OTUZ İKİNCİ SİFR 2.Bölüm
BAST
MERTEBESİ
el-Bâsıt
İlahi İsmi
Bast halindeyken akıllı sevinmez Allah
Teâlâ’dan müjde almadıkça
Doğru peygamberin diliyle Allah
Teâlâ ona bu müjdeyi öğretir
O da sözünde
doğru Makam onu haşrettiğinde
Doğru söylediğinde kuşku yok Onu bildiren Allah
Teâlâ
Sen sakın deme ki:
Kendisine o nedir
denildiğinde
O bir mahiyet fakat bilinmez Sevin,
çünkü bir olan Allah Teâlâ
Bu mertebenin sahibi Abdulbâsıt diye
isimlendirilir. Mertebenin kadimde ve hadiste tesiri vardır. Allah Teâlâ
birisinden razı olursa, hiç kuşkusuz, gazabını ulaştırmaz ve rahmetini yayar. ‘Allah
Teâlâ alır ve yayar.’461
Bütün hüküm Allah Teâlâ’ya ait Hüküm
O’nun yalnız
O’nun nuru devam ettikçe Ben O’nun
gölgesiyim
Bizi üzen O’nun adaleti Dilersen
faslıdır dersin
Yani kurucu
özelliği
Ben O’ndanım ve
O’nun suretinde
O bizim aslımız olan Hakk Ben O’nun
gölgesi kul
Bana mahsus bir iş yok Bütün iş bana
ait
Her cins bizi kuşatır
Ben O’ndanım, O’nun ihsanından
Zatımın sureti O’nun feyzinden
Feyzimin ta kendisi ya da benzeri
Kullan hakkında hüküm bu iki
mertebeden Allah Teâlâ’ya aittir. Bununla birlikte mahal değişir ve mahallin
değişmesiyle bast hali de değişir. Haller farklılaşır, bast hali hallerin
değişmesi nedeniyle değişir. Dünya hayatına gelirsek, ayette ‘Allah
Teâlâ rızkı kullarına yaymış (bast) olsaydı,
yeryüzünde taşkınlık yaparlardı’462 denilir. Allah Teâlâ rızkı dilediği
bir ölçüyle indirmişken cennette rızkı sınırsız yayacaktır. Orası taşkınlık ve
haddi aşmanın olmadığı yerdir. Allah Teâlâ orada müminlerin gönüllerinden hırsı
çekip alır. Kul peygambere, yani ilahi şeriata uyar ve onun kural ve
sınırlarında gereken edebe göre durursa, Allah Teâlâ tarafından sevilir. Başka
bir ifadeyle bu uyma onun ilahi mertebede sevilmesini sağlar. Allah Teâlâ onu
sever, sevdiğinde ise nimetini cömertçe yayar. Hakk ona nimet yayarken, kulun
dünyadaki hali, cömertlik karşısında edebi takınmaktır. Edep ise Hakkın nimet
vermesinin neticesi olarak kabz halidir. Kul Hakkın kendisini kabz etmesi veya
bast hali vermesi nedeniyle kabz haline girer. Bununla birlikte dünyada
teklifin varlığı nedeniyle kabzın hükmü farklıdır. Binaenaleyh edebin gereğiyle
dünya hayatında tam anlamıyla bastm gerçekleşmesi mümkün olmadığı gibi
umutsuzluğa yol açacağı için dünyada kabzın da tam olarak gerçekleşmesi mümkün
değildir. Bununla birlikte dünya hayatında kabzın hükmü bastan daha geneldir.
İnsanların bir kısmını Allah Teâlâ diğer kulların vesileleriyle sevinçli
nimetlere sahip kılmıştır. Bunun ilk derecesi, Allah Teâlâ’yı razı eden veya
rıza ve gazaba konu olmayan -ki mubah demektirişlerle insanları güldürmektir.
Hiç kuşkusuz o da farkına varılmasa bile ilahi bir niteliktir. Cahil insan
insanları güldüren kişiyle alay eder ve insanları güldürenin cahilin nezdinde
değeri olmaz. Böyle insanlara örfte şaklaban ve soytarı denilir. Böyle bir
soytarının değerini bilmeyen cahil, ‘Güldüren
ve ağlatan O’dur’463
ayetinin anlamını nasıl anlasın ki? Burada biz güldürmeyi Allah Teâlâ’yı razı
eden veya rızaya ve öfkeye konu olmayan işlerle sınırladık. Kendi hallerini ve
Hakkın varlıktaki tesirlerini murakabe eden bir Allah Teâlâ kulu, şaklaban
denilen kişiye saygı gösterir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in Nuaym
adlı bir sahabesi vardı ve bu ilahi niteliği bir maddede izhar etmek üzere
peygamberi güldürürdü. O gördüğünü en iyi bilendi. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem kendisiyle şaka edilebilecek veya alaya alınacağına inanılacak biri
değildi. Böyle bir düşünceden Allah Teâlâ’ya sığınırız! Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem onu ilahi bir tecelligah olarak görüyordu. Bu durumu ancak Allah
Teâlâ’yı bilenler anlayabilir. Bu mertebeden Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem yaşlılarla ve çocuklarla şakalaşır, onlara latife yapar, kendilerini
sevindirirdi. Bakınız! Büyük hükümdarlar bile kendilerini güldürmek üzere çocukların
hareketlerinin seviyesine inerek evlatlarını nasıl güldürürler! Benim
görebildiğim kadarıyla, huzurunda komutanları ve elçileri bulunduğu halde, bu
makama hakkını veren en iyi misal, adil hükümdar Ebu Bekr b. Eyyub idi.
Huzurunda o insanlar varken küçük çocuklarıyla şakalaşırken ben de Miyafarikin
şehrinde cemaatin huzurundaydım. Pek çok hükümdar gördüm, fakat bu konuda adil
hükümdardan gördüğüm Hakk kimsede şahit olmadım. Bu hali onun genel erdemlerinden
birisi saymış, ona saygı göstermiş, bundan dolayı kendisine teşekkür etmiş,
eşine yumuşak ve şefkatli davranışına şahit olmuştum. Başka hükümdarlardan öyle
bir davranışı görmemiştim. Allah Teâlâ’dan dilerim ki bu davranış kendisine
fayda sağlasın!
Bilmelisin ki, iki mertebe arasındaki
fark şudur: Kabz her zaman bast halinden meydana gelirken bast hali bazen
kabzdan meydana gelirken bazen kendiliğinden meydana gelebilir. Kendiliğinden
meydana gelmesi, ilahi rahmetin ilahi gazabı geçmesidir. Bu itibarla rahmet
bast demek iken gazap kabz demektir. Kabzdan sonra meydana gelen bast hali Allah
Teâlâ’nın azap ettikten sonra kullarına merhamet etmesine benzer. Bu hal
kabzdan sonraki bast demektir. İkinci basttan sonra kulu üzecek şekilde bir
kabzın ortaya çıkması imkânsızdır. Öyleyse bast halinin faydası geneldir.
Bununla birlikte dünya hayatında bast halinde gizli tuzak bulunabilir. O tuzak
nimetlerin günahkâra peş peşe ulaşmasıyla ilgilidir. Allah Teâlâ günahları
daha çoğalsın diye onlara süre verir ve bu durum ‘Kâfir
olanlara mühlet vermemizin kendileri için iyi olduğunu zannetme, onlara
günahları artsın diye süre veriyoruz, onlar için şiddetli azap vardır’464 ayetinde belirtilir. Mühlet vermek,
ömürde ve dünyalıklardaki bast halidir. Ardından insanlar kendilerini bedbaht
edecek işlerle dünyayı ve ömürlerini harcar. Bastm bir türü ise meçhul ve malum
olması, başka bir ifadeyle sebebi bilinmeyen basttır. İnsan içinde sevinç ve
ferahlık bulur, fakat onun sebebini bilemez. Akıllı insan sebebini bilmediği
bast halinde halin kendindeki hükmüne göre herhangi bir tasarrufta bulunmaz.
Çünkü onun akabinde nasıl bir sonuç ortaya çıkacağını bilmez. Acaba onu kabz
haline götürecek sonuç mu ortaya çıkacaktır? Bu durumda kişi pişman olur. Yoksa
daha çok ferahlık ve bast hali mi gelecektir? Bu konudaki gizli tuzak sebebinin
bilinmemiş olması ve bulunduğu kişideki otoritesinin gücüdür. Dünya hayatı,
sebebi bilinmeyen hallere karşı akıllı insanın çekimser davranmasını ve
beklemesini gerektirir. İşlerin gerçeği ortaya çıkana kadar insan bekler ve
sebebini öğrendiğinde bilgiye sahip olarak hareket eder. Bu iş onun ya lehine
veya aleyhinedir; ya yardım eder veya başarısızlığa uğratır. Sözlerimizde ve
amelde bizi sürçmelerden korumasını Allah Teâlâ’dan dileriz!
Bu mertebeden Allah Teâlâ’ya davet
eden kişi basiret üzere O’na davet eder. Bast halinin icabete yardım ettiğini
bilen kişi bast kapısından Allah Teâlâ’ya davet ederken kabzın icabete yardım
ettiğini bilen ise kabz kapısından davet eder. Davetçi kişi Hakkın verdiği bast
makamında olsa bile, kabz ve bast ile birlikte davet eder. Çünkü o maslahatı
gözetir ve hem kendi adına hem kendinden kötülüğün uzaklaştırılacağı kimse
adına en güzel davranışla kötülüğü uzaklaştırır. Bu mertebede kullanılması en
uygun iş edeptir. Bast nefislerin talep ettiği bir şeydir ve bu nedenle onun
tuzak ve afederinden uzak durmak gerekir.
‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru yola ulaştırır.’
HAFZ
(ALÇALTMA) MERTEBESİ
el-Hafz İlahi İsmi.
Tevazu öyle bir hüküm ki Allah
Teâlâ’nın alçalttığı yüce bilir onu
Hakk ikram etmek üzere kullarına
tenezzül eder derecelerde Nimetini kısım kısım verir
Yaratıklarına mertebelerine göre böler
Bir kısmına sevdirir, bir kısmı nefret eder .
Bütün varlıklara boyun eğdiren kişi
Onları alçalttığı makamdan
Himmeti yücelere doğru yükselen
biridir Belki bir gün ulaşır diye
Kesin bir işi karara bağladı ve onda
ihtiyacı ortaya çıktı Mahrum kaldı o esnada gayesinden
Ben onun edepli kalbine yerleştirdim
Sevgi koydum, halin elçisi onu uzaklaştırdı
Elleri boş bir halde sana gelir
Senden borç talep eder
Bütün emellerin
kendine vardığı kişi
Belki bir gün
teşvik ettiğin bir hayırda bulunsun
Onu bildim kendisine gelen şeylerle
Belki bir gün Hakk onu görür ve yükseltir
Bu mertebenin sahibi Mele-i a’lâda
Abdulhafz (alçaltanın kulu) diye isimlendirilir. Bilmelisin ki, zatı gereği
varlık, başlangıcı olan ve olmayan diye iki kısma ayrılır. Birincisi hâdis
(zaman içinde var olan) İkincisi ise kadim varlıktır. Kadim varlık öncelik
sahibidir ve bu nedenle de yüksektir. Hâdis olan ise sonra gelir ve sonra
gelen, önceliği nedeniyle kadim varlığın Hakk ettiği yükseklikten aşağıda
bulunur. Önce olan, bütün mertebelerde tasarruf sahibidir. O karşısında
durulamayacak veya itiraz edilemeyecek olandır. Kadim mertebeleri görür, onlardan
yüksek olanı alır. Buna mukabil hâdis varlık mertebelerde öyle bir tasarrufa
sahip değildir. Hâdis varlık, kadim varlığın kendisini öncelediğini ve
yükseklik makamını ele geçirdiğini görür. Yükseklik makamından aşağıda kalan,
düşük makamdır. Dolayısıyla hâdis varlık ancak düşüklük makamında tasarrufta
bulunur. Bu mertebede Allah Teâlâ hâdis varlık gibi tasarrufta bulunmak
istediğinde, aşağı mertebeye tenezzül eder. Oraya tenezzül ettiğinde, o mertebe
hükümleriyle O’nun üzerinde hüküm verir. Tenezzülün ardından Allah Teâlâ
yukarı mertebeye çıktığında, bu yükselme nedeniyle el-Mütekebbir diye
isimlendirilir. Tekebbür ve bu özel yükselmeyle Allah Teâlâ ‘el-Aziz ve el-Cebbar’465 -ki birinci yüksekliktir‘el-mütekebbir,466 diye isimlendirilir. Bu ise
tenezzülden sonra gerçekleşen yüksekliktir. Demek ki düşüklük mertebesinin hükmü,
her kim olursa olsun, hâdiste ortaya çıkar. ‘Her kim olursa olsun’ dedik, bunun
nedeni kendileri de hâdis olan tecelli sureüeridir. Bunun yanı sıra ayette Allah
Teâlâ’nın kelamının da gelişi (hudus) zikredilmiştir ve Kur’an-ı Kerim’in
gelişi de hâdistir. Allah Teâlâ ‘Onlara
Rablerinden hâdis söz geldiğinde’467 der. Kastedilen gelişi insanlar için
hâdis, yani zaman içinde gerçekleşen Kur’an-ı Kerim’dir ve bu nedenle ‘her ne
olursa olsun’ dedik.
Bu mertebeden hafız ve mahfûz, yani
alçaltan ve alçaltılanın hükmü ortaya çıkar. Bu itibarla alçaltma harflerini
dikkate alınız! Harf bu esnada derecelerin en aşağısında bulunur ve onun
isimlerde hafz tesiri vardır. Hâlbuki isimlerin derecesi yüksektir. Şöyle
deriz: ‘Euzu billâh (Allah Teâlâ’ya sığınırım).’ Allah Teâlâ isminin başındaki b harfi
hafz harfidir. Onun mamulü, yani etkisinin ortaya çıktığı harf, Allah Teâlâ
isminin h
harfidir. B harfi, Allah
Teâlâ kelimesindeki h harfini
hafz etmiş, kendi hakikatine göre kelimede tesirini uygulamıştır. Hâlbuki
isimler, mertebe bakımından harflerden üstündür. Âlem hafz makamında bulunup
mertebesi hafz mertebesi olsa bile, âlemdeki varlıkların birbiriyle ilişkisi
dildeki hafz edadarının ilişkisine benzer. Konuşan, kelimeyi ancak o edatlar
yardımıyla hafz edebilir. Aynı şey Hakkın eşya vasıtasıyla eşyada ortaya çıkan
fiillerinde geçerlidir ve başka bir şey mümkün değildir. Dolayısıyla onun bir
hakikatinin olması kaçınılmazdır. Bu durum hafz mertebesine ‘tenezzül etmek’
demektir. Bu sayede araçların ve edadarm hükümlerine göre hafz edatlarında
tasarruf eder ki bunlar pek çoktur. Misal olarak farklı mertebelerine göre b
harfini/edatını verebiliriz. Bütün durumlarda b edatı
hafz eder. B edatı
yemin, yardım, parçalama, pekiştirme, başkasının yerini alma gibi farklı anlam
derecelerine sahiptir. Aynı şekilde min (-den),
ilâ (-e, -a) ve bütün hafz edadan farklı
suretlere sahiptir. Pek çok mertebede aynı hüküm ve varlıkla ortaya çıkarlar.
Her durumda o edadarm hükmü hafzdır. Onların zatı malumdur. Bu edadar hüküm
veya varlık bakımından ise değişmezler. Mesela min (-den,
-dan) edatı başlangıç ve gaye de bildirebilir. Mesela ‘haractu mine'd-dar
(evden çıktım)’ denilir. Bazen parça anlamına gelir: ‘Ekeltu mine'r-ragif
(ekmekten yedim).’ Bazen açıklama anlamına gelir: ‘Şeribtu mine’l-ma (suyu
içtim).’ Bütün bu durumlarda min edatının ne hafz hükmü ne varlığı değişir.
Bu edadar birbirlerine girdiklerinde,
bir kısmı isim haline gelerek harf özelliğini yitirir ve hafz hükmü izafeyle
birlikte geri döner. Misal olarak bütün tamlamalı isimleri verebiliriz. Hareke
kendinde kalır, sureti değişmez. Şair şöyle der:
Min-an yemini’l-hubbeya
Burada sağ yönü kastetmiştir. Şiirde
min edatı an edatına
eklenmiş, ona yön anlamı kazandırmış, kendisini edat olmaktan çıkartmıştır.
Min’in anlamı an
edatının anlamının aynıdır. Nitekim an edatına
izafeyle kullandığımızda anlamı değişmemiş, an
edatından görünüşte hafz etkisi ortaya çıkmamıştır. Çünkü bu edat asıl
bakımından hafz edatıdır. Hafz eden hafz edilen olmaz. Bu edat burada sureti
bakımından hafz edilmemiş olsa bile mana bakımından hafz edilmiştir. Bunun
nedeni onun mebni olmasıdır. Misal olarak ‘Lillahi’l-emru
min kablu ve min
ba’du (başta ve sonda
iş Allah Teâlâ’ya aittir)’468 ayetinde kablu ve ba’du
edadarını verebiliriz. Şairin sözü de böyledir ve bu kullanım dilde yaygındır.
Bu tesir bu yolda şöyle açıklanır:
Hâdis olan hâdise etki ettiğinde, bu etki onu hâdis olmaktan çıkartmaz.
Hâdislik dilde harfin mebni olması mesabesindedir. Edilgendeki etki ona ait
iken gerçekte etki eden Allah Teâlâ’dır. Bu Hakkın suretinde zuhur eden halktır
(yaratılmış). Münfail olan halkın etkisiyle değil, Hakkın sureti nedeniyle
edilgen ve münfail olmuş, fiil ve etkide yaratılmış Hakk ile nitelenmiş, Hakk
ise surette halkın yerini almış, bu suretten duyuda etki ortaya çıkmıştır. Halk
da akla göre Haktan ortaya çıkmıştır. ‘Onlar
sizin elbiseniz, siz onların elbisesisiniz’469 Ayetin işarî yorumu, ilahi isimlere
atıf yaparken tefsirdeki anlamı eşlerdir.
Dersen ki Haktır, izhar edersin
gaibi Dersen ki halktır, kendinde gizlersin
Hakkın varlığı olmasaydı hiçbir şey
olmazdı Halkın varlığı olmasaydı O’nu gizleyemezdin
O halde
hafz mertebesinden Hakk halkın suretinde zuhur etmiş, ‘Ben kulumun duyma ve
görme gücü olurum’ demiştir. Ayette ‘Onu
komşu edin ki, Allah Teâlâ’nın kelamını duysun.’470
‘Peygambere itaat eden Allah Teâlâ’ya itaat etmiştir’471 buyurmuştur. Peygamber hakkında ‘Ö arzusundan
konuşmaz, vahyedileni söyler’472 buyurur. Başka bir ayette ‘Peygamberin
görevi tebliğdir’473 denilir. Nispederin hükmü ve tesiri
olmasaydı, sebeplerin varlığı olmayacağı gibi onlar vesilesiyle tesir ve
netice ortaya çıkmayacaktı. Alemdeki insanların çoğunun sebeplere
dayandıklarını bilirsin! Allah Teâlâ o sebepler nezdinde bulunmasaydı, hiçbir
yaratılmış sebeplere dayanmazdı. Biz eseri sebeplerden gördüğümüz gibi onu
ancak sebeplerin nezdinde biliriz. İnsanların bir kısmı sebepleri kabul eder ki
bu durum kaçınılmazdır; bir kısmı onları vesile kabul eder ki, bu da
kaçınılmazdır. Biz ve bizimle aynı müşahedeye sahip olanlar her iki görüşü
birden kabul ederiz. Sebepler akla göre vesile iken gözlem ve duyuya göre sebep
sayılır. (Haldea ait) iktidar ile (mümküne ait) kabulden söz ederken bunu açıklamıştık.
Bu durum bütün işin döndüğü ilkedir. Sen de Allah Teâlâ’ya ibadet et, O’na
tevekkül et! Senden gayretinin bulunmadığı bir şeyi mi talep etmiştir? ‘Senin
Rabbin onların yaptıklarından gafil değildir.’474 Allah Teâlâ tarafından yaratılmış olsa
bile, ameli sana izafeyi gerektirecek hakikat bulunmalıdır. Allah Teâlâ amelin
yaratılışı hakkında ‘Allah Teâlâ sizi ve amellerinizi
yarattı’475 der.
Yani işlediğiniz işleri de Allah Teâlâ yarattı. İşarî yorumu benimseyenler,
burada ma edatını
olumsuzluk anlamında yorumlamıştır: Amel şenindir, yaratma ise Allah Teâlâ’ya
aittir. Allah Teâlâ’nın kendine izafe ettiği bir işi sana izafe etmiş olmasının
nedeni, varlığın tek ve yönlerinin çok öldüğünü öğrenmen içindir. Binaenaleyh
amel olması bakımından Allah Teâlâ onu sana izafe eder ve seni ondan dolayı
ödüllendirirken, yaratılmış olması bakımından Allah Teâlâ’ya aittir. Yaratma
ile amel arasında hem anlam hem lafız itibarıyla fark vardır. Bunu bilmekten
perdelenme! Bu bilgi ince bir bilgidir.
‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru yola ulaştırır.’
RİF'AT
(YÜKSEKLİK) MERTEBESİ
er-Refi' İlahi İsmi
el-Mü’min ve el-Müheymin bir kavmi
yükseltir İman etmiş onlar, başkalarından yüksektedirler
Nefislerini
sarhoş görürsün Hükmüne girer ve çıkarlar
O’nun nezdinde dürüst gençler
görürüz Gençliklerinde dürüstçe amel etmişler
Hainlikten temizlenmiştir onlar
Hakka iman etmiş, şahit olmuşlar
Bu mertebenin sahibi Abdurrefi’ diye
isimlendirilir. Ayette ‘Dereçeleri yükselten, Arşın sahibidir’476 denilir. Yükseklik ve rifat Allah Teâlâ’ya
zatı gereği ait bir nitelik iken kul için bu özellik dolaylı olarak
gerçekleşir. Bu mertebe hüküm bakımından hafz mertebesinin hükmünün zıddma
sahiptir. Çünkü kul için asıl nitelik hafz iken Hakk için asıl nitelik yüksekliktir.
Allah Teâlâ bizi ve seni kendinden
bir ruh ile desteklesin, bilmelisin ki; bu mertebe, seva (eşitlik)
mertebelerindendir; seva mertebeleri, iki makam arasında bulunan duraklardaki
mertebelerdir. Kul o mertebelerde durdurulur, kendisine intikal edeceği
makamın adabı ona öğretilir, ayrılmış olduğu makamda taşımış olduğu edebe göre
teşekkür edilir. Bu mertebelere seva mevkıfı (durağı) veya seva hazreti denilmesinin
sebebi, Allah Teâlâ’nın kendinden haber verirken ‘Dereceleri
yükseltendir’477 buyurmuş olmasıdır. Allah Teâlâ kendisi
için kullarına zuhur ettiği dereceler belirlemişken O’nu bilen kulları hakkında
‘Allah Teâlâ sizden iman edenleri ve ilim verilenleri
derece bakımından yükseltir’478 der. Bu derecelerde müminler
kendilerini görebilsin diye Allah Teâlâ’yı bilenler ortaya çıkar.
Dereceleri yükseltmede seva
mertebesinin bir hükmü de kulun veya var olan bir şeyin bulunduğu dereceye
göre amade kılmadır. Başka bir ifadeyle o mertebede bulunan varlığa başka
mertebede bulunan bir varlık amade olurken kendisi de başka bir derecedekine
amade kılınır. Bazen amade kılınan kişi, amade olduğu kişiden yüksek makamda
bulunabilir. Yüksektekinin aşağıdakine hizmet etmesi ve ona amade olması
keremlinin şefaat talep eden günahkâra şefaati demektir. Bir hadiste gecenin
son üçte birlik bölümünde Allah Teâlâ’nın yakın semaya tenezzül edeceği
zikredilir. Söz konusu hadiste akıl sahipleri için gönüllerdeki hastalığa şifa
olacak yeterli ve kâfi açıklama vardır. Derece hüküm sahibi olduğu için,
yukarıda olanın hizmet edilen olması gerekir. Yani hizmet edenin derecesi her
zaman hizmet edilenin derecesinin aşağısındayken hüküm hallere aittir. Misal
olarak halkına hizmet edip onlar adına savaşan ve menfaaderini yerine getiren
hükümdarın derecesini verebiliriz. Hükümdarlık derecesi onun halkı için böyle
davranmasını gerektirir. Hizmet etmek hükümdarın hizmet edilenin derecesinden
daha aşağıya inmesini gerektirir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah
Teâlâ bir kısmınızı diğerlerinin üzerine yükseltmiştir.’479
Allah Teâlâ kullarına emir ve
yasaklar verdiği gibi kulların da kendisine emir ve yasak vermelerini irade
ederek onlara şöyle demeyi emretmiştir: ‘Bizi
bağışla, bize merhamet et.’480 Böyle bir emir
dua ve talep diye ifade edilir. Yasaklama hakkında ‘Bizi
unuttuğumuzda veya hata ettiğimizde cezalandırma’481
der. Başka bir ayette ‘Bize yük yükleme’482 denilir.
Veya ‘Bize
gücümüz yetmeyecek işleri yükleme5483
denilir. Allah Teâlâ bize şöyle demeyi emreder: •Akitleri
yerine getirinJ5484 Başka bir ayette ‘Ahit
yaptığınızda Allah Teâlâ’ya verdiğiniz sözü yerine
getirin'485 der.
Yasaklama hakkında ‘Kesin karara bağladıktan sonra
yeminleri bozmayın’486, ‘Ölçüde hile yapmayın’487 buyurur. Bu ve benzeri ayederde Allah
Teâlâ, kullarına emir vermiş, yasaklar koymuştur. İzzet ve ceberut sahibi iken
Allah Teâlâ’yı veya zelil ve muhtaç iken kulu memur ve yasaklanan haline
getiren sebebi araştırdığımızda, onun sebebinin gerektirdikleri hükümlere göre
dereceler olduğunu gördük. Derece Allah Teâlâ hakkında emir ve yasaklama diye
isimlendirilen bu hali meydana getirirken kul hakkında dua ve talep diye
isimlendirilen hali ortaya çıkartır. Allah Teâlâ kendisini kullarını
birbirleriyle ilişkide yerleştirdiği makama yerleştirmiştir. Ayette ‘Dereceleri
yükseltendir’488 der. Bu
durum yaratıkları hakkındadır. Sonra kendisini maslahatlarını ve yaptıkları
işleri gözetmek üzere onların derecesine indirerek şöyle der: ‘İşlediği
işlere karşılık nefs üzerinde kaim olan kim?’489 Başka bir ayette ‘Erkekler
Allah Teâlâ’nın kendilerine vermiş olduğu ihsana göre kadınlar üzerinde
hâkimdir’490 der.
Çünkü kadınlar erkeklerin ailesidir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in
‘Bütün yaratılmışlar Allah Teâlâ’nın ailesidir (O’na muhtaçtır)’ dediği
aktarılmıştır. Allah Teâlâ da onların ihtiyaçlarını karşılar, çünkü
yaratılmışlar Allah Teâlâ’ya yönelirler ve bu nedenle O’nun ailesi olurlar. Allah
Teâlâ bir ihsanı olarak kendini o mertebeye indirdiğinde, durumun böyle olması
kaçınılmazdır. Nitekim bizde ve O’nda işin böyle olduğuna dikkat çekmiştir.
O bizden ve bizde Bizim gibi, bizden
ve bizde
Rabbimi kendimle bildim Kesin bilgi
böyle dedi
Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Bir
kısmınızı diğerlerinden üstün kıldı.’491 Sebebini açıklarken de ‘birbirinize
hizmet etmeniz için’ demiştir. Birinden bir şey istediğinde, kuşkusuz, onu
isteğinin mahalli yapmış olursun. Allah Teâlâ kendisinden isteyen kimselere
icabet edeceğini, karşılık vereceğini bildirmiş, fakat bunu belirlemiş olduğu
şarta bağlamıştır.
Biz de mertebelerimizin gerektirmiş
olduğu şarta göre talep ettiği hususta O’na icabet ederiz. Allah Teâlâ, ismin
isimlendirilenin aynı olduğu mertebede, isiminin aynıdır. Bazı kimseler Hakkın
sıfatlarının ‘ne O ne O’ndan başkadır’ demişlerdir. İsimlerin bir kısmının
diğerlerinden daha üstün derecede bulunduğunu öğrendik ve böylelikle her isim
ötekini -kendi mertebesine göreyardımcı edinir. Buradan -söz gelişiel-Hayy’ın
derecesinin isimler arasında en yüksek derece olduğunu biliriz. Çünkü hayat
isimlerin varlığını mümkün kılan şarttır. el-Âlim ismi de el-Kadir ve el-Mürid
ismine göre daha kapsamlı ve geniştir. Bu
, A A
isimler ise el-Alim’in özel
ilgileridir. O halde bu isim, el-Alim ismi için yardımcı ve perdedir. Bilgi
maluma (bilinen) tâbi olduğu gibi bilenin, bilinenin etkisi altında olduğunu
öğrendik. Bilen bilinenin değiştirmesiyle değişir ve başkalaşır. Bilenin
tesiri bilinende ancak onun verdiği bilgiye göre ortaya çıkar. Demek ki,
hakkıyla araştırdığında, bilenin mertebesi derecelerden daha yüksektir. Hakkın
bildiği şeylerin bir kısmı ise O’nun kendisidir. Başka bir ifadeyle Hakk,
kendisi için zorunlu veya imkânsız olanları da bilir. Ayrıca kendisinden başka
bütün bilinenler için zorunlu, mümkün ve imkânsız hususları da Hakk bilir. Hakk
herhangi bir malumda onun verdiği bilgiye göre tesir eder. Aynı şey es-Semi,
el-Basir, eş-Şekûr ile özel ilgilere ve konulara sahip diğer isimler için
geçerlidir. Bunun yanı sıra er-Rauf, er-Rahim ve diğer bütün isimler derece
bakımından el-Alim isminden sonradır. O isimlerin tek istisnası el-Muhit’tir.
el-Muhit el-Âlim’den bir derece aşağıdadır. Bu isim ancak şey diye
isimlendirileni ihata edebilir. İmkânsız malum olsa bile, hayaldeki varlıkta
‘şey5 diye isimlendirilebilir. Burada onun hayal mertebesinin
gerektirdiği bir ‘şeyliği’ vardır. Binaenaleyh bu isim, vehim kendisini bir şey
olarak tahayyül ettiğinde, imkânsızı da ihata eder. Misal olarak susamışın su
zannettiği serabı verebiliriz. Ona geldiğinde, hiçbir şey bulamaz. Fakat
hayalin dışındaki mertebelerde imkânsız ihata edilemez. Gerçi imkânsız ihata
edilmekle nitelenmemiş olsa bile, Alim tarafından bilinir. Aynı şekilde el-Hay
ismi diğer isimlerin şartıdır. İlahi isimlerin kendilerinin ve tesirlerinin
ortaya çıkış sebebi bu isimdir. Aynı şey bütün illetler için geçerlidir ve her
illette hayat özelliğinin bulunması zorunludur ve bu sayede onlardan gerçek bir
tesir ortaya çıkar. Bunun farkına akıl sahibi olan nazarî düşünürler varamaz.
Sadece keşif sahipleri bunu fark edebilir. Onlar hayatın cevher ve arazıyla
bütün var olanlara sirayet ettiğini müşahede ederler. Bunun yanı sıra mananın
mana ile var olduğunu, bu sayede parlak siyah ve kirli siyah denilebildiğini
görürler. Aydınlatmanın siyahlığa değil, mahalle izafe edildiğinden bilgisi
olmayan kişi, bu hususta bir fikre sahip değildir. Hayatın arazlarda bulunması
cevherlerde bulunmasıyla birdir. Her araz ve cevher, yani taşınan ve taşıyan
her şey O’nun hamdini tespih eder. Allah Teâlâ’yı ancak neyle ve kimi tespih
ettiğini bilen tespih edebilir. Bu bilgi tespih edilmesi gereken ile farklı
yönlerden aynı hakikatte teşbih edilmesi gerekeni ayırt eder. Allah Teâlâ
kendisini öven, kendisini kendisiyle tespih edendir. Allah Teâlâ câlemlerden
müstağnidir5492 başka
bir ayette ‘Allah Teâlâ’ya güzel borç verirler’493 buyurur. Bütün bunlar kalbi olan
veya kulak veren için O’nun kendini övmesi bağlamında zikredilmiştir.
Allah Teâlâ’yı böyle bir bilgiyle
bilmeyenin O’nun hakkında veya âlem hakkında bilgisi yoktur. Gerçek ortaya
koyduğumuz üzere olmasaydı, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Kendini
bilen Rabbini bilir’ demezdi. Burada tek meful alan fiil getirmiş, birlikteki
belirsizliği ortadan kaldırmak üzere âlime kelimesini kullanmamıştır.
Bu açıklama ve imalarımızla yükseklik
mertebesinin gerektirdiği hususlar ortaya çıkmış oldu. Bunun öncesinde Allah
Teâlâ’nın kendisiyle alçalttığı ve yükselttiği terazi mertebesi vardır. Allah
Teâlâ yüce mertebe sahibi olduğu için ‘Güzel
kelime ve salih amel O’na yükselir’494 buyurmuştur. Kelime ortaya
çıktığında üzerinde bulunduğu duruma göre güzel ya da çirkin bir surette
bedenlenir. Çirkin kelime bedenlendiği yerde kalır, yükselemez. Temiz kelime
sureti ortaya çıkıp şekillendiğinde, amel etmeyi gerektirir ve sahibi de onu
yaparsa, Allah Teâlâ onun amelinden burak meydana getirir. Başka bir ifadeyle
kelimeye ait bir binek meydana getirir. Binek vasıtasıyla amel Allah Teâlâ’ya
doğru yükselerek bu sayede çirkin kelimeden ayrışır. Bütün bunları Allah Teâlâ
ehli müşahede ederek ve inanarak görür. O halde bütün yaratıklar her nefes
yaratma içindedir. Başka bir ifadeyle onlar ‘her gün bir iştedir’. Çünkü nefes
alıp vermektedirler ve nefes tekvinin (yaratmanın) suretlerinin heyulasıdır. Hakk
nefeslerin varlığında kendi şe’nlerinde bulunurken, tasvir kulun teneffüs
esnasında bulunduğu Hakk göre gerçekleşir. Hakk içeri giren nefesi niteliksiz
olarak yaratır. Kalbe yerleşip elçilik emanetini kalbe teslim ettiğinde,
şekillenir ve nefsin zatında kalpte bulunan düşüncelere göre bir suret açılır.
Suretin açılmasından sonra nefes onu sıkar. Başka bir nefes girmek istediği
için onun giriş yolunda daralma ve sıkıntı ortaya çıkar. Çünkü nefes varlığı
koruma özelliğindeki bir bekçidir ve kapıdaki perdedar gibidir. Dışarı
çıktığında, ya nefesin sahibi bir söz söyler veya söylemez. Söz söylerse, o söz
havayı söylediği harflere göre şekillendirir ve kalpten kazanmış olduğu surete
eklenir. Sahibi söz söylemezse, nefes kalpteki düşüncenin suretiyle ortaya
çıkar. Dünyada ve ahirette iş böyle sürer. Nefes dünyada çirkin ve hoş diye
suredenirken ahirette sadece güzel ve hoş diye suredenir. Ahiret nefesin güzel
olmasını gerektirir ve dolayısıyla orada nefes ancak güzelden güzele doğru var
olur. Bu nedenle güzeller çoğalır, sahibine bedbahtlık getiren çirkinlere
baskın gelirler. Çok olduklarında kendilerini yenerler, onların nefesteki
etkisini ortadan kaldırırlar. Bu durum söz konusu kişilerin -cehennem ehli
olsalar bilecehennemde rahmete ulaşması demektir. Başka bir ifadeyle ‘imar
ediciler’ olmaları bakımından, Allah Teâlâ’nın rahmeti gazabını geçmiştir.
Hüküm de O’na aittir. Allah Teâlâ’nın dışındakiler ise yaratılmıştır. İnançlar
da yaratılmıştır. Hiç kimse bulunduğu hal üzere Allah Teâlâ’ya ibadet etmemiş,
ibadet edenin nefsinde yaratılmış olması bakımından O’na ibadet etmiştir.
Bu sırrı iyi düşünmelisin! Bu sır son
derece latiftir. Allah Teâlâ haklarında ‘Allah
Teâlâ’yı hakkıyla takdir edemediler’495 denilen kullar için bu sırra göre
mazeret ortaya koymuştur. Allah Teâlâ hakkında inanç sahibi herkes yaratıcıdır.
Buradan kimin ibadet ettiği ve kime ibadet edildiği anlaşılır.
‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru yola ulaştırır.’
İ'ZAZ
(AZİZ KILMA) MERTEBESİ
(İ'zaz İlahi İsmi)
el-Muiz mertebesini yüceltendir
Allah Teâlâ’ta olan da sahibini
yüceltir ve aziz kılar
Bir komşu O’nun mertebesine gelirse O esnada kendine ikram eder
Bu mertebenin sahibi Abdulmuiz diye
isimlendirilirken mertebe, kulu ulaşılmaz bir koruya yerleştirir, ona yalan
iddiayla makamı hakkında ileri geri söz söyleyenlere karşı üstünlük ve kahır
gücü kazandırır. Söz konusu kişiler ve onların iddiaları, gerçekte bir
hakikate sahip değildir ve öyle biri yaratılmışın aziz kılmasıyla aziz ve yüce
olandır. Bu yönüyle de meşru hükümlerde alanında kıyas yapmaya benzer. Böyle
bir kıyasın hükmü, hakkında nas bulunan hükümlerden zayıftır. Bu nedenle bir
grup o kıyası kabul etmiş, bir grup meşru hükümlerde kıyasın kullanılmasını
reddetmiştir. Onu kabul edenler, Allah Teâlâ’nın ‘İzzet
Allah Teâlâ’ya, Peygamberine ve müminlere aittir’496
buyurması nedeniyle hükümde bir ilke olarak kabul etmiştir. Onlar Allah
Teâlâ’nın izzeti kendisine izafe edilen elçilik ve imanla nitelenen kimselere
izafe edişinin manasını fark etmemişlerdir. Allah Teâlâ ayette ‘insanlar’
dememiştir. Zikredilenler Allah Teâlâ tarafından izzet sahibi kılınmışlardır
ki, biz de bunu belirttik. Kıyası kabul edenler, Allah Teâlâ’nın dinini sözü
edilenlerle aziz kıldığına dikkat etmişlerdir. Onlar din sayesinde aziz
oldukları gibi Allah Teâlâ da dini onlarla aziz kılmıştır. Bu itibarla din
yaratılmışın aziz kılmasıyla aziz olmuştur. Kast edilenler peygamber ve Allah
Teâlâ’nın aziz kılmasıyla izzet kazanan müminlerdir. Böylece asıl için ortaya
çıkan izzet, fer için ortaya çıkmış, hükümde kıyas sabit olmuş, bu mertebeden
kıyas dördüncü asıl haline gelmiştir. Kıyas Kitap ve Sünnet ile sabit olduğu
için asıllar gerçekte üç tanedir. Böylece bir açıdan kaynaklar dört, bir açıdan
üç olmuştur. Kaynakların (usul) durumu her öncülün iki kavramdan oluştuğu iki
öncülün durumuna benzer. Kavramlar gerçekte üç taneyken özel bir şekilde ve
özel bir şartla üç ve dört olmaları mümkün olabilmiştir. Ardından netice
meydana gelir. Netice hükmün ortaya çıkması ve dışta var olmasıdır. İşte
içtihadın verisi budur. Bu içtihat hata olsa bile Allah Teâlâ, peygamberinin
diliyle onun hükmünü onaylamış, her kişiyi ancak yapabildiğiyle yükümlü
tutmuştur. Allah Teâlâ nefislerin bir kısmına kıyası kabul etme düşüncesi
vermiştir. Haşmeti nedeniyle hükümdarın aziz kılması, Allah Teâlâ’nın aziz
kıldığı kullarının durumuna kıyas edilmiştir.
Allah Teâlâ sayesinde ‘aziz’ olmak
ise kulun muduluk veya bedbahtlık kazandıracak tarzda Hakkın suretiyle
görünmesidir. İzzet sadece Allah Teâlâ’ya aittir ve her nerede ortaya çıkarsa
izzet, engelleme gücüne sahiptir. İzzetin bedbahtta ortaya çıkması ‘Tat,
sen aziz ve kerimsin’497 ayetinde ifade edilir. Yani
bulunduğun halde ulaşılmaz bir koruda (aziz), ailene ve kavmine karşı kerimsin.
Bu ayet alay etme amacı taşımaz, çünkü gerçekte öyledir. Başka bir açıdan ayet,
kişiyle alay eder, çünkü Allah Teâlâ ona zillet halinde ve korusunun
mahremiyeti kalkmış ve ulaşılabilir Hakk gelmişken böyle hitap etmiştir.
Alemde izzet sahibi olan kişi ancak Hakkın suretiyle, yani sıfatıyla zuhur
edebilir. Bununla birlikte Allah Teâlâ bazı yerlerde onu kınamış, bazı yerlerde
övmüştür. Kınanmış yer, bu duyguyu kulun bilgisiyle kendisine veren yerdir.
Böyle biri zelil iken izzet sahibidir. O makama sahip olmayan kişi, zelil
olmaksızın, izzet sahibidir; gerçekte zilleti hissetse bile -çünkü zillet ve
muhtaçlık özelliğinde yaratılmıştır-, durum böyledir. Bu itibarla asıldaki
muhtaçlığın inkârı mümkün değildir. Bu nedenle Allah Teâlâ bütün kibirli,
zorba kalpleri mühürleyeceğini söylemiştir. Bu mühür nedeniyle büyüklük ve
ceberut görünse bile, kalplere giremez. Çünkü insan kalbinde asıl itibarıyla
kendisi ile kibirlendiği insan arasında fark bulunmadığını bilir.
İzzet sahibi olmanın en büyüğü
insanın nefsini rabbani bir niteliğin bulunduğu yer olmaktan korumasıdır.
Böyle bir izzet sadece mutlak kula ait olabilir. O Allah Teâlâ’nın emriyle
zuhur ederse, izhar eden kendisi değilAllah Teâlâ’nın emridir. Allah Teâlâ’nın
kulunu ‘aziz’ kılması, insanların geneli tarafından Hakkın nitelikleri
sayılanlardan herhangi birinin kendisinde bulunmamasıdır. Böyle bir kul
rabbinin niteliklerinin bulunmasından uzak bir korudur.498
‘İnsanların geneli’ dedik, çünkü onlara göre Allah Teâlâ’nın nitelikleri
bilhassa esma-i hüsna denilen ve tenzihi gerektiren özelliklerdir. Seçkinlere
göre ise bütün sıfatlar Allah Teâlâ’ya aittir. Bunlar, Allah Teâlâ kendileriyle
nitelenmiş olsa bile gerçekte kula ait oldukları söylenen nitelikler ile kul
kendileriyle nitelense bile gerçekte Allah Teâlâ’ya ait niteliklerdir.
Seçkinlere göre bütün nitelikler, kul kendileriyle nitelense bile, Allah
Teâlâ’ya aittir. Sıradan insanlara göre rabbani nitelik sayılan bir niteliğin
bulunmasından kendini korumayan kul izzet bulamamıştır, çünkü öyle bir nitelikten
kendini korumamıştır. Bu durum Allah Teâlâ’nın emri olmaksızın o niteliğin
kendisinde hüküm sahibi olmasıyla tezahür eder. Böylelerine misal olarak,
Firavun ve bütün zorbalar ile Allah Teâlâ’nın emriyle almış olsa bile
perdeleyici niteliklerin sahiplerini verebiliriz. Allah Teâlâ’nın emriyle o
niteliği alan kişi, onunla yaratıklarda bulunup onlara görünürse, hemcinslerine
karşı izzet duygusu hisseder. Böyle olunca, ameli hüsrana uğrayanlara katılır.
Kastettiğim kişiler, müslümanların hükümdarları, sultanları ve komutanlarıdır.
Onlar, kendileri farkında değilken, yönettikleri kimselere başkan olmakla
iftihar ederler. Bu nedenle görevlerinden azledildiklerinde, hem kendilerinde
hem de halkın nezdinde zelil ve hor olurlar. Yönetimi vaktinde halkla ilişkisini
böyle kurmayıp görevinden alman bir kişi ise sahip olmadığı bir durumla
karşılaşmaz. Böyle biri hem Allah Teâlâ katında, hem nefsinde, hem yönetimi
altındaki halkın nezdinde teşekkür edilen biridir. O Allah Teâlâ ile izzet
bulan, daha doğrusu korusunu sahip olmadığı bir niteliğin bulunmasından koruyan
aziz kişidir.
Allah Teâlâ varlıkta bazı yerler
belirlemiştir ki, orada gerçek marifete ulaşıp halifelikte Hakkın sıfatmı elde
etmiş kul, izzede hareket eder. O haklarında ‘Allah
Teâlâ’yı hakkıyla takdir edemediler'499 denilenlerin Hakkın mertebesine
saldırdıklarını gördüğünde, izzetli davranır; talim yoluyla kalplerindeki
kuşkuları ortadan kaldıracak şekilde düzgün sözlerle Hakkın mertebesini aziz
kılar. Bunun neticesinde Hakk onların nezdinde aziz olurken kul da söz konusu
insanların kalplerinde bulunup daha önce hakkıyla kadrini takdir edemedikleri Allah
Teâlâ’yı aziz kılmış olur. Onlar Hakkı bilemedikleri için O’ndan uzaklaşmış,
izzet ve büyüklük sahibi başka bir ilaha tapınışlardı.
Hakikate ulaşan kulun el-Muiz
isminden nasibi ve payı budur. elMuiz o kulların kalplerini Hakka yaraşmayan
kötü inanç ve sözlerin tahakkümünden kurtarmıştır. Ayette ‘Allah
Teâlâ, ‘Allah Teâlâ muhtaç, biz zenginiz’ diyenleri duymuştur’500 denilir. Başka bir ayette ‘Allah
Teâlâ’nın eli kapalıdır’501 dedikleri aktarılır.
0 el-Muiz, fakat bilmez O’nu
Keyfiyet ve
teşbihten münezzeh olandan başkası
el-Muiz delillerin
gösterdiği
Her tenzihten
münezzehliğini gösterir delil
Kulların tenzihinden; Hakk yalanlar
onu Her uyarıda söylemiş olduğu sözü
‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru yola ulaştırır.’
ZELİL
KILMA MERTEBESİ
(İzlal İlahi İsmi)
el-Muzil el-Muiz’in kendisi Katma
girerken ve çıkarken
Sevdiğini zelil kılarsa yaklaştırır
Varlıklarına çıkışı yenilenir
Bu
mertebenin sahibi Abdulmuzil diye
isimlendirilir. O kul zelil olan kişidir. Allah Teâlâ yarattıklarını bu
mertebeden yarattı. İnsanı yarattığında ise onu bütün yaratıklarına imam
kılmış, isimleri ona vermiş, melekleri secde ettirmiş, bilmedikleri hususları
meleklere öğretmesini sağlamıştır. İnsan sürekli yaratıcısını müşahede eder ve
bu nedenle onda hiçbir şekilde izzet duygusu bulunmaksızın zillet ve
muhtaçlıkta kalır. İnsan (Adem) emaneti bir teklif olarak üstlenmiş, eşi ile
kendisinin başından geçen hadiseler yaşandıktan sonra onun bir parçası şöyle
demiş: ‘Rabbimiz! Kendimize zulmettik.’502 Yani yüklendiğimiz emanet nedeniyle
kendimize zulmettik. Sonra onun oğulları babalarının Allah Teâlâ’nın
karşısındaki mertebesinin yüksekliği nedeniyle gurura kapılmıştır. Allah Teâlâ
onu seçmiş, ona hidayet etmiş, herhangi bir sebep olmaksızın onu kendine
yaklaştırarak nimet vermiş, inayet etmiştir. Allah Teâlâ onu yaratıkları
içerisinde halifesi yapmış, onda ve onunla âlemin varlığı kemale ermiş, iki
suret meydana gelmiş, Âdem iki sureti, yani iki mertebeyi elde etmiştir:
Kendisine secde edilmesi nedeniyle izzet mertebesi ile kendini bilmesi
nedeniyle zillet mertebesini! Onun oğulları arasından bazıları babalarının iki
mertebeyi elde ettiğini bilememiş, iki nitelikle ortaya çıkmasının (hikmetini)
anlayamamışlardır. Bunun üzerine el-Muzil söz konusu insanları ‘zelil kılma’
mertebesinden zelil kılmış, eğitmiş, şımarıklık ve naz halinden çıkartmıştır.
Bu durum, Allah Teâlâ’nın Âdem’in oğulları arasından inayet ettikleri içindir. Allah
Teâlâ onlara kulluklarını göstermiş, onlar kulluğu yaparak kendisine yaklaşmışlardır.
Zaten Allah Teâlâ’ya kulluktan başka yaklaşma yolu yoktur! Kulluk onlara ait
bir iştir, Allah Teâlâ’nın kullukta payı yoktur. Ebu Yezid ve benzeri
kimselerin zevklerinde bu husus ortaya çıkmıştır. Alİah kendisine ‘Bana benim
olmayan niteliklerle yaklaşabilirsin; zillet ve muhtaçlıkla’ demiş ve bunu
ondan izzeti atarken söylemiştir. Öncesinde ise Ebu Yezid ‘Ya Rab! Sana nasıl
yaklaşabilirim?’ diye sormuş, Allah Teâlâ ona şöyle demişti: ‘Ebu Yezid!
Kendini bırak ve gel!’ Burada ‘nefs’ babasının ilahi surette yaratılmış olması
nedeniyle kazandığı izzet özelliğiydi.
insanın (gurura kapılmaması için) şu
hususu bilmesi gerekir: Âlemdeki her şeyin ilahi suretten bir payı vardır. Hatta
bütün âlem ilahi surettedir. İnsan-ı kâmilin âlemin bir parçası veya bedeni
bakımından göklerin ve yerin edilgeni olması yönüyle değil, toplama (mecmu’)
sahip olması itibarıyla bu mertebeyi elde etmiştir. Bununla beraber insan ilahi
surette yaratılmıştır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Allah Teâlâ
Âdem'i kendi suretinde yaratmıştır’ der. Burada ‘kendi suretinde’ kelimesindeki
zamirin kime gittiği hakkında tartışmalar olmuştur. Bir rivayette ‘Rahman'ın
sureti’ denilir. Fakat bu rivayet zayıftır. Âlemin sureti insanın varlığıyla
tamamlanmıştır. O halde kendisi büyük âlemin suretini tamamlayan olsa bile,
insan-ı kâmil âlemden -âleme muhtaç olmaksızıntek başına ilahi surette olması
nedeniyle ayrışmıştır. Âlemden ayrıştığında, izzet oğullarına, daha doğrusu
oğullarının bir kısmına yayılmıştır. Allah Teâlâ ise şeriat yaptığı hükümlerle
onları terbiye etmiş ve şöyle demiştir: Meleklerin babanıza secde etmesi
nedeniyle gurura kapıldıysanız, kuşkusuz, size Kabe’ye secde etmeyi emrettim.
Üstünlüğünüz size secde edilmesinden kaynaklanıyorsa, Kâbe sizden daha
değerlidir. Çünkü siz, size daha doğrusu babanıza secde eden meleklerden daha
üstün olduğunuza inanmaktasınız. Bu üstünlük iddiasiyla birlikte taştan
yapılmış Kabe’ye secde edersiniz. Kim secde etmekten geri durursa, babanıza
secde etmeyen İblis’e katılır. Demek ki izzetinizin sebebi size secde edilmesi
değildir. Nitekim siz de Kabe’ye secde eder, haber verdiğim üzere Allah
Teâlâ’nın eli ve O’na biat etmenin yeri olan hacer-i esved’i öpersiniz. İzzedi
olmanızın nedeni babanızın meleklere isimleri öğretmesini dikkate alarak bilgi
olabilir. Hâlbuki meleklerden birisi olan Cebrail en büyüklerinizin, yani
peygamberlerin öğretmenidir. Isra gecesinde inci ve yakut refrefı kendisine
sarktığında Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem secde etmeyip Cebrail secde
edince şöyle demiş: ‘Bilgide Cebrail’in benden üstün olduğunu anladım.’
Siz meleğin ilhamıyla Allah Teâlâ’yı
razı eden işlerde tasarruf edersiniz. Onlar sizi muduluk yollarına yöneltir ve
Hakka yaklaştırır. Hal böyle iken meleklere karşı hangi özelliğinizle izzet
sahibi olursunuz? Babanız gibi olun ki mutlu olasınız! Üstünlük ancak secdeyle
ve bilgiyle gerçekleşir. Onlar ise sizin elinizden çıkmıştır. Nebiler
arasından izzet sahipleri resuller ve müminlerdir. Binaenaleyh Allah Teâlâ’nın
terbiyesiyle eğitilen kişi, kurtuluşa ermiş ve mutluluğu elde etmiştir.
Bilmelisin ki, kitabın pek çok
yerinde şunu belirttik: Âlemdeki her hükmün ilahi bir dayanağı ve rabbani bir
niteliği vardır. Bir kısmı isim olarak kullanılır ve söylenirken bir kısmının
ise -doğru olsa bileisim olarak kullanılması söz konusu değildir. Allah Teâlâ
yaratıklarında muhtaçlık ve zillet özelliği var etmiştir. Bu özellik hangi
ilahi hakikatten ortaya çıkmıştır? Allah Teâlâ Ebu Yezid’e zillet ve muhtaçlık
özelliğine sahip olmadığını söylemiştir. Ben bu hususta ilahi dayanakla
ilgili, bilginin maluma tabi olmasına dikkatini çektim. Bilgi bir kemal
niteliğidir ve ancak malumdan ortaya çıkar. Başka bir şey. değil de, sadece
bilginin maluma tabi olması kalsaydı, bu hususu açıklamak için yeterli olurdu.
Bunun ardından ilahi isimlerin
hakikatlerinin gereğine göre daha çok açıklama yapabiliriz. O hakikatlerle
çokluk meydana gelmiş, var olmuştur. Alem zihinden kalkmış olsaydı, tenzih
gerektiren izafet isimleriyle diğer isimler -âlemin ortadan kalkmasıylaortadan
kalkardı. Demek ki bu isimlerin hükmü âleme bağlıdır ve ilahi isimler âleme
dayanır. Bir hükmünün bir şeye dayandığı varlık, o şeyi talep eder. Bu bağlamda
ancak elde olmayan bir şey talep edilebilir.
Ardından tenzih, böyle bir meselede
arife baskın gelince, âlemdeki her parçanın ilahi bir isimle irtibatlı olduğunu
görür. Bununla birlikte âlemdeki bazı şeyler, diğerlerinden öncedir. Bu
demektir ki ilahi isimlerden her biri kendi hükmünde başka bir ismin hükmüne
dayanır ve o isimde hükmü yaratma veya zail olma tarzında ortaya çıkar. Binaenaleyh
ilahi isimler, yine ilahi isimlere dayanmış, bağlanmıştır; isimler ise
isimlendirilenin kendisidir. O halde iş ve emir, Allah Teâlâ’dan Allah Teâlâ’yadır.
Tenzihçinin akidesi budur. Genel olana gelirsek, daha önce söylediğimiz üzere,
âlemin zihinden veya gerçekte ortadan kalkmasıyla ilahi isimlerin hükümleri
ortadan kalkar.
Bu açıklamayla zillet ve muhtaçlığın
ilahi dayanağını öğrendin. Çünkü herhangi bir varlık ancak bulunduğu hal üzere
var olur. Filozoflar ‘Birden ancak bir var olur5 demişlerdir. Alem
ise çok olduğuna göre ancak çoktan var olabilir. Çokluk ilahi isimlerdir. O
halde Allah Teâlâ, çokluğun birliği tarzında birdir. Bu birlik, âlemin zatı
gereği talep ettiğidir. Filozoflar ‘Birden bir çıkar’ demekle birlikte çokluğun
Bir’den çıktığını görmüşlerdir. Hâlbuki daha önce birin çıktığını iddia
etmişlerdi. Bu çelişki onları Bir’de farklı yönleri dikkate almaya zorlamıştır.
Bir’deki yönler (itibarlar ve vecihler) vasıtasıyla çokluk birden sudur eder.
Bir ile yönlerin ilişkisi, ilahi isimlerin Allah Teâlâ ile ilişkisiyle aynıdır.
O halde çokluk Allah Teâlâ’dan çıkabildiği gibi zaten ortaya çıkmıştır.
Çokluğun ‘çokluk birliği’ denilen bir birliği olduğu gibi Bir’in ‘birin
çokluğu’ denilen bir çokluğu vardır ki o da söylediğimizdir. Allah Teâlâ
bir-çok, çok-birdir. Bu meselede söylenebilecek en açık ifade budur.
‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru yola ulaştırır
SEM'
(DUYMA) MERTEBESİ
(Semi'İlahi İsmi)
Hakkı duy kardeşim!
O duyan ve bunu bilen
Hakkın mertebesi
emreder .
Bir gün cefa ettiğini göremezsin
Bu mertebenin
sahibi Abdussemi’ (duyan-duyulanın kulu) diye isimlendirilir, çünkü O
duyulandır. Bu da sözü içerir, çünkü kelam sesler gibi duyulan bir şeydir. Bu
mertebe nefes(-i Rahman) mertebesiyle ilgilidir. O mertebe daha önce ona geniş
ve büyük bir bölüm tahsis ettiğimiz Amâ’dır. Bu mertebede nefes bölümünde
zikretmediğimiz ve duymakla ilgili bazı hususlara değineceğiz. Bu konu ilahi
kitapların okunmasıdır. Başka bir ifadeyle dinleyene ulaştırmak üzere ilahi
kitapların okunmasıdır. Bu mertebenin kişide bir hükmünün olması gerekir ki, o
da duymadır. ‘Allah Teâlâ ‘Allah Teâlâ yoksul, biz
zenginiz' diyenleri duydu.’503 Başka bir ayette ‘Duyanlar
icabet edebilir’504
denilirken başka bir ayette ‘Duymadığına
nida ederek karşılık verir’505 denilir. Başka bir ayette ‘Duymadıkları
halde duyduk diyenler gibi olmayın’506, ‘Onlara duyurmuş olsaydı,
yüz çevirirlerdi’507 denilir. Her duyan bu mertebeden
duyar. Bununla birlikte ‘duymuş olmak’ ile nitelenenler, kabulde birbirinden
farklıdır. Bazıları duyar duymaz sözdeki maksadı anlayabilecek istidattadır.
Böyle bir özellik, Hakkın duyma (gücü) olduğu kul için mümkündür. O kul bütün
isimlerin ve kelimelerin verildiği kişidir. Bu makama, yani isimlerin ve
kelimelerin verildiği makama, ulaştığını söyleyip de duyması ile anlaması bir
olmayanın bu iddiası doğru değildir. Böyle birinin nasibi ‘Duymadıkları
halde duyduk diyenler gibi olmayın’508 ayetidir. Duyan herkes için geçerli
olan ‘mutlak duyma’, bir çağrı ve nidayı duymadır. Bazen nida edeni de bilmez.
Böyle biri sağırdır. Çünkü her suretin bir ruhu var olduğu gibi duymanın ruhu
da duyulan hakkındaki anlayıştır. Allah Teâlâ ‘sağırdırlar’509 der; hâlbuki duyuyorlardı. ‘Dilsizdirler.’510 Hâlbuki konuşabiliyorlardı. ‘Kördürler.’511
Hâlbuki görebiliyorlardı. Onlar
duyduklarına dönemiyor, gördüklerinden ibret çıkartamıyor veya kendilerine
hitap edilen konularda teraziye başvuramıyorlardı. Ayette ‘Allah
Teâlâ hakkında bilmediklerinizi söylersiniz’512 der. Başka bir ayette ‘Yapmadıklarınızı
söylersiniz’513 der.
Başka bir ayette ‘İnsanlara iyiliği emredip kendinizi
unutursunuz’514 der. Bu
niteliklerin sahipleri geriye dönmezler. Çünkü Hakk onların aynı menzilde bulunduklarını
bildirmiştir. Onlar, bağları nedeniyle akletmeyenlerdir. Başka bir ifadeyle
duyulanla veya görülen veya konuşulanla neyin kastedildiğini düşünmezler.
Konuşan her kim olursa olsun böyledir. Allah Teâlâ söz söyleyen herkesin
dilindedir. Yani duyduğuyla sınırlamak üzere onu duyandır (veya onun
tarafından duyulandır).
Konuşan hiç kimse Allah Teâlâ’nın onu
ihmal ettiğini zannetmemelidir. Mühlet vermiş olsa bile, Allah Teâlâ ‘Söylenen
her söz katında gözetmen olarak durur.’515 Allah Teâlâ sözü meydana getiren
lafızları kontrol eder, hiçbirini bırakmaz ve hepsine vakıf olur, dünyada
-bizim yoldaşlarımızdan iseveya genel vakfe yerinde hepsini bir araya getirir.
Konuşan veya susandan çıkan her sözü veya sesi Allah Teâlâ bir insana
duyurursa, anlasın diye duyurmuştur. Böylece söylenen ve nida edilen söze göre
hareket eder. Duymanın en azı çağrı ve nida tarzında duymaktır. Nidaya ilişen
en küçük iş ise icabet etmek, başka bir ifadeyle seni çağırana ‘buyur’ diye
karşılık vermendir. Duyan insan söyleneni veya nidayla çağırıldığı işi anlamak
üzere idrak mahallini hazırlar. Kulun nidasını duyan Hakk ya kendisi nida eder
veya herhangi bir yaratılmış vasıtasıyla nida eder. Allah Teâlâ bütün bunları
duyandır. O ‘Üç kişi yoktur ki dördüncüsü O olmasın,
beş kişi yoktur ki akıncısı O olmasın, bundan daha azı veya daha çoğu olsa bile
Allah Teâlâ onlarla beraberdir’516 der. Allah Teâlâ insanların fısıltı
ile konuştuklarını duyar ve bu nedenle onlara ‘Günah
ve düşmanlığı konuşmayın, iyilikten ve takvadan söz edin ve Allah Teâlâ’dan
korkun’517 diye
hitap etmiştir. Allah Teâlâ sohbet ederken ve konuşurken bulunduğunuz her yerde
sizinledir. Çünkü ‘O’na döndürüleceksiniz.’518 Gerçi Allah Teâlâ onlarla
beraberdir. Burada haşr kelimesi kullanılmıştır, bunun nedeni gözlerinden perdenin
kaldırılmasıyla Allah Teâlâ’nın onlara fetih nasip etmesidir. Gözlerinden perde
kalkınca aralarında sohbet ederken onlarla beraber bulunanın kim olduğunu
öğrenirler. Bu durum hakkında konuşmuş oldukları soru nedeniyle haşr diye ifade
edilmiştir.
Allah Teâlâ’nın onların tekliklerini
çift, birliklerini iki yapması ise ‘Daha
azı ya da daha çoğu’519 ayetinde ifade
edilir. Burada da onlarm tekliğini çift yaptığı gibi çiftliklerini tek yapmayı
mı murat etmiştir? Yoksa onların teklikleri hakkında ayette söz edildiği gibi
her zaman çift olarak mı meydana gelir?
Allah Teâlâ seni muvaffak kılsın,
bilmelisin ki; Allah Teâlâ her şeyi sayesinde başkasından ayrıştığı mutlak
birlik makamında yaratmıştır. Her şeyde bulunan çiftlik ile eşya arasında
ortaklık gerçekleşirken teklikle her şey başka bir şeylikten ayrışır. Bir şeyde
dikkate alınan yön, onu ayrıştıran özelliktir ve bu durumda ‘şey5
diye isimlendirilir. Çiftlik irade edilmiş olsaydı, bir şey olmaz ve iki şey
olurdu. Hâlbuki ‘Bizim sözümüz tek şeydir’520 ayetinde geçtiği üzere iki değil,
bir şeydir. Gerçek söylediğimiz gibi olunca, Hakk her şeyi üzerinde yaratmış
olduğu suretinde yaratmıştır ve bu sayede o şey çift olmuştur. Nitekim suretini
aynada gören kişi de çift olmuş, iki surete göre hüküm verilmiştir: Aynaya
bakanın kendi sureti ve onu çift yapan suret. Allah Teâlâ bizimle beraber
olmasını haber verirken, bizim tekliğimizi çift yaparak bunu bildirmiş,
kendisini dördüncü, altıncı veya daha çoğu veya azı saymıştır. ‘Daha azı’
Hakkın üçüncü olması iken ‘daha çoğu’ altıdan fazla olan çift sayılardır.
Böylece bize âlemin suretinde veya âlemin O’nun suretinde olduğunu
bildirmiştir. Bu beraberlikte de yanlarında bulunduğu kimselerin sohbederini
duyduğunu da bildirmiş, o kişiler sohbet etmeyen1er olarak zikredilmemiştir. Allah Teâlâ’nın herhangi bir şey
söylediğini duyduğunda -varlıkları değilonların üzerinde bulunduğu halleri
kastettiğini anlamalısın! O hal ya söz veya sözün dışında başka bir
davranıştır. Onların bizatihi varlıkların zikredilmesinin faydası yoktur; fayda
varlıklardan meydana gelen hallerin söylenmesiyle ortaya çıkar. Onlar bu
hallerden dolayı sorguya çekilecek, onlara göre hesap vereceklerdir. Herkese bu
kelimeyle neyi kastettiği sorulacaktır. Sahih bir rivayette şöyle denilir: ‘Kul
Allah Teâlâ’yı razı edecek sözler söyler. Bu sözler illiyyîn derecesine
yazılır. Bir adam da Allah Teâlâ’yı kızdıracak sözler söyler ve o sözlerin
nereye gideceğini hesap etmez. Onlar da siccin'e yazılır.’ Allah Teâlâ
kullarına kelimenin bir takım mertebeleri bulunduğunu bildirmiştir ve dinleyen
o mertebeleri öğrenir. Sözler konuşanın ağzından çıktığında, onlar kendi
mertebelerine düşer ve telaffuz eden kişi de işin sonunda onlara tâbi kalır,
onun kitabı bulunduğu yerde kendisine okunur.
Abdussemi’ konuşmasını kontrol eden
kişidir. O kendisini duyanın kim olduğunu bildiği kadar sözün mertebelerini de
bilir. Sözün bir türü kötü iken, bir türü güzeldir. Dinleyen olduğunda ise
Hakkın hitabına bakmalıdır. O hitap bazen genel hitapta ortaya çıkabilir. Genel
hitapta ortaya çıkan böyle bir hitap âlemde konuşan herkesten duyulan
sözlerdir. İnsan kendini o kelamla muhatap kabul eder, ona candan kulak verir,
onun gereğine göre amel eder. Böyle davranmak, kâmil adamların bir özelliğidir.
Onun aşağısında ise Hakkın kelamını peygamberin diliyle veya indirilen bir
kitap veya sayfa (suhuf) veya Hakkın kendisinde görülüp hitap ettiği rüya
yoluyla ilahi haberden duyan gelir. Bunlardan hangisi olursa olsun, zatını
Haktan duyduğu söze göre davranmak üzere hazırlamalıdır. Hâk da ona karşı böyle
davranır. Kul gizli sohbetinde başkasıyla veya içinden kendisiyle konuştuğunda,
Hakk onu duyar, o söze göre kendisine davranır. Bu itibarla insan içinden de
konuşabilir. Ayette ‘nefislerinin ona söylediği’ denilir ve burada Allah Teâlâ
dinleyen yok diye konuşanın da olmayacağı sonucunun çıkmayacağına dikkat
çekmiş, kendi kendine konuşurken dinleyenin de kendisi olduğunu bildirmiştir.
Kişi kendi kendine konuşur, söylemiş olduğu sözü bir kulak sahibi olması
itibarıyla da duyar. Buradan âlem yok iken Hakk’ın kendisiyle konuştuğunu,
başkasıyla konuşabilen herkesin kendisiyle de konuşabildiğini anladık. Bu yönüyle
bir varlığın kendi kendisiyle konuşmasında asla sağırlık yoktur, çünkü insan
kendi kendisiyle ancak anlayabileceği sözlerle konuşur; hâlbuki başkasının
onunla konuşmasında durum aynı değildir. Demek ki kendi kendiyle konuşan insan
İçin ‘sözünü anlamadı’ denilemez. Nasıl olur da o sözü anlamaz ki? O söz başka
bir söz olmaksızın kendi niyetidir. Onu bilmek üzere kendisini belirlemiş,
ayrıştırmıştır. Başkasının sözünü ayrıştırma imkânı ise bulamaz. Aynı şekilde
sözünü anlamadığında, bazen o söze karşı sağır davranabilir. Konuşanın sözünü
anlamayan kişiyle duymayan ve anlamayan arasında bir fark yoktur; bazen de
icabet gerekirken icabet etmeyebilir. Bu nedenle Allah Teâlâ onların sağır
olduklarını söylemiştir. Onlar düşünmezler, çünkü düşünenden beklenen duyduğu
hususa dönmesidir. O ise geri dönmemiştir.
Bu mertebeye ulaşıp kelamının ameli
olduğunu, her sözünü söylerken Allah Teâlâ’nın onun lisanında bulunduğunu
bilen, içinden konuşurken bile az konuşur. ‘Allah
Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’
BASAR
(GÖRME) MERTEBESİ
(el-Basîr İlahi İsmi)
el-Basîr seni görür
Sen O’nu görürken
bilir ve görür seni
O’nunla ol, başkasıyla olma O’nda
başkasını görme
O’nun sözüne icabet edilir O bizi görür biz O’nu
Bu mertebenin sahibi Abdulbasîr diye
isimlendirilir ve bu mertebeden görme ve müşahede gerçekleşir. Bu itibarla
görülen ve müşahede edilen bir şey olmalıdır. Allah Teâlâ ‘Gözler
O’nu idrak edemez, O gözleri idrak eder’521 der. Başka bir ayette ‘Allah
Teâlâ’nın gördüğünü bilmez mi?522 buyurur. Başka bir ayette ‘Yüzler
vardır parlaktır, Rablerine bakarlar’523 demiştir. Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Dolunayda ayı gördüğünüz gibi Rabbinizi
göreceksiniz.’ Veya ‘Öğlen vakti güneşi arada bir bulut olmaksızın gördüğünüz
gibi Rabbinizi göreceksiniz.’ ‘Bulut olmaksızın’ derken görülenin -başkası
değilAllah Teâlâ olduğu hakkında kuşkunun bulunmayışını kasteder. Abdulbasîr
tüm hareket ve davranışlarında Allah Teâlâ’ya karşı hayâ sahibidir. Hayânın
onun ayrılmaz özelliği olması teklifin varlığından kaynaklanır. Abdulbasîr
sürekli şeriat terazisini elinde tutar, gerçekleşmelerinden önce davranışlarını
teraziyle ölçer. O fiiller Allah Teâlâ katında beğenilen fiiller ise ve rıza
terazisine girerlerse, onları yerine getirir; buna mukabil rıza terazisine
girmezler ve elindeki şeriat terazisi de fiillerin saadet yurdundan
uzaklaştırıcı davranışlar olup Allah Teâlâ’nın karşısında saygısızlık anlamına
geleceklerine hükmederse, Abdulbasîr nefsini onlardan korur ve muhafaza eder.
Abdulbasîr Hakkın bir niteliği gibi teraziyi yükseltir ve alçaltır; Allah
Teâlâ da teraziyi tartıda kullanılsın diye âleme yerleştirmiştir; söz konusu
terazi gök ile yer arasındadır. Allah Teâlâ onu boş yere veya sebepsiz olarak
yaratmadığı gibi teraziyi ancak Abdussemi’ ve Abdulbasîr kullanabilir. Bununla
birlikte terazi isme izafe edilen kullara ait ilahi isimlere de müdahildir.
Misal olarak Abdurrauf ismini verebiliriz. Abdurrauf O’nun kullarına karşı
yumuşak davranır. Terazi sınırları ve cezaları uygulamak bağlamında
zikredilmiştir ve bu nedenle terazi müminden yumuşaklık ve şefkati ortaya
çıkartır. İlahi cezayı uygulamada yumuşak davranmak müminin davranışı olmadığı
gibi öyle biri de teraziyi kullanmamış, ölçüde hile yapanlardan olmuş demektir.
Bu durumda şefkat, teraziden yüz çevirmesine karşılık olarak onun kınanmasına
yol açar. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah
Teâlâ’nın dininde şejkat duygusu onları cezalandırmaktan sizi alıkoymasın.*2*
(Kullara şefkat eden anlamında) Rauf olan, Allah Teâlâ’nın kendisidir. O’nun
Rauf olduğunu bilsek bile, ilahi cezalan koyup onları uygulamayı emreden,
küçük veya büyük azap türleriyle bazı kimselere azap edenin kendisi olduğunu
biliriz. Buradan şefkatin aşmamamız gereken bir mertebesinin bulunduğunu
öğrendik. Allah Teâlâ terazisinin bulunduğu bir yerde şefkade hüküm verir,
çünkü O her şeyi menziline indirir, gerçekte olduğu gibi hakikatini ona
taşırmaz. Allah Teâlâ’nın sınırlarını aşan kişi, sınırları aşmıştır; yoksa
sınırlar gerçekte ortadan kalkmış değildir. Sınırlar ve cezalar, bulundukları
yerleri aşmazken bu nasipsiz insan onları aşar. İnayete mazhar olup düşmana
karşı yardım gören kul, o sınırların nezdinde durur. O halde Abdulbasîr ya Allah
Teâlâ’ya sanki O’nu görüyormuş gibi ibadet edendir veya Allah Teâlâ’nın
kendisini gördüğünü bilerek ibadet eden biridir. Birincisi teşbih edenin
ibadeti iken İkincisi tenzih edenin ibadetidir. Bazen Allah Teâlâ’ya Allah
Teâlâ ile ibadet eder ki bu tarz ibadet Allah Teâlâ’yı bilenlerin ibadetidir.
Onlar tenzihi dile getirdikleri gibi teşbihi müşahede eder, fakat iman
etmezler. Çünkü bilgi onlar için haber değil, müşahededir. İman ise bilginin
haber olduğuna inanmaktır. Perdeli insan haber verenin sözüne iman ederken
müşahede sahibi haber verenin doğruluğunu görür. Gören ile iman eden arasında
büyük fark vardır. Gören ve müşahede eden, nesih söz konusu olunca, nesh
edenin dönüşü gibi döner. İman sahibi ise nesihle birlikte döner ve bir kez
döndükten sonra dönülen şeyin artık küfür olduğuna inanır. Ona inansa bile, var
olan bir şey olarak iman etmemiş olduğu şeklinde kendisine iman ettiğini
söyler, çünkü nesh edilmiştir.
Allah Teâlâ kulunun onu gördüğünü
bildiğini bilir. Bu nedenle cezalandırılmayı gerektiren fiili işlediğinde,
kulun onu gördüğünü bildiğini bilmesiyle ona süre verir ve belki vazgeçer diye
bekler. Bununla birlikte herkes bilgisinin otoritesi altında bulunsa bile,
insan kaderin cereyanıyla bilgisini kullanmaktan perdelenebilir ve makdûr,
yani kaderin gereği onda ortaya çıkar. Allah Teâlâ kulun çekinmediği hususlarda
kulundan hayâ eder. Şöyle ki: Allah Teâlâ kulun her şeyin melekûtunun O’nun
elinde bulunduğunu bildiği için şöyle der: ‘Ben kuluma bu bilgiyi verdim -ve
müminlerden iseona iman etmeyi nasip ettim; müşahede ehli ise bunu ona
gösterdim ki, delil getirmek üzere istinat edeceği bir dayanağı ve gerekçesi
olsun.’ Bu durumu gördüğü veya ona iman ettiği halde, (işlerken) hayâ etmediği
bir hususta Allah Teâlâ’ya karşı delil getirmekten uzak kalmasının nedeni O’na
karşı hayâ duygusudur. Allah Teâlâ bu durumu bilmekle birlikte kulu
cezalandırmaktan hayâ eder; hâlbuki bilgisi hakkında hayâ etmez.
. Bilmelisin ki, bu mertebe kulun iki
gözü olduğu ve Hakkın gözleri olduğu bilgisini verir. Allah Teâlâ yaratıkları
için ‘Biz ona iki göz yaratmadık mı?*25 derken kendinden söz ederken ‘Gözlerimizin
önünde akar’526 der. Gözleri olmasının bir tezahürü
olarak Allah Teâlâ basar ve basiret sahibidir ve yine bu nedenle yaratılmışların
gözleri O’nun gözüdür. Onlar bu durumu bilmeseler bile Hakk vasıtasıyla
görürler. Bu gerçeği bilen âlimlere edep duygusu gözlerini kapattırır ve
eksiklikle nitelenirler, çünkü gözü kapamak, idrakteki eksikliktir. ‘Allah
Teâlâ’nın gördüğünü bilmez mi?’527 der. Allah Teâlâ’nın görmesi
kendisinde göz kapamanın bulunmadığı kayıtsız ve mutlak görmedir. Bilgilerine
rağmen gözlerini kapatmazlarsa, onların gerçekleşmesi kaçınılmaz kaderi
müşahede ettikleri anlaşılır.
Onlar kaderin hükmettiği fiili Allah
Teâlâ’nın onu gördüğü gibi gerçekleşmesi bakımından görürler, yoksa hakkında
verilen hüküm itibarıyla değil! Allah Teâlâ’yı bilenler kaderin hükmünü böyle
görür, basiretle ve o vakitteki kesin delile göre delil getirirler,
kendilerinden o konudaki hüküm kalkar. Bu hüküm terazinin üzerinde bulunan
ahiret müşahedesinden meydana gelir ve bu nedenle onlara bir zarar vermez.
Çünkü o bu dünya hayatında bulunan terazinin dışındadır. Bu durum Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem hakkında söylenen ‘Allah
Teâlâ seni bağışlasın, onlara niçin izin verdin?,52S ve ‘Allah
Teâlâ senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlasın diye..S529 ayederde belirtilir. Burada soru
kınama sorusu değil, sebebi sormaktır. Çünkü soruyu önceleyen af vardır. Ayetin
devamında gelen ‘Ta ki senin için belli olana kadar,S3° ifadesi
istifhamdır. Bu ifade ‘Sen mi insanlara dedin’531 ayetindeki soruya benzer. Allah
Teâlâ adeta şöyle der: ‘Sen mi bunu yaptın da doğru söyleyenler senin için
belli oldu?’ Bu esnada Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ya ‘evet5
ya da ‘hayır’ diyecektir. Bilhassa önce zikredilmişse af ile kınama bir araya
gelmez. Af kınamayla ilgilidir. Birlikte zikredildiklerinde, kayıtsız anlamda
af gerçekleşmemiş demektir, çünkü kınama bir cezalandırma türüdür. Hâlbuki Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem mutlak anlamda affedilmiştir.
Bu lafız dilde kınama anlamında
kullanılır. Bu nedenle af herhangi bir şeye atıf yapmadan başta zikredilmiştir
ki, Allah Teâlâ’yı bilenler, gerçeklerden habersiz insanların zannettiği
üzere, ayette kınamanın kastedilmediğini fark etsinler. Allah Teâlâ mümin ve
âlim hakkında bu mertebede şöyle der: İstediğini yap, seni bağışladım.’ Yani ey
Muhammed! Yasaklamaya dair hitapları senden kaldırdım ve dilediğin üzere
hareket et! Allah Teâlâ taşkınlığı mubah kılmaz ve onlar haklarında ‘taşkınlık’
diye hüküm verilmiş amellerdir. Hüküm kalkmış, amelin kendisi geride kalmıştır.
Bu itibarla günah fiil, cezanın ona ulaşmasından ‘örtülür’. Vakıada örtü ise
amel ile özellikle yasak hükmü verilen hüküm arasındadır. ‘Seni bağışladım’
ifadesinin anlamı budur, yoksa bilgisizlerin anladığı gibi değildir. Bu şahıs
dünyada yaşar, üzerinde hata görünmez. Allah Teâlâ onun cennetini dünyada
peşinen verir. Böyle biri dünya hayatında Allah Teâlâ yolunda öldürülen
kimselere benzer. Onun rızkı cennet meyvelerinden geldiği gibi bu şahsın
durumu ona benzer. İlahi cezalar uygulansa bile, bu durum onun bulunduğu makamı
hâkimin bilmeyişinden kaynaklanır. O makam sahibine ceza vermek, cezanın
tatbiki değil, Allah Teâlâ’nın dünya hayatında kendileriyle kulu sınadığı
hastalıklar veya insanın ırzına, malına, bedenine musallat olan nahoş işler
gibi bela sayılır. Belalar insana ulaşırken, insan sevap kazanır; artık günah
yoktur ki örtülsün! Bu durumda sadece ecirleri artar. Demek ki gerçekte ona
uygulanan cezalar, hâkim için ceza olsalar bile, ceza değillerdir. Bu durumun
bir tezahürü kuralcı âlimler içinde müçtehitlerde tezahür eder. Şöyle ki: Şafiî
bir hakime helal kabul ettiği nebizi içen bir Hanefi getirilebilir. O ise
nebizin haram olduğuna hükmetmiş bir hâkim olması bakımından ona ceza uygular.
Hâlbuki nebiz içen kişi hanefidir ve bilgisine göre helal içecek içmiştir. Bu
durumda hanefinin güvenilirliği ortadan kalkmadığı gibi bu durum onun adaletine
tesir etmez. Ben hâkim olsaydım, sarhoş olmadığı sürece nebiz içen bir hanefıye
ceza vermezdim; sarhoş olursa, nebizden sarhoş oldu diye ceza verirdim. Hanefi
bu durumda içtihat nedeniyle muaftır ve nebiz içtiği için günah işlemiş
sayılmaz. Hâkimin ona ceza vermesi ve kendisine had uygulaması, Allah
Teâlâ’nın hâkim eliyle -ki Şafiî’dirkendisini sınadığı bir beladır ve kişinin
malının gaspına benzer. Bununla beraber hâkim yine de günahkâr değildir, çünkü
delilin icbar ettiği bir işi yapmıştır ve her ikisi de Allah Teâlâ katında
günahsızdır. Bu durum, ceza tatbik edilen işlerin kendilerine mubah kılındığı
insanlara ceza uygulanması hakkındaki görüşümüzdür. Böyle bir ceza onu
uygulayan için ceza olsa bile, onlar için ceza değildir, bunu bilmelisin!
Bu mertebe, hakkında konuşmanın sözü
uzatacağı geniş bir mertebedir. Biz de bu değinmeyle yetindik. ‘Allah
Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştır ir.’’ O’na
güvenirim, ne güzel vekildir O!
HÜKÜM MERTEBESİ
(el-Hakem İlahi İsmi)
Sizi ezmek üzere biri sizinle
çekişirse
Aranızda İlah’ı hakem kılın siz
O’nun hükmünden ayrılma zinhar
Her ikiniz için hakem O . -
Bu
mertebenin sahibi Abdulhakem diye isimlendirilir. Allah
Teâlâ ‘Onun ailesinden bir hakem, kadının
ailesinden bir hakem gönderin’532 buyurur. Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem de Hz. İsa’nın aramızda adil bir hakem olarak ineceğini
belirtmiştir. Hakem konuldukları anlama göre ya da varlıklarına göre eşya
hakkında hüküm veren kişidir. Hakem onların tanımlarına göre eşya üzerinde
hüküm verir. Kendilerinde hüküm sahibi olan bizzat eşyadır ve eşya üzerinde
hüküm onlarla verilmiştir. Bulundukları durumdan başka bir şekilde hüküm
verilmiş olsaydı, o hüküm zulüm olur, hükmü veren de -adil değilzalim olurdu;
hüküm kaza demektir. Kaza bir şey hakkında onun kendinde bulunduğu duruma göre
hüküm vermektir.
Bu mertebedeki en garip iş, bir
hadisede iki hükmün ortaya çıkmasıdır. Her iki hüküm bir açıdan bir, bir
açıdan farklıdır. Misal olarak Kitap ve Sünneti verebiliriz. Tarih bilinirse,
nesh meydana gelirken tarih bilinmezse ya beraber değerlendirilirler veya
tercihe göre birisiyle amel edilir. Hangisiyle amel edilirse, geçerlidir. Misal
olarak abdestte iki ayağın meshini veya yıkanmasını verebiliriz. Hangisi
yapılırsa, hiç kuşkusuz, insan farzı yerine getirmiş demektir. Bununla birlikte
bu konuda (alimler arasında) meşhur görüş ayrılığı vardır. Fakat biz kendi
görüşümüze dönüp onu söyledik. Hükmün mertebesi bir şey için ve bir şey
hakkında hüküm verme mertebesidir. Bu mertebe kaza mertebesidir. Hakikatini
müşahede ederek öğrenen kişi, kaderin sırrını da öğrenir. Söz konusu sır eşya
hakkında ancak eşyayla hüküm verileceğidir. Başka bir ifadeyle eşyaya
dışarıdan bir şey gelmemiştir. Bir rivayette ‘Amelleriniz size döndürülür’
denilir. Bu itibarla zatî tanımlarda bu hikemî mertebede dikkat çekmiş olduğumuz
üzere kesin delil vardır.
Bilmelisin ki, bu mertebenin
hakikati, bilinenlerin en gariplerinden biridir, çünkü bu mertebe, bilgi
mertebesine benzer. Şöyle ki: Bu mertebe bir şey hakkında verilen hükmün -ki
hüküm onun kendinde bulunduğu durumun kendisidiraynıdır. Hakim adil ve
güvenilir ise, verilen hüküm, lehinde veya aleyhinde hüküm verilen adına hüküm
mertebesinden bir durum meydana getirmez. Halcim zalim ise bu mertebeden hakim
değildir; o sadece lafızdaki ortaklık ile verdiği hükmü uygulatması bakımından
bu adla adlandırılmıştır. Allah Teâlâ ayette emredici olarak ‘Rabbim!
Hakk ile hüküm ver’533 buyurur.
Kastedilen ancak seninle ‘Hakk’ olabilen hükümdür. Hüküm lehinde veya aleyhinde
hüküm verilene bağlı değilse, Hakk (gerçek) olmaz. O halde yaratılmış veya
hükme konu olan kişi, hakimi hakem yapandır. Nitekim bilinen de bileni (alim)
bilen yapar veya bilgi sahibi kılar, çünkü bilgi bilinene tabidir. Hâlbuki
el-Kadir ismi böyle değilken el-Mürid ismi de böyle değildir. Makdurda (kadir
isminin edilgeni) tesir Kadir’e aitken bilginin malumda tesiri yoktur. Benzer
şekilde, el-Hakem’in mahkûm-ı aleyhte (hakkında hüküm verilen) hükmü ve tesiri
yoktur. Bu itibarla el-Hakem, bilinenin kendiliğinde bulunduğu duruma göre,
bütün bilinenler üzerinde hüküm sahibi olmak bakımından el-Alim’in kardeşidir.
Avlanma cezası hakkında söylenen ‘Sizden
adil kişi hüküm verir’534 ayetinde hüküm
verirken haksızlık eden insanın dince ‘hakem’ olarak isimlendirilebileceği
hakkında bir ima vardır. Bununla birlikte hakim hükmünü galip zannına göre -ki
zan bilgi değildirverir. Bu nedenle bazen verdiği hükmünde doğruya ulaşırken
bazen de ulaşmayabilir. Böyle birinin verdiği hüküm şeriatta kınanmamış,
‘hüküm’ diye isimlendirilmiştir; onun verdiği hüküm doğruya isabet etmezse de
durum böyledir ve verilen hüküm Allah Teâlâ katında aleyhinde veya lehinde hüküm
verilene uygulanır. Burada el-Hakem ismi el-Alim isminden ayrışır ve
farklılaşır (veya yaratılmışlarda hakim bilen isminden ayrışır). Çünkü hakim,
hakkında hüküm verilene tabi değildir. Bununla beraber hakimdir ve zalim
değildir. O şeriatın onun adına belirlediği şahitliği uygulamak veya doğru
olmayan ikrara göre hüküm vermiş, şahidin lafzı veya ikrar edenin sözü onun
hükmünü zorunlu kılmış, bununla birlikte o söz yalan olabileceği gibi şahitlik
de yalancı şahidik olabilir. el-Hakem isminin el-Alim isminin kardeşi olduğunu
söyledik. Bunun nedeni, hükmü belirleyenin hakkında hüküm verilenin kendisi
olmasıdır. İşin özü ve gerçeği budur.
Burada kardeşlik ikiz kardeşlik
olabileceği gibi iman kardeşliğinde olduğu gibi nitelik kardeşliği de olabilir.
Bazen de sadece babanın bir olduğu kardeşlik, bazen sütkardeşliği olabilir. Bu
nedenle el-Hakem isminin el-Alim’in kardeşi olduğunu söyledik de kardeşlik
mertebelerini açıklamadık. Kardeşlik mertebelerin en gerçeği ve doğrusu iman
kardeşliğidir. İman kardeşliğiyle mirasçı olma durumu gerçekleşir. Bu kardeşlik
bir nitelik kardeşliğidir. el-Hakem ismi de hakkında hüküm verilene -zatı
gereği değilnitelik gereği hüküm vermiştir. Hakim olmanın şartı, hakkında hüküm
verileni değil, hükmün kendisini bilmektir. Şartın niteliğinin bilmek olması,
hakkında hüküm verilenin halinden ortaya çıkan ve yukarıda zikrettiğimiz
durumlardır. Bunlar yalan veya doğru söyleyen şahitler, doğru veya yalan ikrar
ve itiraftır. Demek ki hakim her zaman tâbidir. Bu durumda o hükmü bilir ve
bunu bilmesi zorunludur. Bizim söylediklerimiz de onu bilirler. Hakikate
ulaşması ise tesadüfen gerçekleşir ve bu konuda görüş birliği vardır. Görüş
ayrılığı, bir ikrar ya da şahidik yokken hakimin hükmü hakkındadır. Böyle bir
hüküm caiz midir, değil midir? Bu konudaki görüşümüzü hakimin bilgisine bağlı
hükmünü açıklarken zikretmiştik. Bilgi yokken nerede hüküm verilir, nerede
bilgiye göre hüküm verilir? Bu konu en güç konulardandır.
Her durumda bu mertebe hükmü belirsiz
bir mertebedir ve onun hükmü Eş’arilerin ilahi sıfadar hakkında söyledikleri
‘Sıfadar ne O ne O değildir’ demelerine benzer. Bununla birlikte onlar,
sıfadarm -nispet bakımından değilvarlık bakımından zat’a ilave olduklarını
kabul ederlerken Eş’ari olmayanlar bunu kabul etmezler.
‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru yola ulaştırır;’
ADALET
MERTEBESİ
(el-Adi İlahi İsmi)
Adalet kime uygun?
. .
Adil olunca halkı tafsil edene
Varlıklar adaletine direnirse
Kendi hakkıyla ihsan eder
İhsanı
yaratıklarına bahşeder
Çekildiğinde örtüleri çeker
Mertebenin sahibi Abduladl (el-Adl’ın
kulu) diye isimlendirilir. Adalet iki uçtan birine meyil ve yönelmek demektir.
Başka bir ifadeyle adalet, lehinde veya aleyhinde hüküm verilene veya ikrara
veya şahitliğe tabi olan doğru hükmün talep ettiği iki uçtan birine
yönelmektir. Onun dışında hükmün adil olması söz konusu değildir. Bu garip mertebeden
Allah Teâlâ âlemi suretinde yaratmış, buradan adil olmuştur. Allah Teâlâ
kendisine mahsus zorunluluk mertebesinden başkasına bağlı zorunluluğa veya
imkâna yönelir (adi); hangisini istersen onu söyleyebilirsin. Mümkünleri de
sabidik mertebesinden varlık mertebesine yönlendirmiş, daha önce yokken onları
var etmiştir. Allah Teâlâ onları mazharları kılmış, kendisi ise onların
hükümlerinin zuhur ettiği tecelligah olmuştur. Bu mertebeden Allah Teâlâ aklın
mümkün için caiz kıldığı bir şe’nden yine caiz gördüğü başka bir şe’ne geçer ve
bu yöneliş kaçınılmazdır. Demek ki varlıkta ancak adalet (yönelme) vardır,
çünkü varlık meyille ortaya çıkmıştır ve meyil adalet demektir. Her nerede
varsayılırsa varsayılsın, oluşta sadece meyil ve adalet vardır: Adalet
vasıtasıyla benzerler ortaya çıkmış, benzer ‘adil (denk)’ diye
isimlendirilmiştir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Veya
buna denk bir oruç (adi).’535 Başka bir
ayette ‘Onlar Rablerine denk koşarlar
(ya’dilün),S36
denilir. Burada denk koşmanın ve buna dönmenin (adalet) bazı yönleri vardır.
Birisi müşriklerin Allah Teâlâ’nın benzeri olduğu hakkındaki söze dönmeleridir.
‘O’nun benzeri bir şey yoktur,’537
Başka bir tarzı, Rablerine denk tutmalarıdır. Hâlbuki Allah Teâlâ’dan başka güç
ve kuvvet sahibi yoktur. Başka bir tarzı, be (-e,
ile) harfinin lam (için)
anlamında yorumlanmasıyla, Rableri için yöneldiklerine yönelmeleri demektir.
Yani onlar, kendilerine göre ilah olduğu için puta yönelmişlerdir. Demek ki
onlar gerçekte Allah Teâlâ’ya yönelmiştir. Ayette ‘O
ikisini Hakk ile yarattık’538 denilir ki Hakk için
yarattık demektir. Başka bir ayette ‘Rablerine
eş koşarlar’539
denilir.
Allah Teâlâ bu ayette şöyle der: ‘Hamd
gökleri ve yeri, gölgeleri ve nuru yaratana aittir. Sonra kâfirler Rablerine eş
koşarlar.’540 Onlar Allah
Teâlâ’ya denk ilahlar kabul etmişlerdir. Burada karanlığı yaratan ilahın, ışığı
yaratan ilah olmadığını ileri sürerek iki ilâh kabul eden Mani dini mensuplarına
hitap eder. Böylece onlar bir ilahtan ötekine döner ve yönelirler. Aynı durum
göklerin ve yerin yaratılışını birinci sebepten başka illetten kaynaklandığını
ileri sürenler için söylenebilir. Onlara göre bu illetten -mutlak birliği
nedeniylebir şey var olmuş, o da ilk akıldır. Onlar Rablerine eş koşanlar
olarak zikredilmiş, Allah Teâlâ onları ‘kâfir’ diye isimlendirmiştir. Onlar ya
inançlarını gizlemiş veya içlerinden bir kısmı aklını kendisine yaraşan doğru
düşüncede kullanmaktan uzak tutmuş, aklını perdelemiştir. Aklın kullanılması
gereken doğru düşünce, Hakkın varlığının ispatıdır. Gerçekte de durum öyledir.
Aklım perdeleyen ise kendisine görünenle yetinmiş, gerçeğe hakkıyla vakıf
olamamıştır. Bazen gerçeği bilse bile, başkanlık veya mal hırsı gibi elde
edeceği menfaat nedeniyle taşıdığı bilgiyi başkasından gizlemiş, bu nedenle
haklarında ‘kâfir oldular’, yani ‘örttüler’ denilmiştir. Allah Teâlâ hikmet
sahibidir, hitabını ve sözünü yerli yerine yerleştirir. el-Adl Rab demekken
Rab da doğru yoldadır. Doğru yol göklerde ve yerde bulunan her şeyde Allah
Teâlâ’nın yoludur. Adi meyil demektir. Demek ki meyil, istikametten ortaya
çıkar. Başka bir ifadeyle istikametin meylin kendisi olduğu bir yerde ortaya
çıkar. el-Hakem ve el-Adl iki şey arasında hüküm verir. Dolayısıyla hüküm
verirken Hakk sahibine doğru yönelmesi gerekir ve birisine meylederken zorunlu
olarak ötekinden uzaklaşır. İstikamet, insanların vehimle bildiği bir şey
değildir. Ağaçların dalları birbirine girmiş olsalar bile, bu meyil ve
eğimlerde dallar istikamette bulunur. Çünkü dallar, maddenin etkisiyle, doğal
akışlarına doğru dağılmışlardır. İlahi isimler de birbirlerine girer ve
karışırlar. Bu yönüyle isimler engelleme, verme, aziz etme, zelil kılma,
saptırma ve hidayet etmek gibi anlamlarla birbirlerine katışırlar ve iç içe
girerler. Allah Teâlâ el-Mani, el-Muti, el-Muiz, el-Muzil, el-Mudil ve
el-Hadi’dir. Allah Teâlâ kimi hidayete erdirirse, onu saptıracak kimse olmadığı
gibi kimi saptırırsa ona da hidayet edecek kimse yoktur. Hepsi eğrilik ve
yanlışlığın bulunmadığı gerçek nispetlerdir.
Kuşkusuz İlah cömertliğiyle ihsan
eder Muhtaç kullara cömertçe
Dilediklerine O’na ait olanları
Sadece zikredilen var
İşi hakkıyla öğrendiğinde Kader
sırrını öğrenince
O’nu müşahede edip görürsen Habib
görerek duyar
Hükümleri ortaya çıkar Yasaklama ve
emir O’nun işi
Bu mümindir denilir .
Şu ise kâfir olmuş
Hakikatlerin hepsi bize ait Tahakküm
ve eser bizim
Gerçek ancak böyledir Gerçek teorik
aklın söylediği değil
Hakikat kendisinde ayrışmış Alemde
hayır ve kötülük diye
O’ndan başka bir şey elde etmedik Bir tek varlıklarımızı
Rabbine kendisiyle bak!
Aklınla değil, ibret al!
Apaçık hakikat bu
Hakkıyla düşünen ve
öğüt alan için
Hüküm zatlarımızın hükmü O’nun hükmü
değil, adil ol
O’ndan yönel bize ait olana Önemli
bir sırrı öğrenirsin
Yemin etme ve bana gelme Senden sana
ulaşır her şey
Zenginlik O’nun niteliği Biz de
O’nun örttüğünü örteriz
Yaratılmışlar muhtaç olmasaydı Haber
gelmezdi bu konuda
Şöyle diyen haber;
bu ölü
Kıyamet günü diriltilecek olan
Yani Allah Teâlâ’nın dilediği
kullarından gizlemiş olduğu bu sır, yani bizim muhtaç olmamızın hükmü ortaya
çıkar ve onu dilediklerine gösterir. Sen de müstağniliği ve muhtaçlığı iyice
düşün, basiret nurunla varlık ve yokluk hakkında düşün, sonra ‘Önceden
ve sonradan emir Allah Teâlâ’ya aittir’5*1 de!
Adalet mertebesi güçlükte ayrışmaz
Zulüm mertebesi belada ve yorgunlukta
Neşeli olan bulunsaydı orada hüküm
verirdi hakkımda Oyun ve eğlencemde istirahat edeyim diye
Ben kendime zulmettim, benimle hüküm
verdi Allah Teâlâ’nın güzel isimleri nispetlerle beraber
Benim onda bir
nesebim var
Rabbimizin de
güçlükten kurtaran nispeti var
O koruyan, Rahman’dan sakın O’nun
vaat ehline gizli bir tuzağı var
Her ikramda onun tuzaklarından uzak
dur Korkudan kanatlarını ona doğru ger
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem şöyle der: ‘Allah Teâlâ kutsi bir hadiste şöyle demiştir: 'Kıyamet günü
sizin nesebinizi kaldıracağım, nesebimi yukarı kaldıracağım. Takva sahipleri
nerede?” Allah Teâlâ kullarından haber verirken şöyle der: ‘Allah
Teâlâ katında en değerli olanınız O’ndan en çok korkanınızdır,’542
Başka bir ayette ‘O gün aralarında nesep bağı yoktur,
birbirlerinden yardım isteyemezler’543
denilir.
‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru yola ulaştırır
LÜTUF
MERTEBESİ
(el-Latîf İlahi İsmi)
Lütuf bir gizlilik ’
Lütufta zuhur yok
Varlığım O’nunla ortaya çıktı İşler
O’nunla yürür
Sen el-Latifin kulu ol O işlerden haberdar olanın
Allah Teâlâ’nın dini kolaylık
Arzuyla güçleşir din
Muhalif olma veya arzuna uyma En
büyük hayır budur
Sözümü anlayan kişi Gerçeği görendir
Bu mertebenin sahibi Abdüliatif diye
isimlendirilir. Allah Teâlâ’nın lütfunun idraklerden gizli kalmasının nedeni
şiddetle zuhurudur. Her göz onu görür, her göz o nurla bakar. Gören her gözde
görme gücü Allah Teâlâ’dır. Burada fayda ancak bu gerçeği bilen, zevk ve
müşahede yoluyla anlayana aittir. Burada taklit müşahedenin yerini alamaz.
Sadece O vardır ve başkasından ayrışmamıştır. Zaten başkası yoktur ki, Allah
Teâlâ ondan ayrılsın! Kimden gizlenecektir ki? Başkası mı var?
Lütfün bir hükmü
yok
Onun hükmü sen var
olunca ' .
Kalpte onun hükmü
var
Düşünürsen, gam
şeklinde bir hüküm
Orada değilsin sen,
bana söyle:
Hükmünü kim
belirler?
Ondan bir bulut
gelir
Kalplerin üzerine
ve karanlıklar
Hayret akar durur
Ey kullarım! Benim
kadrimi bilmedi
İsimlerim nerede,
hükmüm nerede!
Yasağım nerede,
emrim nerede
Beni murakabe edin
ki beni bulun
Varlığın gizli
yerlerinde
Benim var olmam
kagnılmaz
Bu nedenle emrim
sana emretti
‘Peygambere itaat eden hiç kuşkusuz Allah
Teâlâ’ya itaat etmiştir.’544 Bu ilahi lütfün her şeye yayılışının
ne kadar sırlı olduğuna bakınız! Onun hükmü bu kesafet içinde nasıl ortaya
çıkmış, peygambere itaatin O’na itaat anlamına geldiğini açıklamıştır. ‘Sana
biat edenler Allah Teâlâ’ya biat etmiştir >545
Hacer-i esved biat edilsin diye Allah Teâlâ’nın sağ elidir ve
Allah Teâlâ onu kendisinde iddia ortaya çıkmasın diye taşa yerleştirmiştir.
Hacer-i esved’e biat, saf ve ihlâslı biattir; kim ona biat ederse, Allah
Teâlâ’ya biat etmiş olur. Gözün müşahede ettiğine bakınız! İmanın müşahede
ettiğine bakınız! Kim iman gözüyle bakarsa, latifin kesife sirayetinin gücünü
görür. Öyle ki el-Latif ve el-Habîr’e de sirayet eder ve bu sirayetle kendinde
şey hakkında bilgi ortaya çıkar. Ona ulaşan latif kendisinden çıkmış olduğu
kesifin aynısıdır. Bunu tanımlarda açıklar. Misal olarak kendi başına var olan
bir cevheri verebiliriz. Cevherin bireysel varlığı, onun toplamından ibaret
olan fakat görünmeyen arazlardan ortaya çıkar. Toplam cevherin kendisidir,
fakat onların varlığı yoktur! Bu toplamın varlığı -kendisi değilcevherden ve
ona ait zatî niteliklerden ibarettir. Bu mertebede de durum böyledir: Hakk
vardır. Hakk zuhur ettiğinde ise halk olur. el-Latifin mertebesinin hükmü
halkın (yaratılmış) varlığıyla ortaya çıkabilir. Mesela buhar, inceliği ve
seyrekliği nedeniyle gözle görülemeyecek şekilde yukarı çıkar, sonra birbirine
eklenerek yoğunlaşır, Hakkın inşa ettiği bir bulut olarak görünür. Bulut ise
görünmeyen bir şeyden meydana gelmiş, bu özel mizaç ona sahip olmadığı bir
hüküm kazandırmış, bir isim vermiş, bütün bunlardan önce sahip olmadığı
tesirini ve sonucunu havada izhar etmiş, yağmur yağdırmış, toprağı bitkilerle
güldürmüş ve canlandırmış, onu beslemiştir. Bulut bütün bunları suretinin
kendisinden meydana geldiği latif sır sayesinde yapabilmiştir. Gölgenin
çekilmesi ve uzatılmasında da bir latiflik vardır. İnsan bu lütuf hakkında
düşündüğünde, işin önemini idrak eder. Bu nedenle Allah Teâlâ gölgeyi kendisini
bilmenin delili yaparak ‘Görmez misin ki Rabbin gölgeyi nasıl
da uzatır’546 der.
Göz halden Hakk gölgenin uzamasını göremez. Başka bir ifadeyle yer değiştirmesini
görse bile gölgenin hareketini göremez. Demek ki göz için gölge, hem harekedi
ve hem hareketsizdir. Aynı şey gölgenin dönüşünde geçerlidir. Bu durum ‘Onu
kendimize kolayca çekeriz’547 ayetinde belirtilir. Zaten O’ndan
çıkmıştır. Öyleyse gölge kendisinden çıktığı kimseye çekilir ve onda düriilür.
Göz de onu böyle idrak eder. Allah Teâlâ -ki o doğru sözlüdürgölgeyi kendisine
çekeceğini söylemiştir. Buradan gölgenin çıktığı kimsenin Hakk olduğunu
anladık. Hakk halkın suretiyle zuhur etmiştir: O’nda dilediğinde izhar ettiği,
dilediğinde çekip dürdüğü gölge vardır. Fakat güneş ona delil kılınmış, delilin
tamamlığına değinilmemiştir. Bu ise gölgenin kendisinden uzayıp çıktığı cismin
yoğunluğudur. Bütün bunlarla birlikte gölgenin uzaması gerçekleşir. Bu
güneştir, şu duvardır, şu gölgedir, bu uzamanın hükmüdür, şu gölgenin
çekilmesi ile kendisinden çıktığı kimseye dönmesidir vs. gölge onlara
dönmüştür. Bütün bu durumlarda varlık birdir. Bundan daha latif ve sırlı bir
şey olabilir mi?
Gözler kendisini göremese bile, yine
de O’nu idrak ederler. Allah Teâlâ bizi görülen bir şeye yönlendirerek şöyle
der: ‘Rabbinin gölgeyi nasıl uzattığına
bakmaz mı?’548 Allah Teâlâ gölgeyi güneş ile kesif bir
cisim vasıtasıyla uzatmıştır. Kesif cisim güneş ışığının gölgenin üzerine
düştüğü cisme ulaşmasını engeller. Sonra Allah Teâlâ gölgeyi kendisine çeker.
Bu durum Allah Teâlâ’nın hakkında düşünmemizi istediği ve bize hitap ettiği
işin keyfiyetidir. Allah Teâlâ burada fiha (onun
içinde, hakkında) edatını kullanmamıştır, biz de düşüncemizi fikre verdik.
Bunun yerine ila edatını
kullanarak gözle görmeyi kastetmiştir. Bununla birlikte edadar bazı yerlerde
birbirlerinin yerine kullanılabilirler. Fakat bu husus hal karinesiyle
öğrenilebilir. Buradaki edatın esas anlamıyla ayette kullanımı imkânsızdır. Bu
nedenle onun kullanıldığı yerin gerektirdiği edatm yerine kullanıldığını
anladık ve bu durum Kur'an’ın kendisiyle indiği dilde bilinen bir husustur. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Kur'an-ı Kerim benim dilimle inmiştir, benim dilim
ise açık Arapça'dır’ buyurmuştur. Başka bir ayette ‘Gönderdiğimiz
her peygamberi kavminin diliyle gönderdik ki, onlara açıklasın’549 der. Binaenaleyh kelimenin ümmetin
alışık oldukları anlamda söylenip kullanılması gerekir, bunu bilmelisin!
Aşağıda zikrettiğimiz şiir hakkında da iyi düşünmelisin:
Latifi latif bilir
Latif olan kesifin içinde
Dostum! Biri öteki .
Kesif ve latif arasında dur
Her bakımdan öncelik elde edersin
Müşahede ehli onu elde etmiş
. Her yönden el-Latifin kulu ol
İzi takip edenler
onu elde etmiş
Peygambere verilen mutluluğu görürsün .
Temizlik ehlinden
elbise elde edersin
Bu mertebe kendisinde ahlakım için
bol nasip elde ettiğim bir mertebedir. Gördüğüm hiç kimse ayağını benim
koyduğum gibi o mertebeye koymamış ya da koymuş ise de ben görmedim. Şunu söyleyebilirim:
Böyle birisi bulunsa bile, ulaştığı nihai derece, benimkiyle aynı olmalıdır. Hiç
kimsenin daha kâmil bir dereceye ulaşabileceğini zannetmiyorum. Allah Teâlâ
hakkında kesin hüküm veremem, çünkü O’nun sırları nihayetsiz, ikramları
sayısızdır. Kitabın haller bölümündeki latife bahsinde bu ilahi ismin Allah
Teâlâ ehlindeki gereklerinden söz etmiş, dildeki kullanımına göre anlamını
açıklamıştık.
‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru yola ulaştırır.’
HUBRA
VE İHTİBAR (BİLGİ EDİNME) MERTEBESİ
(el-Habîr İlahi İsmi)
Bu mertebe, nimet ve intikamla
sınanma mertebesidir
el-Habîr bir
düşünürsen imtihan edendir .
İnsanların müptela olduğu nimete bak ki anlayasın
İntikam O’ndan
olunca sana sevdirir onu
Mutlu kişi her
zaman yoksul olan
Bu mertebenin sahibi Abdulhabîr diye
isimlendirilir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Habîr
olarak ona sor!’550 Aynı
kökten türetilmiş hubra sınanmayla ortaya çıkan bilgilerdir. Allah Teâlâ şöyle
der: ‘Sizi sınayacağız ta ki öğrenelim’551
Başka bir ayette ‘Sizin haberlerinizi sınayacağız’552 denilir. Başka bir ayette ‘Hanginiz
en güzel ameli işliyor diye sizi sınayacağız’553 denilir. Konu ölümün ve hayatin
yaratılmasıyla ilgilidir ve bu durum kesin delil ortaya koyma amacı taşır. Allah
Teâlâ gerçekleşmezden önce neyin olacağını bilir. Çünkü Allah Teâlâ her şeyi
ezeldeki sabitlik halinde bilir. Bir şey âlemde ancak hakikatinde sabit olduğu
gibi gerçekleşir ve meydana gelebilir. İlahi bilgi hakkında herkes böyle bir
zevke sahip değildir ve bu nedenle hubra bilginin özel bir taalluku ve
ilgisidir. Sınanmanın sebebi, kimden meydana gelirse gelsin, iddianın
varlığıdır. Bu bakımdan iddiası olmayan kişi sınanmazken herkes gerçekte bir
iddia sahibidir. Teklif sınanma demektir ve iddiadan ortaya çıkarken bazen
iddia edeni ve iddia etmeyeni kapsar. Başka bir ifadeyle herhangi bir iddiası
olmayan kişiyi de içerebilir ve teklifin varlığında iddiası olmayan dikkate
alınmazdan hiçbir şekilde iddiası olmayanla birlikte haşredilir. Varlıkta olup
da yükümlülüğü bulunmayan yoktur. Mesela kendisine kızan kendisinden meydana
gelen şeyi değil, kendi yapısını cezalandırır. Misal olarak (bir rivayette
zikredilen) Mekke ile Medine arasında yere batırılan orduyu verebiliriz.
Ordunun içinde orduya katıldığı için kendine kızanlar da bulunur. Hz. Ayşe bu
konuda Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemden şöyle aktarmıştır: ‘O insanlar
hepsi yere batırılsa bile niyetlerine göre diriltilirler.’ Ayette ‘Özellikle
içinizden zalim olanlara isabet etmeyecek fitneden sakının’55*
denilir. Yani o fitne zalime ve haklıya birlikte ulaşırken onlarm halleri
kıyamette birbirinden farklıdır: Haklı olan mutlu, zalim ise bedbaht olarak
diriltilir. Demek ki iddia her nerede bulunursa, sınanma orada gerçekleşir.
Kim kendini bir özellikle nitelerse, o özelliğe göre sınanır. Allah Teâlâ şöyle
der: ‘Ey kendilerine karşı haddi aşan
kullarım! Allah Teâlâ’nın rahmetinden umut kesmeyin. Allah Teâlâ bütün
günahları bağışlar. O Gafur ve Rahimdir.’555 İman bu ifadenin doğruluğundan
emindir. Fakat onun hükmü müşahede yoluyla haddi aşanlarda ve müsriflerde -ki
onlar günahkârlardırortaya çıkar. Allah Teâlâ adeta onlara şöyle der: ‘Asi olun
ki zevk yoluyla mağfiretim hakkında söylediğim sözün doğruluğunu öğrenin.’
Müminlerin emiri Me’mun şöyle demiştir: ‘İnsanlar benim affetmeyi ne kadar
sevdiğimi bilselerdi, suçlar işleyerek bana yaklaşırlardı.’ Me’mun bir
yaratılmış iken böyle diyebiliyorsa, mutlak kerem sahibi el-Kerim hakkında ne
düşünürsün? Allah Teâlâ ancak günahları işlemekle insanları sınar. Kutsi
hadiste şöyle denilir: ‘Siz günah işlemezseniz, Allah Teâlâ günah işleyip sonra
tövbe eden Allah Teâlâ’nın kendilerini bağışladığı bir kavim getirir.’ Bu hadis
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in hakikate dair bir ifadesidir ve
hadiste bir takdim ve tehir vardır. Bununla birlikte işlerin esasını
bilenlerin bilmeyene üstünlüğü ortaya çıksın diye bunu gizlemiştir. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Günah işlemeseydiniz Allah Teâlâ günah
işleyen ve kendilerini bağışladığı bir kavim getirirdi.’ Kur’an-ı Kerim’de de
günah işledikten sonra ‘onlara mağfiret eder’ ifadesi gelmiştir. Yani onlar Allah
Teâlâ’ya dönerler. Bu durum ‘Allah
Teâlâ bütün günahlara mağfiret eder’556 ayetinde belirtilir. O’ndan başka
mağfiret eden yoktur. Mağfiretten önce tövbe edilirse, hüküm ilahi kereme
değil, tövbeye döner. Bu durumda ilahi kerem kişiye tövbenin nasip olmasında
tecelli eder. Tövbe pişmanlıktır. Kur’an-ı Kerim tövbeyi zikretmemiş, Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem Kur’an-ı Kerim’e muhalif söz söylemez. Bazı
kavimler vardır ki onlar tövbe etmeksizin mağfirete mazhar olurken, bir kavim
vardır, Allah Teâlâ onlara tövbe nasip eder. Binaenaleyh Allah Teâlâ tövbede
mağfireti içerme özelliği de yaratmıştır. Bir yönüyle tövbe, sahibi adına dünya
hayatında ortaya çıkan peşin müjdedir. Allah Teâlâ -hükmü yaratılmışta
uygulansın diyekendisini iddiada yaratılmışa katmıştır.
Bunun ardından Allah Teâlâ sınamayla
iddianın doğruluğunu talep etmiştir. Bu sayede iddiasının doğruluğunu
kullarına açıklamak ister. Bir iddiada bulunduğunda, iddian doğru olmalıdır ve
imtihanı beklemelisin! İddiada bulunmamak, daha iyi bir davranıştır. Fakat
yine de kaderin cereyan ettiği bir mahal olmalı ve üzerinde ancak gerçekte
kendinde bulunduğun durumun işleyeceğini bilmelisin; bu sayede kesin delilin Allah
Teâlâ’ya ait olduğunu öğrenirsin. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Ben seni böyle
bildim, seni senden öğrendim!’ İnsanların bir kısmı veya kader sırrını bilmeyen
biri çıkıp şöyle diyebilir: ‘Allah Teâlâ bana karşı böyle bir delil sunma
imkânı verseydi, 'sen yaptın' derdim.’ Nitekim Ebu Yezid böyle demiştir. Fakat Allah
Teâlâ ‘O yaptığından sorumlu değil, onlar
sorumlu’557 buyurur. Bu hüküm böyle bir itiraz kapısını
kapamıştır. Böyle bir söz gerçeği bilmeyenden çıkabilir. Yoksa kesin delil Allah
Teâlâ’ya aittir. Bu durum ‘O yaptığından sorumlu değil’558 ayetinde dile getirilir. Allah Teâlâ
hiçbir şeyi sebepsiz olarak kendinden yapmamış, dışta var olurken ilahi bilgideki
sabit haline göre sana davranmış, bu nedenle de ‘onlar sorumlu’ demiştir. Allah
Teâlâ onları bu esnada bulundukları duruma muttali kılmış, bilgisinin onlara
ancak bulundukları duruma göre iliştiğini göstermiştir. Onlara sorulduğunda, Allah
Teâlâ’nın kendileri hakkında ancak üzerinde bulundukları duruma göre hüküm
verdiğini bilirler. Buna mukabil onlar soru sorduklarında gerçeği görür, itiraf
ederler. Böylece ‘Kesin delil Allah Teâlâ’ya aittir’ ve ‘İnsanların
çoğu bilmez’559 ayetlerinin
anlamı doğrulanır.
İnsanlar bu ayeti iman ederek kabul
ederken biz ve benzerlerimiz müşahede ederek kabul eder, ardından ayetin
bağlamını bilir, Hakkın onu nereden getirdiğini anlarız. O’ndan başka ilah
yoktur. ‘O latif ve habîrdir.’560
‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru yola ulaştırır.’
HİLİM
(GÜCÜ VARKEN BAĞIŞLAMA) MERTEBESİ
(el-Halîm İlahi İsmi)
Halım suç işlediğinizde sizi ihmal
eden değil Halîm suç işlersiniz size mühlet veren
İhsanıyla bunu yapar ve bekler:
Başkasına mühlet vermeyi öğrenmenizi
Onu bir söz üzere
görürse
İhsanınızın verdiği
hal, hakkında şükür olur
Size karşı şükür, kendisi hakkında
değil Kendi katında sizden, sizi değiştirir
Bu mertebenin sahibi Abdulhalîm diye
isimlendirilir. Mertebe cezalandırmaya gücü yetenin mühlet vermesi
mertebesidir. el-Halîm işini erteler, kuluna mühlet verir, fakat ihmal etmez;
sadece belirli bir nedenle tehir eder, yoksa cezayı silmez. O cezayı iyilikle
değiştirir ve günah aynı günah iken ona güzel bir elbise giydirir. Bu sayede Allah
Teâlâ’nın kulları üzerindeki ihsanı ve keremi ortaya çıkar. Allah Teâlâ
günahları ‘mağfiret olmak’ ile nitelemiştir ki mağfiret ‘örtmek’ demektir;
hâlbuki onları varlıklarının yok olmasıyla nitelememiştir. Allah Teâlâ onları
güzel bir elbiseyle örter ve bu elbiseyi onlara giydiren de O’dur. Allah Teâlâ
bir kez var ettiğini yokluğa irca etmez, aksine sürekli var edendir ve var
ettiği şeyi yok etmez. Kudret sürekli etkin ve faaldir ve kendi başma var
olmayan arazlara kendi başına var olan cevherlerin suretlerini giydirir, bunu
onların üzerine elbise yapar. Kur'an’da amellerin tartılacağı zikredilmiş,
onları zerre miskaline benzetmiştir. Bu bağlamda ahirette ölüm -ki ölüm bir
nispettir ve nispeder arazlardan daha gizlidirparlak bir koç suretinde getirilir.
O nispete beyaz bir koç sureti giydirilir. Demek ki, Allah Teâlâ belirli bir
varlık niteliğiyle tahakkuk ettikten sonra nispeti de yok etmez, onu yokluk
hükmüne çevirmez. Hal böyleyken dışta var olmakla nitelenen bir şeyin durumu
nasıl olabilir? Bu nedenle Allah Teâlâ kendisini Gaffar ve Halîm diye
isimlendirmiştir. Halîm mühlet vermek demektir. Allah Teâlâ mühlet verirken
ihmal etmeyeceği gibi hüküm verirken yok etmez. O’nun yegâne işi var etmektir
ve bu nedenle Allah Teâlâ ‘Dilerse sizi
giderir’561 demiştir. ‘Gitmek’ içinde bulunduğunuz bir halden
bulunacağınız bir Hakk intikaldir. Allah Teâlâ size ait o hallere yeni bir
yaratılış giydirir. ‘Dileseydi’ demiş, fakat dilememiştir. Öyleyse iş olduğu
gibidir. Allah Teâlâ da ancak işlerin kendiliğinde bulundukları hali
dilemiştir. İrade bilgiye aykırı olmadığı gibi bilgi bilinene aykırı değildir;
bilinen zuhur eden ve meydana gelendir. Binaenaleyh Allah Teâlâ’nın
kelimelerinin değişmesi söz konusu değildir ve onlar bulundukları hal üzere
kalırlar.
Bu mertebenin bir özelliği de
iktidarı ispattır. İktidarını uygulamaktan aciz biri halim olamayacağı gibi
böyle bir davranış hilim sayılamaz. Hilim iktidar sahibinden meydana
gelebilir. Muhalefet ve günah cezalandırmayı gerektirdiği için bazı
mezheplerde hilim onun hükmünü geçersizleştirir. Hilmin bu bozucu özelliği
nedeniyle bozulup parçalandığında halume
el-edimu, yani ‘deri bozuldu’ denilir. Aynı ifade manayı
suretinden bozan uykudaki hulm (rüya) için söylenir. Rüya onu duyulur (mahsûs)
değilken duyuya katmıştır. Aslını bilmeyen onu görür ve gördüğü surete göre
rüya hakkında hükiim verirken arif rüyada görülen sureti görüldüğü anlama tabir
ederek aslma döndürür. Nitekim hulm (rüya) bilgiyi bozar, onu uykuda süt
şeklinde gösterir; hâlbuki süt değildir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
ise rüyasını tevil ederek bu rüyayı aslına döndürmüştür. Onun aslı bilgidir ve
bu sureti onun üzerinden kaldırmıştır. Bu surette rüyanın hükmü gerçekleşir ve
bu nedenle (hilim ile aynı kökten ve rüya demek olan) hulm’ün bilginin suretini
bozduğunu söyleriz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem veya doğru tabirci
-her kim isesureti aslma döndürmüş, rüyanın kendisinde bozduğunu izale
etmiştir. Buradan Hakka ait rüyalar (ahlam) mertebesi öğrenilir.
Bir adam rüya tabirinde imam olan İbn
Sîrîn’e gelmiş ve ‘Rüyamda zeytinyağını zeytine geri sokuyordum diye gördüm’
demiş. İbn Şîrîn şöyle demiş: ‘Annen senin nikâhın altında!’ Adam gerçeği araştırmış,
annesiyle nikâhlanmış olduğunu görmüş. Hâlbuki bu konuda ne onun, ne annesinin
bir bilgisi vardı. Bir adamın annesini nikâhlamâsıyla zeytinyağını zeytine
dökmek arasında nasıl bir ilişki olabilir? Rüya sahibi gerçeği olduğu hal üzere
gördüğünde, öyle bir rüya -hulm değilkeşiftir; görmenin uykuda veya uyanıklıkta
olması birdir. Nitekim hulm uyanıkken gerçekleştiği gibi uykuda
gerçekleşebilir. Uyanıkken gerçekleşmeye misal olarak Hz. Cebrail’in görüldüğü
sahabe Dihye’nin suretini verebiliriz. O suret tevil edilirken açık ifadeler
tevile kapalıdır. Hz. İbrahim oğlunu kurban ettiğini rüyasında görmüş, rüyayı
zahirî anlamıyla gördüğü üzere uygulamaya kalkmıştı. Hâlbuki onun gerçek anlamı
bir koçtu. O kurban oğlunun suretinde ortaya çıkmış, Hz. İbrahim ise oğlunu
kurban ettiğini görmüş, sonra koçu kurban etmişti. Demek ki koç, Hz. İbrahim’in
bilgisi yokken, rüyasının teviliydi. ‘Ona
bedel olarak verdi.’562 Yâni bu sureti verdi ki suret
Hz. İbrahim’in görmüş olduğu oğluydu. ‘Büyük
bir kurban...'563
O ise koçtu. Bu nedenle oğlunu kurban etmemiştir. Yoksa
oğlunun suretindeki koç değildi. Hulm koçun suretini uykuda bozmuştu. ‘Bak
ne görüyorsun?*64 Nasıl
görülür ve nerede görülür? Bütün hallerinde bilgi üzere bulunmalısın.
‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve
doğru yola ulaştırır.’
AZAMET
MERTEBESİ
(el-Azîm İlahi İsmi)
Azîm fiilleri yüce olan kişi ‘Ben’
diyen azîm değil
Kim ben derse onun hesabı azîm olur
Onun bir kıymeti olmaz
Sen yüceltme ‘ben’ diyeni
Hesap günü
korkaklar arasında diriltilecek o
Bu mertebenin sahibi Abdulazîm diye
isimlendirilir. Onun hali azametin tecelli mahalli olsa bile tam bir zillet ve
horluktur. Makam onu kendinden fani kılmıştır. Musul’da gördüğüm bir genç bu
makamın üzerinde hüküm sahibi olduğu tek kişiydi. Şeyhim Ebu’l-Abbas el-Ureybî
-ki Endülüs’ün batısındaki Ulya şehrindendirbu mertebenin ehli birisini
gördüğünü bana bildirmişti. O da Hallaç gibi gerçeği karıştırmış, baş
gözleriyle bakanların gözlerinde cismi yücelmişti. Bu makamın nefislerdeki
hükmüne gelirsek, bu durum yaygın olarak gerçekleşir. Çünkü pek çok şeyin
nefislerdeki değeri büyüktür. O kadar büyüktür ki, nefis başka bir şeye yönelme
imkânı bulamaz. Bu durum bilhassa nefislerde korkuya yol açan ürkütücü işler
için geçerlidir. ‘Allah Teâlâ’nın şiarlarını yücelten
kişinin davranışı kalplerin takvasındandır.*65 Başka bir ayette ‘Allah
Teâlâ’nın yasaklarını yüceltmek Rabbin katında daha hayırlıdır*66 denilir. Başka bir ayette ‘Şirk
büyük (azîm) bir zulümdür*67 denilir. Şirk muvahhidin nefsinde
büyük zulüm iken onun yüceliği -kendiliğinde değilmüşrikin nefsinde gözlenir.
Muvahhid (birleyen) şirki büyük bir zulüm olarak görür; elini ona uzattığında,
neredeyse onu göremez.
Bilmelisin ki; azamet, tazim edenin
halidir, tazim edilenin hali değildir! Bununla birlikte bir şeyin zatı onun
nezdinde saygın olabilir. Bu durumda azamet yücelten ve saygı gösterenin
halidir. Çünkü tazim edenin nezdinde ancak onun nefsi yüceltilmiş, onun kendini
yüceltmesi bir niteliği olmuş, başkasını yüceltmemiştir. Bu durumda azamet
onun nefsinin halidir ve bu hal bir heybet, saygınlık ve kendisinde bulunduğu
kişide korku meydana getirir. Şair şöyle der:
Sanki başlarının üzerinde kuşlar var
Zulümden korkmak değil bu! Saygı korkusu o
Bu şiir sahabenin kalbindeki heybet
ve azamet hakkında söylenmiştir. Başka bir şair şöyle der:
Ona iştiyakım ortaya çıkınca
Celalinden ürperirim
Bir korku değil, heybet Cemalinden
gizlenirim
Bütün bu sebepler insanın nefsinde
azametin gerçekleşmesini sağlayan amillerdir. Hakkın müminlerin kalplerindeki
azametini ise O’nun hakkındaki bilgi izhar eder. O azamet ilahi isimlerin
eserlerinden ibarettir. Çünkü bir şey bu yüceltilen zata nispet edilen
özelliğin ölçüşünce yüceltilir. Başka bir ifadeyle O’nun iktidarının her şeye
yetmesi, dilediğini yapabilmesi, hükmünü geri çevirecek kimsenin olmayışı, emri
karşısında kimsenin duramayışı nedeniyle ilahi zat yüceltilir. İlahi zat bütün
bu nedenlerle arifin kalbinde zorunlu bir şekilde saygın ve azamet sahibidir.
Bu azamet her kimde meydana gelirse gelsin, imandan kaynaklanan ilk azamettir.
Azametin ikinci mertebesi müşahede ve vecd sahiplerinin kalplerine tecellinin izhar
ettiği azamettir; bu esnada ilahi isimlerin veya hükümlerin tesirinden herhangi
birisi onların akıllarına gelmez, sadece tecelli ile müşahede edenin nefsinde
azamet duygusu gerçekleşir. Bu zatî azamet ancak Hakkı Hakk ile -yoksa
kendisiyle değilmüşahede eden adına gerçekleşebilir. Böyle bir kul Hakkın duyma
(gücü) olduğu kişidir. Onun nefsinde Hakk’tan daha saygın ve büyük kimse
yoktur. Binaenaleyh Hakkın gözüyle O’nun tecellisini müşahede eden için O’ndan
daha saygın kimse yoktur. Fakat tecelliyi kendi gözüyle görmeyen için durum
böyledir; çünkü her insanın, hatta her müşahede sahibinin gözü Allah Teâlâ
hakkındaki inancına ve delilinin verisine bağlıdır. Azamet ehli içinden bu
sınıf, ariflerin kalplerini kendisine bağlamış oldukları şeyin dışındadır. Bir
akideyle sınırlı olmadıkları için, onlar herhangi bir sınırlama olmaksızın
Hakkı görürler. O müşahede edilen Hakk’tır. Onların azametine herhangi birinin
azamet anlayışı katılmaz.
Allah Teâlâ’nın kelamında bu ismin
geldiği her yerde feîl vezninde gelerek azîm denilmiştir. Bu kalıp bir yönü
faile işaret ederken bir yönü mefiıle (edilgen) bakan bir kalıptır. Allah Teâlâ
kendiliğinde azîm olduğu için yüceltilen olmuş, Allah Teâlâ feîl kipinin iki
anlamını da zikretmiştir. Bu yönüyle azîm, alîm adıyla birdir. Bazen onunla
sadece bir anlam kastedilir. Misal olarak el-Halîm ismini verebiliriz.
Şekilcilerin bilgisi ve lafzî yorum bu neticeyi verir. Ariflerin dayanmış
olduğu hakikat bilgisine göre Hakkın isim, sıfat ve na’tlarında feîl kalıbında
gelen halîm, alîm ve kerîm gibi isimler ile iki anlamı göstermesi bakımından
azîm ismi arasında fark yoktur. Bunun nedeni, mümkünlerin hakikatlerinde ve
mazharlarında zuhur edenin Hakk olmasıdır. Binaenaleyh hiç kimse Hakk
olmaksızın hilim sahibi olamayacağı gibi her ikram (gerçekte) O’nadır. Bakınız!
Tercih edenin yaratma hükmü kelamcılara göre kudret ile veya ‘kadir olmak’ ile
gerçekleşir. Başka bir gruba göre ise kadir olması yönünden gerçekleşir. Onlara
göre Allah Teâlâ kadirdir ve mümkün, irade vasıtasıyla tercih edilir. İrade
hakkında söylenecekler de kudret hakkında söylediğimiz tertibe ve sıralamaya
uygundur. Dolayısıyla Allah Teâlâ irade edendir. el-Mürid (irade eden) varlığı
yokluğa tercih ederken bunu yapmaya kadir olmasaydı, iradenin varlığı ile
yokluğu bir olurdu. Demek ki el-Mürid hiç kuşkusuz el-Kadir’e muhtaç iken gerçekte
tek hakikat vardır. İrade ile kudretin hükmü farklı olsa bile, ilave bir
hakikat yoktur. Bu nedenle ‘Allah Teâlâ hakkında feîl kipinin kullanımı her iki
manayı (etken-edilgen, fail-meful) birden içerir’ dedik. Hâlbuki Allah Teâlâ
ehlinden derin bilgi sahiplerinden başka O’nu bilenlerden hiçbiri böyle bir
bilgiye sahip olamamıştır. Onlar, Hakkın hüviyetinin bilgileri olduğu kadar
duyma ve görme (güçleri) olduğu kimselerdir, bunu bilmelisin.
‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru yola ulaştırır.’
ŞÜKÜR
MERTEBESİ
(eş-ŞekÜr İlahi İsmi)
Şekûr adı konulmuş
nimeti getiren
Ayetlerde böyle
denilmiş zira
Sağlam kazanlardan
yedirmek üzere
Gezgin gibi dolaşan açları doyurmak için kaplarla
O’ndan gelen nimete
gerekmez
Hesap gününe kadar
gelen ihsanlara
Övgü veya hamd veya
zikir
■
Sevap türlerinden birisi gerekmez
Bu mertebenin sahibi Abduşşekûr ve
Abduşşâkir diye isimlendirilir ve o Hakka mensup kelamın niteliğine aittir. Allah
Teâlâ şöyle der: ‘Davud ailesi şükrü yerine getirin
diye, kullarım arasından şükredenler azdır.’568 Kastedilen şükürdeki mübalağa, yani
hakkıyla şükretmektir. O’na hakkıyla şükretmek, bütün nimeti O’ndan görmek
demektir. İbn Mace’nin es-Sünerı’de aktardığı bir hadiste Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Allah Teâlâ Hz. Musa’ya ‘Bana hakkıyla
şükretmelisin’ diye vahyedince, Hz. Musa ‘Buna kim güç yetirebilir ki?’ demiş, Allah
Teâlâ ise ‘Nimeti benden görürsen hakkıyla şükretmiş olursun’ buyurmuştur.’
Nimeti O’ndan gören kişi, hiç kuşkusuz, Allah Teâlâ’ya hakkıyla şükretmiştir.
Söz konusu insan nimeti kendisiyle nimeti peş peşe gönderen Hakk arasına
çekilmiş perde mesabesindeki sebeplerinden görmez. Çünkü nimetler sadece Allah
Teâlâ’dan her varlığa mahsus özel yönden (vech-i has) meydana gelen eşyadır. Allah
Teâlâ o mertebeden ‘Şükrederseniz artırırım’569 demiş, fazlayı talep etmek üzere
kullarına teşekkür etmek özelliğiyle kendini nitelemiştir. Allah Teâlâ’nın
şükrü kulların şükrünün mukabilinde gerçekleşir, çünkü yaratılmış O’nun
suretindedir. Allah Teâlâ seni o suretin ve nüshanın sahihliği üzerinde
durdurmak ister; zira her nüsha sahih değildir ve nüshada bazı şeyler
bozulabilir. Bu nedenle iki nüsha arasında karşılaştırma yapmak gerekir.
Nüshalardan bozulan ötekiyle sabit kılınır. Bu sayede nüsha sahih Hakk gelir.
Nesh edilenden meydana gelende ise Allah Teâlâ kulları için şâkir ve şekûr’dur.
Ardından onlardan şükür talep etmiş, kulları da O’nun suretinde oldukları için
O’nun sıfatıyla zuhur etmişlerdir. Allah Teâlâ onlara şükretmenin şükredilen
şeyin artmasına doğrudan sebep olacağını bildirmiştir; şükredilen ise O’nun
kullarına bolca ikram ettiği ve yaydığı iyiliklerdir.
Allah Teâlâ dünya hayatında insanları
yükümlü kıldığı amellerin artırılmasını istemiş, hakkını yerine getirmeyi ise
kulun nimeti O’ndan bilmesi saymıştır. Şükrün hakkını yorumlarken Allah Teâlâ
kulunun dikkatini şu hususa çekmiştir: Hakk kendisi hakkında bilgiyi O’na
verdiğinde nimeti kuldan görür. Çünkü daha önce söylediğimiz üzere, bilgi bilinene
tabidir. Bu yönüyle bilinen (malum) bilenin nefsinde kendine yönelmeyi ve
taalluku meydana getirir ve bilen de bilgiyle nitelenir. Allah Teâlâ bilgideki
katkısı nedeniyle kula teşekkür eder, hallerinin değişmesiyle bilgi diye
isimlendirilen ve daha önce sahip olmadığı halleri kula verir.
İşaret ettiğimiz husus bize göre en
çetin konulardan biridir. Bunun nedeni süratle başkalaştığı için zapt
edilmesindeki güçlüktür. Bu meseleyi bilen, ‘ta
ki bilelim’570
ayetinin anlamını da öğrenir. Ayette ‘ta ki sen bilesin’ dememiştir. Allah
Teâlâ kendisi hakkında verdiği bilginin neticesi ortaya çıksın diye varlıkları
sınamış ve yükümlü kılmış, böylece sabitlik halinde verilen bilgiyi
öğrenmiştir. Mümkünün halleri değiştiğinde, sabitlik halinde kendisi hakkında
bilgisi olmadan bulunurken bu nitelikle bulunmuş olduğunu anlar. Bu itibarla
insan, kendinden bilmiş olduğu pek çok şeyden habersizdir, sonra onları
hatırlar. Bu durum ‘Ancak derin akü sahipleri hatırlar’571 ayetiyle ‘Derin
akıl sahipleri öğüt alsın (lüb sahipleri)’572 ayetinde belirtilir. Bir şeyin lübbü
onun sırrı ve kalbi demek iken sırrı perdeleyen dıştaki surettir. Suret öz için
özün üzerindeki kabuk mesabesindedir ve bu nedenle insan bilmiş olduğunu
unutur. Daha kapalı bir benzetme ise meyve ile çiçeğin ilişkisidir. Meyve
çiçeğin delili ve onun üzerindeki perdedir. Bu itibarla ilahi hal, kevnî hal
gibidir, çünkü onun aynıdır, başka değildir! Allah Teâlâ gerçekte kendine
şükretmiştir, çünkü nimet veren O’dur ve O’ndan başka nimeti kabul eden veya
alan yoktur. Veren de O, alan da O! Bir hadiste ‘Sadaka Rahman’ın eline düşer, Allah
Teâlâ sadakaları alır’ denilir. Dilencinin eli Rahman’ın eli üzerinde perde
olan surettir. Sadaka dilencinin eline düşmezden önce Rahman’ın eline düşer.
Şöyle de diyebilirsin: Dilencinin eli verenin elidir. Hakk nimete karşılık
kulu artırsın diye kuluna teşekkür eder. Bir kutsi hadiste şöyle der: ‘Acıktım,
beni doyurmadın.’ Hal bu ifadeyi tefsir etmek istemiş, kul şöyle sormüş: ‘Ya
Rabbi! Alemlerin Rabbiyken seni nasıl doyururum?’ Allah Teâlâ şöyle der: ‘Falan
kulum acıktı, senden yemek istedi ve sen onü doyurmadın. Onu doyurmuş
olsaydın, onu benim yanımda bulacaktın.’ Aynı şey hastalık ve susamakla ilgili
zikredilmiştir. Yani onu kabul eden benim, kul değildir! Konuyla ilgili hadis,
Müslim’in es-Sahih’inde zikredilir. Bu görüşte Hakk kulun üzerinde perde ve
suret iken; alırken ve verirken kul Hakkın üzerinde perde ve surettir. Bunu
müşahede ettiğinde; nasıl, kim için, kiminle ve kime karşı müşahede ettiğini de
öğrenmelisin. Müşahedene göre şükret, daha fazlasını kabul et, vecde ve
hakikate bağlı kesin bir müşahedeyle daha çoğunu vermelisin!
Şükrün sebebi nimet ve nimedenmektir.
Nimederin en büyüğü ise benzerleri meydana getirmeyi sağlayan cinsel ilişkidir
(nikâh). Bu nimette şükrü meydana getiren nimeder var edilir. Bu nedenle Allah
Teâlâ peygambere kadınları sevdirmiş, ona cinsel ilişki gücü vermiş, evliliği
övmüş, bekâr yaşamayı kınamış, kadınlar peygambere sevdirilmişti. Kadınlar
suretlerin en kâmilinin meydana gelmesi için edilgenlik ve infial mahallidir;
söz konusu suret, kendisinden daha kâmil suretin bulunmadığı insan suretidir.
Her mahal bu özel kemal karşısında edilgen ve münfail değildir. Bu nedenle
kadınları sevmek, Allah Teâlâ’nın peygamberine ihsan etmiş olduğu nimetlerdendir.
Allah Teâlâ çocukları az olsa bile kadınları ona sevdirmiştir. Dolayısıyla
kastedilen, cinsel ilişkinin kendisidir. Evliliğin maksadı çocuk meydana
getirmek değil -cennetliklerdeki gibihaz almadır. Çocuk meydana getirmek,
cinsel ilişkinin içermiş olduğu şeyi izhara bağlıyken bu ise var etmenin
(tekvin) gerçekleştiği mahalli sevmenin dışındadır. Bakınız! Kur'an’ın anlamını
anlarsan, Hakk yeryüzünü bir döşek yapmış, Âdem’i ondan yaratmış, yeryüzünü
edilgen kılmıştır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ise ‘Çocuk yatağa
aittir’ buyurur ki kastedilen kadının, yani yatağın sahibidir. Adem yeryüzünde
yaratılanlar üzerinde halife yapılmış, bu sayede yatağın sahibi olmuştur. Çünkü
Adem kendisini var edenin suretindedir. Allah Teâlâ ona fiil kuvveti verdiği
gibi infial ve edilgenlik kuvveti vermiş, Âdem hem döşek hem örtü olmuştur. O
halde şükreden ve edilen Hakkın kendisidir.
' : i Şükürde sırlar var, zekiler görür onları
Abduşşekür onları elde eder,
şükrettiğinde
Bu nedenle İlah kulu için isimlendirdi
Arapların dilinde cinsel organı şukr diye
Onun böyle isimlendirilmesinin
nedeni, cinsel ilişkiyle ortaya çıkan hazza ilave bir hazzın ortaya
çıkmasıdır. Bu fazla nimet, dünyada ve ahirette cinsel ilişkiden meydana gelen
bedensel ve ruhanî çocuklardır. Bu meseleyi kitabın ruhların doğumu bahsinde
zikretmiş, uzun bir kasidemizde açıklamıştık. Kasidenin başlığı şöyleydi:
Akabeye karşı
geldim -
Yolculukta yolun ortasındaydı
İlahi mertebeyi öğrenmek için bu
kadar ima ve açıklama yeterlidir. ‘Allah
Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’
ULUV
(ULVİLİK) MERTEBESİ
(el-Alî İlahi İsmi)
Tevazu sahibi ol,
yüce olan İlah
Bizden münezzeh ve
yücedir
Dilersen,‘kimse
yaklaşamaz’de
Sen istediğini söyle, emir O’nun
Benim yegâne bildiğim şey • ' ' •
Hakkın yücelik sahibi
olduğu
Benim nezdimdeki
her iş
Süfli bir kuldan
ibaret, yaklaşamaz
Kıymetini artırma
dostum!
Fiyat artırma borcu
bozar
Bu mertebenin sahibi Abdulalî diye
isimlendirilir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Rahman
arş üstüne istiva etti.’573 Şeyhimiz el-Ureybî bu ayette ‘Arş
üstüne’ kısmında durur, sonra ‘İstiva
etti, göklerde ve yerde ve o ikisinin arasında ve toprağın altında olanlar O’na
aittir’574 derdi.
Yani O’ndan dolayı ortaya çıkmışlardır. Allah Teâlâ’nın dışındaki her şey,
O’nun arşıdır. Allah Teâlâ kendisini bilen akılcı âlimler ile diğer âlimlerin
kalplerinde mertebe ve değer bakımından yüce olarak bulunur. Bu yorumla Allah
Teâlâ’nın yüceliği kayıtsız ve mutlaktır. Geride sadık habere imanın izhar
ettiği mekân yüksekliği kalır. Allah Teâlâ’yı bilenler için bu yüksekliğin
müşahede edilen tecelli suretleri izhar eder. Öyleyse Allah Teâlâ ‘istiva’
nedeniyle her şeyi ihata eder.
Varlıkların en yücesi ve en
azametlisi, varlığı kendisi nedeniyle zorunlu olandır. O’nun varlığı
müstakildir ve müstağnilik O’nun zatî niteliğidir. O kendinden başka hiçbir
şeye muhtaç değildir ve öyle bir varlık el-Alî adını Hakk etmede öncelikli ve
müstahaktır. Varlığı başkasına bağlı olan, el-Alî’nin istiva ettiği yerdir. Bu
mertebeden yücelik yeryüzünde büyüklük taslayan herkesin üzerinde ortaya çıkar.
Misal
olarak Allah Teâlâ’nın hakkında ‘Firavun
yeryüzünde büyüklük tasladı’575 buyurduğu Firavun’u verebiliriz. Allah
Teâlâ bazı insanlarda büyüklüğü iradeye bağlamış, onları kınayarak şöyle
demiştir: ‘Orası ahiret yurdudur, onu yeryüzünde
büyüklük istemeyenlere veririz’576 ‘Ahiret yurdu’ derken bilhassa
cennet kastedilir, cehennem değil! ‘Onu yeryüzünde büyüklük istemeyenlere
veririz.’ İstenilen büyüklüğün gerçekleşip gerçekleşmemesi birdir. Onlar
büyüklüğü istemiş, içlerinde o duygu gerçekleşmiş, geride ‘yeryüzü’ diye ifade
edilen başkalarının nefislerinde gerçekleşmesi kalmıştır. Allah Teâlâ’yı
bilenler yeryüzünde büyüklük taslamak istemezler. Böyle bir büyüklük müktesep,
yani kazanılmış büyüklüktür ve kazanılmış adı verilen bir şey istenilmez. Buna
mukabil onlar, zadarının gerektirdiği şeyi, başka bir ifadeyle bilhassa
varlıklarında muhtaç olduklarını gördükleri kimseyi talep eder, bu nedenle
sadece O’na bakarlar. O’nun zatı hakkında düşünmezler. ‘Allah Teâlâ’nın zatı
hakkında düşünmek’ anlamındaki ‘O'na dair düşünce’ yasaklanmıştır.
Bu mertebenin verdiği yücelik ve
büyüklük, tekebbür değil, mutluluk ve saadettir. Mutluluğu elde etmek üzere bu
mertebenin vermiş olduğu yücelik onların zadarını bilmeleri demektir. Bu sayede
yaratılmışlar, zaman içinde var olanın Allah Teâlâ’ya mahsus ulvilik
mertebesinden aşağıda bulunduğunu öğrenirler. Onların Hakka izafe edilmiş
olmaları kendilerine inayet olarak yeter!
Onlar vasıtasıyla
Yüce oldu
O’nun sebebiyle
süfli oldu yaratıklar
Allah Teâlâ için
kendimizde bulmadım
Dediğimden başka bir misal ,
O bizim üzerimizde bir taç
Biz ayakkabı O’nun
karşısında '
O isimlendirilen bir dolunay
Kendisi hilalin ta
kendisi
İlah zatımı çevirdi
Oluş
değirmenine ağırlığımla
O’na saygı gösteririz O’nun kadri
yüce ve münezzeh
İlah bizde yarattı Yaşlılığımız için
bir imkân
Süflileşmezse yaratıklar Onları
tecellinin mahalli kılar
Ulvileşmek isteyince Onlardan zeval
bulmadık
Zatıma ve Rabbime yeminle Harem ve
helal oldum
Benim varlığıma değiİ, Rabbime yemin
olsun Zayıflığı mekâna çevirdi
Bizi haz ile suladı Tatlı bir suyla
İçerken ayıktım Bir bozukluk
bulmadım
Sarhoşluğum nedeniyle Nefsimde hayal
oldum
Onda kendimden başkası yoktu Bunun
için nimetleri var etti
Beni gören beni görmez Hidayet
dalalete döndü
Gizlice uzaklaştık İntikali isteyen
kimse için
İntikal eden görmedim Nefsimde bir
sıkıntı
Evet görmedim bir sıkıntı
■
Bu sözü söylediğimde ben
Ardından susma gerçekleşmedi
Konuşurken ve başkalaşırken
Bu nedenle Allah Teâlâ hakkında hayrete düştüm Bunun için
vebali tattım
Doğuya batıya gittim Kuzeye ve
güneye
Sonra bir bulut inşa ettik Onun ihsanlarından ağırlıkça
Sonra çağrıldık ve bulduk
Varlığımızda bir yol
Mümkünler için gerçekleşen yegâne
üstünlük ve şeref, Allah Teâlâ’ya izafe edilmeleriyle ortaya çıkmıştır. Bizim
için böyle bir teşrif, olabilecek en büyük ve en üstün teşriftir. İnsanın
üstünlüğü onun kulluğudur. Çünkü kullukta kendisi ve efendisi bulunur.
Efendinin elbisesini giyen kimse yalan elbise giymiş demektir; elbisenin hiçbir
kısmı ona ait olmadığı gibi zatı da onu kabul edemez. Kul da başkası bilmese
veya başkası onun kendi üzerindeki üstünlüğünü kabul etse bile, içinden bu
durumu bilir. Bu üstünlük her açıdan değil, sadece bir açıdan olabilir, çünkü
kim olduğunu da bilir. Hakkın dışındaki her şeyin hüviyeti, malumdur, meçhul
değildir! Mertebenin (mekanet) anlamı olmasaydı, hiçbir yaratılmış başkasının
üstünlüğünü bilemezdi. Bu nedenle kimse başkasının gözünde zatı gereği
yüceltilmez. Bunun bir istisnası, zâtı gereği sevenin gözünde değerli ve yüce
olan sevilendir (mahbub). Bu nedenle sevgisinde sadık insan sevgiliden meydana
gelen her işi kabulle ve rızayla karşılar. Bununla birlikte her âşık gerçek
âşık değildir: Sevgide bir amaç taşımak, bütün gücün sevgiliye yönlendirildiği
(ve artık sevende bir gücün kalmadığı) dürüst sevgide doğru bir davranış değildir.
Amaç ancak kendisinin âşık ve sevgilisinin de kendisinden başkası olduğunu
düşünebilecek bir fazlanın kendisinde kaldığı kimsede olabilir.
Allah Teâlâ kendisini tenezzül etmek
özelliğiyle nitelemiş, tenezzül ulvilik nispetinin ta kendisi olmuştur. İnsan
‘Allah Teâlâ arş üzere istiva etti,S77 ayetini dikkate alsaydı, o da yeterli
olur, ayrıca tenezzülün zikredilmesine gerek kalmazdı. Âlemdeki her parça
O’nun arşıdır, çünkü her parça O’nun mülküdür. Allah Teâlâ adına ulvilik ancak
yakın semaya tenezzül etmek özelliğiyle gerçekleşmiştir. Bu durum Allah Teâlâ
adına mekânın yüksekliğini ortaya çıkartmışken Arş üzerine istiva etmek mekanet
yüceliğini ve değer üstünlüğünü ortaya çıkartmıştır. İstiva etmek nedeniyle Allah
Teâlâ ‘Gökte ve yerde ilahtır’578, ‘Olduğunuz
her yerde sizinle beraberdir.’579 Tenezzül etmesiyle de sınır ve
miktar ortaya çıkmıştır. Hakkın tenezzülüyle tecelli ettiği her sureti, kime
tecelli ve tenezzül ettiğini öğrendik. Hamd O’na aittir. Yani övgünün neticesi
sonrasında Allah Teâlâ’ya döner. Bu tenezzülle ilgilidir. ‘İlkinde de hamd O'na
aittir.’ Bu da istivayla ilgilidir. Böylece O’nun ulviliği genelleşmiş,
yakınlığı tahakkuk etmiştir. Tövbe edenlere ve mağfiret dileyenlere ne mutlu!
Keşke insanlar Allah Teâlâ’nın bu konudaki sözünü dinlemiş olsalardı! Evet,
arifler O’nu dinler, huzur ehli ise habere inanarak O’nu duyarlar. İki sınıfın
dışındakiler, O’nu duymaz. Allah Teâlâ bize Hz. Musa ile konuşmuş olduğunu
bildirmiştir ki, bu ilahi nefhaya ve esintiye koşalım! Belki o mertebeden bir
esinti ve rüzgâr üzerimize ulaşır. İnsanlar bu haberi Allah Teâlâ’nın Hz. Musa
ile onu övmek amacıyla konuştuğu anlamında yorumlamışlardır. Evet! O bir
övgüdür. Fakat Allah Teâlâ yaratılmışlarından herhangi birisini bir nitelikle
överse, övgüde bir uyarı bulunur. Bu uyarı aynı niteliğin bulunmadığı kişiyi
imkân ölçüşünce onu elde etmek üzere çalışmaya teşvik eder: Kapı açık,
cömertlikte ise cimrilik yok! Geride sadece talep eden yönünden ortaya çıkan
acizlik kalır. Ayette ‘Bana dua edene icabet ederim’ der. Burada ‘men’ edatı
belirsiz kullanılmıştır ki herkesi kapsar. Binaenaleyh acizlik ancak bizden
ortaya çıkar. Burada hayret vardır: Biz Allah Teâlâ’ya ancak O’nun bize
muvaffakiyet vermesiyle dua edebiliriz. Bizi muvaffak kılması ise O’nun ihsanının
ve cömertliğinin tezahürüdür. Üzerinde bulunduğumuz istidatla o ihsanı kabul
eder, O’na dua etmek üzere hazır Hakk geliriz. Dua ettiğimiz hususta Allah
Teâlâ’nın bize icabeti de kendisine kalmıştır ve maslahatımızı bizden daha iyi
bilir. Allah Teâlâ cahilin bilgisizliğine bakarak ona kendi durumuna göre
davranmaz. Bir insan dua ederse, Hakk ona icabet eder: Maslahat geciktirmeyi
gerektirmişse icabet gecikir. Böyle bir durumda mümin O’nun mertebesini
suçlamaz. Maslahat hızla icabeti gerektirirse, cevap da hızlanır. Maslahat,
hakkında dua edilen şeyde icabeti gerektirirse Allah Teâlâ o şeyi -ister
geciksin ister gecikmesinverir. Maslahat insanın istediğini başka bir şeye
çevirmeyi gerektirirse, Allah Teâlâ başka bir şey verir. Öyleyse Allah Teâlâ
mümine bir karşılık verirken, onun hayrının bulunduğu karşılığı verir.
Binaenaleyh O’nun mertebesini suçlamaktan uzak durmalısın! Aksi halde
cahillerden olursun. Zaten Levh-i mahfuz, Yüce Kalem ile yüce meleklerin
bilgisi sana verilmiş olsaydı, yine cahillerden olurdun.
Allah Teâlâ’nın kulları arasından
yüce (âlûn) olanlara gelirsek, Allah Teâlâ Adem’e secde etmekten imtina eden
İblis’i kınamak üzere şöyle der: ‘Kibirlendin
mi? Yoksa yücelerden mi oldun?’580 Onlar Allah Teâlâ’nın celalinde
kendilerinden geçen ruhlardır. Allah Teâlâ onları herhangi bir yaratılmışa
görünmeyecekleri şekilde ulvi kılmış, onlar kendisine zatı gereği ibadet eden
seçilmiş kullardır. Allah Teâlâ onlara sürekli tecelli ederken onlar bu tecellide
bulundukları durumdan habersiz kendilerinden geçerler. Onların yüceliği el-Alî
ismiyle bizim aramızdadır. Onlar Hakkın üstünlüğünü müşahede etmezler. Çünkü
O’nun üstünlüğünü ve yüceliğini ancak kendini müşahede eden müşahede edebilir.
Onlar, kendilerinden habersizdir ve bu nedenle O’nun ulviliğinden ve
mertebesinden daha çok habersizdirler. Ulvilik bir nispettir, en ulvi olan ise
(hakkında) ‘Rabbinin adını tespih et’581 demlendir. Bu nitelik, ulvilik iddia
edenin niteliğidir ve burada ulviliği kastetmiştir. İddia kaybolunca, en ulvi
değil, ulvi olarak kalır.
‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru yola ulaştırır.’
İLAHİ
KİBRİYA MERTEBESİ
(el-Kebir İlahi İsmi)
Kadri büyüktür, benzeri yok
Nefislerde ve akıllarda büyük '
Nefislerde kabul özelliği var
Zatını bende kabul imkânı yok ,
Bu mertebenin
sahibi Abdulkebir diye isimlendirilir ve kibriya kulun kendisidir. Çünkü
kibriya (büyüklük) Hakkın örtüsüdür ve O’nun örtüsü senden başkası değildir. Hakk
seninle giyinir, sen O’nun suretisin. Örtü de kendisini örtünenin suretidir.
Bu nedenle Allah Teâlâ sana seninle tecelli etmiştir. Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem ‘Kendini bilen Rabbini bilir’ buyurur. Örtüyü bilen örtüneni
de bilir. Örtüyü bilmek örtüneni bilmeye bağlı değildir. Burada alimlerde bir
takım mühim karıştırmalar ortaya çıkar. Onlar Hakkın kendisini bildirmedeki
muradının ne olduğunu fark edememişlerdir. Allah Teâlâ kendisini bizim
bildiğimiz ve tam olarak anladığımız özelliklerle nitelemiştir. Bu itibarla Allah
Teâlâ anlayayım diye benim dilimle bana hitap eder. Allah Teâlâ bizi başta
kendisine yönlendirmiş olsaydı, O’nu bilemezdik. Allah Teâlâ büyüklüğünü
bildiğimiz örtü anlamında kullanmıştır ve buradan kibriyanın mahiyetini
öğrendik. Allah Teâlâ’nın peygamberi ise kıyamette -ki o gün büyük gündürAdn
cennetindeki müşahede Kesîb’inde gerçekleşecek büyük ziyarette Hakkın
tecellisinden söz etmiştir. Allah Teâlâ kullarına kibriya örtüsü yüzünün üzerindeyken
tecelli edecektir. Bir şeyin yüzü, onun zatı demektir. Demek ki Allah Teâlâ
seninle zatı arasmda perde çekmiş, göz kendisine ulaşamamış, ‘Beni
göremeyeceksin’ ifadesi doğrulanmış, Mutezile haklı çıkmıştır. Gözler ancak
örtüye ulaşabilir ki o da kibriya demektir. Allah Teâlâ sana bizimle tecelli
eder. Demek ki görmek de bize ulaşır ve bizimle ilgilidir. Biz Allah Teâlâ’nın
zatı üzerinde (bulunan örtü anlamındaki) kibriyanın kendisiyiz. Allah Teâlâ
‘Beni kulumun kalbi sığdırdı’ der. İnsan-ı kâmil ile karşılaştığında Hakkı
görürsün, insan ise başkalaşmaz ve örtü örtünene dönmez. Başka bir ifadeyle
örtü örtüsü olduğu şeyin kendisi olmaz, elKebir’in anlamı budur.
Allah Teâlâ zatı gereği el-Kebir iken
kibriya (büyüklük) biziz. Aramızdan O’nunla tartışanı parçalar. O’riun ile
tartışmak bilgisizliktir. Biz hüviyeti bakımından Hakkı görmedik. Biz O’nu
kendimize göre görürüz. Dolayısıyla kendimizden başkasını görmedik. Bu nedenle
dünya ve ahirette sürekli olduğumuz gibi O’nun yüzü (vechi) üzerindeki kibriya
da sürekli olarak bulunur. Bizim muhtaçlığımız, horluğumuz ve vakarımız budur.
Allah Teâlâ’nın
büyük bir günü var, mümin kuşkuya kapılmaz o günden
Bizde hüküm
sahibidir O, el-Müheymin adıyla hüküm verir ,
Allah Teâlâ Hz. Muhammed sallallâhü
aleyhi ve sellem’e ve bütün peygamberlere bize şöyle demelerini emretmiştir: ‘Büyük
bir günün azabının size gelmesinden korkuyorum.’582
Bizim hakkımızdaki korku bizden olabilir, çünkü bize gelecek olan, kendi
amellerimizdir. Demek ki büyük gün biziz! ‘Hepiniz
Allah Teâlâ’ya döneceksiniz.’583 Yani o günün dönüşü
O’nadır. Allah Teâlâ günü kibriya özelliğiyle nitelemiştir. Bir şey kendi
kendiyle veya sahip olduğu bir şey hakkında tartışmaz. Demek ki, kim
büyüklüğünde Hakk ile tartışırsa, kendisiyle tartışmıştır. O’nun azabı ise
kendini bilmemektir. Buradan ihatanın bize ait olduğunu anlarız. Bize ait olan
ihata, O’nun suretinden elde ettiğimizdir, çünkü örtü örtüleni kuşatır ye
ihata eder.
Hakkın zahiri halk N
.
Halkın bâtını Hakk
Başka bir şiirde şunu söyledik:
Kibriya makamını
elde edince
Hakk için bir kap
oluruz biz
Başkasını görmedi bizi görünce r
O’nun karşısında kibriya
biziz
Hakkın yüzündeki kibriya ve perde
biziz. Perde perdeleneni gördüğüne göre Allah Teâlâ kendisini kalbimizde
sığdırdığımız gibi O’nu görebileceğimizi ortaya koymuştur. Bu durumda Eş’ari
doğru söylerken Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Rabbinizi
göreceksiniz’ ifadesiyle ayette geçen ‘Beni göremeyeceksin’ ifadesi de
doğrulanır. Binaenaleyh Mutezile doğru söylediği gibi ‘Beni göremeyeceksin’ de
doğrudur. Örtünün bir zahiri bir bâtını vardır. Örtü bâtınıyla O’nu görürken
‘Rabbinizi göreçeksiniz’ ifadesi doğrulanır ve görmeyi kabul edenler doğru
söylemiş olur. Buna mukabil örtünün dışı ve zahiri O’nu görmez. Bu durumda ise
Mutezile doğru söylemiş olur ve ‘Beni göremeyeceksin’ ifadesi de doğrulanır.
Örtü ise tek bir şeydir. Üstünlük ise âlemdeki her şeye karşı bu insan
yaratılışına ait olmuştur. Çünkü insanın dışındaki bütün âlem insandan ayrı ve
farklıdır. Âlem ancak örtü demek olan insanı görebilir. Örtü de zahiri
bakımından kendisini gören âlemi görür. Bunun yanı sıra örtünün zahiri ve dışı,
âlem olması bakımından Hakkı görür. Bu görme örtünün bâtınının O’nu görmesinden
farklıdır. Âlem belirli bir yönle sınırlanmadığı için ihata özelliğine
sahiptir. Binaenaleyh Hakk bütünüyle yüz olduğu gibi örtü bütünüyle yüzdür. Hakk
âlem cihetinden kula zuhur ederken kendisi nedeniyle âlemde sureti olmaması ve
kendisiyle. âlem arasında örtünün bulunması bakımından bâtındır. Hakkın
âlemdeki suretinin bir bâtını vardır ki bu, örtünün kendisiyle kendisini bilen Hakk
arasında perde olmasından kaynaklanır. Hakk zatı gereği âlemden bâtın kalırken
buna mukabil zahiri için olsa bile örtünün bâtınından bâtın kalmaz. İnsan-ı
kâmil âlemde bulunuşu bakımından zahirde ve örtü olması bakımından da bâtında
Hakkı müşahede eder. Böylece insan-ı kâmilin görüşü değişir, hâlbuki göz aynı
gözdür. Bu nedenle bazı insanlar kıyamette Hakkı inkâr edecekken kâmil insan
O’nu inkâr etmez. Her insan kemale sahip olmadığı gibi O’nu ancak hayvan-insan
inkâr edebilir. Hayvan-insan âlemin bir parçasıdır. Allah Teâlâ ona kendi alametine
göre tecelli edip göründüğünde O’nu bilir. Çünkü hayvan-insan Hakkı aiıcak
sınırlıyken tanıyabilir. Bu itibarla imam hallerinde cemaate tabiyken cemaat
fiillerinde ve bazı sözlerinde imama tabidir. Kibriya olmasaydı, el-Kebir
bilinmezdi.
Kuşkusuz Hakk
kendiliğinde apaçık ,
tki göze sahip olan için kibriya
ortaya çıkmış
Varlık O, başkası yok
Sabah vaktidir, ardından akşam gelir
Benim işaretim olunca kendisinin
başlangıcı Onun peşinden gelen ise sonu
Bahçede onu
neşelendiren gedikler ortaya çıkar .
Cömertçe verdiği ikramlarla birlikte
Bahçeden meydana gelen onun
çukurları .
Bulutlar işe onun perdesi
Yağmurlar ise onun nikâhı İçecekten
olan onun kabı
Dökülürken kabilde bize göründü
Çocuk edinmesi ve baba olması ;
1Allah
Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırırAllah
Teâlâ her yerde bize ye ter, ne güzel vekildir O!
HIFZ
(KORUMA) MERTEBESİ
(el-Hafîz İlahi İsmi)
Hafiz koruduğunu bilen
O’ndan başkası sadece lafızda bu adı
alır
Bunu söyleyen ebedilikte O’na
kavuşur Kitabın aynı ve koruyucularla
Bir şahıs onun adını telaffuz ederse
görür Lafzının ortaya çıkışına göre
Bu mertebenin sahibi Abdulhafîz diye
isimlendirilir. Allah Teâlâ ‘O
ikisini korumak kendisine ağır gelmez’584 ve ‘Ben
sizinle beraberim, görürüm ve duyarım’585 der. Burada Hz. Musa ve Harun’a hitap
etmektedir. Nuh’un gemisi hakkında ‘Gözlerimizin
önünde akar’586 diyerek
gemiyi koruyacağına işaret eder; korunan O’na gizli kalmaz. İnsanların bir
kısmını koruyan (ilahi) hıfzdır. Mesela insan arzusuyla baş başa kalmak
isterken Allah Teâlâ’nın koruması onu engeller, arzusuyla arasına girer. ‘Allah
Teâlâ’nın gördüğünü bilmez mi?587 Allah Teâlâ’ya asi olup arzusuna
uyan kişi ancak açıktan asi olabilir. Fakat onun öncesinde kalbi körelir, iki
bakış bir yerde toplanmaz. Toplanmış olsaydı, bütün âlem yanardı. Çünkü Hakkın
görmesiyle kulun görmesi bir araya gelirse, kul hemen yanar ve tükenir.
Bilindiği üzere Allah Teâlâ anı idrak eder. Hakk anda değildir. Fakat kulun
gözü onunla bir araya gelmemiştir, iki öncül ile onların arasındaki netice
öğrenilir. İki gözün bir araya gelmesiyle yanma gerçekleşir. Âlem, iki gözün
âlemi görmek üzere bir araya gelmesiyle korunmuştur. Bu nedenle Allah Teâlâ
tecelli ettiğinde zatı üzerinde kibriya örtüsünün bulunmasıyla kendini
nitelemiştir. O örtü hiçbir zaman kalkmaz. Allah Teâlâ’yı gözlerimizle
gördüğümüzde O’nun bizi görmediği bir yönden görürüz. Allah Teâlâ da kendisini
görmediğimiz bir yönden bizi görür. O bizi kullar olarak görürken biz O’nu ilah
olarak görürüz. Biz O’nu kendisiyle O da bizi bizimle görür. O bizi kendisiyle
görse de biz O’nu onunla göremeyiz. Böyle bir görme, genelin görmesidir.
Seçkinler ise Hakkı Hakk vasıtasıyla
görürlerken Hakk da onları kendileriyle görür. Allah Teâlâ onların varlıklarını
koruyandır ve bu sayede onlara fayda verir. O da ‘ta
ki bilelim’588
ayetinde ifade edildiği gibi aşağısında bulunanlardan fayda temin eder. Bu
durumda Allah Teâlâ, koruyan ve korunandır. Demek ki koruma bütün âleme
yayılmış bir durumdur. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘Sizin üzerinizde
koruyucular vardır’589 ve ‘İrzlarını
koruyan erkek ve kadınlar’590 demiş ve genel ifade kullanmıştır.
Başka bir ayette şöyle der: ‘Allah
Teâlâ’nın sınırlarını koruyanlar...’591 Onların sınırları âlemdeki her
gözdür. Başka bir ifadeyle herhangi bir şeyi koruyucu olması itibarıyla
âlemdeki her göz O’nun gözüdür ve bu nedenle Allah Teâlâ kendisini ‘gözler’
sahibi diye niteleyerek ‘Gözlerimizin önünde akar’592 buyurmuştur. Gemiyi yöneten ve
yönlendiren, onu korur. Bu bakımdan geminin ön tarafı onu korurken ayak sahibi
de onu korur. Gemide yöneticilik özelliğine sahip herkes gemiyi korur, daha
doğrusu kendisine tahsis edilmiş tedbir işini korur. Bununla birlikte Allah
Teâlâ geminin O’nun gözleri önünde yüzdüğünü bildirmiş, hâlbuki onlardan
başkası yoktur. Onlar gemiyi korumak üzere Allah Teâlâ’nın vekil bıdıklarıdır.
Binaenaleyh Hakk koruma fiilinde ve çoğulun talep ettiği her işte
yaratılmışların toplamıdır. Bu makam Arapçada bedelü’liştimal diye ifade
edilir. Mesela ‘cariyenin güzelliği beni memnun etti’ denilir ve kapsamlılık
anlatılır. Veya ‘Zeyd'in bilgisi beni memnun etti’ denilir. Burada bilgi
Zeyd’in yerini almışken, güzellik cariyenin yerini almıştır. Bu yerini alma bir
şeyin başkasını kapsaması tarzındadır. Bu bağlamda bir şeyin başkasının yerini
aldığı bedel türü de vardır. Her ikisi de aynı şeye aittir. Araplar ‘kardeşin
Zeyd'i gördüm’ derler. Zeyd senin kardeşindir. Aynı durum ‘Ben onun duyması ve
görmesi olurum’ hadisinde belirtilir. Ayette ‘Sen atmadın
attığında, fakat Allah Teâlâ attı’593 denilir.
Bu ifade de bir şeyin ötekinin bedeli olması misaline uygundur. Bununla
birlikte burada parçanın bütünün yerini alması yorumu da muhtemeldir. Bu tarz
bedele misal olarak ‘Ekmeğin üçte birini yedim’ dersin.
ilahi mertebe hakkında bedel türleri
arasmda en yaygın ve gerçek bedel türü, karıştırma (galat) bedelidir. Bütün
insanlar bu bedel halinde bulunurlar. Bunun neticesinde kendileri olduklarını
zannederlerken gerçekte onlar kendileri değildir. Buna mukabil kendileri
olmadıklarını zannettikleri şey de kendileridir. Bu nedenle fasih konuşmada
karıştırma bedeli bulunmaz. Misal olarak ‘Aslan bir adam gördüm’ ifadesini
verebiliriz. Burada aslanı gördüm demek istemiş, karıştırmış ve şöyle
demişsindir: ‘Bir adam gördüm.’ Sonra karıştırdığını hatırlayarak ‘Aslan’
demiş, adamın yerine aslan kelimesini getirmişsindir. Arifin örfe ve şeriata
göre övülen her işi, O’na izafe etmesi gerekirken örfe ve şeriata göre kınanan
işleri izafe etmemesi gerekir. Bununla birlikte bazı ifadelerde hepsi birden
O’na izafe edilerek ‘De ki hepsi Allah Teâlâ katmdandır’594 denilir. ‘Hepsi’ genellikle ihata ve
kapsamlılık bildirir. Aynı anlamda ‘O ikisine
günah ve takvayı ilham
etti’595 der. Keşif ve delil, övünen ve kınanan her şeyi Allah
Teâlâ’ya izafe eder, çünkü kınama fiille ilgilidir ve fiil -başkasına değilO’na
aittir. Arif karıştırma bedeli içindedir, çünkü aklı sözüyle çelişir. Bu
itibarla kınanmış işler hakkmdaki sözü kendisine ait değildir. Diliyle
kendisine ait olmayan görüşü söylerken inancında ve kalbinde kendisine ait
olanı söyler. Onun karıştırdığını bilmeyen ise söylediğine veya inancına karşı
samimi davranır.
Demek ki koruyucu Allah Teâlâ’dır. O
koruyucuların bedelidir. Korumak ise mutlaka görmeyi gerektirirken görmek
korumayı gerektirmez. Koruma için şu ifadelen kullanabilirsin:
Her koruyanın bir
koruyucusu var
Her kapıda bir
rahmet ve öfke yar
Yumuşak bir kul ol
duada
Allah Teâlâ’ya
zarifçe dua et, kaba olma
Varlığı korunmuş
olan ile
Koruyucu yokken
koruyan arasında ne kadar fark var!
Rabbin ‘Her şey
üzerinde koruyucudur.’596 Demek ki her şey korunmuştur. Bu
itibarla Allah Teâlâ eşya vasıtasıyla bilinirken eşya kendisini bilenlere göre Allah
Teâlâ hakkmdaki bilgiyi korur. Bilgi Allah Teâlâ’nın niteliğidir ve onu Allah
Teâlâ’ya veren malumdur. Malum hakkmdaki bilgiyi koruyan iken bilgi adını
ortadan kaldıran da kendisidir. Başka bir ifadeyle bilgi adı malumun
hareketiyle hareket eder. Allah Teâlâ kendisince bilinmesi bakımından
bilgisini koruyandır.
Hakkın koruması
belli
Halkın koruması
malum
Kimse karşı çıkmaz
buna
içeri girmek mevhum
Çünkü bilinenler kendilerini bilen
adma onlar hakkmdaki bilgisini muhafaza ederler. Gerçekte Allah Teâlâ’dan başka
bilen yoktur. Allah Teâlâ varlığı kendisine nispeti korurken âleniin varlığını
muhafaza etmiş olur. Burada ‘bilinenler’ dedik, çünkü Allah Teâlâ kendisi tarafından
bilinen iken yaratılmışlar Allah Teâlâ’ya bilinir. Hakk ise yaratılmışlar
tarafından bilinmez. Allah Teâlâ’nın neyi koruduğunu, halkın neyi koruduğunu
öğrendik! Daha fazla açıklama yapmak isteyip ‘Bilen bilineni korur’ desem, bu
ifade itiraza açıktır. Daha doğrusu bu açıklama vehimdir. Metbunun işine tâbi
olan kişi maluma ve bilgiye tâbidir.
Bu meseleyi iyi düşünmelisin! Bu
bilgi eşyayı menzillerine yerleştirmen, onların sınırlarını koruman husüsunda Allah
Teâlâ’dan sana dönük bir ihsandır. Böyle yaparak koruyucu olursun. ‘Allah
Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’597
Koruyuculuğu hıfza kattık. Bunun
nedeni Hakk’ın kendisini kitabında ve peygamberinin dilinde bu özellikle
nitelemiş olmasıdır. Korumanın Hakkın varlığında bir hükmü olunta, intikam ve
af onu izale etmek üzere yarışır. Onun ortadan kalktığına inanmaktan endişe
etsek de sadece izafesi ortadan kalkar. Bu durumda onun mahalli cehennem olur.
Orası Allah Teâlâ’nın sürekli olan gazabıdır. Allah Teâlâ’nın gazabı kendi
iddiasınca sürekli intikam alır. Hâlbuki orada bulunanın neyi hissettiğini fark
etmez. Aynı şey cehennemdeki yılanlar, akrepler, çıyanlar için geçerlidir.
Onlar Allah Teâlâ’nın gazabının gereği olarak orada bulunanları sokar ve
ısırırlar; hâlbuki akrebin soktuğu insanın neyi hissettiği hakkında bilgiye
sahip değillerdir. Başka bir ifadeyle rahmet akrebin sokmasını içerdiğinde
kişi neyi hisseder bilemezler. Bu durumda rahmet uyuzun kaşınmadan aldığı haz
gibi bir haz verir. Bir alede onu kaşırsın, o ise bu kaşıma nedeniyle haz
alır. Allah Teâlâ onun cezasını artırdıkça lezzeti de kadanır. Öyle ki,
hissetmiş olduğu haz nedeniyle eliyle kendi derisini kaşımak ister. Bu esnada
kan akmaya devam eder. Cehennem ilahi gazabın yeri, taşıyıcısı ve onunla
nitelenen yerdir. Aynı hüküm orada bulunan gazabın dağıtıcıları ve gazaba maruz
kalanlar için geçerlidir. Kimse onların nefislerinde bulunan hakkında bilgi
sahibi değildir. Bu durum onlarda hadlerin uygulanmasından sonra gerçekleşir.
Acıları hissetmek derilerin olgunlaşması esnasında gerçekleşir. Deriler
olgunlaşınca azabın tadı değişir. Nitekim dünya hayatında da farklı günahlar
nedeniyle insanların halleri değişmiş, başkalaşmıştır. Öte yandan dünya
hayatında sürekli yeni yaratılışta bulundukları gibi orada acıyı hissedecek özel
bir derileri vardır, insanlar bu yenilenme hakkında kuşkuya kapılır.
Belirlenmiş muhalefet zamanı sona erince, derinin olgunlaşması biter. Günahın
cezasının bitişiyle birlikte başka bir günahın cezası takdir edilmişse,
olgunlaşma başka bir deriyle yer değiştirir ve azap hissedilir. Nitekim günah
işleyerek de lezzet tadılmıştı. İki günah arasında insan güzel ahlaka uygun bir
iş yaparsa, iki olgunlaşma arasında istirahat eder.
Bu hususta cehennemde azap çekerken
insanlar derece derecedir: Kim günahları birbirine ekleyip kötü davranışları
peş peşe işlerse, azap kendisinden hiçbir zaman kesilmez. Ömür belirli bir
süreye ulaştığında günahlar kesilirken, cezalar o vakte kadar devam eder.
Ardından her şeyi kuşatan rahmet onları çepeçevre sarar. Cehennem bunu fark etmediği
gibi cehennem içerisinde bulunan -azap melekleri değilkararlı hayvanlar da onu
fark etmez. Cehennemin halleri bulunduğu hal üzere kalırlar. Rahmet de o
surette kendi hükmüyle onlar için nimet meydana getirir, çünkü rahmet hükmü
sürekli geçerli olan otorite demektir.
İlahi koruma -ki mertebelerin
korunmasıdırhakkında dikkat çektiğimiz hususları anlamalısın! Rabbin her şey
üzerindeki koruyucudur.
‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru yola ulaştırır. ’
. / . BESİNLERİ BELİRLEME
MERTEBESİ
el-Mukit İlahi
İsmi
Bütün besinleri takdir etmiş olan
Kulu için şeriat gönderen el-Mukit
O bütün vakitleri takdir edendir
Onları yaratmış, meydana getirmiş, rızık kılmış
Abdulmukit,
Abdurrezzak’ın ikiz kardeşidir; çünkü rızık, rızıklananın besinidir ve artmayan
ve eksilmeyen özel bir miktara sahiptir. Başka bir ifadeyle cennetlerde türlü
şehvederde, dünyada da acı ve şehveti uzaklaştırmada belirli bir ölçüsü vardır.
Dünya karışık işlerin ve şeylerin yaratıldığı bir karışım yeridir. Bu
mertebeden varlıkta suretinin kendisiyle bilfiil var olduğu her şeyin besini
ortaya çıkar. Besinlerin vakitlerinin ve ölçülerinin belirlendiği mertebe bu
mertebedir Allah Teâlâ yeryüzünün yaratılışı hakkında ‘Orada
besinler takdir etti’598 der. Yani besinlerin vakiderini ve
ölçülerini verdi. Söz konusu besinler, gökteki vahyin ta kendisidir. Başka bir
ifadeyle yeryüzündeki besin, gökteki emrin benzeriyken yeryüzünde besinin
takdiri gökteki vahyin benzeri, hatta aynıdır. Allah Teâlâ göğe emrini
vahyetmiştir; vahiy oradaki besinleri belirlemek demektir. Yeryüzünde de
besinleri belirlemiş ve takdir etmiştir.
Göğün burçlarının kuvveti var '
Allah Teâlâ ölülere
onlarla hayat verir .
Yerdeki hikmeti
yürümesi
Bu yürümeyle farklı
türleri birleştirir
İlah onu bizim için var etti .
Seyir ile vakitlerini
belirledi
• f. •
Vakti onun için
gıda oldu
Yeryüzünde
besinleri takdir etti
Takdir etmek işini kendisine
vahyetmektir. Mahallin ve suretlerin değişmesiyle isimler de değişmiştir. Gök
ve yer derken ulvi ve süfli âlem kastedilir. Varlıkta ulvi ve süfli kısımlar
vardır. Bu itibarla Allah Teâlâ’nın isimlerinden birisi el-Alî ile
Refiu’d-derecat’tır (dereceleri yükselten) . isimlerin emri ve besinleri,
mümkünlerde eserlerinin ortaya çıkmasıdır. Bu bakımdan ilahi isimlerin
varlıkları, eserleri vasıtasıyla öğrenilirken eserleri var olduğu sürece onlar
da var olur. İsmin besini kendi eseri demek iken onun belirlenmesi herhangi bir
mümkünde hükmünün süresini belirlemektir.
Bu mertebeden ‘Her şeyin
hâzineleri bizim hatımızdadır, onu belli
bir ölçüyle indiririz’599 ayeti nazil olmuştur. Hazineler Allah
Teâlâ’nın katında ulvi ve süfli olarak bulunur. Ert ulvi olanı Kürsü’dür ve
kürsü Allah Teâlâ’nın bilgisi, O’nun bilgisi ise zatı demektir. Hâzinelerin en
düşüğü, insan düşüncesinin saklamış olduğu fikirlerdir. İki hazine arasında
duyulur ve akledilir hazineler bulunur. Onların hepsi Allah Teâlâ’nın
katandadır, çünkü O varlığın kendisidir. Bu mertebe hakikatleri, nispetleri,
hâdisliği ve kadimliği birleştiren mertebedir. Bunun yanı sıra
yaratılan-yaratan, takdir edilen-kadir (güç yetiren), mülk-sahip bu mertebede
birleşir. Her biri öteki için emir ve besindir. Bu bağlamda Hakkın gökteki emri
yüksekliği iken yeryüzündeki emri yakınlığı ve tenezzülüdür. Ben yeryüzündenim,
demek ki bu hitapla muhatap olanız, bizden başkası o hitabın muhatabı değildir.
Bu nedenle Kur’an nazil olmuştur. Yükselme yukarıya doğru olduğu gibi inzal ve
inme de yukarıdan aşağı doğrudur.
Aşağıdan yukarıya doğru miraçlar
Yukarıdan aşağıya doğru nüzul var
Hepsi bize gelen
vahiyde bildirilmiş Her ne dersen dediğine bak -
Oluşta illet ve malul (sebep ve
sebepli) bulunduğuna göre, ulvi ve süfli besinlerin hastalıkları izale etmek
üzere kullanılan ilaçlar olduğunu anladık. Bu itibarla muhtaç olmaktan başka
bir hastalık yoktur. Bu nedenle göklerde ve yeryüzünde bulunan herkes Rahman’a
kul olarak gelirken gök ve yer O’na itaat edici olarak gelirler. Her kul
efendiye muhtaçtır. Kavmin hizmetçisi maslahadarını yerine getirdiği için kavmin
efendisiyken kul/köle bu adı koruyabilmek için efendisine hizmet edendir.
Efendi de efendilik adını muhafaza edebilmek için kölelerinin maslahatlarını
yerine getirir. Sahip adı kalkmış olsaydı, kendisi var olsa bile, sahiplik
niteliği, dolayısıyla hükmü ortadan kalkar, varlığı geride kalsa bile hükmünden
soyutlanmış olarak kalırdı. Eşyadaki fayda hükümlerine bağlıdır, varlıklarına
değil! Onların hükümleri varlıklarına bağlıdır. Binaenaleyh eşyanın varlıkları
hükümlerine muhtaç olduğu kadar hükümleri de onların ve kendilerinde hüküm
verdikleri şeylerin varlıklarına bağlıdır. Demek ki sadece hüküm ve varlık
vardır! Muhtaç olan ve muhtaç olunan vardır. ‘Bütün iş Allah Teâlâ’ya aittir.5
O her nefsin kazanmış olduğunu bilir. Burada kapsamlılık bildiren bir edat olan
‘bütün’ kelimesi zikredilmiş, her nefs kastedilmiş, herhangi bir şey terk
edilmemiştir. Dünyada bu bilginin kendisinden gizlenmiş olduğu kâfir, ahirette
işin ve sonucun kime ait olduğunu görecektir. Orada perde gözlerden kalkar ve
cahil gerçeği öğrenirken dünya hayatında gerçeği öğrenmiş kişi ondan üstün olur.
Onlar müjdelenenlerdir. Herhangi bir şeyi hakkıyla öğrenen kimse için bilgi
onun öğrenişine göre ortaya çıkar.
Besini takdir eden takdir etmiş
Besin yaratıkların haline mahsus değil
Onun hükmü yaygın, hepimizi kuşatır
Kendini de kuşatmış; bak, ne göreceksin
Her besin O’nun varlığında Bıkmadan
devam eder
Binaenaleyh besine gıda olan besin,
onun kullanılmasıdır. Demek Ki onu kullanan, onun gıdasıdır. Çünkü besin
kendisiyle beslenildiğinde besin olma vasfı kazanır. Senin besininin kim
olduğunu, kendinin de kimin besini olduğunu bilmelisin. Bu konuyu bilen
âlimlerden birisi olan Sehl b. Abdullah et-Tüsterî’ye gıdanın ne olduğu
sorulmuş, o da ‘Allah Teâlâ'tır’ demiş. ‘Biz gıdanın ne olduğunu sorduk’
dediklerinde, üzerindeki halin etkisiyle yine ‘Allah Teâlâ’ diye cevap vermiş;
çünkü haller sufilerin dilleridir ve zevkleridir. Sehl soru sorana halinin
gerektirdiği bilgiyi verince adam şöyle demiş: ‘Sehl! Sana bedenlerin ve
cisimlerin besinlerinden soruyorum.’ Bu kez Sehl onun maksadını anlamadığını
fark etmiş, cevapta birinciden farklı bir tarza dönerek soranın anlayışına
göre cevap vermiş, adamın onun halini bilmediği gibi kendisinin de onun halini
anlamadığını fark etmiş ve şöyle demiş: ‘Niçin bedenle ilgileniyorsun ki? Yurdu
sahibine bırak, dilerse mamur kılar, dilerse tahrip eder!’ Sehl ilk cevabından
vazgeçmemiş, sadece onu başka bir şekilde ifade etmiştir. Bir yerin mamur
olması oranın sakinleriyle gerçekleşir. Demek ki gıda ve besin Allah Teâlâ’dır.
Sehl ilk cevabmda bunu belirtmiş, adam ise nastan zahirî anlama geçmesi
nedeniyle ikinci cevapla tatmin olmuştu. Ariflerin cevaplarının çoğu böyledir:
Halde iken naslara göre cevap verirlerken makamda iken zahire göre cevap verirler.
Demek ki onlar vakitlerine göre hareket ederler.
Bu mertebenin değerini göstermek için
bu kadar açıklama yeterlidir. ‘Allah
Teâlâ hakkı söyler ve doğru
yola ulaştırır.’
İKTİFA
MERTEBESİ
(el-Hasîb
İlahi İsmi)
el-Hasîb bize ait olanı bilir O’na
ait olanı da, hepsi hesaba bağlı
Söylediğimi anlayıp tasdik ederseniz
Varlıklarda ve insanda
Ben gerçeği söyledim ve O’ndan bildirdim Ihsan edenden
başka beni konuşturan yok
Bu mertebenin sahibi Abdulhasîb diye
isimlendirilir. İsimleri yedi sıfatla tasnif edenler onu bilgi sıfatına
katmışlardır. Bu mertebenin medlulü kapsamında işin tek olduğu zikredilmiştir.
Misal olarak ‘Onları uyanık zannedersin’600 ayetini verebiliriz. İkincisi ‘Allah
Teâlâ’ya tevekkül eden kişiye Allah Teâlâ yeter’601 ayetidir. Yani o kişi için kifayet
gerçekleşir ve O’ndan başkasına muhtaç kalmaz. Keşif gerçekleştiğinde, perdeli
insan herkesin O’na muhtaç olduğunu görür, fakat Allah Teâlâ yaratıklarını
perdeleyen sebeplerin suretlerinde tecelli ettiği için bu gerçeği bilmez. Bununla
birlikte onlar sadece Allah Teâlâ’yı müşahede ederler ve bu nedenle kendilerine
gelirler diye Allah Teâlâ onların dikkatini çekmiştir: Allah Teâlâ doğru
sözlüdür: ‘Ey insanlar! Siz Allah Teâlâ’ya
muhtaçsınız.'602 Allah
Teâlâ onların kendisine muhtaç olduklarını bilir ve bu ifadenin anlamını ancak
Kur'an’ı anlamada Allah Teâlâ’nın idrak gözünü açtığı kişi bilebilir. Böyle
biri Kur'an’ın doğru ve gerçek kitap olduğunu bilir. ‘Bâtıl
önünden veya ardından ona giremez. Hakim ve Hamid’in indirdiği kitaptır.’603 Hakkın kelamını ancak Hakk
vasıtasıyla duyan anlayabilir. Çünkü:
Öyle bir sözdür ki
kulak dayanamaz
Öyle bir söz ki
bizde bir izi yok
Onu duyarız harf-harf okuruz
Seslerine aşina değiliz
Allah Teâlâ’nın sözü, kadim ve her
şeye yayılan ilahi sözdür. Onu duyan onu söyler, duymayan gerçekte O’nu
duymamış ve O’nunla konuşmamıştır. Perdeli ise bu durumu haber yoluyla
bilebilir. Misal olarak ‘Onu komşu edin ki Allah Teâlâ’nın
kelamını duysun’604 ayetini
verebiliriz. Başka bir misal ise namaz kılanın ‘Allah Teâlâ kendine hamd edeni
duydu’ sözüdür. Namaz kılan herkes -ister cemaat ister imam olsunşöyle der:
‘SemiAllah Teâlâu li men hamideh (Allah Teâlâ kendine hamd edeni duydu).’ Burada
icma vardır. Hâlbuki bu cümleyi söyleyen herkes onu söyleyenin Allah Teâlâ
olduğunu bilmez. Bu hadisi duymuşsa söyleyebilir. Böyle biri perdelidir. Keşf
ve vecd ehli ise habere muhtaç değildir. Onlar, dinleyenin ve söyleyenin kim
olduğunu bilirler. Onlar O’nun deryasında boğulmuş; ölmeyi, yaşamayı veya
dirilmeyi beklemeyenlerdir.
Ben dalgalarla
boğuşurum
Belki sabit bir yer bulurum diye . '
Onu bilmek nedir
ki?
Bu dalgaların
coşkusu arasında
Kılıcın varlığını
görmüyorum
Delilleri bir yana
bırak
Ey mertebe! Telef
olmuş onda
Nefisler ve deliller silinmiş .
Genç kişi kimdir
Bulunmaz bir inci
Üzerinde bir şey yok
Dışarıdan aktarılmış olan
) .
Onun kerih gördüğü herkes
Kurtulmuş ve dışarı çıkmış
Ondan kurtulan kişi kim?
Onda ölen ve gömülen kişi
Sakındığın her şey delildir öyleyse
korkma çünkü o
İkinci derecede senin nefsindir
Allah Teâlâ ‘zannetmeyin,605, ‘onlar
zannetmesin’606 gibi
ifadeleri sıkça kullanmış, Kur’an-ı Kerim’de burada zikretmemize imkân
olmayacak ölçüde birtakım hususları müteaddit kez’zikretmiştir. ‘Sen zannetme
ki’607 veya ‘zanneder
ki,60S gibi ayetler her zikredildiğinde,
anlayan kişi için bu ayetlerde bir yeterlilik anlamı vardır ve o ayetleri bu
mertebeden ancak âlimler anlayabilir. Nefes alıp verenin nefesleri hesap
edilir, çünkü onlar belirli bir süreye ulaşacak nefeslerdir ve böyle olmaları
gerekir. Fakat nefes olmaları bakımından değil, belirli bir süreye varmaları
yönüyle sınırlanmışlardır. Bu mertebe bilgi ve cehalet arasındaki mertebedir.
Bu mertebe tahmin, sezgi ve bilginin yerini tutamayacak zan mertebesidir. Bu
nedenle fOnlar
fitne olmayacağını hesap etmişlerdir’609 denilir. Hâlbuki fitne gerçekleşmiş,
onların hesapları tutmamıştır. Başka bir grup hakkında ‘Onlar
iyi iş yaptıklarını zanneder’610 der. Hâlbuki onlar iyi iş
yapmamışlardır. Onların zan, sezgi ve hesapları gerçekte delil olmadıkları
halde delil suretinde görünen kuşkulardan ibarettir. Akıllı insan onların
sınırında durur fakat onlardan herhangi birisiyle hüküm vermez. Bu delillerin
iki uçla ilgili kuşkuları vardır. Müteşabih ayeder bu mertebeden nazil
olmuştur. Allah Teâlâ bize o ayedere dalmayı yasaklamış, o ayetlere uymayı
‘kalp eğriliği’ olarak nitelendirmiştir. Kalp eğriliği iki yönden birine
yönelmektir O iki yönden birisine göre tevil ettiğinde, hiç kuşkusuz, ayeti
muhkem Hakk getirmiş olursun; hâlbuki müteşabihtir. Böyle yapmakla ayeti
hakikatinin dışına çıkartmış olursun. Bir şeyi hakikatinin dışına taşıyan, hiç
kuşkusuz,
Allah Teâlâ’nın yaratılışını verdiği
bir şeye hakkını vermemiştir. Bu bağlamda insan her Hakk sahibine hakkını
vermekle memurdur.
Bu mertebeden sayılarda sayıların
varlığı ortaya çıkar. Sayı sayılanda bileşik Hakk geldiğinde, dıştaki
varlığında bulunmayan bir hükmünün olduğu tahayyül edilir. Bu mertebe Allah
Teâlâ’ya isimlerin çokluğunu kazandırır. Bu isimler esma-i hüsna’dır ve
şeref-saygınlık içeren isimlerdir. Allah Teâlâ için el-Hasîb denilmiştir.
el-Hasîb saygın bir hasebe, kıymetli nesebe sahip olan demektir. Bir şeyin
kendinden kaynaklanan şerefinden üstün ve kâmil bir nesep yoktur. Bu nedenle Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve selleme ‘Bize Rabbini nitele’ denildiğinde, O’nu kendisi
nedeniyle ve kendisiyle nitelemiş, başkasından kaynaklanan bir nispeti O’ndan
tenzih etmiş, kendisine ihlâs suresi indirilmiştir: ‘Deki,
O Allah Teâlâ tektir, sameddir, doğurmadı, doğrulmadı, O’nun dengi yoktur.’611 Ayet farklı isimleri zikretmiş,
övgünün neticeleri övgü olmak bakımından O’na dönmüştür.
Allah Teâlâ bize esma-i Hüsna, yani
en güze isimlerin sahibi olduğunu açıklamış, onların içinden dilediklerini
zikretmiş, o isimlerle kendisine dua etmeyi emretmiştir. Bununla birlikte
âlemdeki her şeyin ismi gerçekte O’nun ismidir. O halde âlemdeki her isim bu
yönüyle güzel isimdir. Buradan hareketle sufıler ‘Allah Teâlâ’nın bütün
fiilleri güzeldir ve O’ndan başka fail yoktur’ demişlerdir. Aynı şey bütün
âlemin kendileriyle isimlenmiş olduğu adlar için geçerlidir. Özellikle de şu
söz buna işaret eder: ‘İsim müsemmanın kendisidir.’ Daha önce Allah Teâlâ’dan
başka varlık olduğunu açıklamıştık. İsim müsemmadan (isimlendirilen) başka bir
şey değilse, ismin gösterdiği de O’nun varlığı olmalıdır. O halde her durumda
Haktan başkası yoktur ve O’ndan başka isim koyan yoktur. Her şey üstün bir
hasebe, saygıya ve yaygın bir şerefe sahiptir. Ayette Allah Teâlâ’nın iki
adamdan birinin bahçesine bir hüsban (bela) gönderip bahçeyi çöle çevirdiği,
suyunun kaybolduğu zikredilir. Bahçenin toprağa dönmüş olması (tasavvufî
yorumda) ona şeref kazandırmıştır. Onun kuru diye nitelenmiş olması kendisine
derecede üstünlük ve tenzih kazandırmıştır. Bu durum onun toprak yapılmasıyla
ilgilidir. Allah Teâlâ bahçeden kendisinden ağaçları gidermekle muhalefet ve
günah türlerini izale etmiş, ortadan kaldırmıştır. Çünkü bela gökten gelmiş,
yeryüzüyle nitelenene sema ve üstünlük mertebesini kazandırmıştır. Yeryüzü
mertebesi içinde bulunanı gizleyen ve örten yerdir ve bu nedenle cennet diye
isimlendirilmiştir. Öyleyse ondan ortaya çıkan şey göğün varlığıdır. O da
güneşin sıcaklığına varlığı bağlanmış olan yağmurdur. Toprağm süsleri gökten
ortaya çıkar. Gök kendi hüsban’ı ile onu giydirmiş, kendi hüsban’ı ile
yeryüzünü ziynetinden ve süsünden soyutlamıştır. Onun ziynetinin bir parçası da
içermiş olduğu türlü meyveler, ağaçlar ve çiçeklere göre isimlerinin
çokluğudur. Tecrid ve tenzihi ile birlikte ise onların isimleri birleşir,
ziynet ortadan kalktığı için isimler de ortadan kalkar. ‘Yeryüzünde bulunan her
şeyi onun süsü yaptık.’ Bâtınî yorumla yeryüzü halk diye isimlendirilen şeydir.
Onun süsü ile Hakk diye isimlendirilendir. Öyleyse yeryüzü Hakk vasıtasıyla
süslendiği gibi yine O’nun vasıtasıyla münezzeh olmuş ve sayı elbiselerinden
soyutlanmış Ahad’ın niteliğiyle ortaya çıkmıştır. Bütün bunlar iktifa mertebesi
olan bu mertebeden ortaya çıkar. Bu mertebenin ismi el-Hasîb’dir.
‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru
yola ulaştırır’ ve ‘Allah Teâlâ dilediğini doğru yola ulaştırır.’612
CELAL
MERTEBESİ
(el-Celil
İlahi İsmi)
el-Celil en yüce celalin sahibi
Yaygın ve büyük cömertliğin ve
keremin sahibi -
Kulu celaliyle ahlaklanırsa
Bütün yönler
ona döner ve onda yücelir
0
yarışta cemali geçer
gider En yüce makam ve öncelik el-Celil’in
Bütün miraçlarda dolanır En doğru
yol ve kerem O’nun
* Varlığının cemali O’nu izhar eder Yücelir ve en bilinen celal
perdeler O’nu
Bir hakikat ile
bütün hakikatleri ihtiva eder Bildiğini ve bilmediğini ,,
Değerini bilirsen O’na yönel
Kıyamette pişman olmazsın
Ehli iken korkma sakın ondan Yüce
işlerin peşinde git, korunursun
, Sana biat eden o insanlar
Gerçekte
Hakka biat etmişlerdir, bilsinler \
O’nun hakkında
söylediğimiz bilgiyi yayın Gizlemeyin onu, çünkü gizlenmez öyle bir bilgi
Perdenin
ardından bakın O’na .
Anlayışlı
iseniz, elde edin .
Gaybında
O’nun ashabından iseniz '
Nimet sahibiyseniz
nimetlenin o. bilgiyle
Bir köşk bina ettiğinde halifesin
sen Uzak dur, yapı yıkılmaya yüz tutmuş
Yapı O’nun emriyle var olduğunda
Yıkılmaz ve çökmez öyle bir yapı
Bu
mertebenin sahibi Abdülcelil diye isimlendirilir. Allah Teâlâ ‘O gökte
ilah olandır’613 der.
Başka bir ayette ‘Rızkınız göktedir, size vaat
edilenler göktedir’614 buyurur. :
Rızık ve bina hep beraber
yerleştirildi Gediği olmayan göğe
Kulların bir yolu olmalı , Çağrıldıklarında gitmek için oraya
Yaratılmışlara baktığınızda Karmaşık
bir iş içinde bulursunuz onları
Bilgisiz, anlayışsız adeta
sarhoşturlar Ya çıkarken ya da içeri girerken
Celal, nispeti nedeniyle Allah
Teâlâ’nın bir ismi olduğu gibi celal mertebesinden ulûhet ortaya çıkar,
yaratılmış olanlar Allah Teâlâ’yı bilmekten aciz kalır. Bu isimden yeryüzünde
sizin sırrınız öğrenilir. Başka bir ifadeyle bâtınlık nispetinin sizde
bulunması nedeniyle sırrınız ve zahirlik nispetine sahip olmanız nedeniyle
açıkladıklarınız öğrenilir. Bunun nedeni rükünlerin tesir edemeyeceği kadar
üstün ve yüce olmanızdır. Azamet sahibi her şey celal sahibi olduğu kadar
değersiz ve hor olan her şey de celal sahibidir. Demek ki bu isim zıtlardandır.
Ebu Said el-Harraz’a ‘Allah Teâlâ’yı neyle bildin?’ diye sorulduğunda ‘İki
zıttı birleştirmesi özelliğiyle bildim’ demiş, sonra şu ayeti okumuştur: ‘O evveldir,
ahirdir, zahirdir, bâtındır.’615 Yani bir yönden ve bir yönde o
nispetlerin sahibidir.
Konumuza dönersek şöyle deriz:
Varlığını ayakta tutmak ve hayvani hayatını sürdürmek için besin elde etmek
üzere dilencilik yapandan daha değersiz kimse olmadığı gibi horluğun ve
zilletin ölçüsünde de muhtaçlık ortaya çıkar. İsteklerini kendi başına değil,
bir başkasının vasıtasıyla yerine getirebilen birinden muhtaç kimse olabilir
mi? Kabiliyetler olmasaydı el-Kadir’in ihtişamı ve şanı ortaya çıkmayacaktı.
Kulun açlığı olmasaydı, Efendi kul hakkında iddia sahibi olmayacaktı. Kulun
varlığı olmasaydı, açlığın hükmü olmayacaktı. Efendi ancak kulla
gerçekleşebilecek bir hükümle (efendilik gibi) görünmek istediğinde, kulun -ki
o zelildirvarlığının bulunması kaçınılmazdır. Ona muhtaç olan ise hüküm
itibarıyla daha muhtaç ve o isme daha önceliklidir. Demek ki varlık bu isimle
kemale ermiştir. Her şeyin üzerinde veya onun adına olan bir hüküm vardır. O
halde ister üzerinde ister kendisinden dolayı olsun, hüküm adına muhtaçlık
ortaya çıkmıştır. Bir şey üzerinde veya onun adına ancak o şeyin kendisi hüküm
vermiş, herhangi bir şey dışarıdan gelmemiştir. O halde sadece o şeyin kendisi
vardır. O hüküm veren, hakkında veya kendisi için hüküm verilen şey ve
hükümdür. Böylece tek bir şey varken nispetler farklılaşır ve çoğalır. Misal
olarak bir şeyin başka bir şeyin bedeli olmasını verebiliriz: Her ikisi de aynı
varlığa aittir.
el-Celil’in azametine gelirsek, bu
azamet, onun tesirinden ortaya çıkarken değersiz olması tesire konu (müesser
fih) olmasından kaynaklanır. Her şey tesir eden ve edilendir ve böyle olması
kaçınılmazdır, elCelil isminin bir hakikati vardır. Müessir olan azametli tesir
ettiği zelile ‘ey çelil’ diye hitap ederken tesire konu olup tesirin ortaya
çıktığı değersiz şey kendisine ‘ey çelil’ diye hitap eder. Bu hitap iki açıdan
ve bu niteliklerin bulunduğu herkesten, her isimlendirenden, niteleyen ve
tafsil edenden ortaya çıkar. el-Celil ile ‘çelil’ arasındaki bu hitabın en iyi
misali sesin yansımasıdır. Yankılanmada sana ancak söylediğin söz döner. Allah
Teâlâ yankıyı bu makam ve benzerleri için bir misal kılmıştır. Bu itibarla Allah
Teâlâ mahlûkatını sırf yaratmış olmak için değil; O’na misal olmak üzere
yaratmıştır. O yüce ve büyüktür. Bu nedenle Allah Teâlâ âlemi kendi suretinde
yaratmıştır. Bu bakımdan âlem yüce fakat ortaya konulması bakımından değersiz
ve düşüktür. O halde arifin ve marufun (bilinen) olması kaçınılmazdır. Hakk ve
halk olmalıdır ve varlığın kemali her ikisine bağlıdır. Bu sayede varlığın
kemali dünyada tezahür eder. Sonra iş en yetkin ve kâmil tarzda zahirde
görünmek üzere ahirete intikal eder. Nitekim dünya hayatında bâtında genel
olarak ortaya çıkar. Dünyada sadece bâtında genel olan kemal, ahirette zahirde
ve bâtında gerçekleşir. Bu nedenle ahirette bedenlerin diriltilmesi ve ortaya
çıkmaları gerekirken her İlcisinde tekvin hükmünün icrası gerekir. Dünyada
genel olarak bir şeye ‘ol’ denilir, o şey tasavvur ve tahayyülde meydana gelir.
Çünkü dünya hayatı tekvini zahirde tam olarak uygulamaya imkân vermeyecek
kadar eksik mizaçlıdır. Ahirette var etmek istediğin aynı şeye ‘ol’ dersin, o
şey dışta var olur. Dünyada ise Allah Teâlâ’nın
ol emriyle birlikte sebepler vesilesiyle
varlıklar meydana gelir. Demek ki ahiret, ol sözünün iki mertebeyi, yani hayal
ve duyu mertebelerini içermesi nedeniyle, dünyadan daha kâmildir.
Birinciye ait olan sır Ötekine ait
olan açıklık
Kim her ikisine iman ederse Emir
onun için ortaya çıkar
Bu mertebenin dışında, kendisinden
bir varlıkta iki zıddın meydana geldiği başka ilahi bir mertebe yoktur ve bu
nedenle iyisiyle kötüsüyle bütün isimleri içeren kuşatıcı ve genel mertebedir.
Celal vechin (Hakkın yüzü, zatı) niteliklerindendir ve dolayısıyla sürekli var
olan bir şeydir. Bu itibarla celal, dünyada olan her şeyin tereddütsüz bir
şekilde ahirette bulunacağının en güçlü delilidir. ‘Dünyada olan’ derken, yemek,
içmek, yenilen ve içilen şeyi mizaçlara göre dönüştürmek ve başkalaştırmak
olan doğal cisimlerdir; cennettekilerin yedikleri ise tere dönüşür ve terler
onların üzerinden miskten daha güzel kokuyla dökülür. ‘Rabbinin
vechi (yüzü) bakidir. O celal ve ikram sahibidir.’616
Birisi çıkıp ‘Beka O'nun adına hangi
nispetle sabit olabilir’ derse, Allah Teâlâ ‘Celal ve ikram sahibi’dir der ve
yüzün niteliğini yükseltmiş olur. Rabbin niteliğini düşürmüş olsa, yine celal
ile düşerdi. Böylece celal niteliği iki zıddın sahibidir. Hakkın yüzü de iki
zıt niteliğin sahibi olarak baki kalmış, fani olmamıştır. Yeryüzündeki şeyler
cevherdeki intikalle gerçekleşen fenaya maruz kaldığı gibi surette meydana
gelen yokluk fenasına maruz kalır. Böylece baki cevherde, aynı suret değil,
onun benzeri ortaya çıkar. Baki cevher, ahiret yaratılışının üzerinde
gerçekleşeceği kuyruk sokumudur (acbu’z-zeneb). Bu durumda celal ile nitelenen
yüzün hükmü baki kalırken bulunduğu her yerde ismi onu takip eder. O halde beka
isimlendirilene ait olduğu gibi isme aittir.
‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru yola ulaştırır.’
KEREM
MERTEBESİ
(el-Kerîm
İlahi İsmi)
Kerîm istenildiğinde veren Görürsün
ki o da istenilene muhtaç
Yaratılışının zilletinden uzaklaşmaz Sevdiğine kavuşsa bile
Hiçbir yaratılmışı istisna etmem
İstenildiğinde veren el-Ğani müstesna
Bunun nedeni alışık olunan edep
Çünkü o. el-Mani, fakat cimri değil
Münezzehtir de yaratıkların bilgisi
kuşatamaz O’nu Hiçbir yaratılmış ulaşamaz O’na
O menzilleri kalbimde bulunan zat
Yerleşirse ona, intikal ederken görürüm
İhata etiği şey eksiltmez kendisini Allah
Teâlâ’nın ayı kemale erdi denilmesi başka
Kur’an’ın
ayetlerinde sırlar var
Zamaniarı ve ezelleri sona
erdirir 1
Bu mertebenin sahibi Abdulkerîm diye
isimlendirilir. Bu isim elCeliPe tâbi ve onun gereğidir. Allah Teâlâ şöyle der:
‘Celal ve ikram sahibi Rabbininyüzü bakidir.’’617 Başka bir ayette ‘Celal
ve ikram sahibi Rabbinin adı münezzehtir’618 denilir. Bu isme tâbi olmasının
nedeni, celalin anlamıdır. Celal iki zıddı ifade ettiği için ikram da iki
tarzda zikredilmiştir. Dinleyici celali azamet anlamında kabul ettiğinde
azamet sahibine ulaşmak hakkındaki umudu kesilir. Bunun nedeni kendisinde
görmüş olduğu zillet, horluk ve azamet makamının gerektirdiği özelliklerden
uzaklıktır. Allah Teâlâ ise bu vehminden onu uzaklaştırarak ‘ilcram sahibidir’
demiştir. Başka bir ifadeyle Allah Teâlâ azamet sahibi olsa bile yaratıklarına
kerem eder, cömertliğiyle ve keremiyle azametinden tenezzül ederek onlara
bakar. Umutsuz insan ikram ifadesini duyduğunda, Allah Teâlâ’ya karşı saygısı
ve tazimi öncekinden büyük olur. Hakkın kendisini nitelemiş olduğu birinci
azamet kulda kırıklık ve zilletten ortaya çıkmıştı; Allah Teâlâ tenezzülle
kullarına ikramda bulunucu olarak kendini niteleyince, yaratılmışın nefsinde
şu bilgi ortaya çıkar: Allah Teâlâ’nın ona böyle bir inayette bulunmuş olması,
yaratılmışın celal sahibinin nefsinde değerinin olduğunu gösterir. O da
kendisini saygın ve değerli görür ve neticesinde de Allah Teâlâ’ya tazimi
artar. Başka bir ifadeyle Allah Teâlâ azametine rağmen kuluna inayet gösterdiği
gibi kul Hakkın mertebesini tercih ederek O’nu daha yüceltir, Hakk ise ikramı
nedeniyle kulda birinciden daha saygın ve daha azametli olarak bulunur. Celali
bu anlamda alıp onu azamet anlamında yorumlamak budur.
Dinleyici celali azametin zıddına
yorumladığında, içinde yine bir umutsuzluk ortaya çıkar. İnsan değersiz ve
hakir iken onun gibi birisine istinat etmiştir. Böyleyken yükseklik ona kimden
ve nereden gelecek? Onun istinat ettiği kimse yüce ve değerlidir. Bu durumda
celal niteliği şöyle dile gelir: ‘Allah Teâlâ kerem sahibidir. O'nun kerem
sahibi olmasının delili, sana varlığını ihsan etmesidir. Hâlbuki daha önce var
olan veya zikredilen bir şey değildin. O'nun keremi olmasaydı, yoklukta
kalacaktın. Demek ki Allah Teâlâ’nın sana olan keremi, varlık ihsan etmesidir.
Allah Teâlâ’nın varlık vermekle ortaya çıkan keremi, maksadarını gerçekleştirmekten
ibaret olan varlığından sonraki kereminden daha değerli ve üstündür.’ Bunun
üzerine bu isim hakkında düşünüp de onu azametin zıddı bir anlamda yorumlayan
kişi gerçeğin farkına varır ve şöyle der: ‘Doğru! Bana varlığı ikram eden ve
benimle mutlak kötülük arasına -ki yoklukturgiren kişinin beni Mutlu kılacak
işi yaratmaya kadir olduğunda tereddüt yok.’ Her ne yapacaksa yapsın, onu kendi
haline bırak! Maksadımız Allah Teâlâ’nın irade ettiği her şeyi yaratmaya güç
yetirebildiğim açıklamaktır. Allah Teâlâ için bunu sağlayan şey Hkram,6i9 ifadesidir. Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellemin üzüme kerem
denilmesini yasaklamasının ve bu isim hakkındaki gayretinin ne kadar sırlı
olduğuna bakınız! Sonra şöyle demiştir: ‘Kerem müminin kalbidir. Müminin
kalbine bakarsan, Hakkı orada bulursun. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Mümin kulumun
kalbi beni sığdırdı.’
Hakk müminin bâtınıdır ve o zahirin
kalbidir. Hakk Kerîm’dir, çünkü kalp kerem demektir ve aynı zamanda kalp
keremin mahallidir.
Kerîm ismi edilgen ve fail anlamını
birden veren feîl kipindedir. Allah Teâlâ vermesi nedeniyle kerîm iken bu
ismiyle vermiş, cömertlik etmiş, hibe ve ihsanlarıyla nimet vermiştir. Aynı
zamanda Allah Teâlâ ikrama mazhar olandır. Bu durum borç isteme talebiyle
ortaya çıkar ve kul, kulları kendine ibadet etsinler diye O’nun emriyle Rabbine
borç verir. Çünkü Allah Teâlâ kullarını kendisine ibadet etsinler diye
yaratmış, onlar adına irade belirlemiş, onlar için kendilerini yaratılış gayelerini
teşkil eden kulluktan uzaklaştıran ihtiyar ve irade yaratmıştır. Bunu bildiği
için de her şey suretinde zuhur etmiş, bu durumu kullarına bildirmiş ve şöyle
demiştir: ‘Nereye dönerseniz, Allah Teâlâ’nın
yüzü oradadır.’620 Her
yaratılmışın belirli bir yere dönmesi kaçınılmazdır ve Allah Teâlâ kulun
döndüğü şeyde/yerde bulunur. Başka bir ifadeyle Hakk, kula ‘kendisine döndüğün
yerde benim yüzüm vardır’ diyerek belirtmiş, onlar da kendisine dönerken Hakka
karşı ‘kerem’ göstermek özelliğiyle nitelensinler diye bunu yüzünün her yerde
olduğunu söylemiştir. Çünkü kullar Allah Teâlâ’nın bildirmesiyle bu gerçeği
öğrenmemiş olsalardı, eşyaya karşı üstünlük duygusu veren ihtiyar ve
iradeleriyle birlikte, yaratılış gayelerinin dışına çıktıklarını
zannederlerdi. Yaratılış gayesi, O’na ibadet ederek kendisine kerem
göstermektir. Onlar yaratılış gayelerine aykırı davrandıklarında, içlerinde
bir güçlük bulurlar. Allah Teâlâ bu güçlüğü keremi ve inayetiyle izale ederek
şöyle buyurur: ‘Her nereye dönerseniz, Allah Teâlâ’nın
yüzü oradadır.’621 Her
nereye dönerlerse Allah Teâlâ’nın yüzünün orada bulunduğunu bildikleri için,
iradelerinde serbestçe hareket edebilmiş, yaratılış gayeleri hakkındaki bilgiye
uygun davranmışlardır. Daha önce arzularına uyduklarını zannediyorlarken şimdi
arzularında bile O’nun yüzünün bulunduğunu öğrenmiş oldular. Bu nedenle bütün
isimleri kendinde toplayan kapsayıcı isim olan ‘Allah Teâlâ’ zikredilmiştir: ‘Her
nereye dönerseniz Allah Teâlâ’nın yüzü oradadır.’622 Bulunulan mekân hakikatiyle Allah
Teâlâ’nın isimlerinden belirli bir ismi belirlerken ‘Allah Teâlâ’ ismi farklı
ilahi isimlerden kaynaklanan farklı hükümlerle tüm yönleri ihata
özelliğindedir. Farklı isimleri ise tek hakikat kendinde toplar. Binaenaleyh Allah
Teâlâ’nın kullarının ibadetinden ortaya çıkan keremi kabulü, O’nun kereminin
bir tezahürüdür ve böylece onların verdiklerini borç ve sadaka olarak kabul
eder.
Allah Teâlâ kendisini acıkmak,
susamak ve hasta olmakla nitelemiştir. Bu sayede yaratılmışın suretinde O’na
ikram edilebilir. Buna mukabil Hakk kulluk ederken, yedirirken ve içirirken o
yaratılmışın yöneldiği yüzdür (veçhtir). İhtiyaca karşılık keremde bulunmak,
ihtiyaç olmaksızın keremde bulunmaktan daha büyük ve değerlidir. İhtiyaca
karşılık ihsan eden kerem, zorunlu olarak, şükür meydana getirirken şükür de
verilenin arttırılmasını sağlar. İhtiyaç olmaksızın yapılan ikram ise ikrama
mazhar olanda, üzerinde bulunduğu durumu izhar eder; bazen onu düşüncesinden
bir iyilik olarak kabul eder, bazen onu reddedebilir. Bu nedenle Allah Teâlâ
kerem talep ederken kullarına ihtiyaç özelliğiyle tenezzül etmiş, verdikleri
şeylere ihsan olarak baktığını bildirmiştir. Allah Teâlâ’nın kullarına böyle
tenezzülü, kullarına dönük müjdedir. ‘Dünya
hayatında onlar için müjde vardır’623 ayetinde bu husus belirtilir. Allah
Teâlâ’nın kullarına tenezzülü de müjdenin kapsamındadır. Böylece el-Kerîm ismi
kerem mertebesinden ortaya çıkar ve O’nun keremiyle O’na ikram edersin.
. , 1 '
‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru yola ulaştırır.'’
MURAKABE
MERTEBESİ
(er-Rakîb
İlahi İsmi)
Murakabe her yerde ve zamanda
zorunlu Bu sayede varlıklar ve olgular korunur
Bazen yönlendiren bir zattadır O’nun emriyle her şey meydana gelir
er-Rakîb’e hiçbir şey gizli kalmaz İster kolay ister çetin olsun
Bu mertebenin sahibi Abdurrakîb diye
isimlendirilir. Mertebeler arasında bu isim kadar, Allah Teâlâ’nın zatıyla
bizimle beraberliğine dikkat çeken başka bir mertebe yoktur. Bu beraberliği ‘Her
nerede olursanız, O sizinle beraberdir’624 ayetinde ifade etmiştir. Bu mertebe
er-Rakîb isminin mertebesidir. Kelime bir şeyin boynundan tutmak anlamındaki rukba’dan
türetilmiştir. Boynundan tutulunca bütün nitelikleri ve nispet edilen her şey
ardından gelir; hâlbuki niteliğe sahip olmak böyle değildir. Bir şeyin
niteliğine sahip olduğunda, bütün sıfadarına sahip olman gerekmez. Mevsufa,
yani nitelenene sahip olursan, zorunlu olarak bütün niteliklere sahipsin, çünkü
niteliklerden müstakil olarak söz edilmez, mevsufu talep ederler ve onu da
senin yanında bulurlar. Bu durumda sen de ona sahip olursun. Bu itibarla Hakkın
senin sahibin olması, hakikatinin gereğiyle, malumdur. Senin Hakkın sahibi
olman da ‘Her nereye dönerseniz, Allah
Teâlâ’nın yüzü oradadır’625 ayetinde belirtilir. Bir şeyin yüzü,
onun zatı ve hakikatidir. Rakîb ise her şey üzerinde fail bir işim olduğu kadar
aynı zamanda gözetilendir, çünkü Allah Teâlâ her şeye görünendir. O kulu
hareket ve duruşlarında murakabe ederken kul kalbinde veya düşüncesinde,
hareketlerinde veya dışındaki âlemdeki hareketlerde veya eserlerinde Hakkı
müşahede eder. Bu mertebenin sahibi her zaman Allah Teâlâ hakkındaki bilgide
artış görür. Yani mertebe sahibinin O’nun hakkındaki bilgisi sürekli artar ve
çoğalır. Önce zatı bilir, ardından sıfadarın bilgisi gelir, sonra niteliklerin,
isimlerin, nispet ve hükümlerin bilgileri gelir. Bu nedenle bir ihata ve
kapsayıcılık kaçınılmazdır ve bu sayede murakabe mümkün olabilir.
Murakabe gerçekleşen hadiselerden
sakınarak istifade ve korumayı iktiza eder. Bu hususta bilgi ‘ta
ki bilelim’626
ayetiyle ifade edilir. Allah Teâlâ insanı sınadığında, onu murakabe eder ve
sınamış olduğu işteki fiilini görür. Allah Teâlâ onu sebepsiz yere değil,
iddiası nedeniyle sınamıştır. Ayette ‘Ben sizin Rabbiniz
değil miyim diye sorduğunda, onlar evet dediler’627 denilir. Onlar bir iddiada bulunmuş,
Allah Teâlâ da iddiadaki doğruluklarını görmek üzere onları sınamıştır. Allah
Teâlâ onları kendilerine karşı şahit tutarken merhamet etmiştir. Onları
bellerinden çıkartmış, Rableri olduğu hususunda onlardan ikrar almış, fakat
birliğine şahit kılmamıştır. Üzerlerinde hükmü bulunanın sahipliğini kabul
etmeleri nedeniyle
Allah Teâlâ onlar adına bir genişlik
yaratmıştır. Başka bir ifadeyle Allah Teâlâ kulları arasından kınanan veya
övünen tarzlarıyla şirke düşeceklerin bulunduğunu bilir. Kınanmayan ve
kötülenmeyen şirk kulların çoğunluğunun kabul ettiği üzere sebepleri fail
kabul etmektir. Bununla birlikte onlar sebeplerin Allah Teâlâ tarafından
konulmuş olduğunu kabul eder, buna inanırlar. Kınanmış şirk, Allah Teâlâ
karşısında bir veya daha çok ilah kabul edenlerin şirkidir. Müşriklerden birisi
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e ‘İlahları
bir ilah mı yapacak’628 demiş, ardından ‘böyle
bir davranış tuhaf bir iş’629 diye eklemiştir.
Bizce son ifade, Allah Teâlâ’nın sözü iken ‘İlahları
bir ilah mı yapacak’630 ifadesi müşrikin sözünün
aktarılmasıdır. Yani müşrik ya lafız veya mana olarak böyle demiş, Allah Teâlâ
onların sözlerine karşılık ‘şaşılacak bir iş’631 buyurmuştur. Onlar bir ilahı
ilahlara çevirmişlerdir; hâlbuki İlah’m özelliği birliktir ve bu sayede her
şeyden farklılaşır. Binaenaleyh İlah farklılaştığı özellikle çoğalmaz. Bu
yorumla Allah Teâlâ’nın kendilerinden aktardığı ‘Onlara
bizi Allah Teâlâ’ya daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ederiz’632 ayeti İlah’m tekliğine işaret eder.
Böylece ‘Allah Teâlâ’ ismini ortaklığa konu olmaktan korumuş ve sakınmıştır.
Onlar taptıkları pudarın kendilerinin ortaya koyduğu ilahlar olduğunu bilirler
ve bu nedenle ‘Yonttuğunuz şeylere ibadet edersiniz’633 ayetinde Allah Teâlâ onları kınamıştır.
İlah önceden ve sonradan yaratma ve emrin ait olduğu kimsedir.
Allah Teâlâ’nın bu şahitlikte
insanlara dönük lütfuna gelirsek, bu lütuf, (bellerinden çıkartılmaları
anlamındaki) kabz ile ortaya çıkar. Kabz kahrı gerektirir. Başka bir ifadeyle
onlar Allah Teâlâ’nın birliğini ancak kahırla ve zorla ikrar etmiş, içerinden
müşrikler zorla ikrar etmiş, kabz hükmünün dışına çıktıklarını
zannettiklerinde de gerçeği olduğu hal üzere bilmedikleri için şirke
düşmüşlerdir. Bu konu kendilerine söylendiğinde ise üzerinde bulunmuş
oldukları kabz haliyle delil getirmeye kalkmışlar, bu iddialarında mazur
kalmışlardır. Başka bir ifadeyle onlar Rabbi ancak cebir yoluyla ikrar ve
itiraf etmişlerdir, iradeleriyle değil! Eşyada hüküm hallere aittir. Kim halini
murakabe ederse, nereden sudur ettiğini öğrenir. Bu murakabe sahibi ya şeriat
terazisinin elinde bulunduğu birisidir veya müşahede gözüyle murakabe
etmektedir. Kişi iman ehlinden ise iman gözüyle görür. Veya müşahede ehli ise
müşahede gözüyle bakar. İki gözden birisine sahip olmayan âmâdır. Elinde
terazi bulunan Hakkı gördüğü gibi terazinin O’nun elinde bulunup onunla
alçalttığını ve yükselttiğini görür. Sonra Rabbine uyar, O’nun izinden gider.
Kişinin sahip olduğu yegâne terazi, onun için belirlenen şeriattır ve imanla
birlikte aklın terazisine iltifat etmez. Böyle bir insan Rabbinin katından
gelen halleri o teraziye göre ölçer, alçaltır, yükseltir, eksileni
fazlalaştırır, fazla geleni eksiltir, Allah Teâlâ’nın kullarından adaletle
alır, ihsanla verir. Terazi elinde olduğu sürece murakabesinde masum kalan bu
insanın er-Rakîb isminin mazharı olduğu anlaşılır, çünkü efendisinin emriyle bu
nitelikle nitelenmiştir. Kulların en mutlusu efendisi onu murakabe ederken O’nu
murakabe edendir. O kul Hakkı O’nun kulu murakabe ettiği gibi murakabe eder,
kendisinden gördüğü her işte Hakk ile beraber olur. Murakabeyi elde eden kişi,
dilediği gibi tasarrufta bulunur ve Allah Teâlâ bulunduğu her yerde onunla
beraberdir.
İş böyledir, ibret
al . Sırrı muhafaza et ve sakla
İş bu şekilde '
. ,
Söylediğin hakkında iyi düşün
Kul şeriatla sınırlanmış olsa bile,
şeriat, elindeki terazinin bazen kınadığı ve bazen övdüğü geniş bir tasarruf
alanı tanıyabilir. Murakabe eden Hakk, kınanan ve övülen yerlerde kuluyla
beraberdir. Murakabe eden kul olunca, Hakkı tenzih ve takdis edilmiş olarak
yaratıklardan mücerret iken görmez. Çünkü öyle bir durumda murakabe mümkün
değildir. Buna mukabil kulun O’nu fiiller mertebesinde halk içinde görmesi
gerekir ve bu durumda murakabe eden olabilir. Öyle bir kul, Hakk
yaratıklarından kimle bulunursa, onunladır. Çünkü O’nu yaratıklarında müşahede
eder, yaratılmışta ortaya çıkan eserlere ve onların gereğine bakar, onu
konulmuş teraziyle tartar, Hakkın terazisinin verdiği bilgiyle tartar,
tartılanda hükmün hangi ilahi isme ait olduğunu görür, o isme yönelir. Başka
bir ifadeyle murakabe edenin üzerinde hükümran olan ilahi isimlerden birine
yönelir. O isim kişinin gayesine uygun ve mizacına yatkın olmayan ve de
şeriatın beğenmediği bir işi gerektirirse, Allah Teâlâ’dan hükmün
kaldırılmasını talep eder; hükmün kal-
dınlması tövbe veya mağfiretle
gerçekleşir. Gayesine uygun ise muvaffak kılmasını talep eder, melamiliği
kabul edenlerden ise en doğru ve tabiat için en iyiyi talep eder. Her durumda
insan bulunduğu Hakk ve vakte göre talep eder.
Boyundan tutan her şeye sahip Her
şeye sahip olan parçayı elde eder
Murakabe edenin idraki genel Sırlar
ortaya çıkmış
Murakabe eden her durumda Hakk
Dilerse kabul gerçekleşir
er-Rakîb Hakkı gözüyle murakabe eden
O Hakkın benzeri ve mislidir
Halkın hükümleri var, iyi incelersen
İade ve yenilenme onlardan ortaya çıkar
Hakta ortaya çıkar Yaratılmışa izafe
edilen şey
Benim delilim suretlerin yenilenmesi 1
Söylediklerimde şaka ve alay yok
İCABET
MERTEBESİ
(el-Mucîb İlahi
İsmi)
İcabet etmelisin, İlah seni
çağırdığında O’nun davetini duy, davet ettiğinde
Sırrı muhafaza et, ey dostum!
Emre uymayanlardan
olma sakın .
Bir şahıs hakkında seni davet ederse
.
Seni davet ettiği işe kabulle karşılık ver ve dinle
Harîs olarak gelenler gibi olma
Bir şey elde etse hemen yitirir onu
Kim yanındaki işleri zayi ederse
Kötü bir iş yapmış demektir
Bu mertebenin sahibi Abdulmucîb diye
isimlendirilirken mertebe infial (edilgenlik) mertebesi diye isimlendirilir. Bu
mertebenin sahibi her zaman münfail, yani edilgendir. Bu durum kategoriler
arasında infial (edilgenlik) diye ifade edilirken bu hüküm akla göre sabit olmayıp
şeriata göre sabittir; dolayısıyla ancak iman niteliği ve nuruyla kabul
edilebilir. İman nuru onu izhar eder, iman gözüyle idrak edilir. Allah Teâlâ
şöyle der: ‘Kullarım beni sana sorduklarında,
onlara yakınım.’634 Yani
onlara sizden daha yakınım. İnfial kategorisinden daha yakın bir şey de yoktur.
Yaratılmış zatı gereği münfail (edilgen) iken Hakk münfailin münfailidir. Allah
Teâlâ isteğe karşılık veren ve duaya icabet edendir. ‘Dua
edenin davetine icabet ederim.’635 Demek ki dua icabetin sebebidir. ‘Bana
dua ettiğinizde; o halde bana karşılık veriniz.’ Yani
kendilerini davet ettiğimde bana icabet etsinler. Allah Teâlâ onları şeriatın
diliyle çağırdığına göre onları ancak kendileri vasıtasıyla çağırmıştır. Allah
Teâlâ peygamberiyle suretlenir ve şöyle der: ‘Peygambere
itaat eden Allah Teâlâ’ya itaat etmiştir.’636 Allah Teâlâ’dan gelen, peygamberin
vasıtasıyla gelmiş, yaratılmışlar ise gelen olarak peygamberi görmüşlerdir.
Peygamberin zahiri halk iken bâtını Hakk’tır. Allah Teâlâ biat hakkında ‘Sana
biat edenler Allah Teâlâ’ya biat etmiştir’637 buyurur. Âlemde her şey fail ve
münfail, yani etken ve edilgendir. ‘Allah
Teâlâ sizi ve amellerinizi yarattı’638 ayetinde belirtildiği üzere, fail Hakk’tır.
Yaratılmış olan da faildir. Bu da ‘Amel
edenlerin ecri ne güzef639 ayetinde ifade edilir. Başka bir
ayette ‘Dilediğinizi yapınız, Allah Teâlâ
yaptıklarınızı görür’640 der. Münfail bazen haliçtir ve bu
durum malumdur; bazen Hakta halktır -ki bu icabet demektirbazen de halkta Hakk’tır.
Bu ise Allah Teâlâ hakkında inançların dile getirdiği üzere O’nun şöyle veya
böyle olduğu hakkındaki ifadelerdir. Halkın halkta münfail olması ise
himmetlerin yaratılmışlarda meydana getirdiği hareket, durağanlık, birleşme ve
ayrışmalardır.
Bilmelisin ki, icabet iki kısımdır:
Birincisi imtisal, yani emre uymak icabetidir. Bu, Allah Teâlâ davet ettiğinde
yaratılmışlardan çıkan icabettir. İkincisi ihsan icabetidir. O da yaratılmış
dua ettiğinde O’nun kullarına icabetidir. Yaratılmışın icabeti akılla
bilinirken (makul) O’nun kula icabeti -vahiyle bildirdiği içinvahiyle bilinir. Allah
Teâlâ icabette yakınlıkla kendini nitelemiştir ki bu durum O’nun insana şah
damarından yakın olmakla nitelenmesidir. Bu itibarla Allah Teâlâ insana
yakınlığını insanın kendine yakınlığına benzetmiştir. İnsan belirli bir
nedenle kendini çağırdığında, hemen o işi yapabilir. Burada çağrılma ile yapmak
-ki duymaktırarasında zaman fasılası yoktur. Aksine çağrı zamanı icabet
zamanının aynıdır. Demek ki Hakkın kula icabet yakınlığı, kendini çağıran kulun
kendi kendine yakınlığı gibidir. Çağırmanın konusu da kulun Rabbine dua etmiş
olduğu ihtiyaca benzetilmiştir. Hakk bazen ihtiyacı yerine getirir, bazen
yerine getirmez. Aynı durum kulun kendini çağırdığı işte geçerlidir; bazen
çağrıldığı işi yerine getirir, bazen geçici bir nedenle yerine getirmez. Böyle
bir benzetmenin yapılabilmesi, insanın ilahi surette yaratılmış olmasından
kaynaklanır. Allah Teâlâ eşyadaki fiillerinde kendini tereddüt etmek
özelliğiyle nitelemiştir ki bu tereddüt icabette duraksamanın anlamıdır. Başka
bir ifadeyle Hakk kendisini kuldaki fiili yapmaya davet ettiğinde, tereddüt
ortaya çıkar. Bu durum müminin canını almada tecelli etmiştir. Çünkü kul ölümü
kerih karşılar. Allah Teâlâ ise müminin gecikmesini kerih bulur ve kendinden
şöyle bildirmiştir: ‘Mümin kulumun canı alırken tereddüt ettiğim kadar hiçbir
şey için tereddüt etmedim.’ Böylece Allah Teâlâ kendisi için eşyada tereddüt
sahibi olmayı dile getirmiş, sonra ilahi tereddütte bir derecelenme
belirleyerek ‘mümin kulumun canı almak’ diye sınırlamıştır. Bu tereddüt bir şey
için kendini davet edip sonra hakkında gidip geldiği işlerden biri
gerçekleşene kadar tereddüde düşmeye benzer.
Dua iki türdür: Birisi konuşma ve
sözle yapılan dua, diğeri ise hal diliyle yapılan duadır. Konuşmayla yapılan
dua Hakk’tan ve yaratılmıştan meydana gelirken hal diliyle olan dua
yaratılmıştan meydana gelir. Bununla birlikte Hakk’tan da ancak uzak bir
yorumla meydana gelebilir.
Duaya hal diliyle icabet de iki
türdür: Birincisi dua edene ihsan icabetiyken İkincisi dua edilene karşı ihsan
icabetidir. Dua edene ihsanda bulunmak, duanın sebebi olan haceti yerine
getirmek demektir. Dua edilene ihsan, talep edilen hususta ihtiyacın
karşılanmasıyla otoriteyi izhar eder. Yaratılmışın Hakkın otoritesinin ortaya
çıktığı işi kabulünde ihsan kokusu bulunur ve bu mevcut güç nedeniyle bazı
kimseler Müslüman olmalarını Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in başına
kakmak istemiş, Allah Teâlâ onu yatıştırmak üzere ‘Müslüman
olmalarını senin başına kakarlar’641 buyurmuş, sonra da peygamberine
onlara şöyle demesini emretmiştir. ‘Deki:
Müslüman olmanızı benim başıma kakmayın. Allah Teâlâ sizi imana ulaştırdığı için
ihsanda bulunandır, doğru sözlü iseniz.’642 Onlardan meydana gelen bu minnet,
gerçekte Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e değil, Allah Teâlâ’ya karşı
ortaya çıkmıştır. Çünkü Allah Teâlâ’ya boyun eğmişlerdi ve Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem de onları -kendisine değilO’na davet etmiştir. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem onlara ‘doğru sözlü iseniz’ der. Yani getirdiğim
vahye imanınızda dürüst iseniz demektir. O’nun getirdiği bilgilerden birisi de
hidayetin Allah Teâlâ’nın elinde olduğu bilgisidir. Allah Teâlâ dilediği kuluna
hidayet eder, yoksa hidayet yaratılmışın elinde değildir. Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem zikretmiş olduğumuz üzere onlarda iyilik yapma hissi ve başa
kakma kokusu bulunduğunu açıklayarak şöyle demiştir: ‘VAllah Teâlâi, dilerseniz
istediğinizi söyleyin.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Ensar’ın
yardımını zikretmiş, kavmi kendisini kovmuşken onların kendisini himaye
ettiklerinden söz etmiştir. Ensar, kavmi karşı gelirken Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem’e itaat etmiş kimselerdir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’in onların yardımı hakkında söylediği husus, Allah Teâlâ’nın kendisi
için söylemiş olduğu şu ayedere benzemiştir: ‘Seni
yetim bulup, himaye etmedi mi? Seni şaşırmış bulup, hidayet etmedi mi? Seni
muhtaç bulup, zengin kılmadı mı?’643
Nimetler özü gereği sevilen
şeylerdir. Yaygın olan nimet vereni sevmektir ve bu nedenle bazıları şöyle
demiştir: ‘Nimet verene şükür akla göre vaciptir.’ Allah Teâlâ nimetleri dile
getirmeyi şükür vesilesi kılmıştır. Muhtaç olan nimet verenin yâdını
duyduğunda, doğası gereği ona yönelir ve onu sever. Bu nedenle Allah Teâlâ Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’e üzerindeki nimederinden söz etmesini isteyerek ‘Rabbinin
nimetini söyle’644 buyurmuştur.
Öyle söyle Ki, aşağıda veya uzaktakine de ulaşsın! insan hakkında ‘Yetime
gelince onu ezme, dilenciye gelince om kovma’645 buyurmuştur. Kastedilen bilginin
talibidir ve buradan hareketle Allah Teâlâ ehli Allah Teâlâ’nın kendilerine
ihsan etmiş olduğu marifetleri, bilgileri ve keramederi -nimeti zikretmek
kabilindendile getirmişlerdir. Nimetlerin bir kısmı zahirî iken bir kısmı
bâtinîdir ve Allah Teâlâ hepsini kullarına yaymıştır: ‘Zahirî
ve bâtınî nimetlerini sizin üzerinize yaymıştır.’646 İnfial mertebesinin içermiş olduğu
bazı hususlar bunlardır.
‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru yola ulaştırır.’
GENİŞLİK
MERTEBESİ
(el-Vasi
İlahi İsmi)
el-Vasi o kişi ki
Tüm yaratıklarını
kuşatır
Bir boşluk kalmayınca Hakk
yaratılmışlarını ihata eder
Ortaya çıkanlar süslenir 1
Güneş ufkundan doğar
Güneş bizde nuruyla
bulunur Ben ise onun hakkıyım
Bu mertebenin sahibi Abdulvasi diye
isimlendirilir. Melekler ‘Rabbimiz her şeyi rahmetinle,
bilginle ihata ettin’647 demişlerdir ve burada rahmet
bilgiden önce söylenmiştir. Çünkü Allah Teâlâ bilinmek istemiştir; isteyen ve
seven ise kendisine rahmeti talep eder. Muhib, yani seven Hakkın makamı,
merhamet edilen ise ilk şeydir. Sonra âlemi yaratmış -ki Rahman’ın nefesidirve
şöyle demiştir: ‘Benim rahmetim her şeyi kuşatmıştır.’648 ‘Her şey5 denilerek
merhamet bütün varlıkları ihata etmiştir ve zaten merhamet edilmeyen hiçbir şey
yoktur. Kim bir şeyi zevk yoluyla bilirse, bilgi onun halidir. Böyle biri o
şeyin içinde bulunan ve onun içermiş olduğu hükümleri bilir. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem Allah Teâlâ’dan şöyle aktarır: ‘Mümin, kardeşi için
istediğini kendisi için istemedikçe kemale ermez.’ Allah Teâlâ bize kemal
sahibi olduğu gibi el-Mümin isminin sahibi olduğunu bildirmiştir. Âlem ise
O’nun suretindedir. Demek ki suret ve iman itibarıyla Allah Teâlâ ile âlem
arasında kardeşlik gerçekleşmiştir. Bu yönüyle herkes O’na iman edip varlığını
tasdik edendir. Her şey O’nun hamdini tespih eder, her şeyi Allah Teâlâ’nın
rahmeti kuşattığı gibi tespih ve hamdi de her şeyi kuşatmıştır. Öyleyse O her
şeyi kuşatandır. Bu genişlik nedeniyle varlıkta hiçbir şey tekrarlanmaz, çünkü
mümkünler nihayetsizdir; bu itibarla sadece dünyada ve ahirette sürekli
yenilenen benzerler ve misaller ile ortaya çıkan haller söz konusudur. ‘Allah
Teâlâ’nın kürsüsü gökleri ve yeri kuşatmıştır.,649
Kürsü Allah Teâlâ’nın bilgisidir. O’nun rahmeti bilgisini, gökleri ve yeri
kuşatırken gök ve yerden başka bir şey yoktur. Çünkü sadece yukarıda veya
aşağıda bulunan vardır. ‘Rabbinin yüce adını tespih et.’650
O’ndan daha ulvi kimse yoktur. Hadiste ‘Bir ip sarkıtsaydınız, O'nun üzerine
düşerdi’ denilir. Demek ki Allah Teâlâ’dan daha aşağıda bulunan da yoktur. Allah
Teâlâ’nın rahmeti o ikisinin arasındakileri ihata eder. Böylece daha
aşağıdakine iner. Orası bize göre birinci kat göktür ve o gök ‘yakın sema’,
yani bize yakın gök demektir. Allah Teâlâ yakın semaya azap etmek veya"
bedbaht kılmak için değil ‘Dua eden var mı, karşılık vereyim?’ demek için iner.
Kendisi için hayır talep etmeyen hiçbir şey yoktur. Allah Teâlâ yakın semaya
indiğinde ‘Tövbe eden yok mu, tövbesini kabul edeyim, isteyen yok mu, vereyim’
demek için iner. Her şey zorunlu ihtiyacında O’na dönerken sebepler ortadan
kalktığında O’na yönelir. ‘Bağışlanmak dileyen yok mu, bağışlayayım.’ Herkes
genellikle ilah kabul ettiğinden bağışlanma diler. Allah Teâlâ kendileri için
indiği ve tenezzül ettiği kullarına azap etmek üzere indiğini söylememiştir. Bu
nitelikteki birisi bir kula azap ederse, azabı kişiye merhamet ve onu temizleme
amacı taşırken bu durum hastaya ilaç içirme sıkıntısına benzer. Doktor hastaya
merhamet ettiği için -yoksa üzmek için değilsıkıntı verir. Sonra ikramlar
genişler: Allah Teâlâ önce varlığı vermiştir ve varlık ‘saf hayır’ demektir.
Ardından varlığın Hakk ettiklerini vermeyi sürdürür. Bunlar bir varlığın
kendisiyle ayakta durduğu ve sayesinde maslahat elde ettiği hususlardır. Başka
bir ifadeyle her ne olursa olsun kendisi adına iyi olan hususları Allah Teâlâ
kendisine verir. Bu nedenle Allah Teâlâ’yı bilen, O’ndan aktaran, mertebenin
kelimesi, ilahi makamın dili ve peygamberin iyiliğini O’na izafe ederek şöyle
der: ‘Bütün hayır senin elinde!’ Hâlbuki kötülüğü Allah Teâlâ’ya izafe etmemiş,
‘Kötülük sana ulaşamaz’ demiştir. Allah Teâlâ’dan başka veren olmadığını
söylemiştik. Öyleyse sadece hayır vardır ve onun kişiyi üzüp üzmemesi birdir.
Sevinçler talep edilen işler iken bazen insanı üzdükten sonra ortaya çıkarlar.
Bunun nedeni, bileşik yaratılmış mizacın ve mahallin kabulünün gerektirdiği
durumlardır; kabul varlıkta ortaya çıkan geçici nedenlere bağlıdır ve
arızi-geçici her iş yok olucudur. Bu nedenle Allah Teâlâ el-Mu’ti, el-Mani',
ed-Darr ve en-Nafı diye isimlendirilmiştir. Binaenaleyh Allah Teâlâ’nın
vermesi bütünüyle fayda iken bir mahal bazen verilen nedeniyle acı hissedebilir,
verilenin hazzını idrak edemez, verilen nedeniyle zarar görür, içerdiği ilahi
faydayı bilemez ve zarar gördüğü şeyi ‘zarar’ diye isimlendirirken zararın
-verilenden değilmizaçtan kaynaklandığını bilemez. -
Bakınız! Belirli mizaçlara fayda
veren bir şey başka mizaçlara nasıl da zarar verir. Allah Teâlâ balın insanlar
için şifa olduğunu söylemiştir. Bir adam Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e
gelerek ‘Kardeşimin karnı ağrıyor’ demiş, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem de ‘bal içir’ demiş. Bal içirdikten sonra hastalığı artınca, kardeşi
geriye dönmüş ve durumu bildirince Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
tekrar ‘ona bal içir’ demiş, ishali artmış. Adam Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem’in bu konuda sahip olduğu bilgiyi bilmiyordu. Çünkü hastalık
bölgesinde zararlı ve lüzumsuz fazlalıklar vardı ve onların çıkartılması bal
içmekle mümkün olabilirdi; zararlı şeyler ortadan kalktığında, afiyet ve şifa
gelir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e döndüğünde şöyle demiş: ‘Ey Allah
Teâlâ’nın Peygamberi! Ona bal içirdim, bal ishalini arttırdı.’ Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle demiş: ‘Allah Teâlâ doğru söylüyor,
kardeşinin karnı yalan söylüyor. Üçüncü kez bal içir.’ Bal içirdiğinde hasta
iyileşmiş. Çünkü zararlı fazlalıklar bal sayesindie bedenden çıkmıştır.
Mizaçlardaki farklılığa misal olarak acı besini taşıyan uzva hakim olan
safrayı verebiliriz. Böyle bir durumda safra balı acı olarak hisseder ve şöyle
der: ‘Bal açıdır.’ Hâlbuki acılığı bala izafe ederken organ yalan söylemiştir.
Çünkü o safraya acılık vercıı şeyin tatma duyusu olduğunu bilememiştir. Böylece
acıyı hissetmiştir. Bu kişi tecrübesinde doğru söylerken, izafede yalan
söylemiştir. O halde kabiliyetler her zaman hüküm sahibi olan şeylerdir. Allah
Teâlâ’dan meydana gelen saf iyiliktir. Allah Teâlâ’nın rahmetinin genişliğinin
bir yönü zararı da kuşatmış olmasıdır ve dolayısıyla zarar da bulunmalıdır.
Rahmetteki zarar -bir zarar değiliyiliktir. Başka bir ifadeyle bu zarar hayrın
ta kendisidir. Bunun delili uygun bir mizaçta bulunduğunda, mizacın ondan haz
alması ve nimetlenmesidir, hâlbuki aynı şey başka mizaçta ‘zarar’ diye
isimlendirilmişti. Eşyanın Allah Teâlâ’ya nispeti kendisinden var olan
varlıklar olmaları bakımından gerçekleşir. Sonra haz almak veya almamak
kabiliyete dönen bir durumdur. İnsanlar gazabın Allah Teâlâ’ya nasıl nispet
edildiğini bilselerdi, rahmetin her şeyi kuşatmış olduğunu anlarlardı. Çünkü
acıyı izaleye güç yetiren biri geride bırakmaz. Haller yaratılmışlardan ortaya
çıkarken Hakk karşısında mertebeler mizaç gibidir. Kul kendisini
öfkelendirdiğinde Hakkın gazap ettiği veya razı ettiğinde ‘razı olduğu’
söylenir. Kulun hal ve mertebesi Hakkı razı eder veya öfkelendirir. Bu yönüyle Hakk
için hal ve mertebe, canlı için mizaç neyse odur: Bir mizaca acı veren başka
mizaca haz verebilir. Demek ki haz ve acı mizaca göre değişirken; Hakk, hal ve
mertebelere göre tecelli eder. Allah Teâlâ yakın semaya tenezzül ettiğinde ne
söylediğine bakınız. Bu iniş mertebenin gerektirmiş olduğu bir rahmet inişidir.
Kıyamet günü gelince, kullar arasında ayırım ve hüküm vermek üzere mertebeler
gelir. Orası zalimi ve mazlumu bir araya getiren, hüküm ve hasımların bulunduğu
yerdir. O halde hüküm mertebelere ait iken, Hakk’ta hallere aittir. Acı ve
hazda hüküm ise mizaca aittir. ‘Rabbin
mağfireti geniş olandır’651 Yani Allah Teâlâ
genişçe örtendir. Her şey kendi varlığıyla örtülmüş ve perdelenmiştir. Bu örtü
‘genel örtüdür’, çünkü örtü olmasaydı, ne Allah Teâlâ için ‘O’ ne ‘sen’
denilirdi. Çünkü tek hakikat vardır. Böyleyken muhatap veya üçüncü tekil şahıs
zamiri kime işaret edebilir ki? Bu nedenle varlığın genel örtü olduğunu
söyledik. Sonra mizaca yatkınlık ve yatkın olmamaya bağlı ikinci bir örtü daha
vardır.
Allah Teâlâ mağfireti geniş olandır.
Bü mertebe perdelerin çekilmesi mertebesidir. Daha önce bu bölümde o konudan
söz edilmişti. Sonra şöyle der: ‘O takva
sahibini en iyi bilendir.’652 Örtü vikaye demek iken mağfiret
örtünme talebidir. Kul örtüyle soğuğun ve sıcağın acısından korunur. Başka bir
ifadeyle soğuk ve sıcağa maruz kalmaya elverişli mizacı olduğunu bilince,
örtüyle onlardan korunur. Çünkü sıcak ve soğuk âlemin maslahatları için vardır.
O sayede âlemin rızkı demek olan bitkiler beslenir, kendisine fayda vermek
üzere onu izhar eder. Böylece hayvanın cismi kendisinden zarar görecek bir
istidatta meydana gelir ve şöyle der: Ben sıcak veya soğuktan eziyet gördüm.
Kendine döndüğünde mevsimlerin gereğine göre sıcak ve soğuğun onun faydasına
olduğunu anlar. Demek ki faydalı bir şeyden zarar görmüş olur. Bütün bunların
sebebi cehalet ve gaflettir.
‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru yola ulaştırır.’
HİKMET
MERTEBESİ
el-Hakim
İlahi İsmi
Hakim mizanı her
zaman elinde tutan kişi
Yükseltmek ve
alçaltmakîa nitelenmiş mizanı
Öyle bir tertip eder kişi
Sana bilgiyi gösterir, düşünürsen bir ;
Allah Teâlâ
ortaksız el-Ferd
Mülkünde tek,
yaratıklarında tasarruf sahibi
Mizanı hakikat,
yanlış tartmaz o mizan
Terazide hile olmaz
Bu mertebenin sahibi Abdulhakim diye
isimlendirilir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Kime
hikmet verilmişse ona çok hayır verilmiştir,’653
Allah Teâlâ bir şeyi çok yapmışsa o az olmaz, bir şeyi yüceltmişse onun hor ve
hakir olması mümkün değildir. Allah Teâlâ Hz. Davud’a hikmet ve sözü ayırma
gücü vermekle ihsanda bulunmuştur; Sözü ayırma gücü hikmetin bir neticesidir. Çünkü
sözü ayrıştırmanın sahibine hikmet vermiş olduğu bir mertebesi vardır ki orada
ancak sözü ayrıştırma ortaya çıkabilir. Bunun anlamı özel bir dinleyici için
belirli bir yerde beyandaki özet ve veciz ifadeyken başka bir yerde ve özel bir
hal sahibi için beyandaki kolay anlatımdır. Aşağıdakini dikkate almak
yukarıdakini dikkate almaktan önceliklidir ve o da hikmetin gereğidir. Hitap
anlayışlara göre gerçekleşir. Konuşan sözünü üç kere tekrarladığında anlamak
daha iyi bir şekilde gerçekleşir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
insanlara Allah Teâlâ’dan bir şey aktarırken en düşük anlayışlıyı dikkate alır
ve gözetirdi. Anlayışlı insan ise tekrara, sahip olmadığı birtakım hususlar
ekler; onları kendisine kazandıran ise tekrarlamadır. Birincinin anladığı gibi
anlamayan aşağıdaki kişi ise tekrar etmekle birincinin ilk söylemede
anladığını anlar. Bakınız! Anlayışlı ve bilgili ldşi hallerini murakabe eder ve
Kur'an’dan ezberlemiş olduğu ayederi okur. Her okuyuşta ilk okuyuşta bulmadığı
bir mana öğrenir. Okunan harfler ise kendilerine bir şeyin eklenmediği veya
çıkarılmadığı aynı harflerdir; sadece mertebe ve hal yenilenmiş, mananın
yenilenmesi kaçınılmaz olmuştur. Çünkü birinci okuma zamanı ikinci okuma
zamanı değildir.
Bu mertebe tertibin bilgisini kazandırır.
Her şeye hakkını vermek^ her şeyi yerli yerine yerleştirmek, bu menzilden
öğrenilir. Bu sayede murakabe sahibi eşyayı yerli yerme koyanın Allah Teâlâ
olduğunu v O’nun hakim olduğunu öğrenir. Hakim her şeyi ancak kendi yerine
yerleştiren ve her şeyi kendi menziline koyan demektir. Âlemde her vakit
tertip edilen mümkünler hakkında Allah Teâlâ’ya itiraz etmemelisin! Bilginin
verilmediği kişinin düşünce ve fikri Rabbinin hikmetine dönmez ve şöyle der:
‘Şu esnada şöyle olsaydı, daha iyi bir tertip ve düzenleme olurdu.’ Böyle
birinin hatası ancak ‘şu esnada’ ifadesinde tezahür eder, yoksa ‘şöyle olsaydı
daha iyi olurdu’ cümlesi hatalı değildir. Vaktin hikmetinden habersiz kalınca,
daha güzel olan saydığı işin içinde bulunduğu vaktin gerektirmiş olduğu bir
şey olduğunu zannetmiştir. Hâlbuki onun bu düşüncesi aklî bir düşüncedir. Çünkü
mümkün için bütün zamanlar aynıdır ve dolayısıyla herhangi bir şey için bir
zaman öteki zamandan öncelikli değildir. Fakat tercih edenin faydası zamanı ve
onun gerektirdiği işi bilmektir. Allah Teâlâ zamanı yaratandır, yoksa bu
düşünce sahibi zamanın yaratıcısı değildir. Allah Teâlâ neyi yarattığını bilir
ve tertip ettiği şey yaratmayı Hakk etmiştir. Çünkü Allah Teâlâ her şeye yaratılışını
vermiştir. Bu itibarla el-Hakim’in hikmetinin bir yönü hikmettir ve hikmet
-hikmetin hükmünden olmaksızınkendisini yönlendirir. Hikmetin hükmü ise
meşiyete sahip olmasıdır. O’nun hikmeti ise hikmetin kendisidir. Öyleyse
hikmet Allah Teâlâ’ta tasarruf edendir. Sıfat sahibinde bulunduğunda ona
zorunlu bir şekilde hükmünü de verir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Benim
katımda söz değişmez.’654 O halde hüküm söze aittir ve o da
ancak Allah Teâlâ’dır. Veya hüküm ilahi sözü öğrenen Allah Teâlâ’yı
hakka’lyakîn bilen kula aittir.
Buradan neshin mahiyeti öğrenilir.
Neshi kabul edenlere göre nesih şeriatm hükümlerinden bir hükmün başka bir
hükümle kaldırılmasidir. Şâri’nin belirli bir konuda susması o konuda hüküm
demektir. Öyleyse her durumda hüküm vardır ve hüküm değişmiştir. Allah Teâlâ ‘Benim
nezdimde söz değişmez’655 der ve bu ifadeye göre nesih söz
konusu değildir. Nesih olsaydı o da hikmetten olacaktı. Çünkü zaman değiştiğinde
hükmün değişmesi de kaçınılmazdır. O halde nesih her zaman sabittir, çünkü
farklılık ve değişme her zaman vardır. Hikmet neshi sabit kılar, hikmet neshi
ortadan kaldırır. Fakat zatı gereği talep etmiş olduğu belirli mertebelerde onu
talep eder. el-Hakim ise Hakk etmiş olduğu şeyi kendisine verir; hakim hikmetin
bulunduğu kimse demektir. Böylece hüküm ona ait olduğu gibi hikmete göre hüküm
yine Allah Teâlâ’ya aittir. Allah Teâlâ hikmetin kendisidir ve hikmet de O’dur.
Hikmet hüküm verenin aynı olduğu gibi hakkında hüküm verilen de kendisiyle
hüküm verilen şeyin aynıdır. Hikmet genel olsa bile özel bir bilgidir. Hikmet
ile bilgi arasındaki fark hikmetin yaratılmış olmasına karşılık bilginin öyle
olmayışıdır. Çünkü bilgi maluma tabiyken hikmet bir şey hakkında onun belirli
bir şekilde olmasına hükmeder. Böylece (ilahi bilgide) sabit iken el-Hakim’in
hikmetiyle mümkünlerin hakikatleri tertip edilir. Çünkü herhangi bir mümküne
izafe edilen bir iş başka bir mümküne de izafe edilebilir. Hikmet hükmü gereği
onu böyle düzenlediği gibi sübût halindeki durumu ve hali de öyledir.
Allah Teâlâ’ya mahsus olan ve
yaratılmışların farkına varmadığı bilgi bu bilgidir. Bu bilgiyle hüküm
mümkünleri -dışta var olmalarından öncesübût halinde sıralar ve ilahi bilgi
el-Hakim’in düzenlediği şekilde onlara ilişir. Demek ki hikmet, mümküne
üzerinde bulunduğu tertibi -ki aksinin olması mümkündürkazandırmıştır. Tertip
ise alime işin böyle olduğu bilgisini vermiştir. Dolayısıyla ancak üzerinde
bulunmuş olduğu sübût haline göre meydana gelebilir. O ise hikmetin hükmünden
meydana gelen el-Hakim’in tertibidir. Böylece bilgi ve hikmet arasındaki fark
ortaya çıkmıştır. Allah Teâlâ’nın katında söz değişmez. Çünkü Allah Teâlâ sözü
ancak hikmetin tertibiyle söylemiştir. Allah Teâlâ hikmetin düzenlemiş olduğu
şeyi bilir ve bu bilgiyle bir şeye ‘ol
der, o da olur.’656 Yani
üzerinde bulunmuş olduğu Hakk göre meydana gelir.
Bu kuvvetten hareketle bir şeye
bakan, kendine göre mümkün gördüğü için ‘şöyle olsaydı’ derken Allah Teâlâ’nın
hikmetini öğrendiğinde o esnada hikmeti bilmediğini anlar. Başka bir ifadeyle
‘aksi olsaydı daha iyi olurdu’ diye hüküm verdiği yerde Allah Teâlâ’nın
hikmetini bilememiştir. Bunun üzerine ‘Allah Teâlâ’nın orada bir bilgisi vardır
ve ben onu bilemedim’ der ve tasdik eder. İnsanların bir kısmına bu tertip
sırrı gösterilmiş ve açıklanmışken bir kısmı onu varlıkta hükmü ortaya
çıktıktan sonra öğrenir. Bu esnada işin hikmetini öğrenir, maslahatları
bilmediğini anlar. Bu durum âlemde sıklıkla gerçekleşir. Bir şahıs amacına ve
düşüncesine uymayan bir iş nedeniyle öfkelenir, hükmü vereni ‘zalim’ diye
suçlar. Öfkelenmesineyol açan hükmün faydası ortaya çıktığında, o hüküm
nedeniyle Allah Teâlâ’ya hamd eder ve şükreder. Yani o büyük kötülüğü kaldıran
Allah Teâlâ’nın fiiline karşı şükreder. Söz konusu hüküm olmasaydı, hükme konu
olan kişide kötülük ortaya çıkacaktı. Bu yaygın bir durumdur.
Ariflerin nihai makamı varlıkta zahir
ve gerçekleşen her şeyin ilahi hikmetin kabzasında bulunduğunu öğrenmektir. Bu
nedenle arif öfkelenmez, her şeyi O’na havale eder ve bırakır. Bir ayette ‘İşimi
Allah Teâlâ’ya havale ediyorum, 0 kullarını görendir’657 buyrulur. Bu ise (gerçeği) O’ndan
anlayan kimse adına hikmetin kendisidir. Böyle biri nimeti aceleyle elde etmek
istemiş ve rahatlamıştır. Böyle birine Allah Teâlâ, kendisinden kulların razı
olmadığı hallerinin çoğunda gerçekleşen sırrını öğretir. Razı olunan işlerdeki
hikmet zaten bilinir, çünkü razı olan kişi maksadına uyduğu için onu
öğrenmiştir. Tartışma ve bilgisizlik, maksada ve vehimdeki düzene uymayan
hikmette ortaya çıkar. Akıl, sahibine bir hadise hakkında ancak çekimser kalma
hükmü verir, çünkü o işin kimden çıktığını bilemez. Bu tercih edilen düşünceye
karşı akıl suretinde olan ise vehmin kendisidir, yoksa akıl Allah Teâlâ’nın
tercih etmediği bir işi O’na karşı tercih etmez. O’nun tercih ettiği ise
gerçekleşendir. Binaenaleyh gerçekleşen her iş Allah Teâlâ’nın hikmetiyle
gerçekleşmiştir, O tuttuğunu hikmetiyle tutmuştur. ‘0 hakim ve alimdir.’658
O halde
arif için el-Hakim ismi el-Alim isminden önce gelirken sıradan insan el-Alim
ismini el-Hakim isminden önce getirir. Hâlbuki her ikisi birlikte
zikredilmiştir. el-Hakim ismi özel, el-Alim ismi geneldir. Bilen herkes hakim
değilken; her hakim, alim ve bilgilidir. İşte bu hikmet, ‘büyük hayır’
demektir.
Hikmet çok hayır Hikmet aydınlatıcı
dolunay
Bazen gizlenir, bazen görünür
el-Habîr böyle buyurmuş
Onunla üzerimize gizlenmiş Onunla
zuhur ortaya çıkmış
‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru yola ulaştırır.’
Abdulhakim’e mahsus hikmet
mertebesiyle birlikte otuz ikinci sifir sona ermiştir. Hamd sadece Allah
Teâlâ’ya aittir.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar