[FÜTÛHÂT-I MEKKİYYE'NİN] ON SEKİZİNCİ SİFİR…1.Bölüm
Rahman ve Rahim Olan Allah Teâlâ’nın Adıyla
İKİ YÜZ ON BİRİNCİ BÖLÜM
Levaih (Parıltılar)
Hakkın levaih’i sırlar nedeniyle ortaya çıkan şeyler Yükseklikten; bir halden bir Hakk
Bazen bakan için ortaya çıkar Hal ve bilgiyle organ olmaksızın
Şahitlerinin sana verdiği niteliklerden Delili ise
gölgede gölge gibi olmaktır
. I
Bilmelisin ki, sûfılere göre levaih
(parıltılar), sır’lara hal be hal parlayan şeylerdir. Bize göre ise (görme)
organıyla sınırlanmadığında göze parıldayan zatî nurlar ve (ilahi) yüze ait
tecellilerdir. Bu tecelliler, olumsuzlama değil ispatlama tarzındadır.
Eserlerini müşahede esnasında parıldayan ilahi isimlerin nurları ise, onların
nurlarıyla bilinir. Bir halden bir Hakk yükselmeye gelirsek, kendisinden daha
yüksek bir Hakk intikal edildiğinde bulunduğu halden ayrılarak bir önceki Hakk
tekrar dönmemek demektir. Bununla kastedilen ise halin getirdiği Allah Teâlâ hakkındaki
bilgi ve ilahi varidattır. Bunlar, kerameder değil, menzillerdir. Çünkü haller
bazen defalarca tekrarlanır. Fakat haller kişiye Allah Teâlâ hakkında yeni bir
bilgi kazandırmadıkça, bu haller nedeniyle sahibi övülmez. Bu artışın olması
kaçınılmazdır ve bu levaih diye isimlendirilen şeydir. Haldeki bu artış kişiyi
yükseltmezse, hali doğru olsa bile, laiha değildir. Hal, insanın fani veya baki
veya sahv veya sekr halinde (ayıklık ve sarhoşluk) veya cem’ halinde veya fark
halinde veya gaybet veya huzur halinde olmasıdır. Haller malumdur. Onlar, bu
bölümde zikrettiğimiz bölümlerde (ele alınan konulardır). Bunlara (karşı)
Allah Teâlâ peygamberine ‘Rabbim! Bilgimi artır’465 demeyi emretti.
Bu bilgi, peygamberin sahip olmadığı bir mertebeyle Rabbinin nezdinde
yükselmesini sağlar. Bu haller dünya hayatına özgü olmadığı gibi sadece
insanlara da özgü değillerdir. Aksine onlar, dünya ve ahirette bütün
yaratıklar için geçerlidir.
Öyleyse levaih, âdeta, keşiflerin ilkeleridir
(mebadiü’l-küşûf). Bu nedenle bazen sabit olur ve bazen de hızla kaybolurlar.
Fakat bulundukları kimsenin Allah Teâlâ nezdindeki derecesinin yükselmesini
sağlayacak bir bilgi artışı getirmeleri gerekir. Bu durum, levaih’te şarttır.
Laiha’nm şartının ise idrakin basar (göz) ile -basiret ile değilgerçekleşmesi
olduğunu belirttik. Fakat bu basar, o halde özel bir yönle sınırlanmış organla
sınırlanmamış olmalıdır. Aksine idrak, düşünen nefse nispet edilen basar’ın
hakikatiyle gerçekleşmelidir. Sonra buna başka bir şey daha eklenir. O da,
Hakkın kişinin gözü olmasıdır. Bu durum, onun gözünün organla sınırlanmadığı
hakkında bir şahit ve Rabbinden açık delildir. Bu makam, Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem adına gerçekleşmiştir. Nitekim kendisine Rabbini tabakaları
olan sınırlı gözüyle görüp görmediği sorulduğunda buna cevap vermiştir. Birisi
ona ‘Rabbini gördün mü?’ diye sormuş. Burada soru soran kişi, organla
sınırlanmış gözle görmeyi kast etmiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
ise ‘Nurani idi, nasıl göreyim’ demiştir. Başka bir ifadeyle, bu idrakin nuru,
o ilahi nuru algılayamaz. Bununla birlikte sınırlı gözün de ilahi nurda belirli
ölçüde bir idraki vardır. Çünkü ilahi nur, Kur’an-ı Kerim’de zikredilmiş
belirli özelliklere göre, lambaya benzetilebildiği gibi, aynı şekilde bütün bu
şardar gerçekleştiğinde de göz ile görülmesi mümkündür. Bunu kendinde bir düşün
bakalım! Böyle ise ‘Onu gözler göremez1466 ayeti, iki
şekilde yorumlanabilir: Birincisi, ayet, hakikatlere dikkat çekmek anlamında
gözlerin kendisini görebileceğini reddetmiştir. Onu sadece gözler değil,
gözlerle bakanlar görebilir, ikinci yoruma göre, ayet, daha önce de
belirttiğimiz gibi organla sınırlanmış olan gözlerin O’nu görebilmesini
reddetmiştir. Gözler organlarla sınırlanmadığında ise, O’nu idrak edebilirler.
O, lambaya benzetilen nurun ta kendisidir. Başka bir ifadeyle O, ‘benzeri
gibi bir şeyin olmadığı’467 nurdur.
Öyleyse o teşbih, kabul etmez, çünkü niteliği yoktur. Niteliği olan bir şey,
benzetmeye konu olabilir. Çünkü nitelikler, nitelenenin hakikatinin verisine
göre, kendisini kabul edenlerde başkalaşır. Söz gelişi bilgi, irade, konuşma,
kudret, duymak ve görmek gibi niteliklerle Hâk nitelendiği gibi yaratılmışlar
da kendileriyle nitelenir. Bilindiği gibi bu niteliklerin Hakk ile
ilişkilendirilmesi, yaratıklarla ilişkilendirilmesiyle bir değildir. Hatta, her
ikisi de yaratılmış olduğu halde, bunların insanlarla ilişkisi, meleklerle
ilişkisinden de farklıdır. Bunu bilmelisin!
Göze parıldayan bu levaih, zatî
müşahedelerdir, selbî değillerdir. Çünkü olumsuz nitelik, gözle algılanan bir
şey değildir. Aksine o, akılların algıladığıdır. Akılla algılanan bir şey ise,
levaih kapsamına girmez. Eserlerinin müşahedesi esnasında ilahi isimlerden
parıldayan şeylere gelirsek, bunlar, nurlarıyla bilinir. Başka bir ifadeyle
onların nurları kendilerini izhar eder. Öyleyse ilahi isim, eserinin ruhu iken
eseri de kendisinin suretidir. Göz ise, insanın cisimsel suretini görebildiği
gibi, bir ismin sadece eserini -ki suretidirgörebilir. Öyleyse, herhangi bir
tevil olmaksızın, ‘Zeyd’i gördü’ denilmesi doğrudur. Bununla birlikte Zeyd,
(bedenini yöneten) kendinde gizli bir ruha sahiptir, onun bir sureti vardır ve
o bedenidir. Öyleyse ilahi isimlerin eseri, isimlerin suretleridir. Eserleri
müşahede eden insanın isimleri müşahede etmiş olduğu doğrudur. Öyleyse
isimlerin levaihi, bu görülen eser ile bu eserin ruhu olan ilahi ismi bir araya
getirmektir. Söz gelişi bir adam gördüğünü var sayalım, fakat sen onun
aradığın Zeyd olduğunu bilmiyorsun. Onu kendisini tanıyan başka birisi de
görür ve Zeyd’i gördüğünü bilir. İşte bu bilen kişi levaih sahibi iken diğeri
levaih sahibi değildir. Çünkü ona bu ismin suret ile irtibatı
‘parıldamamıştır.’ İki idrak sahibi şahıs arasındaki fark bellidir. Öyleyse
gören herkes ne gördüğünü bilmez. İşte bunlar, kendilerini öğrenmek isteyenler
için, özede hallere ait levaih’tir. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola
ulaştırır:*6*
İKİ YÜZ ON İKİNCİ BÖLÜM
Telvin (Değişme, Renklenme)
Tembelin aksine, halden kurtulmuş olmaya
delil
Nefesleri hakka’l-yakin bilen kimse, onu bilir
Haliyle, hali bildiği gibi
Fiil mazidir, gelecektir, sonra o ikisini
olumsuzlar
Şimdiki an diye isimlendirilen fiil kipi
Nahivcilerin halidir o
Hal yok olucu, hal kalıcı
O hal hakkmda denilen doğru sözdür
Ehl-i
nazarın hali .
Bilmelisin ki, sûfilerin çoğunluğuna göre
telvin, eksik bir haldir. Telvin, kulun halleriyle renkten renge girmesidir
(veya halden Hakk girmesidir). Bu konuda şu dizeyi okumuşlardır:
Her gün renkten renge girer
Bundan başka, seninle daha güzeldir .
Hatta bazıları şöyle demiştir: Hakikat
alameti, istikametin ortaya çıkmasıyla, telvinin ortadan kalkmasıdır.
İstikametin ortaya çıkmasıyla artış olmazsa, hiç kuşkusuz bu durum, kesin ve
kapalı bir bilgiye dikkat çeker. Bu sözü eklediğinde ise, gerçeği bozar ve
tanımında eksikliğini söyleyenlere katılır. Bir grup ise şöyle demiştir: ‘(İlk
görüşün) Aksine telvin, sahibinin muhakkik ve kâmil olma (makamına) ulaştığının
doğruluk alametidir. Benim benimsediğim görüş de budur. Benim görüşüm bu
olduğu gibi ben bunu benimserim. İnsan telvinde ne kadar yerleşik ve sabit
olursa (telvinde temkin), o ölçüde kemal sahibidir. Böylelikle temkini bulur
ve şöyle deriz: ‘Telvinde temkin (değişmede sebat veya sürekli değişme hali),
temkin demektir. Binaenaleyh temkini olmayanda herhangi bir iş değişmez
(telvin). Allah Teâlâ’nın ayetinden bunun delili, ‘her gün O
bir iştedir’469 ayetidir.
Burada ‘iş (şe’n)’ kelimesi belirsiz gelmiştir. Bu grup telvine ekleme
yapmıştır. Hâlbuki sussalardı, daha yerinde olurdu. Çünkü telvini bu ilaveyle
sınırlamanın bir yararı yoktur. Bu ilave onların ‘Çünkü telvinde Kadir’in
kudretini izhar vardır, böylelikle kul bundan başkalaşmayı keşfeder’
sözleridir. Bu ilave, bizim vardığımız görüşe delalet eden özet bir ifadedir.
Telvin ilahi bir niteliktir. Her ilahi nitelik
ise, bir kemaldir. Çünkü bu ilahi mertebede hiçbir yönden ve tarzdan kesinlikle
eksiklik düşünülemez. Makam ve iş, ancak ilahi niteliklerden olmakla kemale
erebilir. Çünkü kemal, kayıtsız anlamda ancak Allah Teâlâ’ya ait olabilir. Bu
durum -delil getirmek istersek‘Göklerde ve yerdeki
herkes O’ndan ister, O her gün bir iştedir*470 ayetinde
belirtilen durumdur. Telvin ise bundan başka bir şey değildir. Öyleyse (sûfı)
cemaatin görüşü de bizim görüşümüze katılır. Çünkü o, daha genel ve daha
kapsamlıdır. Yoksa bizim görüşümüz onlarınkine girmez.
Bilmelisin ki, varlıkta bir şeyin
tekrarlanmamasının ilahi genişliğin bir gereği olduğunu bilen, oluşta (kevn)
doğru ve geçerli olanın telvin olduğunu da anlar. Çünkü telvin, ilahi
genişliğin delilidir. Kendinden veya başkasından, her bir nefeste Hakkın
eserlerinin farklılaşmasına vakıf olmayan insanın Allah Teâlâ hakkında bilgisi
olmadığı gibi bu makam ehli de değildir. Böyle bir insan, hem kendini hem Allah
Teâlâ’yı hem de bilgiyi bilmeyenlerdendir. Bu kişi, oturup kendine ağlasın! Hiç
kuşkusuz onun hayatı hüsrandır! Böyle bir bilgisizlik, sahiplerine sadece
benzeştirmeyi vermiştir. Çünkü ayırt edici (bilgi), farkına varılmayacak
şekilde gizlenmiştir. Farkına varılmayan bir durumun bilinmesinden daha azı da
yoktur. Bu durumda kendiliğinde halden Hakk girdiğini bilir, fakat hangi
konuda halden Hakk girdiğini veya kendisine neyin geldiğini bilemez. Allah
Teâlâ şöyle buyurur: ‘Ona müteşabih verildi.*471 Yani birbirlerine
benzeyen (şeyler verildi). Böylelikle insan, ilkinin İkincinin aynı olduğunu
zanneder, hâlbuki öyle değildir. Aksine ikinci ilkinin benzeridir (misi). Hakkı
müşahede eden ya da bukalemunun müşahedesini tam olarak öğrenen (tahakkuk)
kimselerin dışındakiler için, eşyada iki benzeri ayrıştıran özelliğin gözlem
yoluyla idraki güçtür. Hayvanlar içerisinde Hakkın cher gün bir
işte’ olma niteliğine bukalemundan daha iyi delili olan kimse yoktur. Öyleyse
âlemde iki anda sürekliliği olan bir nitelik veya hal olmadığı gibi iki kez
ortaya çıkan bir suret de yoktur. Bilgi ilkine de İkinciye de eşlik eder.
Öyleyse O, ilktir, Sondur, Zâhirdir ve Bâtındır. Çoklukta hüviyeti birleyen
O’dur. Çokluktaki birliği idrak edemeyen kimse, bu nitelikleri farklı yönlere
ait nispet ve izafetler sayar ki, akılcıların yöntemi budur. Sûfıler ise,
hüviyeti ve birliği kabul ederler. O’nun kendisinden ilk olduğu yönü,
kendisinden Son, Zâhir ve Bâtın olduğu yönün aynısı sayarlar. Ebu Said
el-Harraz bunu açiklamıştır. Öyleyse Allah Teâlâ adamları, Allah Teâlâ adına
ancak kendilerinin sahip oldukları şeyi kabul etmişlerdir. Öte yanda oluşta ve
bütün yaratıklarda da ancak Hakkın kendinde bulunduğu durum gerçekleşmiştir.
Binaenaleyh her şey her şey ile irtibatlanmış, bir ile bir çarpılmış ve
artmamış, çarpılanla bir olmuştur. Aynı şekilde bir ile hangi sayı çarpılırsa
çarpılsın veya bir hangi sayıyla çarpılırsa çarpılsın, sonuç artmaz. Aksine sonuç,
çarpılan sayıyla aynıdır. Gerçek de öyledir. Öyleyse telvin, birin çoklukla
çarpımıdır. Bu çarpımdan kendisiyle çarpılan çokluk veya birlikten başka bir
şey meydana gelmez. Hakk hiç kuşkusuz ki birdir. Bir şeyin kendisiyle çarpımı,
kendisine nispeti demektir. Biz, yüce ve aşkın bir hakikatten (meydana gelmiş)
çoklarız. O yaratma yoluyla bizimle ilişkili olmuş, biz ise varlığımız yönünden
O’nunla ilişkili olmuşuz. Öyleyse her kim kendisini yaratılmış ve var edilmiş
olarak bilirse, Hakkı yaratan ve var eden olarak bilir. Alemin salt birliğine
bakarsan, bir’i bir ile çarpmış olursun. Âleme bakarsan, bir’i çok ile çarpmış
olursun. Âlem O’nun isimlerinin eseridir. Daha önce levaih bahsinde belirttiğimiz
gibi eser, ismin sureti demektir. Öyleyse bu durumda Hakkın salt birliğini
ancak isimlerinin suretleriyle (eserleri) çarpmış olursun. Bunlar ise O’ndan
var olmuştur. Bu çarpımda sonuç, O’dur. isimler, çoktur. Nebevi haberde, bu
isimlerin sayısı doksan dokuz olarak zikredilmiştir. Bunlardan fazla bilinen ve
bilinmeyen isimler vardır. Hakikat bir, renkler mertebeler, telvin ise
mertebelere nispettir. ‘Birdir’ dersen doğru söylemiş olursun. ‘Çokturlar’
dersen, yine doğru söylemiş olursun. Çünkü Allah Teâlâ’nın isimleri, farklı
anlamlara ait olarak, çoktur. Hidayet eden Allah Teâlâ'tır.
İKİ YÜZ ON ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Gayret (Kıskançlık) Hali
Başkalaşma onun düşünce olması halidir
Bilgi ile
hüküm arasmda insanların gittiği bir şey yok
Hükümle bu nedir dersen, bilgi onu reddeder Hakikatten ret olarak,
onda iflas vardır
Nicelik sahibi de öyledir, daha da cahildir
Gecenin karanlığında kılavuzun rehberlik etmediği kişiden
Hakkın koruması kendisinden uzak durmaktan daha iyidir Bu hükmün
ise ünsiyeti yoktur
Bilmelisin ki, sûfılere göre gayret, üç kısma
ayrılır: Hakta gayret, Hakka dair gayret ve Haktan gayret. Bu nedenle,
benzerlik nedeniyle ilgili olduğu şeye göre, gayretin üç hali vardır. Bu
bağlamda gayrete gelirsek, onun aslı, bir başkasının varlığı sabit ise
‘başka’yı görmektir. ‘Başka’ var ise, sûfılerden bu konuda aktardığımız
ayrıntılı görüşler geçerli olabilir. Burada ‘sabit’ derken, (Haktan) ‘başka’nın
dış varlığını kastetmekteyim, yoksa akli varlığını değil! Çünkü ‘başka’ hiç
kuşkusuz ki akılda vardır. Fakat acaba akılda var olan bu şey dışta var mıdır,
yok mudur? Mazharlarda zuhur edeni kabul edenler, başkanın varlığını kabul
etmez. Bununla birlikte, onun ‘gayret5 diye ifade edilen hükmü ve
hali sabittir. Bu, mazharın istidadının (kendinde) zuhur edendeki etkisidir.
Başka, dışta veya hal gereği, birçokluğu zorunlu kılar. Bunun böyle olması
zorunludur. Hiç kuşkusuz ki çokluk, akledilir bir şeydir. Fakat acaba onun bir
dış varlığı var mıdır, yok mudur? Bü konuda görüş ayrılığı vardır. Bazılarına
göre, dışta ortaya çıkan bu çokluk, tek bir hakikat ile fiilen var olan farklı
hallerden ibarettir. Çokluğun bu hakikat olmaksızın varlığı yoktur. Öyleyse
çokluk, nispederden ibarettir ve dolayısıyla dış varlıkta onun dış bir
gerçekliği yoktur. Bazılarına göre ise çolduk dış varlığa sahiptir. Böyle
düşününler, (çokluğun kendisiyle var olduğu) tek hakikati veya mazharlarda
zuhur edeni kabul etmez. Çünkü görülen çok olandır, yoksa çokluk değildir. Bu
yoruma göre çokluk akledilir, çok olanlar ise görülen ve var olandır. İşte
eşyada gayret halinin hükmü buradan ortaya çıkmış, İlah Teala da gayret
özelliğiyle nitelenmiştir. Bir şey ‘şeyler’ olmadıkça, kendinden başkası
olamaz. Şeyler olduğunda ise, her bir şey diğerinden başka haline gelir. Hakk
ise ‘şeyler’ değildir ve dolayısıyla ‘başka’yı kabul etmez. Kuşkusuz ki Hakk,
gayûr (başkalığı kıskanan) olmakla nitelenmiştir. Taşkınlıkları yasaklaması da
O’nun ‘gayret’inden kaynaklanır. Öyleyse zikrettiğimiz hususu dibiyle başıyla
düşünürsen, ‘taşkın’ın mahiyetini ve hangi fiilin bu kapsama girip hangisinin
girmediğini anlarsın. Öyleyse başka gerçekte sabittirsabit olmayandır, odur-o
olmayandır.
Bu bağlamda Haktaki gayrete gelirsek, münker
ve taşkınların görülmesi halindeki gayrettir. Hakk kendisini bu gayret ile
nitelemiş, Mele-
i
a’la, peygamberler ve salih
müminleri de kendisiyle nitelemiştir. Buna göre gayret, doğaya kazılıdır ve bu
nedenle gayretin olması zorunludur. Şu var ki gayret, övülen ve kınanan diye
iki kısma ayrılır. Biz övülen gayret hakkında konuşmaktayız ve o Haktaki
gayrettir. Bu anlamıyla gayret, en çetin meselelerden birisidir. Çünkü Hakk,
gayretinden dolayı taşkınlıkları yasaklamıştır. Âlemde ‘taşkınlıklar’
gerçekleştiğinde ise, dünyada veya ahirette Allah Teâlâ’nın onu cezalandırmada
acele ettiğini görmedik. Buradan şu sonucu çıkarttık: Bu cezalandırmaya büyük
bir engel olmalıdır ve bu engel (cezalandırmayı gerektiren isimden) daha
kapsamlıdır. Bu engelin ilahi gayret ile ilişkisi, ilahi bilginin kudret ile
ilişkisi gibidir. Çünkü kudret, sonsuz şeylere ilişse bile, bilginin kendisinden
daha kapsamlı olduğundan tereddüt etmeyiz. Çünkü bilgi kudrete olduğu gibi
mümkünlere, zorunlulara, imkânsızlara, olanlara ve olmayanlara da ilişir.
Bununla birlikte delil, sonsuz olanın sonsuz olandan üstün olamayacağı
bilgisini verir. Kıskançlığın kendisine karşı gerçekleştiği bir fiilin
kendisinden çıktığı kimsenin cezalandırılmasının terkini gerektiren sebepte de
aynı durum söz konusudur. Bu sebebin gayret halinden daha güçlü olması
kaçınılmazdır. Bütün bunlar, Hakka dair (gayretin) durumuyla ilgilidir.
Yaratılmış söz konusu olduğunda ise, nefsin
başkalaşması (veya gayrete kapılması) kaçınılmazdır. Yaratılmış Hakk karşısında
yükümlüdür ve bu zorunludur. Bunu bulamayan yükümlü ise, kınanmıştır. Çünkü
insan (taşkınlığı) eliyle, sonra diliyle ve -nefiste bulunursadeğiştirmekle ve
başkalaştırmakla yükümlüdür. Bu ise imanın en zayıf derecesidir. Öyleyse gayret
hali, Allah Teâlâ’nın razı olmadığı bir iş gerçekleştiğinde, kişinin
nefsindeki durumun başkalaşması olarak bulduğu haldir. Bu durumun kendinden
veya bir başkasından meydana gelmesi durumu değiştirmez. Hatta bu nitelikteki
insan masumdur. Çünkü gayreti gerektiren bir fiilin kendisinden ortaya çıkıp da
kıskanılmayan kimse, aynı şeyi başkasından gördüğünde kendisi gayrete kapılır.
Böyle bir gayret, ilahi-gerçek gayret değil, sadece nefs kaynaklı bir gayrettir
ve
Hakka yaklaşmaya vesile olmaz. (Hakkında konuştuğumuz)
Gayret, ilahi-gerçek gayrettir. Fakat Allah Teâlâ ehlinin çoğu onun farkına
varamaz. Onu ancak Hakkı hakkıyla bilenler anlayabilir. Çünkü Allah Teâlâ,
yaratıklarından çok daha kıskançtır (gayûr) ve kıskançlığı gerektiren fiilin
faili de O’dur. Bu fiilden dolayı da genel anlamda bir ceza vermez. Aynı şey,
belirli bir fiil nedeniyle Zeyd’e karşı kıskançlık gösteren kimsenin davranışında
geçerlidir. Aynı fiil kendisinden ortaya çıktığında ise, kıskançlık meydana
gelmez. Bu nedenle ‘bu hal sahibi, kendisi ve başkası hakkında genel anlamda
kıskançlığa kapılana göre, Hakkın kıskançlık niteliğiyle nitelenmede daha Hakk
sahibi ve önceliklidir’ dedik. Bu nedenle de masum ve korunmuş diye
isimlendirilir. Böyle birinden kıskançlığı gerektiren fiil meydana gelmemiştir.
O, genel anlamda övülmüş ve şeriat tarafından beğenilmiş kişidir. Diğeri ise,
zorba bir insan yaratılmışlar tarafından kınandığı gibi, kınanmıştır. Bununla
birlikte ‘zorbalık’ ilahi bir niteliktir. Aynı şekilde, özel anlamda gayret ile
müminin nitelenmesi uygun değildir. Aksine mümin, Hakka dair genel anlamda
gayret sahibi olmalıdır. Bu durumda Allah Teâlâ kendisini över ve metheder.
İyice düşünürsen kendisiyle rahata
erebileceğin gayretin sırlarından birisine dikkatini çekmiş oldum. Onu kullanmazsan,
bedbaht olursun. Öyleyse herhangi bir sınırlama yapmaksızın genel anlamda Hakk
için kıskanç olmalısın!
Hakka karşı kıskançlık haline gelirsek, bu,
(sırları algılayan idrak mahalli anlamındaki) ‘sır’ları ve esrarı saklamaktır.
Bu hal, Melamilerden gizlilerin ve iyilerin halidir. Onlar, makamları
tanınmadığı için, meçhul kimselerdir. Dolayısıyla onlarda Allah Teâlâ’nın
kendilerine dönük inayetinin bilinmesini sağlayan herhangi bir belirti
gözükmez. Onların halleri, bulundukları yerin hikmetine göre, makamlarını
gizler. Onlar, tartışma yerlerinde görünmezler. Bunun nedeni, o yerde
efendilerinin -Ki Haktıruluhiyetinin tartışma konusu haline getirilmiş
olmasıdır. Bu grup ise, efendilerini hakka’l-yakin olarak tanımış, bu tanıma,
efendilerinin gizli kaldığı yerlerde görünmekten onları alıkoymuştur. Bu nedenle
sıradan insanların yerine getirdiği ibadederi yerine getirme yolunu
seçmişlerdir. Bu ibadetler, onların genellikle ‘Allah Teâlâ ehli’ diye
isimlendirilmelerine imkân tanımaz. Çünkü bazı velilerin hallerinde gözüken harikulade
olaylar gibi, sıradan insanlardan ayrışmalarını sağlayacak herhangi bir fiil
(söz gelişi keramet gibi) kendilerinden ortaya çıkmaz. Ya da münker işleri
değiştirmek gibi bir fiil onlardan ortaya çıkmaz. Bu değiştirme ortaya
çıktığında, işaret edilebilecek şekilde, genel değiştirmeden farklılaşır. İşte
bu, Hakka karşı gayret halidir.
Haktan dolayı gayret haline gelirsek, bu,
Hakkın velilerini sakınmasıdır. Çünkü Hakk onları diğer kullarından
gizlemiştir. Bu nedenle gizlenme onlara sevimli gelmiş, Allah Teâlâ onlara
bulundukları yerin hükmüne göre mârifete ulaştırmıştır. Böylelikle onlar da
efendilerinin niteliğiyle nitelenmişlerdir. Böylece onlar, Allah Teâlâ
nezdinde alışkanlık perdelerinin ardında bulunmuşlardır. Öyleyse onlar, Allah
Teâlâ’nın sakındıkları ve gelinleridir. Binaenaleyh Allah Teâlâ onların
nezdinde nasıl ise, onlar da Allah Teâlâ’nın nezdinde öyledirler (gizli).
Onlar, O’ndan başkasını müşahede etmediği gibi O da onlardan başkasına bakmaz.
Onların gidişatlarını tanımak isteyen kimse, Hakka karşı gayret yolunu takip
etmeli ve böylelikle onların .sülüklerine katılmalıdır.
Bazı sûfiler ise Hakka karşı gayretin gafil
dillerle zikredilmesi olduğunu söylemiştir. O’nu zikreden herhangi bir dil,
gafil değildir. Aksine hakkı zikreden her dilin sahih bir meyvesi vardır ki, bu
dil sahibinin nefesinden bir niyet kendisine eşlik etmese bile, zikreden -yani
dilona ulaşır Öyleyse kimse O’nu gaflede zikretmemiştir. Aksine her zikir ‘Her şey
O’nun hamdini tespih eder, fakat siz anlayamazsınız’472
ayetinden ortaya çıkar. Bunlar da öyledir. Öyleyse bu sözü söyleyen insanın
adamlık’tan nasibi yoktur. Aynı durum, böyle nezih bir güzelliğe bakmaktan uzak
duran kimsenin gayreti için söz konusudur. Heyhat! Hangi bakış sana aittir ve
bakışı kendinden kaynaklanan varlık nerededir? O’ndan başkasına mı bakılır? Ey
şirk koşan! Böyle bir söz söylemekten utanmıyor musun? Öyleyse Haktan gayret
hali, senin Hakk olman ve gayrette gayretin Hakk ile ilişkisi gibi bulunmandır.
Böyle bir durumda, neyden dolayı gayret edildiğine bakar, o Hakk göre
davranırsın. Çünkü Hakk, eşya arasında başka ve ayrımın ve temyizin
bulunmasını ister. Buna yaparken ilave bir zâtın veya varlığını ispattan veya
tek bir hakikatte olmadan çokluğu reddetmekten sakınmalısın. Öyleyse çokluğu
sabidik bakımından kabul et, varlıktan ise olumsuzla! Birliği ise varlıkta
olumla, sübuttan dışla! Bunu bilmelisin!
İKİ YÜZ ON DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Hürriyet Hali
Fetâ’nın hali onun aynı
olunca
Öyle biri hürdür, olmasa bile!
Var olmayan yok iken
Varlık vermesiyle olacaktır
Kulun hürriyeti malul
Özgürlük sadece ‘ol’ diyenin
Ey hür! Muhtaç olma sakın (bir mümküne)
Mümkünün yoksulluğu seni de zayıflatır
O zorunludur, bak ne görürsün!
Sen de zorunlusun, gerçek ortaya çıktı
Onun zenginliğini bizim yoksulluğumuza kat
Bence bu en güçlü cennetlerdendir
Bilmelisin ki, sûfilere göre hürriyet, bütün
yönlerden tamamen azatlığı istemek demektir. Bu durumda insan, Allah Teâlâ’nın
dışındaki her şey olma hürriyetini elde etmiş olur. Bize göre hürriyet ise,
Hakkın niteliğiyle kulun niteliğini ortadan kaldırmasıdır. Bu ise Hakk kulun
duyması, görmesi ve bütün güçleri olduğunda gerçekleşir. Kul ancak Hakkın varlığıyla
izale ettiği bu niteliklerle kuldur. Bununla birlikte söz konusu kulun varlığı
sabittir. Hakk, memluk olmaz. Bu durumda bu mahal, ‘hür’ olur. Çünkü bu
niteliklerle nitelenmediği sürece kendiliğinden bir anlamı yoktur. Bunlar,
bizzat Haktır. Fakat hakkın nitelikleri onlarm aynı değildir. Böylelikle şahsın
varlığı, ‘Ben onun duyması oldum’ sözündeki zamirin varlığıyla sabit olmuştur.
Buradaki zamir (hu), kulun dış varlığıdır. Nitelik ise, kulun değil, hakkın
aynıdır. Böylelikle bu şahıs adına hürriyet sabit olmuştur. Öyleyse o, şanına
yaraşır şekilde Hakkın aynı olan -yoksa O’ndan başka olmayanbu niteliklerin hükümlerinin
mahallidir. Hakkın niteliği ise kendi sıfatıyla değil, kendisiyledir. İşte bu
şahıs kendisi bakımından odur, niteliği bakımından ise o değildir.
Senin niteliğin madum, aynın ise zahir
Sen onun için evvelsin, o senin için ahir iken
Sen onun mülkü. Sen onun kulu değilsin
Sen zorlanan değilsin, zorlayanın kendisisin
Gerçekte Hakk için ‘hür’ denilemez, fakat
‘köle değildir’ denilebilir. Çünkü Hakk, zâtına ait olumlu niteliklerle değil,
selbi nitelikle bilinebilir. Fakat mazharların kendilerinde zuhur eden olması
bakımından Hakta bir hükmü vardır. Böylelikle, örfe göre, eksiklik, tamlık ve
kemal nitelikleri gibi, mazharla ilişkilendirilen bütün nitelikler, Hakk ile
ilişkilendirilir.
Hakk var, yok başkası
Onun zuhur eden varlığı, kulun aynı
Ama sen yine de ‘onların aynıdır’ deme
Sen benim dediğimi söyle, ekleme bir şey
İlahi şeriadarın dilleri, bunu mecaz olarak
değil, hakikat olarak dile getirmişlerdir. Teorik-akli deliller ise, ilahi
mertebeden böyle bir şeyi olumsuzlarlar. Şeriatlar kendisini getirdiğinde ise,
onların arasından derin bilginler, böyle bir şeyi tevil ederler. Bunun nedeni,
Hakk onların görmesi olmadığı için, keşiften mahrum kalmalarıdır.
Eksikliğine rağmen fikre bağlandılar
Ama ışığından hiç aydınlanmadılar
Zâtını gözlerden gizleyen münezzehtir!
Nitelikleriyle yaratıklarında izhar eden
kendini
Öyleyse ne hür var ne köle!
Artık sözleşme nerede, vaat nerede!
Sonsuz varlık Allah Teâlâ’nındır Önceden ve sonradan!
Bilmelisin ki, hür, şeylerin ve işlerin gemini
elinde tutan kimsedir. Onlar kendisine sahip olamaz, o onlara sahiptir, onlar
kendisini yönlendiremez, o onları yönlendirir. Böyle biri, iki mertebede de
yoktur. Çünkü Allah Teâlâ ‘Bana dua edin ki size karşılık vereyim’473 der. Allah
Teâlâ, bizi davet ettiğinde, kendisine olumlu karşılık vermemizi istemiştir.
Böylelikle hem kul hem Hakk yönünden ‘yönlendirme’ gerçekleşmiştir. Kulun duası
ve dileği olmasaydı, Hakk ‘mücîb (duaya karşılık veren)’ olmazdı, hâlbuki
duaya karşılık vermek, O’nun bir niteliğidir. Öyleyse kuldan Hakta tasarrufta
bulunabilme nedeni meydana gelmiştir. Kuşkusuz Haktan kulda tasarruf meydana
gelmiştir -yoksa onun nedeni değil-. Bu ortaklık, Hakk ile kul arasında
gerçekleşmiştir. Öyleyse bu niteliğe sahip birisinden mutlak anlamda hürriyet
gerçekleşmez. Gerçekte hürriyet bir varlığa sahip değildir. Çünkü (varlıklar
arasındaki) görelilikler, bunu imkânsızlaştırır. Fakat hürriyetin hakikati,
âlem O’ndan kendisi nedeniyle -başka bir nedenle değilortaya çıkmış olsa bile,
Zât’ın âlemlerden müstağniliğinde bulunur. O, âlemlere muhtaç değildir ve bu
nedenle hürdür. Âlem ise O’na muhtaçtır. O halde âlem köle ve kuldur. Dolayısıyla
hiçbir zaman âlemdekiler hür olamaz. Uluhiyet kendilerini yükümlü tuttuğu
hükümlerle -ki uluhiyet ancak bu hükümlerle zuhur edebilironları talep
ettiğinde, görelilikler ortaya çıkar. Bu durumda (Hakk ve kul) iki tarafta da
iş, birbirine bağlanır. Hürriyet ise, birbirine bağlı ve göreli İki taraftan
herhangi birisinde bulunmayı kabul etmez. Bu bağlamda bazı kimseler ‘Hakk
maruftur, dolayısıyla bilinmez’ derken bazıları ‘Hakk meçhuldür, bilinmez’ diye
iddia etmiştir. İşte, kolay anlaşılacak ve öğrenilebilecek şekilde, hürriyet
halini kısaca özedemiş olduk.
İKİ YÜZ ON BEŞİNCİ BÖLÜM
Latifenin Bilinmesi ve Sırları
Açıklanmaktan uzak manalar vardır
Bunlar Rahman’ıtı bizdeki latifeleridir
Uzaktan bize onlarla işaret eder Biz de işaretlerine selam veririz
Allah Teâlâ onları öyle kalplere ihsan etti ki Arzu onları an be an
coşturur
Kınanmış arzu değil o, fakat Sevgidir, ondan dolayı müptela olduk
Allah Teâlâ ruhu’l-kuds ile sana yardım etsin,
bilmelisin ki, Allah Teâlâ ehli latife sözünü iki anlamda kullanırlar. Bunu
bazen insanın hakikatini anlatmak üzere kullanırlar. Bu anlamda latife,
bedenin bineği, yönetim yeri ve maddi-manevi bilgilerini elde etme araçları
olduğu anlamdır. Aynı zamanda latife’yi anlamı ince bütün işaretleri anlatmak
üzere kullanırlar. Söz konusu anlam, anlayış gücüne parıldar, fakat dile
gelmez. Bu işareder, zevk ve haller ilmi kapsamındadır. Öyleyse bu işareder,
bilinir fakat aktarılamaz. Gerçekte tanımlanmış olsalar bile -çünkü kendiliğinde
tanımı ve hakikati olan her şeyin ifade edilebilir olması zorunlu değildirtanıma
gelmezler. Bu durum anlayış sahiplerinin söylediği ‘Şeylerin bir kısmı tanımlanırken
bir kısmı tanımlanmaz’ sözlerinin aynıdır. Başka bir ifadeyle dil, dinleyenin
anlayacağı şekilde, hakikatini ve tanımını ifade etmekten acizdir. Zevk
ilimleri de bu tarz ilimlerdir.
Sonra, sûfıler, latifenin (anlamını)
genişletmiş, ‘Örneklendirilmesi güç, bütün ince anlamlar -bir görüşe göre
Rical’den ferdere özgü olsa bilelatife diye isimlendirilmiştir. İlahi
isimlerden birisi, el-Latiftir. Bu ilahi ismin hükümlerinden birisi de,
sebepleri kesilmiş maddi ve manevi rızıldarı sahiplerine -onların farkında
olmadığı yöndenulaştırmaktır. Bu durum ‘Farkında olunmayan yönden rızıklandırırH7i ayetinde
belirtilir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in cennet hakkında söylediği
‘Orada gözün görmediği, kulağın duymadığı ve hiçbir insanın aklına gelmeyen
şeyler vardır’ ifadesi de el-Latif isminden kaynaklanır.
Allah Teâlâ seni razı olacağı işlere
ulaştırsın, bilmelisin ki, kul farkında olmaksızın Allah Teâlâ’dan bir latife
meydana gelebilir. Kul bunu himmetiyle müridine veya Allah Teâlâ’nın dilediği
bir kuluna -o kul farkında olmaksızınşeyhin kastıyla aktardığında, bu durumda o
kişinin ‘latife sahibi’ olduğu söylenir. Böyle bir ulaştırma ancak el-Latif
ismiyle ahlaklanan adına gerçekleşebilir. Farkına varılırsa, onu ulaştıran
kimse, latife* sahibi değildir. Mürit veya anlamın ulaştırıldığı kimse
kendisine ulaşan şeyin o şeyhten geldiğini -hüsnü zan ile veya tahmin ederek
veya kestirerek değilkesin bir bilgiyle öğrenirse, böyle bir şeyh o konuda
latife sahibi değildir. Çünkü bu makam sahibinin belirgin özelliği, (müride
veya başkasına) ulaşan nimetin kendinden kaynaklandığının -kabaca değilayrıntılı
olarak farkına varılmasını engelleme ve tenezzülsüzlüktür. Nitekim Allah Teâlâ
da genel anlamda Rızık veren diye bilinir. Fakat bu rızkın sahiplerine nasıl
ulaştığı ayrıntılı ve kesin bir şekilde bilinmez. Hakk ise onu el-Latif
isminden bilir. Hakkın rızkı nasıl ulaştırdığı bilinirse, elLatif isminden
değil, başka bir ismin hükmünden ulaştırmıştır. Böyle ulaşan şey ise ‘latife’
diye isimlendirilmez. Öyleyse (bir şeyin latife olması için), ulaşma tarzının
(ayrıntılı olarak) bilinmemesi gerekir. Bu nedenle de insanın hakikati latife
diye isimlendirilmiştir. Çünkü o, beden düzenlendiğinde onu yönetmek üzere
ilahi üflemeden meydana gelmiştir. Bu üfleme, ‘Onu düzenlediğimde,
kendisine ruhumdan üfledim’475 ayetinde Allah Teâlâ’ya izafe
edilen ruhtur. Söz konusu olan, daha önce ele aldığımız, ilahi nefestir.
Öyleyse bu ruh, niteliği olmaksızın, genel anlamda Allah Teâlâ’ya nispet
edilen ilahi ve latif bir sırdır. Üfleme vesilesiyle dışta varlığı ortaya
çıktığında ise, onun varlığı varlıktan olmuştur, yokluktan değil! Başka bir
ifadeyle bu esnada olan şey, bu bedeni yönetmek üzere, görevlendirmenin
kendisine izafesiydi. Bu durum, konuşanın nefesinden harfin ortaya çıkmasına
benzer. Bu bineğe (beden) bir takım araçlar verilmiştir. Bu araçlar, ruhun kendilerini
ancak kendileri vasıtasıyla algılayabileceği maddi ve manevi bilgileri idrakini
sağlar. Bu da onun ‘latif olmasından kaynaklanır. Çünkü kelamcılardan bazı akılcıların
bildiği gibi, bu araçların tavassutu olmaksızın ruhun (vasıtalı elde ettiği
bilgiler anlamında) bu durumu bilmesi aklen mümkündür. Fakat böyle biri zayıf
düşüncelidir. Çünkü biz araçlar derken idrak mahallinde bulunan bir anlamı
kast etmekteyiz. Başka bir ifadeyle biz, kulağı, gözü, burnu değil, görmeyi,
duymayı ve koklamayı kastetmekteyiz. Ruh duyulanı -kulak sahibi olması
yönünden değilduyma özelliğine sahip olması bakımından algılar. Aynı şekilde
görüleni -göz organına sahip olması yönünden değilgören olması halamından
algılar. Öyleyse bu araçların (ruha) izafetleri ortadan kalkmaz. Geride şuna
bakmak kalır: bunların hakikati neye döner? Acaba latifeye ilave bir takım
durumlara mı döner, yoksa sadece ve sadece latife’ye mi döner? İdrak
edilenlerin değişmesiyle, bu konuda hükümler de değişir. Hakikat ise birdir.
Bu, keşif ehlinden ve doğru akıl sahiplerinden muhakkiklerin görüşüdür.
Latifenin dış varlığı ortaya çıktığında -ki insanın hakikati demektirbu çıkış,
aynı zamanda -latifeler yönündenbedeni yönetişinin kendisidir. (Latifeler
yönünden dedik), çünkü latif ruhun varlığı nedeniyle hayatın bedenle
irtibatının niteliği bilinmez. Bunun nedeni, doğanın bedene kazandırdığı hayat
ile aradaki ortaklıktır. Doğanın kazandırdığı hayat, hayvani ruhtur ve bu
sayede arada bir tür ortaklık ortaya çıkar. Bu durumda insan şunu bilemez: Bedenin
bu hayvanı canlılığı, gerçekte, ilahi ruhtan ortaya çıkan yükümlü ve muhatap
latife’ye mi aittir, yoksa doğaya mı, yoksa her İlcisine birden mi aittir? Bunu
sadece keşf ve vecd ehli zevk yoluyla bilebilir (ehl-i keşf ve’l-vücûd). On1ar
bilir ki, âlemdeki her bir şey, canlıdır (hay) ve keşif ehline göre hakikatinin
gerektirdiği şekilde kendisine ait açık bir dille Rabbinin övgüsünü tespih
eder. Keşif ehlinin dışındakiler ise, bunu asla bilemezler. Öyleyse onlar,
donuklar, bitkiler ve hayvanlardır. Fakat her şeyin canlı olduğunu,
kendilerinin ise bunu fark edemediğini bilmezler. Nitekim onlar, Allah Teâlâ
yolunda öldürülen şehiderin canlı olduğunu fark edemez. Allah Teâlâ ‘Allah
Teâlâ yolunda öldürülenlere ölü demeyin, onlar diridir, fakat siz fark edemezsiniz5476 buyurur.
Bu latifenin bu bedeni yönetmesi, bu bedenle
birlikte olduğu sürece elde etmiş olduğu -ki özellikle aydınlanmış bedenler
için bu durum söz konusudurbilgi ve mârifederin bekası için gereklidir. Bu
noktada Allah Teâlâ ehli iki kısma ayrılır: Birincisi bu bedenden ayrılma
esnasında ‘soyutlanma’yı benimseyenlerdir. Onlara göre latife, bedenin (ve
mizacın) lıuy ve mârifederinden bir takım haller ve yapılar kazanır. Bunlarla
tecrit âleminde benzerlerini tanırlar. Böylelikle de kemal derecesini talep
ederler. Bu sınıf, Allah Teâlâ ehlinden olsa bile, keşif ehli değildir. Aksine
bu gruba hakim olan fikir gücüdür ve teorik düşünme onlarda etkindir. Allah
Teâlâ ehlinden olan diğer kısım ise -ki onlar Hakk ehlidir-, her ne zaman
gerçekleşirse gerçekleşsin, ayrılmaya önem vermezler. Çünkü onlar sürekli ve
daimi olarak bilgi artışı içindedir. Onlar, dünyada, ahirette veya berzahta
doğal maddelere veya unsur kaynaklı maddelere ait yönetimin ehlinin
hükümdarlarıdır. Onlar, bedenlerin diriltilmesini kabul eden doğru keşif
sahipleridir. Çünkü ilahi latife (insanın hakikati), tedbir ve tafsil etmek
(anlamındaki el-Müdebbir ve el-Mufassıl isimlerinden) ortaya çıktı. Yönetilen
bir beden, onun varlığının ilkesidir. Öyleyse latife bu hakikatten ayrılamaz.
Uyku esnasında kendisini gördüğü durumu tam olarak anlayan kimse, söylediğimizi
de anlar. Çünkü Allah Teâlâ uyuyanın rüyasında gördüğü şeyi bir örnek olarak
verdiği gibi bu uykudan uyanmayı da haşir için başka bir örnek olarak
vermiştir. Birincisi (uyumak), dünya âleminden ayrıldıktan sonra ölünün
gideceği yerdir. ‘Fakat insanların çoğu bilmez™77,‘Onlar dünya hayatının
zahirini bilirler. Ahiretten ise habersizdirler:i7S
Binaenaleyh biz, dünyada, ahirette ve berzahta
sürekli bir yükselişte ve daimi bir bilgi artışındayızdır. Araçlar ise, bu
menziller, mertebe ve hallerde insanın latifesinden ayrılmaz ve kendisine eşlik
ederler. Bu latife için bedbahdık, tıpkı artış veya eksilmeyle ahlat-ı erbaanın
(dört karışım) bozulması nedeniyle dünya hayatında kendisine ilişen hastalık
gibi, ona ilişmiş geçici bir durumdur. Fazla azaltılıp ya da eksiğe ilave
yapılıp denge meydana geldiğinde hastalık ortadan kalkar, sağlık yeniden
ortaya çıkar. Aynı şey, latifeye ahirette ilişen bedbahdık için söz konusudur.
Sonra varış, mutluluğa olacaktır. Bu mutluluk, cennet veya cehennem hangi yerde
olursa olsun, yapının doğrulması demektir. Çünkü her bir yeri dolduranların
olacağı sabittir. Allah Teâlâ bizi bilgi ve marifetlerinin mizacını koruduğu
kimselerden eylesin. İşte bu, insan latifesi (latife-i insaniye) dişe
isimlendirilen hakikatin bir yönüdür. Sadece insanın değil, her cismin
ruhani-ilahi bir latifesi vardır. Sureti bakımından ona bakar. Bunun böyle
olması zorunludur. Suretin ve yapının bozulması ise, her nerede gerçekleşirse
gerçekleşsin, ölüm demektir.
Sûfıler latifeyi başka bir anlamda da
kullanmıştır. Bu anlamda işaret, dile gelmeyen ve anlama gücüne parıldayan
bütün işaretlerdir. Bilmelisin ki, Allah Teâlâ ehli, işareti uzaktan çağırma
ve illet gözüyle sırrı ifşa anlamında kullanmışlardır. Fakat işaretlerdeki
taksimde farklılık gözükür. Şöyle ki: Uzaktan nida demek olan işaret, ifadeye
gelmeyen şeyi taşımak demektir. Aynı şekilde mesafenin uzaklığı nedeniyle sesin
ulaşamadığı fakat gözü olan kimseye işaret etmek de böyledir. Böylece istenilen
şey ona işaret edilir, o da anlar. Bu durum sûfilerin ‘uzaktan nida’ derken
kast ettikleri şeydir. Binaenaleyh dile gelmeyen bütün bilgiler, sesin
ulaştırılamadığı kimse gibidir. Böyle bir insan işaret eden kimseden uzak olsa
bile kendisinden istenilen şeyden uzak sayılmaz. Çünkü işaret, sözün kendisine
anlatacağı veya sesin duyuracağı şeyleri kendisine bildirebilir. Kesin olarak
bilirsin ki, işaret eden Hakk olunca -ki Hakk kulun ayırıcı özelliği olan
tanımdan uzaktır ve bu kaçınılmaz olarak gerçek bir uzaklıktır-, durumun böyle
olması zorunludur. Öyleyse işaret, zorunludur! Burada işaret latife demektir.
Çünkü o (ya da işaret edilen şey), farkına varılmayan gizli-Iatif bir anlamdır.
Sonra, (Hakk ile kul arasında) bir uzaklık olmasa bile, bu, illet gözüyle
ilandır. Şöyle ki: Sağır konuşana yalan olabilir, fakat bu yakınlık, kendisine
bir yarar sağlamaz. Çünkü sağırlık nedeniyle ses kendisine ulaşmaz. Bu nedenle
yakın olmasına rağmen kendisine işaret edilir. Nitekim Hakk kulunun diliyle
‘Allah Teâlâ kendisine hamd edeni duydu’ der. İşte bu, illet var olsa ve ortaya
çıksa bile, yakınlığın en ileri noktasıdır. Çünkü bu yakınlıktan daha çoğu, şu
ifadede belirtildiği halde olmaktır. Allah Teâlâ ‘Namazı kendim ile kulum arasında
ikiye böldüm’ diyerek ayırmış ve tafsil etmiştir. Bu yakınlık nerede, kendi
sözünü onun sözü yaptığı kimsenin yakınlığı nerede? Konuşan ve söz söyleyen
odur, O değil! Böyle bir yakınlık malul yakınlıktır. Öyleyse bu, sûfilerin
‘illet gözüyle ifşa’ dedikleri durumdur ve bu nedenle latife diye
isimlendirilmiştir. Çünkü bu yakınlık, Rabbi kula dercetmiştir. Allah Teâlâ ‘Allah
Teâlâ’nın kelamını duyana kadar kendisini komşu edin*79 der.
Burada Allah Teâlâ’nın kelamıyla konuşan Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’di. Allah Teâlâ ‘Ben onun duyması, görmesi ve dili olurum’ demiştir.
İşte bu, Hakkın yaratıkların suretinde gözükebileceği en latif tarzdır. Bu
ise, Hakkın bildirmesiyle (bilinir), niteliği ise bilinmez ve bir aralık ortaya
çıkmaz. Öyleyse ‘O’nun benzeri bir şey yoktur, O duyan ve görendir™0 -
Sonra, annelerin evladarına olan sevgi ve
şefkati de bu konuyla ilgilidir. Bunun yanı sıra, vatan sevgisi,
alışkanlıklara duyulan özlem bu konuyla ilgilidir. Bunlar, genel anlamda, iki
şey arasındaki karşılıklı ilişkilerdir. İnsan bu ilişkilerin nedenlerini
öğrenmek istese, bunu başaramaz, sadece bir kıyaslama yapabilir. Hakkın
bilgilendirdiği kimse ise onları bilebilir. O, varlığın aslından ilham ile işin
gerçekteki halini bilendir. Çünkü Hakk varlığın aynıdır.
İKİ YÜZ ON ALTINCI BÖLÜM
Fetihlerin Bilinmesi ve Sırları
Fetihler, bütün rahatlıklardır O
bir azaptır da; öyleyse geldiğinde sevinç olmaz
Ta ki göz onun neyi getirdiğini görene dek Onu görünce, ister sevin
ister üzül
Rüzgar dilediklerine Rahman’dan bir müjde Her kime niyetlenirse,
rahmettir rüzgar ona
Bazen hazırlıksız kimseye de azap olabilir
rüzgar
Tıpkı Ad’ın rüzgarı gibi, sabit bir şahidin
bildirdiğine tanıklığıyla
• Ondaki tuzak gizli, ona hazırlık ol
Belki başarıyı ve doğruluğu elde edersin
Allah Teâlâ seçkin kullarını desteklediği
şeyle bizi ve seni de desteklesin, bilmelisin ki: Sûfilerde fetihler, üç
türdür: Birinci tür, zahirde ibare fetihleridir. Onlar şöyle demiştir: Bunun
sebebi, niyetin ihlaslı olmasıdır. Bu bana göre doğrudur ve ben de onu tattım.
Bu durum Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Bana cevamiü’l-kelim
verildi’ hadisinde belirttiği şeydir. Kuran’ın icazı da bu kapsamdadır. Bir
vakıada bu meseleyi sorduğumda bana şöyle denildi: ‘Bir harf eklemeden veya
içinde bir karışıklık olmaksızın, doğru ve kesin olarak gerçekleşen şeyden
haber vermelisin. Konuşman bu özellikte olduğunda, icaz özelliğine sahip
demektir.’ ikinci tür fetihlere gelirsek, bunlar, batinda halavet fetihleridir.
Sûfıler şöyle demiştir: ‘Bu, Hakkın ihsanlarını çekmenin (cezb) sebebidir.’
Üçüncü tür ise, Hakkı mükaşefe etme fetihleridir. Sûfıler şöyle der: ‘Bu, Hakkı
bilme sebebidir.’ Bütün bunların ortak paydası şudur: Herhangi bir çaba,
gayret ve talep olmaksızın sana gelen her şey, ister zahir ister bâtında olsun,
fetihtir. Fethin kendisini tadan kimsede bulunan bir belirtisi vardır. Bu
belirti, fetihten başka bir şeyi veya düşünmenin sonuçlarını almamaktır. Bir
şeyin fetih olmasının şartı, fikrin kendisine eşlik etmemesi ya da fikir
mahsulü olmamaktır. Şeyhimiz Ebu Medyen fetih hakkında şöyle derdi: ‘Allah
Teâlâ’nm buyurduğu gibi, bize taze et yedirin, kurusunu yedirmeyin.’ Başka bir
ifadeyle bize, sadece Allah Teâlâ’nın kalplerinizde size açtığı fetihleri
aktarın, başkalarının fetihlerini bize aktarmayın. Ebu Medyen’in bu sözüyle,
dosdarının himmederi (bilgiyi doğrudan) Allah Teâlâ’dan almak üzere
yükselirdi.
Kardeşlerim! Bilmelisiniz Ki, Fetih makamı,
gerçek bir mizana muhtaçtır. Bu yönüyle fetih, gizli tuzağın ve aldatmanın
bulunduğu bir makamdır. Çünkü Allah Teâlâ fethi ‘gökten ve yerden berekeder
getirmekle’ zikrettiği gibi azap ile zikretmiştir. O kadar ki akıllı insan,
kendisine neyin açıldığını görmeden bir kapının açılmasından (feth) sevinmez.
Bazı sûfıler ölüm halinde şöyle demiştir: ‘Bu benim şu kadar küsur yıldır
çaldığım bir kapıdır, işte şimdi açılıyor. Ad kavminin ne dediğini bilmiyorum.
‘Bu bize gelen bir yağmurdur.’ Alışkanlıklar onları perdelemişti. Bunun üzerine
onlara şöyle denildi: ‘İşte bu sizin aceleyle istediğiniz şeydir. Onda büyük bir acı
vardır.™1 Öyleyse, kendisinde neyin bulunduğunu
bilmedikçe, fetih nedeniyle mağrur olma ve de ki: ‘Rabbim
benim bilgimi artır.™2
Alemdeki ilahi fetihler iki şekilde
gerçekleşir: Birisi (kapıyı) çalarak, diğeri kendiliğinden! Çalarak
gerçekleşen fethe gelirsek, Allah Teâlâ böyle bir fethin neyi getirdiğini
bilir. Çünkü çalma, onlara göre, açılacak şeyin de delilidir. Sûfiler, ‘fetih’
derken, bu tarz fetihleri amaçlamaz. Onların ‘fetih’ ile ulaşmak istediği,
çabaları olmaksızın, kendiliğinden meydana gelenlerdir. Kulun çalışması onu
‘içerme’ hükmüyle gerektirse bile, bunun için çalışan kulun aklına fetih
genellikle gelmez. Bu nedenle fethin gelmesi, onun adma ‘kendiliğinden’
sayılır. Daha önce belirttiğimiz üzere, farklı türleriyle fetihler geldiğinde,
kulun fetih için bir terazi ortaya koyması gerekir. Nitekim Allah Teâlâ
kendisine ‘Doğru terazileri ortaya koyun’483 diye
emretmiştir. Fethe mazhar olan kul, sahip olduğu hal ile fetih araşma teraziyi
yerleştirir: Fetih Hakk uygun ise, halinin neticesidir. Bu durumda kul, başka
bir terazi koymalıdır. İkinci terazi, fethin miktarı ile halin gücünü
karşılaştırır. Eşit olurlarsa, hiç kuşkusuz, o da bir neticedir. Fakat kul,
böyle bir fetihte Allah Teâlâ’nın aldatmasından sakınmalıdır. Çünkü o, kendi
yerinin (ahiret) dışındaki bir neticedir. Bu durumda kulun ödülü aceleyle dünya
hayatında verilmiş olur ve ahirete elinde hiçbir şey yok iken gidecektir. Fetih
kişiye edep ve yükselme getirirse, böyle bir fetih, aldatma değildir. Aksine o,
Allah Teâlâ’dan bu kula dönük bir inayettir. Bu inayet ise, Allah Teâlâ
nezdinde iyiliğin artışını sağlayacak şekilde daha çok fethe yol açar. Fethin
miktarı ile halin gücü arasında terazi yerleştirip de fethin halden üstün
olduğunu görürse, halin gücü kadar olan kısmı ondan düşer. Geride kalan kısım,
sûfılerin sözünü ettiği fetihtir. Bu, bilinmesi ve kesin olarak öğrenilmesi
gereken bir ilkedir. Bu ilkenin kendisini zevk yoluyla öğrenenin bilebildiği
kanıdan vardır. Fetih genel olarak hal terazisine girmeyip hal kişide kalırsa,
böyle bir fetih, sûfıler nezdinde istenilen fetihtir.
Bu durum ortaya çıktıktan sonra, fethin bütün
türlerini zikredelim! İbare fethine gelirsek, bu fetih, adamlardan (rical)
Muhammedi kamil herhangi bir nebinin varisi olması durumu değiştirmezadına
gerçekleşebilir. Bu makam sahibinin en güçlü makamı, bütün söz, hareket ve
duruşlarında doğruluktur. Öyle ki, doğruluk, kendisini yanındaki arkadaşının
derununda bulunanı onun dış hareketinden öğreneceği bir dereceye ulaştırır. Bu
fetih sahibinin bir şeyi zihninde canlandırıp düşüncesiyle düzenlemesi ve
ardından aktarması, mümkün değildir. Aksine onun konuşma zamanı konuştuğu şeyi
tasavvur zamanı, o da bu anlamın zihninde bulunma, tasavvur etme ve onu
aktardığı lafzı düşünme zamandır. Bu makam sahibine Kur’an olması bakımından
-yoksa furkan veya Allah Teâlâ’nın kelamı olması yönünden değiltenezzül
gerçekleşir. Çünkü Allah Teâlâ’nın kelamı, sürekli olarak Allah Teâlâ’nın
velilerine tilavet yoluyla inmeye devam etmektedir. Veli, peygamber kendisine
neyin indirildiğine baktığı gibi, kendisine neyin okunduğuna bakar ve bu
okuyuşta neyin kastedildiğini anlar. Nitekim peygamber de kendisine indirilen
şeyi bilir ve durumun gereğine göre hüküm verir. Burada da durum öyledir. Velinin
kalbine olan tenezzülün bir tadı vardır ki, onu ikinci tür fetih olarak ele
alacağız. Bu fetih sahibi adına tilavet (okuma), tilavet edilenin ‘Kur’an’
olması -başka bir şey değilyönünden gerçekleşir. Allah Teâlâ onun için ibareyi
açar, o da, kalbindeki şeyi kalemiyle veya sözüyle ifade eder.
Öyle ki dinleyici, kulak verirse, maksat
ulaştırılabilir. Bu fetih sahibinin alameti, içine huşu duygusunun eşlik
etmesi, bedenindeyse sürekli derinin titremesidir. O kadar titrer ki,
parçalarıyla onu hissetseydi, (bedenin) parçaları dağılırdı. Bu huşuu içinde
bulamazsa, amaçlanan adam veya söz konusu fethin sahibi olmadığını öğrenir. Bu
öyle bir fetihtir ki, ömrüm boyunca karşılaştığım Allah Teâlâ adamlarından hiç
birinde onun etkisini görmedim. Bu zamanda, ibare fethine sahip bazı adamlar
olup da kendileriyle karşılaşmamış olabilirim. Şu var Ki ben de, hiç kuşkusuz,
onlardan birisiyim. Bende bu konuda bir tereddüt yoktur. Bu konuda Allah
Teâlâ’ya hamd olsun! Menziller bölümünde, Kuran menzili geldiğinde onun isimleri
arasında furkan da zikredilecektir. Çünkü Kuran, furkan, nur, huda gibi
kendisine verilmiş isimleri vardır. İçindeki anlamı ifade eden konuşmacı,
ifadeden önce konuştuğunu tasarlayıp içindeki anlamı ifadeyi düzenler, dinleyen
herkesin beğeneceği şekilde güzelleştirir ve derinleştirirse, böyle bir insan,
fetih sahibi değildir. Çünkü bu fethin özelliği, farkında olmaksızın, ansızın
çıkıp gelmesidir. Bu yolda gerçekleşen bütün fetihler için aynı durum
geçerlidir.
Bu fethe mazhar olmanın bir özelliği de, İçişinin
ifade ettiği şeyi müşahedesi, bunun yanı sıra kimden ve neyi duyduğunu müşahede
etmektir. Bu özel duymaya yaraşan bir ifadeyi duyduğu şeye verir. Bu nitelikte
olmazsa, öyle bir insan, ibarede fetih sahibi değildir. İşte ‘onun sebebi
ihlastır’ dememizin anlamı budur.
Fethin ikinci türü ise, bâtındaki halavet
fethidir (tadın açılması). Bu, merhametiyle Hakkın cezp edilmesidir. Bu tat ve
halavet, manevi olsa bile, onun sahibindeki etkisi -tıpkı serin suyun
hissedilmesi gibihissedilir. Onun hissedilme tarzı, bütün duyulurları algılama
gibidir. Onun duyudaki yolu ise, dimağdan tat bölgesine doğru iner. Böylelikle
kişi tadarak kendisini algılar. Bu tadın gerçekleşmesi esnasında organ ve
eklemlerde bir boşalma, hazzın gücü nedeniyle organlarda dumur hali ve bir güç
kaybı gerçekleşir. Bü fetih sahiplerinin bir kısmında söz konusu tat, bir saat
veya gün sürerken fazlası için belirli bir süre yoktur. Çünkü bu durumda onun
süresi bizde değişir. Bazen bir konuda bize fetih gelir, bir saat sürer, sonra
kalkar, sonra başka bir olayda tekrar iner, bu kez bir gece ve gün sürdükten
sonra yine kalkar. Kalktığında ise organlardaki dumur hali de gider. Bu tada
herhangi bir maddi hazzın benzemesi mümkün değildir, çünkü o, duyulur-maddi
olmayan bir şeyde bulunduğu için, yabancı bir hazdır. Ne balın ne cinsel
ilişkinin ne de duyulur bir şeyin hazzına benzer. Aynı şekilde talibin tutkuyla
bağlandığı bilgileri elde etmenin tadına da benzemez, aksine ondan daha üstün
ve büyüktür. Bu tadın duyudaki etkisi ise, bütün tatlıların tadı gibi bileşik
maddelerden oluşan tadardan daha büyüktür. Onun anlamların hazlarından farkı
ise, kendisine özgü duyudaki etkisiyle ilgilidir. Bunu anla!
Hakk beni kendi isimleriyle ‘kul’ olarak
isimlendirip bu tatta bana fetih ihsan ettiğinde, onun etkisini en çok el-Aziz
isminde gördüm. Allah Teâlâ bana ‘ey Abdülaziz’ diye nida etti. Bunun anlamı,
insanın her bir ilahi isimde kul olarak yerleştirilmesidir (Abdullah,
Abdurrahman vb. gibi). Bunun amacı, ilahi isimlere dair bilgileri elde etmek
üzere, hakikatler arasındaki farkın gerçekleşmesidir. Bu nidada öyle bir tat
buldum ki, aynı tadı diğer isimlerde bulamadım. Bunun nedenini araştırdığımda,
gördüm ki, izzet makamı, bunun böyle olmasını gerektirmektedir. Bu tat,
duyulurların ve manaların tadından ayrışsa bile, kendisinin tadı da türlü
türlüdür. Bu bağlamda ondan bir şeyin tadı, başka bir şeyin tadından farklı
olduğu gibi şeker ile balın tadının ayırt edilmesi gibi insan bunların
arasındaki farkı anlar. Şeker ile bal tatta ortak iken arada bir fark bulunduğu
gibi burada da durum aynıdır. Böyle bir tat Allah Teâlâ ehli için ancak ilahi
şefkat sayesinde gerçekleşir. Allah Teâlâ’nın şefkat ve rahmeti kula
geldiğinde, Allah Teâlâ onu bâtınında bu tat ile rızıklandırır ve böylelikle
kulu kendisine çeker. Çünkü nefs, kendisine haz veren şeylere yönelme
özelliğinde yaratılmıştır. Bu esnada, söz konusu fethin tadından daha güçlü
bir tat, ‘Nun, Kalem’e ve yazdıklarına..:*** ayeti bana
okunduğunda bana gelmiştir. Bu bağlamda ‘Sen yüce bir ahlak sahibisin’485
ayetinin (okunmasından) daha büyüle bir haz görmedim. Bu, bana gelen en büyük
müjde idi. Sonra bu ayet bana ardışık iki farklı zamanda okundu. Ayetin tekrar
okunması benim memnuniyetimi artırdı. Bir ayetin bize okunmasının yinelenmesi,
peygambere bir ayetin veya surenin iki kez nazil olmasına benzer. Nitekim bir
rivayette Ve’lmürselat ve bazı surelerin Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
selleme iki kez nazil olduğu aktarılmıştır. Allah Teâlâ kuluna bu tat ile
şefkat gösterdiğinde, kendisine sahip olmadığı bir bilgi vermek üzere bu sayede
onu kendisine çeker. Kişi bir bilgi bulamazsa, ne çekme vardır ne de o fetih
tadıdır. İşte halavet (tat) fethinin belirtilerinden birisi budur (bilgi).
Hakkın böyle yapmasının nedeni, kulun hareketinin nedenli olmasını sağlamaktır,
çünkü kul asıl itibarıyla nedenlidir. Bu sayede kula karşı Allah Teâlâ’nın
delili ortaya çıkar. Çünkü kul sahip olduğu ilahi güç nedeniyle böbürlenebilir,
belki de diğer kulların değil de kendisinin hakka çekilmesi nedeniyle bir
üstünlüğü olduğunu düşünür. Zanneder ki, bu durum, onun Hakkın mertebesini
tercih etmesidir. Allah Teâlâ ise kulun çekilişinin (cezbe) tattan kaynaklanmasını
irade etmiştir. Bu durumda kul, belirttiğimiz gibi, böbürlenirse, bize karşı
şöyle bir delil ortaya çıkar: Kulu Hakka O’nun mertebesini tercih etmek değil,
aksine bulduğu tat ve haz çekmiştir. Başka bir ifadeyle kul, kendi adına
çalışmıştır. Minnet sahibi Allah Teâlâ olabilir. Hiç kimse Allah Teâlâ’ya karşı
minnet sahibi olamaz. Herkese karşı delil O’na aittir, yoksa kimsenin O’na
karşı kanıtı olamaz! Allah Teâlâ ehlinden bundan başka söz söyleyen kimse,
söylediğini ancak halin kendisine hakim olması nedeniyle ‘şatahat5
olarak söylemiştir, yoksa gerçekte söylemiş değildir. Öyleyse bu, onun halinin
dilidir, yoksa (kendi gerçek) dili değildir. Ayıldığında ise şöyle der:
‘Rabbim! Seni tenzih ederim, tövbe ettim.’
Şöyle sorabilirsin: ‘Hakk kuluyla birlikte
olduğu halde, burada cezbenin anlamı nedir?’ Şöyle deriz: Kimse, kendisi için
olduğu yönden Hakk ile birlikte değildir. Onlar, sadece Hakkın kendilerini
yerleştirdiği (makam) yönden Hakk ile birliktedirler. Bu nedenle, kulunu
kendisine yerleştirdiği bu halden kaynaklanan tat ile Hakk yönünden cezbe başka
bir hal nedeniyle gerçekleşir. Söz konusu halde Hakk kula sahip olmadığı bir
bilgiyi ‘zevk’ yoluyla verir. Sonsuza dek böyle sürer. Hakk onu ‘cezbe’ diye
isimlendirmiştir. Çünkü kulun haline tutkuyla bağlanması ve ona alışması
gerekir. Bu nedenle kul, içinde bulunduğu halden daha sevimli bir hal nedeniyle
ilk halinden ayrılabilir. Hakk da durduğu halden ayrılması için ‘tat’ta
kendisine fetih verir. Kul Hakka çekildiğinde ise, üzerinde bulunduğu hali de
kendisine eşlik eder, çünkü hali ondan ayrılmaz. Çünkü bilinen, meçhule dönmez.
Böylelikle cezbenin hükmü kalıcıdır. Cezbenin konusu, halini bırakmamasıdır.
Kul haliyle kalır ve onunla sınırlanır. Bu durumda kulda, sahip olmadığı yeni
durumu elde etmek üzere bir aşk ve özlem meydana gelir. Bununla birlikte hal,
bulunduğu durum nedeniyle, kendisine eşlik eder. Bunu bilmelisin!
Allah Teâlâ ehlinin hepsi, söylediğimiz bu
meşrepte değildir. Bizim zikrettiğimiz, onların büyüklerinin halidir. Çünkü
Allah Teâlâ ehlinden bir grubu döndükleri şey bulundukları, halden alıkoyar.
Çünkü Allah Teâlâ onların bir kısmını diğerinden üstün yapmış, her bir sınıfı
diğerlerine tafdil ederek ‘Bu peygamberlerin bir kısmını diğerlerinden üstün
tuttuk™*6 buyurdu. Başka bir ayette ise ‘Bir
kısmını diğerlerinden üstün tuttuk5487 buyurdu.
Bilmelisin ki, ilahi mertebe kaynaklı bizdeld
bu tadın hissedilmesinin esası, Hakkın aldığı tattır. Onu Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Allah Teâlâ kulunun tövbesiyle sevinir’
anlamındaki açık beyanı içerir. İşte Allah Teâlâ ehlinin içlerinde bu tat
buradan ortaya çıkmıştır. Anladıysan, seni yola yönlendirdik. Bunu ise, sadece
Allah Teâlâ’yı bilenler anlayabilir. O Allah Teâlâ, akılla delil getirilen
değil, şeriat tarafından nitelenmiş Allah Teâlâ’dır. Bu kapsamda gelen bütün
hususlar böyledir. Hakkın gülmesinin veya sevinmesinin bu tatta bir yeri
yoktur. Aksine o sevinmeye aittir. Öyleyse karıştırma ve mukayese etme! Çünkü
Allah Teâlâ yolu, kıyas ile öğrenilemez. Bir şey diğerine benzediğinde, aym
hükümleri olmaz, bu zorunlu değildir. İki benzer arasında benzerliğin
gerçekleştiği yönden ortak bir hüküm olabilir. Söz gelişi nohut yuvarlaklıkta
inciye benzeyebilir. Fakat onlardan birisi, diğerinin hükmüne sahip değildir.
Nitekim nedenli bir iken illeder de değişebilir. Örnek olarak incide
verdiğimiz yuvarlaklığı verebiliriz. Yuvarlaklık, yuvarlak ne olursa olsun,
yuvarlakta taşınan bir durumdur. Feleğin yuvarlaklığının nedeni başkadır,
incinin yuvarlaklığının nedeni başkadır. Böylelikle nedenlinin bulunduğu yerin
değişmesiyle nedenler de değişmiştir. Örnekte nedenli, yuvarlaklıktır.
Binaenaleyh Allah Teâlâ hakkındaki bilgide kıyastan uzak dur! Aksine işleri
iyice incelersen, kıyasın varlığı kesinlikle olamaz. Kıyastaki bir örneğin
hükmünü kıyasa tabi tutulan şeye vermiş olmaları, teorik akılcıların düştüğü
hatalardan birisidir. Böylece bu fetih hakkında açıklamaları yapmış olduk. Bu
açıklamalar, meseleyi kendi nefsinden zevk yoluyla öğrenmek isteyen kimse için
yeterlidir. Onu zevk yoluyla öğrenirse, bu ifadelerin açıklamasını öğrenir.
Fethin üçüncü türü, Hakkı bilmenin sebebi olan
mükaşefe fethidir. Bilmelisin Ki, Hakk, kendiliğinde bilinmeyecek kadar yüce ve
mütealdir. Fakat O,; eşyada bilinir. Öyleyse mükaşefe, hakkın eşyada
bilinmesinin sebebidir ve eşya Hakk üzerinde örtü gibidir. Örtüler kalktığında
ise, ardında bulunan şey ‘keşfedilir.’ Böylelikle mükaşefe meydana gelir.
Keşif sahibi, Hakkı eşyada ‘keşf yoluyla bilir. Bu durum, Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem’in ardından arkasındakini görmesine benzer. Onun adına perde
ortadan kalkmış, kapı açılmıştı. Bununla birlikte arka ve sırt sabitti.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: ‘Sizi ardımdan
görmekteyim.’ Biz de bu makamı zevk etmiştik, Allah Teâlâ’ya hamd olsun!
Binaenaleyh Hakk eşyada eşya görünüp hükümleri ortadan kalkmadıkça görülemez.
Sıradan insanlar, eşyanın hükmünü görürken mükaşefe fethine mazhar olanların
gözleri ise eşyada sadece Hakkı görür. Bu bağlamda bir kısmı Hakkı eşyada
görürken bir kısmı eşyayı görür Hakkı da onun içinde görürler. Bu iki grup
arasında fark vardır. Çünkü birinci grubun gözleri fetih esnasında Hakka düşer
ve O’nu eşyada görürler. İkinci grubun gözleri ise eşyaya düşer. Ardından,
fethin varlığı nedeniyle, Hakkı onda görürler. İlahi mertebeden bu fethin
ortaya çıkmasının ilkesi, ‘Sizi sınayacağız ki, sizden cihat edenleri bilelim’488
ayetidir. Böylelikle sınanma, âlemdekilerin iddia ettiği ‘iddia perdesi’ni
ortadan kaldırır ve keşf meydana gelir. Keşf, işin kendinde gerçekleştiği Hakk
dair ilahi bilginin özel bir ilgisidir. Bu sayede âlemdekilerin iddialarında
yalan doğrudan ayrılır. Mükaşefe fethi bu ilahi nitelikten ortaya çıkar. Çünkü
ilahi mertebede kendisine dayandığı bir ilkesi olmaksızın, varlıkta herhangi
bir hüküm ortaya çıkmaz. İş ancak bu şekilde olabilir. Çünkü pek çok yerde
zikrettiğimiz gibi, Allah Teâlâ’nın eşyayı bilmesi kendisini bilmesinden
kaynaklanır. Bu nedenle âlem, O’nun suretine göre ortaya çıkmıştır. Bu nedenle
de hiçbir hüküm bunun dışında kalmaz. Öyleyse Allah Teâlâ, her şeyin rabbi ve
sahibidir. Eşya ise her durumda O’na bağlıdır. Allah Teâlâ ise her durumda
eşyaya bağlı değildir. Bu nedenle arkadaşlarımızdan bazıları ve akılcılardan
bazıları, önce Allah Teâlâ’yı, sonra âlemi bildiklerini söylemekle
yanılmışlardır. Onlar Allah Teâlâ’yı kendisi nedeniyle zorunlu varlık olması ve
başka bir zorunlu varlık olamayacağı bakımından bilmişlerdir. Böylelikle
zorunlu varlığın mutlak birliği geçerli olmuştur. Bütün bunlar doğrudur,
insaflı kimse bu konularda itirazda bulunmaz. Fakat amaç, O’nu âlemin rabbi
olarak bilebilmektir. Bunu bilmek ise, daha önce âlemi bilmeden gerçekleşmez.
Hakkın ehli olan Allah Teâlâ adamlarından kamillerin bilgisinin verisi budur.
Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: ‘Kendini bilen
rabbini bilir.’ Hâlbuki peygamber ‘Rabbini bilen, kendini bilir’ dememiştir.
Çünkü Allah Teâlâ kendisi bakımından zorunlu varlıktır ve mutlak müstağnidir.
Binaenaleyh mutlak müstağni kendi zâtından başka bir şeye yönelmez. Yönelseydi,
ortaya koyduğu şey (muhtaç olmamak) geçerli olmazdı. Aynı zamanda âlemin ilahi
olduğu bilinmezdi. Allah Teâlâ’yı âlemin ilahı olarak tanımak isteyen kimse,
âleme bakar ve onda mümkün olması nedeniyle bir tercih edene muhtaçlığı görür.
Âlem (varlığını yokluğuna) tercih eden olarak, sadece bu, yani kendisi
nedeniyle varlığı zorunlu’yu bulabilir. Daha önce insan, bu diğer meseleyi
(âlemin ilahlığı) araştırmazdan önce, aklî deliliyle O’nu ispatlamıştı. Bu
özelliği kendisine ekleyerek şöyle der: Bu Zorunlu, bu âlemin rabbidir. Bu
yöntemin dışındaki bir düşünme yoluyla O’nun âlemin ilahı olduğu bilinemez.
Sonra, akılcılar, özü gereği varlığı
zorunlu’yu tanımaya kendilerini yöneltince, nefislerinden bildikleri
muhtaçlıklarından perdelendiler. Delille ispatlanırsa, mümkün ve muhtaç
olmaları, -kendileri hissetmedenZorunlu Varlığın ilahları olduğunu kendilerine
gösterir. Bunun üzerine şöyle derler: Allah Teâlâ’yı bilmemiz, âlemi
bilmemizden öncedir. Onların ‘İlahımızın ilahımız olduğunu bilmemiz, kendimizi
bilmemizden öncedir’ demeleri de doğrudur. Hâlbuki içine düştükleri yanılgıyı
fark edememişlerdir. Nebiler bunu bildirmiş ve âlemi Allah Teâlâ’ya delil
yapmışlardır. Böyle bir meselede mükaşefe fethinin en büyüğü, Hakkı görmektir.
Bu durumda Hakkı görmek, aradaki gerçek irtibat nedeniyle, kişinin âlemi
görmesinin aynısıdır. Böylelikle insan, Allah Teâlâ’yı görmesinden âlemi de
keşfeder. Fakat bu sır, teorik akılcılara ait değildir, çünkü teorik akıl bu
güce sahip değildir. Bu görme, keşfin ayrıcalıklarından biridir. İşte bu, Allah
Teâlâ’yı ilah olarak bilmenin âlemi bilmeyi öncelediği şeklinde bu meselenin
ortaya çıkartabileceği en ileri hükümdür. Böyle bir bilgi, mükaşefe fethinden
öğrenilebilir.
Bu mükaşefe keşfinden söz ederken, tam olarak
bu meseleye dikkat çeken Allah Teâlâ ehlinin öncekilerinden hiç kimseyi
görmedim. Bu meseleyi açıklamayı benim dilimle gerçekleştirdiği için Allah
Teâlâ’ya hamd ederim. Çünkü bu konuya dikkat çekmek aklımda yoktu, nerede kaldı
ki onu açıklayayım! Sadece Allah Teâlâ’nın kendilerine tavsiyede bulunmayı buna
emrettiği kullara tavsiyede gayret ve hırs bana baskın geldi. Bu durum,
mükaşefe keşfi hakkında bu kadar açıklamada bulunmaya beni sevk etmiştir.
‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’
İKİ YÜZ ON YEDİNCİ BÖLÜM
Resim (İz, Şekil), Vesem (Alamet) ve Sırlarının Bilinmesi
Resim senin verdiğin iz (eser)
Vesem, haberin gösterdiği şey
Bir yer resmini silmiştir Akilimin ibret alacağı şey yok orda
Vesem temyiz için, bilgiliysen eğer Ve düşüncen doğru ise
Allah Teâlâ’nın ayeti ikisinden bize bildirdi:
‘Onların yüzlerinde iz vardır’
Ezelde idi bu ki onlar için izhar etti Takdir ve hükmün Rabbi her
şeyi
Artık işi O’nun bilgisine bırak Şükredenlerle birlikte O’nun
grubunda ol
Çünkü O bizim velimizdir! Sakın ama inkar eden veya nankörlerden
olma!
Bilmelisin ki, sûfilere göre resim ve vesem,
ezelde oldukları şekilde ebediyete akan iki niteliktir. Başka bir ifadeyle
bunlarla Allah Teâlâ’nın bilgisinde takdir edilen şeyleri kastederler, yoksa
ezelde uygulanıp işaretin ortaya çıkartmak istediği şeyler değildir. V-s-m
‘sime’ kelimesinden türetilmiştir ve kulun üzerinde Hakka ait alamet demektir.
Ya da o, erenlerden ve hakka’l-yakîn (bilgiye) ulaştığını gösteren kuldaki bir
alamettir. Resim ise, kul üzerinde Hakkın bir eseridir. Bu eser, iddia ettiği
bir halden veya makamdan dönüşü esnasında ortaya çıkar ve üzerinde gözüken bu
eser iddiasında onu doğrular.
Allah Teâlâ kendisinden bir ruh ile sizi ve
bizi desteklesin, bilmelisiniz Ki, bizim için vesem (alamet), Allah Teâlâ için
ilahi isimler gibidir. İsimler, kendileriyle bilinsin diye, Allah Teâlâ’ya
delalet eder. Anlamlar çoğalıp nispeder arttığında, anlamların mensup olduğu
zâta ait isimler belirlemiştir. Her anlamın karşısinda kendisini gösteren ve
tanınmasını sağlayan bir isim konulmuştur. Bu sayede kendilerini bilenler için
anlamlarla ilgili aydalar ortaya çıkar. Allah Teâlâ ortaklık, kuşku ve
belirsizliği ortadan kaldıracak şekilde kendilerini göstermek üzere, her makam
ve hal için ‘vesem’ diye isimlendirilen bir alamet belirlemiştir. Bu delalet
ise, bu zâttan hükmün kendisine ait olduğu anlam için nitelik haline gelir. Bu
nedbnle ezelde akmayı sürdürdüğü gibi -yani sürekli ortaya çıkarebediyette
akmayı da sürdürür (yani sonsuza dek sürekli ortaya çıkar). Burada hiç
bilinmeyen bir sır vardır. Şöyle ki: Daha önce de belirttiğimiz gibi, âlem
Hakkın suretine göredir. Hakk kendisini bilmiş, bu bilgiyle âlemi de bilmiştir.
Böylece âlem, mevcut olmasa bile, ezelde Hakk tarafından müşahede edilmiştir.
Vesem de, hükmü ve mertebesiyle âlemin bir parçasıdır. Öyleyse o da Hakk
tarafından ezelî olarak görülür ve ebede bulunduğu hal üzere akmayı sürdürür.
İşte vesimin gerçek anlamı böyle ortaya konulur. Resim de böyledir. Öyleyse
âlemin ezelde üzerinde bulunduğu her hal, ezelde de kendisiyle zuhur edeceği
haldir. Çünkü Hakkın onu görmesi, değişmez. Daha önce o, dışta var olmazdan
önce, ezelde Hakk tarafından müşahede edilmekteydi. Kuşkusuz Hakk, bu resim ve
vesemin ebedilikteki durumlarına göre sonsuza değin âlemde cereyan
ettiklerini de müşahede etmiştir. Resim veya vesem, birisi tarafından
yaratılmış değildir. Aksine burada ebediyette Allah Teâlâ’nın yaratmasıyla ortaya
çıkmışlardır.
Her hal, makam ve müşahedenin kendilerine
ulaşan kimsede bir etkisinin bulunması gerekir. İşte bu etki, resimdir. Öyleyse
etki veya eser, etkide bulunduğu kişide gözükmesi bakımından vesem diye isimlendirilir.
Öyleyse vesem diye isimlendirilen şey, resim diye isimlendirilenin aynıdır.
Fakat hüküm balcımından birbirlerinden ayrılırlar. Vesem bir yandan resmin aynı
iken -hükmünü dikkate alırsan(başka) bir açıdan onun aynı değildir. Bu resmin
âlemde kendisinden ortaya çıktığı ilahi mertebede resim, dua edenler bir şey
istediğinde -çünkü dua eden olmadan karşılık veren diye nitelenmez-, Hakta
duaya karşılık verme özelliğinin gözükmesidir. Dua karşılık vermeyi
gerektirince, karşılık vermek, karşılık verendeki bir etki olmuştur. İşte bu
Haktaki ‘resimdir.’ Bu konudaki delilimiz ‘Kullarım senden beni sorarlar, de
ki, onlara yakınım, dua edenin duasını kabul ederim3489 ayetidir.
İlahi mertebede durum böyle olunca, âlemde de eser ortaya çıkmıştır. Çünkü
böyle olmasaydı, âlemde ilahi mertebede dayanağı olmayan bir şey ortaya çıkmış,
Hakk onu bilmemekle nitelenirdi. Çünkü daha önce de ortaya koyduğumuz üzere,
Hakkın âlemi bilmesi, kendisini bilmesidir. İşte resim ve vesem bu ilahi
hakikate dayanır.
Bazen sûfıler, resim ve vesem hakkında
konuşurken, bu ikisinin hükümlerini ezelde ilahi mertebede uyguladıklarını
söyleyebilirler. Çünkü âlem hakkın suretiyle zuhur etmiştir. Bu konuda daha
fazla açıklama olamaz. Bu konunun ayrıntıları ise, âlemin uzamasıyla uzar
gider. Alem sonsuzdur, kendisindeki etki de sonsuzdur. ‘Allah Teâlâ doğruyu
söyler ve doğru yola ulaştırır.’
İKİ YÜZ ON SEKİZİNCİ BÖLÜM
Kabz (Daralma) ve Sırlarının Bilinmesi
Kabzın
sebepleri var, fakat onlar Bazen bilinir bazen bilinmez
Sebeplerini bildiğin her şeyin Hükmü İlk Sebep’tir
Sebepleri bilinmeyen şeyler için Daha düşük veya daha üstün deme
Kabzın en üstünü, O’na doğru olandır
Pek çok
örnekler onu tanıtır .
Gölgeyi kendisine kabzı gibi Allah Teâlâ ehlinin itimat ettiği
bilgidir bu
Bilmelisin ki, sûfilere göre kabz, içinde
bulunulan anda korku halidir. Çünkü üzüntü geçmişle, korku ve sakınma
gelecekle, kabz ise, içinde bulunulan anda gerçekleşen manayla ilgilidir. Bazı
sûfiler kabzın sonuçlarını ortaya koyarak şöyle demiştir: Kabz, edeplendırme
Hakk edildiğinde, azarlama veya zorlamaya işaret edecek şekilde kalbe gelir.
Bazı sûfiler ise şöyle demiştir: Kabz korkunun meydana getirdiği bir haldir.
Bazen korku hissedilirken bazen hissedilmez.
Allah Teâlâ size yardım etsin, bilmelisiniz
ki, âlemde kabzın kendisinden ortaya çıktığı ilahi mertebede kabz, Hakkın
kendileriyle nitelendiği kulların nitelikleridir. Bu durum bilhassa ‘Beni
mümin kulumun kalbi sığdırdı’ ifadesinde belirtilir. Sonra Hakkın kendisine inanan
herkesin inanç suretinde tecellisi gelir. Böylelikle Hakk, hakkındaki inançlar
nedeniyle sınırlanmış ve daralmış Hakk gelir. Bunlar, Hakk ile sıradan kulları
arasındaki alamederdir. Böyle olmasaydı, ilah olamazdı. O, hiç kuşkusuz ki, âlemin ilahıdır ve
dolayısıyla bu genişlikle nitelenmesi gerekir. Alem ise farklı
istidadara sahiptir. Bunun da bir dayanağı olmalıdır. Alemdeki her bir
şey, kendi istidadına
göre Allah Teâlâ’ya ibadet eder durur. Bu nedenle hakkın o şeye kabul
edebilmesi için istidadına göre tecelli etmesi kaçınılmazdır. Çünkü ‘Her şey O’nun
tespihini över.™90 Kuşkusuz
Hakk, her iki eliyle kendisine dair inancına göre ‘kabz etmiştir.’ ‘Fakat siz onların
tespihlerini anlayamazsınız’491 Onların
tespihleri tek bir duruma raci olsaydı, kimse başkasının tespihinden habersiz
kalmazdı. Kuşkusuz Allah Teâlâ şöyle demiştir: Eşyanın tespihi, anlaşılmaz. Bu,
her şeyin kendi ilahını kendisinde yerleşen ve başkasında bulunmayan (Hakka
ait) özelliğe tespih ettiğini gösterir. Akla göre Allah Teâlâ herhangi bir
şeyde sınırlanmaz. Vakıada ise sınırlanma gerçekleşmiştir. Bu nedenle Allah
Teâlâ kendisini ayetin sonunda ‘halim’ diye nitelemiştir. Başka bir ifadeyle
gücü yettiği halde Allah Teâlâ, öyle bir nitelikte değil iken falan nitelikte
olduğunu iddia eden birisini cezalandırmaz. Ardından ayetin sonunda kendisini
‘gafur (örten, bağışlayan)’ diye nitelemiştir. Çünkü Allah Teâlâ, dilediği
kullarının dışındaki kimselerin kalplerini kendisini bilmekten perdelemiştir.
Çünkü Allah Teâlâ (kendi inancına göre Allah Teâlâ’ya ibadet edene), kendisi
hakkında özet bir bilgi vermiştir. Ardından şöyle demiştir: ‘O’nun benzeri bir
şey yoktur.’492 Çünkü O,
kendisinden ortaya çıkan alamete göre, her şeyin aynıdır. Bir şey, kendinin
misli olmaz. Çünkü O, ‘her gölgede ve fey’de her şeyin aynıdır.’ Allah Teâlâ
ehlinin dışındaki bütün gruplar, Hakkı böyle bir nitelikte bulunmaktan tenzih
etmiştir. Bu nedenle Allah Teâlâ kendilerinden haber vererek, ‘Her şey
tespih eder™93, yani tenzih eder, ‘Onun
hamdini5494 buyurdu. Başka bir ifadeyle O’nu överek tenzih ederler. Tenzih,
uzaklıktır. Allah Teâlâ kendisini tespih etmelerini emrettiğini bildirmedi,
aksine onların övgüsünü tespih ettiklerini bildirdi. Rabbinin kendisinden sana
aktardığı ve âlemin O’ndan bildirdiği şeyleri okurken, aklını Allah Teâlâ’nın
sözüne vermelisin. Bu ikisi ayrıdır. Allah Teâlâ’nın kendisinden bildirdiği
şeylerden delil getir, âlemin O’na dair sözlerinden aktardıklarından delil
getirme. Böyle yaparsan, Allah Teâlâ ehli ve seçkinleri olan Kur’an ehli
olursun.
Hakk için kabza hali, kendisinden aktardığı şu
ifadesinde zikredilir: ‘Yaptığım herhangi bir işte mümin kulumun canını alırken
(kabz) tereddüt ettiğim gibi tereddüt etmedim. O ölümden hoşlanmaz, ben ise
onun gecikmesini nahoş bulurum. Hâlbuki bana ulaşması kaçınılmazdır.’
Böylelikle Allah Teâlâ kendisini sevmemek ve nahoş bulmak özelliğiyle
nitelemiştir. Hoşlanmamak ve nahoş bulmak, kabz halidir. Dikkatini çektiğim
hususu anla ki, gerçeği öğrenesin!
Bu rivayette kabzı gerektiren iki durum ortaya
çıkmıştır: Birincisi tereddüt, diğeri hoşlanmamak ve kendisine ait öfkedir.
Öfke hiç kuşkusuz kabz etmenin hükmüdür. Fakat Şâri’nin kendisini genişlettiği
ilahi mertebe sıradan insanların inancında daraltılmış olduğu için, o ilahi
mertebenin kendiliğinde bulunduğu durumu açıklayamıyoruz. Söz konusu mertebe,
sadece kendisine ait olabilecek bir genişliğe sahiptir. Allah Teâlâ’nın
isimlerinden birisi de el-Vasi (genişleten) ismidir. Bu, ihata bakımından en
büyük isimlerden biridir. el-Vasi, genişliği nedeniyle, bütün var olanların
talep ettiği ilahi isimleri içeren ilahi isimdir. Söz konusu isimler,
sayılamayacak kadar çoktur, isimleri ise Allah Teâlâ ehli tarafından bilinir.
Bu durum ‘Ey insanlar, siz Allah Teâlâ’ya muhtaçsınız’495
ayetinde belirtilir. Öyleyse gözünü keşf sürmesiyle sürmeleyen, söylediğimizi
anlar. İlahi kahrın zikredildiği bütün rivayet ve haberler, ilahi kabz kapsamındadır.
Bizde de kabz buradan ortaya çıkmıştır. Her kim hal ve zevk olarak kabza
hakkını verirse, hiç kuşkusuz onun kabzı, ilahi kabz olmuştur.
Bazı sûfilerin düşündüğü gibi, korku halinden
meydana gelen kabz ise canla ilgili özel bir kabz halidir. Burada insanın
kendisi veya başka birisi hakkında korkması durumu değiştirmez. Kendisi emin
iken, başkası hakkında korkan kimseye ise şefkat duygusu eşlik eder. Buna
örnek olarak, kıyamet günü nebilerin ümmetleri hakkındaki korkusunu verebiliriz.
Nebi ve benzerlerini kıyamet gününde büyük korku ümmederi nedeniyle korkutur.
Gerçekte onlar, kendileri adına büyük korkunun mahzun etmediği kimselerdendir.
Kabz her zaman korku halidir. Sebebi
bilinmeyen kabz ise öyle değildir, çünkü onun korkusunun nedeni de bilinmez.
Arifin kalbine (sebebi) bilinmeyen bir kabz (daralma) geldiğinde, onun altında
hareketsiz kalır, sebep ortaya çıkana kadar kendi başına harekete geçmez. Bu
esnada ise, Hakk veya yaratıklardan olmak üzere hangi şekilde ortaya çıkarsa
çıksın, o sebebin gerektirdiği etkiye göre davranır.
Kabz insanın cennete ilk atacağı
adımına kadar kendisine eşlik eden makamlardan birisidir. Burada kabz ortadan
kalkar ve bir daha asla kendisiyle nitelenmez. Nitekim dünyada hükümleri
bulunan bazı ilahi isimlerin hükümleri hükmünün süresinin dolmasıyla ahirette
ortadan kalkar. Artık söz konusu isim, (hükmünü) kabul eden birini bulamaz. Bu
nedenle isimlerin varlıkları baki iken hükümleri baki değildir ve hükümlerinin
ortadan kalkmasıyla ortadan kalkar. Bütün ilahi isimler isimlendirilenin zâtına
dönselerdi ve onunla bilfiil var ve mevcut olsalardı, kendileri gibi hükümleri
de yok olmazdı. Aynı zamanda isimlendirilenin zâtına dönmüş olsalardı,
hükümleri de kendileri gibi olurdu. Öyleyse bu isimler ancak dışta varlıkları
olmayan nispetlere ve izafedere ait olabilir. Bu nedenle onların hükümlerinin
aynı olduklarını söyledik ve ekledik: Hükmün kalkmasıyla ortadan kalkar, sabit
olmasıyla sabit olurlar. ,
İKİ YÜZ ON DOKUZUNCU BÖLÜM
Bast ve Sırlarının Bilinmesi
Bast bir hal, fakat bilmez onu
Bizi kendisine yerleştiren llah’tan gayri
Bütün var olanlarda hüküm ona ait Anlamları kendisiyle ortaya çıkan
varlık O’nun
Kaderden başkası bizi O’ndan perdelemez O yaratıkların gözlerinden
kendisini perdeler
Arzu onun bir hükmü, teorik düşüncen var ise Bilirsen eğer, kitap
onu getirdi
Yaratıklar âleminde; bu hüküm ona ait değil Emir âleminde; bu onun
tecellisindedir
Allah Teâlâ seni başarıya erdirsin, bilmelisin
ki, sûfilere göre bast, bulunulan anda umut halidir. Bazı sûfıler şöyle der:
Kabz ve bast, kahır ve baskın gelerek, vakti ellerine almıştır. Bize göre bast,
bir haldir. Onun sahibinin özelliği, her şeyi sığdırırken kendisini bir şeyi
sığdırmamasıdır. Gerçekte bast, menzili yükseltene ait olabilir ki o,
Refiü’dderecat’tır (dereceleri yükselten). Böylelikle hal ile derecelerin en
aşağısında bulunan kimsenin deresine iner ve onunla eşit olur. Bunun ilahi
mertebedeki karşılığı ‘Allah Teâlâ’ya güzel borç verin5496 ayetine
benzer. Borç verenden daha aşağı inmekten büyüğü olur mu? Bu nedenle bazı
kimseler ‘Allah Teâlâ fakir, biz zenginiz’*97 demiştir.
Bu söz ‘Allah Teâlâ kullarının rızkını genişletseydi (bast), yeryüzünde
taşkınlık yaparlardı’498 ayetinin doğrulanmasından ibarettir. ‘Rahmetini
yayar, O veli ve hamidâir’*99 ayeti de,
Hakkın bast halinden kaynaklanır. İlahi bast olmasaydı, Allah Teâlâ’nın
yaratıklarından kimse ilahi isimlerle ahlaklanamazdı.
Hakkın genişliği (bast) hakkındaki en büyük
bilgi, ‘Senin Rabbin mağfireti geniş olandır’500 ayeti ile ‘Ey
insanlar, siz Allah Teâlâ’ya muhtaçsınız’501 ayetinde
belirtilir. Kulların kalplerine böyle bir bast ve genişlik yerleşince, onların
kalplerinde bir taşkınlık meydana getirmiş olabilir. Bunun neticesinde ise
kendi hadlerini aşmışlardır. Allah Teâlâ bu genişliğin kullarının kalplerinde
bir taşkınlığa yol açacağını bildiği için, onun ilacını ayetin devamı yaparak ‘O zengin
ve övülendir’502
buyurmuştur. Böylece Allah Teâlâ hem hastalığı hem de ilacı indirdi ki bu da
rahmetini yaymasının bir yönüdür. Çünkü aşağı mertebedeki, bast halinde
olmamasını gerektiren bir mertebededir. Bast halinde olursa, kendisine ait
olmayan bir alanda dolaşmış ve gezinmiş demektir. Böylelikle aşağı
mertebedekinin bast hali (genişlik, rahatlık), bir saygısızlık olur. .
Hakk bunu bilince, kullarına güzel ahlakla
ahlaklanmayı emrederek bunlar nedeniyle de kendilerini övmüştür. Bunu ise
kulların en büyük amelleri saymıştır. Kullar da ilahi emirle güzel ahlakla
ahlaklanırlar. Bu durumda onların bast hali, ibadet ve Allah Teâlâ’ya
yakınlıktır. Bu da, Hakkın rahmetinin yaygınlığı, mağfiretinin genişliği ve
ihsanının enginliğinden kaynaklanır. Buna göre kulların bast hali, bir kabzdan
sonra gerçekleşen bast iken Hakk için bast hali, bir daralma ve kabzdan sonra
gerçekleşmez. Aksine başlangıçta da bast O’na aittir. Bundan sonra Hakkın kabzı
gerçekleşir. Bu durum ‘Rahmetim gazabımı geçti’ ifadesinde belirtilir. Allah
Teâlâ rahmetinden ve bastından dolayı âlemi var etti. Kabz ve bast, ancak
‘başkaları’ var iken etkin olabilir. ‘Başkalar* olmasaydı, ne bast ne de kabz
gerçekleşirdi. Bunu iyice öğrenmelisin!
Bilmelisin ki, kulun en üstün bast hali, bir
yaratıcı olmasıdır. Bu bast halinde edep sahibi olursa, böyle biri ‘Allah
yaratanların en güzelidir’503 ayetinin
kapsamında zikredilenlerden birisi olur. Burada Allah Teâlâ güzelliği
yaratıcılara izafe etmiş, fakat kendisini ‘yaratanların en güzeli’ olarak
nitelemiştir. Çünkü yaratma, İlah’ın en özel niteliklerinden biridir. Allah
Teâlâ putlara tapanların inançlarını reddederken şöyle buyurdu: ‘Yaratan
gibi midir, yaratamayan?’504 Burada
yaratıklardan yaratıcılığı olumsuzlamıştır ve yaratıcılık niteliğinin onlardan
genel anlamda olumsuzlanması kastedilir. Aksi halde, Firavun ve benzerleri
gibi, insanlara Allah Teâlâ’dan başkasma ibadeti emreden kimselere tapanlara
karşı delili olmayacaktı, onlar da ‘yaratanların en güzeli’505 ayetinin
kapsamına girmemiştir. Çünkü onlar yaratmayı güzel yapmayla (ihsan)
nitelenmemişlerdir. Çünkü kullar adma ‘ihsan’, sanki kendisini görür gibi,
Allah Teâlâ’ya ibadettir. Bu durumda insan, gerçekte yaratanın kim olduğunu
öğrenir: Bu nitelik Hakkın temel özelliklerinden biri olduğu gibi Allah Teâlâ
yaratmayı kullarına da izafe etmiştir. Bu durumda Allah Teâlâ, yaratıklar adma
bu niteliğin kabul edilmesiyle kıyaslandığında, ‘yaratanların
en güzeli’506 özelliğiyle
ayrışmıştır. Bu, ‘Allah Teâlâ yaratanların en münezzehidir (mübarek)’507
ayetiyle
aynı anlamdadır. (Ayette geçen mübarek kelimesinin mastarı olan) Bereket, artış
demektir. O ise ‘yaratanların en güzeli’508 ayetindeki
‘en güzele’ karşılık gelir. Şu ayet ne güzeldir: ‘Attığınız
meniyi gördünüz mü? Siz mi yaratıyorsunuz onu, biz mi?’509 Burada
Allah Teâlâ ‘ondan’ veya ‘onda’ yaratıyorsunuz dememiş, ‘onu yaratıyorsunuz’
demiştir. Burada özellikle meninin kendisini yaratmayı kastetmiştir.
el-Musavvir ismi, menide sureti -o cinsten veya başkasından dilediği herhangi
bir suretaçmayı üsdenen isimdir. Bu durum ‘Dilediği bir surette terkip eder*10
ayetinde
belirtilir. Öyleyse bunu yapan, el-Musavvir ismidir.
Burada doğa bilimlerine ait sırlar vardır.
Allah Teâlâ yaratılış konusunda doğada bir ortaklık meydana getirmiştir: Acaba
o, özü gereği fail olan sebepler arasında mıdır, değil midir? Böyleyse, Hakk
onlar vesilesiyle değil, vasıtasıyla fiilini yapar. Yoksa onlar, Hakkın
vesileleriyle -sebebiyle değilfail olduğu sebepler midir? Burada akılcıların
değerlendirmeleri farklılaşır. Keşif ehli ise teorik araştırma yapmaksızın
işin başında keşif vesilesiyle (gerçeği) öğrenirler. Bunun nedeni, onların
doğanın mertebesini bilmiş olmalarıdır. Onun menzili, bütün hakikatlerin
menziliyle aynıdır ve hakikatlerde değişme olmaz. Böylelikle doğayı da hakikatler
arasına yerleştirerek kendi yerine yerleştirirler. Öyleyse Allah Teâlâ’yı
bilenlerin bast hali, Allah Teâlâ’yı bilmenin ta kendisidir. (Allah Teâlâ’yı)
Bildiklerinde, kimin bast halinde ve bastın kime ait olduğunu öğrenirler.
Bunun yanı sıra kabzın kime ait olduğunu da öğrenirler. Böylelikle her şey,
onların nezdinde bulunduğu hal üzere kalır. Bu konuda onların nezdinde bir
değişme ve başkalaşma yoktur. Çünkü onlar, ‘Allah Teâlâ’nın sünnetinde
değişme bulamazsın*11 denildiği
gibi Allah Teâlâ’nın sünnetine göre hareket ederler. Öyleyse Allah Teâlâ’nın
sünnetinin ehli olanlar, gerçek bast sahibidir. Çünkü bast açılma, zuhur ve
yayılma demektir. Zuhur olmasaydı, eşya idrak edilmezdi.
Ariflerin bastı kesinlik üzeredir
Sıradan insanlarınki ise tahmin ve kestirmeye dayalıdır
Rahman karşısında sesler kesildiğinde,
el-Cebbar karşısında hal nasıl olacaktır?
Bu bir endişe korkusu değil, saygı korkusu
Hürmet
korkusu, edep çekinmesi (kabz) -
Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Rahman’ın
karşısında sesler kesilir, artık sadece fısıltı duyarsın*12 Bu,
mertebenin gerektirdiği bir hükümdür.
Samimi dostum! Bilmelisin ki, yaratıklar
Hakkın kabzasında (avucunda) Hakka ait olarak vardı. Bast haline geçtiğinde
ise âlem için zuhur etti. Allah Teâlâ Adem’e elleri avuç yapılmış halde
dururken şöyle dedi: ‘Adem! Dilediğini seç.’ Âdem ‘Rabbimin sağ elini seçtim,
gerçi Rabbimin iki eli de sağ ve mübarek eldir5 demiştir. Allah
Teâlâ ellerini açtığında (bast), içinde Âdem ve zürriyeti vardı. Diğer elini
açsaydı, onda da diğer âlem bulunacaktı. İnsanın Hakkın sağ elinde bulunuşuna
bak! Çünkü Âdem iki el arasında bir fark bulunduğunu anlamış, bu nedenle de
edebin gereği olarak ‘her iki eli de sağ eldir5 demişti. Âdem, ilahi
surete göre var olduğunu ve halife olduğunu bildiğinde, kendisine kıyasla gücü
seçmiştir. Böylelikle kuvvetin kendisine ait olduğunu anlamış, bu nedenle edep
gereği daha güçlü olanı seçmiştir. Yaratılmışlar Hakta ‘dürülmüş5
idi ve bu nedenle kendilerini görmüyorlardı. Hâlbuki onlar, Allah Teâlâ
tarafından görülmekteydiler. Hakkın bastı gerçekleşince, âlem kendisine zuhur
ederek, kendisini görmüş, kimin kabzasında ve avucunda bulunduğunu kendisini
görmekle görmüştür. Böylelikle yaratıklar, nereden meydana geldiğini, nasıl
meydana geldiğini öğrenmiş, fakat geriye dönüşü olup olmadığını bilememiştir.
Bunun üzerine kendisine şöyle denilmiştir: ‘Bütün iş O’na döner*13 Başka bir
ayette ise ‘O’na döndürüleceksiniz5514 denilir. Âlem, dönüşün asla döndürülmek demek
olduğunu anlamıştır. Kuşkusuz varlığın aslını da öğrenmiştir. Dolayısıyla
dönüşün nereye olacağını öğrenmiştir. Asılda (ilahi bilgi) bulunurken,
kendisini bilmiyordu, şimdi ise, dışta var olsa bile menziline döndüğünü -fakat
kendi hakkmdaki bilgiyle değilöğrenmiştir. Daha önce de var edenin avucunda
iken, kendisini görmüyordu. Böylelikle ariflerin ulaşacağı nihai bilgi, dış
hakikatleri sabit olsa bile, Hakkın onların aynı olduklarını (öğrenme
halidir). Bu, sadece ârifler adına gerçekleşebilecek bir makamdır. Onlar, bast
halinde kabzedilmiş kimselerdir. Bir ârifin bast olmaksızın, sadece kabzedilmiş
olması veya kabz olmaksızın bastta kalması mümkün değildir. Ârif olmayan ise,
kabz halinde ise, onun bastı olmaz. Buna mukabil, bast halindeyse kendisi için
kabz gerçekleşmez. Ârif, iki zıddı bir araya getirmesiyle tanınır, çünkü o, bütünüyle
Haktır. Nitekim Ebu Said el-Harraz’a ‘Allah Teâlâ5ı nasıl bildin?5
diye sorulunca, şöyle demiş: ‘Allah Teâlâ5ı iki zıddı
birleştirmesiyle tanıdım.5 Çünkü Harraz, iki zıddın kendisinde de
bir araya geldiğini görmüştü. Bundan önce ise, kendisinin Hakkın suretine göre
varolduğunu öğrenmişti.
O Allah Teâlâ’nın ‘0 Evveldir,
Ahirdir, Zahirdir, Bâtındır’51S dediğini duymuştu ki bu ayet
ile bu konuda delil getirilir.Sonra âleme bakmış, onu cisim bakımından ‘büyük
insan’ olarak görmüş, onun da iki zıddı bir araya getirdiğine tanık olmuştu.
Alemde hareket-durağanlık, bir araya gelmeayrılma, kısaca zıtlar görmüştür,
insan Hakkın suretine göre var olduğu gibi aynı zamanda âlemin suretine
göredir. Ebu Said’in ifadesinin ne kadar hoş olduğuna bakınız! Zünnûn el-Mısrî
bu makamdan (zıdarı bir araya getirme) hareketle, büyüğün küçüğe dahil
edilmesi, -geniş daraltılmadan ve dar genişletilmedengenişin dara sokulması
gibi çeşitli konulardan söz etmiştir. Bu meseleyi kitabın mârifet bölümünde
hayalden söz ederken yeterli ölçüde incelemiştik. Binaenaleyh Allah Teâlâ’yı
bilenlerin bastı, Hakka mensup basttan meydana gelir. Hatta o, Hakkın bastının
ta kendisidir. Çünkü onlar, Hakka döneceklerdir.
Bast ancak O’na ait oldu
Onlar sabit olsalar bile mahv ehlidir
İlahi bilgide bast konusunun açıklanmasıyla ilgili olarak bu kadar
açıklama yeterlidir.
İKİ YÜZ YİRMİNCİ BÖLÜM
Fena (Beşerîliğin Yok Olması) ve Sırlarının Bilinmesi
Fena,
yokluğun kardeşi!
Hüküm verirse, saltanat onun
Sonra, ‘fenadan fena’ gelir Yok edilen karanlıklara perdedir
Bir lafız ki, altında yok bir hakikat Fakat sizin altınızda,
‘Şundan fena’ şeklindedir, başkası yok ‘Den’ ile bizde bir hükmü
var
Onun benzeri, hatta aynı şudur ki:
‘Yokluğun yokluğu’ hakkında söylenen
Adamlar sürekli kendisini arar Kim fenaya ererse, masumdur
Onda otoritesi etkindir Hükmünü kendinde uygular
Bilmelisin ki, sûfilere göre fena, çeşitli
şeylerin karşılığında kullanılır. Bir kısmına göre fena, günahların yok
olmasıdır. Bir kısmına göre fena, Allah Teâlâ’nın kulun yerini almasıyla, kulun
fiilini görmekten uzaklaşmasıdır. Bazi sûfıler şöyle demiştir: ‘Fena
yaratıklardan fani olmaktır (onları görmemek). Fena sûfilere göre derece
derecedir: Bir tarzı da, ‘fenadan fenadır.’ Bazıları fenanın derecelerini
yediye vardırmıştır.
Allah Teâlâ bize ve size kendinden bir ruh ile
yardım etsin, bilmelisin ki, beka bir şey ile ve onunla beraber olduğu gibi
fena da ancak ‘bir şeyden’ olabilir. Fena için (bir şey) ‘den’ (fena)
zorunludur. Sûfilere göre tasavvuf yolunda fena, daha üstteki vasıtasıyla daha
‘aşağıdakinden’ gerçekleşir. ‘Daha üstte olandan fena’ dil bakımından
kullanılsa bile, sûfilerin terimleri arasında böyle bir ifade yoktur. Fenada
ilk derece, günahlardan ‘fena’dır. Artık günahlar, Allah Teâlâ’nın koruması ve
sakınmasıyla, insanın aklına gelmez. Burada Allah Teâlâ adamları iki kısma
ayrılır: Birinci kısım, günahların kendilerine güç yetiremediği adamlardır. Bu
nedenle onlar sadece mubahları yerine getirirler. Bununla birlikte
kendilerinden ümmet içinde şeriata göre ‘günah’ diye isimlendirilen
itaatsizlikler meydana gelebilir. Şu var ki Allah Teâlâ onları razı olduğu
işlere ulaştırır ve bu sayede onlar, günah işleyip de günahı bağışlayan ve
günahı cezalandıran bir rableri olduğunu bilenlerden olurlar. Onların duyacağı
şekilde kendilerine şöyle denilir: ‘Dilediğinizi yapın, sizi bağışladım.’
Örnek olarak, Bedir savaşçılarını verebiliriz. İtaatsizlik hükümleri onlardan
düşmüş (fena), itaatsizlik yapmamışlardır. Çünkü onlar sadece kendilerine izin
verilen hususlarda hareket etmişlerdir. Çünkü ilahi gayret (kıskançlık), Hakkın
nezdinde yakın kulların haram olarak yasaklanmış şeylere düşmelerini engeller.
Allah Teâlâ, ezelde onlar adına takdir edilen inayet nedeniyle, onları
cezalandırmaz. Bu nedenle başkalarına yasak olan şeyleri onlara serbest
bırakmıştır. Bu makama sahip olmayan başkalarının bu konuda bir bilgileri
yoktur. Bu nedenle de, söz konusu kimsenin günah işlediği hükmünü verir.
Hâlbuki o, peygamberinin diliyle bildirilen Allah Teâlâ’nın kelamının
buyruğuyla, günahkâr değildir. Başka bir örnek, Ehl-i beyt’tir. Allah Teâlâ
onlardan kiri -ki günahtan daha büyük kir yokturgidermiş ve kendilerini
temizlemiştir. Bu bir rivayettir ve nesh edilmemiştir. Allah Teâlâ’nın verdiği
haber ise doğrudur ve ilahi irade böyle takdir etmiştir. Allah Teâlâ’nın
bildirdiği üzere, temizlikleri ile ve kirin onlardan giderilmesiyle çelişecek
şekilde Ehl-i Beyt’e nispet edilen her şey, onu kendilerine nispet edene göre
kirdir. Aynı fiil hakkında kirlilik hükmü Ehl-i beyt için kaldırılmıştır.
Öyleyse her ikisinde de suret bir, fakat hüküm farklıdır.
Diğer kısım ise, kader sırrı ile onun
yaratıklarda hüküm sahibi olduğunu öğrenip haklarında takdir edilen fiillerin
kendilerinden çıkışını müşahede etmiş Allah Teâlâ adamlarıdır. Onlar bu
fiilleri şu veya bu şekilde hükme konu olmaları yönünden değil, fiil olarak
kendilerinden çıkmaları bakımından sırf nur mertebesinde müşahede ederler. Bu
mertebeden kelamcılar ‘Allah Teâlâ’nın bütün fiilleri iyidir’, ‘Allah
Teâlâ’dan başka fail yoktur’ ve ‘Bütün fiiller Allah Teâlâ’nındır’ derler. Bu
mertebenin altında iki mertebe vardır : Alaca karanlık mertebesi ve sırf
karanlık mertebesi. Alaca karanlık mertebesinde yükümlülük ortaya çıkar,
kelime, kelimelere bölünür, iyilik kötülükten ayrışır. Karanlık mertebesi ise
kendisiyle birlikte iyiliğin bulunmadığı kötülük mertebesidir. Burası, ortak
koşma ile cehennemde kalmayı gerektiren ve içinde nimedense bile oradan
çıkmamayı gerektiren fiillerin mertebesidir. Onlar bu kısımdan gördüklerini nur
mertebesinden gördüklerinde, kendilerinden meydana geldiğini bildikleri bütün
fiilleri yapmaya koşarlar ve uzaklığı veya yakınlığı gerektiren hükümlerden
fani olurlar. Bu amaçla ibadetleri yaparlar, günahlara düşerler. Bütün bunlar,
yakınlık veya harama düşme niyeti taşımadan yapılır. Bu garip bir fena
halidir. Fas şehrinde iken Allah Teâlâ beni buna muttali etti. Onu zevk
yoluyla öğrenen kimseyi görmedim. Bununla birlikte makamın adamları olduğunu
biliyordum, fakat onlara yetişemedim ve içlerinden kimseyi göremedim. Fakat ben
nur mertebesini ve emrin ondaki hükmünü gördüm. Fakat bu müşahedenin bizde bir
hükmü yoktu. Aksine Allah Teâlâ beni alaca karanlık mertebesine yerleştirdi,
beni korudu ve sakındı. Nur mertebesinin hükmü bana aitti ve alaca karanlık
mertebesine yerleşmiştim. Sûfılere göre bu mertebeye yerleşmek, nur mertebesine
yerleşmekten daha üstündür. İşte bu bazılarının fena hakkında söyledikleri
‘fena günahların fenasıdır’ cümlesinin anlamıdır.
Fenanın ikinci türü ise, Allah Teâlâ’nın
onları yerine getirmesi nedeniyle, kulların fiillerinden ‘fani’
olmaktır. Bu durum ‘Yoksa her nefsin yaptığı üzerinde kaim olan o mudur*16 ayetinde
belirtilir. Böylelikle fenaya erenler, fiillerin kendilerinde zuhur ettiği yer
olan var olanların perdesinin ardından fiili Allah Teâlâ’ya ait olarak
görürler. Bu durum ‘Senin Rabbin mağfireti geniş olandır*17 ayetinde
belirtilir. Başka bir ifadeyle Hakkın örtmesi, geniştir. Bütün var olanlar,
Hakkın örtüsüdür ve O, insanlar farkında değil iken, örtüler ardından faildir.
Kulların fiillerinin yaratılışını Allah Teâlâ’ya ait sayan (Eşari) kelamcılar,
bunun farkındadır, fakat Allah Teâlâ’nın kendisiyle gözlerini körelttiği
‘kesb’ perdesi nedeniyle (fiillerini yaratan Hakkı) göremezler. Nitekim Allah
Teâlâ, kendisini gördüğü şeye vakıf kıldığında, fiilleri kula ait sayanların
gözlerini köreltmiştir. Bu farkında değildir -ki Mutezile mezhebindendir o-,
öteki ise görmez. O ise Eşari’dir. Öyleyse hepsinin gözü üzerinde perde vardır.
Üçüncü tür fena ise, yaratıkların
niteliklerinden ‘fani’ olmaktır. Bunun kaynağı, bir kutsi hadiste Allah
Teâlâ’dan şu şekilde aktarılmıştır: ‘Ben onun görmesi, duyması oludum.’ Aynı
zamanda bütün nitelikleri olur. Duyma ve görme, kula veya yaratılmışa
-dilediğini söyleyebilirsinait niteliklerdendir. Allah Teâlâ kendisinin -kendi
niteliği değil, onların niteliklerinin aynı olduğunu bildirdi. Sen de,
niteliklerin yönünden Hakkın aynısın, O’nun niteliği değilsin. Zâtm bakımından
ise, kendi ayn-ı sâbitensin. Allah Teâlâ söz konusu ayn’ı kendisinde kendisi
nedeniyle zuhur etmek amacıyla bir mazhar olarak almıştır. Çünkü senden O’nu
gören, senin gözündür ve senin bakışının aynıdır. Öyleyse O’nu ancak kendisi
görmüştür. Bununla da seni kendisini görmekten ‘fani’ etmiştir. Söz konusu
fena, gerçek, hakiki, müşahede edilmiş, bilinmiş ve hakka’lyakîn kavranmış bir
fenadır. Bundan sonra, Hakkın aynı olmayan gerçek bir niteliğin bulunduğu
şekilde, fena başka bir Hakk dönmez. Bu fenaya ulaşan insan, dünya ve ahirette
sürekli nefsinde veya nefsi nezdinde müşahede, keşf veya görmeyle nitelenmez.
Bununla birlikte o müşahede eder, keşfeder ve görür. Bu fena sahibinin bütün
müşahede ve keşif sahipleri ile görenlerden şöyle bir fazlalığı vardır: Bu
fena sahibi kendisini gördüğü gibi Hakkı da görür. Çünkü bu durumda sen O’nu
kendinle değil, O’nunla görürsün. Bu yüce bir müşahededir, onun halini tadan
kimse görmedim, çünkü çok hassastır. Bu fena halini ‘zevk’ ettiğini söyleyip
ardından duyusuna ve nefsine dönerek nefsi için bildiği Hakkın aynı olmayan
nitelik kabul eden, söylediğinden haberdar değildir. Böyle bir insan kimin
müşahede ettiğini ve neyi müşahede ettiğini bilmiyordur.
Sonra, bu fena sahibi (olduğunu iddia eden
insan), fena halindeyken niteliklerini ayırt edebilir. Bu durumda görmesi
duymasından, gayreti duymasından, çalışması ve koklaması yemesinden, tatması
bilgisinden, bilgisi kudretinden başkadır. Nitelikler arasında ayrım ve fark
görür ve fena sahibi olduğunu iddia eder. Hâlbuki o sözü edilen fena mertebesine
ulaşmamıştır. Bir insanın varlığı bir Hakk gelip (tevahhudu’layn) gördüğüyle
duyar, onunla konuşur, konuştuğuyla bilir, aynı şeyle çalışır, koklar, tadar,
hisseder vs. ve hükmün değişmesiyle algısı değişmezse, zevk ve doğru hal
yoluyla bu fena mertebesine ulaşmış demektir.
Dördüncü tür fena, kendi zâtından fani
olmaktır. Bunun açıklaması şudur: Senin zâtm latif ve kesif unsurlardan
bileşiktir. Her bir parçan bir hakikattir ve sayesinde diğerinden ayrışüğı
halleri vardır. (İnsanî hakikatin anlamındaki) Latifen, her durumda ve her anda
suretten surete girer. Bedenin ise arazları yenilense bile tek bir surette
kalıcıdır. Gördüğün şey ile -ki o Haktan veya başkasından gelen hakkın
şahididirzâtından fani olduğunda, bu halde zâtını o şahitte görmekten fani olmazsın.
Bu durumda bu fena ehli değilsin. Fakat bu müşahedede zâtını görmeden her neyi
müşahede edersen, bu fena ehlisin. ‘Her neyi müşahede edersen’ dedik ve
müşahedeyi Hakkı müşahedeyle sınırlamadık, çünkü bu müşahede sahibi bazen
herhangi bir varlığı müşahede edebilir. Bu, sahibini etkilenmeden koruyan bir
haldir.
Bir nahiv bilgini, Abdülaziz b. Zeyd Fas
şehrinde bana anlatmıştı. Üstat fena halini kabul etmiyor, bize karşı çıkıyor
ve direnç gösteriyordu. Bir gün, sevinçli ve ralıadamış bir halde yanıma
gelerek şöyle dedi: ‘Efendim! Sûfilerin sözünü ettiği fena hali bence de
doğrudur, bugün zevk yoluyla kendisini öğrendim.’ Ben de ‘nasıl oldu?’ diye
sorunca şöyle dedi: ‘Haberin yok mu, müminlerin emiri bugün Endülüs’ten bu
şehre girdi.’ Ben de ‘Haberim var’ dedim. Sonra şöyle dedi: ‘Faslılarla
birlikte dolaşmaya çıkmıştım. Müminlerin emiri .ulaşınca, ona baktım ve o anda
kendimden, oradaki askerlerden ve insanın hissedebileceği bütün her şeyden
‘fani oldum.’ Onca sese rağmen, ne davul sesini ne de başka bir ses duyabildim,
insanların gürültüsünü de duymadım. Müminlerin emirinden başka tek bir insan
bile görmedim. Sonra, atların geçiş yolunda ve kalabalığın içinde olmama rağmen
kimse bulunduğu yerde beni sıkıştırmadı. Kendimi görmedim, ona baktığımı da
bilmiyordum. Hükümdarı görmekle, kendi zâtımdan ve oradaki herkesten ‘fani
oldum.’ Benden uzaklaşıp kendime döndüğümde ise, adar bana çarptı ve insanlar
sıkıştırmaya başladı, bulunduğum yerden beni uzaklaştırdılar. Güçlükle
izdihamdan kurtulabildim. Kulağım gürültüyü, davul seslerini duyabildi. O
esnada anladım ki, fena gerçek imiş ve insanın ‘fani’ olduğu şeyin etkisinden
kurtulmasını sağlayan bir hal imiş!’
Kardeşim! Bu, bir yaratılmışta ‘fani’ olma
halidir. Yaratan’da fani olmanın durumu nasıl olabilir zannedersin? Bu fena
esnasında latif zâtınm (suretlerde) türden türe girmesini müşahede eder ve
onunla birlikte başka bir şeyi müşahede etmezsen, bu durumda senin kendinden
fenan -başkasını görmek nedeniyle değilkendini (görmekle) gerçekleşmiştir. Bu
durumda sen, kendinden fanisin, fakat zânndan değil! Çünkü latifen (hakikat)
yönünden, kendini kendin ile müşahede etmektesin. Öte yandan bedenin yönünden
ise, kendin için ve kendin ile kaybolmuşsun. Bu fena esnasmda bedenini
müşahede edersen, senin gördüğün şey, hayal ve misaldir. Hayal ise senin ne
aynın de senden başkadır. Bu fenada senin durumun uykusunda rüya gören insanın
durumuna benzer.
Fena’nm beşinci türüne gelirsek, bu, Hakkı
veya zâtını müşahede etmen nedeniyle bütün âlemden fani olmaktır. Senden
müşahede edenin kim olduğunu tam olarak öğrenirsen, gördüğün şeyi Hakkın gözüyle
gördüğünü öğrenirsin. Hakk kendisini görmekle veya âlemi görmekle fani olmaz.
Dolayısıyla sen de bu halde sen de âlemden fani olmazsın. Senden kimin müşahede
ettiğini bilmezsen, bu hal sahibi olursun ve Hakkı veya zâtım müşahede etmek
nedeniyle âlemi görmekten ‘fani’ olursun. Nitekim Hakkı görmekle veya herhangi
bir varlığı görmekle de zâtmı görmekten ‘fani’ olmuştun. Bu tür, görünüşte
dördüncüye benzer, fakat daha önce zikredilen dördüncünün vermediği bazı
faydaları verir.
Fenanın altıncı türü, Allah Teâlâ’yı (görmek)
nedeniyle başka her şeyden fani olmaktır. Bu fena halinde insan kendini
görmekten de fanidir. Fakat Hakla müşahede halinde olduğunu da bilmezsin.
Çünkü bu halde senin kendisini müşahede edebileceğin bir varlığın yoktur.
Burada, bu yol ehlinden bazı insanların yanılgıları ortaya çıkar. Bu makamı tam
olarak anlayabilmen için -Allah Teâlâ izin verirsebu yanılgıyı sana açıklayacağım.
Allah Teâlâ bana bu açıklamayı ilham etmiştir. Şöyle Ki: Bu hal sahibi Allah
Teâlâ’yı görmesi nedeniyle O’nun dışındaki her şeyden fani olunca, bu
müşahedesinde ya Hakkı şe’nlerinde (işlerinde) görmelidir veya O’nu şe’nlerinde
görmez. Hakk ise sürekli şe’nlerindedir. Çünkü Hakk âlemden ve âleme eddden
ayrılmaz. Kişi Hakkı şe’nlerinde müşahede ederse, Allah Teâlâ’nın dışındaki her
şeyden ‘fani olmamıştır.’ Şe’nlerinin dışında ve âlemden müstağni iken Hakkı
müşahede ederse, bu durumda o, doğru bir iddia sahibidir. ‘Çünkü
Allah Teâlâ âlemlerden müstağnidir.’sıs Bu müşahede sıddîk (Ebu
Bekir’e) aittir. Çünkü o şöyle demişti: ‘Gördüğüm her şeyden önce Allah
Teâlâ’yı gördüm.’ Burada (Hz. Ebu Beldr), hiçbir şey yok iken O’nu gördüğünü
dile getirmiştir. Sonra başka bir müşahede mertebesine yerleştirilmiş, orada
ise şeyin O’ndan çıkışını görmüştü. Hâlbuld daha önce ‘hiçbir şey yok iken’
O’nu görmüş, bu görmeyi (eşyayı) görmeden önce sayarak şöyle demişti:
‘Gördüğüm her şeyden önce Allah Teâlâ’yı gördüm.’ İşte sana gerçeği olduğu gibi
açıkladım.
Fenanın yedinci türü ise, Hakkın
nitelilderinden ve nispetlerinden fani olmaktır. Bu fena, âlemin Haktan
zuhurunu görmelde gerçekleşebilir. Bu zuhur, gören İdmse için -başka bilinen
ilave bir nedenle değilHakkın zâtı nedeniyle gerçekleşmiştir. Fakat Hakk, bazı
akılcıların ileri sürdüğü gibi, burada illet değildir ve bu fena sahibi âlemi
nedenli (malul) olarak görmez. Onu herhangi bir mazharda o mazharın kendiliğindeki
istidadının suretiyle zuhur eden Hakk olarak görür. Dolayısıyla (illet-malul
olmadığına göre), Hakka ait âlemde bir etid görmez. Bu kişinin herhangi bir
nispetin veya niteliğin veya özelliğin sabit olması için bir delili de yoktur.
Bu müşahede onu isimlerden, niteliklerden ve özelliklerden ‘fani eder;’ Hatta
iyice incelerse, O’nun eddlenmenin yeri olduğunu görür. Mümkünlerin sabit
hakikatlerinin istidadan O’na'etki etmiştir. Bu durumu gerçek lalan bir husus,
kitabında ve peygamberlerinin dilinde Hakkın kendisini yaratılmışların
sonradan olanlara verdikleri niteliklerle nitelemiş olmasıdır. Öyleyse ya bu
nitelikler O’nun nezdinde gerçek anlamlı idi ve sonra bizi onlarla
nitelemiştir; ya da bunlar bizim adımıza gerçek idi ve sonra bize anlatmak
üzere kendisini bunlarla nitelemiştir. Allah Teâlâ’nın bunlarla ilgili verdiği
haber doğrudur, yalan olamaz! Niteliklerde asıl olan biz ise, onları kazanan
O’dur. Asıl Hakk ise, biz onları kazanmışızdır. Bu konu, Allah Teâlâ’yı
bilmenin en kapalı konularındandır. Çünkü Allah Teâlâ, ezelî ve kadim bir
bildirmeyle yaratıkların bütün niteliklerini kendisine izafe etmiştir. Bunların
arasında haberlerinde kazanılmış olduğunu söyledikleri vardır. Söz gelişi
‘Sizi deneyeceğiz ta ki öğrenelim™9 ayetini
verebiliriz. Bir kısmını ise zikretmiş, fakat kazanma veya başka bir şekilde
kendisini smırlamamıştır. Bu konuda bir örnek ‘Dua edenin duasına karşılık
veririm’520 ayetidir. Başka bir örnek ise ‘Buna dua
edin ki size karşılık vereyim’521 ayetidir.
(Bu bağlamda) ‘Benden isteyin, size vereyim, bağışlanma dileyin, sizi
bağışlayayım’ (anlamındaki) ifadeler bu kısma girer. Başka bir ayette ise ‘Beni
zikredin, sizi zikredeyim’522 denilir.
Sûfılerin ‘fenadan fena’ sözleri ise,
sekizinci bir tür değildir. Bunun anlamı, fena halinde fani olduğunu bilmemek
demektir. Fenadan fena budur. Buna örnek olarak, rüyada olduğunu bilmeden rüya
gören insanın durumunu verebiliriz (rüya içinde rüya). Öyleyse bu, fena
türlerinden her birisinde bulunacak tabi bir haldir.
Fena haline çabayla ulaşılamaz, yani kasıda
ulaşamaz. En alt derecesi, tefekkür sahibindeki hükmüdür. İnsan kendini dünya
işlerinden birisine veya bir bilgi konusunu düşünmeye kaptırdığında, onunla konuşursun,
fakat seni duymaz. Önünde olursun, fakat seni görmez. O esnada gözünde bir
donulduk görürsün. Amacına ulaştığında veya kendisini duyuya döndüren bir
durum ortaya çıktığında ise, artık seni görür ve duyar. İşte bu, âlemde
fenanın en düşük derecesidir. Bunun nedeni, sonradan olanın (hadis)
‘darlığıdır.’ insanın hakikatinden daha geniş bir şey olmadığı gibi (başka bir
yönden) ondan daha dar bir şey de yoktur. Bu bağlamda kalp hiçbir şeye dar
gelmez, fakat bir olursa! Kalbin darlığı, aynı anda iki düşünceyi kendinde
sığdıramamada ortaya çıkar. Çünkü onun zâtı tektir ve dolayısıyla çokluğu kabul
etmez. Kalp bu hakikati yönünden ‘Âlemlerden müstağnidir’523 denilen
Hakk ile aynı hükme sahiptir. Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğruya ulaştırır.
İKİ YÜZ YİRMİ BİRİNCİ BÖLÜM
Allah
Teâlâ’nın kaim olduğunu bir görürsen Kendilerindeki etkisiyle herkesin
üzerinde
işte ‘adamların’ söz ettiği bekadır o Sen, düşünüyorsan
eğer, O’nunla bakisin
O’nunla ol, fikirle nitelenme sakın Çünkü başka ‘gayr’dan
türetilmiştir
‘Başka’ nerede, oluşta onu bir araya getiren yoktur Beşer ile
kendisini çağırdığın varlıktan başka
Çünkü varlık bir isim, bütün oluşu bir araya getirir Bilgi ve
varlık olarak, suretlerden çıkma sen!
Bilmelisin ki, sûfilerin bir kısmına göre
beka, itaatlerin geride kalmasıdır. Nitekim onlara göre fena da günahların
ortadan kalkmasıdır (fena). Bazı sûfilere göre beka ise, kulun Allah Teâlâ’nın
her şeyi ayakta tutan olduğunu görmesi demektir. Bu görüş, fenayı ‘kulun Allah
Teâlâ’nın gerçek fail olduğunu görmesiyle kendi fiilinden fani olmasıdır’ diye
tanımlayanların tanımıdır. Bazı sûfilere göre beka, Hakk ile baki olmaktır. Bu
tanım, fenayı ‘yaratıklardan fani olmak’ diye tanımlayanların görüşüdür.
Bilmelisin ki, bize göre (tasavvuf) yolunda
beka, fenadan daha üstün bir haldir. Çünkü fena, fani olan nezdinde, konum
bakımından daha aşağıda olandan gerçekleşir. Beka ise, baki olanın nezdinde,
her zaman daha üstte olanla gerçekleşir. Çünkü fena seni falan şeyden fani kılandır.
Dolayısıyla fena sende güç ve otorite sahibidir. Beka ise senin Hakka mensup
olman ve O’na izafe edilmendir. Burada ‘beka’ derken, Allah Teâlâ ehlinin
terimleştirdiği şekilde bu yoldaki bekayı kast etmekteyim. Fena ise oluşa ve
âleme mensubiyetindir, çünkü ‘şundan fani oldum’ dersin. Hakka mensubiyet, daha
üstündür. Öyleyse beka, nitelenme yönünden daha üstündür. Çünkü fena ve beka,
birbiriyle irtibatlı iki haldir. Binaenaleyh bu yolda sadece fani olan baki
olabilirken ancak (ardından) baki kalan fani olabilir. Fena ile nitelenen
kimse, ancak beka halinde olabilir. Beka ile nitelenen ise ancak fena halinde
olabilir. Öyleyse beka nispetinde Hakk müşahede edilirken fena nispetinde
yaratıklar müşahede edilir. Çünkü kendisinden fani olduğun kimseyi düşünmeksizin
‘şundan fani oldum’ diyemezsin. Onu düşünmen, kendisini görmenin ta
kendisidir. Çünkü kendisinden fani olmanın hükmünü bilebilmen için, onu
zihninde canlandırman gerekir. Bekada da kiminle baki olduğunu müşahede etmen
gerekir. Bu yolda beka ise ancak Hakk ile olabilir. Öyleyse Hakkı müşahede
zorunlu olduğu gibi kalbinde O’nu canlandırman ve düşünmen de zorunludur. Ancak
bu durumda ‘Hakk ile baki oldum’ diyebilirsin. Bu nispet, mensup olunanın
üstünlüğü nedeniyle, daha üstün ve şereflidir. Öyleyse beka, birbirini
gerektirmiş ve aynı anda bir şahıs adına gerçekleşmiş olsalar bile, fena’dan
üstündür. Selim düşünce sahibi, iki nispetin üstünlük ve konum bakımından farkını
açıkça bilir.
AÇIKLAMA
Beka bölümü, fena bahsinin (bazı yönlerinin)
açıklanmasını gerektirir, şöyle ki: Fena’nın bütün
türlerinde insanı belli bir şeyden fani lalan sebep, kendisiyle baki olduğun
sebeptir. Bu konunun ana fikri budur. Şu var ki burada sadece fenada
bulunabilecek bir inceleme vardır. Şöyle ki: Beka kaybolmaz ve başkalaşmaz bir
nispet ve niteliktir. Hükmü de -Hakta veya yaratıklardasabittir. Beka ilahi
bir niteliktir. Fena ise ortadan kalkar. O, oluşa ait bir niteliktir, onun
ilahi mertebeye girmesi söz konusu değildir. Her iki tarafa da (Hakk ve halk)
nispet edilen bir nitelik, sadece oluş yönüne nispet edilenden daha tam ve
üstündür. (Zorunlu kulluk anlamındaki) Ubudet ise farklıdır. Çünkü onun oluşa
ait olması, rabliğin ve efendiliğin kendisine nispet edilmesinden daha tam ve
üstündür. Şöyle diyebilirsin: Fena da kulluğa döner ve onun ayrılmaz
özelliğidir. Şöyle deriz: ‘Onun kulluk gibi olması zorunlu değildir. Çünkü
kulluk, oluştan kalkmayacak zorunlu ve sabit bir niteliktir. Fena ise insanı
bazen kulluğundan ve fena halinden bile ‘fani edebilir.’ Bu nedenle de fenanın
hükmü kulluk hükmünden farklıdır. Bir şeyi aslından çıkartan ve kendinden
perdeleyen hal, sûfilere göre, üstün değildir. Çünkü böyle bir (şey veya hal),
sana gerçeği olduğundan farklı bir şekilde verir ve seni cahillere katar. Beka,
kulun sabit ve kaybolmayacak halidir. Çünkü kulun ayn-ı sâbite’sinin değişmesi
mümkün değildir. Aynı zamanda ayn’ının ‘varlığın aynı’ olmayla nitelenmesi de mümkün
değildir. Aksine varlık, daha önce yok iken, onun bir niteliği (aynı değildir)
olmuştur. Böyle söyledik, çünkü Hakk, Varlık’tır ve niteliğin nitelenenin aynı
olması mümkün değildir. Aksine böyle bir şey imkânsızdır. Kul, hakikati ve
aynı sabidik halinde kalıcı, varlığı ise kulluğunda sabit olandır. Bu hüküm
süreklidir. ‘Yerde ve gökte bulunan herkes Rahman’a kul olarak gelir.’524 Başka bir
ayette ise ‘Sizin nezdinizdeki tükenir, Allah Teâlâ’nın nezdindeki tükenmez’525 buyrulur.
Biz O’nun nezdindeyiz, O ise bizim nezdimizdedir. Öyleyse tükenme ve bekayı bu
ayet kime nispet etmişse, sen de ona nispet et! Tükenme fenadır. Beka ise
cevheri yönünden varlığın niteliğidir. Fena ise zâtı yönünden arazın
niteliğidir. Hatta o, cevherin dışındaki diğer kategorilerin niteliğidir.
Hakkın hitabının karşısında ‘Kalbi olan veya kulak verip de tanık
olan kimse adına’ yeterli ölçüde imada bulunduk.
İKİ YÜZ YİRMİ İKİNCİ BÖLÜM
Cem' ve Sırlarının Bilinmesi
Hakk ile duyduğunda veya baktığında
Duyan, gören, bir ve tek O’dur
Sen ise O’nda değilsin, varlıklar vardır Nefs, akıl, ruhlar ve
beden
Cem’u’l-cem’i alırsan, ona eşlik eder Sen ise orada efendi ve
muhtaç olmayansın
Bunu bilip kendisiyle nitelenirsen Bütün iş senin için çözülür
Bilmelisin ki, bazı sûfılere göre cem’, ‘halk
(yaratıklar) olmaksızın Hakka işaret eden’ kimsenin ifadesidir. Ebu Ali
ed-Dekkak şöyle der: ‘Cem’, senden olumsuzlanandır.’ Bazı sûfıler ise şöyle
demiştir: ‘Cem’ Hakkın sana senin vasıtanla gerçek anlamda gösterdiği
fiilidir.’ Bir gruba göre cem’, marifeti görmektir. Bunun delili ‘Ancak
senden yardım dileriz*26 ayetidir.
Bazı sûfıler ise şöyle demiştir: ‘Cem’ yaratıkları Hakk ile kaim olarak var
görmektir.’ Cem’u’l-cem ise hakkın dışındaki her şeyi görmekten ‘fani’
olmaktır. Bazılarına göre cem’, başkaları Hakk vasıtasıyla görmektir.
Cem’u’l-cem’ ise bütünüyle kendinden geçmek ve hakikatin egemen olması halinde
Allah Teâlâ’nın dışındaki hiçbir şeyi hissetmemektir. Bazı sûfıler şöyle
demiştir: ‘Cem’ Hakkın her şeyi yönlendirdiğini görmek demektir.’ Sûfılerin
cem’ ve fark hakkında söyledikleri dizelerden biri şudur:
Cem’ ettim Ve kendimden O’nunla ayrıldım Vuslatın nihayeti ikilik
Sûfılerin cem’ ve cem’u’l-cem’ hakkında bize
ulaşan bazı sözlerini zikretmiş olduk. Bize göre cem’, senin üzerinde bulunan
Hakka ait şeyleri toplaman demektir. Bunlar, kendini nitelediğin hakka ait
isim ve niteliklerdir. Bunun yanı sıra, Hakkın kendisiyle nefsini nitelediği
sana ait isim ve nitelikleri de toplaman ve cem’ etmen demektir. Bu durumda
‘sen, sen’, ‘O, O’ olur. Cem’u’l-cem’ ise, senin üzerinde O’na ait bulunan ve
O’nun üzerinde sana ait bulunan her şeyi (isim ve nitelikleri) bir araya
getirerek, hepsini O’na irca etmendir. ‘Bütün iş O’na döner*27 ve ‘Bütün
işler Allah Teâlâ’ya döner.*2* Öyleyse âlemde ancak hakkın
isimleri ve nitelikleri vardır. Şu var ki yaratıklar, bu niteliklerin ve
isimlerin bir kısmında (sahiplik) iddia etmiş, Hakk da onların bu iddialarını
dilemiş, onlara iddia ettikleri şeye göre hitap etmiştir. Bu bağlamda
yaratıkların bir kısmı, örfte Hakka özgü olarak bilinen isimleri sahiplenmiş,
bir kısmı hem bunları hem de şekilci alimlere göre yaratıklara özgü olabilecek
fakat şeriatta geçen nitelikler hakkında iddiada bulunmuştur. Bize gelirsek,
biz bu konularda herhangi bir iddiada bulunmadık. Aksine hepsini
Hakta topladık (cem’). Şu var ki biz, bu
niteliklerin mümkünlerin hakikatlerinin istidatlarının Haktaki etkilerinin bir
hükmü olduğuna dikkat çektik. Bu, gizli bir sırdır. Bu sırrı, Hakkın varlığın
aynı olduğunu ve mümkünlerin hakikatlerinin bulundukları hal üzere -herhangi
bir nitelikleri değişmedenkaldıklarını bilen insan anlayabilir. Bu bağlamda selim
akıl sahibi insana onların Cem’ sözleri yeterlidir. Çünkü bu söz, çokluğa imkân
ve çok varlıkları ayrıma imkân veren bir lafızdır. Bu bağlamda ayrım yönünden
cem’, ayrımın ta kendisidir. Fakat ayrım, cem’in aynı değildir. Benzerlerin
şahıslarının ayrımı ise böyle değildir. Çünkü o, aynı anda hem cem hem ayrımdır
(fark). Çünkü tanım ve hakikat, insanlık örneğindeki gibi, benzerleri bir
araya getirir. Bu türün şahısları ise ayrımla nitelenirler. Bu bağlamda, her
birisi de insan olsa bile, Zeyd Amr değildir. Bütün benzerler ve bir türün
bireylerinin hepsi böyledir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘O’nun
benzeri bir şey yoktur.’529 Bu ayet farklı
şekillerde yorumlanmıştır. Allah Teâlâ bu ayede ilgili olarak tevil yapan
herkesin yorumunu ve bunların arasından en üstününü bilir. Bu yoruma göre
varlıkta Hakka benzeyen veya Hakkın misli bir şey yoktur. Çünkü varlık, Hakkın
aynıdır ve varlıkta O’ndan başkası yoktur ki O’nun benzeri veya O’ndan farklı
olsun. Böyle bir şey düşünülemez.
Şöyle sorabilirsin: ‘Peki bu görülen çokluk
nedir?’ Şöyle deriz: ‘Hakkın varlığında onlar, mümkün istidatların hükümlerinin
nispederidir. Nispeder ise ne hakikat ne de bir şeydir. Onlar, nispederin
hakikatlerine göre, var olmayan durumlardır (umur-ı ademiyye). Varlıkta O’ndan
başka bir şey yok ise, O’nun misli bir şey de yoktur, çünkü (O’ndan başka)
herhangi bir şey yoktur! ima ettiğimiz şeyi anla ve iyice öğren. Çünkü
mümkünlerin istidadan, sadece varlık kazanmışlardır. Varlık ise Haktan başka
değildir. Çünkü varlığın Hakk olmayan (Hakka) ilave bir şey olması imkânsızdır.
Apaçık delil bunu gösterir. Öyleyse varlıkta, varlık ile sadece Hakk zuhur
etmiştir. Yani Varlık, Haktır ve birdir. O’nun benzeri olabilecek bir şey
yoktur. Çünkü birbirinden farklı veya birbirine benzer iki varlığın olması
mümkün değildir. O halde gerçekte cem’, daha önce de belirttiğimiz gibi,
varlığı O’na tahsis etmendir. Bu durumda varlık O’nun aynı olur. Ortaya çıkan
sayı ve ayrımı ise, mümkünlerin ayan’ına tahsis edersin (cem’). Bunlar,
onların istidadarmm aynıdır. Bunu öğrenince, cem’in, cem’u’l-cem’in ve çokluğun
varlığının anlamını öğrenmiş olursun. İşleri asıllarma katmış, hakikatleri temyiz
etmiş olursun. Bu durumda, Hakk her şeye yaratılışını verdiği gibi, sen de her
şeye hükmünü verirsin. Cem’i söylediğimiz şekilde anlamazsan, ona dair bir
bilgin yok demektir.
Sûfilerin zikrettiğimiz işarederine gelirsek,
onların bu konuda anlatmak istedikleri bazı hususlar vardır ki, Allah Teâlâ
izin verirse onları zikredeceğim. Bununla birlikte onlar, bizim vardığımız
görüşü veya içlerinden büyüklerin görüşlerini bilirler. ‘Cem, yaratıklar
olmaksızın Haktır (veya O’nu müşahede)’ tanımına gelirsek, bu ifade, Hakkın
varlığın aynı olduğu hakkında belirttiğimiz görüşün aynıdır. Şu var ki tanım,
mümkünlerin hakikatlcrine ait istidadarın Hakkın varlığındaki etkilerine
değinmemiştir. Bu edd sayesinde Hakkın varlığı, onların nitelendiği şeylerle
nitelenir (yaratıkların özellikleriyle Hakkın nitelenmesi). EdDekkak’m cem’i
‘senden olumsuzlanan şey5 diye tanımlamasına gelirsek, bu onun
makamına (bakmayı) gerektirir: Burada ed-Dekkak, kendisinde iddianın
gerçekleştiği fakat O’na ait olan şeyi olumsuzlamayı kast etmiş olabilir. Örnek
olarak güzel isimlerle ahlaklanmayı veya fiillerin sana nispetini verebiliriz.
Bunlar, O’na aittir. Bu, Dekkak’ın sözünün değil, halinin verisidir. Çünkü bir
başkası bu sözü söylemiş olsaydı, belki de onu ‘senden olumsuzladığı şey
varlıktır’ anlamında söylemiş olabilirdi. Çünkü varlığın aynı olduğu için,
senden olumsuzlayan O’dur. Diğer iki kişinin sözüne gelirsek, (birine göre),
cem’ Hakkın senin vasıtanla olan fiilini gerçekte sana göstermesidir. Burada
senin Hakkın fiillerinin aktığı bir yer olduğunu kast etmektedir. Gerçek ise
bunun tersidir. Aksine mümkünlerin hakikatlerinin kendisindeki hükümleriyle
nitelenmiş olan Hakkın kendisidir. Şu var ki tanım, ‘seninle olan fiili’ derken
fiil seninle ortaya çıkmıştır demek isteyip edunin kimde ortaya çıktığına
değinmemiş olabilir. Bunu kast etmiş olabilir. Bu bizim vardığımız ve
hakikatlerin verisi olan görüştür. Bu görüşün sahibinin kim olduğunu
bilseydik, makamını ve halini bildiğimiz edDekkak hakkında haline göre hüküm
verdiğimiz gibi, onun hakkında da haline göre hüküm verirdik.
Başka bir tanımda ise ‘Cem marifeti müşahede
etmektir’ denilmişti. Bilmelisin ki, Allah Teâlâ’yı bilmek, kulun fiiliyle
doğru ve geçerli bir bağı olduğunu kabıil eder. Bu bağı Hakk ortaya koymuştur
ve bu nedenle de kulunu amelleri nedeniyle yükümlü tutmuştur. Hakkın da amelle
ilgisi vardır. Bunu da Hakk kendisi adına ortaya koymuş ve kuluna amelinde cSenden
yardım isteriz1530 demeyi
farz kılmıştır. Hz. Kelimullah Musa -ki Allah Teâlâ’yı en iyi bilenler peygamberlerdirkavmine
şöyle demişti: ‘Allah Teâlâ ile yardım dileyin, sabırlı olun.’53' Bize göre,
Allah Teâlâ’nın niteliği hakkındaki ifadelerinde güvenilirlik ve nispet
bakımından Allah Teâlâ’nın söylediği ile peygamberlerinin söylediği arasında
bir fark yoktur. Allah Teâlâ ise şöyle buyurmuştur: ‘Namazı kendim ile kulum
arasmda ikiye böldüm.’ Sonra kulun söylediği ile Allah Teâlâ’nın söylediğini
ayırmış, sonra kulun sözünü kula doğru bir bağla nispet etmiştir. Söz bir
ameldir. Burada söz, o amelde Allah Teâlâ’dan yardım dilemedir. Böylelikle
amelde ortaklık geçerli olmuştur. Böylelikle amelde Allah Teâlâ ile insanı bir
araya getirmiş oldun (cem’) ki, cem’in anlamı da budur.
Daha önce de belirttiğimiz gibi, kul bir
mazhardır. Zuhur eden ise Haktır. Hakk da kulun niteliğinin aynıdır. Amel ise
nitelikle ortaya çıkmıştır ve gözüken amel sahibidir. Öyleyse amel bilhassa
Allah Teâlâ’ya aittir. Şöyle dedik: bunu ortaya koyunca şunu da ortaya koymuş
olduk: Kulun aynının özel bir istidadı vardır. Bu istidat, (kendisinde) zuhur
edende etkindir ve o zuhur edende -ki Haktırsuretlerin değişmesine yol açan da
bu durumdur. Söz konusu istidat, Hakka ‘Ancak senden yardım dileriz3532 dedirten
şeydir. Burada namaz kılanın ayn’ıyla (hakikati) zuhur eden Hakk, belli bir ismin
hükmüne hitap ederek, amelini yapmak üzere yardım etmesini istemektedir. Çünkü
mümkünün ayn’ınm(-ı sâbitesi) istidadı acizlik ve zayıflık verdiği için, bunun
hükmü kendisinde zuhur edende ortaya çıkmıştır. Öyleyse zuhur edenin sözü,
mümkünün dilinin ta kendisidir. Daha doğru bir ifadeyle mümkünün sözü zuhur
edenin diliyle söylenmiştir. Nitekim Hakk kulunun diliyle ‘Allah Teâlâ
kendisini öveni duydu’ demiştir. Böylelikle marifet, ameli yapanına tahsisi
(cem’) gerektirmiştir. Bunun nedeni amelde ortaya çıkan bir takım iddialardır.
Bu iddialarla akılcıların bir kısmı amelleri sadece kullara izafe ederken bir
kısmı onları sadece Allah Teâlâ’ya izafe etmiştir. Doğru ise iki grubun, yani
iki görüşün arasındadır. Buna göre kulun belirttiğimiz anlamda amelle bir
ilgisi olduğu gibi aynı zamanda Hakkın da belirttiğimiz anlamda amelle bir
ilişkisi vardır. Kulun amelle ilgisi, rrjümkünün hakikatinin istidadının
kendiside zuhur edene etkisi iken Hakkın amelle ilgisi, söz konusu etkiyi kabul
etmesidir. Çünkü kul zuhur edendeki etkisinin diliyle şöyle der: ‘Sana
ibadet eder, senden yardım dileriz-’533 Bu, bizim
vardığımız görüştür.
Cem’ hakkında görüş belirten kişi, onun
mârifetin müşahedesi olduğunu söylerse ve marifeti müşahede etmeyi tanımlarsa,
bizimle aynı görüştedir. Çünkü biz, marifeti müşahedenin anlamı hakkında konuştuk,
onu dile getirenin makamı hakkında konuşmadık. Bu lafzın -biz açıklarken dile
getirdiğimizindaha aşağısında yorumları vardır. Biz ise onu en yetkin ve kamil
tarzda açıkladık. Bizim açıkladığımız, gerçeğin kendiliğinde bulunduğu
durumdur. Bu yönlerin bir kısmı nedeniyle, bü görüşü söyleyenlere bu kitabın
özetinde itiraz ettik. Sûfılerin bölümün başında aktardığımız ve zikrettiğimiz
bütün görüşleri, cem’ hakkında söylediğimiz ve ortaya koyduğumuz görüşlere
dayanır. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.,Uİ
İKİ YÜZ YİRMİ ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Tefrika (Ayrılık) Halinin Bilinmesi
Cem haline gelirsen, ayrımı kabul etmişsindir Kur’an (cem’) ve furkanı
(ayrım) anladığın gibi
Hakikat bir, hüküm değişik Söylediğime delil getirdim ben
Cem’ ve fark daima eksik iki hal Vazgeç sen, insan isen tek ol
Cebrail’in ve arkadaşının yolunu tut
Senin için Müslümanlığı ve imanı
tanımladıklarında
Sonra o ikisinden sonra sahih olan geldi Senin için ihsanı, bir
daha ihsanı tanımladılar
Bunlar dörttür, yok bir beşincisi Hakk Celle’den yardım alandan
başkası
Bilmelisin ki, sûfilerin bir kısmına göre
tefrika, ‘Hakk olmaksızın halka işaret etmek’ demektir. Ebu Ali Dekkak’a göre
ise ‘Fark sana nispet edilen şeydir.’ Bazı sûfılere göre ise ‘Fark, edebin
gereği, Hakkın sana gösterdiği fiillerindir.’ Bazılarına göre fark, kulluğu
görmek, bir görüşe göre yaratıkları var saymak, bir görüşe göre ‘başkalarını
Allah Teâlâ adına görmektir.’ Bir görüşe göre ise yaratıkların halden Hakk
girmesini müşahede etmektir. Tefrikanın ilahi ilimdeki dayanağı, ‘Sizin için
boşaltacağız’53S ayetinde belirtilir. Bu, miktarı Allah
Teâlâ’nın bilgisinde takdir edilmiş olan ve her bir şahıs adına dünya
hayatındaki hayat zamanı olan (ömür) sürenin dolmasıdır.
Bilmelisin ki, bütün eşyanın aslı tefrikadır
(ayrım). Tefrika önce ilahi isimlerde ortaya çıkmıştır. Böylelikle ilahi
isimler, anlamlarının farklılaşmasıyla farklılaşmıştır. Öyle ki, insan hepsinin
tek hakikate delalet etmeleri bakımından isimlere baksa bile, onların arasında
anlamlan arasında belli bir fark vardır. Bu anlam bilinir ve onun nedeniyle
birisi şöyle, öteki böyle diye isimlendirilir. Özellikle de, isimler
övgü ve metih yoluyla nitelikler anlamında kullanıldığında, tefrika daha
bellidir. Allah Teâlâ tefrika ile bize tanınmış ve şöyle buyurmuştur: ‘O’nun benzeri bir
şey yoktur.’536 Başka bir
ayette ise ‘Yaratan gibi midir, yaratamayan?’537 buyurmuştur.
Böylece Allah Teâlâ, yaratan ile yaratamayanı ayırt etmiştir. Eşya arasında
sınırları ve tanımları, ayrım ve tefrika ortaya çıkartmıştır. Makamlar ve
haller tefrika vasıtasıyla orta çıkmış, yaratıkların mertebeleri çoğalmış,
onlarla birbirlerinden ayrışmışlardır. Bu bağlamda (söz gelişi) Allah Teâlâ’nın
seksen kulu vardır, onları imanın hakikatlerine ulaştırmıştır; yüz kulu vardır,
onları ilahi isimlerin ve niteliklerin hakikatlerine ulaştırmıştır. Allah
Teâlâ’nın altı bin ve daha fazla kulu vardır, onları Muhammedi nebiliğin
hakikatlerine ulaştırmıştır. Allah Teâlâ’nın üç bin kulu vardır, onları ilahi
ahlak hakikatlerine ulaştırmıştır. Böylece Allah Teâlâ, kullarını mertebelerle
farklılaştırmıştır.
Cem’ farkın aynıdır, çünkü o, çokluğun
varlığına delildir. Cem’ diye isimlendirilmesinin sebebi ise ayrımı toplayan
tek hakikattir.
Bu bağlamda tefrikayı ‘Hakk olmaksızın halka
işaret etmek’ diye tanımlayanın müşahede ettiği şey, tanımların verisidir.
Tanımlar ise ancak yaratıklarda ortaya çıkabilir. Çünkü Hakk, âlemlerden
müstağni olduğu için, bilinmezdir Başka bir ifadeyle Hakk herhangi bir alametin
kendisini göstermesinden münezzehtir. Öyleyse O, tanımsız bilinen, tanım ile bilinmeyendir.
Tanımlar, eşya arasında farklılığı ve tefrikayı ortaya çıkartmıştır. Zevk ehli
olan her insan, haber verişinde, müşahede ve zevkinin sınırını aşmaz. Çünkü
onlar, doğru sözlülerdir. Onlar, aktararak değil, gördüklerini bildirirler.
Ed-Dekkak ise ‘fark sana nispet edilen şey’
demişti, bunu belirtmiştik. Çünkü nispet edilen şey, tanımlardır. Çünkü Hakka
bir tanım nispet edilmez. Kula nispet edilen her şey ise sonuçta yokluğa ve
silinmeye gider. Hakka nispet edilen şeyler ise beka ve varlığa gider. Öyleyse
sen de yaratıklara değil de hakka nispet edilen kimselerden ol! Bu durum ‘O’nun
nezdinde
olan bakidir5538 ayetinde belirtilir. Hakk bize nispet edilen şeyleri ise tükenme
ve yok olmayla nitelemiştir. Ayette geçen ‘şey (ma)’ ise her şeyi gösteren bir
sözdür. Nitekim Sibeveyh böyle demiştir. ‘Allah Teâlâ’nın katında olan şey ise bakidir 5539
Öyleyse bizden Allah Teâlâ katında olan şey adına beka geçerliyken yaratıkların
katında olan ise tükenicidir. Bakınız! Allah Teâlâ’dan başkasına ait
kölelerden ölüm geldiğinde kölelik kalkar. Başında bir efendisi varsa, yok
olur. Öyleyse yaratılmışa nispet edilen her şey, ölümle veya tanıklıkla yok
olur. Yok olan her şey ise bulunduğu kimsenin yanından ayrılmıştır. Böyle bir
şey ise Hakta bulunmaz, çünkü hiç bir şey O’ndan ayrılmaz. O bizimle beraberdir
ve işler O’na döner. İşte bu Dekkak’ın ‘Fark sana nispet edilen şeydir’ sözünün
anlamıdır.
Başka bir tanımda ise ‘Fark, edebin gereği
olarak, Hakkın sana gösterdiği fiillerindir’ demişti. Burada tanım, gerçekte
Allah Teâlâ’dan olsalar bile, saygı gereği Allah Teâlâ’ya nispet edilmeyen
fiillere işaret eder, yoksa hem saygı gereği ve hem de gerçekte Allah Teâlâ’ya
nispet edilebilen fiillere işaret edilmez. Kulların fiillerinin var olma
anlarının dışında kulda bir kalıcılıkları yoktur. Var olma anlarından sonraki
ikinci anda bu fiiller ortadan kalkar. İşte bu Dekkak’ın söylediğinin aynıdır.
Böylece iki sûfı, aynı anlamda buluşmuştur. Şu var ki bu şûfi, ‘edebin gereği’
diyerek bazı fiilleri sınırlamıştır. Bu fiillerin hakikatlerini Allah Teâlâ’ya
izafe ettiğinde ise beka ve kalıcılık özelliğiyle nitelenirler. Bu kalıcılık
onların hakikatlerinden kaynaklanmaz, aksine Allah Teâlâ tarafından
görülmelerinden kaynaklanır. ‘Allah Teâlâ’nın katında olan şey bakidir.’5*0 Aynı
şekilde, kendisini gördüğün sürece fiil de senin katında kalıcıdır. Kendisini
görmediğinde ise onun varlığı senin müşahedenden kaybolur. Bu nedenle ‘Hakkın
sana göstereliği fiiller’ demiş, sana gösterilene değinmemiştir. Aynı zamanda
bu tanım, sana nispet edilmelerine rağmen, övülen fiillerine de değinmemiş,
‘edebin gereği’ demekle yetinmiştir.
Başka bir tanıma göre ‘Fark, kulluğu
görmektir.’ Çünkü bu, kulun kendisiyle bilfiil var olan bir niteliğe
mensubiyeti demektir. Bu nitelik ise ancak Allah Teâlâ’ya nispet edilebilir.
Kulluk, kula ait bir niteliktir. Kim kulluğunu görürse, gördüğü kimseye ait
olur. Bu nedenle Allah Teâlâ’nın kulları, kulluğa değil, (zorunlu kulluk
anlamındaki) ubudete nispet edilmiştir. Öyleyse onlar, herhangi bir nispet
olmaksızın, Allah Teâlâ’nın kullarıdır. Kulluğa nispet edildiklerinde ise
durum farklıdır. Çünkü Hakk, kulluk nispetini kabul etmez. Çünkü Hakk kulun
aynı değil, kulun niteliğinin aynıdır. Öyleyse her kim kulluğu müşahede eder
de Allah Teâlâ’nın kulu olduğunu görmezse, niteliğe nispet edilen ile Allah
Teâlâ’ya izafe edileni ayırt etmiş demektir. Dilciler şöyle der: ‘İnsan
hususiyet ile husus, ubudiyet ile ubudet arasında bulunur. Ubudiyet kendisine
nispet edilen bir şey iken ubudetin nispeti ise (kendisine değil) efendiyedir.’
Başka bir tanımda ise şöyle denilir: ‘Fark
halkı (yaratıklar) ispattır.’ Bu da, daha önce zikredildiği gibi, sûfilerin
‘Hakk olmaksızın, halka işaret5 dedikleri tanım gibidir. Ancak yine
de aralarında bir fark vardır. Çünkü burada tanım ‘halkı ispat’ demiş, ‘halkın
(yaratılmışlar) varlığı’ dememiştir. Çünkü yaratılmışların varlığı Hakkın
varlığının aynıdır. Halk ise kendi hakikati bakımından sabittir ve sabitliği de
ezelî olarak kendisindendir. Onun varlıkla nitelenmesi, ortaya çıkmış geçici
bir durumdur.
Böylece bu sözden anlaşılan anlamları
açıklamış olduk. ‘Halkı ispat5, ezelde Allah Teâlâ ile
yaratılmışlar (halk) arasında bir ayrım gerçekleşti demektir. Bu yönüyle Hakk
ayan-ı sâbite’nin aynı değildir. Varlık ile nitelendiklerinde ise durum
farklıdır. Binaenaleyh Allah Teâlâ, varlık ile nitelenenin aynıdır, yoksa o
değildir! Bu nedenle bu tanımı yapan sûfi ‘halkı ispat’ demiştir.
Başka bir tanıma göre ‘Fark, başkalarını Allah
Teâlâ için görmektir.’ Burada Allah Teâlâ’dan dolayı görmeyi kast eder.
Buradaki ‘için’ sebeplilik bildiren edattır. Böylece insan, Hakkın varlığında
ayan-ı sâbite’nin hükümlerini -ki Hakk ise ancak onların hükümleriyle zuhur
edermüşahede eder. Bu nedenle tanımlar ortaya çıkmış, hakikatlerin mertebeleri
Hakkın varlığında ortaya çıkmış ve melekler, felekler, unsurlar, türeyenler,
cinsler, türler, şahıslar denilmiştir. Varlığın kendisi ise tek, hükümler
farklıdır. Hükümlerin farklılığı ise, varlıkta değil sübutta (birbirinden)
başka olan ayan-ı sâbite’nin farklılığından kaynaklanır.
Başka bir tanıma göre ‘fark, onların
hallerinde türden türe girmesini müşahede etmektir.’ Burada onların hükümlerinin
Hakkın varlığında zuhurunu kast etmektedir. Çünkü bu hükümler türlü türlüdür.
Hakk ise değişmeyi kabul etmez. Buradan değişmenin ayan-ı (sâbite’nin) bir
hükmü olduğu anlaşılır. Bu kula gözüken şey ise türden türe girmektir. Öyleyse
ona görünen, a’yan’dır (ayan-ı sâbite). Böylece onlar ile varlık arasında fark
görmüştür. Tefrika hakkında şöyle denilir:
Topladım, kendimden ayrıldım O’nunla Vuslatın sonu, ikiliktir ancak
Burada sûfi, bir’in sayı basamaklarında
gözükmesini kasteder. Bir’in basamaklarda gözükmesiyle iki, üç, dört ve sonsuza
değin bütün sayılar ortaya çıkar. Bu, bir şeyin zuhur edenin aynı -fakat o
olduğunu bilmezdenolmasını anlatabilecek en nihai örnektir. Söz gelişi rüyamda
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin muhaddis Ebu Muhammed İbn Hazm ile
kucaklaştığını görmüştüm. Biri diğerinde kaybolmuş, artık sadece birini görüyordum,
o da Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem idi. Bu, vuslatın nihayetidir ve
‘ittihat (bir olma)’ denilen şey budur. Başka bir ifadeyle varlıkta iki
varlığın ilave değilbirbirinin aynı olmasıdır. Nitekim insan olmada Zeyd Amr’ın
aynı, hatta bütün insan türleri onun kendisidir. Başka bir ifadeyle insanlık
yönünden biri diğerinin aynı iken şahsiyet yönünden aynı değildir. Öyleyse
bir’in sayı basamaklarından ikide kendisiyle bir olması, İlcinin ortaya
çıkmasıdır. Burada birden başkası yoktur. Sonsuza varana dek, bütün sayılar
böyle devam eder. Öyleyse ince düşünce sahibi isen, tefrika hakkında yaptığım
açıklamayı iyice öğren! ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’
İKİ YÜZ YİRMİ DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Tahakkümün Bilinmesi
Sûfilere göre tahakküm,
özelliğini göstermek üzere, duada naz diliyle tasarruf etmek demektir. Bu
ise, bir tür şatahattır ve ona benzer. Fakat nefs bu makama ilahi emirle girerse,
sahibi kınanmaz.
Arif yaratıkları üzerinde tahakküm ederse Bir emir olmadan,
zorbadır o
Tahakkümü terk, kamillerin niteliği İstemeden kendisine gelse, haya
etmek gerek
Adamlar yaratıkların varlıklarını görmez Onlar hakimleri olan Hakkı
tercih edenler
Onlar sürekli korkan kullardır Her halükarda, şehadetleri daimidir
Perdede tahakküm onun makamı Perdelerin ardından karanlıkları
gönderenler
Tahakküm, Allah Teâlâ’nın bildirmesiyle, ilahi
emirden kaynaklanırsa, insan bu emir karşısında bir kuldur ve zorunlu olarak
efendisinin emrine bağlanır. Bir emir olmaksızın, tahakküm kendisine gelirse,
emanet kendisine sunulmuş ve onu kabul etmiş demektir. İnsanın kendisine sunulmuş
emaneti kabul ettiği yerdeki durumu, Allah Teâlâ’nın emaneti yüklenen hakkında
söylediği ‘O zalimdir ve cahildir*41
şeklindedir. Başka bir ifadeyle insan, kendisine zalim, taşıdığı şeyin değerini
bilmeyendir. Çünkü o, Allah Teâlâ’nın kendisi hakkındaki bilgisini bilmez:
Acaba emaneti ehline ulaştıran kimselerden midir, değil midir?
İlahi emre bağlı olarak, mucizeler göstermek
ve kendileriyle meydan okumak üzere tahakküm, peygamberlere özgüdür. Çünkü
onlar, Allah Teâlâ’nın peygamberleri olduklarını gösteren delillerle
gönderilmişlerdir. Öyleyse onlar, kendi iradeleriyle değil, halleriyle seçilmiş
hayırlı kimseler olduklarını bildirirler. Sonra, resul olarak
gönderilmelerinden sonra bazen onlardan delaletin gereğinin dışına çıkan bir
takım sözler meydana gelebilir ki bu da söz konusu kişinin Allah Teâlâ
katındaki değerini bildiren ilahi emirle gerçekleşir. Örnek olarak ‘Ben
kıyamet günü insanların efendisiyim’ hadisini verebiliriz. Bu söz peygamberin
Allah Teâlâ katındaki özel yerini gösterme gücüne sahiptir. Allah Teâlâ ile
meşgul olan insan, böyle bir şeyle ilgilenecek boş vakit bulamaz. Allah Teâlâ
ehlinin Allah Teâlâ ile meşgul olmasının bir yönü de, O’nun emrine
bağlanmaktır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem sözünü genelleştirince,
ardından şöyle buyurmuştur: ‘Fakat benim için övünç yoktur.’ Başka bir ifadeyle
ben övünme amacı taşımadım. Bana size böyle bildirmem emredildi. Çünkü ârif
nasıl iftihar edebilir ki? Mârifet onu iftihar etmekten alıkoyarken Allah
Teâlâ’yı müşahede ise meşgul eder. Emir verilmediği sürece böyle bir söz
insandan ancak kendini beğenme veya -halin etkisi altındakendinden geçmiş iken
çıkabilir. Kendisini kendinden geçirten bu halden ayrıldıktan sonra ise, Allah
Teâlâ’dan bağışlanma diler. Böyle bir şey özellikle gayret sahibinden ortaya
çıkabilir. Bu, şeyhimiz Ebu Medyen’in görüşüdür. Böyle sözler ondan ‘gayret5
babında ortaya çıkardı. Dolayısıyla bu gibi kişilerde bu söz, ayrıcalığım
göstermeye delalet etmez. Bu gayret, peygamberlerin çağrısmm reddedildiği veya
doğrulamada çekingen davranıldığı durumlarda, özellikle bizim kabul ettiğimiz
nebiliğin inkâr edildiği anda insanı tutar. Böyle bir durumda söz konusu insan
(veli), peygamberin yerini alarak, peygamberliğinin doğruluğunu delillendirmek
üzere getirdiği iddiayı peygambere vekil olarakortaya koyar. Böylelikle kendi
adına değil peygamber adına meydan okumak üzere, (inkârcıları) aciz bırakan şeyleri
getirir ve kendisinden böyle şeyler ortaya çıkar. Bu, Allah Teâlâ katındaki
özel yeri göstermez. Bu kişi, tahakkümün dışındadır, fakat ‘tahkim’ olması
yönünden onun dışındayken bu durum özel bir tahkim olması yönünden öyledir.
Bazen tahkim, Hakk karşısında naz halinde bulunan bir şahısta meydana gelebilir
ve söz konusu kişi ‘bilinen makamı’ hakkında Allah Teâlâ’dan bir bilgi edinmiş
olabilir. Bu bilinen makam, Allah Teâlâ’nın meleklerden aktardığı üzere, ‘Her
birimizin belli bir makamı vardır, biz saf saf olan kimseleriz, biz tespih
edenleriz’542 ayetinde
zikredilmiştir. Böylelikle melekler, kendi makamlarım belirttikten sonra,
kendilerini övmüşlerdir. Bu övgü onları eksiltmeyeceği gibi onların mertebelerini
de düşürmez. Tahkim aynı makama etki etmeyince, onun bir zararı yoktur, fakat
terk edilmesi daha üstündür. Çünkü onu tahkim, her durumda bir boş vakittir.
Cebrail’den böyle bir şeyin meydana gelmesinin yegane nedeni, Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’e öğretmen olmasıydı. Öğretmen öğrencisine kendi
mertebesini bildirir ki onun himmeti de yükselsin ve öğretmenine katılsın.
Bazı sûfıler, tahkimde belirli bir konuda Allah Teâlâ adına yemin edip Allah
Teâlâ’nın yeminlerini yerine getireceği bir dereceye ulaşır. Bununla birlikte,
ardından Allah Teâlâ’dan bağışlanma diler. Onda bir (kendini beğenme) kokusu
bulunmasaydı, bağışlanma dilenmezdi. Özellikle aynı dönemde yaşadığımız,
Bağdatlı Abdülkadir Geylani olmak üzere, salihlerden tahkim konusunda aktarılan
pek çok hikâye vardır. Başka bir örnek ise, secdeye giderek yağmur yağmadan
başmı kaldırmayacağına yemin eden bir sûfidir. Allah Teâlâ da yeminini yerine
getirmiştir. Başka bir örnek ise, bir kuyunun başmda susamış bir halde duran
insanla ilgilidir. Adamın elinde ne bir kova ne ip vardı. Şöyle demiş: ‘Beni
içirmezsen, yemin olsun ki öfkeleneceğim.’ Su kuyunun ağzına ulaşıncaya kadar
taşmış, adama ‘Kime kızacaktın?’ diye sorunca, ‘Kendime’ diye cevap vermiş.
Bunun üzerine su, kendisini engellemiştir.
Bize göre tahkim mârifeti müşahedede kolay bir
iştir. Çünkü tahkim, mazharda zuhur edene aittir. Öyleyse tahakküm, ancak
gerçekte hükmetme özelliğine sahip olana aittir. Zuhur eden ancak bu fiille zuhur
eder. Bu durum, mazharın istidadınm bunu gerektirdiğini gösterir. Böylelikle
başka bir mazharın istidadının gereği olan tahkimin olmayışı birbirinden
ayrılır. Bu, kendisini varlıkta göstermelde yalnız kaldığımız bir yöntemdir.
Bizim yöntemimiz, Allah Teâlâ ehline işlerin kaynağını yaklaştırır. Zuhur eden
şeylerden herhangi birini büyültme. Zuhur eden her şey ‘işin başmda ve sonunda’
emrin kendisine ait olduğu Allah Teâlâ’dandır. ‘Allah
Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’543
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar