Print Friendly and PDF

[FÜTÛHÂT-I MEKKİYYE'NİN] ON SEKİZİNCİ SİFİR…1.Bölüm

 


Rahman ve Rahim Olan Allah Teâlâ’nın Adıyla

İKİ YÜZ ON BİRİNCİ BÖLÜM

Levaih (Parıltılar)

Hakkın levaih’i sırlar nedeniyle ortaya çıkan şeyler Yükseklikten; bir halden bir Hakk

Bazen bakan için ortaya çıkar Hal ve bilgiyle organ olmaksızın

Şahitlerinin sana verdiği niteliklerden Delili ise gölgede gölge gibi olmaktır

.                                                                                                                                                                                        I

Bilmelisin ki, sûfılere göre levaih (parıltılar), sır’lara hal be hal par­layan şeylerdir. Bize göre ise (görme) organıyla sınırlanmadığında göze parıldayan zatî nurlar ve (ilahi) yüze ait tecellilerdir. Bu tecelliler, olum­suzlama değil ispatlama tarzındadır. Eserlerini müşahede esnasında pa­rıldayan ilahi isimlerin nurları ise, onların nurlarıyla bilinir. Bir halden bir Hakk yükselmeye gelirsek, kendisinden daha yüksek bir Hakk intikal edildiğinde bulunduğu halden ayrılarak bir önceki Hakk tekrar dönme­mek demektir. Bununla kastedilen ise halin getirdiği Allah Teâlâ hakkındaki bilgi ve ilahi varidattır. Bunlar, kerameder değil, menzillerdir. Çünkü haller bazen defalarca tekrarlanır. Fakat haller kişiye Allah Teâlâ hakkında ye­ni bir bilgi kazandırmadıkça, bu haller nedeniyle sahibi övülmez. Bu ar­tışın olması kaçınılmazdır ve bu levaih diye isimlendirilen şeydir. Hal­deki bu artış kişiyi yükseltmezse, hali doğru olsa bile, laiha değildir. Hal, insanın fani veya baki veya sahv veya sekr halinde (ayıklık ve sar­hoşluk) veya cem’ halinde veya fark halinde veya gaybet veya huzur ha­linde olmasıdır. Haller malumdur. Onlar, bu bölümde zikrettiğimiz bö­lümlerde (ele alınan konulardır). Bunlara (karşı) Allah Teâlâ peygamberine ‘Rabbim! Bilgimi artır’465 demeyi emretti. Bu bilgi, peygamberin sahip olmadığı bir mertebeyle Rabbinin nezdinde yükselmesini sağlar. Bu haller dünya hayatına özgü olmadığı gibi sadece insanlara da özgü de­ğillerdir. Aksine onlar, dünya ve ahirette bütün yaratıklar için geçerlidir.

Öyleyse levaih, âdeta, keşiflerin ilkeleridir (mebadiü’l-küşûf). Bu nedenle bazen sabit olur ve bazen de hızla kaybolurlar. Fakat bulun­dukları kimsenin Allah Teâlâ nezdindeki derecesinin yükselmesini sağlayacak bir bilgi artışı getirmeleri gerekir. Bu durum, levaih’te şarttır. Laiha’nm şartının ise idrakin basar (göz) ile -basiret ile değilgerçekleşmesi oldu­ğunu belirttik. Fakat bu basar, o halde özel bir yönle sınırlanmış organ­la sınırlanmamış olmalıdır. Aksine idrak, düşünen nefse nispet edilen basar’ın hakikatiyle gerçekleşmelidir. Sonra buna başka bir şey daha ek­lenir. O da, Hakkın kişinin gözü olmasıdır. Bu durum, onun gözünün organla sınırlanmadığı hakkında bir şahit ve Rabbinden açık delildir. Bu makam, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem adına gerçekleşmiştir. Nitekim kendisine Rabbini tabakaları olan sınırlı gözüyle görüp görmediği sorulduğunda buna cevap vermiştir. Birisi ona ‘Rabbini gördün mü?’ diye sormuş. Burada soru soran kişi, organla sınırlanmış gözle görmeyi kast etmiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ise ‘Nurani idi, nasıl göreyim’ demiştir. Başka bir ifa­deyle, bu idrakin nuru, o ilahi nuru algılayamaz. Bununla birlikte sınırlı gözün de ilahi nurda belirli ölçüde bir idraki vardır. Çünkü ilahi nur, Kur’an-ı Kerim’de zikredilmiş belirli özelliklere göre, lambaya benzetilebildiği gibi, aynı şekilde bütün bu şardar gerçekleştiğinde de göz ile görülmesi mümkündür. Bunu kendinde bir düşün bakalım! Böyle ise ‘Onu gözler göremez1466 ayeti, iki şekilde yorumlanabilir: Birincisi, ayet, hakikatlere dikkat çekmek anlamında gözlerin kendisini görebileceğini reddetmiştir. Onu sadece gözler değil, gözlerle bakanlar görebilir, ikin­ci yoruma göre, ayet, daha önce de belirttiğimiz gibi organla sınırlan­mış olan gözlerin O’nu görebilmesini reddetmiştir. Gözler organlarla sınırlanmadığında ise, O’nu idrak edebilirler. O, lambaya benzetilen nurun ta kendisidir. Başka bir ifadeyle O, ‘benzeri gibi bir şeyin olmadı­ğı467 nurdur. Öyleyse o teşbih, kabul etmez, çünkü niteliği yoktur. Nite­liği olan bir şey, benzetmeye konu olabilir. Çünkü nitelikler, nitelene­nin hakikatinin verisine göre, kendisini kabul edenlerde başkalaşır. Söz gelişi bilgi, irade, konuşma, kudret, duymak ve görmek gibi niteliklerle Hâk nitelendiği gibi yaratılmışlar da kendileriyle nitelenir. Bilindiği gibi bu niteliklerin Hakk ile ilişkilendirilmesi, yaratıklarla ilişkilendirilmesiyle bir değildir. Hatta, her ikisi de yaratılmış olduğu halde, bunların insan­larla ilişkisi, meleklerle ilişkisinden de farklıdır. Bunu bilmelisin!

Göze parıldayan bu levaih, zatî müşahedelerdir, selbî değillerdir. Çünkü olumsuz nitelik, gözle algılanan bir şey değildir. Aksine o, akıl­ların algıladığıdır. Akılla algılanan bir şey ise, levaih kapsamına girmez. Eserlerinin müşahedesi esnasında ilahi isimlerden parıldayan şeylere ge­lirsek, bunlar, nurlarıyla bilinir. Başka bir ifadeyle onların nurları kendi­lerini izhar eder. Öyleyse ilahi isim, eserinin ruhu iken eseri de kendisi­nin suretidir. Göz ise, insanın cisimsel suretini görebildiği gibi, bir is­min sadece eserini -ki suretidirgörebilir. Öyleyse, herhangi bir tevil olmaksızın, ‘Zeyd’i gördü’ denilmesi doğrudur. Bununla birlikte Zeyd, (bedenini yöneten) kendinde gizli bir ruha sahiptir, onun bir sureti vardır ve o bedenidir. Öyleyse ilahi isimlerin eseri, isimlerin suretleridir. Eserleri müşahede eden insanın isimleri müşahede etmiş olduğu doğ­rudur. Öyleyse isimlerin levaihi, bu görülen eser ile bu eserin ruhu olan ilahi ismi bir araya getirmektir. Söz gelişi bir adam gördüğünü var sa­yalım, fakat sen onun aradığın Zeyd olduğunu bilmiyorsun. Onu ken­disini tanıyan başka birisi de görür ve Zeyd’i gördüğünü bilir. İşte bu bilen kişi levaih sahibi iken diğeri levaih sahibi değildir. Çünkü ona bu ismin suret ile irtibatı ‘parıldamamıştır.’ İki idrak sahibi şahıs arasındaki fark bellidir. Öyleyse gören herkes ne gördüğünü bilmez. İşte bunlar, kendilerini öğrenmek isteyenler için, özede hallere ait levaih’tir. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır:*6*

İKİ YÜZ ON İKİNCİ BÖLÜM

Telvin (Değişme, Renklenme)

Bir halden bir Hakk geçmek

Tembelin aksine, halden kurtulmuş olmaya delil

Nefesleri hakka’l-yakin bilen kimse, onu bilir

Haliyle, hali bildiği gibi

Fiil mazidir, gelecektir, sonra o ikisini olumsuzlar

Şimdiki an diye isimlendirilen fiil kipi

Nahivcilerin halidir o

Hal yok olucu, hal kalıcı

O             hal hakkmda denilen doğru sözdür

Ehl-i nazarın hali                                                                            .

Bilmelisin ki, sûfilerin çoğunluğuna göre telvin, eksik bir haldir. Telvin, kulun halleriyle renkten renge girmesidir (veya halden Hakk gir­mesidir). Bu konuda şu dizeyi okumuşlardır:

Her gün renkten renge girer

Bundan başka, seninle daha güzeldir .

Hatta bazıları şöyle demiştir: Hakikat alameti, istikametin ortaya çıkmasıyla, telvinin ortadan kalkmasıdır. İstikametin ortaya çıkmasıyla artış olmazsa, hiç kuşkusuz bu durum, kesin ve kapalı bir bilgiye dikkat çeker. Bu sözü eklediğinde ise, gerçeği bozar ve tanımında eksikliğini söyleyenlere katılır. Bir grup ise şöyle demiştir: ‘(İlk görüşün) Aksine telvin, sahibinin muhakkik ve kâmil olma (makamına) ulaştığının doğ­ruluk alametidir. Benim benimsediğim görüş de budur. Benim görü­şüm bu olduğu gibi ben bunu benimserim. İnsan telvinde ne kadar yer­leşik ve sabit olursa (telvinde temkin), o ölçüde kemal sahibidir. Böyle­likle temkini bulur ve şöyle deriz: ‘Telvinde temkin (değişmede sebat veya sürekli değişme hali), temkin demektir. Binaenaleyh temkini ol­mayanda herhangi bir iş değişmez (telvin). Allah Teâlâ’nın ayetinden bunun delili, ‘her gün O bir iştedir469 ayetidir. Burada ‘iş (şe’n)’ kelimesi belirsiz gelmiştir. Bu grup telvine ekleme yapmıştır. Hâlbuki sussalardı, daha yerinde olurdu. Çünkü telvini bu ilaveyle sınırlamanın bir yararı yoktur. Bu ilave onların ‘Çünkü telvinde Kadir’in kudretini izhar vardır, böyle­likle kul bundan başkalaşmayı keşfeder’ sözleridir. Bu ilave, bizim var­dığımız görüşe delalet eden özet bir ifadedir.

Telvin ilahi bir niteliktir. Her ilahi nitelik ise, bir kemaldir. Çünkü bu ilahi mertebede hiçbir yönden ve tarzdan kesinlikle eksiklik düşünü­lemez. Makam ve iş, ancak ilahi niteliklerden olmakla kemale erebilir. Çünkü kemal, kayıtsız anlamda ancak Allah Teâlâ’ya ait olabilir. Bu durum -delil getirmek istersek‘Göklerde ve yerdeki herkes O’ndan ister, O her gün bir iştedir*470 ayetinde belirtilen durumdur. Telvin ise bundan başka bir şey değildir. Öyleyse (sûfı) cemaatin görüşü de bizim görüşümüze katılır. Çünkü o, daha genel ve daha kapsamlıdır. Yoksa bizim görüşü­müz onlarınkine girmez.

Bilmelisin ki, varlıkta bir şeyin tekrarlanmamasının ilahi genişliğin bir gereği olduğunu bilen, oluşta (kevn) doğru ve geçerli olanın telvin olduğunu da anlar. Çünkü telvin, ilahi genişliğin delilidir. Kendinden veya başkasından, her bir nefeste Hakkın eserlerinin farklılaşmasına va­kıf olmayan insanın Allah Teâlâ hakkında bilgisi olmadığı gibi bu makam ehli de değildir. Böyle bir insan, hem kendini hem Allah Teâlâ’yı hem de bilgiyi bilmeyenlerdendir. Bu kişi, oturup kendine ağlasın! Hiç kuşkusuz onun hayatı hüsrandır! Böyle bir bilgisizlik, sahiplerine sadece benzeştirmeyi vermiştir. Çünkü ayırt edici (bilgi), farkına varılmayacak şekilde giz­lenmiştir. Farkına varılmayan bir durumun bilinmesinden daha azı da yoktur. Bu durumda kendiliğinde halden Hakk girdiğini bilir, fakat han­gi konuda halden Hakk girdiğini veya kendisine neyin geldiğini bilemez. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Ona müteşabih verildi.*471 Yani birbirlerine benzeyen (şeyler verildi). Böylelikle insan, ilkinin İkincinin aynı oldu­ğunu zanneder, hâlbuki öyle değildir. Aksine ikinci ilkinin benzeridir (misi). Hakkı müşahede eden ya da bukalemunun müşahedesini tam olarak öğrenen (tahakkuk) kimselerin dışındakiler için, eşyada iki ben­zeri ayrıştıran özelliğin gözlem yoluyla idraki güçtür. Hayvanlar içeri­sinde Hakkın cher gün bir işte’ olma niteliğine bukalemundan daha iyi delili olan kimse yoktur. Öyleyse âlemde iki anda sürekliliği olan bir ni­telik veya hal olmadığı gibi iki kez ortaya çıkan bir suret de yoktur. Bil­gi ilkine de İkinciye de eşlik eder. Öyleyse O, ilktir, Sondur, Zâhirdir ve Bâtındır. Çoklukta hüviyeti birleyen O’dur. Çokluktaki birliği idrak edemeyen kimse, bu nitelikleri farklı yönlere ait nispet ve izafetler sayar ki, akılcıların yöntemi budur. Sûfıler ise, hüviyeti ve birliği kabul eder­ler. O’nun kendisinden ilk olduğu yönü, kendisinden Son, Zâhir ve Bâtın olduğu yönün aynısı sayarlar. Ebu Said el-Harraz bunu açiklamıştır. Öyleyse Allah Teâlâ adamları, Allah Teâlâ adına ancak kendilerinin sahip ol­dukları şeyi kabul etmişlerdir. Öte yanda oluşta ve bütün yaratıklarda da ancak Hakkın kendinde bulunduğu durum gerçekleşmiştir. Binaena­leyh her şey her şey ile irtibatlanmış, bir ile bir çarpılmış ve artmamış, çarpılanla bir olmuştur. Aynı şekilde bir ile hangi sayı çarpılırsa çarpıl­sın veya bir hangi sayıyla çarpılırsa çarpılsın, sonuç artmaz. Aksine so­nuç, çarpılan sayıyla aynıdır. Gerçek de öyledir. Öyleyse telvin, birin çoklukla çarpımıdır. Bu çarpımdan kendisiyle çarpılan çokluk veya bir­likten başka bir şey meydana gelmez. Hakk hiç kuşkusuz ki birdir. Bir şeyin kendisiyle çarpımı, kendisine nispeti demektir. Biz, yüce ve aşkın bir hakikatten (meydana gelmiş) çoklarız. O yaratma yoluyla bizimle ilişkili olmuş, biz ise varlığımız yönünden O’nunla ilişkili olmuşuz. Öy­leyse her kim kendisini yaratılmış ve var edilmiş olarak bilirse, Hakkı yaratan ve var eden olarak bilir. Alemin salt birliğine bakarsan, bir’i bir ile çarpmış olursun. Âleme bakarsan, bir’i çok ile çarpmış olursun. Âlem O’nun isimlerinin eseridir. Daha önce levaih bahsinde belirttiği­miz gibi eser, ismin sureti demektir. Öyleyse bu durumda Hakkın salt birliğini ancak isimlerinin suretleriyle (eserleri) çarpmış olursun. Bunlar ise O’ndan var olmuştur. Bu çarpımda sonuç, O’dur. isimler, çoktur. Nebevi haberde, bu isimlerin sayısı doksan dokuz olarak zikredilmiştir. Bunlardan fazla bilinen ve bilinmeyen isimler vardır. Hakikat bir, renk­ler mertebeler, telvin ise mertebelere nispettir. ‘Birdir’ dersen doğru söylemiş olursun. ‘Çokturlar’ dersen, yine doğru söylemiş olursun. Çünkü Allah Teâlâ’nın isimleri, farklı anlamlara ait olarak, çoktur. Hidayet eden Allah Teâlâ'tır.

İKİ YÜZ ON ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

Gayret (Kıskançlık) Hali

Başkalaşma onun düşünce olması halidir

Bilgi ile hüküm arasmda insanların gittiği bir şey yok

Hükümle bu nedir dersen, bilgi onu reddeder Hakikatten ret olarak, onda iflas vardır

Nicelik sahibi de öyledir, daha da cahildir

Gecenin karanlığında kılavuzun rehberlik etmediği kişiden

Hakkın koruması kendisinden uzak durmaktan daha iyidir Bu hükmün ise ünsiyeti yoktur

Bilmelisin ki, sûfılere göre gayret, üç kısma ayrılır: Hakta gayret, Hakka dair gayret ve Haktan gayret. Bu nedenle, benzerlik nedeniyle ilgili olduğu şeye göre, gayretin üç hali vardır. Bu bağlamda gayrete ge­lirsek, onun aslı, bir başkasının varlığı sabit ise ‘başka’yı görmektir. ‘Başka’ var ise, sûfılerden bu konuda aktardığımız ayrıntılı görüşler ge­çerli olabilir. Burada ‘sabit’ derken, (Haktan) ‘başka’nın dış varlığını kastetmekteyim, yoksa akli varlığını değil! Çünkü ‘başka’ hiç kuşkusuz ki akılda vardır. Fakat acaba akılda var olan bu şey dışta var mıdır, yok mudur? Mazharlarda zuhur edeni kabul edenler, başkanın varlığını ka­bul etmez. Bununla birlikte, onun ‘gayret5 diye ifade edilen hükmü ve hali sabittir. Bu, mazharın istidadının (kendinde) zuhur edendeki etki­sidir. Başka, dışta veya hal gereği, birçokluğu zorunlu kılar. Bunun böyle olması zorunludur. Hiç kuşkusuz ki çokluk, akledilir bir şeydir. Fakat acaba onun bir dış varlığı var mıdır, yok mudur? Bü konuda gö­rüş ayrılığı vardır. Bazılarına göre, dışta ortaya çıkan bu çokluk, tek bir hakikat ile fiilen var olan farklı hallerden ibarettir. Çokluğun bu hakikat olmaksızın varlığı yoktur. Öyleyse çokluk, nispederden ibarettir ve do­layısıyla dış varlıkta onun dış bir gerçekliği yoktur. Bazılarına göre ise çolduk dış varlığa sahiptir. Böyle düşününler, (çokluğun kendisiyle var olduğu) tek hakikati veya mazharlarda zuhur edeni kabul etmez. Çünkü görülen çok olandır, yoksa çokluk değildir. Bu yoruma göre çokluk akledilir, çok olanlar ise görülen ve var olandır. İşte eşyada gayret hali­nin hükmü buradan ortaya çıkmış, İlah Teala da gayret özelliğiyle nite­lenmiştir. Bir şey ‘şeyler’ olmadıkça, kendinden başkası olamaz. Şeyler olduğunda ise, her bir şey diğerinden başka haline gelir. Hakk ise ‘şeyler’ değildir ve dolayısıyla ‘başka’yı kabul etmez. Kuşkusuz ki Hakk, gayûr (başkalığı kıskanan) olmakla nitelenmiştir. Taşkınlıkları yasaklaması da O’nun ‘gayret’inden kaynaklanır. Öyleyse zikrettiğimiz hususu dibiyle başıyla düşünürsen, ‘taşkın’ın mahiyetini ve hangi fiilin bu kapsama gi­rip hangisinin girmediğini anlarsın. Öyleyse başka gerçekte sabittirsabit olmayandır, odur-o olmayandır.

Bu bağlamda Haktaki gayrete gelirsek, münker ve taşkınların gö­rülmesi halindeki gayrettir. Hakk kendisini bu gayret ile nitelemiş, Mele-

i   a’la, peygamberler ve salih müminleri de kendisiyle nitelemiştir. Buna göre gayret, doğaya kazılıdır ve bu nedenle gayretin olması zorunludur. Şu var ki gayret, övülen ve kınanan diye iki kısma ayrılır. Biz övülen gayret hakkında konuşmaktayız ve o Haktaki gayrettir. Bu anlamıyla gayret, en çetin meselelerden birisidir. Çünkü Hakk, gayretinden dolayı taşkınlıkları yasaklamıştır. Âlemde ‘taşkınlıklar’ gerçekleştiğinde ise, dünyada veya ahirette Allah Teâlâ’nın onu cezalandırmada acele ettiğini gör­medik. Buradan şu sonucu çıkarttık: Bu cezalandırmaya büyük bir en­gel olmalıdır ve bu engel (cezalandırmayı gerektiren isimden) daha kapsamlıdır. Bu engelin ilahi gayret ile ilişkisi, ilahi bilginin kudret ile ilişkisi gibidir. Çünkü kudret, sonsuz şeylere ilişse bile, bilginin kendi­sinden daha kapsamlı olduğundan tereddüt etmeyiz. Çünkü bilgi kud­rete olduğu gibi mümkünlere, zorunlulara, imkânsızlara, olanlara ve olmayanlara da ilişir. Bununla birlikte delil, sonsuz olanın sonsuz olan­dan üstün olamayacağı bilgisini verir. Kıskançlığın kendisine karşı ger­çekleştiği bir fiilin kendisinden çıktığı kimsenin cezalandırılmasının ter­kini gerektiren sebepte de aynı durum söz konusudur. Bu sebebin gay­ret halinden daha güçlü olması kaçınılmazdır. Bütün bunlar, Hakka da­ir (gayretin) durumuyla ilgilidir.

Yaratılmış söz konusu olduğunda ise, nefsin başkalaşması (veya gayrete kapılması) kaçınılmazdır. Yaratılmış Hakk karşısında yükümlü­dür ve bu zorunludur. Bunu bulamayan yükümlü ise, kınanmıştır. Çünkü insan (taşkınlığı) eliyle, sonra diliyle ve -nefiste bulunursade­ğiştirmekle ve başkalaştırmakla yükümlüdür. Bu ise imanın en zayıf de­recesidir. Öyleyse gayret hali, Allah Teâlâ’nın razı olmadığı bir iş gerçekleşti­ğinde, kişinin nefsindeki durumun başkalaşması olarak bulduğu haldir. Bu durumun kendinden veya bir başkasından meydana gelmesi duru­mu değiştirmez. Hatta bu nitelikteki insan masumdur. Çünkü gayreti gerektiren bir fiilin kendisinden ortaya çıkıp da kıskanılmayan kimse, aynı şeyi başkasından gördüğünde kendisi gayrete kapılır. Böyle bir gayret, ilahi-gerçek gayret değil, sadece nefs kaynaklı bir gayrettir ve

Hakka yaklaşmaya vesile olmaz. (Hakkında konuştuğumuz) Gayret, ilahi-gerçek gayrettir. Fakat Allah Teâlâ ehlinin çoğu onun farkına varamaz. Onu ancak Hakkı hakkıyla bilenler anlayabilir. Çünkü Allah Teâlâ, yaratıkla­rından çok daha kıskançtır (gayûr) ve kıskançlığı gerektiren fiilin faili de O’dur. Bu fiilden dolayı da genel anlamda bir ceza vermez. Aynı şey, belirli bir fiil nedeniyle Zeyd’e karşı kıskançlık gösteren kimsenin dav­ranışında geçerlidir. Aynı fiil kendisinden ortaya çıktığında ise, kıskanç­lık meydana gelmez. Bu nedenle ‘bu hal sahibi, kendisi ve başkası hak­kında genel anlamda kıskançlığa kapılana göre, Hakkın kıskançlık nite­liğiyle nitelenmede daha Hakk sahibi ve önceliklidir’ dedik. Bu nedenle de masum ve korunmuş diye isimlendirilir. Böyle birinden kıskançlığı gerektiren fiil meydana gelmemiştir. O, genel anlamda övülmüş ve şeri­at tarafından beğenilmiş kişidir. Diğeri ise, zorba bir insan yaratılmışlar tarafından kınandığı gibi, kınanmıştır. Bununla birlikte ‘zorbalık’ ilahi bir niteliktir. Aynı şekilde, özel anlamda gayret ile müminin nitelenmesi uygun değildir. Aksine mümin, Hakka dair genel anlamda gayret sahibi olmalıdır. Bu durumda Allah Teâlâ kendisini över ve metheder.

İyice düşünürsen kendisiyle rahata erebileceğin gayretin sırlarından birisine dikkatini çekmiş oldum. Onu kullanmazsan, bedbaht olursun. Öyleyse herhangi bir sınırlama yapmaksızın genel anlamda Hakk için kıskanç olmalısın!

Hakka karşı kıskançlık haline gelirsek, bu, (sırları algılayan idrak mahalli anlamındaki) ‘sır’ları ve esrarı saklamaktır. Bu hal, Melamilerden gizlilerin ve iyilerin halidir. Onlar, makamları tanınmadığı için, meçhul kimselerdir. Dolayısıyla onlarda Allah Teâlâ’nın kendilerine dönük ina­yetinin bilinmesini sağlayan herhangi bir belirti gözükmez. Onların hal­leri, bulundukları yerin hikmetine göre, makamlarını gizler. Onlar, tar­tışma yerlerinde görünmezler. Bunun nedeni, o yerde efendilerinin -Ki Haktıruluhiyetinin tartışma konusu haline getirilmiş olmasıdır. Bu grup ise, efendilerini hakka’l-yakin olarak tanımış, bu tanıma, efendile­rinin gizli kaldığı yerlerde görünmekten onları alıkoymuştur. Bu neden­le sıradan insanların yerine getirdiği ibadederi yerine getirme yolunu seçmişlerdir. Bu ibadetler, onların genellikle ‘Allah Teâlâ ehli’ diye isimlendirilmelerine imkân tanımaz. Çünkü bazı velilerin hallerinde gözüken ha­rikulade olaylar gibi, sıradan insanlardan ayrışmalarını sağlayacak her­hangi bir fiil (söz gelişi keramet gibi) kendilerinden ortaya çıkmaz. Ya da münker işleri değiştirmek gibi bir fiil onlardan ortaya çıkmaz. Bu değiştirme ortaya çıktığında, işaret edilebilecek şekilde, genel değiştir­meden farklılaşır. İşte bu, Hakka karşı gayret halidir.

Haktan dolayı gayret haline gelirsek, bu, Hakkın velilerini sakın­masıdır. Çünkü Hakk onları diğer kullarından gizlemiştir. Bu nedenle gizlenme onlara sevimli gelmiş, Allah Teâlâ onlara bulundukları yerin hük­müne göre mârifete ulaştırmıştır. Böylelikle onlar da efendilerinin nite­liğiyle nitelenmişlerdir. Böylece onlar, Allah Teâlâ nezdinde alışkanlık perde­lerinin ardında bulunmuşlardır. Öyleyse onlar, Allah Teâlâ’nın sakındıkları ve gelinleridir. Binaenaleyh Allah Teâlâ onların nezdinde nasıl ise, onlar da Allah Teâlâ’nın nezdinde öyledirler (gizli). Onlar, O’ndan başkasını müşahede etmediği gibi O da onlardan başkasına bakmaz. Onların gidişatlarını tanımak isteyen kimse, Hakka karşı gayret yolunu takip etmeli ve böy­lelikle onların .sülüklerine katılmalıdır.

Bazı sûfiler ise Hakka karşı gayretin gafil dillerle zikredilmesi oldu­ğunu söylemiştir. O’nu zikreden herhangi bir dil, gafil değildir. Aksine hakkı zikreden her dilin sahih bir meyvesi vardır ki, bu dil sahibinin ne­fesinden bir niyet kendisine eşlik etmese bile, zikreden -yani dilona ulaşır Öyleyse kimse O’nu gaflede zikretmemiştir. Aksine her zikir ‘Her şey O’nun hamdini tespih eder, fakat siz anlayamazsınız472 ayetinden orta­ya çıkar. Bunlar da öyledir. Öyleyse bu sözü söyleyen insanın adamlık’tan nasibi yoktur. Aynı durum, böyle nezih bir güzelliğe bakmaktan uzak duran kimsenin gayreti için söz konusudur. Heyhat! Hangi bakış sana aittir ve bakışı kendinden kaynaklanan varlık nerededir? O’ndan başkasına mı bakılır? Ey şirk koşan! Böyle bir söz söylemekten utanmı­yor musun? Öyleyse Haktan gayret hali, senin Hakk olman ve gayrette gayretin Hakk ile ilişkisi gibi bulunmandır. Böyle bir durumda, neyden dolayı gayret edildiğine bakar, o Hakk göre davranırsın. Çünkü Hakk, eş­ya arasında başka ve ayrımın ve temyizin bulunmasını ister. Buna ya­parken ilave bir zâtın veya varlığını ispattan veya tek bir hakikatte ol­madan çokluğu reddetmekten sakınmalısın. Öyleyse çokluğu sabidik bakımından kabul et, varlıktan ise olumsuzla! Birliği ise varlıkta olumla, sübuttan dışla! Bunu bilmelisin!

İKİ YÜZ ON DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

Hürriyet Hali

Fetâ’nın hali onun aynı olunca

Öyle biri hürdür, olmasa bile!

Var olmayan yok iken

Varlık vermesiyle olacaktır

Kulun hürriyeti malul

Özgürlük sadece ‘ol’ diyenin

Ey hür! Muhtaç olma sakın (bir mümküne)

Mümkünün yoksulluğu seni de zayıflatır

O zorunludur, bak ne görürsün!

Sen de zorunlusun, gerçek ortaya çıktı

Onun zenginliğini bizim yoksulluğumuza kat

Bence bu en güçlü cennetlerdendir

Bilmelisin ki, sûfilere göre hürriyet, bütün yönlerden tamamen azatlığı istemek demektir. Bu durumda insan, Allah Teâlâ’nın dışındaki her şey olma hürriyetini elde etmiş olur. Bize göre hürriyet ise, Hakkın niteli­ğiyle kulun niteliğini ortadan kaldırmasıdır. Bu ise Hakk kulun duyması, görmesi ve bütün güçleri olduğunda gerçekleşir. Kul ancak Hakkın var­lığıyla izale ettiği bu niteliklerle kuldur. Bununla birlikte söz konusu kulun varlığı sabittir. Hakk, memluk olmaz. Bu durumda bu mahal, ‘hür’ olur. Çünkü bu niteliklerle nitelenmediği sürece kendiliğinden bir anlamı yoktur. Bunlar, bizzat Haktır. Fakat hakkın nitelikleri onlarm aynı değildir. Böylelikle şahsın varlığı, ‘Ben onun duyması oldum’ sö­zündeki zamirin varlığıyla sabit olmuştur. Buradaki zamir (hu), kulun dış varlığıdır. Nitelik ise, kulun değil, hakkın aynıdır. Böylelikle bu şahıs adına hürriyet sabit olmuştur. Öyleyse o, şanına yaraşır şekilde Hakkın aynı olan -yoksa O’ndan başka olmayanbu niteliklerin hü­kümlerinin mahallidir. Hakkın niteliği ise kendi sıfatıyla değil, kendisiyledir. İşte bu şahıs kendisi bakımından odur, niteliği bakımından ise o değildir.

Senin niteliğin madum, aynın ise zahir

Sen onun için evvelsin, o senin için ahir iken

Sen onun mülkü. Sen onun kulu değilsin

Sen zorlanan değilsin, zorlayanın kendisisin

Gerçekte Hakk için ‘hür’ denilemez, fakat ‘köle değildir’ denilebilir. Çünkü Hakk, zâtına ait olumlu niteliklerle değil, selbi nitelikle bilinebi­lir. Fakat mazharların kendilerinde zuhur eden olması bakımından Hakta bir hükmü vardır. Böylelikle, örfe göre, eksiklik, tamlık ve kemal nitelikleri gibi, mazharla ilişkilendirilen bütün nitelikler, Hakk ile ilişkilendirilir.

Hakk var, yok başkası

Onun zuhur eden varlığı, kulun aynı

Ama sen yine de ‘onların aynıdır’ deme

Sen benim dediğimi söyle, ekleme bir şey

İlahi şeriadarın dilleri, bunu mecaz olarak değil, hakikat olarak dile getirmişlerdir. Teorik-akli deliller ise, ilahi mertebeden böyle bir şeyi olumsuzlarlar. Şeriatlar kendisini getirdiğinde ise, onların arasından de­rin bilginler, böyle bir şeyi tevil ederler. Bunun nedeni, Hakk onların görmesi olmadığı için, keşiften mahrum kalmalarıdır.

Eksikliğine rağmen fikre bağlandılar

Ama ışığından hiç aydınlanmadılar

Zâtını gözlerden gizleyen münezzehtir!

Nitelikleriyle yaratıklarında izhar eden kendini

Öyleyse ne hür var ne köle!

Artık sözleşme nerede, vaat nerede!

Sonsuz varlık Allah Teâlâ’nındır Önceden ve sonradan!

Bilmelisin ki, hür, şeylerin ve işlerin gemini elinde tutan kimsedir. Onlar kendisine sahip olamaz, o onlara sahiptir, onlar kendisini yönlendiremez, o onları yönlendirir. Böyle biri, iki mertebede de yoktur. Çünkü Allah Teâlâ ‘Bana dua edin ki size karşılık vereyim473 der. Allah Teâlâ, bizi da­vet ettiğinde, kendisine olumlu karşılık vermemizi istemiştir. Böylelikle hem kul hem Hakk yönünden ‘yönlendirme’ gerçekleşmiştir. Kulun dua­sı ve dileği olmasaydı, Hakk ‘mücîb (duaya karşılık veren)’ olmazdı, hâl­buki duaya karşılık vermek, O’nun bir niteliğidir. Öyleyse kuldan Hak­ta tasarrufta bulunabilme nedeni meydana gelmiştir. Kuşkusuz Haktan kulda tasarruf meydana gelmiştir -yoksa onun nedeni değil-. Bu ortak­lık, Hakk ile kul arasında gerçekleşmiştir. Öyleyse bu niteliğe sahip biri­sinden mutlak anlamda hürriyet gerçekleşmez. Gerçekte hürriyet bir varlığa sahip değildir. Çünkü (varlıklar arasındaki) görelilikler, bunu imkânsızlaştırır. Fakat hürriyetin hakikati, âlem O’ndan kendisi nede­niyle -başka bir nedenle değilortaya çıkmış olsa bile, Zât’ın âlemlerden müstağniliğinde bulunur. O, âlemlere muhtaç değildir ve bu nedenle hürdür. Âlem ise O’na muhtaçtır. O halde âlem köle ve kuldur. Dolayı­sıyla hiçbir zaman âlemdekiler hür olamaz. Uluhiyet kendilerini yü­kümlü tuttuğu hükümlerle -ki uluhiyet ancak bu hükümlerle zuhur edebilironları talep ettiğinde, görelilikler ortaya çıkar. Bu durumda (Hakk ve kul) iki tarafta da iş, birbirine bağlanır. Hürriyet ise, birbirine bağlı ve göreli İki taraftan herhangi birisinde bulunmayı kabul etmez. Bu bağlamda bazı kimseler ‘Hakk maruftur, dolayısıyla bilinmez’ derken bazıları ‘Hakk meçhuldür, bilinmez’ diye iddia etmiştir. İşte, kolay anla­şılacak ve öğrenilebilecek şekilde, hürriyet halini kısaca özedemiş olduk.

İKİ YÜZ ON BEŞİNCİ BÖLÜM

Latifenin Bilinmesi ve Sırları

Açıklanmaktan uzak manalar vardır Bunlar Rahman’ıtı bizdeki latifeleridir

Uzaktan bize onlarla işaret eder Biz de işaretlerine selam veririz

Allah Teâlâ onları öyle kalplere ihsan etti ki Arzu onları an be an coşturur

Kınanmış arzu değil o, fakat Sevgidir, ondan dolayı müptela olduk

Allah Teâlâ ruhu’l-kuds ile sana yardım etsin, bilmelisin ki, Allah Teâlâ ehli lati­fe sözünü iki anlamda kullanırlar. Bunu bazen insanın hakikatini anlat­mak üzere kullanırlar. Bu anlamda latife, bedenin bineği, yönetim yeri ve maddi-manevi bilgilerini elde etme araçları olduğu anlamdır. Aynı zamanda latife’yi anlamı ince bütün işaretleri anlatmak üzere kullanır­lar. Söz konusu anlam, anlayış gücüne parıldar, fakat dile gelmez. Bu işareder, zevk ve haller ilmi kapsamındadır. Öyleyse bu işareder, bilinir fakat aktarılamaz. Gerçekte tanımlanmış olsalar bile -çünkü kendiliğin­de tanımı ve hakikati olan her şeyin ifade edilebilir olması zorunlu de­ğildirtanıma gelmezler. Bu durum anlayış sahiplerinin söylediği ‘Şey­lerin bir kısmı tanımlanırken bir kısmı tanımlanmaz’ sözlerinin aynıdır. Başka bir ifadeyle dil, dinleyenin anlayacağı şekilde, hakikatini ve tanı­mını ifade etmekten acizdir. Zevk ilimleri de bu tarz ilimlerdir.

Sonra, sûfıler, latifenin (anlamını) genişletmiş, ‘Örneklendirilmesi güç, bütün ince anlamlar -bir görüşe göre Rical’den ferdere özgü olsa bilelatife diye isimlendirilmiştir. İlahi isimlerden birisi, el-Latiftir. Bu ilahi ismin hükümlerinden birisi de, sebepleri kesilmiş maddi ve manevi rızıldarı sahiplerine -onların farkında olmadığı yöndenulaştırmaktır. Bu durum ‘Farkında olunmayan yönden rızıklandırırH7i ayetinde belirtilir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in cennet hakkında söylediği ‘Orada gözün görmediği, kulağın duymadığı ve hiçbir insanın aklına gelmeyen şeyler vardır’ ifa­desi de el-Latif isminden kaynaklanır.

Allah Teâlâ seni razı olacağı işlere ulaştırsın, bilmelisin ki, kul farkında olmaksızın Allah Teâlâ’dan bir latife meydana gelebilir. Kul bunu himmetiyle müridine veya Allah Teâlâ’nın dilediği bir kuluna -o kul farkında olmaksızınşeyhin kastıyla aktardığında, bu durumda o kişinin ‘latife sahibi’ olduğu söylenir. Böyle bir ulaştırma ancak el-Latif ismiyle ahlaklanan adına gerçekleşebilir. Farkına varılırsa, onu ulaştıran kimse, latife* sahibi de­ğildir. Mürit veya anlamın ulaştırıldığı kimse kendisine ulaşan şeyin o şeyhten geldiğini -hüsnü zan ile veya tahmin ederek veya kestirerek de­ğilkesin bir bilgiyle öğrenirse, böyle bir şeyh o konuda latife sahibi değildir. Çünkü bu makam sahibinin belirgin özelliği, (müride veya başkasına) ulaşan nimetin kendinden kaynaklandığının -kabaca değilayrıntılı olarak farkına varılmasını engelleme ve tenezzülsüzlüktür. Ni­tekim Allah Teâlâ da genel anlamda Rızık veren diye bilinir. Fakat bu rızkın sahiplerine nasıl ulaştığı ayrıntılı ve kesin bir şekilde bilinmez. Hakk ise onu el-Latif isminden bilir. Hakkın rızkı nasıl ulaştırdığı bilinirse, elLatif isminden değil, başka bir ismin hükmünden ulaştırmıştır. Böyle ulaşan şey ise ‘latife’ diye isimlendirilmez. Öyleyse (bir şeyin latife ol­ması için), ulaşma tarzının (ayrıntılı olarak) bilinmemesi gerekir. Bu nedenle de insanın hakikati latife diye isimlendirilmiştir. Çünkü o, be­den düzenlendiğinde onu yönetmek üzere ilahi üflemeden meydana gelmiştir. Bu üfleme, ‘Onu düzenlediğimde, kendisine ruhumdan üfledim475 ayetinde Allah Teâlâ’ya izafe edilen ruhtur. Söz konusu olan, daha önce ele al­dığımız, ilahi nefestir. Öyleyse bu ruh, niteliği olmaksızın, genel an­lamda Allah Teâlâ’ya nispet edilen ilahi ve latif bir sırdır. Üfleme vesilesiyle dışta varlığı ortaya çıktığında ise, onun varlığı varlıktan olmuştur, yok­luktan değil! Başka bir ifadeyle bu esnada olan şey, bu bedeni yönet­mek üzere, görevlendirmenin kendisine izafesiydi. Bu durum, konuşa­nın nefesinden harfin ortaya çıkmasına benzer. Bu bineğe (beden) bir takım araçlar verilmiştir. Bu araçlar, ruhun kendilerini ancak kendileri vasıtasıyla algılayabileceği maddi ve manevi bilgileri idrakini sağlar. Bu da onun ‘latif olmasından kaynaklanır. Çünkü kelamcılardan bazı akıl­cıların bildiği gibi, bu araçların tavassutu olmaksızın ruhun (vasıtalı el­de ettiği bilgiler anlamında) bu durumu bilmesi aklen mümkündür. Fakat böyle biri zayıf düşüncelidir. Çünkü biz araçlar derken idrak ma­hallinde bulunan bir anlamı kast etmekteyiz. Başka bir ifadeyle biz, ku­lağı, gözü, burnu değil, görmeyi, duymayı ve koklamayı kastetmekte­yiz. Ruh duyulanı -kulak sahibi olması yönünden değilduyma özelli­ğine sahip olması bakımından algılar. Aynı şekilde görüleni -göz orga­nına sahip olması yönünden değilgören olması halamından algılar. Öyleyse bu araçların (ruha) izafetleri ortadan kalkmaz. Geride şuna bakmak kalır: bunların hakikati neye döner? Acaba latifeye ilave bir ta­kım durumlara mı döner, yoksa sadece ve sadece latife’ye mi döner? İd­rak edilenlerin değişmesiyle, bu konuda hükümler de değişir. Hakikat ise birdir. Bu, keşif ehlinden ve doğru akıl sahiplerinden muhakkiklerin görüşüdür. Latifenin dış varlığı ortaya çıktığında -ki insanın hakikati demektirbu çıkış, aynı zamanda -latifeler yönündenbedeni yönetişi­nin kendisidir. (Latifeler yönünden dedik), çünkü latif ruhun varlığı nedeniyle hayatın bedenle irtibatının niteliği bilinmez. Bunun nedeni, doğanın bedene kazandırdığı hayat ile aradaki ortaklıktır. Doğanın ka­zandırdığı hayat, hayvani ruhtur ve bu sayede arada bir tür ortaklık or­taya çıkar. Bu durumda insan şunu bilemez: Bedenin bu hayvanı canlı­lığı, gerçekte, ilahi ruhtan ortaya çıkan yükümlü ve muhatap latife’ye mi aittir, yoksa doğaya mı, yoksa her İlcisine birden mi aittir? Bunu sa­dece keşf ve vecd ehli zevk yoluyla bilebilir (ehl-i keşf ve’l-vücûd). On1ar bilir ki, âlemdeki her bir şey, canlıdır (hay) ve keşif ehline göre ha­kikatinin gerektirdiği şekilde kendisine ait açık bir dille Rabbinin övgü­sünü tespih eder. Keşif ehlinin dışındakiler ise, bunu asla bilemezler. Öyleyse onlar, donuklar, bitkiler ve hayvanlardır. Fakat her şeyin canlı olduğunu, kendilerinin ise bunu fark edemediğini bilmezler. Nitekim onlar, Allah Teâlâ yolunda öldürülen şehiderin canlı olduğunu fark edemez. Allah Teâlâ ‘Allah Teâlâ yolunda öldürülenlere ölü demeyin, onlar diridir, fakat siz fark edemezsiniz5476 buyurur.

Bu latifenin bu bedeni yönetmesi, bu bedenle birlikte olduğu süre­ce elde etmiş olduğu -ki özellikle aydınlanmış bedenler için bu durum söz konusudurbilgi ve mârifederin bekası için gereklidir. Bu noktada Allah Teâlâ ehli iki kısma ayrılır: Birincisi bu bedenden ayrılma esnasında ‘soyutlanma’yı benimseyenlerdir. Onlara göre latife, bedenin (ve mizacın) lıuy ve mârifederinden bir takım haller ve yapılar kazanır. Bunlarla tec­rit âleminde benzerlerini tanırlar. Böylelikle de kemal derecesini talep ederler. Bu sınıf, Allah Teâlâ ehlinden olsa bile, keşif ehli değildir. Aksine bu gruba hakim olan fikir gücüdür ve teorik düşünme onlarda etkindir. Allah Teâlâ ehlinden olan diğer kısım ise -ki onlar Hakk ehlidir-, her ne zaman gerçekleşirse gerçekleşsin, ayrılmaya önem vermezler. Çünkü onlar sü­rekli ve daimi olarak bilgi artışı içindedir. Onlar, dünyada, ahirette veya berzahta doğal maddelere veya unsur kaynaklı maddelere ait yönetimin ehlinin hükümdarlarıdır. Onlar, bedenlerin diriltilmesini kabul eden doğru keşif sahipleridir. Çünkü ilahi latife (insanın hakikati), tedbir ve tafsil etmek (anlamındaki el-Müdebbir ve el-Mufassıl isimlerinden) or­taya çıktı. Yönetilen bir beden, onun varlığının ilkesidir. Öyleyse latife bu hakikatten ayrılamaz. Uyku esnasında kendisini gördüğü durumu tam olarak anlayan kimse, söylediğimizi de anlar. Çünkü Allah Teâlâ uyuya­nın rüyasında gördüğü şeyi bir örnek olarak verdiği gibi bu uykudan uyanmayı da haşir için başka bir örnek olarak vermiştir. Birincisi (uyu­mak), dünya âleminden ayrıldıktan sonra ölünün gideceği yerdir. ‘Fakat insanların çoğu bilmez™77,‘Onlar dünya hayatının zahirini bilirler. Ahiretten ise habersizdirler:i7S

Binaenaleyh biz, dünyada, ahirette ve berzahta sürekli bir yükseliş­te ve daimi bir bilgi artışındayızdır. Araçlar ise, bu menziller, mertebe ve hallerde insanın latifesinden ayrılmaz ve kendisine eşlik ederler. Bu latife için bedbahdık, tıpkı artış veya eksilmeyle ahlat-ı erbaanın (dört karışım) bozulması nedeniyle dünya hayatında kendisine ilişen hastalık gibi, ona ilişmiş geçici bir durumdur. Fazla azaltılıp ya da eksiğe ilave yapılıp denge meydana geldiğinde hastalık ortadan kalkar, sağlık yeni­den ortaya çıkar. Aynı şey, latifeye ahirette ilişen bedbahdık için söz konusudur. Sonra varış, mutluluğa olacaktır. Bu mutluluk, cennet veya cehennem hangi yerde olursa olsun, yapının doğrulması demektir. Çünkü her bir yeri dolduranların olacağı sabittir. Allah Teâlâ bizi bilgi ve marifetlerinin mizacını koruduğu kimselerden eylesin. İşte bu, insan latifesi (latife-i insaniye) dişe isimlendirilen hakikatin bir yönüdür. Sade­ce insanın değil, her cismin ruhani-ilahi bir latifesi vardır. Sureti bakı­mından ona bakar. Bunun böyle olması zorunludur. Suretin ve yapının bozulması ise, her nerede gerçekleşirse gerçekleşsin, ölüm demektir.

Sûfıler latifeyi başka bir anlamda da kullanmıştır. Bu anlamda işa­ret, dile gelmeyen ve anlama gücüne parıldayan bütün işaretlerdir. Bil­melisin ki, Allah Teâlâ ehli, işareti uzaktan çağırma ve illet gözüyle sırrı ifşa anlamında kullanmışlardır. Fakat işaretlerdeki taksimde farklılık gözü­kür. Şöyle ki: Uzaktan nida demek olan işaret, ifadeye gelmeyen şeyi taşımak demektir. Aynı şekilde mesafenin uzaklığı nedeniyle sesin ula­şamadığı fakat gözü olan kimseye işaret etmek de böyledir. Böylece is­tenilen şey ona işaret edilir, o da anlar. Bu durum sûfilerin ‘uzaktan ni­da’ derken kast ettikleri şeydir. Binaenaleyh dile gelmeyen bütün bilgi­ler, sesin ulaştırılamadığı kimse gibidir. Böyle bir insan işaret eden kim­seden uzak olsa bile kendisinden istenilen şeyden uzak sayılmaz. Çünkü işaret, sözün kendisine anlatacağı veya sesin duyuracağı şeyleri kendisi­ne bildirebilir. Kesin olarak bilirsin ki, işaret eden Hakk olunca -ki Hakk kulun ayırıcı özelliği olan tanımdan uzaktır ve bu kaçınılmaz olarak gerçek bir uzaklıktır-, durumun böyle olması zorunludur. Öyleyse işa­ret, zorunludur! Burada işaret latife demektir. Çünkü o (ya da işaret edilen şey), farkına varılmayan gizli-Iatif bir anlamdır. Sonra, (Hakk ile kul arasında) bir uzaklık olmasa bile, bu, illet gözüyle ilandır. Şöyle ki: Sağır konuşana yalan olabilir, fakat bu yakınlık, kendisine bir yarar sağ­lamaz. Çünkü sağırlık nedeniyle ses kendisine ulaşmaz. Bu nedenle ya­kın olmasına rağmen kendisine işaret edilir. Nitekim Hakk kulunun di­liyle ‘Allah Teâlâ kendisine hamd edeni duydu’ der. İşte bu, illet var olsa ve ortaya çıksa bile, yakınlığın en ileri noktasıdır. Çünkü bu yakınlıktan daha çoğu, şu ifadede belirtildiği halde olmaktır. Allah Teâlâ ‘Namazı kendim ile kulum arasında ikiye böldüm’ diyerek ayırmış ve tafsil etmiştir. Bu yakınlık nerede, kendi sözünü onun sözü yaptığı kimsenin yakınlığı ne­rede? Konuşan ve söz söyleyen odur, O değil! Böyle bir yakınlık malul yakınlıktır. Öyleyse bu, sûfilerin ‘illet gözüyle ifşa’ dedikleri durumdur ve bu nedenle latife diye isimlendirilmiştir. Çünkü bu yakınlık, Rabbi kula dercetmiştir. Allah Teâlâ ‘Allah Teâlâ’nın kelamını duyana kadar kendisini komşu edin*79 der. Burada Allah Teâlâ’nın kelamıyla konuşan Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’di. Allah Teâlâ ‘Ben onun duyması, görmesi ve dili olurum’ demiş­tir. İşte bu, Hakkın yaratıkların suretinde gözükebileceği en latif tarz­dır. Bu ise, Hakkın bildirmesiyle (bilinir), niteliği ise bilinmez ve bir aralık ortaya çıkmaz. Öyleyse ‘O’nun benzeri bir şey yoktur, O duyan ve görendir0        -

Sonra, annelerin evladarına olan sevgi ve şefkati de bu konuyla ilgi­lidir. Bunun yanı sıra, vatan sevgisi, alışkanlıklara duyulan özlem bu konuyla ilgilidir. Bunlar, genel anlamda, iki şey arasındaki karşılıklı iliş­kilerdir. İnsan bu ilişkilerin nedenlerini öğrenmek istese, bunu başara­maz, sadece bir kıyaslama yapabilir. Hakkın bilgilendirdiği kimse ise onları bilebilir. O, varlığın aslından ilham ile işin gerçekteki halini bi­lendir. Çünkü Hakk varlığın aynıdır.

İKİ YÜZ ON ALTINCI BÖLÜM

Fetihlerin Bilinmesi ve Sırları

Fetihler, bütün rahatlıklardır O bir azaptır da; öyleyse geldiğinde sevinç olmaz

Ta ki göz onun neyi getirdiğini görene dek Onu görünce, ister sevin ister üzül

Rüzgar dilediklerine Rahman’dan bir müjde Her kime niyetlenirse, rahmettir rüzgar ona

Bazen hazırlıksız kimseye de azap olabilir rüzgar

Tıpkı Ad’ın rüzgarı gibi, sabit bir şahidin bildirdiğine tanıklığıyla

Ondaki tuzak gizli, ona hazırlık ol

Belki başarıyı ve doğruluğu elde edersin

Allah Teâlâ seçkin kullarını desteklediği şeyle bizi ve seni de desteklesin, bilmelisin ki: Sûfilerde fetihler, üç türdür: Birinci tür, zahirde ibare fe­tihleridir. Onlar şöyle demiştir: Bunun sebebi, niyetin ihlaslı olmasıdır. Bu bana göre doğrudur ve ben de onu tattım. Bu durum Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Bana cevamiü’l-kelim verildi’ hadisinde belirttiği şeydir. Kuran’ın icazı da bu kapsamdadır. Bir vakıada bu meseleyi sorduğumda bana şöyle denildi: ‘Bir harf eklemeden veya içinde bir karışıklık olmak­sızın, doğru ve kesin olarak gerçekleşen şeyden haber vermelisin. Ko­nuşman bu özellikte olduğunda, icaz özelliğine sahip demektir.’ ikinci tür fetihlere gelirsek, bunlar, batinda halavet fetihleridir. Sûfıler şöyle demiştir: ‘Bu, Hakkın ihsanlarını çekmenin (cezb) sebebidir.’ Üçüncü tür ise, Hakkı mükaşefe etme fetihleridir. Sûfıler şöyle der: ‘Bu, Hakkı bilme sebebidir.’ Bütün bunların ortak paydası şudur: Herhangi bir ça­ba, gayret ve talep olmaksızın sana gelen her şey, ister zahir ister bâtında olsun, fetihtir. Fethin kendisini tadan kimsede bulunan bir be­lirtisi vardır. Bu belirti, fetihten başka bir şeyi veya düşünmenin sonuç­larını almamaktır. Bir şeyin fetih olmasının şartı, fikrin kendisine eşlik etmemesi ya da fikir mahsulü olmamaktır. Şeyhimiz Ebu Medyen fetih hakkında şöyle derdi: ‘Allah Teâlâ’nm buyurduğu gibi, bize taze et yedi­rin, kurusunu yedirmeyin.’ Başka bir ifadeyle bize, sadece Allah Teâlâ’nın kalp­lerinizde size açtığı fetihleri aktarın, başkalarının fetihlerini bize aktar­mayın. Ebu Medyen’in bu sözüyle, dosdarının himmederi (bilgiyi doğ­rudan) Allah Teâlâ’dan almak üzere yükselirdi.

Kardeşlerim! Bilmelisiniz Ki, Fetih makamı, gerçek bir mizana muhtaçtır. Bu yönüyle fetih, gizli tuzağın ve aldatmanın bulunduğu bir makamdır. Çünkü Allah Teâlâ fethi ‘gökten ve yerden berekeder getirmekle’ zikrettiği gibi azap ile zikretmiştir. O kadar ki akıllı insan, kendisine ne­yin açıldığını görmeden bir kapının açılmasından (feth) sevinmez. Bazı sûfıler ölüm halinde şöyle demiştir: ‘Bu benim şu kadar küsur yıldır çaldığım bir kapıdır, işte şimdi açılıyor. Ad kavminin ne dediğini bilmi­yorum. ‘Bu bize gelen bir yağmurdur.’ Alışkanlıklar onları perdelemişti. Bunun üzerine onlara şöyle denildi: ‘İşte bu sizin aceleyle istediğiniz şey­dir. Onda büyük bir acı vardır.™1 Öyleyse, kendisinde neyin bulunduğu­nu bilmedikçe, fetih nedeniyle mağrur olma ve de ki: ‘Rabbim benim bil­gimi artır.™2

Alemdeki ilahi fetihler iki şekilde gerçekleşir: Birisi (kapıyı) çala­rak, diğeri kendiliğinden! Çalarak gerçekleşen fethe gelirsek, Allah Teâlâ böy­le bir fethin neyi getirdiğini bilir. Çünkü çalma, onlara göre, açılacak şeyin de delilidir. Sûfiler, ‘fetih’ derken, bu tarz fetihleri amaçlamaz. Onların ‘fetih’ ile ulaşmak istediği, çabaları olmaksızın, kendiliğinden meydana gelenlerdir. Kulun çalışması onu ‘içerme’ hükmüyle gerektirse bile, bunun için çalışan kulun aklına fetih genellikle gelmez. Bu nedenle fethin gelmesi, onun adma ‘kendiliğinden’ sayılır. Daha önce belirtti­ğimiz üzere, farklı türleriyle fetihler geldiğinde, kulun fetih için bir te­razi ortaya koyması gerekir. Nitekim Allah Teâlâ kendisine ‘Doğru terazileri ortaya koyun483 diye emretmiştir. Fethe mazhar olan kul, sahip olduğu hal ile fetih araşma teraziyi yerleştirir: Fetih Hakk uygun ise, halinin ne­ticesidir. Bu durumda kul, başka bir terazi koymalıdır. İkinci terazi, fethin miktarı ile halin gücünü karşılaştırır. Eşit olurlarsa, hiç kuşkusuz, o da bir neticedir. Fakat kul, böyle bir fetihte Allah Teâlâ’nın aldatmasından sakınmalıdır. Çünkü o, kendi yerinin (ahiret) dışındaki bir neticedir. Bu durumda kulun ödülü aceleyle dünya hayatında verilmiş olur ve ahirete elinde hiçbir şey yok iken gidecektir. Fetih kişiye edep ve yükselme ge­tirirse, böyle bir fetih, aldatma değildir. Aksine o, Allah Teâlâ’dan bu kula dö­nük bir inayettir. Bu inayet ise, Allah Teâlâ nezdinde iyiliğin artışını sağlaya­cak şekilde daha çok fethe yol açar. Fethin miktarı ile halin gücü ara­sında terazi yerleştirip de fethin halden üstün olduğunu görürse, halin gücü kadar olan kısmı ondan düşer. Geride kalan kısım, sûfılerin sözü­nü ettiği fetihtir. Bu, bilinmesi ve kesin olarak öğrenilmesi gereken bir ilkedir. Bu ilkenin kendisini zevk yoluyla öğrenenin bilebildiği kanıdan vardır. Fetih genel olarak hal terazisine girmeyip hal kişide kalırsa, böy­le bir fetih, sûfıler nezdinde istenilen fetihtir.

Bu durum ortaya çıktıktan sonra, fethin bütün türlerini zikredelim! İbare fethine gelirsek, bu fetih, adamlardan (rical) Muhammedi kamil herhangi bir nebinin varisi olması durumu değiştirmezadına gerçekle­şebilir. Bu makam sahibinin en güçlü makamı, bütün söz, hareket ve duruşlarında doğruluktur. Öyle ki, doğruluk, kendisini yanındaki arka­daşının derununda bulunanı onun dış hareketinden öğreneceği bir de­receye ulaştırır. Bu fetih sahibinin bir şeyi zihninde canlandırıp düşün­cesiyle düzenlemesi ve ardından aktarması, mümkün değildir. Aksine onun konuşma zamanı konuştuğu şeyi tasavvur zamanı, o da bu anla­mın zihninde bulunma, tasavvur etme ve onu aktardığı lafzı düşünme zamandır. Bu makam sahibine Kur’an olması bakımından -yoksa furkan veya Allah Teâlâ’nın kelamı olması yönünden değiltenezzül gerçekleşir. Çün­kü Allah Teâlâ’nın kelamı, sürekli olarak Allah Teâlâ’nın velilerine tilavet yoluyla in­meye devam etmektedir. Veli, peygamber kendisine neyin indirildiğine baktığı gibi, kendisine neyin okunduğuna bakar ve bu okuyuşta neyin kastedildiğini anlar. Nitekim peygamber de kendisine indirilen şeyi bilir ve durumun gereğine göre hüküm verir. Burada da durum öyledir. Ve­linin kalbine olan tenezzülün bir tadı vardır ki, onu ikinci tür fetih ola­rak ele alacağız. Bu fetih sahibi adına tilavet (okuma), tilavet edilenin ‘Kur’an’ olması -başka bir şey değilyönünden gerçekleşir. Allah Teâlâ onun için ibareyi açar, o da, kalbindeki şeyi kalemiyle veya sözüyle ifade eder.

Öyle ki dinleyici, kulak verirse, maksat ulaştırılabilir. Bu fetih sahibinin alameti, içine huşu duygusunun eşlik etmesi, bedenindeyse sürekli deri­nin titremesidir. O kadar titrer ki, parçalarıyla onu hissetseydi, (bede­nin) parçaları dağılırdı. Bu huşuu içinde bulamazsa, amaçlanan adam veya söz konusu fethin sahibi olmadığını öğrenir. Bu öyle bir fetihtir ki, ömrüm boyunca karşılaştığım Allah Teâlâ adamlarından hiç birinde onun etkisini görmedim. Bu zamanda, ibare fethine sahip bazı adamlar olup da kendileriyle karşılaşmamış olabilirim. Şu var Ki ben de, hiç kuşkusuz, onlardan birisiyim. Bende bu konuda bir tereddüt yoktur. Bu konuda Allah Teâlâ’ya hamd olsun! Menziller bölümünde, Kuran menzili geldiğinde onun isimleri arasında furkan da zikredilecektir. Çünkü Kuran, furkan, nur, huda gibi kendisine verilmiş isimleri vardır. İçindeki anlamı ifade eden konuşmacı, ifadeden önce konuştuğunu tasarlayıp içindeki anlamı ifadeyi düzenler, dinleyen herkesin beğeneceği şekilde güzelleştirir ve derinleştirirse, böyle bir insan, fetih sahibi değildir. Çünkü bu fethin özelliği, farkında olmaksızın, ansızın çıkıp gelmesidir. Bu yolda gerçek­leşen bütün fetihler için aynı durum geçerlidir.

Bu fethe mazhar olmanın bir özelliği de, İçişinin ifade ettiği şeyi müşahedesi, bunun yanı sıra kimden ve neyi duyduğunu müşahede et­mektir. Bu özel duymaya yaraşan bir ifadeyi duyduğu şeye verir. Bu ni­telikte olmazsa, öyle bir insan, ibarede fetih sahibi değildir. İşte ‘onun sebebi ihlastır’ dememizin anlamı budur.

Fethin ikinci türü ise, bâtındaki halavet fethidir (tadın açılması). Bu, merhametiyle Hakkın cezp edilmesidir. Bu tat ve halavet, manevi olsa bile, onun sahibindeki etkisi -tıpkı serin suyun hissedilmesi gibihissedilir. Onun hissedilme tarzı, bütün duyulurları algılama gibidir. Onun duyudaki yolu ise, dimağdan tat bölgesine doğru iner. Böylelikle kişi tadarak kendisini algılar. Bu tadın gerçekleşmesi esnasında organ ve eklemlerde bir boşalma, hazzın gücü nedeniyle organlarda dumur hali ve bir güç kaybı gerçekleşir. Bü fetih sahiplerinin bir kısmında söz ko­nusu tat, bir saat veya gün sürerken fazlası için belirli bir süre yoktur. Çünkü bu durumda onun süresi bizde değişir. Bazen bir konuda bize fetih gelir, bir saat sürer, sonra kalkar, sonra başka bir olayda tekrar iner, bu kez bir gece ve gün sürdükten sonra yine kalkar. Kalktığında ise organlardaki dumur hali de gider. Bu tada herhangi bir maddi hazzın benzemesi mümkün değildir, çünkü o, duyulur-maddi olmayan bir şeyde bulunduğu için, yabancı bir hazdır. Ne balın ne cinsel ilişkinin ne de duyulur bir şeyin hazzına benzer. Aynı şekilde talibin tutkuyla bağ­landığı bilgileri elde etmenin tadına da benzemez, aksine ondan daha üstün ve büyüktür. Bu tadın duyudaki etkisi ise, bütün tatlıların tadı gibi bileşik maddelerden oluşan tadardan daha büyüktür. Onun anlam­ların hazlarından farkı ise, kendisine özgü duyudaki etkisiyle ilgilidir. Bunu anla!

Hakk beni kendi isimleriyle ‘kul’ olarak isimlendirip bu tatta bana fetih ihsan ettiğinde, onun etkisini en çok el-Aziz isminde gördüm. Allah Teâlâ bana ‘ey Abdülaziz’ diye nida etti. Bunun anlamı, insanın her bir ilahi isimde kul olarak yerleştirilmesidir (Abdullah, Abdurrahman vb. gibi). Bunun amacı, ilahi isimlere dair bilgileri elde etmek üzere, haki­katler arasındaki farkın gerçekleşmesidir. Bu nidada öyle bir tat buldum ki, aynı tadı diğer isimlerde bulamadım. Bunun nedenini araştırdığım­da, gördüm ki, izzet makamı, bunun böyle olmasını gerektirmektedir. Bu tat, duyulurların ve manaların tadından ayrışsa bile, kendisinin tadı da türlü türlüdür. Bu bağlamda ondan bir şeyin tadı, başka bir şeyin tadından farklı olduğu gibi şeker ile balın tadının ayırt edilmesi gibi in­san bunların arasındaki farkı anlar. Şeker ile bal tatta ortak iken arada bir fark bulunduğu gibi burada da durum aynıdır. Böyle bir tat Allah Teâlâ ehli için ancak ilahi şefkat sayesinde gerçekleşir. Allah Teâlâ’nın şefkat ve rah­meti kula geldiğinde, Allah Teâlâ onu bâtınında bu tat ile rızıklandırır ve böy­lelikle kulu kendisine çeker. Çünkü nefs, kendisine haz veren şeylere yönelme özelliğinde yaratılmıştır. Bu esnada, söz konusu fethin tadın­dan daha güçlü bir tat, ‘Nun, Kalem’e ve yazdıklarına..:*** ayeti bana okunduğunda bana gelmiştir. Bu bağlamda ‘Sen yüce bir ahlak sahibisin’485 ayetinin (okunmasından) daha büyüle bir haz görmedim. Bu, ba­na gelen en büyük müjde idi. Sonra bu ayet bana ardışık iki farklı za­manda okundu. Ayetin tekrar okunması benim memnuniyetimi artırdı. Bir ayetin bize okunmasının yinelenmesi, peygambere bir ayetin veya surenin iki kez nazil olmasına benzer. Nitekim bir rivayette Ve’lmürselat ve bazı surelerin Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme iki kez nazil olduğu akta­rılmıştır. Allah Teâlâ kuluna bu tat ile şefkat gösterdiğinde, kendisine sahip olmadığı bir bilgi vermek üzere bu sayede onu kendisine çeker. Kişi bir bilgi bulamazsa, ne çekme vardır ne de o fetih tadıdır. İşte halavet (tat) fethinin belirtilerinden birisi budur (bilgi). Hakkın böyle yapmasının nedeni, kulun hareketinin nedenli olmasını sağlamaktır, çünkü kul asıl itibarıyla nedenlidir. Bu sayede kula karşı Allah Teâlâ’nın delili ortaya çıkar. Çünkü kul sahip olduğu ilahi güç nedeniyle böbürlenebilir, belki de di­ğer kulların değil de kendisinin hakka çekilmesi nedeniyle bir üstünlüğü olduğunu düşünür. Zanneder ki, bu durum, onun Hakkın mertebesini tercih etmesidir. Allah Teâlâ ise kulun çekilişinin (cezbe) tattan kaynaklanma­sını irade etmiştir. Bu durumda kul, belirttiğimiz gibi, böbürlenirse, bi­ze karşı şöyle bir delil ortaya çıkar: Kulu Hakka O’nun mertebesini ter­cih etmek değil, aksine bulduğu tat ve haz çekmiştir. Başka bir ifadeyle kul, kendi adına çalışmıştır. Minnet sahibi Allah Teâlâ olabilir. Hiç kimse Allah Teâlâ’ya karşı minnet sahibi olamaz. Herkese karşı delil O’na aittir, yoksa kimsenin O’na karşı kanıtı olamaz! Allah Teâlâ ehlinden bundan başka söz söyleyen kimse, söylediğini ancak halin kendisine hakim olması nede­niyle ‘şatahat5 olarak söylemiştir, yoksa gerçekte söylemiş değildir. Öy­leyse bu, onun halinin dilidir, yoksa (kendi gerçek) dili değildir. Ayıldı­ğında ise şöyle der: ‘Rabbim! Seni tenzih ederim, tövbe ettim.’

Şöyle sorabilirsin: ‘Hakk kuluyla birlikte olduğu halde, burada cez­benin anlamı nedir?’ Şöyle deriz: Kimse, kendisi için olduğu yönden Hakk ile birlikte değildir. Onlar, sadece Hakkın kendilerini yerleştirdiği (makam) yönden Hakk ile birliktedirler. Bu nedenle, kulunu kendisine yerleştirdiği bu halden kaynaklanan tat ile Hakk yönünden cezbe başka bir hal nedeniyle gerçekleşir. Söz konusu halde Hakk kula sahip olmadı­ğı bir bilgiyi ‘zevk’ yoluyla verir. Sonsuza dek böyle sürer. Hakk onu ‘cezbe’ diye isimlendirmiştir. Çünkü kulun haline tutkuyla bağlanması ve ona alışması gerekir. Bu nedenle kul, içinde bulunduğu halden daha sevimli bir hal nedeniyle ilk halinden ayrılabilir. Hakk da durduğu hal­den ayrılması için ‘tat’ta kendisine fetih verir. Kul Hakka çekildiğinde ise, üzerinde bulunduğu hali de kendisine eşlik eder, çünkü hali ondan ayrılmaz. Çünkü bilinen, meçhule dönmez. Böylelikle cezbenin hükmü kalıcıdır. Cezbenin konusu, halini bırakmamasıdır. Kul haliyle kalır ve onunla sınırlanır. Bu durumda kulda, sahip olmadığı yeni durumu elde etmek üzere bir aşk ve özlem meydana gelir. Bununla birlikte hal, bu­lunduğu durum nedeniyle, kendisine eşlik eder. Bunu bilmelisin!

Allah Teâlâ ehlinin hepsi, söylediğimiz bu meşrepte değildir. Bizim zik­rettiğimiz, onların büyüklerinin halidir. Çünkü Allah Teâlâ ehlinden bir gru­bu döndükleri şey bulundukları, halden alıkoyar. Çünkü Allah Teâlâ onların bir kısmını diğerinden üstün yapmış, her bir sınıfı diğerlerine tafdil ederek ‘Bu peygamberlerin bir kısmını diğerlerinden üstün tuttuk™*6 buyur­du. Başka bir ayette ise ‘Bir kısmını diğerlerinden üstün tuttuk5487 buyurdu.

Bilmelisin ki, ilahi mertebe kaynaklı bizdeld bu tadın hissedilmesi­nin esası, Hakkın aldığı tattır. Onu Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Allah Teâlâ kulunun tövbesiyle sevinir’ anlamındaki açık beyanı içerir. İşte Allah Teâlâ ehlinin içle­rinde bu tat buradan ortaya çıkmıştır. Anladıysan, seni yola yönlendir­dik. Bunu ise, sadece Allah Teâlâ’yı bilenler anlayabilir. O Allah Teâlâ, akılla delil ge­tirilen değil, şeriat tarafından nitelenmiş Allah Teâlâ’dır. Bu kapsamda gelen bütün hususlar böyledir. Hakkın gülmesinin veya sevinmesinin bu tatta bir yeri yoktur. Aksine o sevinmeye aittir. Öyleyse karıştırma ve muka­yese etme! Çünkü Allah Teâlâ yolu, kıyas ile öğrenilemez. Bir şey diğerine benzediğinde, aym hükümleri olmaz, bu zorunlu değildir. İki benzer arasında benzerliğin gerçekleştiği yönden ortak bir hüküm olabilir. Söz gelişi nohut yuvarlaklıkta inciye benzeyebilir. Fakat onlardan birisi, di­ğerinin hükmüne sahip değildir. Nitekim nedenli bir iken illeder de de­ğişebilir. Örnek olarak incide verdiğimiz yuvarlaklığı verebiliriz. Yuvar­laklık, yuvarlak ne olursa olsun, yuvarlakta taşınan bir durumdur. Fele­ğin yuvarlaklığının nedeni başkadır, incinin yuvarlaklığının nedeni baş­kadır. Böylelikle nedenlinin bulunduğu yerin değişmesiyle nedenler de değişmiştir. Örnekte nedenli, yuvarlaklıktır. Binaenaleyh Allah Teâlâ hakkındaki bilgide kıyastan uzak dur! Aksine işleri iyice incelersen, kıyasın varlığı kesinlikle olamaz. Kıyastaki bir örneğin hükmünü kıyasa tabi tu­tulan şeye vermiş olmaları, teorik akılcıların düştüğü hatalardan birisi­dir. Böylece bu fetih hakkında açıklamaları yapmış olduk. Bu açıklama­lar, meseleyi kendi nefsinden zevk yoluyla öğrenmek isteyen kimse için yeterlidir. Onu zevk yoluyla öğrenirse, bu ifadelerin açıklamasını öğre­nir.

Fethin üçüncü türü, Hakkı bilmenin sebebi olan mükaşefe fethidir. Bilmelisin Ki, Hakk, kendiliğinde bilinmeyecek kadar yüce ve mütealdir. Fakat O,; eşyada bilinir. Öyleyse mükaşefe, hakkın eşyada bilinmesinin sebebidir ve eşya Hakk üzerinde örtü gibidir. Örtüler kalktığında ise, ar­dında bulunan şey ‘keşfedilir.’ Böylelikle mükaşefe meydana gelir. Keşif sahibi, Hakkı eşyada ‘keşf yoluyla bilir. Bu durum, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ardından arkasındakini görmesine benzer. Onun adına perde ortadan kalkmış, kapı açılmıştı. Bununla birlikte arka ve sırt sabitti. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: ‘Sizi ardımdan görmekteyim.’ Biz de bu ma­kamı zevk etmiştik, Allah Teâlâ’ya hamd olsun! Binaenaleyh Hakk eşyada eşya görünüp hükümleri ortadan kalkmadıkça görülemez. Sıradan insanlar, eşyanın hükmünü görürken mükaşefe fethine mazhar olanların gözleri ise eşyada sadece Hakkı görür. Bu bağlamda bir kısmı Hakkı eşyada görürken bir kısmı eşyayı görür Hakkı da onun içinde görürler. Bu iki grup arasında fark vardır. Çünkü birinci grubun gözleri fetih esnasında Hakka düşer ve O’nu eşyada görürler. İkinci grubun gözleri ise eşyaya düşer. Ardından, fethin varlığı nedeniyle, Hakkı onda görürler. İlahi mertebeden bu fethin ortaya çıkmasının ilkesi, ‘Sizi sınayacağız ki, sizden cihat edenleri bilelim’488 ayetidir. Böylelikle sınanma, âlemdekilerin iddia ettiği ‘iddia perdesi’ni ortadan kaldırır ve keşf meydana gelir. Keşf, işin kendinde gerçekleştiği Hakk dair ilahi bilginin özel bir ilgisidir. Bu saye­de âlemdekilerin iddialarında yalan doğrudan ayrılır. Mükaşefe fethi bu ilahi nitelikten ortaya çıkar. Çünkü ilahi mertebede kendisine dayandığı bir ilkesi olmaksızın, varlıkta herhangi bir hüküm ortaya çıkmaz. İş an­cak bu şekilde olabilir. Çünkü pek çok yerde zikrettiğimiz gibi, Allah Teâlâ’nın eşyayı bilmesi kendisini bilmesinden kaynaklanır. Bu nedenle âlem, O’nun suretine göre ortaya çıkmıştır. Bu nedenle de hiçbir hüküm bu­nun dışında kalmaz. Öyleyse Allah Teâlâ, her şeyin rabbi ve sahibidir. Eşya ise her durumda O’na bağlıdır. Allah Teâlâ ise her durumda eşyaya bağlı de­ğildir. Bu nedenle arkadaşlarımızdan bazıları ve akılcılardan bazıları, önce Allah Teâlâ’yı, sonra âlemi bildiklerini söylemekle yanılmışlardır. Onlar Allah Teâlâ’yı kendisi nedeniyle zorunlu varlık olması ve başka bir zorunlu var­lık olamayacağı bakımından bilmişlerdir. Böylelikle zorunlu varlığın mutlak birliği geçerli olmuştur. Bütün bunlar doğrudur, insaflı kimse bu konularda itirazda bulunmaz. Fakat amaç, O’nu âlemin rabbi olarak bilebilmektir. Bunu bilmek ise, daha önce âlemi bilmeden gerçekleş­mez. Hakkın ehli olan Allah Teâlâ adamlarından kamillerin bilgisinin verisi budur. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: ‘Kendini bilen rab­bini bilir.’ Hâlbuki peygamber ‘Rabbini bilen, kendini bilir’ dememiş­tir. Çünkü Allah Teâlâ kendisi bakımından zorunlu varlıktır ve mutlak müs­tağnidir. Binaenaleyh mutlak müstağni kendi zâtından başka bir şeye yönelmez. Yönelseydi, ortaya koyduğu şey (muhtaç olmamak) geçerli olmazdı. Aynı zamanda âlemin ilahi olduğu bilinmezdi. Allah Teâlâ’yı âlemin ilahı olarak tanımak isteyen kimse, âleme bakar ve onda mümkün olma­sı nedeniyle bir tercih edene muhtaçlığı görür. Âlem (varlığını yoklu­ğuna) tercih eden olarak, sadece bu, yani kendisi nedeniyle varlığı zorunlu’yu bulabilir. Daha önce insan, bu diğer meseleyi (âlemin ilahlığı) araştırmazdan önce, aklî deliliyle O’nu ispatlamıştı. Bu özelliği kendisi­ne ekleyerek şöyle der: Bu Zorunlu, bu âlemin rabbidir. Bu yöntemin dışındaki bir düşünme yoluyla O’nun âlemin ilahı olduğu bilinemez.

Sonra, akılcılar, özü gereği varlığı zorunlu’yu tanımaya kendilerini yöneltince, nefislerinden bildikleri muhtaçlıklarından perdelendiler. De­lille ispatlanırsa, mümkün ve muhtaç olmaları, -kendileri hissetmedenZorunlu Varlığın ilahları olduğunu kendilerine gösterir. Bunun üzerine şöyle derler: Allah Teâlâ’yı bilmemiz, âlemi bilmemizden öncedir. Onların ‘İlahımızın ilahımız olduğunu bilmemiz, kendimizi bilmemizden önce­dir’ demeleri de doğrudur. Hâlbuki içine düştükleri yanılgıyı fark ede­memişlerdir. Nebiler bunu bildirmiş ve âlemi Allah Teâlâ’ya delil yapmışlardır. Böyle bir meselede mükaşefe fethinin en büyüğü, Hakkı görmektir. Bu durumda Hakkı görmek, aradaki gerçek irtibat nedeniyle, kişinin âlemi görmesinin aynısıdır. Böylelikle insan, Allah Teâlâ’yı görmesinden âlemi de keşfeder. Fakat bu sır, teorik akılcılara ait değildir, çünkü teorik akıl bu güce sahip değildir. Bu görme, keşfin ayrıcalıklarından biridir. İşte bu, Allah Teâlâ’yı ilah olarak bilmenin âlemi bilmeyi öncelediği şeklinde bu mese­lenin ortaya çıkartabileceği en ileri hükümdür. Böyle bir bilgi, mükaşefe fethinden öğrenilebilir.

Bu mükaşefe keşfinden söz ederken, tam olarak bu meseleye dikkat çeken Allah Teâlâ ehlinin öncekilerinden hiç kimseyi görmedim. Bu meseleyi açıklamayı benim dilimle gerçekleştirdiği için Allah Teâlâ’ya hamd ederim. Çünkü bu konuya dikkat çekmek aklımda yoktu, nerede kaldı ki onu açıklayayım! Sadece Allah Teâlâ’nın kendilerine tavsiyede bulunmayı buna em­rettiği kullara tavsiyede gayret ve hırs bana baskın geldi. Bu durum, mükaşefe keşfi hakkında bu kadar açıklamada bulunmaya beni sevk et­miştir. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’

İKİ YÜZ ON YEDİNCİ BÖLÜM

Resim (İz, Şekil), Vesem (Alamet) ve Sırlarının Bilinmesi

Resim senin verdiğin iz (eser)

Vesem, haberin gösterdiği şey

Bir yer resmini silmiştir Akilimin ibret alacağı şey yok orda

Vesem temyiz için, bilgiliysen eğer Ve düşüncen doğru ise

Allah Teâlâ’nın ayeti ikisinden bize bildirdi:

‘Onların yüzlerinde iz vardır’

Ezelde idi bu ki onlar için izhar etti Takdir ve hükmün Rabbi her şeyi

Artık işi O’nun bilgisine bırak Şükredenlerle birlikte O’nun grubunda ol

Çünkü O bizim velimizdir! Sakın ama inkar eden veya nankörlerden olma!

Bilmelisin ki, sûfilere göre resim ve vesem, ezelde oldukları şekilde ebediyete akan iki niteliktir. Başka bir ifadeyle bunlarla Allah Teâlâ’nın bilgi­sinde takdir edilen şeyleri kastederler, yoksa ezelde uygulanıp işaretin ortaya çıkartmak istediği şeyler değildir. V-s-m ‘sime’ kelimesinden tü­retilmiştir ve kulun üzerinde Hakka ait alamet demektir. Ya da o, eren­lerden ve hakka’l-yakîn (bilgiye) ulaştığını gösteren kuldaki bir alamet­tir. Resim ise, kul üzerinde Hakkın bir eseridir. Bu eser, iddia ettiği bir halden veya makamdan dönüşü esnasında ortaya çıkar ve üzerinde gö­züken bu eser iddiasında onu doğrular.

Allah Teâlâ kendisinden bir ruh ile sizi ve bizi desteklesin, bilmelisiniz Ki, bizim için vesem (alamet), Allah Teâlâ için ilahi isimler gibidir. İsimler, ken­dileriyle bilinsin diye, Allah Teâlâ’ya delalet eder. Anlamlar çoğalıp nispeder arttığında, anlamların mensup olduğu zâta ait isimler belirlemiştir. Her anlamın karşısinda kendisini gösteren ve tanınmasını sağlayan bir isim konulmuştur. Bu sayede kendilerini bilenler için anlamlarla ilgili aydalar ortaya çıkar. Allah Teâlâ ortaklık, kuşku ve belirsizliği ortadan kaldıracak şe­kilde kendilerini göstermek üzere, her makam ve hal için ‘vesem’ diye isimlendirilen bir alamet belirlemiştir. Bu delalet ise, bu zâttan hükmün kendisine ait olduğu anlam için nitelik haline gelir. Bu nedbnle ezelde akmayı sürdürdüğü gibi -yani sürekli ortaya çıkarebediyette akmayı da sürdürür (yani sonsuza dek sürekli ortaya çıkar). Burada hiç bilinmeyen bir sır vardır. Şöyle ki: Daha önce de belirttiğimiz gibi, âlem Hakkın suretine göredir. Hakk kendisini bilmiş, bu bilgiyle âlemi de bilmiştir. Böylece âlem, mevcut olmasa bile, ezelde Hakk tarafından müşahede edilmiştir. Vesem de, hükmü ve mertebesiyle âlemin bir parçasıdır. Öy­leyse o da Hakk tarafından ezelî olarak görülür ve ebede bulunduğu hal üzere akmayı sürdürür. İşte vesimin gerçek anlamı böyle ortaya konu­lur. Resim de böyledir. Öyleyse âlemin ezelde üzerinde bulunduğu her hal, ezelde de kendisiyle zuhur edeceği haldir. Çünkü Hakkın onu görmesi, değişmez. Daha önce o, dışta var olmazdan önce, ezelde Hakk tarafından müşahede edilmekteydi. Kuşkusuz Hakk, bu resim ve vesemin ebedilikteki durumlarına göre sonsuza değin âlemde cereyan ettiklerini de müşahede etmiştir. Resim veya vesem, birisi tarafından yaratılmış değildir. Aksine burada ebediyette Allah Teâlâ’nın yaratmasıyla or­taya çıkmışlardır.

Her hal, makam ve müşahedenin kendilerine ulaşan kimsede bir etkisinin bulunması gerekir. İşte bu etki, resimdir. Öyleyse etki veya eser, etkide bulunduğu kişide gözükmesi bakımından vesem diye isim­lendirilir. Öyleyse vesem diye isimlendirilen şey, resim diye isimlendiri­lenin aynıdır. Fakat hüküm balcımından birbirlerinden ayrılırlar. Vesem bir yandan resmin aynı iken -hükmünü dikkate alırsan(başka) bir açı­dan onun aynı değildir. Bu resmin âlemde kendisinden ortaya çıktığı ilahi mertebede resim, dua edenler bir şey istediğinde -çünkü dua eden olmadan karşılık veren diye nitelenmez-, Hakta duaya karşılık verme özelliğinin gözükmesidir. Dua karşılık vermeyi gerektirince, karşılık vermek, karşılık verendeki bir etki olmuştur. İşte bu Haktaki ‘resimdir.’ Bu konudaki delilimiz ‘Kullarım senden beni sorarlar, de ki, onlara yakı­nım, dua edenin duasını kabul ederim3489 ayetidir. İlahi mertebede durum böyle olunca, âlemde de eser ortaya çıkmıştır. Çünkü böyle olmasaydı, âlemde ilahi mertebede dayanağı olmayan bir şey ortaya çıkmış, Hakk onu bilmemekle nitelenirdi. Çünkü daha önce de ortaya koyduğumuz üzere, Hakkın âlemi bilmesi, kendisini bilmesidir. İşte resim ve vesem bu ilahi hakikate dayanır.

Bazen sûfıler, resim ve vesem hakkında konuşurken, bu ikisinin hükümlerini ezelde ilahi mertebede uyguladıklarını söyleyebilirler. Çünkü âlem hakkın suretiyle zuhur etmiştir. Bu konuda daha fazla açık­lama olamaz. Bu konunun ayrıntıları ise, âlemin uzamasıyla uzar gider. Alem sonsuzdur, kendisindeki etki de sonsuzdur. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’

İKİ YÜZ ON SEKİZİNCİ BÖLÜM

Kabz (Daralma) ve Sırlarının Bilinmesi

Kabzın sebepleri var, fakat onlar Bazen bilinir bazen bilinmez

Sebeplerini bildiğin her şeyin Hükmü İlk Sebep’tir

Sebepleri bilinmeyen şeyler için Daha düşük veya daha üstün deme

Kabzın en üstünü, O’na doğru olandır

Pek çok örnekler onu tanıtır                                          .

Gölgeyi kendisine kabzı gibi Allah Teâlâ ehlinin itimat ettiği bilgidir bu

Bilmelisin ki, sûfilere göre kabz, içinde bulunulan anda korku hali­dir. Çünkü üzüntü geçmişle, korku ve sakınma gelecekle, kabz ise, için­de bulunulan anda gerçekleşen manayla ilgilidir. Bazı sûfiler kabzın so­nuçlarını ortaya koyarak şöyle demiştir: Kabz, edeplendırme Hakk edil­diğinde, azarlama veya zorlamaya işaret edecek şekilde kalbe gelir. Bazı sûfiler ise şöyle demiştir: Kabz korkunun meydana getirdiği bir haldir. Bazen korku hissedilirken bazen hissedilmez.

Allah Teâlâ size yardım etsin, bilmelisiniz ki, âlemde kabzın kendisinden ortaya çıktığı ilahi mertebede kabz, Hakkın kendileriyle nitelendiği kul­ların nitelikleridir. Bu durum bilhassa ‘Beni mümin kulumun kalbi sığ­dırdı’ ifadesinde belirtilir. Sonra Hakkın kendisine inanan herkesin inanç suretinde tecellisi gelir. Böylelikle Hakk, hakkındaki inançlar ne­deniyle sınırlanmış ve daralmış Hakk gelir. Bunlar, Hakk ile sıradan kulla­rı arasındaki alamederdir. Böyle olmasaydı, ilah olamazdı. O, hiç kuş­kusuz ki, âlemin ilahıdır ve dolayısıyla bu genişlikle nitelenmesi gerekir. Alem ise farklı istidadara sahiptir. Bunun da bir dayanağı olmalıdır. Alemdeki her bir şey, kendi istidadına göre Allah Teâlâ’ya ibadet eder durur. Bu nedenle hakkın o şeye kabul edebilmesi için istidadına göre tecelli etmesi kaçınılmazdır. Çünkü ‘Her şey O’nun tespihini över.™90 Kuşkusuz Hakk, her iki eliyle kendisine dair inancına göre ‘kabz etmiştir.’ ‘Fakat siz onların tespihlerini anlayamazsınız491 Onların tespihleri tek bir duruma raci olsaydı, kimse başkasının tespihinden habersiz kalmazdı. Kuşkusuz Allah Teâlâ şöyle demiştir: Eşyanın tespihi, anlaşılmaz. Bu, her şeyin kendi ilahını kendisinde yerleşen ve başkasında bulunmayan (Hakka ait) özel­liğe tespih ettiğini gösterir. Akla göre Allah Teâlâ herhangi bir şeyde sınır­lanmaz. Vakıada ise sınırlanma gerçekleşmiştir. Bu nedenle Allah Teâlâ ken­disini ayetin sonunda ‘halim’ diye nitelemiştir. Başka bir ifadeyle gücü yettiği halde Allah Teâlâ, öyle bir nitelikte değil iken falan nitelikte olduğunu iddia eden birisini cezalandırmaz. Ardından ayetin sonunda kendisini ‘gafur (örten, bağışlayan)’ diye nitelemiştir. Çünkü Allah Teâlâ, dilediği kulla­rının dışındaki kimselerin kalplerini kendisini bilmekten perdelemiştir. Çünkü Allah Teâlâ (kendi inancına göre Allah Teâlâ’ya ibadet edene), kendisi hak­kında özet bir bilgi vermiştir. Ardından şöyle demiştir: ‘O’nun benzeri bir şey yoktur.’492 Çünkü O, kendisinden ortaya çıkan alamete göre, her şeyin aynıdır. Bir şey, kendinin misli olmaz. Çünkü O, ‘her gölgede ve fey’de her şeyin aynıdır.’ Allah Teâlâ ehlinin dışındaki bütün gruplar, Hakkı böyle bir nitelikte bulunmaktan tenzih etmiştir. Bu nedenle Allah Teâlâ ken­dilerinden haber vererek, ‘Her şey tespih eder™93, yani tenzih eder, ‘Onun hamdini5494 buyurdu. Başka bir ifadeyle O’nu överek tenzih ederler. Ten­zih, uzaklıktır. Allah Teâlâ kendisini tespih etmelerini emrettiğini bildirmedi, aksine onların övgüsünü tespih ettiklerini bildirdi. Rabbinin kendisin­den sana aktardığı ve âlemin O’ndan bildirdiği şeyleri okurken, aklını Allah Teâlâ’nın sözüne vermelisin. Bu ikisi ayrıdır. Allah Teâlâ’nın kendisinden bildir­diği şeylerden delil getir, âlemin O’na dair sözlerinden aktardıklarından delil getirme. Böyle yaparsan, Allah Teâlâ ehli ve seçkinleri olan Kur’an ehli olursun.

Hakk için kabza hali, kendisinden aktardığı şu ifadesinde zikredilir: ‘Yaptığım herhangi bir işte mümin kulumun canını alırken (kabz) te­reddüt ettiğim gibi tereddüt etmedim. O ölümden hoşlanmaz, ben ise onun gecikmesini nahoş bulurum. Hâlbuki bana ulaşması kaçınılmaz­dır.’ Böylelikle Allah Teâlâ kendisini sevmemek ve nahoş bulmak özelliğiyle nitelemiştir. Hoşlanmamak ve nahoş bulmak, kabz halidir. Dikkatini çektiğim hususu anla ki, gerçeği öğrenesin!

Bu rivayette kabzı gerektiren iki durum ortaya çıkmıştır: Birincisi tereddüt, diğeri hoşlanmamak ve kendisine ait öfkedir. Öfke hiç kuşku­suz kabz etmenin hükmüdür. Fakat Şâri’nin kendisini genişlettiği ilahi mertebe sıradan insanların inancında daraltılmış olduğu için, o ilahi mertebenin kendiliğinde bulunduğu durumu açıklayamıyoruz. Söz ko­nusu mertebe, sadece kendisine ait olabilecek bir genişliğe sahiptir. Allah Teâlâ’nın isimlerinden birisi de el-Vasi (genişleten) ismidir. Bu, ihata ba­kımından en büyük isimlerden biridir. el-Vasi, genişliği nedeniyle, bü­tün var olanların talep ettiği ilahi isimleri içeren ilahi isimdir. Söz konu­su isimler, sayılamayacak kadar çoktur, isimleri ise Allah Teâlâ ehli tarafından bilinir. Bu durum ‘Ey insanlar, siz Allah Teâlâ’ya muhtaçsınız495 ayetinde belirti­lir. Öyleyse gözünü keşf sürmesiyle sürmeleyen, söylediğimizi anlar. İlahi kahrın zikredildiği bütün rivayet ve haberler, ilahi kabz kapsamın­dadır. Bizde de kabz buradan ortaya çıkmıştır. Her kim hal ve zevk ola­rak kabza hakkını verirse, hiç kuşkusuz onun kabzı, ilahi kabz olmuştur.

Bazı sûfilerin düşündüğü gibi, korku halinden meydana gelen kabz ise canla ilgili özel bir kabz halidir. Burada insanın kendisi veya başka birisi hakkında korkması durumu değiştirmez. Kendisi emin iken, baş­kası hakkında korkan kimseye ise şefkat duygusu eşlik eder. Buna örnek olarak, kıyamet günü nebilerin ümmetleri hakkındaki korkusunu vere­biliriz. Nebi ve benzerlerini kıyamet gününde büyük korku ümmederi nedeniyle korkutur. Gerçekte onlar, kendileri adına büyük korkunun mahzun etmediği kimselerdendir.

Kabz her zaman korku halidir. Sebebi bilinmeyen kabz ise öyle de­ğildir, çünkü onun korkusunun nedeni de bilinmez. Arifin kalbine (se­bebi) bilinmeyen bir kabz (daralma) geldiğinde, onun altında hareket­siz kalır, sebep ortaya çıkana kadar kendi başına harekete geçmez. Bu esnada ise, Hakk veya yaratıklardan olmak üzere hangi şekilde ortaya çı­karsa çıksın, o sebebin gerektirdiği etkiye göre davranır.

Kabz insanın cennete ilk atacağı adımına kadar kendisine eşlik eden makamlardan birisidir. Burada kabz ortadan kalkar ve bir daha asla kendisiyle nitelenmez. Nitekim dünyada hükümleri bulunan bazı ilahi isimlerin hükümleri hükmünün süresinin dolmasıyla ahirette ortadan kalkar. Artık söz konusu isim, (hükmünü) kabul eden birini bulamaz. Bu nedenle isimlerin varlıkları baki iken hükümleri baki değildir ve hü­kümlerinin ortadan kalkmasıyla ortadan kalkar. Bütün ilahi isimler isimlendirilenin zâtına dönselerdi ve onunla bilfiil var ve mevcut olsa­lardı, kendileri gibi hükümleri de yok olmazdı. Aynı zamanda isimlen­dirilenin zâtına dönmüş olsalardı, hükümleri de kendileri gibi olurdu. Öyleyse bu isimler ancak dışta varlıkları olmayan nispetlere ve izafedere ait olabilir. Bu nedenle onların hükümlerinin aynı olduklarını söyledik ve ekledik: Hükmün kalkmasıyla ortadan kalkar, sabit olmasıyla sabit olurlar.                                             ,

İKİ YÜZ ON DOKUZUNCU BÖLÜM

Bast ve Sırlarının Bilinmesi

Bast bir hal, fakat bilmez onu

Bizi kendisine yerleştiren llah’tan gayri

Bütün var olanlarda hüküm ona ait Anlamları kendisiyle ortaya çıkan varlık O’nun

Kaderden başkası bizi O’ndan perdelemez O yaratıkların gözlerinden kendisini perdeler

Arzu onun bir hükmü, teorik düşüncen var ise Bilirsen eğer, kitap onu getirdi

Yaratıklar âleminde; bu hüküm ona ait değil Emir âleminde; bu onun tecellisindedir

Allah Teâlâ seni başarıya erdirsin, bilmelisin ki, sûfilere göre bast, bulu­nulan anda umut halidir. Bazı sûfıler şöyle der: Kabz ve bast, kahır ve baskın gelerek, vakti ellerine almıştır. Bize göre bast, bir haldir. Onun sahibinin özelliği, her şeyi sığdırırken kendisini bir şeyi sığdırmamasıdır. Gerçekte bast, menzili yükseltene ait olabilir ki o, Refiü’dderecat’tır (dereceleri yükselten). Böylelikle hal ile derecelerin en aşağı­sında bulunan kimsenin deresine iner ve onunla eşit olur. Bunun ilahi mertebedeki karşılığı ‘Allah Teâlâ’ya güzel borç verin5496 ayetine benzer. Borç ve­renden daha aşağı inmekten büyüğü olur mu? Bu nedenle bazı kimseler ‘Allah Teâlâ fakir, biz zenginiz’*97 demiştir. Bu söz ‘Allah Teâlâ kullarının rızkını genişletseydi (bast), yeryüzünde taşkınlık yaparlardı498 ayetinin doğrulanma­sından ibarettir. ‘Rahmetini yayar, O veli ve hamidâir’*99 ayeti de, Hakkın bast halinden kaynaklanır. İlahi bast olmasaydı, Allah Teâlâ’nın yaratıklarından kimse ilahi isimlerle ahlaklanamazdı.

Hakkın genişliği (bast) hakkındaki en büyük bilgi, ‘Senin Rabbin mağfireti geniş olandır500 ayeti ile ‘Ey insanlar, siz Allah Teâlâ’ya muhtaçsınız’501 ayetinde belirtilir. Kulların kalplerine böyle bir bast ve genişlik yerleşin­ce, onların kalplerinde bir taşkınlık meydana getirmiş olabilir. Bunun neticesinde ise kendi hadlerini aşmışlardır. Allah Teâlâ bu genişliğin kulları­nın kalplerinde bir taşkınlığa yol açacağını bildiği için, onun ilacını aye­tin devamı yaparak ‘O zengin ve övülendir502 buyurmuştur. Böylece Allah Teâlâ hem hastalığı hem de ilacı indirdi ki bu da rahmetini yaymasının bir yönüdür. Çünkü aşağı mertebedeki, bast halinde olmamasını gerektiren bir mertebededir. Bast halinde olursa, kendisine ait olmayan bir alanda dolaşmış ve gezinmiş demektir. Böylelikle aşağı mertebedekinin bast hali (genişlik, rahatlık), bir saygısızlık olur.            .

Hakk bunu bilince, kullarına güzel ahlakla ahlaklanmayı emrederek bunlar nedeniyle de kendilerini övmüştür. Bunu ise kulların en büyük amelleri saymıştır. Kullar da ilahi emirle güzel ahlakla ahlaklanırlar. Bu durumda onların bast hali, ibadet ve Allah Teâlâ’ya yakınlıktır. Bu da, Hakkın rahmetinin yaygınlığı, mağfiretinin genişliği ve ihsanının enginliğinden kaynaklanır. Buna göre kulların bast hali, bir kabzdan sonra gerçekleşen bast iken Hakk için bast hali, bir daralma ve kabzdan sonra gerçekleş­mez. Aksine başlangıçta da bast O’na aittir. Bundan sonra Hakkın kab­zı gerçekleşir. Bu durum ‘Rahmetim gazabımı geçti’ ifadesinde belirti­lir. Allah Teâlâ rahmetinden ve bastından dolayı âlemi var etti. Kabz ve bast, ancak ‘başkaları’ var iken etkin olabilir. ‘Başkalar* olmasaydı, ne bast ne de kabz gerçekleşirdi. Bunu iyice öğrenmelisin!

Bilmelisin ki, kulun en üstün bast hali, bir yaratıcı olmasıdır. Bu bast halinde edep sahibi olursa, böyle biri ‘Allah yaratanların en güzeli­dir503 ayetinin kapsamında zikredilenlerden birisi olur. Burada Allah Teâlâ güzelliği yaratıcılara izafe etmiş, fakat kendisini ‘yaratanların en güzeli’ olarak nitelemiştir. Çünkü yaratma, İlah’ın en özel niteliklerinden biri­dir. Allah Teâlâ putlara tapanların inançlarını reddederken şöyle buyurdu: ‘Yaratan gibi midir, yaratamayan?’504 Burada yaratıklardan yaratıcılığı olumsuzlamıştır ve yaratıcılık niteliğinin onlardan genel anlamda olum­suzlanması kastedilir. Aksi halde, Firavun ve benzerleri gibi, insanlara Allah Teâlâ’dan başkasma ibadeti emreden kimselere tapanlara karşı delili ol­mayacaktı, onlar da ‘yaratanların en güzeli505 ayetinin kapsamına gir­memiştir. Çünkü onlar yaratmayı güzel yapmayla (ihsan) nitelenmemişlerdir. Çünkü kullar adma ‘ihsan’, sanki kendisini görür gibi, Allah Teâlâ’ya ibadettir. Bu durumda insan, gerçekte yaratanın kim olduğunu öğrenir: Bu nitelik Hakkın temel özelliklerinden biri olduğu gibi Allah Teâlâ yaratma­yı kullarına da izafe etmiştir. Bu durumda Allah Teâlâ, yaratıklar adma bu ni­teliğin kabul edilmesiyle kıyaslandığında, ‘yaratanların en güzeli506 özel­liğiyle ayrışmıştır. Bu, ‘Allah Teâlâ yaratanların en münezzehidir (mübarek)’507 ayetiyle aynı anlamdadır. (Ayette geçen mübarek kelimesinin mastarı olan) Bereket, artış demektir. O ise ‘yaratanların en güzeli508 ayetindeki ‘en güzele’ karşılık gelir. Şu ayet ne güzeldir: ‘Attığınız meniyi gördünüz mü? Siz mi yaratıyorsunuz onu, biz mi?’509 Burada Allah Teâlâ ‘ondan’ veya ‘on­da’ yaratıyorsunuz dememiş, ‘onu yaratıyorsunuz’ demiştir. Burada özellikle meninin kendisini yaratmayı kastetmiştir. el-Musavvir ismi, menide sureti -o cinsten veya başkasından dilediği herhangi bir suretaçmayı üsdenen isimdir. Bu durum ‘Dilediği bir surette terkip eder*10 ayetinde belirtilir. Öyleyse bunu yapan, el-Musavvir ismidir.

Burada doğa bilimlerine ait sırlar vardır. Allah Teâlâ yaratılış konu­sunda doğada bir ortaklık meydana getirmiştir: Acaba o, özü gereği fail olan sebepler arasında mıdır, değil midir? Böyleyse, Hakk onlar vesile­siyle değil, vasıtasıyla fiilini yapar. Yoksa onlar, Hakkın vesileleriyle -sebebiyle değilfail olduğu sebepler midir? Burada akılcıların değer­lendirmeleri farklılaşır. Keşif ehli ise teorik araştırma yapmaksızın işin başında keşif vesilesiyle (gerçeği) öğrenirler. Bunun nedeni, onların doğanın mertebesini bilmiş olmalarıdır. Onun menzili, bütün hakikat­lerin menziliyle aynıdır ve hakikatlerde değişme olmaz. Böylelikle do­ğayı da hakikatler arasına yerleştirerek kendi yerine yerleştirirler. Öyley­se Allah Teâlâ’yı bilenlerin bast hali, Allah Teâlâ’yı bilmenin ta kendisidir. (Allah Teâlâ’yı) Bildiklerinde, kimin bast halinde ve bastın kime ait olduğunu öğrenir­ler. Bunun yanı sıra kabzın kime ait olduğunu da öğrenirler. Böylelikle her şey, onların nezdinde bulunduğu hal üzere kalır. Bu konuda onların nezdinde bir değişme ve başkalaşma yoktur. Çünkü onlar, ‘Allah Teâlâ’nın sün­netinde değişme bulamazsın*11 denildiği gibi Allah Teâlâ’nın sünnetine göre ha­reket ederler. Öyleyse Allah Teâlâ’nın sünnetinin ehli olanlar, gerçek bast sahi­bidir. Çünkü bast açılma, zuhur ve yayılma demektir. Zuhur olmasaydı, eşya idrak edilmezdi.

Ariflerin bastı kesinlik üzeredir

Sıradan insanlarınki ise tahmin ve kestirmeye dayalıdır

Rahman karşısında sesler kesildiğinde, el-Cebbar karşısında hal na­sıl olacaktır?

Bu bir endişe korkusu değil, saygı korkusu

Hürmet korkusu, edep çekinmesi (kabz)                                        -

Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Rahman’ın karşısında sesler kesilir, artık sadece fısıltı duyarsın*12 Bu, mertebenin gerektirdiği bir hükümdür.

Samimi dostum! Bilmelisin ki, yaratıklar Hakkın kabzasında (avucun­da) Hakka ait olarak vardı. Bast haline geçtiğinde ise âlem için zuhur etti. Allah Teâlâ Adem’e elleri avuç yapılmış halde dururken şöyle dedi: ‘Adem! Dilediğini seç.’ Âdem ‘Rabbimin sağ elini seçtim, gerçi Rabbimin iki eli de sağ ve mübarek eldir5 demiştir. Allah Teâlâ ellerini açtığında (bast), içinde Âdem ve zürriyeti vardı. Diğer elini açsaydı, onda da di­ğer âlem bulunacaktı. İnsanın Hakkın sağ elinde bulunuşuna bak! Çün­kü Âdem iki el arasında bir fark bulunduğunu anlamış, bu nedenle de edebin gereği olarak ‘her iki eli de sağ eldir5 demişti. Âdem, ilahi surete göre var olduğunu ve halife olduğunu bildiğinde, kendisine kıyasla gü­cü seçmiştir. Böylelikle kuvvetin kendisine ait olduğunu anlamış, bu nedenle edep gereği daha güçlü olanı seçmiştir. Yaratılmışlar Hakta ‘dürülmüş5 idi ve bu nedenle kendilerini görmüyorlardı. Hâlbuki onlar, Allah Teâlâ tarafından görülmekteydiler. Hakkın bastı gerçekleşince, âlem kendisine zuhur ederek, kendisini görmüş, kimin kabzasında ve avu­cunda bulunduğunu kendisini görmekle görmüştür. Böylelikle yaratık­lar, nereden meydana geldiğini, nasıl meydana geldiğini öğrenmiş, fa­kat geriye dönüşü olup olmadığını bilememiştir. Bunun üzerine kendi­sine şöyle denilmiştir: ‘Bütün iş O’na döner*13 Başka bir ayette ise ‘O’na döndürüleceksiniz5514 denilir. Âlem, dönüşün asla döndürülmek demek olduğunu anlamıştır. Kuşkusuz varlığın aslını da öğrenmiştir. Dolayı­sıyla dönüşün nereye olacağını öğrenmiştir. Asılda (ilahi bilgi) bulu­nurken, kendisini bilmiyordu, şimdi ise, dışta var olsa bile menziline döndüğünü -fakat kendi hakkmdaki bilgiyle değilöğrenmiştir. Daha önce de var edenin avucunda iken, kendisini görmüyordu. Böylelikle ariflerin ulaşacağı nihai bilgi, dış hakikatleri sabit olsa bile, Hakkın on­ların aynı olduklarını (öğrenme halidir). Bu, sadece ârifler adına gerçek­leşebilecek bir makamdır. Onlar, bast halinde kabzedilmiş kimselerdir. Bir ârifin bast olmaksızın, sadece kabzedilmiş olması veya kabz olmak­sızın bastta kalması mümkün değildir. Ârif olmayan ise, kabz halinde ise, onun bastı olmaz. Buna mukabil, bast halindeyse kendisi için kabz gerçekleşmez. Ârif, iki zıddı bir araya getirmesiyle tanınır, çünkü o, bü­tünüyle Haktır. Nitekim Ebu Said el-Harraz’a ‘Allah Teâlâ5ı nasıl bildin?5 diye sorulunca, şöyle demiş: ‘Allah Teâlâ5ı iki zıddı birleştirmesiyle tanıdım.5 Çün­kü Harraz, iki zıddın kendisinde de bir araya geldiğini görmüştü. Bun­dan önce ise, kendisinin Hakkın suretine göre varolduğunu öğrenmişti.

O Allah Teâlâ’nın ‘0 Evveldir, Ahirdir, Zahirdir, Bâtındır51S dediğini duymuştu ki bu ayet ile bu konuda delil getirilir.Sonra âleme bakmış, onu cisim bakımından ‘büyük insan’ olarak görmüş, onun da iki zıddı bir araya getirdiğine tanık olmuştu. Alemde hareket-durağanlık, bir araya gelmeayrılma, kısaca zıtlar görmüştür, insan Hakkın suretine göre var olduğu gibi aynı zamanda âlemin suretine göredir. Ebu Said’in ifadesinin ne kadar hoş olduğuna bakınız! Zünnûn el-Mısrî bu makamdan (zıdarı bir araya getirme) hareketle, büyüğün küçüğe dahil edilmesi, -geniş daral­tılmadan ve dar genişletilmedengenişin dara sokulması gibi çeşitli ko­nulardan söz etmiştir. Bu meseleyi kitabın mârifet bölümünde hayalden söz ederken yeterli ölçüde incelemiştik. Binaenaleyh Allah Teâlâ’yı bilenlerin bastı, Hakka mensup basttan meydana gelir. Hatta o, Hakkın bastının ta kendisidir. Çünkü onlar, Hakka döneceklerdir.

Bast ancak O’na ait oldu

Onlar sabit olsalar bile mahv ehlidir

İlahi bilgide bast konusunun açıklanmasıyla ilgili olarak bu kadar açıklama yeterlidir.

İKİ YÜZ YİRMİNCİ BÖLÜM

Fena (Beşerîliğin Yok Olması) ve Sırlarının Bilinmesi

Fena, yokluğun kardeşi!

Hüküm verirse, saltanat onun

Sonra, ‘fenadan fena’ gelir Yok edilen karanlıklara perdedir

Bir lafız ki, altında yok bir hakikat Fakat sizin altınızda,

‘Şundan fena’ şeklindedir, başkası yok ‘Den’ ile bizde bir hükmü var

Onun benzeri, hatta aynı şudur ki:

‘Yokluğun yokluğu’ hakkında söylenen

Adamlar sürekli kendisini arar Kim fenaya ererse, masumdur

Onda otoritesi etkindir Hükmünü kendinde uygular

Bilmelisin ki, sûfilere göre fena, çeşitli şeylerin karşılığında kullanı­lır. Bir kısmına göre fena, günahların yok olmasıdır. Bir kısmına göre fena, Allah Teâlâ’nın kulun yerini almasıyla, kulun fiilini görmekten uzaklaş­masıdır. Bazi sûfıler şöyle demiştir: ‘Fena yaratıklardan fani olmaktır (onları görmemek). Fena sûfilere göre derece derecedir: Bir tarzı da, ‘fenadan fenadır.’ Bazıları fenanın derecelerini yediye vardırmıştır.

Allah Teâlâ bize ve size kendinden bir ruh ile yardım etsin, bilmelisin ki, beka bir şey ile ve onunla beraber olduğu gibi fena da ancak ‘bir şeyden’ olabilir. Fena için (bir şey) ‘den’ (fena) zorunludur. Sûfilere göre tasav­vuf yolunda fena, daha üstteki vasıtasıyla daha ‘aşağıdakinden’ gerçekle­şir. ‘Daha üstte olandan fena’ dil bakımından kullanılsa bile, sûfilerin te­rimleri arasında böyle bir ifade yoktur. Fenada ilk derece, günahlardan ‘fena’dır. Artık günahlar, Allah Teâlâ’nın koruması ve sakınmasıyla, insanın ak­lına gelmez. Burada Allah Teâlâ adamları iki kısma ayrılır: Birinci kısım, gü­nahların kendilerine güç yetiremediği adamlardır. Bu nedenle onlar sa­dece mubahları yerine getirirler. Bununla birlikte kendilerinden ümmet içinde şeriata göre ‘günah’ diye isimlendirilen itaatsizlikler meydana ge­lebilir. Şu var ki Allah Teâlâ onları razı olduğu işlere ulaştırır ve bu sayede onlar, günah işleyip de günahı bağışlayan ve günahı cezalandıran bir rableri olduğunu bilenlerden olurlar. Onların duyacağı şekilde kendile­rine şöyle denilir: ‘Dilediğinizi yapın, sizi bağışladım.’ Örnek olarak, Bedir savaşçılarını verebiliriz. İtaatsizlik hükümleri onlardan düşmüş (fena), itaatsizlik yapmamışlardır. Çünkü onlar sadece kendilerine izin verilen hususlarda hareket etmişlerdir. Çünkü ilahi gayret (kıskançlık), Hakkın nezdinde yakın kulların haram olarak yasaklanmış şeylere düş­melerini engeller. Allah Teâlâ, ezelde onlar adına takdir edilen inayet nedeniy­le, onları cezalandırmaz. Bu nedenle başkalarına yasak olan şeyleri onla­ra serbest bırakmıştır. Bu makama sahip olmayan başkalarının bu ko­nuda bir bilgileri yoktur. Bu nedenle de, söz konusu kimsenin günah işlediği hükmünü verir. Hâlbuki o, peygamberinin diliyle bildirilen Allah Teâlâ’nın kelamının buyruğuyla, günahkâr değildir. Başka bir örnek, Ehl-i beyt’tir. Allah Teâlâ onlardan kiri -ki günahtan daha büyük kir yokturgi­dermiş ve kendilerini temizlemiştir. Bu bir rivayettir ve nesh edilme­miştir. Allah Teâlâ’nın verdiği haber ise doğrudur ve ilahi irade böyle takdir etmiştir. Allah Teâlâ’nın bildirdiği üzere, temizlikleri ile ve kirin onlardan gide­rilmesiyle çelişecek şekilde Ehl-i Beyt’e nispet edilen her şey, onu kendi­lerine nispet edene göre kirdir. Aynı fiil hakkında kirlilik hükmü Ehl-i beyt için kaldırılmıştır. Öyleyse her ikisinde de suret bir, fakat hüküm farklıdır.

Diğer kısım ise, kader sırrı ile onun yaratıklarda hüküm sahibi ol­duğunu öğrenip haklarında takdir edilen fiillerin kendilerinden çıkışını müşahede etmiş Allah Teâlâ adamlarıdır. Onlar bu fiilleri şu veya bu şekilde hükme konu olmaları yönünden değil, fiil olarak kendilerinden çıkma­ları bakımından sırf nur mertebesinde müşahede ederler. Bu mertebe­den kelamcılar ‘Allah Teâlâ’nın bütün fiilleri iyidir’, ‘Allah Teâlâ’dan başka fail yoktur’ ve ‘Bütün fiiller Allah Teâlâ’nındır’ derler. Bu mertebenin altında iki mertebe vardır : Alaca karanlık mertebesi ve sırf karanlık mertebesi. Alaca karan­lık mertebesinde yükümlülük ortaya çıkar, kelime, kelimelere bölünür, iyilik kötülükten ayrışır. Karanlık mertebesi ise kendisiyle birlikte iyili­ğin bulunmadığı kötülük mertebesidir. Burası, ortak koşma ile cehen­nemde kalmayı gerektiren ve içinde nimedense bile oradan çıkmamayı gerektiren fiillerin mertebesidir. Onlar bu kısımdan gördüklerini nur mertebesinden gördüklerinde, kendilerinden meydana geldiğini bildik­leri bütün fiilleri yapmaya koşarlar ve uzaklığı veya yakınlığı gerektiren hükümlerden fani olurlar. Bu amaçla ibadetleri yaparlar, günahlara dü­şerler. Bütün bunlar, yakınlık veya harama düşme niyeti taşımadan ya­pılır. Bu garip bir fena halidir. Fas şehrinde iken Allah Teâlâ beni buna mut­tali etti. Onu zevk yoluyla öğrenen kimseyi görmedim. Bununla birlikte makamın adamları olduğunu biliyordum, fakat onlara yetişemedim ve içlerinden kimseyi göremedim. Fakat ben nur mertebesini ve emrin ondaki hükmünü gördüm. Fakat bu müşahedenin bizde bir hükmü yoktu. Aksine Allah Teâlâ beni alaca karanlık mertebesine yerleştirdi, beni ko­rudu ve sakındı. Nur mertebesinin hükmü bana aitti ve alaca karanlık mertebesine yerleşmiştim. Sûfılere göre bu mertebeye yerleşmek, nur mertebesine yerleşmekten daha üstündür. İşte bu bazılarının fena hak­kında söyledikleri ‘fena günahların fenasıdır’ cümlesinin anlamıdır.

Fenanın ikinci türü ise, Allah Teâlâ’nın onları yerine getirmesi nedeniyle, kulların fiillerinden ‘fani’ olmaktır. Bu durum ‘Yoksa her nefsin yaptığı üzerinde kaim olan o mudur*16 ayetinde belirtilir. Böylelikle fenaya eren­ler, fiillerin kendilerinde zuhur ettiği yer olan var olanların perdesinin ardından fiili Allah Teâlâ’ya ait olarak görürler. Bu durum ‘Senin Rabbin mağfi­reti geniş olandır*17 ayetinde belirtilir. Başka bir ifadeyle Hakkın örtme­si, geniştir. Bütün var olanlar, Hakkın örtüsüdür ve O, insanlar farkın­da değil iken, örtüler ardından faildir. Kulların fiillerinin yaratılışını Allah Teâlâ’ya ait sayan (Eşari) kelamcılar, bunun farkındadır, fakat Allah Teâlâ’nın ken­disiyle gözlerini körelttiği ‘kesb’ perdesi nedeniyle (fiillerini yaratan Hakkı) göremezler. Nitekim Allah Teâlâ, kendisini gördüğü şeye vakıf kıldı­ğında, fiilleri kula ait sayanların gözlerini köreltmiştir. Bu farkında de­ğildir -ki Mutezile mezhebindendir o-, öteki ise görmez. O ise Eşari’dir. Öyleyse hepsinin gözü üzerinde perde vardır.

Üçüncü tür fena ise, yaratıkların niteliklerinden ‘fani’ olmaktır. Bunun kaynağı, bir kutsi hadiste Allah Teâlâ’dan şu şekilde aktarılmıştır: ‘Ben onun görmesi, duyması oludum.’ Aynı zamanda bütün nitelikleri olur. Duyma ve görme, kula veya yaratılmışa -dilediğini söyleyebilirsinait niteliklerdendir. Allah Teâlâ kendisinin -kendi niteliği değil, onların nitelikle­rinin aynı olduğunu bildirdi. Sen de, niteliklerin yönünden Hakkın ay­nısın, O’nun niteliği değilsin. Zâtm bakımından ise, kendi ayn-ı sâbitensin. Allah Teâlâ söz konusu ayn’ı kendisinde kendisi nedeniyle zuhur etmek amacıyla bir mazhar olarak almıştır. Çünkü senden O’nu gören, senin gözündür ve senin bakışının aynıdır. Öyleyse O’nu ancak kendisi görmüştür. Bununla da seni kendisini görmekten ‘fani’ etmiştir. Söz konusu fena, gerçek, hakiki, müşahede edilmiş, bilinmiş ve hakka’lyakîn kavranmış bir fenadır. Bundan sonra, Hakkın aynı olmayan ger­çek bir niteliğin bulunduğu şekilde, fena başka bir Hakk dönmez. Bu fe­naya ulaşan insan, dünya ve ahirette sürekli nefsinde veya nefsi nezdin­de müşahede, keşf veya görmeyle nitelenmez. Bununla birlikte o müşa­hede eder, keşfeder ve görür. Bu fena sahibinin bütün müşahede ve ke­şif sahipleri ile görenlerden şöyle bir fazlalığı vardır: Bu fena sahibi kendisini gördüğü gibi Hakkı da görür. Çünkü bu durumda sen O’nu kendinle değil, O’nunla görürsün. Bu yüce bir müşahededir, onun hali­ni tadan kimse görmedim, çünkü çok hassastır. Bu fena halini ‘zevk’ et­tiğini söyleyip ardından duyusuna ve nefsine dönerek nefsi için bildiği Hakkın aynı olmayan nitelik kabul eden, söylediğinden haberdar değil­dir. Böyle bir insan kimin müşahede ettiğini ve neyi müşahede ettiğini bilmiyordur.

Sonra, bu fena sahibi (olduğunu iddia eden insan), fena halindey­ken niteliklerini ayırt edebilir. Bu durumda görmesi duymasından, gay­reti duymasından, çalışması ve koklaması yemesinden, tatması bilgisin­den, bilgisi kudretinden başkadır. Nitelikler arasında ayrım ve fark gö­rür ve fena sahibi olduğunu iddia eder. Hâlbuki o sözü edilen fena mer­tebesine ulaşmamıştır. Bir insanın varlığı bir Hakk gelip (tevahhudu’layn) gördüğüyle duyar, onunla konuşur, konuştuğuyla bilir, aynı şeyle çalışır, koklar, tadar, hisseder vs. ve hükmün değişmesiyle algısı değiş­mezse, zevk ve doğru hal yoluyla bu fena mertebesine ulaşmış demek­tir.

Dördüncü tür fena, kendi zâtından fani olmaktır. Bunun açıklama­sı şudur: Senin zâtm latif ve kesif unsurlardan bileşiktir. Her bir parçan bir hakikattir ve sayesinde diğerinden ayrışüğı halleri vardır. (İnsanî hakikatin anlamındaki) Latifen, her durumda ve her anda suretten sure­te girer. Bedenin ise arazları yenilense bile tek bir surette kalıcıdır. Gördüğün şey ile -ki o Haktan veya başkasından gelen hakkın şahididirzâtından fani olduğunda, bu halde zâtını o şahitte görmekten fani ol­mazsın. Bu durumda bu fena ehli değilsin. Fakat bu müşahedede zâtını görmeden her neyi müşahede edersen, bu fena ehlisin. ‘Her neyi müşa­hede edersen’ dedik ve müşahedeyi Hakkı müşahedeyle sınırlamadık, çünkü bu müşahede sahibi bazen herhangi bir varlığı müşahede edebi­lir. Bu, sahibini etkilenmeden koruyan bir haldir.

Bir nahiv bilgini, Abdülaziz b. Zeyd Fas şehrinde bana anlatmıştı. Üstat fena halini kabul etmiyor, bize karşı çıkıyor ve direnç gösteriyor­du. Bir gün, sevinçli ve ralıadamış bir halde yanıma gelerek şöyle dedi: ‘Efendim! Sûfilerin sözünü ettiği fena hali bence de doğrudur, bugün zevk yoluyla kendisini öğrendim.’ Ben de ‘nasıl oldu?’ diye sorunca şöy­le dedi: ‘Haberin yok mu, müminlerin emiri bugün Endülüs’ten bu şehre girdi.’ Ben de ‘Haberim var’ dedim. Sonra şöyle dedi: ‘Faslılarla birlikte dolaşmaya çıkmıştım. Müminlerin emiri .ulaşınca, ona baktım ve o anda kendimden, oradaki askerlerden ve insanın hissedebileceği bütün her şeyden ‘fani oldum.’ Onca sese rağmen, ne davul sesini ne de başka bir ses duyabildim, insanların gürültüsünü de duymadım. Mü­minlerin emirinden başka tek bir insan bile görmedim. Sonra, atların geçiş yolunda ve kalabalığın içinde olmama rağmen kimse bulunduğu yerde beni sıkıştırmadı. Kendimi görmedim, ona baktığımı da bilmi­yordum. Hükümdarı görmekle, kendi zâtımdan ve oradaki herkesten ‘fani oldum.’ Benden uzaklaşıp kendime döndüğümde ise, adar bana çarptı ve insanlar sıkıştırmaya başladı, bulunduğum yerden beni uzak­laştırdılar. Güçlükle izdihamdan kurtulabildim. Kulağım gürültüyü, da­vul seslerini duyabildi. O esnada anladım ki, fena gerçek imiş ve insanın ‘fani’ olduğu şeyin etkisinden kurtulmasını sağlayan bir hal imiş!’

Kardeşim! Bu, bir yaratılmışta ‘fani’ olma halidir. Yaratan’da fani olmanın durumu nasıl olabilir zannedersin? Bu fena esnasında latif zâtınm (suretlerde) türden türe girmesini müşahede eder ve onunla bir­likte başka bir şeyi müşahede etmezsen, bu durumda senin kendinden fenan -başkasını görmek nedeniyle değilkendini (görmekle) gerçek­leşmiştir. Bu durumda sen, kendinden fanisin, fakat zânndan değil! Çünkü latifen (hakikat) yönünden, kendini kendin ile müşahede etmek­tesin. Öte yandan bedenin yönünden ise, kendin için ve kendin ile kay­bolmuşsun. Bu fena esnasmda bedenini müşahede edersen, senin gör­düğün şey, hayal ve misaldir. Hayal ise senin ne aynın de senden baş­kadır. Bu fenada senin durumun uykusunda rüya gören insanın duru­muna benzer.

Fena’nm beşinci türüne gelirsek, bu, Hakkı veya zâtını müşahede etmen nedeniyle bütün âlemden fani olmaktır. Senden müşahede ede­nin kim olduğunu tam olarak öğrenirsen, gördüğün şeyi Hakkın gö­züyle gördüğünü öğrenirsin. Hakk kendisini görmekle veya âlemi gör­mekle fani olmaz. Dolayısıyla sen de bu halde sen de âlemden fani ol­mazsın. Senden kimin müşahede ettiğini bilmezsen, bu hal sahibi olur­sun ve Hakkı veya zâtım müşahede etmek nedeniyle âlemi görmekten ‘fani’ olursun. Nitekim Hakkı görmekle veya herhangi bir varlığı gör­mekle de zâtmı görmekten ‘fani’ olmuştun. Bu tür, görünüşte dördün­cüye benzer, fakat daha önce zikredilen dördüncünün vermediği bazı faydaları verir.

Fenanın altıncı türü, Allah Teâlâ’yı (görmek) nedeniyle başka her şeyden fani olmaktır. Bu fena halinde insan kendini görmekten de fanidir. Fa­kat Hakla müşahede halinde olduğunu da bilmezsin. Çünkü bu halde senin kendisini müşahede edebileceğin bir varlığın yoktur. Burada, bu yol ehlinden bazı insanların yanılgıları ortaya çıkar. Bu makamı tam olarak anlayabilmen için -Allah Teâlâ izin verirsebu yanılgıyı sana açıklaya­cağım. Allah Teâlâ bana bu açıklamayı ilham etmiştir. Şöyle Ki: Bu hal sahibi Allah Teâlâ’yı görmesi nedeniyle O’nun dışındaki her şeyden fani olunca, bu müşahedesinde ya Hakkı şe’nlerinde (işlerinde) görmelidir veya O’nu şe’nlerinde görmez. Hakk ise sürekli şe’nlerindedir. Çünkü Hakk âlemden ve âleme eddden ayrılmaz. Kişi Hakkı şe’nlerinde müşahede ederse, Allah Teâlâ’nın dışındaki her şeyden ‘fani olmamıştır.’ Şe’nlerinin dışında ve âlemden müstağni iken Hakkı müşahede ederse, bu durumda o, doğru bir iddia sahibidir. ‘Çünkü Allah Teâlâ âlemlerden müstağnidir.’sıs Bu müşahede sıddîk (Ebu Bekir’e) aittir. Çünkü o şöyle demişti: ‘Gördüğüm her şey­den önce Allah Teâlâ’yı gördüm.’ Burada (Hz. Ebu Beldr), hiçbir şey yok iken O’nu gördüğünü dile getirmiştir. Sonra başka bir müşahede mertebesi­ne yerleştirilmiş, orada ise şeyin O’ndan çıkışını görmüştü. Hâlbuld da­ha önce ‘hiçbir şey yok iken’ O’nu görmüş, bu görmeyi (eşyayı) gör­meden önce sayarak şöyle demişti: ‘Gördüğüm her şeyden önce Allah Teâlâ’yı gördüm.’ İşte sana gerçeği olduğu gibi açıkladım.

Fenanın yedinci türü ise, Hakkın nitelilderinden ve nispetlerinden fani olmaktır. Bu fena, âlemin Haktan zuhurunu görmelde gerçekleşe­bilir. Bu zuhur, gören İdmse için -başka bilinen ilave bir nedenle değilHakkın zâtı nedeniyle gerçekleşmiştir. Fakat Hakk, bazı akılcıların ileri sürdüğü gibi, burada illet değildir ve bu fena sahibi âlemi nedenli (ma­lul) olarak görmez. Onu herhangi bir mazharda o mazharın kendiliğin­deki istidadının suretiyle zuhur eden Hakk olarak görür. Dolayısıyla (illet-malul olmadığına göre), Hakka ait âlemde bir etid görmez. Bu kişi­nin herhangi bir nispetin veya niteliğin veya özelliğin sabit olması için bir delili de yoktur. Bu müşahede onu isimlerden, niteliklerden ve özel­liklerden ‘fani eder;’ Hatta iyice incelerse, O’nun eddlenmenin yeri ol­duğunu görür. Mümkünlerin sabit hakikatlerinin istidadan O’na'etki etmiştir. Bu durumu gerçek lalan bir husus, kitabında ve peygamberle­rinin dilinde Hakkın kendisini yaratılmışların sonradan olanlara verdik­leri niteliklerle nitelemiş olmasıdır. Öyleyse ya bu nitelikler O’nun nez­dinde gerçek anlamlı idi ve sonra bizi onlarla nitelemiştir; ya da bunlar bizim adımıza gerçek idi ve sonra bize anlatmak üzere kendisini bunlar­la nitelemiştir. Allah Teâlâ’nın bunlarla ilgili verdiği haber doğrudur, yalan olamaz! Niteliklerde asıl olan biz ise, onları kazanan O’dur. Asıl Hakk ise, biz onları kazanmışızdır. Bu konu, Allah Teâlâ’yı bilmenin en kapalı konularındandır. Çünkü Allah Teâlâ, ezelî ve kadim bir bildirmeyle yaratıkların bütün niteliklerini kendisine izafe etmiştir. Bunların arasında haberle­rinde kazanılmış olduğunu söyledikleri vardır. Söz gelişi ‘Sizi deneyece­ğiz ta ki öğrenelim9 ayetini verebiliriz. Bir kısmını ise zikretmiş, fakat kazanma veya başka bir şekilde kendisini smırlamamıştır. Bu konuda bir örnek ‘Dua edenin duasına karşılık veririm520 ayetidir. Başka bir örnek ise ‘Buna dua edin ki size karşılık vereyim521 ayetidir. (Bu bağlamda) ‘Benden isteyin, size vereyim, bağışlanma dileyin, sizi bağışlayayım’ (anlamındaki) ifadeler bu kısma girer. Başka bir ayette ise ‘Beni zikredin, sizi zikredeyim522 denilir.

Sûfılerin ‘fenadan fena’ sözleri ise, sekizinci bir tür değildir. Bunun anlamı, fena halinde fani olduğunu bilmemek demektir. Fenadan fena budur. Buna örnek olarak, rüyada olduğunu bilmeden rüya gören insa­nın durumunu verebiliriz (rüya içinde rüya). Öyleyse bu, fena türlerin­den her birisinde bulunacak tabi bir haldir.

Fena haline çabayla ulaşılamaz, yani kasıda ulaşamaz. En alt dere­cesi, tefekkür sahibindeki hükmüdür. İnsan kendini dünya işlerinden birisine veya bir bilgi konusunu düşünmeye kaptırdığında, onunla ko­nuşursun, fakat seni duymaz. Önünde olursun, fakat seni görmez. O esnada gözünde bir donulduk görürsün. Amacına ulaştığında veya ken­disini duyuya döndüren bir durum ortaya çıktığında ise, artık seni gö­rür ve duyar. İşte bu, âlemde fenanın en düşük derecesidir. Bunun ne­deni, sonradan olanın (hadis) ‘darlığıdır.’ insanın hakikatinden daha geniş bir şey olmadığı gibi (başka bir yönden) ondan daha dar bir şey de yoktur. Bu bağlamda kalp hiçbir şeye dar gelmez, fakat bir olursa! Kalbin darlığı, aynı anda iki düşünceyi kendinde sığdıramamada ortaya çıkar. Çünkü onun zâtı tektir ve dolayısıyla çokluğu kabul etmez. Kalp bu hakikati yönünden ‘Âlemlerden müstağnidir523 denilen Hakk ile aynı hükme sahiptir. Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğruya ulaştırır.

İKİ YÜZ YİRMİ BİRİNCİ BÖLÜM

Beka ve Sırlarının Bilinmesi

Allah Teâlâ’nın kaim olduğunu bir görürsen Kendilerindeki etkisiyle herkesin üzerinde

işte ‘adamların’ söz ettiği bekadır o Sen, düşünüyorsan eğer, O’nunla bakisin

O’nunla ol, fikirle nitelenme sakın Çünkü başka ‘gayr’dan türetilmiştir

‘Başka’ nerede, oluşta onu bir araya getiren yoktur Beşer ile kendisini çağırdığın varlıktan başka

Çünkü varlık bir isim, bütün oluşu bir araya getirir Bilgi ve varlık olarak, suretlerden çıkma sen!

Bilmelisin ki, sûfilerin bir kısmına göre beka, itaatlerin geride kal­masıdır. Nitekim onlara göre fena da günahların ortadan kalkmasıdır (fena). Bazı sûfilere göre beka ise, kulun Allah Teâlâ’nın her şeyi ayakta tutan olduğunu görmesi demektir. Bu görüş, fenayı ‘kulun Allah Teâlâ’nın gerçek fa­il olduğunu görmesiyle kendi fiilinden fani olmasıdır’ diye tanımlayan­ların tanımıdır. Bazı sûfilere göre beka, Hakk ile baki olmaktır. Bu ta­nım, fenayı ‘yaratıklardan fani olmak’ diye tanımlayanların görüşüdür.

Bilmelisin ki, bize göre (tasavvuf) yolunda beka, fenadan daha üs­tün bir haldir. Çünkü fena, fani olan nezdinde, konum bakımından da­ha aşağıda olandan gerçekleşir. Beka ise, baki olanın nezdinde, her za­man daha üstte olanla gerçekleşir. Çünkü fena seni falan şeyden fani kı­landır. Dolayısıyla fena sende güç ve otorite sahibidir. Beka ise senin Hakka mensup olman ve O’na izafe edilmendir. Burada ‘beka’ derken, Allah Teâlâ ehlinin terimleştirdiği şekilde bu yoldaki bekayı kast etmekteyim. Fena ise oluşa ve âleme mensubiyetindir, çünkü ‘şundan fani oldum’ dersin. Hakka mensubiyet, daha üstündür. Öyleyse beka, nitelenme yönünden daha üstündür. Çünkü fena ve beka, birbiriyle irtibatlı iki haldir. Binaenaleyh bu yolda sadece fani olan baki olabilirken ancak (ardından) baki kalan fani olabilir. Fena ile nitelenen kimse, ancak beka halinde olabilir. Beka ile nitelenen ise ancak fena halinde olabilir. Öy­leyse beka nispetinde Hakk müşahede edilirken fena nispetinde yaratıklar müşahede edilir. Çünkü kendisinden fani olduğun kimseyi düşünmek­sizin ‘şundan fani oldum’ diyemezsin. Onu düşünmen, kendisini gör­menin ta kendisidir. Çünkü kendisinden fani olmanın hükmünü bilebilmen için, onu zihninde canlandırman gerekir. Bekada da kiminle ba­ki olduğunu müşahede etmen gerekir. Bu yolda beka ise ancak Hakk ile olabilir. Öyleyse Hakkı müşahede zorunlu olduğu gibi kalbinde O’nu canlandırman ve düşünmen de zorunludur. Ancak bu durumda ‘Hakk ile baki oldum’ diyebilirsin. Bu nispet, mensup olunanın üstünlüğü nede­niyle, daha üstün ve şereflidir. Öyleyse beka, birbirini gerektirmiş ve aynı anda bir şahıs adına gerçekleşmiş olsalar bile, fena’dan üstündür. Selim düşünce sahibi, iki nispetin üstünlük ve konum bakımından far­kını açıkça bilir.

AÇIKLAMA

Beka bölümü, fena bahsinin (bazı yönlerinin) açıklanmasını gerek­tirir, şöyle ki: Fena’nın bütün türlerinde insanı belli bir şeyden fani la­lan sebep, kendisiyle baki olduğun sebeptir. Bu konunun ana fikri bu­dur. Şu var ki burada sadece fenada bulunabilecek bir inceleme vardır. Şöyle ki: Beka kaybolmaz ve başkalaşmaz bir nispet ve niteliktir. Hük­mü de -Hakta veya yaratıklardasabittir. Beka ilahi bir niteliktir. Fena ise ortadan kalkar. O, oluşa ait bir niteliktir, onun ilahi mertebeye gir­mesi söz konusu değildir. Her iki tarafa da (Hakk ve halk) nispet edilen bir nitelik, sadece oluş yönüne nispet edilenden daha tam ve üstündür. (Zorunlu kulluk anlamındaki) Ubudet ise farklıdır. Çünkü onun oluşa ait olması, rabliğin ve efendiliğin kendisine nispet edilmesinden daha tam ve üstündür. Şöyle diyebilirsin: Fena da kulluğa döner ve onun ay­rılmaz özelliğidir. Şöyle deriz: ‘Onun kulluk gibi olması zorunlu değil­dir. Çünkü kulluk, oluştan kalkmayacak zorunlu ve sabit bir niteliktir. Fena ise insanı bazen kulluğundan ve fena halinden bile ‘fani edebilir.’ Bu nedenle de fenanın hükmü kulluk hükmünden farklıdır. Bir şeyi as­lından çıkartan ve kendinden perdeleyen hal, sûfilere göre, üstün değil­dir. Çünkü böyle bir (şey veya hal), sana gerçeği olduğundan farklı bir şekilde verir ve seni cahillere katar. Beka, kulun sabit ve kaybolmayacak halidir. Çünkü kulun ayn-ı sâbite’sinin değişmesi mümkün değildir. Aynı zamanda ayn’ının ‘varlığın aynı’ olmayla nitelenmesi de mümkün değildir. Aksine varlık, daha önce yok iken, onun bir niteliği (aynı de­ğildir) olmuştur. Böyle söyledik, çünkü Hakk, Varlık’tır ve niteliğin nite­lenenin aynı olması mümkün değildir. Aksine böyle bir şey imkânsız­dır. Kul, hakikati ve aynı sabidik halinde kalıcı, varlığı ise kulluğunda sabit olandır. Bu hüküm süreklidir. ‘Yerde ve gökte bulunan herkes Rah­man’a kul olarak gelir.’524 Başka bir ayette ise ‘Sizin nezdinizdeki tükenir, Allah Teâlâ’nın nezdindeki tükenmez525 buyrulur. Biz O’nun nezdindeyiz, O ise bizim nezdimizdedir. Öyleyse tükenme ve bekayı bu ayet kime nispet etmişse, sen de ona nispet et! Tükenme fenadır. Beka ise cevheri yö­nünden varlığın niteliğidir. Fena ise zâtı yönünden arazın niteliğidir. Hatta o, cevherin dışındaki diğer kategorilerin niteliğidir.

Hakkın hitabının karşısında ‘Kalbi olan veya kulak verip de tanık olan kimse adına’ yeterli ölçüde imada bulunduk.

İKİ YÜZ YİRMİ İKİNCİ BÖLÜM

Cem' ve Sırlarının Bilinmesi

Hakk ile duyduğunda veya baktığında Duyan, gören, bir ve tek O’dur

Sen ise O’nda değilsin, varlıklar vardır Nefs, akıl, ruhlar ve beden

Cem’u’l-cem’i alırsan, ona eşlik eder Sen ise orada efendi ve muhtaç olmayansın

Bunu bilip kendisiyle nitelenirsen Bütün iş senin için çözülür

Bilmelisin ki, bazı sûfılere göre cem’, ‘halk (yaratıklar) olmaksızın Hakka işaret eden’ kimsenin ifadesidir. Ebu Ali ed-Dekkak şöyle der: ‘Cem’, senden olumsuzlanandır.’ Bazı sûfıler ise şöyle demiştir: ‘Cem’ Hakkın sana senin vasıtanla gerçek anlamda gösterdiği fiilidir.’ Bir gru­ba göre cem’, marifeti görmektir. Bunun delili ‘Ancak senden yardım di­leriz*26 ayetidir. Bazı sûfıler ise şöyle demiştir: ‘Cem’ yaratıkları Hakk ile kaim olarak var görmektir.’ Cem’u’l-cem ise hakkın dışındaki her şeyi görmekten ‘fani’ olmaktır. Bazılarına göre cem’, başkaları Hakk vasıta­sıyla görmektir. Cem’u’l-cem’ ise bütünüyle kendinden geçmek ve ha­kikatin egemen olması halinde Allah Teâlâ’nın dışındaki hiçbir şeyi hissetme­mektir. Bazı sûfıler şöyle demiştir: ‘Cem’ Hakkın her şeyi yönlendirdi­ğini görmek demektir.’ Sûfılerin cem’ ve fark hakkında söyledikleri di­zelerden biri şudur:

Cem’ ettim Ve kendimden O’nunla ayrıldım Vuslatın nihayeti ikilik

Sûfılerin cem’ ve cem’u’l-cem’ hakkında bize ulaşan bazı sözlerini zikretmiş olduk. Bize göre cem’, senin üzerinde bulunan Hakka ait şey­leri toplaman demektir. Bunlar, kendini nitelediğin hakka ait isim ve ni­teliklerdir. Bunun yanı sıra, Hakkın kendisiyle nefsini nitelediği sana ait isim ve nitelikleri de toplaman ve cem’ etmen demektir. Bu durumda ‘sen, sen’, ‘O, O’ olur. Cem’u’l-cem’ ise, senin üzerinde O’na ait bulu­nan ve O’nun üzerinde sana ait bulunan her şeyi (isim ve nitelikleri) bir araya getirerek, hepsini O’na irca etmendir. ‘Bütün iş O’na döner*27 ve ‘Bütün işler Allah Teâlâ’ya döner.*2* Öyleyse âlemde ancak hakkın isimleri ve ni­telikleri vardır. Şu var ki yaratıklar, bu niteliklerin ve isimlerin bir kıs­mında (sahiplik) iddia etmiş, Hakk da onların bu iddialarını dilemiş, on­lara iddia ettikleri şeye göre hitap etmiştir. Bu bağlamda yaratıkların bir kısmı, örfte Hakka özgü olarak bilinen isimleri sahiplenmiş, bir kısmı hem bunları hem de şekilci alimlere göre yaratıklara özgü olabilecek fa­kat şeriatta geçen nitelikler hakkında iddiada bulunmuştur. Bize gelir­sek, biz bu konularda herhangi bir iddiada bulunmadık. Aksine hepsini

Hakta topladık (cem’). Şu var ki biz, bu niteliklerin mümkünlerin haki­katlerinin istidatlarının Haktaki etkilerinin bir hükmü olduğuna dikkat çektik. Bu, gizli bir sırdır. Bu sırrı, Hakkın varlığın aynı olduğunu ve mümkünlerin hakikatlerinin bulundukları hal üzere -herhangi bir nite­likleri değişmedenkaldıklarını bilen insan anlayabilir. Bu bağlamda se­lim akıl sahibi insana onların Cem’ sözleri yeterlidir. Çünkü bu söz, çokluğa imkân ve çok varlıkları ayrıma imkân veren bir lafızdır. Bu bağlamda ayrım yönünden cem’, ayrımın ta kendisidir. Fakat ayrım, cem’in aynı değildir. Benzerlerin şahıslarının ayrımı ise böyle değildir. Çünkü o, aynı anda hem cem hem ayrımdır (fark). Çünkü tanım ve ha­kikat, insanlık örneğindeki gibi, benzerleri bir araya getirir. Bu türün şahısları ise ayrımla nitelenirler. Bu bağlamda, her birisi de insan olsa bile, Zeyd Amr değildir. Bütün benzerler ve bir türün bireylerinin hep­si böyledir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘O’nun benzeri bir şey yoktur.’529 Bu ayet farklı şekillerde yorumlanmıştır. Allah Teâlâ bu ayede ilgili olarak te­vil yapan herkesin yorumunu ve bunların arasından en üstününü bilir. Bu yoruma göre varlıkta Hakka benzeyen veya Hakkın misli bir şey yoktur. Çünkü varlık, Hakkın aynıdır ve varlıkta O’ndan başkası yoktur ki O’nun benzeri veya O’ndan farklı olsun. Böyle bir şey düşünülemez.

Şöyle sorabilirsin: ‘Peki bu görülen çokluk nedir?’ Şöyle deriz: ‘Hakkın varlığında onlar, mümkün istidatların hükümlerinin nispederidir. Nispeder ise ne hakikat ne de bir şeydir. Onlar, nispederin hakikat­lerine göre, var olmayan durumlardır (umur-ı ademiyye). Varlıkta O’ndan başka bir şey yok ise, O’nun misli bir şey de yoktur, çünkü (O’ndan başka) herhangi bir şey yoktur! ima ettiğimiz şeyi anla ve iyice öğren. Çünkü mümkünlerin istidadan, sadece varlık kazanmışlardır. Varlık ise Haktan başka değildir. Çünkü varlığın Hakk olmayan (Hakka) ilave bir şey olması imkânsızdır. Apaçık delil bunu gösterir. Öyleyse varlıkta, varlık ile sadece Hakk zuhur etmiştir. Yani Varlık, Haktır ve birdir. O’nun benzeri olabilecek bir şey yoktur. Çünkü birbirinden fark­lı veya birbirine benzer iki varlığın olması mümkün değildir. O halde gerçekte cem’, daha önce de belirttiğimiz gibi, varlığı O’na tahsis et­mendir. Bu durumda varlık O’nun aynı olur. Ortaya çıkan sayı ve ayrı­mı ise, mümkünlerin ayan’ına tahsis edersin (cem’). Bunlar, onların istidadarmm aynıdır. Bunu öğrenince, cem’in, cem’u’l-cem’in ve çoklu­ğun varlığının anlamını öğrenmiş olursun. İşleri asıllarma katmış, hakikatleri temyiz etmiş olursun. Bu durumda, Hakk her şeye yaratılışını verdiği gibi, sen de her şeye hükmünü verirsin. Cem’i söylediğimiz şe­kilde anlamazsan, ona dair bir bilgin yok demektir.

Sûfilerin zikrettiğimiz işarederine gelirsek, onların bu konuda an­latmak istedikleri bazı hususlar vardır ki, Allah Teâlâ izin verirse onları zikre­deceğim. Bununla birlikte onlar, bizim vardığımız görüşü veya içlerin­den büyüklerin görüşlerini bilirler. ‘Cem, yaratıklar olmaksızın Haktır (veya O’nu müşahede)’ tanımına gelirsek, bu ifade, Hakkın varlığın ay­nı olduğu hakkında belirttiğimiz görüşün aynıdır. Şu var ki tanım, mümkünlerin hakikatlcrine ait istidadarın Hakkın varlığındaki etkileri­ne değinmemiştir. Bu edd sayesinde Hakkın varlığı, onların nitelendiği şeylerle nitelenir (yaratıkların özellikleriyle Hakkın nitelenmesi). EdDekkak’m cem’i ‘senden olumsuzlanan şey5 diye tanımlamasına gelirsek, bu onun makamına (bakmayı) gerektirir: Burada ed-Dekkak, kendisin­de iddianın gerçekleştiği fakat O’na ait olan şeyi olumsuzlamayı kast etmiş olabilir. Örnek olarak güzel isimlerle ahlaklanmayı veya fiillerin sana nispetini verebiliriz. Bunlar, O’na aittir. Bu, Dekkak’ın sözünün değil, halinin verisidir. Çünkü bir başkası bu sözü söylemiş olsaydı, belki de onu ‘senden olumsuzladığı şey varlıktır’ anlamında söylemiş olabilirdi. Çünkü varlığın aynı olduğu için, senden olumsuzlayan O’dur. Diğer iki kişinin sözüne gelirsek, (birine göre), cem’ Hakkın se­nin vasıtanla olan fiilini gerçekte sana göstermesidir. Burada senin Hakkın fiillerinin aktığı bir yer olduğunu kast etmektedir. Gerçek ise bunun tersidir. Aksine mümkünlerin hakikatlerinin kendisindeki hü­kümleriyle nitelenmiş olan Hakkın kendisidir. Şu var ki tanım, ‘seninle olan fiili’ derken fiil seninle ortaya çıkmıştır demek isteyip edunin kim­de ortaya çıktığına değinmemiş olabilir. Bunu kast etmiş olabilir. Bu bizim vardığımız ve hakikatlerin verisi olan görüştür. Bu görüşün sahi­binin kim olduğunu bilseydik, makamını ve halini bildiğimiz edDekkak hakkında haline göre hüküm verdiğimiz gibi, onun hakkında da haline göre hüküm verirdik.

Başka bir tanımda ise ‘Cem marifeti müşahede etmektir’ denilmişti. Bilmelisin ki, Allah Teâlâ’yı bilmek, kulun fiiliyle doğru ve geçerli bir bağı ol­duğunu kabıil eder. Bu bağı Hakk ortaya koymuştur ve bu nedenle de kulunu amelleri nedeniyle yükümlü tutmuştur. Hakkın da amelle ilgisi vardır. Bunu da Hakk kendisi adına ortaya koymuş ve kuluna amelinde cSenden yardım isteriz1530 demeyi farz kılmıştır. Hz. Kelimullah Musa -ki Allah Teâlâ’yı en iyi bilenler peygamberlerdirkavmine şöyle demişti: ‘Allah Teâlâ ile yardım dileyin, sabırlı olun.’53' Bize göre, Allah Teâlâ’nın niteliği hakkındaki ifa­delerinde güvenilirlik ve nispet bakımından Allah Teâlâ’nın söylediği ile pey­gamberlerinin söylediği arasında bir fark yoktur. Allah Teâlâ ise şöyle bu­yurmuştur: ‘Namazı kendim ile kulum arasmda ikiye böldüm.’ Sonra kulun söylediği ile Allah Teâlâ’nın söylediğini ayırmış, sonra kulun sözünü ku­la doğru bir bağla nispet etmiştir. Söz bir ameldir. Burada söz, o amel­de Allah Teâlâ’dan yardım dilemedir. Böylelikle amelde ortaklık geçerli ol­muştur. Böylelikle amelde Allah Teâlâ ile insanı bir araya getirmiş oldun (cem’) ki, cem’in anlamı da budur.

Daha önce de belirttiğimiz gibi, kul bir mazhardır. Zuhur eden ise Haktır. Hakk da kulun niteliğinin aynıdır. Amel ise nitelikle ortaya çık­mıştır ve gözüken amel sahibidir. Öyleyse amel bilhassa Allah Teâlâ’ya aittir. Şöyle dedik: bunu ortaya koyunca şunu da ortaya koymuş olduk: Ku­lun aynının özel bir istidadı vardır. Bu istidat, (kendisinde) zuhur edende etkindir ve o zuhur edende -ki Haktırsuretlerin değişmesine yol açan da bu durumdur. Söz konusu istidat, Hakka ‘Ancak senden yardım dileriz3532 dedirten şeydir. Burada namaz kılanın ayn’ıyla (hakika­ti) zuhur eden Hakk, belli bir ismin hükmüne hitap ederek, amelini yapmak üzere yardım etmesini istemektedir. Çünkü mümkünün ayn’ınm(-ı sâbitesi) istidadı acizlik ve zayıflık verdiği için, bunun hük­mü kendisinde zuhur edende ortaya çıkmıştır. Öyleyse zuhur edenin sözü, mümkünün dilinin ta kendisidir. Daha doğru bir ifadeyle müm­künün sözü zuhur edenin diliyle söylenmiştir. Nitekim Hakk kulunun di­liyle ‘Allah Teâlâ kendisini öveni duydu’ demiştir. Böylelikle marifet, ameli yapanına tahsisi (cem’) gerektirmiştir. Bunun nedeni amelde ortaya çı­kan bir takım iddialardır. Bu iddialarla akılcıların bir kısmı amelleri sa­dece kullara izafe ederken bir kısmı onları sadece Allah Teâlâ’ya izafe etmiştir. Doğru ise iki grubun, yani iki görüşün arasındadır. Buna göre kulun belirttiğimiz anlamda amelle bir ilgisi olduğu gibi aynı zamanda Hak­kın da belirttiğimiz anlamda amelle bir ilişkisi vardır. Kulun amelle ilgi­si, rrjümkünün hakikatinin istidadının kendiside zuhur edene etkisi iken Hakkın amelle ilgisi, söz konusu etkiyi kabul etmesidir. Çünkü kul zu­hur edendeki etkisinin diliyle şöyle der: ‘Sana ibadet eder, senden yardım dileriz-’533 Bu, bizim vardığımız görüştür.

Cem’ hakkında görüş belirten kişi, onun mârifetin müşahedesi ol­duğunu söylerse ve marifeti müşahede etmeyi tanımlarsa, bizimle aynı görüştedir. Çünkü biz, marifeti müşahedenin anlamı hakkında konuş­tuk, onu dile getirenin makamı hakkında konuşmadık. Bu lafzın -biz açıklarken dile getirdiğimizindaha aşağısında yorumları vardır. Biz ise onu en yetkin ve kamil tarzda açıkladık. Bizim açıkladığımız, gerçeğin kendiliğinde bulunduğu durumdur. Bu yönlerin bir kısmı nedeniyle, bü görüşü söyleyenlere bu kitabın özetinde itiraz ettik. Sûfılerin bölümün başında aktardığımız ve zikrettiğimiz bütün görüşleri, cem’ hakkında söylediğimiz ve ortaya koyduğumuz görüşlere dayanır. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.,Uİ

İKİ YÜZ YİRMİ ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

Tefrika (Ayrılık) Halinin Bilinmesi

Cem haline gelirsen, ayrımı kabul etmişsindir Kur’an (cem’) ve furkanı (ayrım) anladığın gibi

Hakikat bir, hüküm değişik Söylediğime delil getirdim ben

Cem’ ve fark daima eksik iki hal Vazgeç sen, insan isen tek ol

Cebrail’in ve arkadaşının yolunu tut

Senin için Müslümanlığı ve imanı tanımladıklarında

Sonra o ikisinden sonra sahih olan geldi Senin için ihsanı, bir daha ihsanı tanımladılar

Bunlar dörttür, yok bir beşincisi Hakk Celle’den yardım alandan başkası

Bilmelisin ki, sûfilerin bir kısmına göre tefrika, ‘Hakk olmaksızın halka işaret etmek’ demektir. Ebu Ali Dekkak’a göre ise ‘Fark sana nis­pet edilen şeydir.’ Bazı sûfılere göre ise ‘Fark, edebin gereği, Hakkın sana gösterdiği fiillerindir.’ Bazılarına göre fark, kulluğu görmek, bir görüşe göre yaratıkları var saymak, bir görüşe göre ‘başkalarını Allah Teâlâ adına görmektir.’ Bir görüşe göre ise yaratıkların halden Hakk girmesini müşahede etmektir. Tefrikanın ilahi ilimdeki dayanağı, ‘Sizin için boşal­tacağız’53S ayetinde belirtilir. Bu, miktarı Allah Teâlâ’nın bilgisinde takdir edil­miş olan ve her bir şahıs adına dünya hayatındaki hayat zamanı olan (ömür) sürenin dolmasıdır.

Bilmelisin ki, bütün eşyanın aslı tefrikadır (ayrım). Tefrika önce ilahi isimlerde ortaya çıkmıştır. Böylelikle ilahi isimler, anlamlarının farklılaşmasıyla farklılaşmıştır. Öyle ki, insan hepsinin tek hakikate dela­let etmeleri bakımından isimlere baksa bile, onların arasında anlamlan arasında belli bir fark vardır. Bu anlam bilinir ve onun nedeniyle birisi şöyle, öteki böyle diye isimlendirilir. Özellikle de, isimler övgü ve me­tih yoluyla nitelikler anlamında kullanıldığında, tefrika daha bellidir. Allah Teâlâ tefrika ile bize tanınmış ve şöyle buyurmuştur: ‘O’nun benzeri bir şey yoktur.’536 Başka bir ayette ise ‘Yaratan gibi midir, yaratamayan?’537 bu­yurmuştur. Böylece Allah Teâlâ, yaratan ile yaratamayanı ayırt etmiştir. Eşya arasında sınırları ve tanımları, ayrım ve tefrika ortaya çıkartmıştır. Ma­kamlar ve haller tefrika vasıtasıyla orta çıkmış, yaratıkların mertebeleri çoğalmış, onlarla birbirlerinden ayrışmışlardır. Bu bağlamda (söz gelişi) Allah Teâlâ’nın seksen kulu vardır, onları imanın hakikatlerine ulaştırmıştır; yüz kulu vardır, onları ilahi isimlerin ve niteliklerin hakikatlerine ulaş­tırmıştır. Allah Teâlâ’nın altı bin ve daha fazla kulu vardır, onları Muhammedi nebiliğin hakikatlerine ulaştırmıştır. Allah Teâlâ’nın üç bin kulu vardır, onları ilahi ahlak hakikatlerine ulaştırmıştır. Böylece Allah Teâlâ, kullarını mertebe­lerle farklılaştırmıştır.

Cem’ farkın aynıdır, çünkü o, çokluğun varlığına delildir. Cem’ di­ye isimlendirilmesinin sebebi ise ayrımı toplayan tek hakikattir.

Bu bağlamda tefrikayı ‘Hakk olmaksızın halka işaret etmek’ diye ta­nımlayanın müşahede ettiği şey, tanımların verisidir. Tanımlar ise ancak yaratıklarda ortaya çıkabilir. Çünkü Hakk, âlemlerden müstağni olduğu için, bilinmezdir Başka bir ifadeyle Hakk herhangi bir alametin kendisini göstermesinden münezzehtir. Öyleyse O, tanımsız bilinen, tanım ile bi­linmeyendir. Tanımlar, eşya arasında farklılığı ve tefrikayı ortaya çı­kartmıştır. Zevk ehli olan her insan, haber verişinde, müşahede ve zev­kinin sınırını aşmaz. Çünkü onlar, doğru sözlülerdir. Onlar, aktararak değil, gördüklerini bildirirler.

Ed-Dekkak ise ‘fark sana nispet edilen şey’ demişti, bunu belirtmiş­tik. Çünkü nispet edilen şey, tanımlardır. Çünkü Hakka bir tanım nis­pet edilmez. Kula nispet edilen her şey ise sonuçta yokluğa ve silinmeye gider. Hakka nispet edilen şeyler ise beka ve varlığa gider. Öyleyse sen de yaratıklara değil de hakka nispet edilen kimselerden ol! Bu durum ‘O’nun nezdinde olan bakidir5538 ayetinde belirtilir. Hakk bize nispet edilen şeyleri ise tükenme ve yok olmayla nitelemiştir. Ayette geçen ‘şey (ma)’ ise her şeyi gösteren bir sözdür. Nitekim Sibeveyh böyle demiştir. ‘Allah Teâlâ’nın katında olan şey ise bakidir 5539 Öyleyse bizden Allah Teâlâ katında olan şey adına beka geçerliyken yaratıkların katında olan ise tükenicidir. Ba­kınız! Allah Teâlâ’dan başkasına ait kölelerden ölüm geldiğinde kölelik kalkar. Başında bir efendisi varsa, yok olur. Öyleyse yaratılmışa nispet edilen her şey, ölümle veya tanıklıkla yok olur. Yok olan her şey ise bulundu­ğu kimsenin yanından ayrılmıştır. Böyle bir şey ise Hakta bulunmaz, çünkü hiç bir şey O’ndan ayrılmaz. O bizimle beraberdir ve işler O’na döner. İşte bu Dekkak’ın ‘Fark sana nispet edilen şeydir’ sözünün anla­mıdır.

Başka bir tanımda ise ‘Fark, edebin gereği olarak, Hakkın sana gösterdiği fiillerindir’ demişti. Burada tanım, gerçekte Allah Teâlâ’dan olsalar bile, saygı gereği Allah Teâlâ’ya nispet edilmeyen fiillere işaret eder, yoksa hem saygı gereği ve hem de gerçekte Allah Teâlâ’ya nispet edilebilen fiillere işaret edilmez. Kulların fiillerinin var olma anlarının dışında kulda bir kalıcı­lıkları yoktur. Var olma anlarından sonraki ikinci anda bu fiiller ortadan kalkar. İşte bu Dekkak’ın söylediğinin aynıdır. Böylece iki sûfı, aynı an­lamda buluşmuştur. Şu var ki bu şûfi, ‘edebin gereği’ diyerek bazı fiille­ri sınırlamıştır. Bu fiillerin hakikatlerini Allah Teâlâ’ya izafe ettiğinde ise beka ve kalıcılık özelliğiyle nitelenirler. Bu kalıcılık onların hakikatlerinden kaynaklanmaz, aksine Allah Teâlâ tarafından görülmelerinden kaynaklanır. ‘Allah Teâlâ’nın katında olan şey bakidir.’5*0 Aynı şekilde, kendisini gördüğün sü­rece fiil de senin katında kalıcıdır. Kendisini görmediğinde ise onun varlığı senin müşahedenden kaybolur. Bu nedenle ‘Hakkın sana göstereliği fiiller’ demiş, sana gösterilene değinmemiştir. Aynı zamanda bu tanım, sana nispet edilmelerine rağmen, övülen fiillerine de değinme­miş, ‘edebin gereği’ demekle yetinmiştir.

Başka bir tanıma göre ‘Fark, kulluğu görmektir.’ Çünkü bu, kulun kendisiyle bilfiil var olan bir niteliğe mensubiyeti demektir. Bu nitelik ise ancak Allah Teâlâ’ya nispet edilebilir. Kulluk, kula ait bir niteliktir. Kim kulluğunu görürse, gördüğü kimseye ait olur. Bu nedenle Allah Teâlâ’nın kul­ları, kulluğa değil, (zorunlu kulluk anlamındaki) ubudete nispet edil­miştir. Öyleyse onlar, herhangi bir nispet olmaksızın, Allah Teâlâ’nın kulları­dır. Kulluğa nispet edildiklerinde ise durum farklıdır. Çünkü Hakk, kul­luk nispetini kabul etmez. Çünkü Hakk kulun aynı değil, kulun niteliği­nin aynıdır. Öyleyse her kim kulluğu müşahede eder de Allah Teâlâ’nın kulu olduğunu görmezse, niteliğe nispet edilen ile Allah Teâlâ’ya izafe edileni ayırt etmiş demektir. Dilciler şöyle der: ‘İnsan hususiyet ile husus, ubudiyet ile ubudet arasında bulunur. Ubudiyet kendisine nispet edilen bir şey iken ubudetin nispeti ise (kendisine değil) efendiyedir.’

Başka bir tanımda ise şöyle denilir: ‘Fark halkı (yaratıklar) ispattır.’ Bu da, daha önce zikredildiği gibi, sûfilerin ‘Hakk olmaksızın, halka işa­ret5 dedikleri tanım gibidir. Ancak yine de aralarında bir fark vardır. Çünkü burada tanım ‘halkı ispat’ demiş, ‘halkın (yaratılmışlar) varlığı’ dememiştir. Çünkü yaratılmışların varlığı Hakkın varlığının aynıdır. Halk ise kendi hakikati bakımından sabittir ve sabitliği de ezelî olarak kendisindendir. Onun varlıkla nitelenmesi, ortaya çıkmış geçici bir du­rumdur.

Böylece bu sözden anlaşılan anlamları açıklamış olduk. ‘Halkı is­pat5, ezelde Allah Teâlâ ile yaratılmışlar (halk) arasında bir ayrım gerçekleşti demektir. Bu yönüyle Hakk ayan-ı sâbite’nin aynı değildir. Varlık ile ni­telendiklerinde ise durum farklıdır. Binaenaleyh Allah Teâlâ, varlık ile nitele­nenin aynıdır, yoksa o değildir! Bu nedenle bu tanımı yapan sûfi ‘halkı ispat’ demiştir.

Başka bir tanıma göre ‘Fark, başkalarını Allah Teâlâ için görmektir.’ Bu­rada Allah Teâlâ’dan dolayı görmeyi kast eder. Buradaki ‘için’ sebeplilik bildi­ren edattır. Böylece insan, Hakkın varlığında ayan-ı sâbite’nin hüküm­lerini -ki Hakk ise ancak onların hükümleriyle zuhur edermüşahede eder. Bu nedenle tanımlar ortaya çıkmış, hakikatlerin mertebeleri Hak­kın varlığında ortaya çıkmış ve melekler, felekler, unsurlar, türeyenler, cinsler, türler, şahıslar denilmiştir. Varlığın kendisi ise tek, hükümler farklıdır. Hükümlerin farklılığı ise, varlıkta değil sübutta (birbirinden) başka olan ayan-ı sâbite’nin farklılığından kaynaklanır.

Başka bir tanıma göre ‘fark, onların hallerinde türden türe girmesi­ni müşahede etmektir.’ Burada onların hükümlerinin Hakkın varlığında zuhurunu kast etmektedir. Çünkü bu hükümler türlü türlüdür. Hakk ise değişmeyi kabul etmez. Buradan değişmenin ayan-ı (sâbite’nin) bir hükmü olduğu anlaşılır. Bu kula gözüken şey ise türden türe girmektir. Öyleyse ona görünen, a’yan’dır (ayan-ı sâbite). Böylece onlar ile varlık arasında fark görmüştür. Tefrika hakkında şöyle denilir:

Topladım, kendimden ayrıldım O’nunla Vuslatın sonu, ikiliktir ancak

Burada sûfi, bir’in sayı basamaklarında gözükmesini kasteder. Bir’in basamaklarda gözükmesiyle iki, üç, dört ve sonsuza değin bütün sayılar ortaya çıkar. Bu, bir şeyin zuhur edenin aynı -fakat o olduğunu bilmezdenolmasını anlatabilecek en nihai örnektir. Söz gelişi rüyamda Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin muhaddis Ebu Muhammed İbn Hazm ile kucaklaştı­ğını görmüştüm. Biri diğerinde kaybolmuş, artık sadece birini görü­yordum, o da Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem idi. Bu, vuslatın nihayetidir ve ‘ittihat (bir olma)’ denilen şey budur. Başka bir ifadeyle varlıkta iki varlığın ilave değilbirbirinin aynı olmasıdır. Nitekim insan olmada Zeyd Amr’ın aynı, hatta bütün insan türleri onun kendisidir. Başka bir ifa­deyle insanlık yönünden biri diğerinin aynı iken şahsiyet yönünden aynı değildir. Öyleyse bir’in sayı basamaklarından ikide kendisiyle bir olma­sı, İlcinin ortaya çıkmasıdır. Burada birden başkası yoktur. Sonsuza va­rana dek, bütün sayılar böyle devam eder. Öyleyse ince düşünce sahibi isen, tefrika hakkında yaptığım açıklamayı iyice öğren! ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’

İKİ YÜZ YİRMİ DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

Tahakkümün Bilinmesi

Sûfilere göre tahakküm, özelliğini göstermek üzere, duada naz di­liyle tasarruf etmek demektir. Bu ise, bir tür şatahattır ve ona benzer. Fakat nefs bu makama ilahi emirle girerse, sahibi kınanmaz.

Arif yaratıkları üzerinde tahakküm ederse Bir emir olmadan, zorbadır o

Tahakkümü terk, kamillerin niteliği İstemeden kendisine gelse, haya etmek gerek

Adamlar yaratıkların varlıklarını görmez Onlar hakimleri olan Hakkı tercih edenler

Onlar sürekli korkan kullardır Her halükarda, şehadetleri daimidir

Perdede tahakküm onun makamı Perdelerin ardından karanlıkları gönderenler

Tahakküm, Allah Teâlâ’nın bildirmesiyle, ilahi emirden kaynaklanırsa, in­san bu emir karşısında bir kuldur ve zorunlu olarak efendisinin emrine bağlanır. Bir emir olmaksızın, tahakküm kendisine gelirse, emanet ken­disine sunulmuş ve onu kabul etmiş demektir. İnsanın kendisine su­nulmuş emaneti kabul ettiği yerdeki durumu, Allah Teâlâ’nın emaneti yükle­nen hakkında söylediği ‘O zalimdir ve cahildir*41 şeklindedir. Başka bir ifadeyle insan, kendisine zalim, taşıdığı şeyin değerini bilmeyendir. Çünkü o, Allah Teâlâ’nın kendisi hakkındaki bilgisini bilmez: Acaba emaneti ehline ulaştıran kimselerden midir, değil midir?

İlahi emre bağlı olarak, mucizeler göstermek ve kendileriyle mey­dan okumak üzere tahakküm, peygamberlere özgüdür. Çünkü onlar, Allah Teâlâ’nın peygamberleri olduklarını gösteren delillerle gönderilmişlerdir. Öyleyse onlar, kendi iradeleriyle değil, halleriyle seçilmiş hayırlı kimse­ler olduklarını bildirirler. Sonra, resul olarak gönderilmelerinden sonra bazen onlardan delaletin gereğinin dışına çıkan bir takım sözler meyda­na gelebilir ki bu da söz konusu kişinin Allah Teâlâ katındaki değerini bildi­ren ilahi emirle gerçekleşir. Örnek olarak ‘Ben kıyamet günü insanların efendisiyim’ hadisini verebiliriz. Bu söz peygamberin Allah Teâlâ katındaki özel yerini gösterme gücüne sahiptir. Allah Teâlâ ile meşgul olan insan, böyle bir şeyle ilgilenecek boş vakit bulamaz. Allah Teâlâ ehlinin Allah Teâlâ ile meşgul olmasının bir yönü de, O’nun emrine bağlanmaktır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem sözünü genelleştirince, ardından şöyle buyurmuştur: ‘Fakat benim için övünç yoktur.’ Başka bir ifadeyle ben övünme amacı taşımadım. Bana size böyle bildirmem emredildi. Çünkü ârif nasıl iftihar edebilir ki? Mârifet onu iftihar etmekten alıkoyarken Allah Teâlâ’yı müşahede ise meşgul eder. Emir verilmediği sürece böyle bir söz insandan ancak kendini be­ğenme veya -halin etkisi altındakendinden geçmiş iken çıkabilir. Ken­disini kendinden geçirten bu halden ayrıldıktan sonra ise, Allah Teâlâ’dan ba­ğışlanma diler. Böyle bir şey özellikle gayret sahibinden ortaya çıkabilir. Bu, şeyhimiz Ebu Medyen’in görüşüdür. Böyle sözler ondan ‘gayret5 babında ortaya çıkardı. Dolayısıyla bu gibi kişilerde bu söz, ayrıcalığım göstermeye delalet etmez. Bu gayret, peygamberlerin çağrısmm redde­dildiği veya doğrulamada çekingen davranıldığı durumlarda, özellikle bizim kabul ettiğimiz nebiliğin inkâr edildiği anda insanı tutar. Böyle bir durumda söz konusu insan (veli), peygamberin yerini alarak, pey­gamberliğinin doğruluğunu delillendirmek üzere getirdiği iddiayı peygambere vekil olarakortaya koyar. Böylelikle kendi adına değil peygamber adına meydan okumak üzere, (inkârcıları) aciz bırakan şey­leri getirir ve kendisinden böyle şeyler ortaya çıkar. Bu, Allah Teâlâ katındaki özel yeri göstermez. Bu kişi, tahakkümün dışındadır, fakat ‘tahkim’ ol­ması yönünden onun dışındayken bu durum özel bir tahkim olması yönünden öyledir. Bazen tahkim, Hakk karşısında naz halinde bulunan bir şahısta meydana gelebilir ve söz konusu kişi ‘bilinen makamı’ hak­kında Allah Teâlâ’dan bir bilgi edinmiş olabilir. Bu bilinen makam, Allah Teâlâ’nın meleklerden aktardığı üzere, ‘Her birimizin belli bir makamı vardır, biz saf saf olan kimseleriz, biz tespih edenleriz542 ayetinde zikredilmiştir. Böy­lelikle melekler, kendi makamlarım belirttikten sonra, kendilerini öv­müşlerdir. Bu övgü onları eksiltmeyeceği gibi onların mertebelerini de düşürmez. Tahkim aynı makama etki etmeyince, onun bir zararı yok­tur, fakat terk edilmesi daha üstündür. Çünkü onu tahkim, her durum­da bir boş vakittir. Cebrail’den böyle bir şeyin meydana gelmesinin ye­gane nedeni, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e öğretmen olmasıydı. Öğretmen öğren­cisine kendi mertebesini bildirir ki onun himmeti de yükselsin ve öğ­retmenine katılsın. Bazı sûfıler, tahkimde belirli bir konuda Allah Teâlâ adına yemin edip Allah Teâlâ’nın yeminlerini yerine getireceği bir dereceye ulaşır. Bununla birlikte, ardından Allah Teâlâ’dan bağışlanma diler. Onda bir (ken­dini beğenme) kokusu bulunmasaydı, bağışlanma dilenmezdi. Özellikle aynı dönemde yaşadığımız, Bağdatlı Abdülkadir Geylani olmak üzere, salihlerden tahkim konusunda aktarılan pek çok hikâye vardır. Başka bir örnek ise, secdeye giderek yağmur yağmadan başmı kaldırmayacağına yemin eden bir sûfidir. Allah Teâlâ da yeminini yerine getirmiştir. Başka bir örnek ise, bir kuyunun başmda susamış bir halde duran insanla ilgilidir. Adamın elinde ne bir kova ne ip vardı. Şöyle demiş: ‘Beni içirmezsen, yemin olsun ki öfkeleneceğim.’ Su kuyunun ağzına ulaşıncaya kadar taşmış, adama ‘Kime kızacaktın?’ diye sorunca, ‘Kendime’ diye cevap vermiş. Bunun üzerine su, kendisini engellemiştir.

Bize göre tahkim mârifeti müşahedede kolay bir iştir. Çünkü tah­kim, mazharda zuhur edene aittir. Öyleyse tahakküm, ancak gerçekte hükmetme özelliğine sahip olana aittir. Zuhur eden ancak bu fiille zu­hur eder. Bu durum, mazharın istidadınm bunu gerektirdiğini gösterir. Böylelikle başka bir mazharın istidadının gereği olan tahkimin olmayışı birbirinden ayrılır. Bu, kendisini varlıkta göstermelde yalnız kaldığımız bir yöntemdir. Bizim yöntemimiz, Allah Teâlâ ehline işlerin kaynağını yaklaş­tırır. Zuhur eden şeylerden herhangi birini büyültme. Zuhur eden her şey ‘işin başmda ve sonunda’ emrin kendisine ait olduğu Allah Teâlâ’dandır. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’543

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar