Yokluğu Acaip Kokan Adam
İMA C. ÖZKAN 8, 20120
İnsanlar pek çok bakımdan, pek çok ayrıma tâbi
tutulabilir. Bana sorarsanız, insanlar dörde ayrılır: Varlığı ve yokluğu fark
edilmeyenler, varlığı fark edilip yokluğu sezilmeyenler, varlığı da yokluğu da
fark edilenler ve son olarak varlığı fark edilmeyip yokluğu fark
edilenler. İşte benim hikayem bu sonuncuyla alakalı. Çünkü ben dördüncü
grup insanlardanım.
Tam onbir yıl, sekiz aydır orada çalışıyorum. Her
Allahın günü; sabahtan güneş batana dek, birörnek ceket ve pantolonumu giymiş
olarak evden çıkıyor, buz kesen kış günleri de dahil güdülecek ne kadar deve
varsa güdüp, işyerime ulaşıyordum. Binanın ikinci katındaki ofisteydim. Aman
aman her vakit yoğun iş olan bir daire değildi burası. Bilmem kaç sene önce
kurmayı kim akıl ettiyse; üzeri formika kaplı masalar ve spiral kablolu
telefonlarla birlikte ne akla hizmet açıldığını kimsenin bilmediği birimlerden
biri. Öyle ki aynı ofisi paylaştığımız ben hariç yedi kişinin her biri, bunca
yıl zarfında şahsi merakları üzerinde uzmanlaşacak kadar boş vakit
bulabiliyordu. Osman Abi makrome öğrenmişti. Dahası bir dükkan dolusu
gazetelik, çiçek sarkacı falan örüp bitirmişti zannederim. Soldan Sağa Beş Harf
ise gazetelere bulmaca hazırlar ve gönderirdi. Hepsinin bir uğraşı vardı
kısacası. Ben mi? Ben iş’te olma işiyle ziyadesiyle meşguldüm. Masamdan pek
kıpırdamaz; en fazla pencere önündeki kalorifer peteğine kadar yürür, duruma
göre, ya geçen sarı taksileri plakalarındaki rakamlara göre tasnif eder, yahut
da yaya geçidinden bir önceki sefere göre kaç fazla kaç eksik insan geçtiğini
hesaplardım. Az buçuk hesap bilmenin gerektiği bir meslekti ne de olsa yaptığım
iş. Neredeyse şef kadar yuvarlak rakamları seviyordum. Kırk yılda bir
bitirilmesi gereken bir muhasebe işi olsa, her birimiz yıllardır koşmayan hantal
atletlere döner; o günkü tüm mesaiyi işi kimin yapması gerektiği üzerine
harcardık. Bu, titizlik gerektiren bir meşgaleydi ve şef günün sonunda “Beşyüz
kere söyledim bu işin ne kadar acil olduğunu!” diye gürlediğinde, sırf
küsuratlı konuşmadığı için işi sahiplenirdim. Hem “dörtyüzseksendokuz kez
söyledim” demenin kime ne yararı vardı!
Daima benim masamın sağında duran boş sandalyeleri
ayağımla azıcık ileri itekleyip koltuğuma yerleştim. Elli kere onlardan
bazılarını alıp duvar dibinde bir yere koymuştum. Fakat ne hikmetse her
seferinde getirilip benim masama bitiştirildiği koordinatlarına kavuşmuşlardı.
İkinci elli kereden de birkaç onluk kadar kullanıp, söylemeye kalkışsam
da durum değişmeyecekti. Boş sandalye neyse de, abartısız günde on kere ya
Soldan Sağa Beş Harf’in veya Tuzukuru’nun “geçiyordum uğradım”cıları baskın
verir, bazan sandalyeler Menemen bardakları halinde boydanboya masamın önüne
dizilirdi. “Gelsin çaylar, gitsin kahveler” faslı ile mesai bitimi itinayla
denkleştirilirdi umumiyetle. Boyunlarını abdest ibriği gibi hep öne doğru
uzatıp birbirlerine yüksek sesle laf atarlarken, sırtları bana dönük
olduklarından mıdır nedir enselerindeki yağlı kırışıklardan türettiğim
hayvanların, gemilerin ve çiçeklerin haddi hesabı olmazdı. Şu üstüste dizilmiş
kitaplarla dolu rafa benzeyen enseli adama en son baktığımda, başı kara,
kırmızı palto giyinmiş ve uzun saplı menekşeden kuyruğu olan bir kurdu
farketmiştim ki Osman Abi “Bugün de akşam oldu” deyiverdi. Herkesle birlikte
Üstüste Dizilmiş Kitaplarla Dolu Rafa Benzeyen Enseli Adam da kalktı. Ayağıyla
uzunca yeri gıcırdatmasına aldırmadan boşalttığı sandalyeyi masama doğru itti.
Bu atış asla karavana olmazdı. Diğer sandalyeler gibi o da masama iyice bitişti
ve malum koordinatına yerleşti. Merdivenlere yönelip çıktık.
O gün olup bitenler, her nedense bu defa biraz fazla
etkilemişti beni. Yol boyu, masama bitiştirilen boş sandalyeleri düşündüm
durdum. Halbuki yıllardır aynıydı durum. Buna alışmam icab etmez miydi?
Alışamamışım demek ki. Alışamamışım; bürodaki herkesin önü bu kadar açıkken,
bana reva görülen ense ilhamına. Canımı sıkıyordu. Fakat hayli zaman olmuştu
“keşke onlara şöyle deseydim”li cümlelerden feragat edeli. Ayan beyan belliydi
işte; herifler sadece masamın önünü değil, beni de boş bir yer olarak
görüyorlardı. Geçen yılbaşı öncesi iş çıkışını saymazsak en son ne zaman “iyi
akşamlar” deyişime karşılık bir kelimecik duyduğumu hatırlamaya çalıştım. Bunu
beşyüz kez tekrar ettim. Aklıma hiçbir şey gelmedi. Varlığımın farkında bile
değillerdi işte; düpedüz böyleydi. Acaba beni gereğinden çok fark edip, “Eyüp
aşağı, Eyüp yukarı” koştursalardı; hatta her işin kabahatini yükleyip
şamaroğlanına çevirselerdi, bu daha mı çok dokunurdu bana, bilemedim. Tüm
bunları düşünürken ineceğim durağı kaaçırdığımı neden sonra fark edip, telaşla
otobüsten indim.
Eve doğru yürürken boğazım yanıyordu. Soğuk almış
olmalıyım. Gider gitmez bir şeyler atıştırıp, kendime ıhlamur kaynattım.
Kanepeye boylamasına kurulup, ıhlamur bardağını elime aldım. Yarılamışken, boş
kalan kısmının hafiften soğuduğunu anlayınca bardağın ağzında işaret parmağımla
daireler çizmeye başladım. Ritmi hiç bozmadan-bunu bir defa yakaladınız mı
ekstradan gayret sarfetmeniz gerekmiyordu-üçyüzseksenüç kez daire çizdim.
Olmuyordu. Kafam yine o boş sandalyelere takılıyordu ne yapsam. O an aklıma
ertesi gün işe gitmeme fikri geldi birden. Zaten üzerimde bir kırgınlık da
vardı. Benim varlığımı elbet hatırlayacaktı birileri. “Kardeşim nerdesin be
Eyüp?” diye soracaktı elbet Osman abi yahut şef. “Telefonları niye açmıyorsun
güzel kardeşim? En az yirmi defa aradım” diyecekti muhtemelen. Ben de fırsattan
istifade, o boş sandalyelerin koordinatları mevzuunu açardım böylece. Enine
boyuna düşündüm; evet en iyisi ertesi gün işe gitmemekti. Bu kararla birlikte
işaret parmağımı yeniden hâlâ elimde tuttuğum bardağın ağzına götürüp onyedi
daire daha çizdim. Dedim ya, yuvarlak rakamları seviyordum.
Yılların verdiği alışkanlık işte. Yine aynı saatte
uyandım. Fakat yataktan çıkmamak için birkaç saat direndim. Babamın öldüğü zaman
işe gitmediğim hafta dışında, herhangi bir salı gününü bu saatte evde, hele de
yatakta geçirdiğim ilk gündü neredeyse. Yıllık izinlerim birikmişti, en son
seksen gündü galiba. Esasen çoktan yüz’e tamamlardım ama, zamanaşımına uğradığı
için eski birikmişlerim yanmıştı. Saat onbiri çeyrek geçiyordu ve telefonum
çalmamıştı. “belki de kırkbeş dakika sonra verilecek yemek arasından sonra
aramayı düşünmüştür şef” diye geçti aklımdan. Ya da ne bileyim Her Mevsim
Vişne’ye aramasını söylemiştir de, o rujunu tazeleyip gelince ararım diye
düşünüp, sonra da unutmuştur.
Buna benzer tam dört gün geçti. İş bakımından hafta
bitmişti. Günlerden cumaydı, saat ise tam 17:00. Tek bir arayan soran yoktu.
Haftasonu ile birlikte zaten resmi olarak izinliydim. Oldu mu sana altı gün!
İşe Pazartesi dönmeli miydim? Yoksa birkaç gün daha beklemeli mi? Beklemeye
karar verdim neticede.
Aradan geçen günlerin sayısı tastamam on olmuştu. Buna
rağmen yine de “Nerdesin kardeşim Eyüp?” diye sorulmadı. Yokluğumu da kimse
fark etmemişti, bundan ne kadar kaçabilirdim! Perşembe gecesi; yani işe
gitmeyişimin üzerinden tam on gün devrildiği gece, cuma sabahı mesaiye başlamak
için gömleğimi ütüledim. Ayakkabıları fırçalama işini sabaha bırktım. Ne de
olsa olması gerekenden bile erken kalkıyordum son bir haftadır. Çok geçmeden
yattım. Uykuya dalmadan önce aklımdaki son şey, o sandalyelerin hala benim
masama dayanık halde durup durmadıklarıydı.
Biraz çalıştığım binanın arka cephesindeki parkta,
biraz da ikinci kata çıkan merdivenlerin sahanlığında olmak üzere bilerek
oyalandım. Ofise herkesten önce gitmek istemiyordum. Eğer böyle olursa, kapıdan
girdiğimde birilerinin yüz ifadelerini görme şansı bulamazdım. Fakat daha fazla
beklemedim. Acele de mıymıntı da olmayan adımlarla merdivenleri çıktım ve kapıyı
açtım. Bir yandan ellerindekiyle meşguldü herkes, diğer yandan ateşli ateşli
bir tartışma sürmekteydi aralarında. Odanın tüm pencereleri açıktı ve
herbirinin dilinde bir “koku” lafıdır gidiyordu. “Tam on gündür birader”
diyordu az önce konuşanı onaylayarak Osman abi; “tam on gündür bu ne gitmez, bu
ne acayip kokudur birader!” Şef de kenarına tünediği masasından: “Beşyüz kere
söyledik güzel kardeşim, çekmecelere akar-kokar şeyler koymayalım dedik…”
şeklinde başlamıştı ki söze, Her Mevsim Vişne “Ama şefim” diye aldı sazı eline;
“hepsini kontrol ettim tek tek!” böylece tartışmanın alevi bir parça hafifledi.
Doğruca geçip koltuğuma gömüldüm. O sıra dışarda olan Soldan Sağa Beş Harf
girdi içeri elinde bir gazete ve kulağının arkasında her zamanki kalemiyle: “Ooo
beyler! Gözümüz aydın! Koku gitmiş yahu!” deyince keyfim iyiden iyiye yerine
geldi. “Hakikaten birader” karşılığını verdi Osman abi; “Hakikaten birader, ben
de almıyorum bak şimdi. O ne acayip bir kokuydu öyle!” Demek varlığımın değilse
bile, yokluğumun farkındalardı. Yokluğumun acayip kokusuydu işte bu koku. İki
kere ikinin dört ettiği kadar böyleydi. Masamın önündeki boş sandalyeyi hafifçe
öne itip kalorifer peteğine doğru yürüdüm.
İşe döndüğüm için pişman değildim. Hem evimin
penceresi dar sokağın yokuşuna bakıyordu. Ne bir taksi geçerdi gün boyu, ne de
bir yaya geçidi vardı. Altmışiki taksi saymıştım işe geleli beri. Bunlar
plakalarındaki rakamları toplayınca yuvarlak bir sayıya ulaştıklarımdı. Üstüste
Dizilmiş Kitaplarla Dolu Rafa Benzeyen Enseli Adam’ın gelmesi ve tam masamın
önüne oturması dahi umrumda değildi. Otuzsekiz tane daha taksi geçmesini
bekledim.
İma C. Özkan
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar