
batmayacakmış, ne bunun tasası bize düşer ne de sorumluluğu. Bizim yapmamız
gereken, isterse sadece o büyüleyici bulutlarıyla gökyüzü olsun, dünyada
gönüllerimizi şenlendirecek nesnelerin yaşadığımız süre tadını çıkarmak ve
bunları el üstünde tutmaktır. Benim yazarlığımın ne kadar gerici, ne kadar
gülünç olduğunu, salak dede romantizminden başka şey sayılamayacağını, hurda
demirlerden farksız nitelik taşıdığını her an duyup işitiyorum.
***
Bugün hepimiz, yaşam gücüyle
donatılmış bütün uyanık kişiler bir umarsızlık içinde yaşıyoruz, Tanrıyla
hiçlik arasında sıkışmış durumdayız. Bu ikisi arasında nefes alıp veriyor, titreşiyor,
salmıyoruz. Her gün yaşamı üzerimizden sıyırıp atmaya hevesleniyor, ama
içimizdeki o kişisellik üstü töz tarafından alıkonuluyoruz. Böylece
güçsüzlüğümüz bizi kahraman yapmasa da cesarete dönüşüyor. Geçmişten bize kadar
gelen inancın birazını kurtarıp gelecek kuşaklara aktarmaya çalınıyoruz.
***
Nerede bulunuyorsanız bulunun,
gerçekten hizmet etmesini, kendinizi gördüğünüz işe gerçekten adamasını,
kendinizi düşürimektense yaptığınız işi düşünmesini öğrenin. Bu, içine
düştüğünüz çölleşmeden sizi çekip çıkaracak biricik yoldur.
***
Tanrı bize umarsızlığı
yolluyorsa, amacı bizi öldürmek değil, içimizdeki yeni yaşam kıvılcımını
tutuşturmaktır.
***
Her şeyden önce önemli olan, içte
takınılan tutumdur, zor karşısında ağır ve katı mı, yoksa esnek bir davramş mı
sergilenecek oluşudur. Salt verilecek bir kararla işin güçlüğünden kendini
sıyırıp yeniden bir atılımı gerçekleştirmek olanaksızdır; öyleyken bunu
düşünmek, yorgun ve onanma muhtaç duruma düşmüş olsa bile kanatlarımıza güveni
yitirmemek gerekiyor.
***
İnsan ancak yaşamın güzelliğini,
ölüm ve günahta suç ortaklığını, kısaca bütün o büyük günah’ı sırtlanması ve
suçu her zaman başkalarında aramaktan vazgeçmesi durumunda, dünya karşısında
ahlaksal bir davranışı sergilemiş olur ve bu davranış yararlı nitelik taşır.
***
“Öldürmeyeceksin!” öğretici bir
özgeciliğin katı buyruğu değildir. Özgeciliğe doğada rastlanmaz ve
“Öldürmeyeceksin!" başkalarının canını acıtmayacaksın anlamına gelmez.
Bunun anlamı, başkalarını kendi varlığından yoksun bırakmaman, kendine zarar
vermemendir. Başkası sana yabancı biri değildir çünkü, sana uzak, dış dünyayla
ilişkilerden yoksun, kendi içme kapalı yaşayan biri değildir. Dünyadaki her
şey, o binlerce “başkası”, kendilerini gördüğüm, kendilerini duyumsadığım,
kendileriyle ilişki içinde yaşadığım zaman benim için vardır ancak. Çünkü
yalnızca benimle dünya, benimle “başkaları” arasındaki ilişkidir yaşamımı
oluşturan.
***
Açken tokkenkine göre adil
olmanın insanı daha çok zahmete sokacağını anlayabiliyorum: ne var ki, insanın
sıkıntıya düşmesinin ve durumunun kötüleşmesinin ahlakı ortadan kaldırması
gerektiğini kabullenemem.
Rahatlığın sona erip sıkıntının
başladığı yerde, yaşamın bize vermeyi amaçladığı eğitim başlar.
***
Yalnızlık, yazgının insanı
kendi kendisine ulaştırmak için başvurduğu yoldur.
***
İnsan olarak bize düşen,
birkezliğine kişisel yaşamımızda hayvandan insana doğru bir adım daha ileriye
gitmektir.
***
Olanaklıya erişmek için dönüp
dolaşıp olanaksız’a ulaşma yolunda çaba harcanmalıdır.
***
İyi şeylerin de zor altında
yapılmaması gerekiyor.
***
Bir misyonu üstlenen, bununla
sadece bir armağana kavuşmuş, bir yükümlülük üstlenmiş sayılmaz. Aynı
zamanda«suç gibi bir şeyi de sırtlanmış olur. Arkadaşları arasından alınıp
subaylığa yükseltilen bir er gibi tıpkı; er de söz konusu yükselişinin bedelini
arkadaşlarına karşı bir suçluluk duygusuyla, hatta bir vicdan rahatsızlığıyla
ödediği ölçüde bu yükselişe layık olduğunu kanıtlar.
***
Kafamda tasarladığıma göre,
yaşamım basamak basamak bir ilerleyiş olacak, art arda bir mekândan öbürsüne
geçilecek, birep birer mekânlar gerilerde bırakılacaktı. Bir müziğin bir
temadan öbürsüne, bir tempodan ötekisine yürüyüşü, çalmışı, bütünlenişi ve
çeşitli temaların, tempoların geride bırakılışı gibi tıpkı, asla yorulmaksızın,
uykuya yenik düşmeden, hep uyanık, her zaman bütün varlığıyla hazır durumda
bekleyerek. Uyanışla ilgili olarak şunu fark etmiştim ki, böyle basamaklar ve
mekânlar bulunmaktadır: bir yaşam parçasının son zamanlan bir sararıp solma
isteğini, bir ölme arzusunu içinde barındırmakta, bu arzu da yeni bir mekâna,
yeni bir uyanışa, yeni bir başlangıca geçişi sağlamaktadır.
***
Erişilmiş bir amaç, amaç
olmaktan çıkar.
***
Sık sık yorgun düşer, inancımı ve
cesaretimi kaybederim; ama inanıyorum ki, söz konusu durumlarla savaşılmaması,
tersine insanın kendini onların eline bırakması, bazen ağlayıp bazen boş
kafayla pineklemesi gerekir. O zaman görülür ki, arada geçen zaman içinde
insanın ruhu hep zinde kalmış, insanın içinde bir şey yine de ileri gitmiştir.
***
Bizim bir anlam veremeyeceğimiz,
yüzünü değerli olandan yana çeviremeyeceğimiz hiçbir mutluluk ya da mutsuzluğun
bulunamayacağı inancı her zamanki gibi bugün de yaşıyor içimde, ne kendim, ne
başkaları hesabına söz konusu inançtan el çekmeye niyetim var.
Özellikle son zamanlarda kendini
doğanın eline^ teslim etmek, edilgin durumda ya da tadını çıkararak değil,
yaratıcı bir tutumla bunu yapmak kadar insanı rahatlatan bir şey yoktur.
***
İnsanın dönüp dolaşıp canlı olana
tutunması gerekiyor. ''Akıl” çokluk yüz üstü bırakır bizi, sadece biraz sevgi
ve sabra karşılık doğanın bize sunacakları kadar değer taşıdığı durumlar
seyrektir. Bir kediyle oynamak, bir ateş yakmak ya da bulutlan seyretmek,
bunların hepsi öyle pınarlardır ki, bir tıklatmak yeter, hemen açarlar
kapılarını.
***
Ne zaman bir yosunu, kristal bir
nesneyi, bir çiçeği, altunî bir böceği, bulutlarla bezenmiş gökyüzünü, inip
çıkan dalgaların sakin ve devcileyin soluyuşlarıyla bir denizi, o düzgün
kristal kaburgalarıyla, kenarlarındaki nakışlar ve renkli süslerle, desenindeki
çeşitli yazılar ve bezeklerle, o sonu gelmeyen tatlı, büyülü nefeslerin
oluşturduğu geçişler ve nüanslarla bir kelebek kanadını hayranlıkla seyretsem,
ne zaman gözle ya da bir başka duyu organıyla bir doğa parçasını yaşasam ve
doğa parçası beni kendine çekse, beni büyü lese, varlığı ve ilahi vahyi bir an
için kapılarını açsa bana, insan gereksinimlerinin o doymak bilmez kör
dünyasını ter keder, unutur, düşünceleri ya da emretmeleri, kazanmaları ya da
yağmalamaları, savaşıp yenmeleri ya da kurup çatmaları bırakır, o anda Goethe
gibi “hayretle seyretmekten” başka şey yapmam; bu hayretle seyrediş beni
yalnızca Go ethe’nin ve diğer yazarlarla bilgelerin değil, hayranlıkla
seyrettiğim ve canlı dünya olarak yaşadığım her şeye, kelebeğe, böceğe, buluta,
ırmağa ve dağlara kardeş kılar, çünkü hayretle seyir yolunda bir an için
ayrılıklar dünyasından kaçıp birlik ve beraberlikler dünyasından içeri dalarım.
Öyle bir dünya ki, bir nesne, bir yaratık bir ötekisine şöyle der: Tat twam
asi. (“Bu sensin”.)
***
Evet deyin kendinize, toplumdan
soyutlanmışlığınıza. duygularınıza, yazgınıza evet deyin. Bir başka çıkar yol
yok çünkü. Bu yolun insanı nereye götüreceğini bilmiyorum, ama yaşamın içine,
gerçeğin içine, ateşin ve zorunlukların içine götüreceği kesin. Siz bu yolu
katlanılmaz bulabilir, hayatınıza son verebilirsiniz, bu kapı herkese açıktır,
böyle bir şeyi düşünmek çokluk rahatlatır insanı, beni de rahatlatır. Ama
vereceğiniz bir kararla, kendi yazgı ve anlamınıza ihanetle, “normallerin”
safına katılmakla bundan kaçıp yakayı kurtaramazsınız. Böyle bir kaçış uzun
süre başarılı olamayacağı gibi sizi şimdikinden daha büyük bir umarsızlığın
içine sürükler.
***
Çıldırmaktan korku, çokluk
yaşamdan, gelişimimizin ve içgüdülerimizin bize yönelttiği beklentilerden
korkudan başka şey değildir. Naif içgüdüsel yaşamla bizim ulaşmayı
arzuladığımız, bu yolda çaba harcadığımız bilinçli yaşam arasında her zaman bir
uçurum söz konusudur; bu uçurum kapa tılamasa da her zaman üzerinden sıçrayıp
karşıya geçilebilir birçok kez, yüzlerce defa; ama her seferinde bu iş insandan
cesaret ister, her sıçrayıştan önce biraz korku çullanır üzerimize.
***
Yazgıyı yenmenin tek yolu onu
anlayıp kavramaktır. Bazıları kendilerine “kusursuz” gözüyle bakar, bunun
nedeni kendilerinden fazla bir beklentileri olmayışıdır.
***
Nihayet insan yerinden
oynatılmaz, hep aynı kalacak bir varlık değildir (böyle bir şey, içlerindeki
bilgelerin ters yöndeki sezgilerine karşın antik dünyanın idealiydi), daha çok
denemedir, bir geçiş oluşturur, doğayla us arasında dar ve tehlikeli bir
köprüdür. Varlığının alabildiğine derinliklerinde saklı misyonu us’tan yana.
Tanrıdan yana iter kendisini, varlığının alabildiğine derinliklerinde saklı
özlemiyse doğadan, anneden yana çekip geriye almak ister, insanın yaşamı da bu
iki güç arasında korkuyla bocalayıp durur.
***
İnsan onurunu ayakta tutan ya da
ayağa düşüren, onun erişilmez’de kendisine hedefler belirlemesidir; insanın
trajedisi ise dünyanın gidişinin ve pratik yaşamın kendisine karşıt cephede yer
almasından kaynaklanır.
***
Bizim aramaları bırakıp bulmalara
yönelmemiz gerekir, yargılamayı bırakıp seyirci konumunda bulunmamız, olup
bitenleri kavramamız, dışımızdakini soluyarak içimize aktarmamız. aldıklarımızı
işleyip değerlendirmemiz gerekir. Kendi varlığımızı bütün’e akraba ve bütün
içinde belli bir yere yerleştirdiğimiz duygusunu içimizde yaşatmamız gerekir.
Ancak o zaman doğayla aramızda doğru dürüst bir ilişki kurabiliriz.
Yeni bir düzene düştiirebilmemiz
için karmaşa (kaos) durumunun hakkını vermemiz, onu yaşamımız gerekir.
***
Sevdiğimiz, hoşlandığımız şeye
dönüp dolaşıp sarılır, tutunur, bu davranışımızın da sadakat sayıldığını
düşünürüz, oysa uyuşukluktan başka şey değildir.
***
Yaşamın anlam ve anlamsızlığından
değil ama, birkezliğine kendi yaşamımı nasıl geçirdiğimden sorumlu olduğuma
inanıyorum.
***
Yazgı kimin üzerine dışarıdan
gelip çullanıyorsa, atılan okun avlanacak hayvanı yere sermesi gibi altında
ezer onu. Yazgı kimin içinden, kimin öz benliğinin, derinliklerinden çıkıp
geliyorsa, onu güçlendirir ve Tanrı yapar.
***
Savaşmanın başarısızlıkla
sonuçlanacağını bilmen yaşamını yüzeyselleştirip değersiz kılmaz. İyi ve ideal
bir şey için savaşır da iyi ve ideal şeye ille de erişmen gerektiğini sanarsan,
yaşamını daha çok yüzeyselleştiren bir iş yapmış olursun.
***
Barış vardır, ona şüphe yok, ama
içimizde hep yaşayan ve bizi bir daha bırakıp gitmeyen bir barışa, hayır. Bir
barış varsa, bıkıp usanmadan savaşılarak ele geçirilen ve her gün yeniden ele
geçirilmesi gereken bir banştır bu.
Bedensel şımarıklık ve
miskinlikle ussal şımarıklık ve miskinlik el ele yürür.
***
Uzun sürmeleri durumunda bedensel
ağrı ve sızılarla başa çıkabilmek kuşkusuz hayli çetin bir iştir. Doğuştan
cesur kimseler acıya karşı savunurlar kendilerini, onu yadsımaya çalışır,
Romalı stoikler gibi dişlerini sıkarlar. Ne var ki, böyle bir davramş ne kadar
hoşa gitse de, biz acıların bu yoldan giderilebileceğine kuşkuyla bakma
eğilimindeyiz. Ben kendi adıma karşı çıkmayıp bir esrikliğin ya da bir
serüvenin eline kendimi teslim eder gibi acıların eline kendimi teslim ettiğim
zaman, en şiddetli acılarla en iyi şekilde başa çıktığımı gördüm.
***
Uygarlığı, aklı ve onun
isteklerini ciddiye alıp gösterdikleri doğrultuda yaşamaya yönelik her çaba
kesinlikle umarsızlığa sürükler insanı. Böyle bir umarsızlıktan bizi esenliğe
çıkaracak olan, öznel yaşantı ve durumlarımıza fazlasıyla nesnellik
kazandırmanın zorunluğunu anlamamızdır. Esenliğe kavuşmanın yaşantısı, yeni
umarsızlıklara kapılmamızı doğal olarak engellemekten uzaktır. Ama her
umarsızlığın içimizdeki bir güçle alt edilebileceğine ilişkin inancımızı
pekiştirip geçiştirir.
***
Vicdanın ahlakla, yasayla hiçbir
alıp vereceği yoktur; bunlarla alabildiğine korkunç, alabildiğine ölümcül
karşıtlıklara düşebilir, ama sınırsız ölçüde güçlüdür vicdan, miskinlikten,
bencillikten daha güçlü, kendini beğenmişlikten daha güçlüdür.
Ne kadar değerli olursa olsun,
hiçbir mücevher, onu değerli kılan pırıltıyı alışmışlık ve sevgisizliğin
kendisinden koparıp alamayacağı kadar mutlak bir güzelliğe sahip değildir. Bu
yüzden, benim edinilmeye değer bir hüner gözüyle baktığım bir şey varsa,
uzağımızda bulunup, gözlerimizin görmediği güzelliklerden esirgemediğimiz huşu
ve sevgiyi yakınımızdaki alışılmış güzelliklere çok görmemektir.
***
Ancak eylem ve özverilere dönüşen
düşünce ve görüşler ilgilendirir beni. Kendiminkine karşıt düşünce ve görüşü
benimseyen, ama benim kendisinden hoşlandığım, beni etkileyen biri benimle aynı
düşünce ve görüşü paylaşan, ama belki korkak ve geveze birinden daha yeğdir
benim için.
***
Gerçek asla kendisinden memnunluk
duyulmayan, asla baş tacı edilmeyip, saygı beslenmemesi gereken şeydir; çünkü
rastlantıdır gerçek, yaşamın çer çöpüdür. Gerçeği değiştirmenin tek yolu onu
yadsımak, ondan daha güçlü olduğumuzu göstermektir.
***
Doğa ve bilim, nitelik duygusunu,
nitelik hizmetinde çalışmayı bir görev olarak biz sanat adamlarının omuzlarına
yüklemiştir. Dolayısıyla, bizlere düşen, ister batı, ister doğu tarzında olsun
asla niceliğe hizmet etmemek, insana özgü sorunların matematik ödevleri gibi
çözümlenebileceğine ilişkin inancı daha da pekiştirmekten kaçınmaktır. Ancak
alabildiğine dar bir mekânda bunu başarabilsek bile, gerçekten inandığımız
değerler uğrunda yine de çaba harcamaktan vazgeçmemektedir.
Ben’imin değeri ve yücelmesi için
alabildiğine önem taşıyan bir şey varsa, önem verdiğim nesneler çemberini
bilincimin görüş alanı içinde sürekli bulundurmam değil, bilinçle bilinçaltı
arasında olumlu, hafif, akıcı ilişkiler kurmamdır. Biz düşünce makineleri
değil, canlı organizmalarız.
***
Bize geleceği garantileyecek deha
sahibi aydınlara ve kişilere yeniden kavuşmak istiyorsak, hükümet reformları ve
politik yöntemlerle gerilerden işe koyulmak değil, kişiliğin inşasına çalışarak
önden işe başlamak gerekir.
***
İnsan bundan böyle değişmez,
oluşum sürecini geride bırakmış, gelişimini tamamlamış, birkezliğine, açık
seçik belirginleşmiş bir varlık değil, oluşum sürecini yaşayan bir yaratıktır,
bir deneme, bir sezgi ve gelecektir, doğanın yeni biçim ve olanaklardan yana
bir atılımı ve özlemidir.
***
İtaat bir erdemdir. Ancak sorun,
kime itaat edileceğidir. İnatçılık da bir erdemdir çünkü. Ama inatçılık dışında
el üstünde tutulan diğer erdemlerin tümü, insanların koyduğu yasalara itaattir.
Yalnızca inatçılıktır ki, söz konusu yasalara dönüp bakmaz. İnatçı kişi bir
başka yasaya, kendi özündeki anlama itaat eder.
***
Nefret ettiğim şeyler benim için
sevdiğim şeylerden daha az varlık sahibi değildir. Ama tanımadığım, tanımak
istemediğim, umursamadığım, benimle ilişkisiz, bana herhangi bir çağrı
yöneltmeyen şey de benim için yok demektir. Bu gibi şeyler ne kadar çok olursa,
o kadar gerilere atar beni.
***
Hiçbir eylem, daha önce “Ne
yapmalıyım?” diye soran biri tarafından gerçekleştirilmiş değildir.
***
Hiçbir insan yoktur ki,
ideallerim tehdit altında görünce akıl almayacak işleri başarmasın. Ne var ki,
yeni bir ideal, yeni, belki de tehlikeli ve korkunç bir gelişim kapıyı çaldı
mı, ortada kimse görülemez.
***
Bir insanın eğitim düzeyi ne
kadar yüksekse, yararlandığı ayrıcalıklar o kadar fazla olur; beri yandan, dar
zamanlarda göstereceği özveriler de o kadar büyük olmak zorundadır.
***
Nedenleri bilip tanımak, işte
düşünmek denilen şey! Ancak böylelikle duygular bilgilere dönüşür, bir daha da
kaybolup gitmeyerek insan varlığının bir parçası olur ve saçtığı ışınlarla
çevreyi aydınlatmaya başlar.
***
Hiçbir duyguyu küçümseme, hiçbir
duyguya bayağı gözüyle bakma! Her duygu iyidir, hatta pek iyidir: kin ve nefret
de, kıskançlık da, acımasızlık da öyledir. Bizi yaşatan, kimi zavallı, kimi
güzel ve şahane duygulardan başkası değildir, haksız bir davranjşa konu
yaptığımız her duygu kendi elimizle söndürdüğümüz bir yıldızdır.
***
İnsanı bütün kalbiyle arzuladığı
şeyden ayıran sadece zaman olmuştur, zaman, bu yaman icat! Zaman bir payanda,
bir koltuk deneği rolünü oynamıştır hep; özgürlüğe kavuşulması isteniyorsa, bu
payandadan, bu koltuk değneğinden el çekilmesi gerekir.
***
Arama işine koyulacak bir kişinin
kafa gözü sadece aradığı şeyi görür, ondan başkasını bulamaz, ondan başkasının
kendi benliğinden içeri sızmasına olanak vermez, hep aradığı şeyi düşünür, bir
amacı vardır çünkü, bu amaç avcuna almıştır kendisini. Aramak, kendine bir amaç
saptamış olmaktır. Bulmaksa özgür olmak, dışarıya kapıları açmak, bir amacı
bulunmamaktır.
Sabır öğrenilmeye değer biricik
şey, en zor şeydir. Tümüyle doğa, dünyadaki tümüyle büyümeler, gelişip
serpilmeler, tüm güzellikler sabrı gerektirir, zamana bakar, sessiz bir ortam,
uzun vadeli oluşumlara inanç ister. Öyle oluşumlar ki, bir insan ömründen daha
uzun sürer, bir kişi tarafından pek kavranamaz, bütünlüğü içinde tek kişiler
değil, halklar ve çağlar tarafından yaşanabilir.
***
Yaşam herkesin sırtına
birkezliğine, değişik bir ödev yükler, dolayısıyla yaşama doğuştan bir
elverişsizlik diye bir şeyden söz edilemez; en güçsüz, en zavallı biri bile
kendi konumunda değerli ve gerçek bir yaşamı sürdürebilir, yaşamdaki kendisinin
seçmediği konumu ve kendisi için biçilmiş misyonu alıp kabullenerek ve gereğini
yerine getirerek başkaları için bir önem taşıyabilir. Gerçek insanlık budur,
esenliğe kavuşturucu soylu ışınlarını sürekli yayar çevreye; söz konusu
misyonun sahibine herkes kimsenin yerinde olmak istemeyeceği biçarenin biri
gözüyle baksa da bir şey fark etmez.
***
Yaşam anlamsız, acımasız,
aptalca, ama yine de görkemlidir, insanla eğlfenmez (bunun için us sahibi olması
gerekir çünkü), beri yandan insana bir solucandan daha çok ilgi duyrnaz,
özellikle insanın doğanın bir kapris ürünü ve zalim bir oyunu olduğu görüşü,
insanın kendisini çok önemsediğinden içine düştüğü bir yanılgıdan başka bir şey
değildir. Bir kez biz insanların işinin doğadaki bir kuşun, bir kann
canınkinden daha zor değil, tersine daha kolay ve daha güzel olduğunu görmek
gerekiyor. Bir kez bizler yaşamın acımasızlığını ve ölümün kaçınılmazlığını
sızlanıp yakınarak değil, bu umarsızlığın tadını çıkararak kabullenip
benimsemek zorundayız. Ancak doğanın tüm iğrençliğini ve anlamsızlığını
benimsedikten sonra, bu hoyrat anlamsızlığın karşısına dikilip onu anlamlı bir
nitelik kazanmaya zorlayabiliriz. Bu. insanın üstesinden gelebileceği en yüce
ve biricik şeydir. Geri kalan şeyleri hayvanlar insanlardan daha iyi başarır.
Anlamsızlık nasıl bir solucan
için bir üzüntü kaynağı oluş turmuyorsa, insanların çoğu için de asla bir
üzüntü kaynağı sayılmaz. Ne var ki, bu üzüntüyü duyup bir anlam arayışına
soyunan az sayıdaki kişiler insanlığın anlamını oluşturur.
Sorunların var oluşu çözüme
kavuşturulmaları için değildir; sorunlar, aralarında yaşam için zorunlu
gerilimin oluştuğu kutuplardır sadece.
***
İçimizdeki hayvan olmasa,
iğdiş edilmiş meleklere benzeriz.
***
Bir kişiliğe ve bir karaktere
sahip olan herkesin kendine göre bir yazgısı vardır, kendisi için belirlenmiş,
doğarken kendisine sunulan bir yazgıdır bu. Çokluk öyle görünür ki, sanki bu
yazgıyı insanın kendisi seçmekte, bile isteye böyle bir seçimi gerçekleştirmektedir,
kendisi için belirlenen yazgının gereğini işte öylesine şaşmaz biçimde yerine
getirir ve yaşar.
***
Tanrının tasarladığı ve ulusların
edebiyatıyla bilgeliğinin binlerce yıldan bu yana anladığı kadarıyla insan,
kendisine yararı dokunmayan nesnelerden de haz duyabilme yeteneğiyle ve
güzelliği duyumsayacak bir organla yaratılmıştır. İnsanın güzellikten zevk
alışında akıl ve duyuların eşit ölçüde payı vardır. İnsanlar zahmet ve
tehlikeler ortasında bu tür şeylerden, örneğin doğada ya da bir tabloda sergilenen
renk oyunundan, fırtına ve denizin seslerindeki bir çağrıdan ya da bir müzikten
haz duydukları, çıkar ve sıkıntılarının yüzeyi gerisinde dünyayı bir bütün
olarak gördükleri ya da duyumsadıkları, oyun oynayan bir kedi yavrusundan bir
sonattaki varyasyonların oyununa, bir köpeğin insanı duygulandıran bakışından
bir yazarın trajedisine kadar tüm nesneler arasında bir bağlantının, bir
ilişkinin varlığının, uyumlardan, benzerliklerden ve yansımalardan bin türlü
bir zenginliğin söz konusu olduğunu sezinledikleri ve bunlardan yükselen sonsuz
bir akış içindeki dilin kendilerini keyiflendirdiği, bilgelikle donattığı,
eğlendirip duygulandırdığı sürece sallantılı durumlarına her zaman dur
diyebilecek ve varlığını dönüp dolaşıp bir anlamla donatabilecektir; çünkü
“anlam” denilen şey çok yönlülükte saklı yatan birliktir ya da dünyanın
karmaşasını aklın birlik ve ahenk olarak algılama yeteneğidir.
***
insan dışarıdaki kör bir gücün
oyun toplan değil, doğarken yanında getirdiği yeteneklerin, güçsüzlüklerin ve
diğer kalıtımsal özelliklerin bir toplamıdır. Anlamlı bir yaşamın amacı içteki
sesin çağnsını işitmek ve bu çağrıya elden geldiğince uymaktır. Dolayısıyla,
izlenecek yol, kendi kendini tanımak, ama kendini yargılayıp değişmek istemek
değil, yaşamı, içimize sezgi olarak önceden yerleştirilmiş biçimine elden
geldiğince yaklaştırmaya çalışmaktır.
***
İnsan kendi çilesini bildi de
bunun suçunu başkalarında arayacakken kendini suçlu bilip bunu sonuna kadar
yaşadı mı, her zaman yeniden suçsuz birine dönüşebilir.
***
Genelde kahramanlığa, dolayısıyla
stao’ya daha çok kuşkuyla bakan biriyim, dolayısıyla kendi yaşamımda seyrek
istisnaları saymazsak acılar dünyasının içinden geçecek en kısa yol olarak
acılar içinden vurup geçen yolu görmüşüm dür hep.
Misyonumuz karşıtları ilkin
karşıtlar olarak, sonra da bir birliğin kutuplan olarak gereği gibi bilip
tanımaktır.
***
Bize düşen, nasıl ki güneş ve ay,
deniz ve kara birbirine pek yaklaşmazsa birbirimize yaklaşmak değildir.
Amacımız birbirimizi tanımak, her birimizin karşısındakini nasılsa öyle, yani
kendi karşıtı ve kendisini bütünleyen parça gözüyle görmesi ve böyle biri
kimliğiyle ona saygı duymasıdır.
***
Kazanan, bilgiçlik taslayıp
başkalarını yaıgılayan değil, başkalarını seven, başkalarına hoşgörüyle
davranan ve başkalarını bağışlayan olmuştur hep.
***
Yoksunluk, çaresizlik ve yüz
karası karşısında gözlerimizi yummakla bir cinayet suçunu işlemiş sayılırız.
Toplumda, devlette, okulda ve dindeki tahata düşkünlükten ku rumların
dirimselliğini yitirmesine kararlılıkla sırt çevirecekken bunu sakin sakin
seyretmekle öldürme cürmünü işlemiş Oluruz. Nasıl ki tutarlı bir sosyalizm
mülkiyete bir hırsızlık gözüyle bakarsa, bizimkisine benzer bir inancın sahibi
tutarlı bir kişi için de yaşamın değerinin benimsen meyişi, her türlü sertlik
ve hoyratlık, her türlü umursamazlık, her türlü aşağılama öldürme cürmüyle
birdir. Yalnızca haldeki değil, gelecekte var olacak şey de öldürüle bilir.
Kendi varlığının elden geldiğince
yetkin biçimde sergilenmesi dışında bir başka gelişim yolu bilmiyoruz. “Kendi
kendin ol!” sözü en azından genç bir insan için ideal bir yasadır, doğru’ya ve
olgunlaşmaya götüren bir diğer yol yoktur.
Pek çok ahlaksal ve başka engelin
bu yolun izlenmesini güçleştirmesi, dünyanın bizi inatçı olmaktan çok topluma
uyum sağlamış ve güçsüz gözüyle görmek istemesi, ortanın üstünde bireyselleşmiş
her insan için yaşam savaşının doğmasına yol açıyor. Böyle bir savaşta herkes
ne ölçüde geleneksel değerlerin boyunduruğu altına gireceğine ya da ne ölçüde
ona karşı çıkacağına kendi güç ve gereksinimlerini dikkate alarak tek başına
karar vermek zorundadır. Geleneksel değerleri benimsemeyerek ailesinin,
devletin, toplumun kendisinden istediklerini yerine getirmemesinin kendisi için
bir tehlike oluşturacağını bilmesi gerekir. Bir kimsenin ne çok tehlikeyi
göğüsleyebileceğim saptamada yararlanılacak bir ölçüt yoktur. Her insan kendi
ölçüsünü aşmanın bedelini öder ister istemez. Gerek karşı çıkış, gerek uyum
çabasının aşırılığa vardırılması hiçbir zaman cezasız kalmaz.
***
İnsanın zamanın ruhuna ve çevreye
uyum sağlaması ne kadar hoş birşey olsa da, içtenlikli davranışın haz ve
sevinçleri daha büyük ve daha kalıcıdır.
***
Yazarları halkın önünde nutuk
çeken kimseler, filozofları bakanlar yaparak dünyanın daha çabuk ilerlemesini
sağlayamazsınız. Ancak insanın dünyada varoluş misyonunu yerine getirmesi,
kendi doğasının gösterdiği doğrultuda davranması, dolayısıyla yapacaklarım
gereği gibi ve seve seve yapması dünyayı ileriye götürecektir.
***
Karakter sahibi insanın, bu
özelliğini alabildiğine açık seçik ve saf biçimde açığa vurmasını sağlayacak
olan, alışılmış yaşam çemberinden çıkıp kendini yeni bir şeyin önünde dikiliyor
bulmasıdır.
Kültür; Okul, Eğitim
On dört, on sekiz ya da yirmi
yaşma kadar insanda kendine özgü bir değerden yoksun bir ön gelişim aşaması gören
okullarımıza kusursuz eğitim yuvalan gözüyle bakamıyorum. Bazen tarih ve anı
kitaplannda bugünkülerin adam olma sürecini geride bırakması daha dört sınavı
başarmalarına baktığı bir yaşta eskilerin önemli makamları ellerinde
bulundurduklarını ve hatırı sayılır işler başardıklarım okuyorum da şaşıp
kalıyorum. Üzülerek görüyorum ki, ileride daha temkinli bir zaman gelecek,
insanlar otuz yaşına varmadan bir üniversiteye gidemeyecek, kırkından önce de
memur olamayacak. Dolayısıyla, insanlar ileride daha geç evlenecek, bugünkünden
daha çok efendi kimseler konumunu ele geçirecek ve yasal çocuklarını öyle bir
yaşta dünyaya getirecekler ki, bu dünyadan göçtükerinde zavallı yavrucaklara
kırıntılar ve artıklar dışında bir miras bırakamayacaklar.
***
Okul, yaşam içinde
vazgeçilemeyecek becerileri öğrencilere kazandırmayı değil, her şeyden önce
bazılan ömür boyu bana sadakatten ayrılmamış bilgileri onların kafasına sokmayı
amaçlamıştır; dolayısıyla, çok sayıda güzel ve esprili latince sözcükler,
ayrıca pek çok kentin nüfusu kuşkusuz bugünkü değil, 1890 yılındaki nüfusu
şimdi bile hâlâ belleğimde silinmeden duruyor.
Bir yetişkin, fazla bir
anlayıştan yoksun, içini güçlülük duygusuyla dolduran bir üstünlük edasıyla
davranır çocuğa. Derken bir an gelir; üstünlük duygusunun sadece karşısındaki
varlığı tanımamasından kaynaklandığı görülür.
***
Karşıdakini korkutup
yıldırmak, eğitimde uygulanacak bir yöntem değildir.
***
Yıllar yılı, bütün bir çocukluk
yaşamı boyunca üzerinde şiddet uygulanmış, dövülmüş, ürkütülmüş, satılmış,
korkutulmuş, derken soylu bir kurtarıcı gelip kendisini özgürlüğe kavuşturmuş
bir çocuğun ağzından, her şeyden önce bir sulh hâkimi ya da insanlığa yararlı
başka bir şey olmak istediğine. bu konuda şiddetli bir arzu duyduğuna ilişkin
sözler çıkmasını bekleyemezsiniz. Böyle bir çocuk belki ilkin bir evi ateşe
verecek ya da başka birtakım hoş olmayan eylemlere kalkışacaktır.
***
Gerçekten dâhi çocukların
ruhlarında okuldayken açılan yaraların hemen her zaman iyileşip kabuk
bağlaması, ileride okula karşın olumlu eserler yaratan ve bu dünyadan göçüp
uzakların o hoş halesiyle çevreleri sarıldığında öğretmenleri tarafından
kendilerinden sonraki kuşaklara eşsiz kişiler ve soylu Örnekler diye tanıtılan
erişkinlere dönüşmesi, bizim için bir avuntu kaynağı oluşturmuştur. Okul ve us
arasındaki savaş oyunu okuldan okula yinelenir ve bizler dönüp dolaşıp devletle
okulun her yıl öğrenciler arasında boy gösteren birkaç seçkin ve değerli fidanı
daha kök halindeyken kırıp atmaya çalıştığına tanık oluruz. Her zaman öğretmenler
tarafından sevilmeyen, sık sık cezalara çarptırılan. okuldan kaçan, okuldan
kovulan bu öğrenciler, ulusumuzun hâzinesini zenginleştirir. Ama bazıları da
sayılarım kim bilebilir suskun bir başkaldırıyla kendi kendilerini yer bitirir,
mahvolup giderler.
***
Geçmişten devralacağımız her
kültür idealinin bizim için zehirden kalır yeri yoktur. Ne var ki, geçmişin
güzel, kendi içinde kusursuz kültür oluşumlarını hayranlıkla seyretmek,
yetkinliklerini sevmek, manevî niteliklerini kavramaya çalışmak. oluşumunu sağlayan
koşullan ve yeniden yok olup gidişlerinin nedenlerini öğrenmek tarih kültü ve
boş bilginlik değil, yaşam sevgisini kamçılayan bir hazdır.
***
Gençler benim yazılarımda
bireyselliğin yurgulandığını görür; oysa öğretmenler özellikle bunun tersini gerçekleştirmeye,.
gençleri elden geldiğince normal ve birörnek kişiler olarak eğitmeye
çalışırlar, ki bu da düpedüz yerinde ve anlaşılır bir şeydir. Her iki işlevin,
benim gençleri bireyselliğe ayartmak isteyişimle okulun normal kişiler
yetiştirme çabasının gerekliliğini, bunların birbirini bütünlemesinin zorun
luğunu, nefes alma ve nefes vermeye benzer iki kutuplu bütün olaylar gibi
birbirinden ayrılamayacağını görmek, kendisine karşı çıkılacak durumlarda bile
düşmanıyla yekvücut olmak biraz bilgelik, biraz saygı ve dindarlık ister.
Bunlar da öyle özelliklerdir ki, öğretmenlerde diğer insanlardaki gibi pek
rastlanamaz. Dünya belki daha uzun süre grand simplificateur'lerin (büyük
sadeleştiricilerin) elinde kalacak, bundan yakayı sıyırmak 1914’ten beri ilk belirtilerini
gördüğümüz bir felaketten sonra ancak mümkün olabilecektir.
Eğitimde özgürlük ve mizah bir
sakınca doğurmaz; yeter ki eğiticiler bir üstünlük duygusuyla donatılmış ve
özellikle çocukların güvenini kazanmış olsunlar.
***
Gerçek kültür, rasgele bir amaca
ulaşılması için edinilmez, her çaba gibi yetkinliğe erişmeyi hedefler, kendi
anlamını kendi içinde taşır. Nasıl ki fizik güç elde etme çabası sonunda bizi
zenginliğe, üne kavuşturmak ve güçlü kılmak gibi bir amaç gütmezse, kendi
ödülünü kendi içinde taşıyarak bizim yaşam duygumuzu pekiştirir, bizi daha bir
şen ve mutlu insanlar yapar, bizim güvenlik ve sağlık duygumuzu dirimsellikle
donatırsa, öğrenim çabası, yani ussal ve ruhsal yetkinliğe ulaşma çabası da
bizi rasgele, sınırlı amaçlara götüren zahmetli bir yol değildir: tersine
amacı, bilincimizin bizi mutlu kılacak, bizi güçlendirecek bir enginlik
kazanmasını, yaşam ve mutluluk olanaklarımızın zenginleşmesini sağlamaktır. Bu
yüzden gerçek anlamda bir öğrenim, gerçek anlamda bedensel bir eğitim gibi hem
bir amacın gerçekleşmesini, hem itici bir gücü oluşturur, nerede olsa amacına
varmış durumdadır, ama hiçbir yerde mola vermez, sonsuz mekânda hep yolculuk
üzeredir, evrenin titreşimlerine, zamansızlık içindeki yaşama eşlik eder. Amacı
tek tek yetenek ve başarıları güçlendirip büyütmek, yaşamımızı bir anlamla
donatmamızda, geçmişi yorumlayıp geleceğe korkusuz bir isteklilikle
kapılarımızı açmamızda bize yardımcı olmaktır.
***
Eğitim denen şeye asla pek önemli
gözüyle bakmış değilim; demek istediğim, insanın eğitim yoluyla genel olarak şu
ya da bu şekilde değiştirilebileceğine, daha iyi bir insan konumuna
yükseltilebileceğine her zaman büyük bir kuşku bes lemişimdir. Buna karşılık
güzeFin, sanatın, edebiyatın seı t liğe kaçmayan ikna gücüne ise belli bir
güven duyarım. Beni gençliğimde eğiten, tüm resmî ve özel öğretim kurunıla
rından daha çok güzellik ve sanat olmuş, benim düşünsel, manevî dünyaya ilgi
duymamı sağlamıştır.
***
Hiç kimse kendisinin
yaşamadığı şeyi başkalarında göremez ve anlayamaz.
***
Doğru yaşanır, öğretilemez.
***
Okul benim ciddiye aldığım, zaman
zaman beni kızdıran biricik çağdaş kültür sorunudur. Okul bende çok şeyin
canına okumuştur; benim kadar ünlü sayılmayan pek çok kişi tanıdım, onlarda da
benimkine benzer bir durum söz konusuydu. Okulda sadece latinceyi ve yalan
söylemeyi öğrenmişimdir.
***
Öğretmenlerimiz, kendilerinin
sahip olmadığı erdemleri hep bizlerden istemişlerdir. Bizim önümüze buyur edip
koydukları dünya tarihi de büyüklerin bizi aşağılamak ve küçültmek için
başvurduğu uydurmacadan başka bir şey değildi.
***
Öğretmenlerimizin dünya tarihi
denen o eğlenceli derste bize öğrettiklerine göre, dünyayı her zaman kendi
yasalarına bağlı kalan ve geçmişten devralınmış yasaları tanımayan insanlar
yönetip yönlendirmiştir. Yine bize söylendiğine göre, söz konusu insanlar
saygın kişilerdi. Ne var ki, bunlar derste öğretilen diğer şeyler gibi yalandı
sadece, çünkü içimizden biri bir ara iyi ya da kötü niyetle cesaret edip bir
kurala. aptalca bir alışkanlığa ya da moda bir akıma karşı çıksa. ne
öğretmenler tarafından saygı görüyor, ne de örnek bir öğrenci olarak karşımıza
çıkarılıyordu: tersine, söz konusu davranışından ötürü cezaya çarptırılıp alaya
alınıyor, öğretmenlerin o korkak üstün gücü altında eziliyordu.
***
Kahramanlara karşısında, bütün o
güçlü, güzel, iyimser, her gün karşılaşılmayacak kişi ve çabalar karşısında
takınılan tutum yazarlar karşısında da açığa vuruluyordu: Geçmişte bunlar eşine
rastlanmayacak kişilerdi, okul kitapları onların övgüleriyle dolup taşıyordu.
Gelgelelim, halde ve gelecekte kendilerinden nefret edilmekteydi. Belki de
öğretmenler olağanüstü ve özgür kişilerin yetişmesini, büyük ve görkemli
eylemlerin gerçekleşmesini elden geldiğince önlemekle görevlendirilmiş, bu
amaçla eğitilmişlerdi.
***
Doğanın yarattığı biçimiyle insan
sağı solu belli olmayan, saydamlıktan uzak, düşmanca bir varlıktır. Bilinmeyen
bir dağdan kopup gelen bir sel, yoldan ve belli bir düzenden yoksun balta
girmemiş bir ormandır. Nasıl böyle orman seyreltilir, içi temizlenir ve zorla
belli sınırlar içine alınırsa, okul da doğal insanı kırıp döker, bozguna
uğratır, zora başvurarak belli kısıtlamalardan geçirir; görevi insanı toplumun
üst makamlar tarafından onaylanmış yararlı bir üyesi yapmak, onda bazı
özellikler uyandırıp bunları gereği gibi geliştirmektir, daha sonra
kışlalardaki titizlikle sürdürülen eğitim taçlandırır okuldaki eğitimi.
Çocuktaki pek çok şey anne ve
babaları rahatsız ettiği için huysuzluk sayılır, oysa çocuk kendisi için doğal
ve masum davranışları bir vicdan rahatlığıyla sergilemektedir.
***
Ancak yaşadığımız düşüncelerin
bir değeri vardır. Kapısından içeri ayak atmana “izin” verdiğin dünyanın
gerçekte onun sadece yansı olduğunu anladın, öbür yarısını ise rahiplerin ve
öğretmenlerin yaptığı gibi kendi kendinden gizlemeye çalıştın.
Saygının yüzüne indirilecek
yumruk, annenin eteği dibinden kurtulmanı sağlayacak eylemlerden biridir.
***
Çocukken, dindarlık kokan
pedagojinin kullandığı deyimle “istemimizi kırmak” için az çaba harcamadılar;
gerçekten de içimizdeki pek çok şeyi kırıp attılar, canına okudular, ama
özellikle istem gücümüzü, özellikle birkezliğimizi ve doğarken beraberimizde
getirdiğimiz kendimize özgülüğü, bizi tek başına yaşayıp acayip insanlar yapan
o kıvılcımı söndüremediler.
***
Yaklaşık on beş yaşındaydım, bir
gün öğretmenlerimizden biri intiharın ahlak açısından insanın başvurabileceği
en büyük ödleklik olduğunu ileri sürerek bizi şaşırttı. O zamana kadar böyle
bir eylemin insanda daha çok belli bir cesareti, belli bir başkaldırıyı ve
acıyı gerektirdiğine inanıyordum, intihar edenlere karşı o vakte dek içimde
dehşetle karışık bir saygı duymuştum. Dolayısıyla, öğretmenin bir aksiyom gibi
bize söylediği sözler o an beni gerçekten afallatmıştı. Aptal aptal, bir yanıt
bulup veremeden öğretmenin bu sözü karşısında dikilip kalmıştım, çünkü mantık
ve ahlak kuralları tümüyle bu sözden yana görünüyordu. Ne var ki, şaşkınlığım
fazla sürmedi, çok geçmeden kendi duygu ve düşüncelerime döndüm, onlara inancım
tazelendi. Canlarına kıyanlara ömür boyu saygıdeğer kimseler gözüyle baktım,
sempatik buldum onları, içimde kasvet duygulan uvandır salar da, gözüme seçkin
kimseler göründü hepsi. Benim için söz konusu öğretmenin hayal gücünün yanma
yaklaşamadığı acı ve çilelere, sevmekten başka şey elimizden gelmeyen bir
cesaret ve başkaldırıya örnek insanlardı. Gerçekten de intihara başvurmuş
tanıdığım kimselerin tümü sorunlu, ama değerli, ortanın üstünde kişilerdi.
Kafalarına bir kurşun sıkacak yürekliliğe sahip olmaları dışında, öğretmenlerin
ve ahlak kurallarının karşısında kendilerini sevilmez ve küçümsenmeye değer bir
duruma indirgeyecek cesareti de göstermeleri, onlara duyduğum sempatiyi daha da
güçlendirmeye yaradı sadece.
***
Kanımca benim kuşakta içgüdüsel
yaşama yönelik kısıtlama ve engellemeler, içgüdüsel bir özgürlük içinde yaşayan
insanlardan çok daha fazlasının ziyan olup gitmesine yol açmıştır. Bu yüzden
kitaplanmın birkaçında baskılanmış içgüdüsel yaşama arka çıkıp, onun
avukatlığını yapan biri gibi davrandım, ama bunu yaparken bilgeler ve dinler
tarafından insanlara yöneltilen yüçe isteklere karşı saygıyı da asla elden
bırakmadım.
***
Okuyucular vardır, okudukları bir
düzine kitapla yetinir, yine de gerçek okuyucular arasında yer alır. Ve yine
okuyucular vardır, ellerine ne geçerse yiyip yutar, hangi konu olsa söyleyecek
söz bulurlar, ama bütün çabaları boşunadır; çünkü eğitim eğitilecek bir
nesneyi, yani bir karakteri, bir kişiliği gerektirir. Bunun olmadığı, bir özden
yoksun eğitimin boşlukta sürdürüldüğü yerde bilgi üretilebilir, ama sevgi ve
yaşam hayır. Sevgiden yoksun okumalar, saygıya yer vermeyen bilmeler, kalbi
dışlayan eğitim akla karşı işlenebilecek en korkunç cinayetlerden cürümlerden
biridir.
***
Aydın sadece aydınlanmış
kişidir, asla halktan daha akıllı sayılamaz.
***
İster öğretmen, ister bilgin ya
da müzisyen ol, “anlamdan” saygıyı esirgeme, ama anlama başkalarına
öğretilebilir bir şey gözüyle de bakma. “Anlamı” öğretmek istemeleriyle tarih
felsefecileri dünya tarihinin bir yarısını berbat edip çıkmıştır.
***
Ancak bir şeyi onaylayan yargılar
değerlidir, gözlem olarak ne kadar doğruluk taşırsa taşısın eleştirici yargılar
dışa vurulur vurulmaz yanlış yargılara dönüşür. İnsanların birbirlerini
hakkında söylediklerinin üçte ikisi bu tür yargılardan oluşur. Bir insan
hakkında benim için iğrenç biridir dersem, bu dürüst bir açıklama olur. Söz
konusu iğrençliğin suçunu bana mı yoksa karşımdaki kişiye mi mal edeceği,
yargımı işiten kişiye kalmıştır. Ne var ki, bir kimse hakkında kendini
beğenmişin, cimrinin ya da ayyaşın biridir dedim mi, bu durumda haksızlık etmiş
sayılırım. Bu yoldan verilecek yargılarla “işi görülmeyecek” kimse yoktur. Bu
tür bir yargıya göre örneğin Jean Paul biraya düşkün. Feuerbach kadife ceket
giyen, Hölderlin ise kaçık biridir. Söz konusu yargılarla onların hakkında bir
şey söylenmiş, onlara ilişkin bir şey ortaya konmuş mudur? Aynı şekilde biri
çıkıp, dünya üzerinde pirelerin yaşadığı bir gezegendir diyebilir. Bu tür
“doğrular” tüm sahteliklerin ve yalanların bir toplamıdır. Ancak evet dediğimiz
ve takdir ettiğimiz zaman gerçekten doğru’yu açığa vurmuş oluruz. “Hataların”
saptanması ne kadar incelikli ve zekice yapılmış olursa olsun yargı değil, laf
ebeliğidir.
***
Eğitim ve kültürün iki ödevi
vardır. Birincisi insanların çoğunluğuna güven ve itici güç sağlamak, onları
avutmak, yaşamlarını bir anlamla donatmaktır. Birincisinden daha gizemsel,
ondan daha aşağı önem taşımayan İkincisi ise, az sayıdaki insana, yarınların
büyük kişilerine gelişip serpilme olanağı sağlamak, atacakları ilk adımlarda
onları koruyup kollamak, soluyacakları havayı onlara buyur etmektir.
Kilise ve Din
Her din yaklaşık öbürüsü kadar
iyidir. Hiçbir din yoktur ki, kendisine inananlara bilgelik olanağını
sağlamasın. Yine hiçbir din yoktur ki, mensupları tarafından alabildiğine
aptalca bir putataparlığın konusu yapılmasın. Ne var ki, dinlerde insanlığın
hemen tüm bilgisi biraraya toplanmıştır. Özellikle mitolojilerde söz konusudur
bu. Saf değil de bir başka gözle bakmamız durumunda her mitoloji “sahte”dir,
ama her biri dünyanın kalbinin kapısını açacak bir anahtardır. Her biri, ben’i
bir put yapıp toplamalardan gerçek bir ibadete insanı çekip götüren yollar
içerir.
***
Benim için hümanizma ideali din
idealinden daha saygıdeğer değildir. Aynca, dinlerden birini ötekisine üstün
tutamam. Bu yüzden de düşünsel yücelik ve özgürlüğe rastlanmayan, kendisine
ötekilerin hepsinden üstün, biricik doğru din gözüyle bakan, kendisine mensup
olmayanları yolunu şaşırmış gören hiçbir dinin inananları arasında yerim
yoktur. Dinlere giden yolu bulmak zor değildir, her birinin kapısı ardına kadar
açık durur, gerekli propaganda da eksik değildir.
***
Tüm halkların bilgeliği tek ve
aynı bilgeliktir, iki ya da daha fazla bilgelik yoktur. Dinlere yönelteceğim
ilk itiraz, hoşgörüsüzlüğe karşı besledikleri eğilimdir.
Bizler bugün var yarın yokuz, bir
oluşum sürecini yaşarız, çeşilli olanakları içimizde barındırırız, bizler için
yetkinlik diye bir şey yoktur, tam bir varlık sahibi değilizdir. Ancak,
potansiyel güçten eyleme, olanaktan bunun hayata geçirilmesine doğru yol almaya
başladık mı, gerçek varoluşta pay sahibi olur, yetkin ve tanrısala bir derece
daha benzerlik sağlarız. Bunun da ismi kendi kendini gerçekleştirmektir.
***
Doğanın armağan ettiği
yeteneklerle kendi kendisini gerçekleştirmeye çalışan bir insan, en yüce ve
biricik anlamlı davranışta bulunmuş olur.
***
Yetkin bir öğretinin değil, kendi
kendini yetkinleştirmenin özlemini yaşatacaksın içinde. Tanrı şendedir,
kavramlarda ve kitaplarda değil.
***
Şeytanlar ve cinler konusunda bir
şey bilmek istemeyen, bunlarla sürekli savaşmayan bir yaşam soyluluktan ve
yücelikten yoksundur.
***
Yenilikçi her din, aşağılık
duygularım bir kült aşamasına yüceltecek gibi eğitir insanı. Bu, bir ölçüde
Budizmde de rastlanan bir durumdur.
***
Dindarlık güven duygusundan başka
bir şey değildir. Güven duygusuysa çocuklar ve ilkellerdeki gibi sade,
sağlıklı, kendi halindeki insanlarda bulunur.
***
. Kendi kendine hayır diyen,
Tanrıya evet diyemez.
***
Suçsuzluğa, yaratılmamışlığa.
Tanrıya götüren yol geriye değil, ileriye yöneliktir. Kurda ya da çocuğa değil,
suçun ha bire daha içerlerine, insan olmanın habire daha içerlerine götürür bu
yol.
***
İnanç ve şüphe karşılar
birbirini, birbirini bütünler. Şüphenin olmadığı yerde, gerçek inançtan söz
edilemez.
Dindar insan mitolojilere kolay
kaptırır gönlünü.
***
Benim için en önemli sorun,
bir insanın hangi dine değil, genel olarak bir dine mensup olup olmadığıdır.
***
Her insanı İsa’ya benzetebiliriz;
doğrulardan birinin esintisini içinde duyumsayan İsa, bundan böyle düşünmeyi
yaşamdan ayırmaz olmuş, dolayısıyla çevresinde yalnızlaşmış ve herkesin
düşmanlığını kazanmıştır.
İleri bir aşamaya ulaşmış
insanların politik düşüncesinde doğalcılığın (naturalizm) varlığı sona ermiş,
geçmişe karışmıştır; oysa dinlerde herkesin kendi dininin tek geçerli din
olduğuna ilişkin o çocuksu inanç, hâlâ egemenliğini sürdürmektedir.
***
Görünürdeki anlamsızlığına karşın
yaşamın bir anlam taşıdığına inanıyorum. Bu son anlamın akılla kavranamayaca
ğmı kabulleniyor, ama kendimi feda etmem gerekse bile ona hizmete hazır
bulunuyorum.
Buyrukla insana benimsetilecek
bir inanç değildir bu, insan kendini zorlayarak bir inanca ulaşamaz. İnanç
yaşanabilir yalnızca. Bunun üstesinden gelemeyen kişinin yapması gereken,
inanacağı şeyi dinde, bilimde, vatanseverlikte, sosyalistlikte ya da hazır
ahlak kurallarının, programlarının ve gerçeklerin bulunduğu yerlerde aramaktır.
***
İsteriz ki yaşamın bir anlamı
olsun: ne var ki, yaşam ancak bizim ona verebileceğimiz kadar bir anlam taşır.
Tek kişi de bunu doğru dürüst başaramadığından, dinler ve felsefeler insanın
için rahatlatacak gibi bu sorunu çözümlemeye çalışmıştır.
Bu yanıtların hepsi de aynı
kapıya çıkar: Yaşama anlam kazandıracak tek şey varsa, o da sevgidir. Bir başka
deyişle, sevme ve özveri gücümüz ölçüsünde yaşamımız anlam kazanır.
***
Karamsarlığa, iyimserliğe ya da
genel olarak dünya görüşlerine gelince, yaşayan bir insan, hele bir sanatçı
bunlardan biriyle kendini pek bağımlı kılamaz. En azından ben böyle bir şeyi
başaramam. Beri yandan, haklı çıkmak gereksinimini asla hissetmiş değilim;
çeşitlilik, düşünce ve görüşlerde inanış biçimlerinin de çeşitliliği haz verir
bana. Bu da benim gerçek bir Hıristiyan olmamı engellemektedir, çünkü ben
Tanrının ne bir oğlu olduğuna, ne de bir oğula ihtiyacın insanı Tanrıya
ulaştırıp esenliğe kavuşturacak biricik yol sayılacağına inanmaktayım.
Dindarlığa sempatiyle bakmama karşın, tek gerçeklik iddiasıyla öne çıkan
otoriter teolojileri (tanrıbilim) hep soğuk karşılamışımdır.
***
İnsanlık bir birey olsa, “saf
Hıristiyanlık” ile esenliğe ka vuşturulabilir. içindeki hayvan ve cin kovulup
uzaklaştırıla bilirdi. Gelgelelim, durum böyle değil. “Saf’ dinler üst
düzeydeki küçük bir kesim için söz konusudur, halkların kendileri ise sihir ve
büyülere, mitolojilere gereksinim duyar. Alttan yukarıya doğru bir gelişim
sürecinin varlığına inanmıyorum. İnsanlığın o bulanık bütünlüğünden boyuna saf
ve temiz tek kişiler ve kurtarıcılar çıkıp gelir, ancak çarmıha gerilip
tanrılara dönüştürüldükten sonra çoğunluk tara .fından baş tacı edilir, tapılır
kendilerine.
***
Tapınakları ve rahipleri
İsa’nın kendisi gibi olsa, yazarlara gerek kalmazdı.
***
Ben, bencil ya da dindar bir
kimsenin izleyeceği yolu seçtim, kendi ruhumuza karşı yükümlü olduğumuz
ödevlerle kıyaslayınca dışarıya karşı yerine getirmemiz gereken ödevlere ikinci
derecede önemli gözüyle bakıyorum. Ruhumun insanlığın gelişim sürecinin küçük
bir parçasını oluşturduğu, aslında ruhumuzdaki ufak bir titreşimin dış
dünyadaki savaş ve barış kadar önem
taşıdığı duygusunu yeniledim kendimde.
***
Her insan yalnızca kendisi
değildir, aynı zamanda birkezli ğine, tümüyle kendine Özgü, her durumda önemli
ve ilginç bir nokta oluşturur, dünyada gerçekleşen olaylar bu noktada
birbiriyle kesişir, birkezliğine bir karışımdır bu, bir dahtf aynı biçimde asla
yinelenmez. Dolayısıyla, her insanın yaşa möyküsü önemlidir, sonrasız ve
tanrısal nitelik taşır; bu yüzden insan yaşadığı ve doğanın istemini yerine
getirdiği süre olağanüstü ve her türlü dikkate layık bir varlıktır. Her insanda
akıl bir surete bürünmüştür, her insanda ilkel yaratık acı çeker, her insanda kurtarıcı
bir İsa çarmıha gerilir.
***
Kişiliğimizin sınırlarını her
zaman gereğinden fazla dar tutar, başkalarından ayrıldığımız noktaları değil,
bireysel özelliklerimizi kişiliğimiz kapsamına alırız. Ne var ki, dünyayı
oluşturan her şey bizlerde de, bizim her birimizde de vardır. Nasıl ki
bedenimiz balığa, hatta balıktan da çok ötelere varıncaya kadar soyumuzun
gelişim sürecini kendisinde taşırsa, ruhumuz da şimdiye kadar insan ruhlarında
yaşanmış tüm yaşantıları barındırır kendisinde. Şimdiye kadar var olmuş ne çok
Tanrı varsa, hepsi içimizde yaşar, hepsi olanaklar, istekler ve çıkış yollan
olarak içimizde bulunur. İnsanlığın kökü kuruyup geride eğitim yüzü görmemiş az
buçuk yetenekli bir tek çocuk kalsa, dünyadaki nesnelerin günümüze dek izlediği
yolu yeniden ele geçirip izleyecek, tanrıları, cinleri, cennetleri, tanrı
buyruklarını ve yasakları, Tevrat ve Incil’i, hepsini yeniden üretebilecektir.
Dindarlığa ve saygıya, sahip
olabileceğimiz en yüce erdem gözüyle bakıyorum; tüm yeteneklerden daha değerli
bir erdem bana göre. Dindarlıktan, tek bir ruhtaki görkemli duyguların üzerine
titrenmesini değil, her şeyden önce tek kişinin tüm dünya önünde, doğa önünde,
insan soydaşlan önünde hissedeceği derin saygıyı, bir toplumun bireyi
kimliğiyle olup bitenlerden kendisinin de sorumluluk taşıdığı duygusunu
anlıyorum.
***
Bütün yaşamım bağlanma,
teslimiyet ve din yolunda çaba harcamakla geçiyor. Kendim için, hele başkaları
için yeni bir din gibi bir şeyi, yeni bir anlatım tarzını ve bağlanma olanağını
ele geçirebilmek gibi bir hayale kapıldığım yok. Ancak, bulunduğum yerden
ayrılmak, yaşadığım çağla ve kendimle ilgili bir umarsızlığa kapılsam bile yine
de yaşama ve onun bir anlam taşıyabileceğine karşı duyduğum saygıyı, elden
çıkarmak, tek başıma kalsam, bu beni gülünç duruma düşürse bile böyle bir şey
yapmak niyetinde değilim asla. Dünyada ya da bende bir şeylerin daha iyiye gideceği
umuduyla böyle davrandığım yok. Söz konusu davranışımın nedeni, bir tanrıya
karşı saygı duymadan, bir tanrıya kendimi adamadan yaşamak istemeyişinıdir.
***
Vicdanımız yüce bir organdır, ama
her zaman tanrının sesi olduğu konusunda kuşkum var; bu yüce organ karşısında
bir başka organın, katıksız yaşam içgüdüsünün yer alışı bizim için bir
mutluluktur.
Tek başına pişmanlık para etmez,
Tanrının bağışlaması pişmanlıkla satın alınamaz, genel olarak herhangi bir
şeyle satın alınması olanaksızdır.
***
İnsanlığın bütün mitleri gibi
İncil ve Tevrat’taki mitler, bizim için, bizim çağımız için yorumlayıp
değerlendirmeyi göze alamadık mı bir değerden yoksundur. Ama öbür türlü bizim
için çok önemli olabilir.
***
Savaşa, teknolojiye, para
hırsına, şovenizme vb. değersiz gözüyle bakmakla insanların eline bir şey
geçmez. Önemli olan, zamanın putlarının yerine gerçek bir inancı geçirmektir.
***
Geleneklerden özgürlük, insanın
iç özgürlüğüyle aynı anlamı taşımaz. İnsanların çoğunluğu için sağlam temellere
dayandırılmış bir dünyada yaşam daha kolay değil, daha zordur; çünkü
yaşamlarını sultası altına yerleştirecekleri kuralları insanların kendileri
yaratmak ve seçmek zorundadır.
***
Ben belli bir kilise ve dinsel
cemaatin mensuplarını inançları konusunda şüpheye düşürmekten kaçınırım.
İnsanların çoğunluğu için bir kiliseye ve dinsel bir inanca mensup olmak
iyidir. Bu inançtan kendini sıyırıp alan kimse ilkin bir yalnızlıktan içeri
doğru yol alır, bir an gelir aralarından bazıları yaşadığı eski cemaate gerisin
geri dönmeyi özler. Ancak, izlediği yolun sonuna geldiğinde yeni, büyük, ama
gözle görülmeyen bir cemaate ulaştığını anlar. Öyle bir cemaat ki, bütün
halkları ve dinleri kapsamaktadır. Söz konusu kişi tüm dogmaları, tüm şovenizmi
çıkarır elden, tüm çağlara, uluslara ve dillere mensup seçkin kişilerle kardeş
olur, dolayısıyla eskisinden daha zengin biri konumuna yükselir.
Dirimsellik taşıyan tüm bilginin,
bir başka deyişle yaşam üzerinde etkisini duyuran bilginin tek bir konusu
vardır. Binlerce kişi aşinadır bu konuya, binlerce değişik biçimde dile
getirilir, ama hep aynı doğrudur bu. İçimizdeki dirimselin, içimizdeki gizli
büyünün, her birimizin ruhunda taşıdığı gizli tanrısallığın bilgisi,
varlığımızın en iç noktasından yola koyularak tüm karşıt kutupların ortadan kaldırılabileceğinin
bilgisidir bu. Bir Hintli Atman der buna, bir Çinli Tao, İsa da rahmet der.
Rahmet va da Tao sürekli sarıp
kuşatır bizi. Işıktır bu, Tanrının kendisidir. Bir an gönül kapımızı açmaya
görelim, sızar hemen içimize, tüm çocukların, tüm bilgilerin içine dolar.
***
Doğu ve batı arasındaki ciddi ve
verimli bir uzlaşma, zamanımızın yalnız siyasal ve sosyal alanda insanlara
yönelttiği henüz yerine getirilmemiş büyük beklentisi değil, düşün ve yaşam
kültürü alanında da karşılanması gereken bir beklenti ve çözümü gereken bir
yaşam sorunudur. Bugün artık söz konusu olan, Japonları Hıristiyan,
AvrupalIları Budist ya da Taoist yapmak değildir. Biz ne başkalarına kendi
dinimizi kabul ettirmek, ne de başkalarının dinini kabul etmek durumundayız.
Bizlere düşen, dünyamızın kapılarını yabancılara açmak, dünyamızın sınırlarını
genişletmektir. Doğu ve batı bilgeliğini bundan böyle birbiriyle savaşan düşman
güçler gözüyle değil, verimli yaşam sarkacının aralarında sallanıp durduğu
karşıt kutuplar olarak görüyoruz.
***
Şimdilerde sık sık işittiğimiz
“tehlikeli doğu”ya karşı uyarıların hemen tümü bir dogmayı, bir tarikatı, bir
kuralı korumak durumunda olan parti çevrelerinden gelmektedir.
***
Karşınızdakini anlamamayı, acıyı,
anlamsızlığı insanlık için değer taşıyan her şeyin bir önkoşul olarak görmeyi
öğrenin! Daha sonra inancınızı nasıl açıkladığınız, Hıristiyan mı, yoksa bir
başka dine mi mensup olduğunuz fark etmez. İnsanın kendi yarattığı Tanrı
dışında bir başka Tanrı yoktur.
***
Korkunç bir sefalet ya da ince bir
duygulanmışlık kulaklarımızı açıp kalplerimizi yeniden sevgilere güçlü kıldığı
zaman anlar, biliriz ki. Tanrı her birimizin içimizde yaşamaktadır,
yeryüzündeki her karış toprak bizim yurdumuz, vatanımız, her insan bizim
yakınımız, bizim kardeşimizdir, insanların değişik ırklara, uluslara, zengin ve
yoksul insanlara, değişik dinlere ve partilere ayrılması bir hayal ürünü, bir
aldatmacadır.
***
Kimin için Tanrı bir put değilse,
kim duaları sihirli sözler değil de ruhtaki bütün güçlerin alabildiğine
içtenlikli bir topluluğu olarak, iyi’ye, en iyi’ye, biricik zorunlu’ya yönelik
güçlü bir istem olarak yaşıyorsa, bugünün duaları onun için yaşam boyu bir güç
kaynağı niteliğini koruyacaktır; çünkü dualar kalbini sınamak, miskin öğeleri
saf dışı etmek, çaba ve gayrete yönelik öğeleri güçlendirmek, genel çıkarın
karşısında kendi küçük çıkarlarını unutmak zorunda bırakır onu.
***
Kişi alnına yazılmışsa bir gün
gelip kendisini öylesine yalnız. öylesine koyu bir yalnızlık içinde bulur ki,
varlığının alabildiğine derinliğindeki ben’inin içine çekilmekten başka şey
gelmez elinden.
Ama derken yalnızlığın sona
erdiğini görür ansızın. Varlığımızın alabildiğine derinliklerindeki ben, us’un
kendisidir. Tanrıdır, bölünüp parçalanmaz olandır. Böylece daha önceki yalnız
kişi kendini yine dünyanın ortasında bulur, dünyanın bin bir türlü netameli
nesnelerinden korunmuş durumdadır artık, çünkü dünyada ne varsa benliğinin
derinliklerinde hepsiyle birlik ve beraberlik içinde duyumsar kendini.
***
Sizin geleceğiniz, izlemeniz
gereken çetin ve tehlikeli yol, olgunlaşmak ve Tanrıyı kendi içinizde
bulmaktır... Tanrıyı arayıp durdunuz hep, ama asla içinizde aramadınız. Tann
sizin içinizden bir başka yerde değildir, sizin içinizdekinden başka bir Tanrı
yoktur.
***
Ussal çalışmalar, meditasyonlar
giderek yükselen aşamalar halinde bilginin amacına götürür. Bu bilgi de ben’in
bir aldatmaca sayılacağının anlaşılmasından başka şey değildir. Derken
benbilinci evrenbilincine bırakır yerini; özgürlüğüne kavuşmuş ruh,
soyutlanmışlığından ve saptığı yanlış yoldan gerisin geri evrene (Nirvana)
döner.
***
İç ve dış karşısındaki ödevin,
ruh ve politikanın birbirine karıştırılmasına tarihin en büyük, en hazin
olgularından biri gözüyle bakıyorum; çünkü öyle bir Tanrı Krallığı’na
inanıyorum ki, İsa’nın öğrencilerine gösterdiği yerden, yani “bizim kendi
içimizden” bir başka yerde değildir.
***
Tanrıtanımazlık asla tözel değil,
sözel varlık sahibi bir nesnenin olumsuzlanmasıdır yalnızca.
***
Benim şimdiye kadar asla
erişemediğim, ama yine de değerli saydığım ideal, dış yaşamın zorunluluklarını
elden geldiğince doğru dürüst sergilenmesi gereken bir rol olarak görmek, ama
Tanrıya hep yakın bulunmak, yaradılışla bir birlik ve beraberlik duygusunu
tümüyle içimde yaşatmaktır.
***
Bir ahlak görüşü bir dinin ürünü
olabilir, ama bir ahlak görüşünden bir din asla kotarılamaz, çünkü ikisinden
daha yüce olanı dindir. Öyle inanıyorum ki, bir ahlak görüşünü kendisine
başlangıç yapan hiçbir din yoktur, oysa dünya görüşlerinin pek çoğu bir ahlak
görüşünden yola çıkar.
***
Yaşam bizim kendisine
verebildiğimiz kadar bir anlam taşır. İncil ve Tevrat, dogmalar ve felsefe bu
anlamlandırmada sadece yardım eder bize. Doğanın, bitkinin ve hayvanın böyle
bir anlamlandırmaya gereksinimi
yoktur, çünkü düşünce ve günah nedir bilmez, naif ve masum yaşayıp gider. Biz
insanlar anlamsız yaşamaya çalıştık mı, hayvanlardan daha da aşağı bir konumda
bulunuruz. Yaşamın bir anlama kavuşmasını istiyorsak, onu bencil hazlara
yönelik naif çabaların sultasından elden geldiğince kurtarmamız ve hizmetin buyruğuna
vermemiz gerekir. Bu hizmet işini ciddiye almamız durumunda “anlam”
kendiliğinden çıkıp gelir, dikilir karşımıza.
***
İnsanın Tanrıda kalması diye
birşey söz konusu olamaz. Dinginlik diye birşey yoktur! Var olan şey nefesle
sonrasız, görkemli ve kutsal bir dışarı atılış ve nefesle içeri alınıştır.
Yapılış ve yıkılıştır. Doğuş ve ölüştür. Çıkıp gidiş ve dönüp geliştir durup
dinlenmeksizin, sonu gelmeksizin.
***
Her şey geçip gider, her nefes
alış ve her nefes verişle kendisinde pay sahibi olduğumuz Tanrı huzurunda her
şey bir hiçtir. Doğudan gelen ışık, özellikle Hint bilgeliği, İsa’nın asıl
öğretisiyle rahiplerin itiraf etmek istediklerinden daha çok bağdaşır.
***
Doğu ve batı da. iç
dünyamızdaki kutupların geçici isimlerinden başka şeyler değildir.
***
Katlanmayı, sabrı ve tüm edilgen
erdemleri el üstünde tutuyor, savaşlara ise pek değer vermiyorum. Yaşam boyu
sürdürdüğüm muhalefet gerçek bir amaca yönelik değildi, ilke olarak “dünya” ile
karşıtlık konumunda bulunan, her partiye ve başkalarını etkilemeye yönelik her
türlü çabaya kuşkuyla bakan dindar birinin muhalefetiydi. Bu muhalefet beni
hayli yalnızlık içinde yaşatıyor: çünkü belli bir mezhebin rengini taşımıyor
benim “elinim”: yaşadığım yıllar boyunca Hint, Çin, Hıristiyan ve Yahudi
kaynaklarından akıp gelen öğelerin biraraya toplanmasından oluşuyor.
***
Ben kendi hesabıma en iyi ve
biricik doğru dinin ya da öğretinin varlığına inanmıyorum, hem ne diye inanayım
ki? Budizm çok iyi bir dindir. İnsanlar vardır, riyazete ve çile çekmeye
gereksinim duyar. Ve yine insanlar vardır, gereksinim duydukları şeyler
bambaşkadır. Beri yandan, aynı insanın gereksindiği şey her vakit aynı
değildir, bazen eylem ve hareketliliği gereksinir, bazen midatasyonu, bazen
oyun oynamak ister canı, bazen çalışmak. Biz insanlar böyleyiz dir işte, bizi
değiştirmeye yönelik girişimler her zaman başarısız kalacaktır. İnce bir
duygudaşlık, iyi kalplilik ve merhamet duygusu en yüce erdemlerse, o zaman
Franz von As sisi en büyük kişilerden biri, Calvin, Savonarola, ayrıca Lut her
hoyrat insanlar, cani fanatiklerdir. Yok ama kılı kırk yararlık ve kendi
vicdanının isteklerine boyun eğiş el üstünde tutulacak erdemlerse, o zaman
Calvin ya da Savonarola gerçekten büyük biriydi. Bunların ikisi de doğrudur,
ikisi de her zaman revaçtadır.
***
Herhangi bir erdemi ya da belli
bir dini insanlar tarafından ideal yapılmaya layık görmüyorum. Bence insanların
ulaşmak için çaba harcayabilecekleri en yüce değer, tek kişinin ruhunda
sağlanacak elden geldiğince ileri düzeyde bir ahenktir.
Ne Protestanlık, ne Katoliklik,
ne Baküsçülük, ne de Wagnercilik bana göre değildir; kanımca yaşama ve tarihe
gerçek anlam ve değerini kazandıran şey, Tanrının boyuna yeni kılıklarla
kendini açığa vurduğu çok çeşitliliktir. Dolayısıyla, sık sık yakın dostlarımı
kızdırsa da aynı tapmakta Buda'ya ve İsa'ya sempati ve saygı duyduğum gibi.
Kant’ın yanında Spi noza'yı, Nietzsche’nin yanında örneğin Gerres’i seviyor ve
anlamaya çalışıyorum. Bunu da kültürümü genişletmek gibi bir dürtüyle ya da çok
bilmişlik hevesine kapılarak yapıyor değilim: böyle davranışımın nedeni bir'in
çokluğundan haz duymam, Aristoteles ve Nietzsche, Palastrina ve Schubert
arasında oynaşıp yaşamı bütün o nazlı güzelliği ve akılla kav ranamaz
çeşitliliğiyle donatan renk zenginliğini sevmemdir.
***
Çinli Lao Tse’nin. İsa'nın ya da
Hint BhagavadGita’nın bilgeliği, bütün çağ ve toplumlardaki sanat gibi
ulusların hepsinde de ruh temellerinin ortaklığını açık seçik gözler önüne
seriyor. İnsanın sevme yeteneğine, acı çekme gücüne, esenliğe kavuşma özlemine
sahip ruhu Plato’da olsun, Tolstoy’da olsun, Buda’da ve Augustinus’ta,
Goethe’de ya da Binbir Gece Masalları’nda olsun, her düşünceden, sevgiyle
kotarılan her işten bize bakar. Ancak, buradan yola koyulup Hıristiyanlıkla
Taoizm’in, Platon'un felsefesiyle Budizm'in birleştirilebileceği ya da zamanın.
ırkların, iklimin ve tarihin birbirinden ayırdığı düşünce dünyalarının bir kaba
döikülmesiyle ideal bir felsefenin oluşturulabileceği sonucuna varılmasın.
Hıristiyan Hıristiyan olarak, Çinli Çinli olarak kalmalı ve her biri kendine
özgü varoluş biçimini ve düşünüşünü sürdürmelidir. Biz hepimizin de ezelî ve
ebedî bir’in sadece ayrı düşmüş parçalan sayılacağını bilmek, dünyada izlenen
ne düz, ne dolambaçlı bir yolu, ne bir tek kişiyi, ne bir tek çileyi
vazgeçilmez kılar.
***
Çinlilerin uygarlık ideali bizim
uygarlık idealimize öylesine karşıttır ki, yer küresinin öbür başında böyle
saygıdeğer bir karşı kutba sahip olduğumuz için doğrusu sevinmeliyiz. Köle gibi
boyunduruğu altına girmeden bu yabancı ruh karşısında, onsuz hiçbir şeyi
öğrenip içe aktaramayacağımız saygıyı göstermekten geri kalmamalı, en azından
Goethe’den bu yana Yakındoğu'da olduğu gibi bu en Uzakdoğu'yu öğretmenlerimiz
arasına katmalıyız. Konfiçyüs’ün hayli ilginç, zekâ kıvılcımlarıyla ışıl ışıl
parıldayan konuşmalarını okuduk mu, bunları geçmiş çağlardan kalmış garabetler
olarak görmemeli, Koniiçyüs öğretisinin bu devcileyin ülkeyi iki bin yıl ayakta
tuttuğunu ve onu desteklediğini düşünmekle kalmayıp, bugün bile Konfiçyüs
soyundan gelenlerin Çin'deki yaşayıp onun adını taşıdığını ve Konfiçyüs
bilgisini gururla içlerinde barındırdıklarını, bunların yanında Avrupa’nın en
eski ve uygar soylu sınıfının çocuk denecek yaşta sayılacağını aklımıza
getirmeliyiz. Lao Tse Incil’in yerini almamalı, ama benzer bir şeyin başka bir
gökyüzü altında ve daha eski zamanlarda hayata gözlerini açtığını göstermeli,
bu da insanlığın her şeye karşın bir birlik oluşturduğu ve ortak olanaklarla
idealleri elinde bulundurduğu inancını bizde güçlendirmelidir.
***
Eski Çinlilerin bilgeliği her
bilgelik gibi bir kısmıyla erdem öğretisidir, bu da Çin felsefesinin Konfiçyüs
bölümüdür. Ama söz konusu bilgelik bir parçasıyla da mistisizmdir, yalnızlıktık
içindeki meditasyon ürünü, ileriye doğru bir atılım, ruh yaşamının en yakıp
kavurucu bölgesidir, bu da Çin felsefesinin Taocu bölümünü oluşturur. Her
ikisinin ortak yanı saygı ve ruh arınmışlığı, kendini güzel göstermelerden ve
her türlü sofizmden el çekmiş,
her şeyin üstünde süzülen bir neşe havası, dünyaya belli bir yöneliklik ya da
dünya dindarlığıdır. Ayrıca bu bilgelik soyut değil somuttur ve çokluk Dschuang
Fsi’deki gibi masalsı bir mecazedebiyatı kılığında karşımıza çıkar.
***
İnsanda en büyük bir pislikte
bile silinip gitmeyen ve alabildiğine geniş çaptaki soysuzlaşmalardan bile onu
çekip geriye alabilen harikulade bir olanağın varlığına inanıyorum. Ve yine
inanıyorum ki, bu olanak öylesine güçlü ve cezbe dicidir ki, dönüp dolaşıp umut
olarak, beklenti olarak duyurur sesini, insana içindeki yüksek olanaklarının
düşünü yaşatan ve onu her zaman hayvansaldan çekip beriye alan güç de ister
bugün din densin adına, ister yarın akıl, isterse öbür gün bir başka isimle
nitelensin, aynı güçtür.
***
Sizin ilerİeme dediğiniz şey,
insanlığın düşün tarihi gibi kit Ije değil, “iyi niyet sahibi” küçük bir
azınlık içinde gerçekleşir. Her zaman böyle olmuştur bu. Söz konusu azınlık ne
zaman iktidarı ele geçirmişse, bir an için yeryüzünde Tanrısal kendini din
olarak, kültür olarak açığa vurmuştur. Bize düşen, düzeltilmesi olanaksız
dünyaya akıl hocalığı yapmak değil, her zaman böyle bir azınlğı oluşturmaya
çalışmaktır.
***
Yaşamda bir anlamın varlığına ve
insanın yüce misyonuna inanan herkes, hangi mezhepten, hangi inançtan olursa
olsun, dünyanın bugünkü karmaşa durumunda değerli biridir.
***
Gerek mistik yaşantı, gerek
toplumun dinsel yaşantısı tipik, genel, tümüyle kişisellik üstü bir yaşantıysa
da, bütün derinliğiyle ancak bireyler, ileri düzeyde gelişmiş kişiler ve
dâhiler tarafından yaşanabilir.
***
İnancı tam anlamıyla ciddiye
alırsak, önemli olanın kendi kendimize, kendi düşüncelerimize, kendi
sadakatimize, cesaretimize vb. inanmak değil, bizleri bekleyen, bizim asla hak
etmediğimiz, ama her zaman kavuşmayı umabileceğimiz bağışlamaya (mağfiret)
inanmaktır. Güçsüz Petrus’u (Sen Piyeı) kaya yapan şey, herkesi de kaya
yapabilir. İnanmamız gereken şey budur işte. Biz insanların yarı hayvan
olduğumuz, her budalalığa ve korkakça eyleme kalkışabileceğimize ise inanmamız
gerekmez, bu bildiğimiz şeydir çünkü. günlük yaşama, tarihe, kendi yaşamımıza
ve kendi yüreğimize bir göz atmamız yeterlidir bunu anlamak için. Böyle iç
karartıcı bir bilginin karşısında insanları özgürlüğe kavuşturucu inanç yer
almaktadır, dolayısıyla söz konusu inanç “ttim us gücünden” daha yücedir.
***
İncirdeki sözleri insanların
uyması gereken buyruklar değil de ruhumuzun gizlerine ilişkin olağanüstü
derinlikteki bir bilginin dışavurumları olarak aldık mı, şimdiye kadar
söylenmiş en bilgece söz, tüm yaşama sanatının ve mutluluk öğretisinin kısa
simgesi, "hemcinsini kendini sevdiğin gibi sev” sözleridir. Bu sözler
zaten Tevrat’ta yer alır. İnsan hemcinsini kendisini sevdiğinden daha az
sevebilir, bencil biridir o zaman, açgözlüdür, bir kapitalisttir, bir
burjuvadır. Böyle biri paranın yükünü tutar, büyük bir güç sahibi olursa da
yüreğinde neşeden pek eser bulunmaz, ruhun en ince ve imrenilecek hazları
kendisine kapalıdır. Beri yandan insan hemcinsini kendisini sevdiğinden daha
çok sevebilir, bir zavallıdır böyle biri de, içi aşağılık kompleksiyle dolup
taşar. her şeyi sevme isteği doldurur yüreğini, ama kendi kendine karşı hınç
besler, eza ve cefa edip durur, her gün ateşini kendisinin tutuşturduğu bir
cehennemde yaşar. Buna karşılık, dengeli sevgi sözünde, sağa sola borçlu
kalmadan sevebilmede, kimseden çalınıp aşırılmamış kendi kendine duyulan bu
sevgide, insanın kendi ben’ini birtakım kısıtlamalara ya da zorbalığa konu
yapmadığı böyle bir sevgide tüm mutluluğun, tüm cennet saadetinin gizi
saklıdır. İstenirse, bu söz Hint tarafına çevrilip ona şu anlam yüklenebilir:
Hemcinsini sev, çünkü o sensin! Bu da “tat tavvam asi”niıı Hıristiyanlık diline
çevirisidir.
***
Ortaçağdan sonra Almanya’nın
dünyaya armağan ettiği bir şey varsa, müziktir bu. Hıristiyanlıktan içimde
neler yaşadığı ya da Hıristiyanlığın son olarak kendini saf bir somutlukla
nerede açığa vurduğu üzerinde düşündüm mü, hiç şaş maksızın. Bach’ın
kantatlarıyla passionları gelir aklıma: edebiyatta değil, müzikte Hıristiyanlık
son olarak somut bir nitelik kazanmıştır.
***
Dünyadaki her olay bir mecazdır,
her mecaz da açık bir kapı oluşturur ve ruh hazırsa bu kapıdan geçerek dünyanın
derinliklerine inebilir; öyle derinlikler ki sen ve ben, gündüz ve gece ayrı
şeyler olmaktan çıkar, bir birlik ve beraberlik oluşturur.
***
İnanç da sevgi de aklın yolunu
izlemez.
***
Öbür dünyada bir mahkeme kurulacak
ve hesap verilecekse, bizden istenecek olan mantıksal değil, ahlaksal saflık
olacak, bu durumda adaletten çok Tanrının bağışlanmasına gereksinim
duyulacaktır.
***
Ölümsüzlük mü? Beş para etmez
gözümde. Biz güzel güzel ölümlü kalalım daha iyi.
***
Tanrının ya da dünya usunun
varlığı, evrenin anlam ve yönetimi. dünyanın ve yaşamın oluşumu sorunlan çözüme
kavuşturulabilecek sorunlar değildir. Bunların üzerinde düşünmeler ve
tartışmalar güzel ve ilginç bir oyun sayılabilir: ne var ki, bu oyun bizim yaşam
sorunlarımızın çözümünü sağlamaz.
Bilgi ve Bilinç
Bilgi için kesinlikle saptanmış
hedefler yoktur; tersine, bilgide ilerleme, yöneltilen sorularda bir
ayrımlaşmaya gidilmesinden başka şey değildir.
***
Tek başına us (ratio), dünyayı
her zaman iki boyutlu görür.
***
Bilmek eylemdir, bilmek
yaşantıdır. Bir yerde durmaz, duruşu bir anlıktır.
***
Anılar için duyusal izlenimler,
en iyi sistemlerden ve düşünsel yöntemlerden daha verimli bir besiyeri
oluşturur.
***
Düşünmeyi kendine başlıca iş
yapan kişi, bu konuda ileriye gidebilir, ama ayağının altındaki toprak zemini
suyla değiştirmiş sayılır ve bir gün gelir, suda boğulur.
***
Bir tezi ne kadar ayak direyerek
ve amansızlıkla savunursak. tez o kadar karşı durulamayacak bir güçle
antitezini davet eder.
***
Şeytan külahı altındaki kaba
görünmezliğin yerine bilen, bilerek her zaman bilinmeden kalan kişinin
görünmezliğini geçirme çabası, yaşamöykümün en gerçek içeriğini oluşturmuştur.
***
Korkuyla, umutla, hırsla, belli
niyet ve belli beklentilerle kendisine baktığım insan insan değil, benim arzu
vc hevesimin bulanık bir aynasıdır. Bilerek ya da bilmeyerek, hepsi de
kısıtlayıcı ve çarpıtıcı sorularla bakarım kendisine: Yanına yaklaşılabilir
biri midir yoksa burnu havada biri mi? Bana saygı duyuyor mu? Kendisinden ödünç
para koparabilir miyim? Sanattan biraz anlar mı acaba? Kendisiyle düşüp
kalktığımız insanların çoğunu bu gibi binlerce soruyla tartar dururuz: hal ve
tavırlarında, dış görünüş ve davranışlarında bizim niyetimize neyin hizmet edip
neyin aykırı düştüğünü bulup çıkarabildik mi, kendimizi insan sarrafı ya da
psikolog sayarız. Oysa acınacak bir tutumdur bu; böyle bir psikoloji açısından
bakıldı mı köylü, çerçi, sıradan bir avukat politikacıların ya da bilginlerin
çoğundan üstün görünür.
***
Açıklık ve doğruluk (hakikat),
yaklaşık aynı anlama geliyormuş gibi pek sık olarak yan yana söylendiği
işitilen sözcüklerdir. Gelgelelim, birbirinden apayrı içerikleri niteler
bunlar! Doğru’nun açık olduğu seyrek, pek seyrek, açık’m doğru olduğu daha da
seyrektir. Doğru hemen her zaman karmaşık, karanlık ve çokanlamlıdır; her
sözcük, özellikle “açık söz” doğru üzerinde uygulanan bir zorbalıktır.
“Açıklık” her zaman için zorba nitelik t;ışır, çokyönlü olanı sadeleştirmeye,
doğal olanı anlaşılır, hatta akla uygun kılmaya yönelik zorbaca bir girişimdir.
Açıklık, özdeyişlerde bir erdemdir; özdeyişlerdeki cümleler sevimlidir,
değerlidir, eğiticidir, espri yüklüdür, anlamlıdır; ne var ki, asla doğruluk
taşımazlar, çünkü her özdeyişin tersi de doğrudur.
***
Us insanı, sistemlere kolay
kaptırır kendini. İçgüdülerine güvensizlik beslemeye her zaman eğilim gösterir.
***
Us insanı, doğa ve sanat
karşısında her zaman bocalar. Bazen yukarıdan bakarak küçümser bunları, bazen
batıl inanç derecesinde bir tutumla göklere çıkarır. Antika değeri kazanmış
sanat yapıtları için milyonlar öder böyleleri, ya da kuşlar, yaratıcı
hayvanlar, Kızılderililer için koruma alanları kurarlar.
***
Us insanı, dünyanın ve yaşamının
anlamını kendi içinde taşıdığına inanır. Akla uygun biçimde düzenlenmiş
bireysel yaşamın belli bir düzen ve amaca bağlılık görünümünü dünyâ ve tarih
üzerine aktarır. Onun içindir ki ilerlemeye inanır. Günümüzde insanların
silahlarla eskisinden daha iyi nişan alıp ateş edebildiğim görür; ne var ki,
söz konusu ilerlemeler karşısında binlerce gerilemenin yer aldığım görmek
istemez ve görmemesi gerekir. Belli teknik becerilerin gelişmişlik derecesine
bakarak günümüz insanını Konfüç yüs’ten. Sokrates’ten ya da İsa'dan daha ileri
ve daha yüksek düzeyde olduğuna inanır.
***
İyi ve kötü’nün, güzel ve çirkin
in, ayrıca bütün karşıt çiftlerin çözülüp dağılarak bir birlik oluşturacağı,
sır ortağı (mahremi esrar) sayılmayanlara açık, herkesin anlayabileceği ve
sindirebileceği bir doğru değil, batınî (içrek), gizli, yalnızca sır
ortaklarınca ele geçirilebilen (bunların da çokluk sonradan ellerinden kayıp
giden) bir doğrudur. Bu yoldaki bilgeliğiyle Lao Tse erdemleri ve iyi işleri
küçümser. Ama o da bu bilgeliği halka buyur edip vermekten kendini pek
sakınırdı kuşkusuz.
***
Zaman geçer ve bilgelik kalır.
Bilgeliğin biçim ve kuralları değişir yalnız, ama her çağda aynı temel üzerinde
yükselir bunlar, bu temel de insanın doğayla, evrensel ritimle bütünleşmesidir.
Telaş ve tedirginlik dönemlerinde insanın söz konusu düzenlerden
özgürleştirilmesine ne çok çaba harcanırsa harcansın, bu sözde özgürlük her
zaman köleliğe götürür insanı; nitekim günümüzün hayli özgürleşmiş insanı da,
paranın ve makinenin özgür bir isteriıden (irade) yoksun kölesidir.
***
Bilgi başkalarına iletilebilir,
bilgelikse hayır. Bilgelik aranıp bulunabilir, yaşanabilir, bilgelikle
dolabilir insanın içi, bilgelik insanı taşıyabilir, ama dile getirilemez,
öğretilemez bilgelik. Bir doğru ancak tekyanlı olması durumunda açığa
vurulabilip sözcüklere dökülebilir. Düşüncelerle düşünüle bilip sözcüklerle
söylenebilen her şey tekyanlıdır, bütünlükten, yetkinlikten, birlikten
yoksundur. Ne var ki, dünya, içimizde ve çevremizdeki varlık asla tekyanlı
değildir.
***
Gördüğümüz nesneler içimizdeki
nesnelerin aynıdır. Bizim içimizdekinden ayrı bir gerçek yoktur. İnsanlardan
çoğunun öylesine gerçekdışı bir yaşam sürmelerinin nedeni, kendi dışlarındaki
görüntülere gerçek gözüyle bakmaları, içlerindeki dünyalarına ise asla söz
hakkı tanımamalarıdır. Böyle davrananlar da mutlu olabilir kuşkusuz. Ama insan
bir kez öbür türlü davranışın bilincine vardı mı, insanlardan çoğunun izlediği
yolu izleme seçeneği kalkar ortadan.
***
Her bilim aynı zamanda bir düzene
sokma, bir sadeleştirme, sindirilemeyecek olanı akıl için sindirilir duruma
getirme çabasıdır. Bizler, tarihte bazı yasalar ele geçirdiğimize inanır,
tarihsel doğrulann kavranmasında bu yasaları göz önünde tutmaya çalışırız.
Eh, tarihi inceleyen kişi buyurup
usumuzun düzenleyici gücüne olan o pek duygulandırıcı çocuk inancıyla
davranabilir. Ama olayların usla kavranılamayacak doğruluğu, gerçekliği ve
birkezliği önünde saygıyı elden bırakmamalıdır. Tarih incelemeleri bu yoldan
olanaksız, yine de zorunlu ve önemli bir iş yapılacağının bilinmesini
gerektirir. Tarih incelemelerinde bulunmak^ kendini karmaşanın (kaos) eline
teslim edip yine de düzen ve anlama olan inancı elden bırakmamaktır.
***
Eksiksiz, gerçek bir doğru
tersine dönüştürülmesine katlanabilir. Doğru olan şeyin tersinin de doğru
olabilmesi gerekir. Çünkü her doğru belli bir kutuptan dünyaya bakışın kısa
yoldan anlatımıdır, her kutbun ise bir karşı kutbu vardır.
***
Ben araştırmalara ve
yorumlamalara karşı değilim; karşı olduğum şey, yalnızca nail olan’ın ussal
davranışla boğulup bilinçaltına itilmesidir.
Önemli olan sözcükler değildir.
Her sözcük pekâlâ karşıt anlamını da içerebilir. Profesörlerin konuşmalarında
asla fark edilmez bu, onların kullandığı sözcükler her zaman işte öylesine
yatıştırıcı bir açıklık taşır, her zaman kesin bir bilgi varmış da sözcüklerle
dile getirilebilirmiş gibi bir yanılgının doğmasına yol açar.
***
Bilgelik dile getirilemez. Bir
bilgenin dile getirmeye çalıştığı bilgelik, her zaman bir budalalık gibi bir
izlenim uyandırır.
***
Belki insanın yaşantı
açlığından sonra duyduğu en güçlü açlık unutma açlığıdır.
***
Üzerinde konuşulmaya görsün,
en yalın şey bile hemen çetrefil ve anlaşılmaz nitelik kazanır.
***
Dindar bir dâhiyle us insanı bir
dâhi nasıl ki birbirini çok iyi tanır, birbirini gizlice sever, biri
diğerlerini cezbederse, biz insanların yaşayabileceği en yüce düşünsel yaşantı
da her zaman us ve saygı arasında bir uzlaşmadır, büyük karşıtlıkların
birbirlerini birbirlerine denk olarak algılamasıdır.
***
Bütün bilgi ve bilgimizdeki bütün
çoğalma bir bitim noktasıyla değil, bir soru işaretiyle sonlanır. Bilgide bir
artış, yö neitilecek sorularda bir artış anlamını taşır, her sorunun yerini
yöneltilen yeni sorular alır sürekli.
***
Neon ışığının aydınlattığı
görünürde yetkin bilinçlilik ve ussallık bölgelerine giden bir yol vardır. Bu
bölgeler içinde geçip gidenler yeniden toprağı, sıcaklığı, yeniden masumiyeti
ve sevgiyi karşılarında bulur. Kaçışla değil, o soğuk bölgelerin aşılmasıyla
ele geçirilir bunlar: yeniden elden çıkıp gidebilir, ama yeniden ele
geçirilebilirler.
***
Zekâsını eğiterek insanın
şaşılacak başarılar elde edebileceği düzeye çıkarabileceğini, ama bunun onu
ruhunun efendisi yapamayacağını yaşadık, öğrendik.
***
Us üzerine ve usa karşı
söyledikleriniz haklı olmaya haklı şeyler; ama ben yine de inanıyorum ki, yerli
yerinde bir usa diyecek yoktur. Usun iyi bir kılavuz işlevini üstlenebileceği
alanlarda ille de içgüdülere ya da sezgilere başvurulmak istendi mi, çokluk iş
sarpa saracaktır ve bunun tersi de doğrudur. Ne var ki, usa her alanda söz
sahibi bir güç gözüyle bakmaktan kaçınmalı, onu ruhla bir tutmamalıdır.
***
Tuhaf bir yaşantıdır: Katıksız us
insanı, ağzından altın değerinde ne kadar söz, ne kadar titiz yargılar çıksa
da, çok geçmeden sıkar bizi. Ve yine duyguların soylu hayranlarını, şairane ve
coşkulu gönül uzmanlarını da çok geçmeden sıkıcı buluruz. Tek başına soylu
usun, yalnızca kendi kendine güven besleyen soylu gönlün, her ikisinin de birer
boyutu eksiktir. Günlük yaşamda ve politika yaşamında görürüz bunu, ama daha
belirgin olarak sanatta bununla karşılaşırız. İçsel gibi ussal, soylu gibi
küstah da kardeşinden ve karşıtından yoksun bütünlük taşımaz, inandırıcılıktan
ve sevimlilikten uzaktır. Sadece iki boyutlu insan bizim için sıkıcıdır.
***
Usumuzu kullanmalı, terbiye
etmeli, ama yalnızca onun söylediklerine kulak vermemeliyiz. Sade, sağlıklı
insanlar, yani “halk” yaşanan günün ve saatin karşılarına çıkardığı ödev ve
hazları doya doya yaşayarak hayatla ve onun açmazlarıyla başa çıkarlar. Düşünme
zorunluğu içinde yaşayan aydınlar geriye dönüp bu masumiyeti bir daha ele
geçiremez, zekâyı ve onun büyüklenmesini dengeleyecek bir karşı ağırlığı
gereksinir, bu ağırlık da doğayla kurulacak dostluktur. Kendileri sanatçı
olmayan “aydınların” çoğu bu amaçla sanattan yararlanırlar, resimle, müzikle ve
edebiyatla ilgilenip bunların hazzını yaşayarak doğanın temel (ele mentar)
güçleriyle bağlantı sağlarlar. Bununla yetinemeyen kimseler de meditasyonu,
temaşa ve murakabeyi gereksinirler. Bu yol da yoga’dan geçer. Benim okumadığım
binlerce kitap yazılmıştır ilgili konuda. Örneğin, Kuzey Amerika’da
öğretmenlerinin bir bölümü Hintli olan yoga okulları vardır... Hayatımın belli
dönemlerinde bana gerekli meditasyonu kendim buldum, kendim saptadım;
başkalarına öğretilebilecek gibi değil.
***
Derin meditasyon insana zamanı
ortadan kaldırma, tüm var olmuşu, var olanı ve var olacak’ı aynı zamanda görme
olanağını sağlar, böyle bir meditasyonda her şey iyidir, her şey mükemmel, her
şey Brahman’dır. Dolayısıyla, her şey iyi görünür bana, ölüm yaşam gibi, günah
kutsallık, akıllılık aptallık gibi görünür, her şeyin nasılsa öyle olması
gerekmektedir, her şey sadece benim onayıma, benim istekliliğime, benim sevgi
dolu kabulüme bakmaktadır, o zaman iyidir her şey, bana bir zararı dokunamaz.
Günahın bana çok gerekli olduğunu kendi bedenimde, kendi ruhumda yaşayarak
öğrendim, şehvete, mal mülk edinme çabasına, büyüklenmeye gereksinimim vardı;
diretmelerden vazgeçmeyi öğrenmem, dünyayı sevmeyi öğrenmem, onu benim
bildiğim, benim hayalimde yaşattığım bir dünyayla, kafamda tasarladığım bir
yetkinlik biçimiyle kıyaslamaktan el çekmem, onu nasılsa öyle bırakmam, onu
sevmek, kendimi can ve gönülden onun bir parçası gibi duyumsamam için en berbat
umarsızlıklara kapılmaya gereksinim duyuyordum.
***
Bir kutbun belirlenmesi, belli
bir noktanın saptanıp buradan dünyaya bakılması ve dünyaya çeki düzen
verilmesi, her şekillendirme çabasının, her uygarlığın, her toplumun ve ahlakın
temelidir. Us ve doğaya, us ve özgürlüğe, iyi ve kötüye bir an için bile olsa
birbiriyle yer değiştirebilir gözüyle bakan kimse her türlü düzenin düşmanı
sayılır... Ne var ki. en yüce gerçeklik tüm kuralların tersine dönüştiirü
lebilirliğinin, karşıt kutupların eşit var olma hakkına sahip bulunduğunun
sihirli yaşantısıdır.
***
Yüce anlamda tüm bilmelerin
yalnızca tek nesnesi vardır. Binlerce kişi, binlerce ayrı biçimde algılar bu
nesneyi, ama tüm algılamalarda yalnızca bir doğru söz konusudur. Bu da tüm
karşıt çiftlerin silinip atılabileceği, beyazın siyaha, gecenin gündüze
dönüştürülebileceğidir. Tüm özellik ve değerlerin görece nitelik taşıdığı
bilindi mi ve “ruhun” bilincine varıldı mı, böyle bir olanak ele geçirilebilir.
Belki de ruh, merkezi her kişinin kendisi olan binlerce ilişkinin oyunundan
başka şey değildir.
***
O en yüce, biricik bilginin var
olduğu yerde, İsa’da, Pla ton’da, Buda’da, Lao Tse’de, Goethe’de ve Dostoyevski’de
olduğu gibi o en yüce, o biricik bilgiye kavuşulduğu yerde bir eşik aşılır ve
başlar mucizeler kendini göstermeye. “Düşman” kardeşe dönüşür, “ölüm” doğuma ve
yeryüzünde her nesne ikili bir.görünümle insanın karşısına dikilir;
görünümlerin birinde “bu dünyadan” bir nesne, öbüründe “bu dünyadan olmayan”
bir nesne kılığındadır. Bu dünya, “bizim dışımızdaki” şeydir: bizim dışımızda
da ne varsa düşman olabilir bizim için, tehlike olabilir, korku ve ölüm
olabilir. “Dışımızdaki” tüm nesnelerin yalnızca bizim algıladığımız değil, aynı
zamanda ruhumuzun yaratıları olduğunun yaşanıp bilinmesiyle dış içe, dünya
ben'e dönüşerek gün doğar, şafak söker.
***
Evrende bir ahengin varlığını ben
de zaman zaman sezgisel yoldan duyumsuyorum. Söz konusu ahengin bedensel ve
içgüdüsel yaşamımda gereği gibi doğrulandığım göremediğimden, onu tinsel
(manevî) alanda aramam gerekiyor ve tutarlı olmak istedi mi aklı işe
karıştırmadan yapamıyor insan; akıl, içgüdüsel yaşamımızla çatışma durumunda
bile kendini dünyadaki düzenle birlik içinde hissedip ona hak verebilen tek
orgammızdır. Yalnızca savaş, yalnızca ulusların yaşamı değil, en değerli sanat
ürünleri de akıl tarafından dikte edilmediğinden, ortada bir boşluk varlığını
koruyor.
Senin istem (irade) diye
nitelediğin şey, bilinçaltındaki içgüdüsel yaşam tarafından beslenen bir tür
zihniyet ve ah İaKtır. Neşe ve üzüntüyü bizim kendimizin seçmesine ve ardından
bunu mantıksal nedenlere dayandırmasına ille de arzu edilmeye değer bir şey
gözüyle bakmıyorum. Akıl ve mantık açısından yaşam ne sevinç, ne üzüntüye yol
açar. Bunları aklın aşırı derecede sultası altına yerleştirdik mi, “ruh
durumlarımızın” değerini, yaşamım ve anlamım berbat edip çıkarız.
***
Bir insanda onu başkalarından
ayıran özellikleri saptamak, onu tanımak demektir.
***
Doğru ele geçirildi de doğruya
ulaşma çabasının yerini aldı mı, halimiz nice? felsefenin hali nice olurdu!
***
Zaman geçer, bilgelik kalır,
biçim ve kuralları değişirse dc, her zaman aynı temel üzerinde yükselir. Bu da
insanın doğayla, evrensel ritimle bütünleşmesidir. Tedirginlik ve telaş
dönemleri insanı söz konusu düzenlerden sık sık bağımsız kılmaya çalışırsa da:
ele geçirilecek sözde özgürlük her zaman insanı köleliğe mahkûm edecektir.
Nitekim günümüzün hayli özgürleşmiş insanı da para ve makinenin istem gücünden
yoksun kölesi olmuştur. Büyük bir kentin rengarenk ışıklarına boğulmuş
asfaltından ormana sığman ya da geniş salonların insanı kamçılayan coşkulu
müziğinden denizin müziğine dönen biri gibi, ben de yaşamın ve aklın kısa
vadeli, heyecan dolu serüvenlerinden dönüp dolaşıp bu eski ve dipsiz
bilgeliklerde alıyorum soluğu. Her seferinde de öncekinden daha eskimiş
görmüyorum bu bilgelikleri, bir dinginlik içinde duruyor ve bizi bekliyorlar.
Yeniliklerini sürekli koruyor, her gün doğan güneş gibi ışıl ışıl
parıldıyorlar. Oysa dünün savaşı, dünün modası, dünün arabası bugün artık
eskimiş, solmuş ve gülünç duruma gelmiş oluyor.
***
İnsanın gözü elinde olanı
görmüyor ve bundan haberi olmuyor pek.
***
Nasıl mikroskop altında çıplak
gözle görülemeyen bir şey, iğrenç bir nesne, bir topak pislik yıldızlarla
bezenmiş gökyüzüne dönüşürse, gerçek bir psikolojinin bakışları altında da bir
ruhun en küçük kıpırtısı, ne kadar aptalca, zırva ya da netameli nitelik
taşırsa taşısın, seyirlik bir oyuna dönüşür ye bu oyunda bildiğimiz
alabildiğine kutsal şeyin, yani yaşamın simgesel görüntüsünden başka bir şey
algılanamaz.
Okuma ve Kitaplar Üzerine
Kitapların ölümsüz dünyasını
kendine az buçuk yurt edinmiş biri çok geçmeden onların yalnız içeriğiyle
değil, kendileriyle arasında yeni bir ilişkinin kurulduğunu görecektir. Sadece
okunmalarıyla yetinilmeyip kitapların satın alınmasının da gerektiği sık sık
söylenir. Yaşlı bir kitap dostu ve küçük sayılmayacak bir kitaplığın sahibi
olan ben, kendi deneyimlerime dayanarak şunu kesinlikle belirtebilirim ki,
kitap satın almak kitapçılarla yazarların karınlarını doyurmalarını sağlamakla
kalmaz, salt okumak değil, kitaplara sahip olmak da tamamen kendine özgü hazlar
sunar insana, kendine özgü bir ahlakı içerir. Örneğin. çok kıt parasal
olanaklara karşın, katalogları sürekli gözden geçirip halk için hazırlanmış en
ucuz baskıları seçerek, akıllıca, yılmaksızm ve giderek artan bir beceriyle
davranıp tüm güçlükleri yenerek kendine güzel, küçük bir kitaplık kurmak
sevince boğar insanı, büyüleyici bir spor yerini tutar. Bunun tersini
düşünürsek, varlıklı aydın biri için her sevilen kitabın en güzel baskısını
salın almak, seyrek ele geçen eski kitapları toplamak, sonra onları sevgi taşan
güzel ciltlerle donatmak, seçkin haz kaynaklarından birini oluşturur.
***
Neden kitaplarla sohbet
edilmesin? Kitaplar da çokluk insanlar kadar zeki, çokluk onlar kadar
şakacıdır, onlar kadar insanın başına da tebelleş olmazlar.
Okuduğumuz her kitap içimizdeki
pusulanın göstergesini kendi tarafına çeker; yabancı bir beyin dünyaya ne kadar
değişik noktalardan bakılabileceğini bize gösterir. Pusuladaki devinim ağır
ağır yavaşlayıp sona erer, gösterge her birimizin doğasına özgü yöne dönüp
gelir yeniden. Okumaya ne zaman ara versem bende böyle olmuştur. İnsan ne de
çok okuyabilir, münzevi bir hayat yaşayan bir kitap dostu, toplum insanının
insanları yiyip yutuşu gibi yiyip yutar kitapları ve bunlardan ne kadar çoğunun
siııdirile bildiğine insan şaşmadan duramaz. Ama bir an gelir, bir kenara
kaldırmak gerekir tüm kitapları, koşup ormandan içeri dalmak, havanın,
çiçeklerin, sislerin ve rüzgârların peşine takılmak, dünyayı bir birlik ve
bütünlük içinde gösterecek o dingin noktayı kendi içinde ele geçirmek gerekir.
***
Her edebiyat yapıtı en başta
estetik bir .değer taşır, estetiğe. yani güzel'in anlaşılmasına gelince, bu
yoldaki tüm deneme ve çabalar bilim niteliği kazanamamıştır, başkalarına
öğretilemez bilinenler ve birtakım yöntemler halinde saptanıp ortaya konamaz.
Okulda öğretmenlerin belli bir şiir üzerine açıklamaları, o şiirin ikinci
derecede önem taşıyan içerik ve değerleriyle, yani sosyolojik, yararlı,
ahlaksal, pedagojik ya da dinsel yönleriyle ilgilidir. Şiirin asıl özü,
birkezliğineliği ve güzelliği alabildiğine bir gizlilik içinde saklı yatıyor
olabilir; söz konusu güzelliğin yanına yaklaştırmadığı kişi, şiirdeki
‘'içerikleri" ne kadar ustalıkla ve zekice yorumlamaya çalışırsa çalışsın,
şiirin asıl özünü asla ele geçiremez. Elbette istisnalar yok değildir. Şairin
dehasına gerçekten denk bir deha sahibinin yorumu şiire tıpatıp uygun
düşebilir. Ne var ki, ancak milyonda bir çıkar böyle biri. Ama yine de
germanistikin ilgili yöntemleri öğrenmezlik yapılmamalıdır, yararlıdır bu
yöntemler; ancak, şurası da hiç akıldan çıkarılmamalıdır ki, bir şiirin asıl
özü ve harikuladeliği söz konusu yöntemlerle ele geçi rilemez.
***
Ben katıksız kategorilerin bir
dostuyum ve edebiyat yapıtlarında, edebiyat kapsamına girmeyen kitaplardan çok
daha iyi bilgi edinilebilecek konulara ilişkin düşünce ve görüşler ya da
açıklamalar aramayı düpedüz yanlış buluyorum.
***
Kanımca, edebiyat yapıtları
pişirilip kotarılmış hazır yemekler olarak geçmişten devralınamaz; onların adım
adım yeniden keşfedilmeleri, ele geçirilmeleri gerekir. Eski kitapları okumalı,
ama kitaplar üzerindeki yargıları okuyanların kendileri vermelidir.
Bir edebiyat yapıtı dönüp dolaşıp
okuyucusunu bulur, yeter ki insanlığın temel doğru ve durumlarını koriu yapsın
kendine ölmüş olan ölmüştür. Demek
istiyorum ki, edebiyat bilimi gözümde bir değer taşıyorsa, sadece bir düşünce
tari hi olmasına ve sosyolojik bileşenine borçludur bunu, yani belli bir
edebiyat döneminin doğup ortaya çıkmasını sağlayan koşulları açıkladığı ölçüde
bir diğer taşır benim için.
***
“Tek okuyucu’’ çokluk fazla
konuşmaz, ama bir özden yoksun entelektüalizm tarafından oluşturulan ve Tanrıya
şükür sanıldığı kadar güçlü sayılmayan kamuoyundan daha akıllıdır.
***
Edebiyat yapıtlarına kalıcılık
bağışlayan ne düşünce içeriklerinin zenginlik ve yeniliği ne de birkezliğine
sanatçı kişiliğinin sadece ağırlığıdır; edebiyat yapıtları sanatçının sanat
çalışmalarının güçlükleriyle savaşmadaki başarısından ve zamanın moda
akımlarına uyum sağlama ayartısına karşı savaşta ortaya koyduğu ustalık,
sadakat ve sorumluluk derecesinden alır kalıcılığını. Söz konusu ustalık bir
kez ele geçirilmiş olsun, edebiyat yapıtlarını tek başına öylesine bir uzun
ömürlülükle donatır ki, bu yapıtlar hayli zaman ihmal edildikten sonra dönüp
dolaşıp tekrar “güncellik” kazanarak yeni kuşaklara mutluluk bağışlayabilir.
***
Yok olup gitmiş görünen şey
bakarsınız günün birinde çıkıp gelir yeniden. Bugün okuduğumuz kimi eski
yazarlar vardır, isimlerini bile doğru dürüst bilmezdi babalarımız, omuz silkip
geçerlerdi. Beri yandan bugün unuttuğumuz ve omuz silkip geçtiğimiz öyle
yazarlar var ki, daha bir kuşak önce klasik yazarlar kataloğun baş köşesinde
yer almışlardır. Bir ulusun sanat ve edebiyat hâzinesi tek kişilerin anı ve
deneyim hâzinesi gibidir, bu hâzinedeki anı ve deneyimlerden hiçbiri yok olup
gitmez, hepsi de gün gelir tekrar yenilik ve güncellik kazanabilir, ama bir an
bilinçaltının aynasında boy gösteren, bütün hâzinenin ancak milyonda biridir.
***
Sanatla havai fişek eğlencesi
arasındaki ayrım, gerçek sanat yapıtlarının içimizde bir tortu bırakması, bu
tortunun öbür yaşantılarımız, kendi öz değerlerimiz, varlığımızın alabildiğine
derinliklerindeki çocukluk anılarımız ve sevgiyle üzerine titrenen alabildiğine
kişisel düşlerimizle karışıp söz konusu yapıtları okuduktan, kitapların
isimlerini ve yazarlarının adlarını unuttuktan hayli zaman sonrasına kadar ruh
yaşamımızı yeni renklerle donatabilmesidir.
Değerini kanıtlamış eski edebiyat
yapıtlarının zamanımız için yeni baskılarını yapmak, bazılarını seçip
yayınlamak, üzerlerinde çalışmak, günümüz düşünürlerinin dünyaya ve yaşadığımız
çağa ilişkin yorumlarından daha az değerli değildir. Bir kuşağın geçmişten
devralman manevî mirası kullanış biçimi, uygarlığın en önemli göstergelerinden
biridir.
***
Edebiyatın işlevinin halka basit,
sağlıklı, oyalayıcı, çatışmalardan koruyucu bir besin sunmak olduğu ilkesini
Sayın Göbbels ya da Franco hiç kuşkusuz tümüyle sizinle paylaşacaktır. Ne tür
bir sanat yapılması gerektiği konusunda değişik görüşler ileri sürülebilir; ama
ne yazık ki bunlar gerçek sanatçıları değil, sanat fabrikatörlerini
ilgilendirir, çünkü nasıl sanat yapmaları konusunda gerçek sanatçılar için asla
bir seçenek söz konusu değildir.
***
Sıradan bir okuyucu, yazarı,
soylu bir inzivaya çekilmiş, ya ,rı avarelik içinde kitaplarını kaleme alan,
gürültüye karşı koruyucu önlemlere başvurarak yazdığı kitaplardan dış dünyanın
olumsuz etkilerinden uzak tuttuğu iç yaşamı üzerine eğilen biri gibi
canlandırır kafasında, çağdaş yazarın “toplum” karşısındaki sosyolojik,
ahlaksal, çetin ve fazla bir güvenlikten yoksun konumunu pek sezmez; öyle bir
toplum ki. insanlarının kişilikten yoksun bir kitleye dönüşmesinden ya da korku
ve özlem bağıyla birbirine bağlı milyonlarca bireye bölünmesinden bu yana var
olmaktan adeta çıkmıştır.
***
Yazarların bütün yapıtlarında
karşılaşılır hep: Bir doğa gücü, sesine kulak kabartılan bir fırtına,
bakışların üzerinde gezdirildiği bir deniz karşısında olduğu gibi, bir yazarın
gerçek yapıtı karşısında da kendini kaybeder okuyucu. Ancak çok daha sonraları,
yatışıp sakinleşmiş, kitabı ikinci ve üçüncü okuyuşunda ondaki sanatsallığı
keşfederek kıvanç duyar bundan, gerek ayrıntılardan, gerek bütünden keyif alır,
sürekli yenilenen hazlarla kitaptaki büyük küçük sayısız güzelliklerin peşine
düşer.
***
Niebelungen destanından başlayıp
Lutlıer ve Goethe üzerinden geçerek günümüze kadar uzanan büyük yaratılarıyla
Alman dili, bu zengin, esnek ve güçlü dil, pek çok oyunu, kaprisi, kurala
aykırılıkları, yüce müzikalitesi, dirimselliği. mizahıyla yaşamımın en büyük
hâzinesi, en vefalı arkadaşı ve avuntusu olmuştur. Bu dilde kaleme alınan yapıtlar
ve onları kaleme alan yazarlar övülüyor, ululanıyorsa, aslan payı Alman
dilinindir. Biz yazarlar dilin inşası ve ayrımlaşmasında emek veren işçiler
arasında yer alıyorsak da. en büyük yazarların bile bu dile kazandırdığı şey.
yaptığı katkı son derece azdır, dilin bize bağışladığı, dilin bizler için
taşıdığı anlam yanında hiçtir adeta.
***
Yazıya geçen her şey kısa ya da
uzun bir zaman dilimi içinde sönüp gider, silinir ortadan. Tüm yazıları ve tüm
yazıların silinip gitmesini evrenin beyni okur, izler ve gülmeden duramaz.
Bunlardan birkaçını okuyup anlamını sezmiş olmak iyidir. Tüm yazılardan kendini
kaçıran, ama yine de yazı içinde gizli saklı yer alan anlam hep aynıdır.
***
Bugün pek çok genç insan görürüz,
cıvıl cıvıl yaşam varken kitapları sevmeyi gülünç ve yakışıksız bulur,
kitapları sevemeyecek kadar yaşamın kısalığından ve değerliliğinden dem vurur,
beri yandan haftada sekiz gün kafeterya müziğini dinleyip dansetmekle pek çok
saat harcamaktan geri kalmazlar.
***
Kitapların işlevi, bağımsız insanları
daha da bağımsız yapmak değil, hele yaşama yeteneksiz kişilere ucuzundan,
yalancı, gerçek yaşamın yerine yapay bir yaşam sunmak hiç değildir. Ancak
insanlara yaşamın kapısını aralaması, yaşama hizmet etmesi, ona yarar sağlaması
durumunda kitapların bir değeri vardır. Bir güç kıvılcımının, bir gençleşme
sezgisinin, yeni bir tazeleniş soluğunun okuyucuda doğmasını sağlamadı mı,
okumakla geçirilen her saat boşa harcanmış demektir.
***
Sağlık durumlan zararsız, kendi
kendilerinden kuşku duymanın yabancısı insanlar arasında coşkulu biri yazann
yapıtında coşkuyu, akıllı biri akıllılığı, iyi kalpli biri iyi kalpliliği
sevecektir. Dengesi pek yerinde sayılmayan okuyucular arasında ise pek sık
bunun tersiyle karşılaşılacak, hayli us sai kişi naif duygusallığa, kendini
denetim altında tutamayan kişi kendini denetim altında tutan serinkanlılığa
koşacaktır.
***
Hiçbir şey düşünmeden dalgın
okumak, güzel bir kırda gözleri bağlı olarak gezmeye benzer. Kendimizi ve
günlük yaşamımızı unutmak için değil, bilinçli ve olgun bir tutumla kendi
yaşamımızı yeniden sağlam ellerimize almak için okumalıyız. Ürkek öğrencilerin
soğuk öğretmenlerin karşısına çıkışı, ipsiz sapsız birinin içki şişesine el
atışı gibi yaklaşmamalıyız kitaplara. Kitapların karşısına çıkışımız, kaçaklar ve
gönülsüz yaşayanlar gibi değil, dağcıların Alpler’e tırmanışı, savaşanların
silah ve cephane deposuna koşuşu gibi olmalıdır.
***
Ne kadar ayrımlaşmış bir tutumla,
ne kadar inceliklerine inerek, okuduklarımızla aramızda ne kadar zengin
ilişkiler kurarak okumayı becerebilirsek, her düşünceyi, her edebî yapıtı
birkezliğineliği, bireyselliği ve dar sınırlılığı içinde o kadar daha iyi
algılar ve yapıttaki tüm güzelliğin, tüm çekiciliğin özellikle bu bireysellik
ve birkezliğinelikten kaynaklandığını görürüz. Beri yandan, değişik ulusların
boğazından yükselen yüzbinlerce sesin nasıl aynı amaca yönelik olduğunu, başka
başka isimler altında nasıl aynı tanrılara tapındığını, nasıl aynı düşleri
düşleyip aynı çileleri çektiğini giderek daha bir açıklıkla görür gibi oluruz.
Sayısız dillerin ve binlerce yılda kaleme alınmış yapıtların binbir türlü
örgüsünden yıldızın parladığı anlarda şaşılası yücelikle, gerçeküstü bir yüz
okuyucuya bakar: birbiriyle çelişen binlerce yüz çizgisinin adeta bir büyü, bir
sihirle kaynaştırılarak bir birlik oluşturduğu bir yüzdür bu.
***
Eski bir kitap avutur insanı,
uzaklardan konuştuğunu işitirsiniz. kulak verip söylediklerini dinler ya da
kulaklarınızı tıkar dinlemezsiniz. Kitapta ansızın güçlü sözlerin çakıp
söndüğünü gördünüz mü. bilirsiniz ki günümüzde kaleme alınmış bir kitaptan
gelmemektedir bu sözler, günümüzdeki falan ya da filan yazarın sözleri
değildir, ilk elden işitirsiniz bunları, bir martı çığlığı, bir güneş ışını
gibi tıpkı.
Bir kitap okumak, iyi bir okuyucu
için tanımadığı birinin doğasını, karakterini, görüş ve düşünce tarzını bilip
öğrenmek, onu anlamaya çalışmak, hatta belki onu kendine dost edinmektir.
***
Elinde İncilden başka bir şey
bulunmayan, İncil’den başka bir şey bilmeyen öyle köylü kadınları vardır ki,
şımarık, varlıklı birinin elinin altındaki zengin kitaplıktan edindiği
bilgiden, sağladığı avuntudan, sevinç ve mutluluktan daha çoğunu İncil’i
okuyarak edinmiştir.
***
“Klasikleri” damıtım işleminden
geçiren bilim değil, okuyucular olmuştur; bilim okuyucuların pek çok adım
gerisinde kalmıştır.
***
İyi kitapların, genel olarak
sağlam bir beğeninin düşmanları, kitapları afaroz edenler değil, çok
okuyanlardır.
Gerçek ve Hayal Gücü
Bir anlatıda doğru olan, her
vakit dinleyicinin inandığı şeydir ancak.
***
Bir gazeteye göz gezdiren
abonman, bir an için, yirmi dört saatte dünyada olup bitmiş ne varsa artık
biliyorum yanılsamasına kapılır; oysa aslında kurnaz gazete yazarlarının
gazetenin daha perşembe sayısında kısmen önceden haber verdiklerinden başka
olup bitmiş bir şey yoktur. Bizim her birimiz de bunun gibi her gün, her saat
gizler ormanını sevimli bir bahçeye ya da yüzeysel, açık seçik görülebilen bir
harita parçasına dönüştürürüz; ahlakçı özdeyişlerinin aracılığıyla, din adamı
inancının, mühendis sürgülü hesap cetvelinin, ressam paletinin, yazarsa örnek
aldığı kişilerin ve ideallerinin aracılığıyla yapar bunu.
***
İstemelerin bakışı saflıktan uzak
ve çarpıtıcıdır. Ancak hiçbir istekte bulunmadığımız, ancak bakışımız katıksız
bir temaşa niteliği kazandığı zamandır ki nesnelerin ruhu kapılarını açar
önümüzde, güzellikleri karşımızda buluruz. Satın almayı düşündüğüm, ağaçlarını
kestirmek ya da ipotek ettirmek istediğim bir ormana baktım mı ormanı değil,
yalnızca onunla benim isteğim arasındaki ilişkiyi görürüm. Ama ormandan beklediğim
bir şey yoksa, kafamda belli bir düşünceye yer vermeksizin yeşil
derinliklerinden içerilere uzanır bakışlarım; ancak o zaman gördüğüm orman
gerçek ormandır, doğadır, bitkidir ve güzeldir.
***
Can sıkıntısı diye bir şey
bilmez doğa, can sıkıntısı kentli insanın bir marifetidir.
***
Güzellik ona sahip olanı değil,
onu sevebilen ve onu baş tacı edinebilen kişiyi mutlu kılar.
***
Davranışlarımıza rasgele soyut
görüş ve düşünceleri temel almaz, yaşamımızda attığımız adımları aslında
yalnızca varlığımızın özüne, ırkımızın karakter yapısını, bilinçaltımızda saklı
dürtülere dayanarak atarız. Sonra da davranışlarımıza uygun düşen dünya
görüşünü aramaya koyuluruz.
***
Bana öyle geliyor ki, nedenler
her zaman bir açıklıktan uzaktır. Nedensellik ilkesi yaşamın hiçbir köşesinde
hissettirmez varlığını, yalnızca düşüncede geçerliğini sürdürür. Nedenlerden
yola koyularak davranan hiç kimse gösterilemez, sadece böyle bir kuruntu içinde
yaşar insanlar, buna bir erdem gözüyle bakarak büyüklenir, başkalarına da söz konusu
kuruntuyu benimsetmeye çalışırlar.
***
Belki de fırlatılıp atılmış bir
taş gibi, her insanın izleyeceği yörünge önceden belirlenmiştir. İnsan yazgıyı
avcuna aldığını ve onunla eğlendiğini sansa bile, önceden saptanmış bir yörünge
dışına çıkamaz. Ne var ki, “yazgı” kuşkusuz dışımızda değil, içimizdedir;
dolayısıyla yaşamın yüzeyinde gerçekleşip gözle görülebilen olaylar belli bir
önemsizlik kazanır. Genel olarak insanın güç bulduğu, hatta hazin diye
nitelediği şey, bu durumda çokluk bir bahane niteliğine bürünür. Hazin olan’m
manzarası karşısında dize gelen aynı kişiler, asla önemsemedikleri nesnelere
toslayıp uçurumu boylarlar.
***
Bir doğru ancak tek taraflıysa
dile getirilir, sözcüklere dö külebilir. Gelgelelim dünya, çevremizde ve
içimizdeki var olan nesneler asla tekyanlı değildir.
***
Çokluğun arkasında saygıyla kucak
açtığım birlik asla sıkıcı, asla gri, düşünsel, kuramsal nitelik taşımaz,
oyunla, acıyla, kahkahayla yoğrulmuş yaşamın kendisidir.
***
Hiçbir ben, ben’in en nafifi bile
bir birlik değil, son derece çokyönlü bir dünyadır, yıldızlarla döşenmiş küçük
bir gök parçasıdır, çeşitli biçimlerin, aşamaların ve durumların, kalıtsal
öğelerin ve olanakların oluşturduğu bir karmaşadır (kaos). Tek kişiler bu
karmaşaya bir birlik gözüyle bakmaya eğilim gösterir, sanki yalın, sağlam bir
biçimi içeren, açık seçik sınırlarla belirlenmiş bir olgu gibi kendi beninden
söz eder; en yüce aşamadaki de içinde olmak üzere her insanın düştüğü bu
yanılgı anlaşılan bir zorunluluk, yaşamın bir isteğidir.
Doğru’nun milyonlarca yüzü
vardır, ama doğru tektir.
***
Çokluk dünya kötüdür dendi,
aşağılandı, çünkü bunu yapan kişi gece iyi uyuyamamış ya da yemeği fazla
kaçırmıştı. Çokluk dünya için cennet dendi, göklere çıkarıldı, çünkü bunu yapan
az önce bir kızı öpmüştü.
***
Hiçbir şey önemli, hiçbir şey
önemsiz değildir, yaşam bir gölge oyunudur, ama ruhlarımızdaki nesnelerin
perdeye yansıyan görüntülerinin derin, korkunç bir gerçeklikleri vardır.
***
Ütopyaların varlık nedeni, bir
köle gibi çalışıp gerçekleşmelerini sağlamaya uğraşmak değil, çetin, yine de
özlenen bir şeyin olabilirliğini tartışmaya açmak ve söz konusu olabilirliğe
inancı pekiştirmektir.
***
Belli bir aşamaya kadar duygu ve
hayallerin güçleri, güzellikleri ve değerleri artar, ama belli aşamayı
geçtikten sonra zayıflar yeniden, uyuşuk ve miskin niteliğe bürünür. Bu durumda
gönülde daha başka hayallerin, daha başka duyguların filizlenip yeşermesine
çalışmanın zamanı gelmiş demektir.
***
Kimse kendisini
ilgilendirmeyen bir şeyin düşünü görmez.
***
Görülen düşün büyüsü gündüzün
çokluk silinip gider, çünkü en iyi düş gören biri bile uyanık durumda
çevresindeki dış dünyayı gerektiğinden fazla önemser. Aklından zoru olanlar
bunu ötekilerden daha iyi başarır; kendilerini imparator ilan eder, kaldıkları
hücreyi saray görür, bütün dışavurumları harikulade bir uyum içindedir.
Aklını kaçırmadan dış dünyayı
büyüleyip bir başka kılığa sokmak, işte bizim amacımız budur. Kolay bir iş
değildir, ama ortada bize rakip olacak fazla kimse de yoktur.
***
Hayaletlerle asla bir alıp vereceğim
yoktur, kendi düşlerimde yaşayıp gidiyorum. Başkaları da düşlerde yaşar, ama
kendilerinin değil, başkalarının düşlerinde; bu da işte onlarla aramdaki
farktır.
***
İnsan yüzlerce zardan oluşan bir
soğana, bir sürü iplikten örülmüş bir kumaşa benzer. Asya’nın eski sakinleri
bunu anlamış ve çok iyi bilmişlerdir. Budistlerin yogasında kişilik hezeyanının
maskesini alaşağı etmek için titiz bir teknik geliştirilmiştir. İnsanlık oyunu
eğlendirici ve çok yönlüdür. Maskesini düşürmek için Hindistan’ın bin yıldır
çaba harcadığı hezeyan, Batı’nın destekleyip güçlendirmek için yine pek çok
zahmete katlandığı hezeyanın aynıdır.
***
Gerçek, bir taş parçası içinde
hapsolmuş şimşek gibidir. Şimşeği uyandırmadın mı taş taş olarak, kent kent
olarak, güzellik güzellik olarak, can sıkıntısı can sıkıntısı olarak kalır, her
şey uyur, nesnelerin düşünü görür, ta ki sen yüksek gerilim akımlarına başvurup
onların üzerine '‘gerçeklik” sağanağını boşaltasın.
***
Kendi kendime her zaman itirazda
bulunmak gibi talihsiz bir huyum vardır. Gerçeğin hep yaptığı şeydir bu; ne var
ki. us böyle bir şeye kalkışmaz, erdem de öyle. Örneğin, yazın zorlu bir
yürüyüşten sonra bir bardak su için can atar, suya dünyada eşi bulunmaz bir şey
gözüyle bakabilirim. Gelgelelim, suyu içmemden bir çeyrek sonra dünyada hiçbir
şey su kadar, su içmek kadar ilginçlikten uzak gelmez bana. Yemek, uyku ve
düşünme konusunda da yine aynı durum söz konusudur. Örneğin, “us” denen şeyle
ilişkim yemek ve içmekle ilişkim gibidir. Bazen us kadar şiddetle hiçbir şey kendine
çekmez beni; us kadar, soyutlama olanağı, mantık, düşünce kadar bana
vazgeçilmez görünen hiçbir şey yoktur. Ama derken buna doyar, karşıtını
gereksinir, karşıtını arzulamaya koyulur, bozulmuş bir yemek gibi us’tan
tiksinti duyarım. Kendi deneyim ve yaşantılarımdan bilirim ki, söz konusu
davranışım keyfî nitelik taşır, karakterden yoksundur, hatta yasak kapsamına
girer, ama neden böyle olduğunu da anlayabilmiş değilimdir. Öyle ya, nasıl
yemekle açlık, uykuyla uyanıklık arasında sürekli gidip geliyorsam, doğallık ve
ussallık, deneyim ve platonizm, düzen ve devrim, Katolik ve Reformasyon ruhu
arasında birinden ötekine sürekli salınmam gerekiyor. Bir insanın us'u ömür
boyu baş tacı edip doğayı küçük görmesi, hep devrimci kalışı, asla tutucu
olamayışı ya da bunun tersi, bana bir yandan erdemli, seciyeli ve metin bir
davranış görünüyor, bir yandan da böyle bir davranışı tatsız, iğrenç ve kaçıkça
buluyorum, biri var da hep yemek yemek ya da hep uymak istiyor sanki.
Gelgelelim, politikaya, usa, dine ve bilime dayalı topluluklar böyle kaçıkça
bir davranışın mümkün ve doğal olduğu koşulunu temel alır kendilerine.
Bu yeryüzünde dolanıp duruyoruz,
hep yolculuk üzereyiz; bizim gibi yolculuğa çıkmış birini görünce şapkamızı
çıkarıp sallıyor, seslenip selam veriyoruz, ama bunu yaparken o kişinin vadiye
inip seçilmez olmasını, belki de büsbütün karanlığa gömülüp kaybolmasını
bekliyoruz.
***
Dünyanın en naif ideallerine
kendini adamaya hazır kişi, tüm düşünce ve idealler üstüne akıllıca konuşmalar
yapabilen, ama bunlardan hiçbiri uğruna en küçük bir özveriye yanaşmayan
kişiden çok daha yeğlenecek biridir.
***
Doğada duygusallık diye bir
şey yoktur.
***
İleride öyle olacak ki, hastalık
ve sağlık alanında bir göreceliğin varlığı saptanacak, bugünün hastalıklarının
yarının sağlık durumları olabileceği, sağlıklı kalmanın her zaman sağlığın
şaşmaz bir belirtisi sayılamayacağı anlaşılacaktır.
***
Eğilimlerimiz, yüzlerine dünya
görüşü maskesini geçirme konusunda şaşılacak bir yetenekle donatılmıştır.
***
Sahip olduğumuz erdemlere gereğinden
fazla değer vermemiz güç, sahip olmak istediğimiz erdemlere gereğinden fazla
değer vermemiz daha da güçtür. Başkalarının acı ve kahırlarım ise kolaylıkla
küçümseriz. Başkalarının mutluluğunu küçümsememiz ise daha da kolaydır.
***
Bir gece doğum yapan bir kadına
yardım etmem gerekmişti, alabildiğine büyük bir acıyla alabildiğine büyük bir
sevincin dışavurumlarının düpedüz birbirine benzediğini gördüm.
***
Umutlarının arkası
kesilmedikçe insanın huzursuzluğu sürecektir.
***
Gezi romantizminin bir yarısı
serüven beklentisinden başka bir şey değildir. Bir yarısı ise, içteki erotik
duygulan değişim sürecinden geçirip yok etmeye yönelik bilinçaltındaki bir
içgüdüden oluşur. Biz gezginler, özellikle gerçekleştin dememeleri dolayısıyla
içimizde sevi isteklerini besleyip büyütür, aslında kadına gösterilecek sevgiyi
köylere, dağlara, göllere, uçurumlara, yol kenarındaki çocuklara, kuşlara,
kelebeklere dağıtırız. Nesne sevgisinden sıyırıp alırız kendimizi, sevginin
kendisi bize yeter; bunun gibi, çıktığımız yolculuklarda da bir amaç gütmez,
yolculuğun, yolda olmanın tadını çıkarmaya bakarız.
***
Bir süre yaşadığımız yer, oradan
ayrıldıktan ancak bir zaman sonra belleğimizde biçim kazanır, değişmeden kalan
bir görüntüye dönüşür. Belli bir yerde olup da her şey gözlerimizin önünde
bulunduğu süre, rastlantı niteliği taşıyan nesneyle önemli nesneleri nerdeyse
aynı ağırlıkta nesneler olarak algılarız. Ancak daha sonra ikinci derecede önem
taşıyan nesneler silinip gider belleğimizden. Belleğimiz sadece saklanılmaya değer
nesneleri saklayıp alıkoyar kendisinde; yoksa yaşamımızın tek bir yılını bile
korkuya kapılmadan, başımız dönmeden nasıl görebiliriz!
***
İçimizden her biri kendi hayal
dünyasında ve kendi coğrafyasında oldukça memnun ve huzurlu yaşayıp gider,
derken bir barajın çökmesi ya da kafada çakan bir ışık sonucu gerçeğin, o
müthiş, o korkunç güzel, o tüyler ürpertici gerçeğin üzerine yıkıldığını, bir
çıRış yolu bırakmaksızın kendisini kucakladığım, ölümcül bir yakalayışla
kıskıvrak yakaladığını duyumsar. Bu durum, kafada çakan bu ışık ya da uyanış,
yalın gerçek içindeki bu yaşam asla uzun sürmez, ölümü barındırır kendisinde,
böyle bir durumun kucağına yuvarlanan, dehşet verici girdap içine sürüklenen
insanın katlanabileceği kadar sürer ancak, sonunda ya ölümle ya da gerçek
dışına, katlanılabilir düzene, kavranabilir olana soluk soluğa kaçışla
noktalanır. Kavramların, sistemlerin, dogmaların, imgelerin bu katlanılabilir,
uyuşuk, düzenli dünyasında ömrümüzün onda dokuzunu geçiririz. Sıradan küçük
adam belki bir hayli söylenerek, atıp tutarak da olsa küçük evce ğizinde ya da
daireciğinde yaşar, başının üstünde bir çatı, ayağının altında bir zemin,
kafasında geçmişin, soyunun so punun, hemen hepsi de kendisi gibi olup kendisi
gibi yaşamış atalarının bilgi birikimi, ayrıca üzerinde bir düzen, bir devlet,
bir yasa, bir hukuk, bir ordu vardır. Derken her şey bir anda çıkıp gider
elden, dağılıp parçalanır, çatı yiter, huzur ve rahatlık insanı gırtlaklayan
bir ölüm tehlikesi olup çıkar, geçmişten devralınan, pek saygın ve güvenilir
hayal dünyası alevler içinde kalır, kırılıp dökülür, ortada o müthiş şeyden,
gerçekten başka bir şey kalmaz. O dehşet verici, akıl almaz, o korkunç şey
Tanrı diye nitelenebilir, ama isim anlamayı kolaylaştırmaz, açıklanabilirlik ve
katlanalabilirliğe katkıda bulunmaz. Gerçekle yüz yüze gelmeler her zaman bir
anda olup biter, savaşta gökten yağan bomba yağmuru, yani bazı bakanların
sözlerine bakarsak özellikle korkunçlukları bizi günün birinde saban
demirlerine dönüştürmeye zorlayacak silahlar bunu sağlayabilir örneğin. Çokluk
bir hastalık, insanın burnunun ucunda baş gösteren bir felaket, bazen de yaşam
iklimindeki bir değişiklik, korkunç bir kâbustan uyanış, uykusuz geçirilmiş bir
gece tek kişinin amansız gerçekle tanışması, onun bir süre tüm düzene, tüm
rahatlık, güven ve inanca ve tüm bilgiye kuşkulu gözle bakması için yeterlidir.
***
Doğru’nun karşısında çıplak
olarak dikildiğimiz anlarda temiz bir vicdanın sağlayacağı güvenlikten ve
mutlak bir inancın sağlayacağı rahatlıktan yoksun bulunuruz. Uyanıklık anında
bir insan kendini öldürebilir belki, ama bir başkasını hayır. Uyanıklık anında
insan hayli nazik konumda bulunur, çünkü dışa açıktır ve doğru’nun kendi içine
sızmasını engelleyemez, doğru’yu sevmek ve yaşamın bir öğesi olarak duyumsamak
ise pek çok çabayı gerektirir, çünkü bir kez insan sıradan bir yaratıktır,
doğru’ya düpedüz düşman gözüyle bakar. Gerçekten de doğru, insanın özleyip
yeğleyeceği bir şey değildir, aman zaman tanımaz.
Doğanın acımasız olduğu,
antrozentrik (insan merkezli) bir görüştür... Doğa vardır, durup durur ortada
ve etkin durumdadır, biz de onun bir parçasıyız, “doğa’'dan korkup endişeye
kapılır, ona yabancı ve düşman gözüyle bakarsak, kesinlikle yanlış yola sapmış
oluruz.
***
İkiliği dışavuracak bir simge ele
geçirmek isterdim; melodi ve karşı melodiyi aynı zamanda görünür kılan,
çokrenkliliğin yanından birliğin, şakanın yanından ciddiliğin hiç ayrıl madiği
bölümler ve cümleler kaleme almayı isterdim. Çünkü benim için yaşamı oluşturan
tek şey budur, iki kutup arasında bir dalgalanma, dünyanın iki temel direği
arasında bir gidip gelmedir. Dünyadaki o mutlu çokrenkliliğe hayranlıkla
sürekli dikkati çekmek, ama beri yandan bu çok renkliliğin temelinde bir
birliğin saklı yattığını anımsatmak isterdim.
***
İşte büyü: İç'in yerine dış’ı,
dış’ın yerine iç’i geçirmek, kendini zorlayarak, acı çekerek değil, özgürce,
isteyerek yapmak bunu. Geçmişi davet et. geleceği davet et: Her ikisi de
şendedir bunların! Şimdiye kadar içinin kölesi oldun, şimdi onun efendisi
olmayı öğren. İşte budur büyü.
***
İçte bizi uğraştıran sorunlarla
dışımızdaki dünyada da karşılaşmamız, eskiden beri bilinen, yaşanan bir
olaydır. Kendime bir ev yapayım mı yapmayayım mı. eşimden boşanayım mı
boşanmayayım mı, ameliyat olayım mı olmayayım mı diye düşünüp taşınan kimse,
bilindiği üzere aynı sorunla boğuşan insanlara her zaman dikkati çekecek kadar
sık olarak çevresinde de rastlar. Aynı şeyi okuduğum kitaplarla ilgili olarak
ben de yaşadım; hayatın herhangi bir sorunu beni fazla uğraştırdığı zamanlar,
içlerinde söz konusu sorunun rol oynadığı kitaplar dört bir yandan gelip buldu
beni.
***
Yeter ki zaman kavramı zihinden
uzaklaştırılsın, çevremizdeki tüm düşmanlıklar yitip gider, yenilgiye uğrar.
***
Ruhumuzda kendisine
güvenebileceğimiz bir büyü saklı yatar; bütün’ü arar büyü, ruhtaki her boşluğu,
her eksikliği gidermeye uğraşır. Belli bir alandaki güçsüzlüğü bir başka alanda
ortaya koyacağı üstün bir başarıyla dengelemeye çalışır, yaşamı el üstünde
tutmak, evet demek, Tanrıyı ululamak üzere en duyarlı, en zayıf, en mutsuz
insanın ruhunda alabildiğine narin, alabildiğine içten, alabildiğine tatlı
ezgilerin işitilmesini sağlar.
***
Anlam ve töz (cevher)
nesnelerin arkasında bir yerde değil, onların içinde, her şeyin içindedir.
***
Gezilerin şiirselliğini oluşturan
yeni kazanımların organizmaya katılması, çokyönlülükteki birlik’i kavrayışta
bir güçlenme, eski doğrularla ve yasaların yepyeni koşullarda tekrar ele
geçirilmesidir.
***
Çocuklar yüce kalpli
varlıklardır, hayal güçlerinin büyüsüyle ruhlarında karşıt nesneleri birarada
barındırmanın üstesinden gelirler; oysa büyüklerin kafasında söz konusu
nesnelerin birbiriyle çatışması en çetin savaşlara ve ikilemlere yol açar.
***
Zaman zaman benim gibilerin de
varlığı gerekiyor, yoksa devrime ve o netameli “gerçek”e karşı hayal gücünün
savaşı diye bir şey kalmaz ortada.
***
Zeki ve işgüzar kişiler hayal
gücünün oyunlarını hemen “kaçış” diye niteler, böylelikle bir yazarı kaçışa
zorlayan “gerçeğin”, içinde kalınması gerçekten arzu edilmeye değer bir ver
sayılamayacağını itiraf ederler.
***
Özgürlük ülkesi, aynı zamanda
aldatmacalar ülkesidir.
***
Trajediler asla önlenemez, çünkü
bunlar felaket ve musibetler değil, karşıt dünyaların birbirine toslamalarıdır.
***
Falan şeyi, filan şeyi okur
insan, bir süre ardı arkası gelmeyen sorunlar dünyasında boğuşa boğuşa bir yol
açıp ilerler; öyle sorunlar ki asla çözüme kavuşturulamaz, yalnızca yaşanırlar.
Sonunda hayat bizi dönüp dolaşıp bir yere savurur, bu yerde olanaksız görüneni
yeniden deneriz; mutsuz görüneni bu eski oyunda her zaman bizi avutan bir şey
varsa, tüm zamansallığm yenilebilirliği, zamanın bir hayal (ilüz yon) olduğu,
bütün durumların, bütün ideallerin, bütün yaşam dönemlerinin hiç de belli bir
okul şemasına uygun bir yol izlemediği, neden sonuç ilkesiyle birbirine bağlı bulunmadığı,
tersine zamandışı bir varlık sahibi olduğu, yani Tanrı krallığının ya da
devcileyin uzaklıklara yansıtılan insanlık idealinin her an yaşantı ve gerçeğe
dönüşebileceğidir.
Sanat ve Sanatçılar
Sanat anne ve baba dünyasının, us
ve kanın birleşimidir: duyusal alanda başlayıp söyut alana doğru yol alabilir
ya da katıksız bir düşünceler dünyasında başlayıp en kanlı ette son bulabilir.
Yalnızca başarılı hokkabazlık ürünleri olmayan bütün sanat yapıtları bu
netameli, gülümseyen iki yüzü taşır kendisinde, bu erkekkadınsal’ı.
içgüdüsellikle saf entelektüelliği yan yana kendisinde barındırır.
***
Doğada on bin renk vardır, bizler
bu renk skalasındaki on bini yirmiye indirgemeyi kafamıza koymuş bulunuyoruz.
***
Bütün sanatların başı
sevgidir. Bir sanat yapıtının değer ve kapsamını belirleyen en başta sanatçının
sevgiye yeteneklilik derecesidir.
***
Yeter ki kendimizi ve dünyanın
yakıp kavurucu acısını unutacak kadar güzel’e ve sanata gönül verelim, hiçbir
şey güzel kadar, sanat kadar şenlikli ve şenlendirici değildir. Sanatın içimizi
neşeyle aydınlatması için Bach’ın bir fügü, Gior gione’nin bir tablosu
gerekmez, bulutlu gökyüzünde bir lokmacık mavi köşe, bir martı kuyruğunun oynak
yelpazesi elverir bunun için, bir yolun asfaltı üzerindeki petrol lekesinde yansıyan
eleğimi sema renkleri elverir. Hatta bu kadarına bile gerek yoktur.
***
İçimizdeki mutluluk havasından
ben bilincine ve yaşamın sefaletine dönersek, neşe hüzün olup çıkar, dünya
ışıl ışıl bir gökyüzü yerine kara yeryüzünü buyur eder bize, güzel ve sanat
bizi mahzunlaştırıcı bir nitelik kazanır. Ama ister Bach’ın fügü, ister martı
kuyruğundaki tüyler, ister asfalttaki petrol lekesi ya da bunlardan daha da az
bir şey olsun, korur güzelliğini, tanrısallığını korur. Ben ve dünya unutularak
sağlanan mutluluğun süresi anlarla sınırlı olmasına karşın, güzeldeki mucizenin
bize armağan ettiği hüzünle doymuş büyülenmiştik saatlerce, günlerce
kaybolmadan kalır, hatta bir ömür boyu yitip gitmez.
***
Kendimizi doğanın usdışı
(irrasyonel), karmaşık, acayip biçimlerine adamamız, içimizle bu biçimleri
oluşturan istemimiz arasında bir uyumun varlığı duygusunu uyandırır, çok
geçmeden söz konusu biçimlere kendi kaprislerimizin ürünleri, kendi
yaratıklarımız gözüyle bakmak gibi bir ayartıya kapılırız, bizimle doğa arasmdaki
sınırların titreşmeye başladığını ve silinip gittiğini görürüz. Ruhumuzda öyle
bir hava eser ki, gözlerimizin retina tabakasındaki görüntülerin dış
izlenimlerden mi, yoksa iç izlenimlerden mi kaynaklandığını bilemez oluruz.
Bizim ne ölçüde yaratıcı olduğumuzu, dünyanın sürekli yaradılışında ruhumuzun
ne ölçüde pay sahibi olduğunu böyle bir egzersiz kadar basit ve kolay yoldan
bize gösterecek bir başka şey yoktur. Aynı bölünmez tanrılıktır ki, içimizde ve
doğada etkinliğini sürdürür; diyelim ki dışımızdaki dünya battı, yok oldu,
aramızdan biri onu yeniden kurup çatacak gücü bulabilir kendinde; çünkü dağlar,
ırmaklar, ağaçlar ve yapraklar, bitki kökleri ve çiçekler, doğadaki tüm
oluşumlar önceden içimize yerleştirilmiştir, ruhumuzdan kaynaklanır hepsi, ruhumuzun
tözü (cevher) sonsuzluktur, bizler tanımayız, bilmeyiz bu tözü; ama o, çokluk
sevi gücü ve yaratıcı güç olarak sesini duyurur.
***
Bütün sanatımız, savsaklanmış
yaşamımızın, savsaklanmış hayvansallığımızın, savsaklanmış sevgimizin yerine
zahmetle geçirdiğimiz ve bize on kat daha pahalıya oturan yerdeş üründür. Ama
gerçekte öyle de değildir pek. Ussal’a duyu sal’ın eksikliğini giderecek geçici
bir nesne gözüyle bakarsak, duyusal’a aşırı değer vermiş oluruz. Ne duyusal us
sal’dan, ne ussal duyusal’dan zerrece daha değerlidir. İster bir kadını
kucaklamışsın, ister bir şiir düzmüşsün, fark yok arasında.
***
Sanat, bağışlanma (mağfiret)
durumunda dünyayı temaşa ediştir.
***
Nasıl sevgiden doğup çıkmamış
büyük bir sanat yapıtı olamazsa, sanat yapıtlarıyla soylu ve yararlı bir ilişki
de yine sevgisiz kurulamaz.
***
Sevginin işi yoğunlaştırmalarla
imgelerledir. Ama siz imgeleri atıp yerine kavranılan geçirmek istiyorsunuz.
Sanat ve güzel, insanı gerçekten
daha iyi biri yapabilir ve güçlendirebilir mi, bunu bir yana bırakalım. En
azından yıldızlarla donanmış gökyüzü gibi bize en azından ışığı, düzeni. uyumu
anımsatır ve karmaşada “anlam” düşüncesini bizde uyandırır.
***
Deha sevme gücüdür, özveriye
duyulan özlemdir.
***
Neşe, ermişler ve şövalyelerde
rastlanan bir erdemdir, gü zel’de saklı yatan gizdir ve her sanatın gerçek
özüdür. Yaşamın şahanelik ve korkunçluğuna, dizelerinin rakseden adımlarında
övgüler döşenen şair, söz konusu şahanelik ve korkunçluğun katıksız bir “şimdi”
olarak yankılanmasını sağlayan müzisyen, bizi önce gözyaşları ve acılı
gerilimler içinden çekip götürse bile insanlığa ışık getiren, yeryüzün deki
sevinçleri ve kutsallıkları çoğaltan kişilerdir.
***
cuk gibi yeni sesler ve yeni
tavırlarla karşımıza çıkıyor, dünün ve önceki günün diliyle konuşmaktan bıkıp
usandı, bir defa da dansetsin istiyor ayrıca, bir defa da haddini aşmak,
başındaki şapkayı külhanca yana yatırmak ve yalpalar vurarak yolda yürümek
istiyor. Vatandaşlara gelince, onun bu tavrına ateş püskürüyor, alaya alınmış,
kendi köklerine, kendi değerlerine kuşkuyla bakılmış gibi bir duyguya
kapılıyor, sövüp sayıyor, eğitim ve öğrenimlerinin yorganını başları üzerine
çekiyorlar. Kişisel onurlan azıcık incinse, azıcık aşağılansalar soluğu
mahkemede alan aynı kişiler, büyük bir icat yeteneğiyle korkunç aşağılamalar
bularak karşı tarafa saldırıyorlar.
***
Müziğimizi yapıyoruz; bazen biri
çıkıp bizi yanlış anlayarak şapkamızın içine bir para atıyor, bizim müziğin
öğretici ya da ahlaksal ya da işte hoş bir şey olduğunu sanıyor çünkü. Bizim
müziğin sadece müzik olduğunu bilse, şapkamıza attığı parayı kendine saklayıp
yoluna devam edecektir.
***
Yalnızca yaşamış olmak için
yaşamak istemem; sadece bir kadın sevmiş olmak için sevmek islemem: yaşamdan
hoşnut olmak, daha da ötesi yaşama katlanabilmek için sanat üzerinden geçecek
dolambaçlı bir yola, sanatçının yalnızlık içindeki acayip zevkine gereksinim
duyuyorum.
***
Her sanatın anlaşılabilip
yaşanabilmesi doğal bir yeteneğin varlığını gerektirir; öyle bir yetenek ki,
sanatçının yeteneğine ya da içgüdüsüne yakın olmak zorundadır. Kimde böyle bir
yetenek varsa, sanatsal hazları tadabilir, kimde yoksa bu hazlar kendisi için
asla söz konusu olamaz.
***
Sanat konusunda yapılan
tartışmalar, düşünceler etrafında yapılan tartışmalar gibidir. İnsanlar
birbirini sevmedikçe birbirini anlayamaz. Birbirini sevebilmenin tek yolu da,
dünyayı dışta değil, içte yaşamaktır.
***
Yeteneğin karşısında bir
karakter, coşkunun karşısında disiplin, kolaylığın ve üretim hevesinin
karşısında engeller . bulunmalı ve denge böylece sağlanmalıdır.
Zamanımızın gereksinim duyduğu ve
arzuladığı şey, beceriklilikle yürütülen bir memuriyet yaşamı ve çalışkanlık
değil, kişilik, vicdan ve sorumluluktur. Zekâdan, “yetenekten” fazlasıyla var
ortada.
***
Sanayi ve bilim, kişilikli
insanlara artık gereksinim duymuyor mu, buyursunlar, kapasınlar böylelerine
kapılarını. Ne var ki, büyük kültür iflasının ortasında iyi kötü katlanılabilir
yaşam olanaklarıyla küçük bir adada oturan biz sanatçılar, eskiden olduğu gibi
şimdi de daha başka yasalara uymak zorundayız. Bizim için kişilik lüks değil,
var olmanın koşuludur, yaşam şevki, onsuz yapamayacağımız sermaye mizdir.
Sanatçıdan da anladığım, yaşadıklarını ve geliştiklerini bizzat duyumsayan,
güçlerinin dayandığı temellerin bilincinde olan ve bu temeller üzerinde
doğuştan içlerinde taşıdıkları yasalara göre kendi kendilerini kurup çatan
kişilerdir. Öyle kişiler ki, öz ve etkilerin temele ilişkisi iyi bir yapıda
kubbenin duvarla, çatının direkle ilişkisi gibi açık seçik ve anlamlı nitelik
taşımayan ikinci derecede önemli bir etkinlikte bulunmaz, yaşahıda bir
değişikliğe gitmezler.
****
Tüm gerçek yeteneklerin başı
ve kökü duyusaldadır, beden ve duyular bakımından doğuşta kendilerine verilen
çeyizdedir.
***
Biz sanatçılar hafif yollu
abartıya kaçarak adeta şöyle söyleyebiliriz: Yaptığımız işin değerini bize
verdiği haz belirler. Bir çalışmadan geride kalacak ve etkisini sürdürecek
olan, düşünülüp kotarılmış şey değil, tavır, esin, küçük ve gelgeç büyüdür.
Nasıl ki Mozart’ın bir operasında operanın öyküsü ya da ahlaksal içeriği değil
de tavır ve melodi, tazelik ve birbirini değişerek kovalayan bir dizi müzikal
temaya eşlik eden zarafet değerliyse, onun gibi.
***
Duygulan ve duygusallıkları
ayıplayıp bunlardan nefret etmeyerek kendi kendime, aslında bizi yaşatan nedir,
duygularımızda değilse başka nerede yaşadığımızı hissederiz sorusunu yöneltişim
de çağdaş biri olduğumu gösterir. Bende hiçbir duygu uyandırmayıp ruhumda
hiçbir kıpırtıya yol açmadı mı, para cüzdanım doluymuş, bankada yüklü bir
hesabım varmış, üzerimdeki giysinin ütüsüne diyecek yokmuş, sevimli bir kız
arkadaşım varmış, neye yarar? Hayır, başkalarında karşılaştığım
duygusallıklardan ne kadar nefret etsem de, kendi duygusallıklarımı seviyor,
nefret etmek bir yana hatta biraz şımartıyorum bunları. Duygu, narinlik ve
ruhumda kolaycacık uyanan titreşimler, bunlar nihayet donanımımdır benim,
bunlardan yararlanarak hayatımı ayakta tutmak zorundayım. Elimde kas gücünden
başka şey bu lunmasaydı da bir güreşçi ya da bir boksör olaydım, kas gücüne
fazla önem taşımayan bir şey gözüyle bakmamı kimse benden istemeyecekti.
Kafadan iyi hesap kitap yapabilen biri olsaydım da büyük bir büronun
yöneticiliğini yapsaydım, kafadan iyi hesap kitap yapabilmeye aşağılık bir iş
gözüyle bakıp küçümsememi kimse benden istemeyecekti. Gelgelelim, son
zamanlarda yazara yöneltilen, hatta bazı genç yazarların kendi kendilerine
yönelttiği bir beklenti var; isteniyor ki, yazar en başta kendisini yazar yapan
özelliklere, ruhunun kolay uyarılabilirliğine, âşık olma yetene: ğine, sevme ve
sevdiği için yanıp tutuşma, kendini bir şeye adama, duygular dünyasında
işitilmedik ve normal dışı olayları yaşama yeteneğine, işte bütün bu güçlü
yanlarına nefretle baksın, bunların kendisinde varlığından dolayı utansın,
“duyusal” diye nitelenebilecek şeylere karşı kendini savunsun. Eh ne yapalım,
isteyen buyurup öyle davranabilir, ben yokum bu işte; duygularımı dünyanın
bütün pervasızlıklarına değişmem; söz konusu özelliklerdir ki, savaş yıllarında
yiğitlik taslayanların duygusallıklarına katılmaktan beni koruyup esirgemiştir.
***
Bizde kararlılık duygusu ve
girişimcilik ruhu eksikse, karşıtlarımız sayılan kârlılık duygusu ve
girişimcilik ruhuna sahip kişilerde ruhsal bir boyut noksandır. Bizim
romantiksanat çı çocuksuluğumuz, dünyanın fatihi duygusu içinde yaşayan,
sürgülü hesap cetveline bizim Tanrıya inandığımız gibi inanan, dünya için
koyduğu kuralların mutlak geçerliği Einstein tarafından sarsıntıya uğratıldı mı
kızıp köpüren dünya fatihi bir mühendisin çocuksumağrur iyimserliğinden daha
çocuksu değildir. Metropol edebiyatçılarının çokluk alaylı nitelemesiyle biz
romantikler ve duygusalların tümü yıkılması kararlaştırılmış köhne bir duvar
dolayısıyla kamuoyunu ayağa kaldıran ve yurdu koruma birliklerini seferber eden
salak fanatikler değiliz, bazılarımız neıdeyse kârlılık partisine mensup
bazıları kadar zekidir, belki yüreklerinde geleceğe daha büyük bir inancı
barındırırlar, ilerleme yobazlarının pek çoğundan daha fazla geleceğe kucak
açan kişilerdir.
Sanatçının, genel olarak
yetenekli bir insanın yalnızlığı bana göre kaçınılmazdır: böyle bir kişi bahtı
açık ve başarılı biri olmuş, olmamış, fark etmez. Ve yine bana göre yetenekli
kişinin, parlak bir hayal gücüne sahip insanın bu yalnızlığı elden geldiğince
dışlaması da anlaşılır ve aslında doğru bir davranıştır. Çünkü yetenekli biri,
sıradan insanın o sıkıcı, hazin dargörüşlülüğünü er geç görüp anlayacaktır
kesinlikle. Ama yetenekli kişi buna karşı kendini savunmak zorundadır, yoksa bu
anlayış sonunda onun da katlanamayacağı bir sevgisizliğe ve insanın hor
görülmesi sonucuna götürür. Ama sanatçının ya da bir düşünürün kalabalıklar
ortasındaki o büyük, çokluk dondurucu soğuk yalnızlığı gizli ya da açık
ortadadır hep, sıradan insanlardan biraz ileride bulunmamızın karşılığı olarak
bizlerin ödediği bedeldir bu.
***
Aydın kadar kendini beğenmiş,
aydın kadar kabul görmeye ve onaylanmaya can atan kimse yoktur. Gerçekten de
aydın biri kabullenilmeye ve onaylanmaya şiddetle gereksinim duyar.
***
Sıradan vatandaş, hayalperesti
kaçığa benzetmekten hoşlanır. Bir sanatçı, bir dindar, bir filozof gibi kendi
içindeki uçuruma yaklaştı mı hemen aklını kaçıracağını doğru olarak sezer. Söz
konusu uçuruma ister ruh diyelim, ister bilinçaltı* ister bir başka isim
verelim buna, her yaşam kıpırtısı oradan çıkıp gelir. Sıradan vatandaş
kendisiyle ruhu arasına bir bekçi dikmiştir; bilinçtir bu bekçi, ahlaktır, bir
güvenlik makamıdır. İlkin güvenlik makamının damgasını yemeksizin o ruh
uçurumundan çıkıp gelecek hiçbir şeyi benimsemez. Oysa sanatçının sürekli
güvensizliği ruh ülkesine değil, sınır makamlarına yöneliktir, bilinçliyle
bilinçsiz arasında gizlice gidip gelir sanatçı, sanki her ikisinde de
evindeymiş gibi rahat hisseder kendini.
***
Kuşkusuz şu sıra temelleri
yerinden oynayan çağdaş burjuva dünyamızda sanatçı bir çeşit yerdeş figür
oluşturuyor, kendisine yaşadığı ülkenin insanları tarafından öyle işlevler mal
ediliyor ve yükleniyor ki, aslında bunlar herkesin üstlenmesi gereken, ama
yaşanan çokyönlü yozlaşma dolayısıyla çoğunluk tarafından savsaklanan
işlevlerdir. Sanatçı, toplumumuzda hiçbir şeye aldırmadan, toplumumuzun geniş
çaptaki hoşgörüsüne sığınarak kendi kendini yaşayan, kendi doğasına sadakatten
ayrılmayan ve böylece her insanın kalbine yazılmış bir buyruğun gereğini yerine
getiren biricik insan tipini oluşturur. Öyle bir buyruk ki, her insanın
kazınmıştır kalbine, ama çağrısı insanların çoğu için günlük işlerin ve savaşın
bulanık ortamında boğulup gitmektedir.
***
Deha nerede boy gösterirse ya
çevre tarafından boğulup alılır ya da zulme uğrar; hiç itirazsız insanlığın
gülü sayılır sanatçı, öyleyken her görüldüğü yerde sıkıtıtı ve karışıklığa yol
açar, her zaman tek olarak yüz gösterir, yalnızlığa mahkûmdur, kalıtım yoluyla
başkalarına aktarılamaz ve her zaman kendi kendini elden çıkarma eğilimini
taşır içinde.
***
Ben, her biçimiyle dâhiye,
doğanın büyük özverilerde bulunarak normal insandan daha iyi, daha derli toplu,
yaşamaya daha layık insan tipini ortaya koyma girişimi olarak bakıyorum.
***
Dehadan biyolojik bir sorun
olarak söz ediyorsam, bununla demek istediğim, en başarılı örneklerine
bakıldığında dâhinin hemen her zaman trajik yaşam sürdüğü ve uçurum kenarının
donuk ışığında yaşadığıdır; dehanın her zaman cinnetle akraba olduğunu
kabullenen dar kafalı burjuva öğretisiyle bunun bir alıp vereceği yoktur. Hayır,
deha, yani alabildiğine yüce bir aşamaya çıkarılmış yaşam, karşı kutbuna, ölüme
ya da cinnete pek kolay dönüşebilir: çünkü böyle bir yaşamda insan varlığı
kendini korkunç bir fiyasko, doğanın büyük ve atak, ama pek başanlamamış bir
girişimi olarak kavrar, bilir. İnsanlık ağacında en çok arzu edilmeye değer ve
en soylu meyve olarak hiç itirazsız kabul edilen dâhi, biyolojik mekanizmalar
tarafından korunmaz, hele üreyip çoğalmasına asla izin verilmez, ışık işlevini
gördüğü ve ulaşılması özlenen hedef rolünü oynadğı bir yaşamın ortasında
dünyaya açar gözlerini, aynı zamanda bu onun havasızlıktan boğlup gitmesine
neden olur.
***
İleri düzeye vardırılmış bir
bireyselleşme süreci dönüp ben’e cephe alır ve onu yeniden yok etmeye eğilim
gösterir.
***
İnsanlar, dâhi denen kişilerin
yaşam öykülerinden yola koyularak gerçekten güçlü ve yetenekli kişilerin
sonunda kendi yollarını bulup eserlerini yarattıkları gibi iç rahatlatıcı bir
sonuç çıkarmaya eğiİim gösterir. Böyle bir davranış ödlekçe bir avuntudur, bir
yalandır düpedüz. Gerçekte o ünlü kişilerin pek çoğu üstün başarılı
çalışmalarına karşın kendilerine biçilmiş misyonun kendilerinden istediği
kişiler asla olamamış, her dönemde yetenek sahibi pek çok insan kendilerine
yaraşır yolu bir türlü bulup izleyememiş, yetenekli kişilerden pek çoğunun
canına okunmuş, pek çoğu felakete sürüklenmiştir.
***
Dünyaya sanatçı gözüyle bakıyor
ve bir demokrat gibi düşündüğüme inanıyor, ama kendimi düpedüz bir aristokrat
gibi duyumsuyor, yani niteliğin her türlüsünü sevebiliyor sam da, nicelik için
böyle bir gücü gösteremiyorum.
Sanat üzerinde hiçbir baskı
uygulanmamalıdır. Çağdaş sanatla başı hoş olmayan sanatsever ne bundan
yakınmalı, ne de çağdaş sanattan “zevk” almaya kendini zorlamalıdır. Örneğin,
müzik alamnda elimizde yaklaşık üç yüz yıllık yapıtlar bulunup bunlardan zevk
alıyoruz diye günümüz müzisyenlerinin başvurduktan denemeleri ve izledikleri
yollan terket melerini istememeliyiz; çünkü onların yapıtları sanatımızı
yoksullaştırmaz, tersine zenginleştirir. Günümüz müziği bazen bize soğuk ve
kurmaca geldi mi. söz konusu müziğin belki aşırı derecede tatlı, aşırı derecede
duygusal yarım yüzyıllık müziğe tepki oluşturduğunu akıldan çıkarmamalayız.
***
Bilge kişinin her eylemden
düşünsel (kontemplatif) bir el çekişle ele geçirmeyi amaçladığı şeye, yani
zamanın yok edilmesine, sanatçılar bilgeninkine ters bir yol izleyerek ulaşmaya
çalışır, bu da edebileşlinnelerin hizmetinde sergilenecek yüksek bir
etkinliktir.
***
Yüzyıllar boyu binlerce
“zihniyet”, parti ve program, binlerce devrim varlık alanında boy gösterdi,
dünyayı değiştirdi bunlar ve (belki) ileriye götürdü. Ama programlardan ve
inançlardan hiçbiri zamanı aşıp öteye geçemedi. Ama birkaç gerçek sanatçının
resimleri ve sözleri, birkaç gerçek bilgenin, seven ve kendini feda eden birkaç
kişinin sözleri zamana yenik düşmedi, binlerce kez İsa'nın bir lafı. Yunanlı ya
da bir başka yazarın bir sözü aradan yüz yıllar geçtikten sonra bile kendisine
kulak verecek insanlar buldu ve onları aydınlatıp uyandırdı, gözlerini açıp
insanlığın acılarını ve olağanüstülüklerini görmelerini sağladı. “Dâhi” ve buna
benzer biri gözüyle bakılmak değil, bu binlerce sevenler ve tanıklardan küçük
biri olmayı can ve gönülden isterdim doğrusu.
Bugün yeni ve ilginç olan, iki
gün sonra söz konusu özelliğini yitirir. Ne var ki, birkaç yüzyıl varlığını
korumuş ve hâlâ unutulmamış ya da yok olup gitmemiş bir şeyin değeri, bizim
yaşam dönemimizde de belki büyük dalgalanmalar göstermeyecektir artık.
***
İster tanrıbilim, ister bir başka
kılıkta olsun, us her zaman kavramlara, sadeleştirmelere, tiplendirmelere fazla
eğilim gösterir, örneğin “ağaç” yeter kendisine, oysa ruh Ve beden “ağaç” ile
bir yere varamaz, ıhlamura, meşeye ve akçaağaca gereksinim duyar, bunlardan
hoşlanır. Belki de bunun içindir ki sanatçılar Tanrının gönlüne düşünürlerden
daha yakındır. Tanrı Hintlide ve Çinlide Yunanlıdan bir başka biçimde kendini
açığa vuruyorsa, bu bir eksiklik değil, zenginliktir ve Tanrının bütün bu
tecelli biçimlerini tek bir kavramda toplamak istersek, ortada ne meşe, ne kestane
kalır, kalsa kalsa “ağaç” kalır sadece. .
***
Akıl ve ruh, kafa ve gönül
kesinlikle ve bir daha ayrılmayacak biçimde bağlıdır birbirine; kim bunlardan
birini baş tacı edip öbürünün sırtından aşırı derecede gelişip serpilmesini
sağlarsa, bütün ün yerine yanm’ı aramış ve onu besleyip büyütmüş sayılır.
***
'Diyelim Bach'ın bütün
yapıtlarını ezberimde tuttum da üzerlerinde en akıllıca şeyler söyleyebildim;
bununla kimsenin işine yarayacak bir şey yapmış olmam. Ama üfleme sazımı ele
alıp da şöyle kıvrak bir dans müziği çaldım mı, ister iyi, ister kötü bir parça
olsun bu, insanları sevindirecek, bacaklarında etkisini gösterecek, kanlarını
kaynatacaktır. Önemli olan da budur sadece.
***
“Yorumlamak” bir zekâ oyunudur,
pek hoş bir oyundur çokluk, zencilerin plastik sanatı ya da on iki ton müziği
üzerine kitaplar kaleme alıp okuyabilen, ama bir sanat yapıtının iç dünyasına
giremeyen, çünkü açık durduğunu fark etmeyerek kapının önünde dikilip duran,
yüzlerce anahtarı deneyip kapıyı açmaya uğraşan akıllı, ama sanata yabancı
insanlara göre bir oyundur.
***
Sanatın “görevlerinden” söz
etmek, sanat ve sanatçının aslında ne yapması “gerektiğinden” bahsetmek asla
bir sonuca götürmez, her zaman bir yanlışlığı barındırır içinde. Sanatçı hiçbir
şey yapmak “zorunda" değildir: gerçek sanatçı, üzerine düşeni, asla bir
baskının bilinciyle değil, sadece doğasının kendisinden istediği şeyi yaparak
içgüdüsel yoldan yerine getirir.
Ama bunun hayli ötesinde sanatçı,
her aydın insan gibi, ortanın üstünde bir gelişmişlik düzeyine ulaşmış her kişi
gibi insanlığın geleceği için de önem taşır. Sanatçı gibi kendine özgü,
incelikli, narin, ateşli bir insan, doğanın yeni olanaklar doğrultusunda bir
denemesini oluşturur. Sanatçı bunu ne kadar çok sezer ve yapıtlarında dile
getirirse, etki gücü hemen değilse bile zamanla o kadar büyük olur.
***
En yüce sanat açıklamalara ve
diğer uygulamalı psikolojilere gereksinim duymaz, yaratılarını ortaya koyar,
anlaşılmamaktan korkmaz, yapıtlarının büyüsüne güvenir.
Yaratıcı sanatçı için duyularla
algılamanın gerçekliği, zamanın, mekânın ve nedensellik ilkesinin önemi
kuşkudan uzaktır, çünkü bunlar onun için sergilemenin ve inandırıcılığın
biricik avadanlığını oluşturur.
***
Bir yazar şu ya da bu konuyu
seçmiş, fark etmez. Bir kez seçme diye bir şeyin gerçekleşmesi söz konusu
değildir çünkü, “seçme” denilen şey edebiyat tarihlerini kaleme alan
başöğretmenlerin bir kuruntusudur.
***
Neler yaşadıklarını ve
yaşadıklarından nelerin içsel mülkiyete dönüştüğünü insanların birbirlerine
anlatmaları, yeryüzünde yaşam sürüp gittikçe asla son bulmayacaktır. Ve
insanlar arasından hep öyleleri çıkacaktır ki, bunlarda yaşanılan şeyler çok
eski dünya yasalarının dışavurumu ve simgesine dönüşecek, yine bu kişiler
zamansal’da ezeli ve ebedî olanın, değişkenlik ve rastlantısallıkta tanrısal ve
yetkin (mükemmel) olanın izini görecektir. Bu kişilerin yapıtlarını roman,
açıklama, psikolojik öykü ya da başka bir isimle nitelemeleri fazla bir önem
taşımayacaktır.
***
İnsan dili (demek islediğim dilin
grameridir) bir kedinin kuyruğunu döndürüşündeki kıvraklığı, bir cennet kuşunun
düğün giysisindeki gümüş pulların zarafetini, esprisini, parlaklığını biraz
olsun içermemiştir asla. Yine de insan kendi kendisi olup karıncaları ya da
arıları taklitten vazgeçer vazgeçmez cennet kuşunu, kediyi ve tüm hayvanlan ve
bitkileri aşıp ileriye geçmiştir. Almanca. Yunanca ya da İtalyanca dan son
derece daha ustalıklı iletişim sağlayan ve karşı tarafa mesajlar yollayabilen
diller icat etmiştir. Adeta bir büyü, bir sihirle dinler, mimariler ve resim
sanatları, felsefeler yaratmış, bunların dışavurum oyunu ve renk zenginliği
cennet kuşlarının ve kelebeklerininkini çok gerilerde bırakmıştır.
***
Kendi kendisini amaç edinen
kusursuz, gerçek bir dil olamaz; gerçek yaşantıların dışavurumu işlevini
gördüğü süre bir dilin kusursuzluğundan ve gerçekliğinden söz edilebilir ancak.
Bu yüzden çok eski, kişisellik üstü yaşantıyla dolup taşan halk dili her zaman
işte öylesine güzeldir. Günümüzde sıradan bir Almanın kendi dilini bu kadar
kötü kullanması ona gereken özeııi göstermemesinden değil, alabildiğine
derinlerde saklı bir nedenden, gerçek ve güçlü yaşantıları yaşama
güçsüzlüğünden kaynaklanmaktadır.
***
Yaşam dolu insanın en saf örneği
olarak yazar, çağımızda makine dünyasıyla entelektüel etkinliklerin arasında
adeta havasız bir mekâna itilip boğulmaya mahkûm edilmiş durumdadır; çünkü
zamanımızın fanatik bir tutumla savaş açtığı insan güçlerinin ve
gereksinimlerinin temsilciliğini ve avukatlığını yapar.
***
Yazarın görevi izlenecek
yolları göstermek değil, her şeyden önce bu yolların izlenmesine özlem
duyulmasını sağlamaktır.
***
Bir yazar yazılarını okuyan
okuyucu kitlesini değil, en seçkin bölümü yazılarını okumayan, öyleyken bunları
gereksinen insanlığı sevmelidir.
Övüldüğü ya da yerildiği, etkili
olduğu ya da alay konusu yapıldığı, sevildiği ya da horlandığı her yerde,
yazarın düşünceleri ve düşlerinin tümünden değil, bunların dilin dar kanalıyla
okuyucunun geniş sayılmayan kavrayış dehlizinden geçebilen yüzde birlik
bölümünden söz açılır.
***
Senin not ettiğin düşle düşünün
kapsadığı dünya arasında nasıl orantısal bir ilişki varsa, yazarın yapıtıyla
dile getirmek istediği şey arasında da öyle bir ilişki vardır.
***
Nasıl bir teknik uygulanmış
olursa olsun gerçek her sanat yapıtında bir uyum aranır, isterse sadece yazarın
yaşantısıyla bunu dile getirmek için başvurduğu araçlar arasında aranıyor olsun
bu uyum, farkelmez. Söz konusu uyum başarılırsa taslak ve notların ötesinde bir
yapıt gözlerini dünyaya açtı da bir yaşam parçasının tutarlılık içinde görülüp
yorumlandığı edebî bir eser ortaya çıktı mı, bizler gülümser ve şükranla
başımızı sallarız, yapıtta başvurulan tekniği, yapıta giydirilmiş zaman
giysisini sormaz, aramayız artık, dünyada iyi bir şeyin daha var olduğunu
düşünüp seviniriz.
***
Yazarların yapıtlarının ne
açıklamaya, ne de savunulmaya gereksinimi vardır, son derece sabırlıdır bu
yapıtlar ve beklemesini bilirler; bir değer taşıyorlarsa, değerleri üzerinde
tartışan kişilerden çokluk daha uzun ömürlü olurlar.
Yazar için soyut düşünce bîr
tehlike, hatta tehlikelerin en büyüğüdür, çünkü sonuçta sanatçılığı yadsır ve
öldürür.
***
Kolektif düşünceler ve vaazlar
varsa da, kolektif bir yapıt yoktur.
***
Umutsuzluğa kapılmış kişilerin
manzarasını görmemek için gözlerini kapayanlarla mutlu bir geleneğe ulaşılamaz.
Gizli uçurumları görünür ve bilinir kılmak edebiyatın görevleri arasında yer
alır.
***
“Doğaya dönüş” çağrısına uyan
insan, çileli ve umarsız sapa bir yolda yürür gider.
***
Hayvansal içgüdülerin
ussallaştırılmasından başka insanı kişilik sahibi olmaya götürecek bir başka
yol gösterilemez; bir kez bu açıdan bakıldığında koprofilinin edebiyatta
geleceği yoktur.
***
Bilmek ve yaratmak, düşünürle
sanatçı olmak birbirini dışlayan karşıtlardır. Yazarlıkta düşünürlüğün nerdeyse
birbirinin aynı şeyler sayılacağı, edebiyatın işlevinin de dünya görüşlerini
sergilemek olduğu kanısı yanılgıdan başka bir şey değildir.
Savaş sırasında sanatçıları,
yazarları ve aydınları asker yaptılar, toprak işçileri yaptılar. Şimdi de
onları siyasallaştırmaya ve güncel gelişimin organlarına dönüştürmeye
niyetleniyorlar. Bunun da örneğin bir barometreyi bir yere çivi çakmakta
kullanmak istemekten kalır yeri yoktur.
***
Bir edebiyat ışığa inanmalı,
sarsılmaz bir yaşantıyla ışık konusunda bilgi sahibi olmalı ve ona açabileceği
kadar da açmalıdır kapısını, ama kendisine insanlığa ışığı getiren biri, hele
ışığın kendisi gözüyle hiç bakmamalıdır. Yoksa kapıcık kapanır yüzümüze, bize
asla muhtaç olmayan ışık izleyeceği başka yollar seçer kendine.
***
Birinin çıkıp gerçek bir edebî
yapıtın yazarına, “Bir başka konu seçsen daha iyi olmaz mıydı?” sorusunu
yöneltmesi, tıpkı bir hekimin zatürre geçiren bir hastaya, “Ah sevgili dostum,
zatürre yerine bir nezleye yakalanamaz mıydınız sanki?” demesine benzer.
***
Bir kimsenin keiıdi portresini
yapmak istemesi, nihayet kendi yaşam felsefesini ortaya koymasıyla ya da bir
anekdot anlatmasıyla aynı şeydir.
***
Düşünmede olsun, yazmada olsun,
önem taşıyan “ne” değil, az çok rastlantı niteliği taşıyan düşünme konusu
nesneler değil, söz konusu işe soyunan kişinin çağın sorunlarını yaşama ve
düşünmedeki yoğunluktur, sıcaklık ve saflık derecesidir.
***
Ben, içtenlikli bir yazarın
konularını özgür seçebileceği görüşünde değilim kesinlikle. Daha çok bütün
kalbimle şuna inanıyorum ki, biz konuları değil, konular bizi gelip bulur,
dolayısıyla sözde “seçim’' bağlarından kurtulmuş kişisel istemin bir edimi
değildir, verilen bir karar gibi boşluk içermeyen bir gerekirciliğin sonucudur.
Ancak, bununla sanki bir yazarın her eserini, her çalışmasını onayladığım gibi
bir izlenim uyandırmış olmak istemem doğrusu. Söz konusu seçim işinde de,
yaşamın diğer alanlarındaki olduğu gibi, gerekirciliğe inanmanın yazarın
kişisel sorumluluğunu asla ortadan kaldıramayacağını seve seve, bütün kalbimse
itiraf etmek isterim. Böyle bir sorumluluk bakımından şaşmaz bir ölçüt vardır
vicdanımızda, bu yüzden yazarın vicdanının sesi onun mutlaka uyması gereken bir
yasadır; yasaya aykırı davranış, sanatçının kendisine ve çalışmasına zarar
verir:
***
Siz sanıyorsunuz ki, bir şeyi
dile getirme konusunda sahip olduğu yetenek ve deneyim yazarı yaşantılarından
ve üzerindeki yüklerden kurtarır. Bir şeyin salt dile getirilişinin, salt
itirafının insana belli bir rahatlık sağladığı doğrudur; ne var ki, bu tür bir
rahatlığın sağlanmasında sanatsal araçlara başvurulması gereksizdir, bildik,
tanıdık bir kişiye yapılacak en sade bir itiraf ya da bir açıklama en iyi bir
şiirin yapacağı işi görür. Ancak, sanatçıda değişiktir durum; sanatçı
dışavurumlarıyla içindeki yaşantıyı kısmen (asla tümüyle yapamaz ^unu) bilinçaltından
bilinç düzeyine çıkarabilirse de, çokluk bu onu içindeki yaşantıdan kurtarmaz,
ona bir yoğunluk kazandırır sadece.
***
Karakter ve iyi niyet yeterli
olsaydı, dünya birinci sınıf yazarlardan geçilmezdi.
***
Anlaşılabilirlikle açık ve kesin
bir biçimin sırtından elde edilecek özgünlük sanalla bağdaşamaz.
***
Kötü şiirler yazmak alabildiğine
güzel şiirleri okumaktan daha çok mutlu kılar insanı.
***
“Yazılacak bir şiirle bir acının
yok edilmesine” olmayacak bir şey gözüyle bakıyorsanız, haksız sayılırsınız.
İçte birikmiş zehrin hatırı sayılır bir bölümü yazılan şiirin dizelerine
takılıp kalır. Dizeler acıyı en azından akışkan kılar. Acı inişli yokuşlu,
vurgulu vurgusuz heceler üzerinden alabildiğine bir yüce kalplilikle akıp
gider. .
***
“Duygulardan başka bir şeyi işe
karıştırmadan” şiirlerin yazılması diye bir şey olamaz. Şiirlerin yazılmasında
biçim, dil, sözcük seçimi gibi sorunlar işe karışır, bütün bunlar da duygu
alanında gerçekleşen şeyler değildir. Gerçi pek çok sıradan şair şiirlerindeki
biçimi bilinçsiz seçer, yani belleğindeki biçimleri anımsayarak taklit eder
bunları, ama onların ne yaptıklarını bilmeyişi durumda bir değişikliğe yol
açmaz. Pinder’dan Rilke’ye kadar üstatların hiçbir şiiri, sizin belirttiğiniz
gibi “tümüyle duygudan” doğup çıkmış değildir, hepsinde de alabildiğine büyük
bir seçim etkinliği ve uğraşı, yazılacak şiir üzerine dikkatin alabildiğine
yoğunlaştırılması, geçmişten gelen yasa ve biçimlerin çokluk kılı kırk yararak
sınamadan geçirilmesi rol oynamıştır. “Salt duyguyla” olsa olsa mektuplar ve
gazetelerde magazin yazıları kaleme alınabilir, şiirlerse hayır!
***
Bir yazar çalışmasıyla karnını
seyrek doyurabilirken, binlerce gazetecinin bunu başarabilmesinin nedeni,
halkın manevî gereksinimleri için sarfettiği paranın yüzde doksanının gazeteler
için harcanmasıdır. Buradan anlaşıldığına göre, gazetecilik pek çok kişiye
geçim kaynağı oluşturan verimli bir topraktır. Ve söz konusu gazetecilerden pek
çoğu da belki dürüst ve iyi niyetli kişilerdir, kendilerinin ve gazetelerinin
halkı manevî değerlerden ayıran bir duvar oluşturduğunu asla sezmemektedirler.
***
Gördüğüm ya da kendi
deneyimlerimden bildiğim kadarıyla, lirik bir şair düşünce ya da duygularını
kullandığı araçlar yardımıyla elden geldiğince kusursuz dile getirmeye çalışmakla
kalmaz, aynı zamanda bunu yaparken dilin temel güçlerinden, efsanevî ve
sihirli, akustik ve ritmik, betimleyici ve büyüleyici güçlerinden bir şeyler
sürekli çıkıp gelerek kendisini bulur, kendisinden değildir bu gelen şeyler,
ama ona yardım elini uzatır, beri yandan çok vakit onu ayartıp aslında varmak
istediği amaçtan başka tarafa çeker. Şiirini yazarken yararlandığı dil yalnızca
bir araç, yalnızca ölü bir nesne değil, aynı zamanda yaratıcı bir güçtür.
Belirli ve öznel bir şeyi dile getirmesini sağlayacağına inandığı bir sözü
yazdı diyelim, sözcükten çokluk bir uyarı, işitsel, görsel, duygusal nitelikte
bir çağrışım seli akıp gelir kendisine doğru, onu alıp gemisini yöneltmek
istediği yerden başka taraflara sürükler. Sözün kısası, sonunda bir şiirde ortaya
çıkan ve onu ussal metinden ayıran, bir kezliğine bir şeydir, yinelenmesi
olanaksızdır, şairin aslında dile getirmek istediğinin asla tümüyle aynısı
değildir; işte bu da, şiirde bilerek ya da bilmeyerek sevdiğimiz şeydir bizim.
***
Hatırlayabildiğim kadarıyla
anımsamayı, unutmamayı, geçmişin sözcüklerde saklanıp korunmasını, geçmişin
çağrıyla ve sevgi dolu bir betimlemeyle belleğe davet edilmesini bir şairin
işlevi olarak gördüm her zaman. Ama yine de eski idealizm geleneğinde şairin
öğretmenlik, uyarıcılık ve vaiz cilik işlevinden biraz bir şeylerin bana da
bulaştığını söylemeliyim. Ne var ki, ben buna bir akıl hocalığından çok, yaşama
dirimsellik kazandırılmasına yönelik bir uyarı gözüyle baktım hep.
***
Şairin günümüzde örneğin
Protestan bir rahibininkine benzer bir işlevi vardır; boş bir kilisede dikilmiş
vaaz vermektedir, kiliseye gelenler oturup da kendisini dinlemeye başladılar
mı, adeta irkilir birden, çünkü artık buna hiç alışık durumda değildir. Ama söz
konusu durum yine de sevindirir kendisini.
***
İnsan bir düşünür olabilir, ama
yine de güzel bir üslupla yazılar kaleme alabilir. Ne var ki, bizde yazılarım
güzel bir üslupla kaleme alan düşünürleri şairler arasına katmak gibi bir âdet
hâlâ geçerliğini koruyor. Nedeni belki de şairlerimizin çoğunun düşünür
olmayışı, öyleyken yalnızca düşünürlerle karşılaştığımız zaman
bağışlayabileceğimiz kötü bir Almanca’yla yazmalarıdır.
***
İnsan eski, somut ve güzel bir
düşünceye göre beden, ruh ve ustan oluşur. Çokluk bunlardan ikisi birbiriyle
bağlaşıktır, üçüncüsü ise boşlanır hep. Örneğin. Hıristiyanlıktaki us ve ruh
bağlaşımı bedeni karalar ve boşlar. Zamanımız ise ruhu ikinci plana iterek
gerek beden, gerek us kültürünü aşırılığa vardırır. Sanatın alanı gerçekte
ruhtur, ama duyusalhğın hayli dışına çıkmaya eğilim gösterir.
***
Bir edebiyat yapıtı zeki ve
bağımsız bir okuyucuyla karşılaşır karşılaşmaz, yeni ve diri bir şey doğup
çıkar ortaya, yazarın özgünlüğü ve imge dünyası okuyucunun karakter ve çağrışım
dünyasıyla bağlaşımlar kuı at, karışımlar oluşturur. Ben kendi yapıtlarıma
yönelik eleştirilerde öyle yorumlara rastladım ki, yapıtlarımı kaleme alırken
bunları asla aklımdan geçirmedim, ama yine de bunlar tamamen benimsenmeye değer
ve haklı yorumlardı.
***
Sonunda her zaman insanın yargısı
estetiğe baskın çıkmıştır. Çünkü bizler, kendi kendini kötüye kullanan
yetenekli kişinin bu davranışını bağışlamaz, ama İnsanî bakımdan değerli
yapıttaki açıkça görülen bazı biçim hatalarını hoş görürüz.
***
İnsanlığın işlevleri arasında yer
alan sanat insanlığın ve doğru’nun varlığını sürdürmesini sağlamaya, bütün
dünyanın ve insan yaşamının partilere. Hitler'lere ve Stalin’lere parçalanıp
bölünmesini önlemeye çalışır. Sanatçı sever insanları, onlarla birlikte acı
çeker, onları bir politikacıdan ya da bir ekonomistten çokluk daha iyi tanır.
Ama her şeyin nasıl olması gerektiğini avcunun içi gibi bilen yüce bir Tanrı ya
da bir gazete yazarı gibi onların tepesine dikilmez.
Usta büyünün yekvücut olduğu
yerde, belki bütün yüce sanatın gizi saklı yatar.
***
Kalıcı olan, asla bir şeyin
kopyası değil, simgedir yalnız.
***
Sanatla güncelliğin değil,
zamansızlığın sözü geçer.
***
Otuz yıl sonra modası geçen bir
roman kahramanı bir simge değil, yalnızca ilginç bir figür rolünü oynamış
demektir. Bütün önemlerini zamana bağımlılıktan alan roman kahramanları geçici,
zamana bağlılıkları sonrasızlığın giysisi olmaktan ileri geçmeyen roman
kahramanları ise kalıcıdır. Kont Monte Kristo ölmüş, Don Kişot, Wilhelm
Meister, Hamlet hâlâ yaşamakta, Quintus Fixlein, Siebenkas, Der grüne Heinrich,
Eichendorf'un o küçük, kendi halinde haylazı da. Sebillerin büyük
Wallenstein'nından daha az dirimselliğini koruyor değildir. Çünkü bu
saydıklarımızın hepsi de ilk planda kendi dönemlerinin temsilcileri değil,
düpedüz insandır. Onların yazgılarını oluşturan yaşantılar her dönemde
karşımıza çıkar ve her zaman sesini yeniden duyurabilir.
***
İnsanlığın bütün tarihinde
yüceltme (sublimasyon) kadar önem taşıyan ilginç bir şey gösterilemez, hatta
genel olarak hiçbir şey yoktur. İnsanın bazen içgüdülerini bencillikten uzak,
ussal, dinsel, kültürel amaçların hizmetine verebilmesi, us’a kendini adama
diye bir şeyin, ermişlerin ve din fedailerinin varlığı, dünya tarihinde bizim
için tek avuntu kaynağı ve olumlu şeydir. Yüceltmenin anlamsız boş bir şey
değil, daha çok bir olanak, bir ideal, bir beklenti kimliğiyle varlık ve
etkinliğini sürdürdüğünü ilk çağlardan bu yana bütün mitler, söylenceler ve
anlatılar dile getirmektedir.
***
Trajik yönü pek sık olarak ve
kolayca komik yönü tarafından örtülüp kapatılan yaşamın çelişkilerinden biri
de, biz sanatçıların ruhumuzun bir yarısıyla yaşadığımız an’a, kısa ömürlü’ye,
yaşamın yıldırım hızıyla değişip duran oyununa, öbür yarısıyla kalıcılığa ve
sonrasızlığa derin bir özlem duymadan ve bu özlemi besleyip büyütmeden
yapamayışımız dır; öyle bir özlem ki, bizi dönüp dolaşıp olanaksız’a ulaşmaya,
yani ussallaşmaya, geçiciliği ebedileştirmeye, akışkanı ve değişkeni
billurlaştırmaya ve an’ı yakalayıp tutmaya iter bizi.
***
Bir çağın ideallerinden hiçbirine
inanmıyor, ne diktatörlerin. ne profesörlerin, ne fabrikatörlerin ideallerine
inanç duyuyoruz. Ama insanın ölümsüzlüğüne, insan imajının tüm çarpıtmaları
üzerinden sıyırıp atarak kendini yeniden bulacağına, tüm cehennemlerden arınmış
olarak çıkacağına inanıyoruz. Ruha inanıyor, hak ve gereksinimleri ne kadar
uzun zaman, ne kadar şiddetle baskılanırsa baskılansın ruhun asla ölemeyeceğine
inanıyoruz. İçinde yaşadığımız çağı açıklamaya ve iyileştirmeye, ona akıl
hocalığı yapmaya uğraşmıyor, kendi acılarımızı ve düşlerimizi açığa vurarak
imgeler dünyasının kapısını dönüp dolaşıp açmaya çalışıyoruz. Düşlerimiz kısmen
kötü kâbuslar, imgeler kısmen tüyler ürpertici görüntülerdir. Bizlere düşen,
onları güzelleştirmek, yalan dolana saparak onları yoksamaya çalışmamaktır.
Bütün uygarlık içe dönüşten doğup
çıkmıştır.
***
Sanatta sanayidekinin tersine
zaman hiç rol oynamaz, sanatta kaybolmuş zaman diye bir şey yoktur, yeter ki
sonunda elde edilebilecek en büyük yoğunluk ve yetkinliğe erişi lebilsin.
***
Kültür yaşamında değerli yeni
oluşumlar, her zaman düne başvurur ve eski, unutulmuş değerleri temel alır
kendine.
***
Ne zaman yaşam bir an için
sanatta yetkinlikle yansıtılmışsa, birbirine karşıt iki yönü içermiştir hep.
Bazı saatlerde çocuk gülümsemesi, bazı saatlerde bir kişinin ölümünden duyulan
alabildiğine derin bir yas gibi bizi etkilemeyen soylu hiçbir müzik yoktur. Her
zaman ve her yerde böyledir güzellik; çevreye ışınlarını yollarken sararıp
solan, o kaçınılmaz ölümün soluğunun esintisine kapılarak kendinden geçen
büyülü an.
***
Sonunda bütün sanatın, özellikle
edebiyatın varlık nedeni izleyicilere yalnızca zevk vermesi değil, yaşamın
üstesinden gelmede, güçlükleri yenmede avuntu olarak, açıklama, uyarı, yardım
ve güçlendirme olarak doğrudan yaşam içinde etkisini duyurmasıdır.
Sanatta asla rastlantı, asla tek
kişilerin istemi değil, her zaman zorunlulukların yansıdığı görülür. İnce
çizgilerden keskin çizgilere. Thomas Mann’dan Heinrich Mann’a geçiş. ruhumuzun
yeni alanlarına bir geçiş, bilinçaltımızın yeni kaynaklarının ve uçurumlarının
kapısını aralayıştır. Bu arada her zaman kaçınılmaz olarak uzaklarda kalmış
çocukluktan bir parça, atavizmden bir parça da aralanan kapıdan çıkıp gelir,
güzel, değerli ve soylu pek çok gelenek bu arada yok olup gider. Ama yok olup
gideni tutup alıkoymaya çalışmak boşuna zahmettir; beri yandan, yeni olarak
çıkıp gelen şeyin de alaya kaçarak, görmezlik ve bilmezlikten gelerek hesabını
görmeye çalışmak, daha da boş yere çaba harcamaktır. Bu yoldan savaşın da,
devrimin de önüne geçilememiştir. Dar görüşlü kimseler dükkânlarının
kepenklerini istedikleri kadar kapasın, gözlerini istedikleri kadar yumup
kulaklarına pamuk tıkasın, eski dünyaları yine de yıkılıp enkaz yığınına
dönüşmüştür.
***
Söylencelerin büyüsüyle dolup
taşan edebî yapıtlar insana okuduklarını değil, düşlerinde gördüklerini
anımsatır. Bu günün yüzyıllar önc6 var olmuş olanla buluştuğu eşik işte
buradadır. Düşlerimizde mantık bağlarından kurtulmuş çağrışım ve simgeler
dünyasını karşımızda buluruz; bir zaman tüm ulusların söylence ve masallarına
kaynaklık etmiş çağrışım ve simgelerdir hepsi.
***
Zamanımız, sanattaki zekâ ve
istem karşısında doğayla içsel birliktelikten başka şey olmayan asıl
yaratıcılık karşısında kinden çok daha çabuk ve emin tepki gösteriyor. Kim içte
doğayla birlik içinde bulunuyor, kim annelerin yanında yaşıyor. kim pınarların
başında kendini rahat hissediyorsa.
uzun süre değeri bilinmeden
kalabilir, bu kendisini üzse ya da kızdırsa da ona bir zarar veremez.
***
“Nevrozlar” hastalık olabilir ve
çokluk da öyledir. Ne var ki. bir sağlık belirtisi de olabilir beri yandan,
yani bir ruh canlılığıyla donatılmış kişilerin yalnızca para ve sayıyı bilen,
ruh diye bir şey tanımayan çağa gösterebilecekleri biricik tepki niteliği
taşıyabilir.
***
Mistisizm ve sanat karşıt
kutuplardır, birbirinin doğrudan karşıtları ve düşmanlarıdır.
***
Sanatçı, sosyal davranışındaki
eksiklerin bedelini yapıtlarıyla ödeyen kişidir. Yapıtları uğruna ne çok
özveride bulunur! Bu özveriler kendi halinde sıradan bir vatandaşın
bulunabileceği özverilerden çokluk sınırsız ölçüde daha fazladır ve herkese
yarar sağlar.
***
Sanatçının görevi, genel olarak
kabul görmüş şu ya da bu dünya görüşünü yapıtlarında dile getirmek değil,
kendine özgü, yaşantı ve deneyimlerindeki birkezliğineliği elden geldiğince
güçlülük ve kararlılıkla açığa vurmaktır. Kafasında iyimser ya da kötümser
düşünceler yaşatabilir bir kişi, ama ancak bu düşünceler hayli belirgin, hayli
gerilimli bir dışavuruma kavuşması durumunda başkaları için önem taşıyabilir.
Böylece bizde pek kötümser bir izlenim bırakan edebiyat yapıtlarının ya da daha
başka sanat ürünlerinin bizi mutlu kıldığını, bizim sevgimizi kazanabildiğini
görürüz.
Kendi kendisinden ne çok kuşkuya
kapılsa. yetenek ve becerisini ne kadar küçük görse de, biz sanatçılardan her
birinin bir amacı, bir misyonu vardır; kendi özüne sadakatten ayrılmadığı süre
bulunduğu konumda gücü yettiği kadar bir şey yaratıp koyar ortaya... Sen
Tessin’de benimle birlikte resim yapıyorsun ve ikimiz de aynı motif üzerinde
çalışıyoruz diyelim; her birimizin tuvale geçireceği önümüzdeki kır parçası
değil, daha çok kendine özgü doğa sevgisi olacak, her birimiz aynı motiften bir
başka şey, bir kezliğine bir şey kotaracaktır. Hatta bazı zamanlar içimizde
kendi üzüntümüzden, kendi yetersizlik duygusundan başka bir duygu yer almasa, söz
konusu üzüntü ve duygudan bir başka şeyi dile getirecek durumda olmasak bile,
bu da yine bir değer taşır. En hazin bir umutsuzluğu dile getiren bir şiir,
örneğin Le ııau’ın şiiri bile umutsuzluk dışında tatlı bir özü de barındırır
içinde. Sanatta acemi ve ilkel gözüyle bakılan ne çok ressam sonradan soylu bir
savaşçı aşamasına çıkarılmış, yapıtları kendinden sonrakiler için klasik
ressamların en büyiik yapıtlarından çokluk daha avutucu nitelik taşımış, daha
içten bir sevgiyle sevilmiştir.
Güzel’in büyüsüne her kapılışında
dünyanın özüne ve anlamına açılan bir kapıyı ele geçirmesi, hiç değilse
sanatçıya kalan tek kazanım olmuştur.
***
Bir sanatçının aşamasını
belirleyen tek şey, imgelerinin ve vizyonlarının erişebildiği yoğunluk
derecesidir.
***
Doğamızla ve gördüğümüz işlevle
atölyemize ve avadanlığımıza bağlı olmamız, biz sanatçıların bir avantajıdır.
Sanatkârlığım yetkinleştirme dışında bir başka şey için savaşmak. bir sanatçı
için en küçük biz anlam taşımaz. Sanatkârlıkla rutin çalışmaları değil, vicdanının
eğitimi ve kulaklarının keskinliğidir söylemek istediğim. Elbet bir sanatçı
tesadüfen dünyayı düzeltmeye kalkmış biri, bir savaşçı, bir vaiz de olabilir,
ama çabalarının başarısı isteğinin coşkusuna ve kanılarının doğruluğuna değil,
her zaman yalnızca sanatçı olarak verdiği uğraşın niteliğine bağlı kalacaktır.
***
Sanatçının arzuladığı şey övgü
değil, çabalarına gösterilen anlayıştır, başarılarının derecesi önemsizdir.
***
Ben de her sanatçı gibi, karakter
ve yaşamları benimkine benzeyen okuyucuların beni anlamasına ve benimle
özdeşleşmesine alışkınım. Okuyuculardan gelecek böyle bir onay önemsenmez
genellikle; bir başka karakterde, bir başka mizaçtaki kişilerin bizi anlamasına
ve onaylamasına daha çok değer verilir.
***
Dünya bizi açlığa ve yalnızlığa
mahkûm etsin ya da maddi armağanlara, ödüllere ve altın nişanlara boğsun,
bunların altında bizi soluksuz bıraksın, aynıdır sonuç, bu da koca bir yanlış
anlamadır; dünya kalıcı ve sürüp gidici, biz tek kişilerse bugün var yarın yok
nitelik taşıdığımızdan, savaş ve tartışmadan el çekerek dünyanın bağışlarını,
sanki bunlar bizim kendi istediğimiz şeylermiş, sanki bizim için bir değer
taşıyorlarmış gibi alıp kabullenmemiz gerekiyor.
Dünya bizim zihnimizin
ürünlerinin karşılığını fazlasıyla ödüyor ödemeye, ama yaşamla, ruhla,
mutlulukla, özle değil, bize verilmek üzere elinde var olan şeyle, yani
parayla, şan ve şöhretle, ileri gelen kişilerin listesine bizi de alarak
yapıyor bunu. Evet, dünya sanatçının çalışmasına akla gelmedik yanıtlarla tepki
gösterebilir. Şöyle bir yanıta başvurabilir örneğin: Bir sanatçı doğal etki
alanı ve doğal pazarı sayılar halk için çalışır, ama halk kendisine emanet
edilen eseri bakımsızlığa terk eder, heba olmasına yol açar, sanatçıya ekmek
gibi takdiri de çok görür. Derken bir başka halkın, yabancı bir halkın aklına
gelir ansızın, düş kırıklığına uğramış sanatçıya az ya da çok hak ettiği şeyi,
yani takdiri ve ekmeği buyur edip verir. Bunun üzerine, sanatçının yapıtlarını
kendisini düşünerek yarattığı ve kendisine sunduğu halk yaşa, var ol
haykırışlarıyla sanatçıya yönelir, kendi bağrından çıkmış birinin yabancı bir
halk tarafından böyle el üstünde tutulmasına sevinir. Ama sanatçı ve halkı
arasında bundan kat kat daha acayip olaylara da tanık olabiliriz.
***
Ödüller, şan ve şöhretler buna
konu olan kimselerin açısından bakıldığında ne zevk duyulacak, ne bayram
edilecek, ne de onların hak ettiği bir şeydir. Bu, ün denilen karmaşık, büyük
bölümüyle yanlış anlamalardan oluşan bir nesnenin parçalarından biridir ve bu
niteliğiyle, resmî dünyanın resmî olmayan başarılar karşısında içine düştüğü
zor durumdan yakayı sıyırma çabasıdır. Her iki taraf açısından da simgesel bir
tavır, âdet ve nezaketin gerektirdiği bir davranış biçimidir.
***
Ün bir çığa benzer, çığın altında
kalan onu herkesten daha büyük bir güçle hisseder.
İnsanlar vardır, sağa sola buhur
saçarak vaşaır. İnsanlar vardır. anıtları yıkarak sürdürür yaşamını. Bizler,,
büyüklük budalası her iki insan tipini de ciddiye almamalııyız.
***
İnsanlar tanınmış bir isim
üzerindeki haklarımı tuhaf bir biçimde dile getirirler; bu bakımdan mucize
çocuk, besteci, yazar, hırsızlık için adam öldüren kişi arasınd;a bir fark
yoktur. İnsanlar arasından biri çıkar, bir resim iister ünlü kişiden, bir
başkası el yazısını içeren bir başka şey, bir üçüncü sü para dilenir, genç
meslektaşlardan her biiri kompliman üstüne komplimanlarla yaklaşır ünlü kişiye„
ondan kendi çalışmalarıyla ilgili bir yargı koparmaya çalışıır, bir yanıt
alamadı mı ya da olumsuz bir yargıyla karşılaştı imi. daha önceki hayranlığını bir
yana bırakıp ansızın sertleşir, kabalaşır, intikam duygusuyla dolup taşmaya
başlar içi.
***
Nerede müziğe benzer bir şeyle
karşılaştık mı, orada dur malıyız; müzik duygusu, başkalarıyla özdeşleşme ve
ritmik yaşam duygusu, varolmayı haklı gösterecek bir ahenk duygusu dışında
hayatta elde edilmeye değer bir İbaşka şey yoktur.
***
Kendini fazla önemser önemsemez,
en dâhi orkestra şefi bile zararlı bir kişiye dönüşür.
***
Bütün canlı nesneler varoluş
değil, bir oluşumdlur. Dolayısıyla, sizin “kültür” diye nitelediğiniz şey de
miras yoluyla devr alınıp gerekli bakımın gösterildiği ya da kaldırılıp bir
kenara atılan ve yok edilen bir şey değildir. Her zaman bir kültürden gelecek
kuşağın özümseyeceği ve dirimsellikle donatacağı kadan canlılığını korur ancak
ve etkisini sürdürür.
***
Dünyayı ve hayatı sevmek, kahır
ve çileler içinde yaşarken bile bu sevgiden el çekmemek, her güneş ışınına bir
şükran duygusuyla kapıları açmak, acılarda bile gülümsemeyi tümüyle unutmamak;
gerçek her edebî yapıtın temelinde yatan bu öğreti asla eskimez ve bugün her
zamankinden daha gerekli, her zamankinden daha çok el üstünde tutulmaya
değerdir.
***
Yaşadığımız zamana ilişkin
umutsuzluktan ve bir karmaşa durumuna sürüklenmekten duydukları korkuları yapma
cıklıktan uzak kişiler eksik değildir. Ne var ki, eksik olan, inanç ve
sevgileri kendilerini karmaşa üzerinde tutmaya yetecek kimselerdir.
***
Bir edebî yapıt sadece içerikten
oluşamaz, içeriklerini sanatsal alşimi yolunu izleyerek biçime, yüceltme yolunu
izleyerek çizgiye ve melodiye dönüştürdüğü ölçüde bir yapıt edebî yapıt
niteliğini kazanır.
***
Önemli olan, gerekli, ama daha
önce yüz kez dile getirilmiş düşünceleri yüz birinci kez dile getirmek değil,
dilin ruhuyla öylesine yekvücut olmaktır ki, yazılı metindeki içerikler önem
bakımından ikinci sıraya itilsin.
Bu çağ öbür çağlardan ne daha
kötü, ne daha iyidir. Amaç ve ideallerini paylaşan kişi için bir cennet,
bunlara karşı çıkan kişi içinse bir cehennemdir. Soyuna ve misyonuna sadık
kalmak isteyen yazar, ne sanayi ve organizasyon yoluyla sağlanan yaşam
egemenliği başarısıyla sarhoş dünyanın, ne de üniversitelerimizi sultası
altında tutan entelektüellik dünyasının yanında yer alıp bu dünyaya kendini
adayabilir; yazarın biricik görev ve misyonu ruhun hizmetkârlığına,
şövalyeliğine ve avukatlığına soyunmak olduğundan, bugünkü dünyada kendini
herkesin katlanamayacağı bir yalnızlık ve çilekeşliğe mâhkum edilmiş görür.
Dolayısıyla, günümüz yazarlarından çoğunun (sayıları fazla değildir zaten) bir
yolunu bulup zamana ve zamanın ruhuna uyum sağladığını görürüz. İşte böylesi
yazarlardır ki, en büyük yüzeysel başarıları elde eder. Ötekilere gelince,
susar, seslerini çıkarmaz, bu cehennemin havasız mekânında heba olup giderler.
***
Yazarı yaşatan, okuyuculara hoşa
gidecek şeyler sunması değil, sözcüklerdeki büyüsellikten yararlanarak sevimli
ya da çirkin, iyi ya da kötü olsun öz varlığını ve yaşantılarını kendi kendine
gösterip yorumlamasıdır.
Bir yazarı yazar yapan ne
sağlıklı bir içgüdü, ne de etik bir istemdir. Dinde ermişlik aşamasına yücelebilir
insan, öyleyken edebiyatta yaptığı işi yüzüne gözüne bulaştırabilir.
***
Bir şiirde önemli olan, şairin
keyifli ruh halini ya da umarsızlığını okuyuculara iletmesi değil, şiirinin
içeriğini gerçek anlamda dile getirip getiremeyişidir. Bir umarsızlığın tüm
çıplaklığıyla itirafının ve dil aracılığıyla dışavurumunun kesinlikle olumlu
nitelik taşıdığını günümüz Almanya’sında genel olarak kimsenin bildiği yok.
***
Bütün lirizm dünyanın tek kişinin
ben’inde yansıtılması, ben’in dünyaya verdiği yanıttır, yakınmadır, düşünmedir,
kesinlikle bilincine varılan bir yalnızlığın oyunudur.
***
Etkili olabilmek için bir şiir
bestelenmeyi gerektiriyorsa, fazla değer taşımıyor demektir; ama yine de
yetenekli bir müzisyenin bir şiirden yola koyularak güzel bir şey kotarıp
ortaya koymasını sağlayabilir, bunun yüzlerce örneği vardır. Yine bir şiir tek
başına bir etki gücünü içeriyorsa, her zaman okuyucu bulabilir kendine ve bir
bestecinin başarısız çalışmaları onu asla berbat edip çıkamaz. Genelde şu
kuralın geçerliği söylenebilir: Bir şiir ne kadar bireysel, ne kadar
ayrımlaşmış olursa, bestelenmeye o kadar diretir, karşı koyar. Ve yine bir şiir
ne kadar yalın, genel ve geleneksel nitelik taşırsa, bestecinin işini o ölçüde
kolaylaştırır.
***
Yazar için dilin bir işlevselliği
yoktur, bir dışavurum aracı olmaktan uzaktır, müzisyen için sesler nasılsa dil
de yazar için kutsal bir tözdür (cevher). Bu yüzdendir ki özellikle dili
yalnızca didaktik bir araç, bir propaganda aleti olarak kullanan ve yaşadıkları
zamanın ussal içeriklerini çağdaşlarının alabildiğine büyük alkışlan altında
dile getiren yazarlar, çokluk pek kısa sürede yine unutulup gitmişlerdir.
Edebî bir yapıt bazı düşünceleri
okuyuculara kabul ettirmek, hayata geçirilmelerini sağlamak için kendini ne
kadar zorlarsa zorlasın, başaramaz bunu; ancak gerçek bir sanat yapıtı niteliği
taşıdığı, yani simgeler yaratıp ortaya koyduğu zamandır ki bir dirimsellik
kazanır sanat yapıtı ve etkileme gücüne kavuşur.
***
Tuhaf şeydir şu gelenek, bir giz.
nerdeyse kutsal bir nesnedir. Bir geleneği öğrenir, şimdilik onu birtakım
isimlere, akımlara, programlara bağlar, bir süre peşinden gidersiniz; derken
aradan geçen yıllar ve onyıllar içinde yavaş yavaş görürsünüz ki, belki çoktan
bir kenara kaldırılıp atılmış bütün bu isim ve akımların gerisinde bir giz,
isimsiz bir miras saklı yatmaktadır. Öyle bir miras ki, sadece romantik döneme,
Goethe'ye, ortaçağa ya da antik çağa kadar değil, en eski mitolojilere ve
ulusların en eski düşüncelerine kadar uzanır ve öylesine zengindir ki,
programlarda olduğu gibi insanlardaki en büyük çelişkileri kapsamına alır,
kapsamına almadığı tek şey ille de yeni olmayı istemektir.
***
Pek çok Alman ve İsviçreli yazar
öyle bir tavır sergiliyor ki adeta yazarlık, tükürmek, yediklerini sindirmek
gibi istem ve us dışı, içgüdüsel olarak gerçekleşen bir etkinliktir. Bu,
aptalca ve yanlış bir görüş olmakla kalmayıp Allah için pek de zengin
sayılmayacak edebiyatımıza fazlasıyla zararı dokunan bir görüştür.
***
Biz yazarlara düşen görevlerden
biri de, insanların çektiği çileleri dile getirmektir; böyle bir görevin
üstesinden gelebilmemizin koşulu da. söz konusu çileleri kulaktan işiterek
değil, kendimiz yaşayarak bilip tammamazıdır. Katlanılan acılar ister coşkulu,
ister duygusal, ister yakınmalı, ister esprili ya da suçlamalı bir edayla açığa
vurulsun, kesin olan bir şey varsa, bunun mutlaka yapılmasının, böylelikle
izledikleri gelişim yolunda attıkları sarsak, çocuksu adımlarda insanların
biraz yardımına koşmanın gerekliliğidir. Acının günümüzde eriştiği boyutlar,
bütün ulusları, her türlü varoluşu, çekilen her türlü ıstırabı içine alan bir
dayanışmaya bizi yükümlü kılmaktadır. Katlanılmaz acılar sözlere dökülmeli ki,
bu yoldan üstesinden gelinebilsin.
***
Yazar belki de yarın canına
okunacak bir dünya ortasında kullanacağı sözcükleri aşırmak, seçmek ve
cümlelere yerleştirmekle, şu sıra çayır çimenlerde açan gelinciklerin, çuha
çiçeklerinin ve daha başka çiçeklerin yaptığı şeyin aynısını yapmaktadır.
Çiçekler, belki bir gün sonra zehirli gazla kaplanacak bir yeryüzünde kadehçiklerini
ve yaprakçıkları nı özenle oluşturmaktadır, beş, dört ya da yedi vaprakçık. düz
ya da girintili çıkıntılı, hepsi de kusursuz, hepsi de alabildiğine alımlı.
***
Edebiyata ve yazarlara düşen,
okuyucularda yaşam şevkini kamçılayıp uyandırmak, yaşamayı kolaylaştırmaktır.
Bu başarılmaya görsün, okuyuculardan yazara yaşamın ışınlan dönüp gelir,
güçlendirir onu.
***
Edebiyata, dolayısıyla yazara
karşı duyulacak bir saygı, günümüzde bu saygıyı gösteren fazla kimse olmasa da
yüce bir yaşamın zorunlu parçasıdır. Ne var ki, us ve güzel’in ülkesi bir
bütündür, bir yazarın gerçekten tümüyle yeni bir düşünceyi dile getirmesi
nerdeyse olanaksızdır. Yazar binyılların dağarcığından beslenir, bilinçli
değil, bilmeyerek de yapsa bunu, yine bir şey değişmez.
***
Diyelim halkın önüne çıktı, hatta
ünlendi bir yazar, dünyayla arasındaki ilişki bundan böyle yanlış anlamalara
dayanır.
***
Bilim, ya para kazanmaya yönelik
ticari bir etkinliktir ya da bir oyundur sadece (daha Kant ve Hegel’den
başlayarak felsefe bu oyunsal etkinliğe hayli katkıda bulunmuş, filozoflar
düşünsel çabalarının verilerini yaşam içine taşımaya yanaşmamışlardır).
Edebiyat bir eğlencedir, oyundur, şarlatanlıktır, bütünüyle bir ticaret ve
kendini beğenmişlik bor sasıdır... Nereye bakılsa ahlakın ve kişisellik üstü
kutsal değerleri ele geçirmeye yönelik ciddi çabaların üzerine oturacağı bir
temelin eksikliği görülmektedir. Herkes kendisi için uğraşıp, didinmekte,
düşünmekte, politika yapmakta, kendisi, kendi şahsı, kendi ünü. kendi partisi
için böyle bir yol izlemektedir. Oysa herkesin çalışmasının, düşünsel çabasının
ve yücelişinin biraraya toplanarak ortak bir ırmağa dökülmesi gerekirdi; öyle
bir ırmak ki. yalnızca insanlığın malıdır, içinde bireysel başarı ve yanılgılar
hemen anonim nitelik kazanır.
***
Eleştiri ve yaratı, bilim ve
sanat arasında, birbirine denk sayılmayacak bu güçler arasında o eski savaş
sürüp gidiyor. Bilim her zaman haklı çıkıyor bu savaştan, ama böyle başarılı
bir sonucun kimsenin işine yaradığı yok. Oysa sanat inancın, sevginin, avuntunun,
güzelliğin ve sonrasızlığın sezgisinin tohumlarını saçıp duruyor ve her zaman
söz konusu tohumlar yeşerip filizlenecek toprak buluyor kendine; çünkü yaşam
ölümden, inanç kuşkudan daha güçlüdür.
***
Çokyönlü, çokkatmanh dünyayla
ilişkisini yazar olarak dile getirmeye çalışan kişi, bunu katıksız entelektüel
yoldan yapmaya çalışan kişiden çok daha iyi, çok daha uygun yollar bulur
kendine.
***
Edebî yapıtlara ilişkin çokluk
pek tuhaf yazılar kaleme alınmasının nedeni üzerinde sık sık düşünüp kafa
yormuşum dur. Böyle bir durum, eleştirmenlerin eleştirdikleri edebî yapıtın
içeriği konusunda hiç bilgi sahibi olmamasından kaynaklanıyor. Her edebî sanat
yapıtı, bu isme layıksa, ruhtan, zamansızlık içindeki ben’in zaman içindeki
titreşimlerinden başka içerik taşımaz çünkü. Oysa eleştiri çokluk bir sanat
yapıtının öğretici nitelik taşıması, yaşamsal tabloları göz önüne sermesi,
karakter incelemelerine, değişik meslekleri konu alan anlatımlara, çevre
betimlemelerine yer vermesi gerektiği görüşünü savunur. Oysa bütün bunlar
ikinci derecede önem taşıyan, çokluk rastlantı niteliğindeki şeylerdir. Gerçek
bir yazar için “konu seçimi’’ diye bir şey söz konusu olamaz. Bu yüzden
yazarlar eleştirilir hep, ama bir tenora neden bas söylemediğine ilişkin bir
soru asla yöneltilmez.
Mizah
Mizah orta sınıfa özgü olmasına
karşın, bu sınıfın gerçek bir mensubu mizahı anlama yeteneğinden yoksun
bulunuyor.
***
Sanki yaşanılan yer dünya
değilmiş gibi dünyada yaşamak, yasalara saygı göstermek, ama yine de yasaların
üstünde bir konumda bulunmak, sanki sahip olunmamış gibi bir şeye sahip olmak,
sanki yapılan bir vazgeçiş olunmamış gibi bir şeyden vazgeçmek; yüce bir yaşam
bilgeliğinin bütün bu el üstünde tutulan ve sık sık açığa vurulan gereklerini
gerçek anlamda yerine getirebilecek tek şey varsa, o da mizahtır.
***
Bir komik ne kadar büyük bir
sanatçıysa, bizlerin aptallığını ne kadar tüyler ürpertici ve çaresizlik taşan
bir tavırla komediye dönüştürürse, o kadar çok güldürür seyirciyi. İnsanlar
nasıl da gülmekten hoşlanır! Soğuk demez, ayaz demez, kentin kenar
mahallelerinden koşa koşa gelir, ceplerinden para öder, bütün bunlara da
birazcık gülebilmek uğruna katlanırlar.
***
Mizah, sadece derin ve sürekli
acılarda oluşan kristal. Sağlıklı kişiler ellerini kalçalarına vurup katıla
katıla güler, örneğin çok sevilen başarılı bir komik X bir melankoli nöbeti
sırasında akıl almayacak bir davranışta bulunup kendini suya atarak canına
kıymıştır gibi bir haber okumaya görsün, şaşırır, biraz da kırılıp gücenmiş
hisseder kendini.
***
Mizah yazarları ne yazarlarsa
yazsınlar, yazılarına koyduktan başlıklar ve yazılarının konulan bir bahaneden
başka şey değildir, gerçekte hepsinin de ele aldığı tek bir konu vardır: İnsan
yaşamının acayip hüznü ve insan yaşamının sefaleti, ama yine de acınacak
yaşamın öylesine güzel, öylesine nefis bir şey oluşundan duyulan hayret.
***
Trajedi ve mizah birbirine karşıt
şeyler değildir, daha doğrusu karşıtlıkları birinin ötekisini amansızlıkla
davetinden kaynaklanır.
***
Bütün yüce mizah, insanın
kendini ciddiye almaktan vazgeçmesiyle başlar.
Mutluluk
Bazen mutlu insanlara, aptal
görünseler de keşfedilmemiş bilge kişiler gözüyle bakmak geliyor içimden.
Akıllılıktan daha salakça olup insanı daha çok mutsuz eden bir başka şey var
mıdır?
***
Dost yollar birbirine kavuştu mu,
bütün dünya insan için kısa bir süre bir vatan olup çıkar.
***
Dakikalara yüksek değer
biçilmesinin, yaşam biçimimizin en önemli nedeni olarak acelenin sevincin azılı
düşmanı olduğuna kuşku yok. Parola, elden geldiğince çok, elden geldiğince
çabuktur. Bunun yol açtığı sonuç ise giderek daha fazla eğlence, daha az
sevinçtir.
***
Her sevincin harikulade yanı,
hak edilmeden çıkıp gelmesi ve asla satın alınamayışıdır.
***
Yontulmamış ve aptal kişilerin
“mutluluk” özlemi, belki de bir misyonu yerine getirmekle yükümlü kılınmışların
asla ayırıcı bir özelliği değildir. Belki her insan, aynı derece bilinçli
olmasa bile, bir basamak altında ya da bir basamak üstündeki kimsenin
mutluluğunu kıskanır. Belki her yaşam bir ötekisine gıpta eder ve her yaşama
kendi yazgısı bir başka yaşamınkinden çetin görünür.
***
Kapalı gökyüzünden puslu, bulanık
bir sokağa düşen bir güneş ışınının neye rastladığı önemli değildir; ister
yerdeki bir cam parçasına, ister duvardaki parçalanmış bir afişe, ister bir
çocuk başındaki keten sarısı saçlara isabet etsin, ışık getirir yanında, büyü
getirir, rastladığı nesnede bir dönüşüm sağlar, nurlandırır onu.
***
Ancak içinden kovulduğumuz
zaman, cennet cennet olduğunun bilinmesine izin verir.
***
Çok güzel şey öyle bir özelliği
içerir ki, gönlümüzü şenlendirmesinin yanı sıra bizi üzüntüye boğar ya da
içimizde korku uyandırır.
***
Gezip dolaşan biri zevklerin en
seçkinini ve soylusunu yaşar, çünkü tadına varmalar dışında tüm hazların
geçiciliğini öğrenir. Ayrıca, yitip giden şeylerin peşinden bakmaz uzun süre,
hoşuna giden bir yere hemen kök salmak arzusunu duymaz. Zevk için seyahat
edenler vardır, her yıl aynı yere giderler; beri yandan pek çok kişi de vardır,
kısa süre sonra dönüp yine aynı yere gelmeye karar vermeden belli bir yerin
güzel manzarasına bir türlü veda edemezler. îyi insanlar olabilir böyleleri,
ama gezip dolaşmasını iyi bilen kimseler sayılamazlar. Âşıkların o kör
sarhoşluğundan ve ıhlamur çiçeği toplayan kadınların devşirici titizliğinden
bir şeyler ba
Tındırırlar kendilerinde. Ama gerçek
bir gezi duyusundan, sessiz, ciddişen. veda edip ayrılmalara hep hazır bir gezi
anlayışından yoksundurlar.
***
Mutluluğa onu görmediğiniz
sürece sahip olabilirsiniz ancak.
***
Benim mutluluğum düşlerin
mutluluğu gibi aynı gizden oluşuyor, akla gelebilecek her şeyi aynı anda yaşama
özgürlüğünden, oyun oynar gibi dışın yerine içi, için yerine dışı geçirme,
zaman ve mekânı tiyatro kulisleri gibi itip uzaklaştırma özgürlüğünden
oluşuyordu.
***
Mutluluğu yaşamak her şeyden önce
zamandan, dolayısıyla gerek korku, gerek umuttan bağımsızlığı gerektirir; bu yeteneği
de insanlar geçip giden yıllarla birlikte elden çıkarır.
***
Varlığını küçük yüzeyiyle derin
bir göl gibi tasarla kafanda, küçük yüzeyi de bilinç olsun. Burası aydınlıktır,
burada bizim düşünmek dediğimiz olay gerçekleşir. Ne var ki, gölün üstteki
yüzeyi alttaki öbür yüzeyinden sön derece daha küçüktür. Belki gölün en güzel,
en ilginç bölümüdür burası, çünkü hava ve ışıkla temas ettikçe yenilenir,
değişir ve zenginleşir su. Ama su kitleleri birbiriyle sürekli yer değiştirir.
Hep aşağıdan yukarıya çıkar sular, yukarıdan aşağıya iner; akıntılar, birbirini
dengelemeler, birbirini itip uzaklaştırmalar sürüp gider aralıksız, su
kitlelerinden her biri bir yol yu kanda boy göstermek ister. Nasıl göl sudan oluşuyorsa, bizim ben’imiz ya
da ruhumuz da (sözcükler o kadar önemli değil) binlerce ve milyonlarca
parçadan, sürekli büyüyüp değişime uğrayan mal ve mülkten, anı ve izlenimlerden
oluşur. Bilincimizin bütün bunlardan algıladığı, gölün küçük yüzeyi kadardır.
İçeriğinin son derece daha büyük bölümünü göremez ruh. İçindeki geniş bir alanı
kaplayan karanlıktan dar ışıklı alana doğru taze bir göçün ve değişim sürecinin
gerçekleştiği ruh zengin, sağlıklı ve mutluluğa yeteneklidir bence. İnsanlığın
büyük çoğunluğu, içinde binler ve binlerce nesne banndınr; ama bunlar asla o
aydınlık yüzeye çıkamaz, aşağıda, diplerde çürüyüp gider, kendi kendilerini yer
bitirirler. Çürüyüp kokuştukları ve insanı sık boğaz etlikleri için, söz konusu
nesneler bilinç tarafından boyuna geriye itilip uzaklaştırılmak istenir,
kuşkuyla bakılır, korku duyulur kendilerinden. Her türlü ahlak anlayışındaki
hikmet de burada saklı yatar: Zararlı gözüyle bakılan şeylerin yukarı çıkıp
gelmesine, yukarıda boy göstermesine izin verilmez. Ama gerçekte hiçbir şey
zararlı değildir, her şey iyidir ya da her şey ne iyi, ne kötüdür. Herkes
kendisine ait olan, kendisi için iyi, kendisine özgü nesneler taşır varlığında.
ama bunların aşağılardan yukarıya çıkıp gelmesine izin vermez. Yııkanya çıkıp
geldiler mi. felaket hazırdır der, ahlak. Ama hazırda bekleyen belki de
mutluluktur. Dolayısıyla, alttaki her şeyin yukarı çıkıp gelmesine karşı
koymamak gerekir, bir ahlak anlayışının sultası altına giren insan yoksullaşır
çünkü.
***
Güzel, büyüleyiciliğinin bir
bölümünü geçmişten alır.
***
Tüm görevini yerine getirmekle,
tüm ahlak kurallarına, tüm yasalara uymakla insanlar birbirlerini seyrek
durumlarda mutlu kılabilir, çünkü böyle davranmaları onların kendi kendilerini
mutlu kılmaz. İnsanı “iyi” bir insan yapacak tek yol mutluluktan geçer.
***
Mutluluk sevgidir, başka şey
değil. Sevebilen mutludur.
***
Mutluluk "ne” değil,
“nasıl’dır, nesne değil, yetenektir.
***
Yarından hiçbir şey beklemez,
bugünün getirdiklerini şükranla alıp kabullenirsek, bizim için bir mutluluk söz
konusu olabilir ancak; bizi mutlu kılacak an, dönüp dolaşıp karşımıza çıkar.
***
Bir an uğruna kendini gözden
çıkarabilmek, bir kadının gülümsemesi uğruna kendini feda edebilmek, işte budur
mutluluk!
***
Mutluluğun ne akıl ne de ahlakla
ilgisi vardır, özü bakımından büyülü bir nesnedir mutluluk; insanük yaşamının
erken dönemine, insanlık merdiveninin ilk gençlik basamağına özgüdür. Perilerin
armağanlara boğduğu. Tanrıların şımarttığı naifmutlu kişi ussal incelemelere
uygun bir konu değil, bir simgedir, kişisellik ve tarihselliğin dışında bir
konumu vardır. Ama yine de öyle seçkin kişiler görülür ki, yaşamlarında
mutluluğun yer almadığını düşünmek olanaksızdır; isterse kendileriyle
kendilerine uygun düşen misyonun tarihsel ve özyaşamsal bakımdan birbirini
gelip bulmasından oluşsun sadece, böyle bir mutluluğu yaşar söz konusu kişiler.
***
Mutluluk özlemiyle dolup taşar
insanın içi, ama yine de insan ele geçireceği mutluluğa uzun süre katlanamaz.
***
Evet denilip sineye çekildi
mi, mutsuzluk mutluluğa dönüşür.
Sevgi Üzerine
Aklı başında, yetenekli, yaşam
gücüyle donatılmış bir kişinin tüm yetenek ve güçlerini para kazanmaya ya da
siyasal bir parti hizmetinde çalışmaya harcamasını herkes gibi normal ve
yerinde bir davranış sayıyor. Söz konusu yetenek ve güçlerin kadınlara ve
sevgiye yöneltilebileceğini günümüzde kimse aklından geçirmiyor. Fanatik bir
burjuvazinin egemen olduğu Amerika’dan tutun da koyu kızıl Sovyet Sosyalizmine
kadar gerçekten “çağdaş” diye nitelenebilecek dünya görüşlerinde sevgi, yaşamda
ikinci derecede bir zevk kaynağının önemsiz rolünden öle bir rol oynamamakta,
söz konusu kaynağın düzene sokulması için de birkaç hijyenik reçete yeterli
bulunmaktadır.
***
Ne şaşılası şeydir şu sevgi!
Sanatta da değişik değildir durum. Eğitimin, kültürün, zekânın, eleştirinin
üstesinden gelemediği şeyi sevgi başarır, birbirinden en uzak şeyleri bağlar
birbirine, en eski ve en yeniyi yan yana getirir, her şeyi kendi odak noktasına
çekerek zamanı yenilgiye uğratır. Yalnızca sevgidir ki güven sağlar insana, bir
tek sevgi haklıdır, haklı çıkmak gibi bir istek kendisine yabancıdır çünkü.
***
Sevgi bütün çağlara özgü yaşam
bilgeliğinin tuhaf, ama basit bir gizidir: Ne denli küçük olursa olsun
bencillikten uzak bir özveri, bir paylaşım, bir sevgi bizi zenginleştirir,
servet ve güç edinmeye yönelik her türlü çaba ise bizdeki dinamizmi yağmalar,
yoksullaştırır bizi. Hintliler, ardından bilge Yunanlılar, ardından İsa, o gün
bugün de binlerce bilge ve yazar bunu bilmiş ve bilmeyenlere öğretmeye
çalışmıştır. Öyle bilge ve yazarlar ki, yaşadıkları dönemdeki devletler ve
hükümdarlar kayıplara karışmış, ortadan silinip gitmişken kendi eserleri zamana
dayatmış ve ayakta kalmıştır. Siz ister İsa’nın safında yer alın, ister
Platon’un, ister Schiller’in, ister Spinoza’nın tarafını tutun, ne güç ve
kudretin, ne servetin ne de bilginin insanı mutluluğa kavuşturduğu, insanı
yalnızca sevginin mutlu kılacağı hepsinde de en son bilgelik olarak karşımıza
çıkmaktadır. Her özgecil (diğerkâm) davranış, sevgiden kaynaklanacak her vazgeçiş,
her duygudaşlık, her özveri kendini bir yağmalayış gibi görünse de gerçekte bir
zenginleşme, bir büyümedir, insanı ileriye götüren, yukarılara çıkaran biricik
yoldur. Eski bir şarkıdır bu, bense kötü bir şarkıcı ve vaizim; ne var ki,
ister bir çölde vaaz yoluyla dışa vurulsun, ister bir şiirde dile getirilsin ya
da gazetenin birinde basılsın, doğrular her zaman ve her yerde doğru olarak
kalır.
***
Bir insanı biraz daha mutlu,
biraz daha şen biri yapabiliyor sak, bundan asla geri kalmamalıyız.
***
Görüldüğü kadarıyla sevmek ve
tanımak nerdeyse aynı şeydir, en çok sevilen insan aynı zamanda en iyi tanınan
insandır.
***
Sevgi karşı taraftan ne ricada,
ne de bir istekte bulunur. Sevgi kendi içinde bir kesinliğe kavuşmak
zorundadır. Böyle oldu mu kendisi çekilmeyen, kendisi çekip sürükleyen bir
nitelik kazanır.
***
O sevdi, sonunda kendi kendini
buldu. Ne var ki, insanların büyük çoğunluğu kendi kendilerini kaybetmek için
sever.
***
Kendi kendisini sevmeden insan
hemcinsini sevemez. Kendi kendinden nefret etmek de bunun gibidir, sonunda
parlaklığı göze batan bencillik gibi tüyler ürpertici bir soyutlan mışlık ve
umarsızlığa sürükler insanı.
***
Sevilmek mutluluk değildir.
Her insan kendi kendini sever; ama mutluluk bir başkasını sevmektir.
***
Birbirine muhtaç iki insanın bile
barış içinde birarada yaşaması seyrek karşılaşılan, bütün diğer etik ve
entelektüel başarılardan daha zor ele geçirilen bir durumdur.
***
Sarhoşluğu bilmeden mantık neye
yarar, ayıklık neye yarar! Hemen arkasında ölüm dikilmese şehvet neye yarar,
karşıt cinsiyettekilerin birbirlerine karşı ölümcül düşmanlığı olmasa sevgi
neye yarar!
***
Her şeyden önce öğrendiğim şu
oldu: Küçük oyuncaklar, moda ve lüks eşyalar sadece değersiz ve zevksiz şeyler
değil, para canlası fabrikatörlerin ve satıcıların icadı nesneler değildir;
haklı, güzel, renklidir hepsi, hepsi de sevgiye hizmet eder, duygulan inceltir,
ölü çevreyi dirimsellikle donatır, ona adeta sihirli bir değneğin dokunuşuyla
yeni organlar bağışlar, pudradan ve parfümden dans ayakkabısına, parmaktaki
yüzükten sigara tabakasına, kemerden el çantasına kadar çeşitli nesnelerden
küçük, daha doğrusu büyük bir dünya yaratır. Bir çanta çanta değil, bir para
cüzdanı para cüzdanı değil, çiçekler çiçek, yelpaze yelpaze değildir; bunların
tümü de sevginin, büyünün, uyarmalann somut malzemesidir, elçidir tümü,
kaçakçıdır, silahtır, savaşa çağrıdır.
***
Başka nedenler bahane edilse
de, hayatta yapılan şeylerden pek çoğu kadınlar için yapılır.
***
Sadakatsizliğe, değişime,
hayallere saygı duyan, onları el üstünde tutan biriyim. Sevgimi dünyanın
rasgele bir köşesine sımsıkı çivileyip tutturmayı anlamsız bulurum. Bana göre
sevdiğimiz şey bir mecazdır sadece. Bir yere tutunup kalan. sadakat ve erdeme
dönüşen sevgi kuşku uyandırır bende.
***
Dünyada her şeyi taklit edebilir,
sahtesini yapabilirsiniz, sevgiyi hayır. Sevgiyi çalamaz, taklit edemezsiniz.
Kendini tümüyle karşıdakine verebilen kalptir sevginin yeri. Bütün sanatın
kaynağı da budur.
İnsanlar güven ve sevgiyle
ödemede bulunmaya yanaşmaz pek, bunu para ve malla yapmayı yeğlerler.
***
Sevilen bir kişi üzerinde
düşünmek kadar başarı sağlamayan bir şey yoktur. Bu gibi düşünmeler halkın
söylediği şarkılar, askerlerin söylediği marşlara benzer, içlerinde bin bir
şeyden söz edilir, ama nakarat inatla dönüp dolaşıp yinelenir, şarkı ve
marşlara uygun düşmediği durumlarda bile sürüp gider yinelenme.
***
Yaşama anlamını kazandıran tek
şey sevgidir. Bir başka deyişle ne kadar çok sevebilir ve kendimizi sevgi
uğruna ne kadar çok gözden çıkarma gücünü gösterebilirsek, yaşamımız o kadar
çok anlam kazanır.
***
Dünyanın içyüzünü görmek ve onu
aşağılamak büyük düşünürlerin işi olabilir. Ama benim için önemli olan, dünyayı
sevebilmek ve gerek kendime, gerek tüm varlıklara sevgiyle, hayranlıkla ve
saygıyla bakabilmektir.
***
Genel olarak yaşadığımız çağa ne
kadar az inanır, insanlığa ne kadar bozulmuş, dağılıp dökülmüş gözüyle
bakarsam, bu çöküşün karşısına o kadar daha az devrimi çıkarıyor, sevginin
büyüsüne o kadar çok güveniyorum.
***
Bir Hintli gibi, yani
Upanişad’lar ve bütün Buda öncesi felsefe doğrultusunda düşündüm mü, insan
soydaşım yalnızca “benim gibi bir insan’’ değil, benim kendimdir, benimle
yekvücuttur: çünkü onunla benim aramdaki, ben ile sen arasındaki ayrılık bir
kuruntudur, maya’dır. Böyle bir yorum hemcinsini sevmenin tüm etik anlamını da
içerir; çünkü dünyanın bir birlik ve bütünlük oluşturduğunu gören kimse, bu
bütünlükteki tek tek parçaların ve organların birbirlerinin canını yakmasındaki
anlamsızlığı kavrar hemen.
***
İnsan hiçbir şeyi kendini sevdiği
kadar sevemez. Ve hiçbir şeyden kendisinden korktuğu kadar korkamaz. Bu
yüzdendir ki, ilkel insanın mitolojileri, yasaları ve dinleriyle birlikte o
garip aktarım olayı ve yalancı sistem doğup çıkmıştır. Öyle bir sistem ki,
yaşamın temelini oluşturan tek kişilerin kendi kendilerine duyduğu sevgi ister
islemez yasaklanmış, saklanıp gizlenmiştir, maskelenmiştir. Kendini değil de
bir başkasını sevmeye daha iyi, daha ahlaksal, daha soylu davranış gözüyle
bakılmıştır. Ne var ki, insanın kendi kendini sevmesi temel bir içgüdü niteliği
taşıdığından ve onun yanında hemcins sevgisi asla doğru dürüst yeşermediğinden,
bir çeşit karşılıklı hemcins sevgisi kılığında maskeli, yüceltilmiş, stilize
bir özsevgisi icat edilmiştir. Böylece aile, kabile, köy. dinî cemaat, halk ve
ulus kutsal nesnelere dönüşmüştür.
***
Seveceksin buyruğu ister İsa’nın,
ister Goethe’nin öğretisinde yer almış olsun, dünya tarafından yanlış
anlaşılmıştır. Çünkü asla bir buyruk niteliği taşımamıştır bu sevgi. Zaten
buyruklar diye bir şey yoktur, buyruklar yanlış anlaşılmış doğrulardır. Tüm
bilgeliklerin temelini, “mutluluğa yalnızca sevgiyle ulaşır insan” sözü
oluşturur. Ben “hemcinsini sev” dersem, bir kez bu çarpıtılmış bir öğretidir.
Aynı şeyi çok daha doğru olarak şöyle dile getirebiliriz: “Kendini heneinsini
sevdiğin gibi sev!” Her zaman hemcinsinle işe başlanması belki de temel
yanılgıyı oluşturmuştur.
***
Her an başkalarına armağan
edebilmemiz için sevgimizi elden geldiğince özgür durumda tutabilmemiz gerekir.
Sevgimizi buyur ettiğimiz nesneleri her zaman aşırı değerlendirmelere konu
yaparız, işte buradan da pek çok acı çıkıp gelir.
***
Düşünce ve sanatta yeğlediğim
tutum, hayatta, özellikle kadınlar söz konusu olduğu zaman çokluk sıkıntıya
sokmuştur beni. Bu tutum da sevgimi sürekli olarak belli bir nesneye
yöneltemeyişim. tek bir nesneyi ya da tek bir kadını seve meyişim, yaşamı ve
sevgiyi tümüyle sevmeden edemeyişim dir.
***
Özellikle iyi sanatçılar ve
yazarlar çokluk ateşli âşıklar olursa da iyi koca oldukları seyrek görülür.
Çünkü sanatçı, her şeyden önce kendi yapıtları için yaşar. Başka insanlardan
daha çok değil, tersine daha az sevgi verebilecek durumdadır, çünkü yapıtları
üzerindeki çalışmaları sevginin pek çoğunu alıp götürür.
***
Kişilik olmadan bir sevgiden,
gerçek ve derin bir sevgiden söz açılamaz.
Birine gönlünü kaptırmanın ne
kolay, gerçekten sevmenin ise ne çetin ve güzel şey olduğunu herkes bilir ve
yaşar bunu. Bütün gerçek değerler gibi sevgi de alınıp satılamaz. Alınıp
satılabilen, zevk veren nesneler olabilir, ama sevgi hayır.
Ölüm Üzerine
Ölüme çağrı aynı zamanda sevgiye
çağrıdır. Ölümü kabullenip de yaşamın ve değişimin büyük ve ezeli biçimlerinden
biri olarak benimsedik mi. ölüm tatlılaşır.
***
Ölmek kolektif bilinçaltının
kapısından içeri girmek, kendini burada kaybedip bir biçim, saf bir biçim
kazanmaktır.
***
Ölümle aramdaki ilişki eskiden
nasılsa yine öyledir. Ölümden nefret etmiyor, korkmuyorum. Eşimden ve
oğullarımdan başka kiminle ve neyle düşüp kalktığımı şöyle bir araştırmaya
kalksam, bunların yalnızca ölülerden, değişik çağlarda yaşamış ölülerden
oluştuğu görülecektir. Müzisyenler, yazarlar, ressamlar, yapıtlarında
yoğunlaşmış olarak yaşamlarını sürdürürler çağdaşlarının çoğundan daha çağdaş,
daha gerçek bulurum onları. Hayatta tanıdığım, sevdiğim ve sonra yitirdiğim
ölülerde de, bu dünyadan göçüp gitmiş annem, babam ve kardeşlerimde de değişik
değildir durum, onlar da hayatta oldukları zamanki gibi bugün de benim içimde,
benim yaşamımda bir yer sahibidir. Kendilerini düşünür, onları düşlerimde
görür, günlük yaşamımın kapsamı içine alırım.
Demek istiyorum ki, ölümle
aramdaki ilişki bir kuruntu değil, tatlı bir hayal değildir. Kuşkusuz
geçiciliğin üzüntüsünü biliyor, sararıp solmakta olan bir çiçek gördüm mü bu
üzüntüyü duyuyorum. Ama umutsuzluğa yer vermeyen bir üzüntüdür bu.
***
Öldükten sonra bir başka kılıkta
varlıklarını sürdürüp bir biriyle buluşacaklarına inananlara ne mutlu!
Bizlerinse sevdiğimiz ölülerin bütün canlılardan daha çok bizimle yaşadığına ve
onlardan daha canlı sayılacaklarına ilişkin içimizdeki yaşantıyla yetinmemiz
gerekiyor. Kimi zaman sadece saatler boyu sürer bu yaşantı, ama bizim için eşi
bulunmaz saatlerdir bunlar.
***
Can çekişme de doğumdan daha
az yaşamsal bir olay değildir, çokluk her ikisi birbirine karıştırılır.
***
Her ölüm olayından sonra yaşam daha
narin, daha incelikli niteliğe bürünür.
***
Us insanı, sömürülmesi için
dünyanın insanlar eline bırakıldığına inanır. En çok korktuğu düşman ölümdür us
insanının, yaşamının ve yaptığı işlerin geçiciliği düşüncesidir. Ölümü aklına
getirmekten sakınır kendini, ölüm düşüncesinden kaçamadığı zaman etkinliğe
sığınır, çabasını ikiye katlayarak ölümün karşısına çıkmaya çalışır, mal mülk,
bilgi edinir, yasaklar koyar ortaya, dünyayı us yoluyla egemenliği altına
almaya uğraşır. Ölümsüzlük inancı ilerlemeye beslediği inançtır, ilerlemenin
ebedî zincirinde etkin bir halka olarak kendini büsbütün yok olup gitmekten
koruyacağına inanır.
Kanımca mizaç, eğitim ve yazgı
bir insanın intiharını olanaksız kılmış, böyle bir şeyi ona yasaklamışsa, bazen
hayal gücü böyle bir çıkış yolunu karşısına dikerek kendisini intihara
sürüklemek istese bile söz konusu eylemi gerçekleştiremeyecek, bu eylem ona
düpedüz yasaklanmış kalacaktır. Durum başka türlüyse, biri çıkıp da artık
katlanamadığı yaşamı bir kararlılıkla kaldırıp atıyorsa, bana göre nasıl
başkaları ecelleriyle ölme hakkına sahipseler, onun da böyle bir eylemi
gerçekleştirmek hakkıdır. Canlarına kıymış bazı kimselerin ölümünü, eceliyle
ölmüş diğer pek çok kişinin ölümünden daha doğal ve anlamlı bulmuşumdur.
***
İnsanın ölümü öylesine ağır bir
tempoyla gerçekleşiyor ki! Gıdım gıdım ölüyor insan. Dişlerden, kaslardan ve
kemiklerden her biri, sanki sizinle arası çok iyiymişçesine özel bir vedayla
size veda ediyor.
***
Acı ve sızlanma, sevilen kimsenin
kaybına karşı verdiğimiz ilk ve doğal tepkidir. İlk yas ve sıkıntı döneminin
aşılmasında yardımını esirgemez bizden, ama bizi ölüyle birleştirmeye yeterli
değildir. Böyle bir şeyi ilkel kavimlerde yaşayan ölü kültü sungular sunarak,
ölünün mezarını süsleyerek, ölü için anıtlar dikerek, mezarının üzerini
çiçeklerle donatarak yapar. Ne var ki, bizim uygarlık düzeyinde ölülere
sungunun. düşünceler ve titiz anımsamalarla, sevgili varlığın içimizde yeniden
inşasına çalışmalarla ruhumuzda gerçekleşmesi gerekiyor. Bunu başarabildik mi.
ölen kişi yanı başımızda eskisi gibi sürdürür yaşamını, imajı esenliğe
kavuşturulmuştur ve söz konusu imaj acımızı verimli kılmada bize yardım elini
uzatır.
Ölüme karşı savaşmak için bir
silaha gereksinim duymam; bence ölüm diye bir şey yoktur çünkü. Ama bir başka
şey vardır: Ölümden korku. Bu korku hastalığını da iyileştirmenin çaresi
bulunmaktadır.
Gençlik ve Yaşlılık
Öyle inanıyorum ki, gençlikle
yaşlılık arasına çok kesin bir sınır çekilebilir. Gençlik bencillikle sona
erer, yaşlılık başkaları için yaşamayla başlar.
***
Duygularının bir bölümünü
düşüncelere dönüştürmesini öğrenmiş bir erişkin, çocukta söz konusu düşünceleri
göremez ve sanır ki bu düşünceleri doğuracak yaşantılar da çocukta yoktur.
***
Yeniyetmelik çağından erkeklik
çağına giden yol iki temel aşamayı içerir. Bunlardan birincisi, kişinin kendi
ben’inin farkına varması ve başkalarının da bunun farkına varmalarını sağlamaya
çalışması, İkincisi ise ben’in toplumla bütünleşmesidir. Bir delikanlı ne kadar
yalın, ne kadar sorunsuzsa, her iki ödevi o kadar daha az güçlükle yerine
getirecektir. Ayrımlaşmada ileri düzeye ulaşmış yetenekli kişiler bu işi daha
zorlukla başaracak, özel bir yeteneğin izleyeceği yolu kendilerine göstermediği
kişilerin işiyse hepsinden zor olacaktır. Ne var ki, her yaşam tehlikeli bir
girişimdir, kişisel yetenekler ve içgüdülerle toplumsal zorunluluklar
arasındaki dengenin sürekli olarak yeniden ele geçirilmesi gerekmektedir; bu da
asla özverisiz, asla kusursuz gerçekleşemez. Görünürde varacakları yere varmış
ve sağlam bir konuma erişmiş biz yaşlılar da kuşkuların ve yanılgıların dışında
değil, içinde bulunuruz.
“Bilginin”, yani ussal uyanışın
Incil'de günah olarak gösterildiği gibi (söz konusu günah cennette yılanla
anlatılır), insanın insan olmasına, bi reyse Ueşmesine, tek kişinin uğraşıp
didinerek kitle içinden çıkıp bir kişilik kazanmasına, bir kişi aşamasına
yükselmesine de âdet ve gelenek tarafından her zaman güvensizlikle bakılır.
Nitekim bir delikanlıyla ailesi, babayla oğlu arasındaki sürtüşme de nihayet
doğal ve çok eski bir şeydir, ama yine de oğlun davranışı baba tarafından her
defasında eşi görülmedik bir başkaldırı olarak duyumsanır.
***
Doğru daha çok gençlere, sevgi
ise daha çok olgun insanlara özgü bir idealdir. Us insanında doğru hayranlığı,
insanın nesnel doğruyu tanıma yeteneğiyle gereği gibi donatılmadığı,
dolayısıyla doğruyu aramanın insanın asıl etkinliği olarak görülemeyeceğinin
farkına varılmasıyla son bulur. Ama bunu fark edemeyen kişiler de bilinçsiz
yaşantılar sonunda aynı doğrultuda bir değişim geçirir. Doğruya, adalete
ulaşmak, bilmek, iyiyi kötüyü kesinlikle ayırt edebilmek, bunun sonucunda
yargılamaya başvurmak, cezalandırmak, mahkûm etmek, savaşabilmek ve savaşma
özgürlüğüne sahip olmak, bunlar gençliğe özgü ve gençlere de doğrusu yaraşır
şeylerdir. Yaşlanılıp söz konusu ideallere yine de bağlı kalındı mı, bizi
“uyanışa”, sahip olduğumuz insanüstü doğrunun sezgisine ulaştıracak pek güçlü
sayılmayan yeteneklerimiz sararıp solar.
***
Yaşlılara düşen, sevi
yeteneklerini gençlerin üstesinden gelebileceğinden daha özgür, daha oyunsu bir
edayla, daha deneyimli, daha iyilikseverlikle kullanmaktır. Y'aşlılar her zaman
gençlere kolaya kaçarak büyümüş de küçülmüş kimseler gözüyle bakar. Ama
kendileri gençlerin tavır ve davranışlarım seve seve taklit etmekten geri
kalmazlar; kendileri fanatik, adalete yan çizen kişilerdir, mutluluk onlardan
sorulur, kolaycacık da kırılıp gücenirler, yaşlılık gençlikten daha kötü değil,
Lao Tse Buda’dan daha kötü, mavi kırmızıdan daha kötü değildir. Yaşlılığı
değerden düşürecek tek şey varsa, gençliğe özenmesidir.
***
Yaşlanmanın kendisi doğal bir
olaydır, 65 ya da 70 yaşındaki bir adam en azından 30 ya da 50 yaşındaki biri
gibi sağlıklı ve normaldir. Ama ne yazık ki insan her vakit yaşının
gerektirdiği konumda bulunamıyor, iç bakımından çokluk yaşının önünden gidiyor,
daha sık olarak da yaşının gerisinde kalıyor. Bu durumda da bilinci ve yaşam
duygusu bedeni kadar olgunlaşma olanağına kavuşamıyor, bedeninde gerçekleşen
doğal olaylara karşı savunuyor kendini, kendi kendisine yerine getiremeyeceği
istekler yöneltiyor.
***
Ancak yaşlanan bir insan,
güzel’in seyrek rastlanır bir şey olduğunu anlar, fabrikaların ve topların
arasında çiçeklerin açabilmesinin, gazeteler ve borsa bültenleri arasında hâlâ
şiirlerin yer alabilmesinin doğrusu ne büyük bir mucize sayılacağım bilir.
***
Gençliğe gereken şey, kendi
kendini ciddiye alabilmektir. Yaşlılığa gereken şey ise, kendi üzerinde ciddiye
aldığı bir şey bulunduğu için kendini feda edebilmektir. Ussal yaşamın bu iki
kutup arasında bir seyir izlemesi. etkinliğini sürdürmesi gerekiyor. Çünkü
gençliğin ödevi, özlemi ve misyonu oluşum sürecidir, olgun insanın görevi ise
kendini elden çıkarmak, bir zamanki Alman mistiklerinin deyimiyle tersine
oluşum sürecidir. Kişiliği gözden çıkarabilmek için önce tam bir insan
aşamasına yükselmek, gerçek bir kişiliğe sahip olmak ve bireyselleşmenin
çilelerini çekmek gerekiyor.
***
Pek çok yıldan beri iğrenç
bulduğum iki şey var: Birincisi örneğin Amerika’da filizlenip yeşerdiği görülen
gençlere ve gençliğe tapma budalalığı, daha da iğrenç bulduğum ikinci ise
gençliğin bir zümre, bir sınıf, bir “akım” olarak toplumda kabul görmesidir.
***
Hangi yaşam yolunun izleneceği
belli koşullarca önceden ne kadar kesinlikle belirlenirse belirlensin, insanın
gerçekleştirebileceği tüm yaşam ve değişim olanaklarını kendisinde barındırır.
Söz konusu olanaklar, içimizde yaşayan çocukluğun, şükran duygusunun ve sevi
gücünün büyüklüğü ölçüsünde zenginlik gösterir.
***
Meslek yaşamının ve erkeklik
çağının kısıtlamaları altında çocukluk ve gençliğin gömülüp gitmesine izin
vermemek gerekiyor. “Gençlik” içimizde çocuk kalan şeydir ve bu ne kadar fazla
olursa, soğukbilinçli yaşamımız da o kadar zenginliğe kavuşur.
***
Biraz ayrımlaşmış her insanın
ruhunda gençlik yıllarından kalma yara izleri bulunur ve psikanaliz dışında da
bu izleri iyileştirip etkisiz kılacak bir sürü yöntem vardır. Her din, hatta
din yerini tutacak her şey, örneğin belli bir parti üyeliği böyle bir yöntem
oluşturur.
***
Olgunlaştıkça gençleşir insan.
Bende de durum aynıdır, ama bunun fazla bir önem taşıdığını da söyleyemem;
çünkü çocukluk yıllarının yaşam duygusunu temelde hep kendimce alıkoymuş,
erişkinliğimi ve yaşlılığımı her zaman bir komedi olarak duyumsamışımdır.
***
Bir delikanlının bir oğlandan,
bir adamın bir delikanlıdan daha fazla bir şey olduğunu söyleyemem, çünkü o
zaman bir yaşlının da genç bir adamdan, sonunda “ömrünü tamamlamış”, yani bu
dünyadan göçüp gitmiş kişiden daha fazla bir şey sayılacağını ileri sürmem
gerekir. Oysa bunu hiç aklım almamıştır. Dolayısıyla, yanına yaklaşabileceğim
tüm nesne ve olaylara her zaman eşit değerde, eşit ilginçlikte nesne ve olaylar
gözüyle bakmışımdır. Bu yüzden, bir yaşlıyı bir genç gibi, bir kasım akşamını
bir yaz fırtınası gibi, hatta bir hayvan ya da bir ağacı tıpkı bir insan gibi
seve seve anlatır, betimlerim yapıtlarımda.
***
Biz yaşlılara düşen, yeni
gençliği yadsımak, şu ya da bu şekilde onları aşağılamak değil, kendilerini
anlamak, elimizden geldiğince kendilerini tanıyarak sevmesini öğrenebilmektir.
***
Gençlerin görevi, biz öncekileri
haklı bulup onaylamak değil, kendilerini kanıtlamak, köhne çürüyüp kokuşmuş,
engel oluşturmaktan başka bir işe yaramayan tüm nesnelerden kendilerini özgür
kılmaktır. Kendilerinden önce başkalarının canla başla uğraşıp kurulmalarını sağladıkları
okullarda okudukları, geçmişin mirasçıları oldukları ve ileride gün gelip bunu
anımsamaları gerektiği, bütün bunlar günümüzde söz konusu değil artık;
içlerinde yaşattıkları duygunun yanında, bizler buradayız, bizler genciz,
arzumuz iyiye, daha iyiye, biricik’e ulaşmaktır duygusunun yanında hiç
değerinde şeylerdir hepsi. Daha başkalarının kendi dönemlerinde aynı duyguyu
yaşadıkları, aralarından bazısının bu duyguya sadakatten şaşmadığı, saçları
ağarmış durumda hâlâ yıldızlara inançla bakmaktan geri kalmadıkları, biz
yaşlıların gençlere öyle seve seve yer açmaya, kendi değersizliğimizi itirafa
yanaşmadığımızı, bütün bunları düşünmek, bazen adil, bazen ölçülü davranmak,
boş yere yaşlıları kırıp incitmemek gençlerin görevi değildir. Ama biz yaşlılara
düşen, yalnız söz konusu ölçülü ve adil davranışı sergilemek değil, avın
zamanda mayalanma durumundaki “şimdi”de saklı yatan geleceği sezinleyip ona hak
vermektir, bu gelecek bizi mezarlarımızda bulmuş ya da bulmamış, fark etmez.
O sevdi, sonunda kendi kendini
buldu. Ne var ki, insanların büyük çoğunluğu kendi kendilerini kaybetmek için
sever .
***
Sevilmek mutluluk değildir.
Her insan kendi kendini sever;
ama mutluluk bir başkasını sevmektir.
***
Kaynak: Hermann HESSE, İnanç da Sevgi de Aklın Yolunu İzlemez, Çeviren: Kâmuran Şipal, Ağustos, 1999, İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar
Yorum Gönder