Print Friendly and PDF

OTUZ İKİNCİ SİFR 2.Bölüm

Bunlarada Bakarsınız

 


BAST MERTEBESİ

el-Bâsıt İlahi İsmi

Bast halindeyken akıllı sevinmez Allah Teâlâ’dan müjde almadıkça

Doğru peygamberin diliyle Allah Teâlâ ona bu müjdeyi öğretir

O da sözünde doğru Makam onu haşrettiğinde

Doğru söylediğinde kuşku yok Onu bildiren Allah Teâlâ

Sen sakın deme ki:

Kendisine o nedir denildiğinde

O bir mahiyet fakat bilinmez Sevin, çünkü bir olan Allah Teâlâ

Bu mertebenin sahibi Abdulbâsıt diye isimlendirilir. Mertebenin kadimde ve hadiste tesiri vardır. Allah Teâlâ birisinden razı olursa, hiç kuş­kusuz, gazabını ulaştırmaz ve rahmetini yayar. ‘Allah Teâlâ alır ve yayar.’461

Bütün hüküm Allah Teâlâ’ya ait Hüküm O’nun yalnız

O’nun nuru devam ettikçe Ben O’nun gölgesiyim

Bizi üzen O’nun adaleti Dilersen faslıdır dersin

Yani kurucu özelliği

Ben O’ndanım ve O’nun suretinde

O bizim aslımız olan Hakk Ben O’nun gölgesi kul

Bana mahsus bir iş yok Bütün iş bana ait

Her cins bizi kuşatır

Ben O’ndanım, O’nun ihsanından

Zatımın sureti O’nun feyzinden Feyzimin ta kendisi ya da benzeri

Kullan hakkında hüküm bu iki mertebeden Allah Teâlâ’ya aittir. Bununla birlikte mahal değişir ve mahallin değişmesiyle bast hali de değişir. Haller farklılaşır, bast hali hallerin değişmesi nedeniyle değişir. Dünya hayatına gelirsek, ayette ‘Allah Teâlâ rızkı kullarına yaymış (bast) olsaydı, yer­yüzünde taşkınlık yaparlardı462 denilir. Allah Teâlâ rızkı dilediği bir ölçüyle indirmişken cennette rızkı sınırsız yayacaktır. Orası taşkınlık ve haddi aşmanın olmadığı yerdir. Allah Teâlâ orada müminlerin gönüllerinden hırsı çekip alır. Kul peygambere, yani ilahi şeriata uyar ve onun kural ve sınırlarında gereken edebe göre durursa, Allah Teâlâ tarafından sevilir. Başka bir ifadeyle bu uyma onun ilahi mertebede sevilmesini sağlar. Allah Teâlâ onu sever, sevdiğinde ise nimetini cömertçe yayar. Hakk ona nimet yayarken, kulun dünyadaki hali, cömertlik karşısında edebi takınmak­tır. Edep ise Hakkın nimet vermesinin neticesi olarak kabz halidir. Kul Hakkın kendisini kabz etmesi veya bast hali vermesi nedeniyle kabz haline girer. Bununla birlikte dünyada teklifin varlığı nedeniyle kabzın hükmü farklıdır. Binaenaleyh edebin gereğiyle dünya hayatında tam anlamıyla bastm gerçekleşmesi mümkün olmadığı gibi umutsuzluğa yol açacağı için dünyada kabzın da tam olarak gerçekleşmesi mümkün değildir. Bununla birlikte dünya hayatında kabzın hükmü bastan daha geneldir. İnsanların bir kısmını Allah Teâlâ diğer kulların vesileleriyle sevinç­li nimetlere sahip kılmıştır. Bunun ilk derecesi, Allah Teâlâ’yı razı eden veya rıza ve gazaba konu olmayan -ki mubah demektirişlerle insanları güldürmektir. Hiç kuşkusuz o da farkına varılmasa bile ilahi bir nite­liktir. Cahil insan insanları güldüren kişiyle alay eder ve insanları gül­dürenin cahilin nezdinde değeri olmaz. Böyle insanlara örfte şaklaban ve soytarı denilir. Böyle bir soytarının değerini bilmeyen cahil, ‘Güldü­ren ve ağlatan O’dur463 ayetinin anlamını nasıl anlasın ki? Burada biz güldürmeyi Allah Teâlâ’yı razı eden veya rızaya ve öfkeye konu olmayan işler­le sınırladık. Kendi hallerini ve Hakkın varlıktaki tesirlerini murakabe eden bir Allah Teâlâ kulu, şaklaban denilen kişiye saygı gösterir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in Nuaym adlı bir sahabesi vardı ve bu ilahi niteliği bir mad­dede izhar etmek üzere peygamberi güldürürdü. O gördüğünü en iyi bilendi. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem kendisiyle şaka edilebilecek veya alaya alınaca­ğına inanılacak biri değildi. Böyle bir düşünceden Allah Teâlâ’ya sığınırız! Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem onu ilahi bir tecelligah olarak görüyordu. Bu durumu ancak Allah Teâlâ’yı bilenler anlayabilir. Bu mertebeden Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem yaşlı­larla ve çocuklarla şakalaşır, onlara latife yapar, kendilerini sevindirirdi. Bakınız! Büyük hükümdarlar bile kendilerini güldürmek üzere çocuk­ların hareketlerinin seviyesine inerek evlatlarını nasıl güldürürler! Be­nim görebildiğim kadarıyla, huzurunda komutanları ve elçileri bulun­duğu halde, bu makama hakkını veren en iyi misal, adil hükümdar Ebu Bekr b. Eyyub idi. Huzurunda o insanlar varken küçük çocuklarıyla şakalaşırken ben de Miyafarikin şehrinde cemaatin huzurundaydım. Pek çok hükümdar gördüm, fakat bu konuda adil hükümdardan gör­düğüm Hakk kimsede şahit olmadım. Bu hali onun genel erdemlerin­den birisi saymış, ona saygı göstermiş, bundan dolayı kendisine teşek­kür etmiş, eşine yumuşak ve şefkatli davranışına şahit olmuştum. Başka hükümdarlardan öyle bir davranışı görmemiştim. Allah Teâlâ’dan dilerim ki bu davranış kendisine fayda sağlasın!

Bilmelisin ki, iki mertebe arasındaki fark şudur: Kabz her zaman bast halinden meydana gelirken bast hali bazen kabzdan meydana gelirken bazen kendiliğinden meydana gelebilir. Kendiliğinden mey­dana gelmesi, ilahi rahmetin ilahi gazabı geçmesidir. Bu itibarla rah­met bast demek iken gazap kabz demektir. Kabzdan sonra meydana gelen bast hali Allah Teâlâ’nın azap ettikten sonra kullarına merhamet etmesi­ne benzer. Bu hal kabzdan sonraki bast demektir. İkinci basttan sonra kulu üzecek şekilde bir kabzın ortaya çıkması imkânsızdır. Öyleyse bast halinin faydası geneldir. Bununla birlikte dünya hayatında bast halinde gizli tuzak bulunabilir. O tuzak nimetlerin günahkâra peş peşe ulaşma­sıyla ilgilidir. Allah Teâlâ günahları daha çoğalsın diye onlara süre verir ve bu durum ‘Kâfir olanlara mühlet vermemizin kendileri için iyi olduğunu zan­netme, onlara günahları artsın diye süre veriyoruz, onlar için şiddetli azap vardır464 ayetinde belirtilir. Mühlet vermek, ömürde ve dünyalıklarda­ki bast halidir. Ardından insanlar kendilerini bedbaht edecek işlerle dünyayı ve ömürlerini harcar. Bastm bir türü ise meçhul ve malum olması, başka bir ifadeyle sebebi bilinmeyen basttır. İnsan içinde sevinç ve ferahlık bulur, fakat onun sebebini bilemez. Akıllı insan sebebini bilmediği bast halinde halin kendindeki hükmüne göre herhangi bir tasarrufta bulunmaz. Çünkü onun akabinde nasıl bir sonuç ortaya çıkacağını bilmez. Acaba onu kabz haline götürecek sonuç mu ortaya çıkacaktır? Bu durumda kişi pişman olur. Yoksa daha çok ferahlık ve bast hali mi gelecektir? Bu konudaki gizli tuzak sebebinin bilinmemiş olması ve bulunduğu kişideki otoritesinin gücüdür. Dünya hayatı, sebebi bilinmeyen hallere karşı akıllı insanın çekimser davranmasını ve beklemesini gerektirir. İşlerin gerçeği ortaya çıkana kadar insan bekler ve sebebini öğrendiğinde bilgiye sahip olarak hareket eder. Bu iş onun ya lehine veya aleyhinedir; ya yardım eder veya başarısızlığa uğratır. Sözlerimizde ve amelde bizi sürçmelerden korumasını Allah Teâlâ’dan dile­riz!

Bu mertebeden Allah Teâlâ’ya davet eden kişi basiret üzere O’na davet eder. Bast halinin icabete yardım ettiğini bilen kişi bast kapısından Allah Teâlâ’ya davet ederken kabzın icabete yardım ettiğini bilen ise kabz kapısından davet eder. Davetçi kişi Hakkın verdiği bast makamında olsa bile, kabz ve bast ile birlikte davet eder. Çünkü o maslahatı göze­tir ve hem kendi adına hem kendinden kötülüğün uzaklaştırılacağı kimse adına en güzel davranışla kötülüğü uzaklaştırır. Bu mertebede kullanılması en uygun iş edeptir. Bast nefislerin talep ettiği bir şeydir ve bu nedenle onun tuzak ve afederinden uzak durmak gerekir.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

HAFZ (ALÇALTMA) MERTEBESİ

el-Hafz İlahi İsmi.

Tevazu öyle bir hüküm ki Allah Teâlâ’nın alçalttığı yüce bilir onu

Hakk ikram etmek üzere kullarına tenezzül eder derecelerde Nimetini kısım kısım verir

Yaratıklarına mertebelerine göre böler

Bir kısmına sevdirir, bir kısmı nefret eder                                          .

Bütün varlıklara boyun eğdiren kişi Onları alçalttığı makamdan

Himmeti yücelere doğru yükselen biridir Belki bir gün ulaşır diye

Kesin bir işi karara bağladı ve onda ihtiyacı ortaya çıktı Mahrum kaldı o esnada gayesinden

Ben onun edepli kalbine yerleştirdim Sevgi koydum, halin elçisi onu uzaklaştırdı

Elleri boş bir halde sana gelir Senden borç talep eder

Bütün emellerin kendine vardığı kişi

Belki bir gün teşvik ettiğin bir hayırda bulunsun

Onu bildim kendisine gelen şeylerle Belki bir gün Hakk onu görür ve yükseltir

Bu mertebenin sahibi Mele-i a’lâda Abdulhafz (alçaltanın kulu) diye isimlendirilir. Bilmelisin ki, zatı gereği varlık, başlangıcı olan ve olmayan diye iki kısma ayrılır. Birincisi hâdis (zaman içinde var olan) İkincisi ise kadim varlıktır. Kadim varlık öncelik sahibidir ve bu neden­le de yüksektir. Hâdis olan ise sonra gelir ve sonra gelen, önceliği ne­deniyle kadim varlığın Hakk ettiği yükseklikten aşağıda bulunur. Önce olan, bütün mertebelerde tasarruf sahibidir. O karşısında durulamaya­cak veya itiraz edilemeyecek olandır. Kadim mertebeleri görür, onlar­dan yüksek olanı alır. Buna mukabil hâdis varlık mertebelerde öyle bir tasarrufa sahip değildir. Hâdis varlık, kadim varlığın kendisini öncelediğini ve yükseklik makamını ele geçirdiğini görür. Yükseklik maka­mından aşağıda kalan, düşük makamdır. Dolayısıyla hâdis varlık ancak düşüklük makamında tasarrufta bulunur. Bu mertebede Allah Teâlâ hâdis varlık gibi tasarrufta bulunmak istediğinde, aşağı mertebeye tenezzül eder. Oraya tenezzül ettiğinde, o mertebe hükümleriyle O’nun üzerin­de hüküm verir. Tenezzülün ardından Allah Teâlâ yukarı mertebeye çıktı­ğında, bu yükselme nedeniyle el-Mütekebbir diye isimlendirilir. Te­kebbür ve bu özel yükselmeyle Allah Teâlâ ‘el-Aziz ve el-Cebbar465 -ki birinci yüksekliktir‘el-mütekebbir,466 diye isimlendirilir. Bu ise tenezzülden sonra gerçekleşen yüksekliktir. Demek ki düşüklük mertebesinin hük­mü, her kim olursa olsun, hâdiste ortaya çıkar. ‘Her kim olursa olsun’ dedik, bunun nedeni kendileri de hâdis olan tecelli sureüeridir. Bunun yanı sıra ayette Allah Teâlâ’nın kelamının da gelişi (hudus) zikredilmiştir ve Kur’an-ı Kerim’in gelişi de hâdistir. Allah Teâlâ ‘Onlara Rablerinden hâdis söz geldiğinde467 der. Kastedilen gelişi insanlar için hâdis, yani zaman için­de gerçekleşen Kur’an-ı Kerim’dir ve bu nedenle ‘her ne olursa olsun’ dedik.

Bu mertebeden hafız ve mahfûz, yani alçaltan ve alçaltılanın hük­mü ortaya çıkar. Bu itibarla alçaltma harflerini dikkate alınız! Harf bu esnada derecelerin en aşağısında bulunur ve onun isimlerde hafz tesiri vardır. Hâlbuki isimlerin derecesi yüksektir. Şöyle deriz: ‘Euzu billâh (Allah Teâlâ’ya sığınırım).’ Allah Teâlâ isminin başındaki b harfi hafz harfidir. Onun mamulü, yani etkisinin ortaya çıktığı harf, Allah Teâlâ isminin h harfidir. B harfi, Allah Teâlâ kelimesindeki h harfini hafz etmiş, kendi hakikatine göre kelimede tesirini uygulamıştır. Hâlbuki isimler, mertebe bakımından harflerden üstündür. Âlem hafz makamında bulunup mertebesi hafz mertebesi olsa bile, âlemdeki varlıkların birbiriyle ilişkisi dildeki hafz edadarının ilişkisine benzer. Konuşan, kelimeyi ancak o edatlar yardı­mıyla hafz edebilir. Aynı şey Hakkın eşya vasıtasıyla eşyada ortaya çıkan fiillerinde geçerlidir ve başka bir şey mümkün değildir. Dolayı­sıyla onun bir hakikatinin olması kaçınılmazdır. Bu durum hafz mer­tebesine ‘tenezzül etmek’ demektir. Bu sayede araçların ve edadarm hükümlerine göre hafz edatlarında tasarruf eder ki bunlar pek çoktur. Misal olarak farklı mertebelerine göre b harfini/edatını verebiliriz. Bütün durumlarda b edatı hafz eder. B edatı yemin, yardım, parçalama, pekiştirme, başkasının yerini alma gibi farklı anlam derecelerine sahip­tir. Aynı şekilde min (-den), ilâ (-e, -a) ve bütün hafz edadan farklı suretlere sahiptir. Pek çok mertebede aynı hüküm ve varlıkla ortaya çıkarlar. Her durumda o edadarm hükmü hafzdır. Onların zatı ma­lumdur. Bu edadar hüküm veya varlık bakımından ise değişmezler. Mesela min (-den, -dan) edatı başlangıç ve gaye de bildirebilir. Mesela ‘haractu mine'd-dar (evden çıktım)’ denilir. Bazen parça anlamına gelir: ‘Ekeltu mine'r-ragif (ekmekten yedim).’ Bazen açıklama anlamı­na gelir: ‘Şeribtu mine’l-ma (suyu içtim).’ Bütün bu durumlarda min edatının ne hafz hükmü ne varlığı değişir.

Bu edadar birbirlerine girdiklerinde, bir kısmı isim haline gelerek harf özelliğini yitirir ve hafz hükmü izafeyle birlikte geri döner. Misal olarak bütün tamlamalı isimleri verebiliriz. Hareke kendinde kalır, sureti değişmez. Şair şöyle der:

Min-an yemini’l-hubbeya

Burada sağ yönü kastetmiştir. Şiirde min edatı an edatına eklen­miş, ona yön anlamı kazandırmış, kendisini edat olmaktan çıkartmıştır. Min’in anlamı an edatının anlamının aynıdır. Nitekim an edatına iza­feyle kullandığımızda anlamı değişmemiş, an edatından görünüşte hafz etkisi ortaya çıkmamıştır. Çünkü bu edat asıl bakımından hafz edatıdır. Hafz eden hafz edilen olmaz. Bu edat burada sureti bakımından hafz edilmemiş olsa bile mana bakımından hafz edilmiştir. Bunun nedeni onun mebni olmasıdır. Misal olarak ‘Lillahi’l-emru min kablu ve min ba’du (başta ve sonda iş Allah Teâlâ’ya aittir)’468 ayetinde kablu ve ba’du edadarını verebiliriz. Şairin sözü de böyledir ve bu kullanım dilde yaygındır.

Bu tesir bu yolda şöyle açıklanır: Hâdis olan hâdise etki ettiğinde, bu etki onu hâdis olmaktan çıkartmaz. Hâdislik dilde harfin mebni olması mesabesindedir. Edilgendeki etki ona ait iken gerçekte etki eden Allah Teâlâ’dır. Bu Hakkın suretinde zuhur eden halktır (yaratılmış). Münfail olan halkın etkisiyle değil, Hakkın sureti nedeniyle edilgen ve münfail olmuş, fiil ve etkide yaratılmış Hakk ile nitelenmiş, Hakk ise surette halkın yerini almış, bu suretten duyuda etki ortaya çıkmıştır. Halk da akla göre Haktan ortaya çıkmıştır. ‘Onlar sizin elbiseniz, siz onların elbisesisiniz469 Ayetin işarî yorumu, ilahi isimlere atıf yaparken tefsirdeki anlamı eşlerdir.

Dersen ki Haktır, izhar edersin gaibi Dersen ki halktır, kendinde gizlersin

Hakkın varlığı olmasaydı hiçbir şey olmazdı Halkın varlığı olmasaydı O’nu gizleyemezdin

O halde hafz mertebesinden Hakk halkın suretinde zuhur etmiş, ‘Ben kulumun duyma ve görme gücü olurum’ demiştir. Ayette ‘Onu komşu edin ki, Allah Teâlâ’nın kelamını duysun.’470 ‘Peygambere itaat eden Allah Teâlâ’ya itaat etmiştir471 buyurmuştur. Peygamber hakkında ‘Ö arzusundan konuşmaz, vahyedileni söyler472 buyurur. Başka bir ayette ‘Peygamberin görevi tebliğdir473 denilir. Nispederin hükmü ve tesiri olmasaydı, sebep­lerin varlığı olmayacağı gibi onlar vesilesiyle tesir ve netice ortaya çık­mayacaktı. Alemdeki insanların çoğunun sebeplere dayandıklarını bilirsin! Allah Teâlâ o sebepler nezdinde bulunmasaydı, hiçbir yaratılmış sebeplere dayanmazdı. Biz eseri sebeplerden gördüğümüz gibi onu ancak sebeplerin nezdinde biliriz. İnsanların bir kısmı sebepleri kabul eder ki bu durum kaçınılmazdır; bir kısmı onları vesile kabul eder ki, bu da kaçınılmazdır. Biz ve bizimle aynı müşahedeye sahip olanlar her iki görüşü birden kabul ederiz. Sebepler akla göre vesile iken gözlem ve duyuya göre sebep sayılır. (Haldea ait) iktidar ile (mümküne ait) kabulden söz ederken bunu açıklamıştık. Bu durum bütün işin döndü­ğü ilkedir. Sen de Allah Teâlâ’ya ibadet et, O’na tevekkül et! Senden gayreti­nin bulunmadığı bir şeyi mi talep etmiştir? ‘Senin Rabbin onların yaptık­larından gafil değildir.’474 Allah Teâlâ tarafından yaratılmış olsa bile, ameli sana izafeyi gerektirecek hakikat bulunmalıdır. Allah Teâlâ amelin yaratılışı hakkında ‘Allah Teâlâ sizi ve amellerinizi yarattı475 der. Yani işlediğiniz işleri de Allah Teâlâ yarattı. İşarî yorumu benimseyenler, burada ma edatını olum­suzluk anlamında yorumlamıştır: Amel şenindir, yaratma ise Allah Teâlâ’ya aittir. Allah Teâlâ’nın kendine izafe ettiği bir işi sana izafe etmiş olmasının nedeni, varlığın tek ve yönlerinin çok öldüğünü öğrenmen içindir. Binaenaleyh amel olması bakımından Allah Teâlâ onu sana izafe eder ve seni ondan dolayı ödüllendirirken, yaratılmış olması bakımından Allah Teâlâ’ya aittir. Yaratma ile amel arasında hem anlam hem lafız itibarıyla fark vardır. Bunu bilmekten perdelenme! Bu bilgi ince bir bilgidir.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

RİF'AT (YÜKSEKLİK) MERTEBESİ

er-Refi' İlahi İsmi

el-Mü’min ve el-Müheymin bir kavmi yükseltir İman etmiş onlar, başkalarından yüksektedirler

Nefislerini sarhoş görürsün Hükmüne girer ve çıkarlar

O’nun nezdinde dürüst gençler görürüz Gençliklerinde dürüstçe amel etmişler

Hainlikten temizlenmiştir onlar Hakka iman etmiş, şahit olmuşlar

Bu mertebenin sahibi Abdurrefi’ diye isimlendirilir. Ayette ‘Dereçeleri yükselten, Arşın sahibidir476 denilir. Yükseklik ve rifat Allah Teâlâ’ya zatı gereği ait bir nitelik iken kul için bu özellik dolaylı olarak gerçekleşir. Bu mertebe hüküm bakımından hafz mertebesinin hükmünün zıddma sahiptir. Çünkü kul için asıl nitelik hafz iken Hakk için asıl nitelik yük­sekliktir.

Allah Teâlâ bizi ve seni kendinden bir ruh ile desteklesin, bilmelisin ki; bu mertebe, seva (eşitlik) mertebelerindendir; seva mertebeleri, iki makam arasında bulunan duraklardaki mertebelerdir. Kul o mertebe­lerde durdurulur, kendisine intikal edeceği makamın adabı ona öğreti­lir, ayrılmış olduğu makamda taşımış olduğu edebe göre teşekkür edilir. Bu mertebelere seva mevkıfı (durağı) veya seva hazreti denilme­sinin sebebi, Allah Teâlâ’nın kendinden haber verirken ‘Dereceleri yükselten­dir477 buyurmuş olmasıdır. Allah Teâlâ kendisi için kullarına zuhur ettiği dereceler belirlemişken O’nu bilen kulları hakkında ‘Allah Teâlâ sizden iman edenleri ve ilim verilenleri derece bakımından yükseltir478 der. Bu derece­lerde müminler kendilerini görebilsin diye Allah Teâlâ’yı bilenler ortaya çıkar.

Dereceleri yükseltmede seva mertebesinin bir hükmü de kulun ve­ya var olan bir şeyin bulunduğu dereceye göre amade kılmadır. Başka bir ifadeyle o mertebede bulunan varlığa başka mertebede bulunan bir varlık amade olurken kendisi de başka bir derecedekine amade kılınır. Bazen amade kılınan kişi, amade olduğu kişiden yüksek makamda bulunabilir. Yüksektekinin aşağıdakine hizmet etmesi ve ona amade olması keremlinin şefaat talep eden günahkâra şefaati demektir. Bir hadiste gecenin son üçte birlik bölümünde Allah Teâlâ’nın yakın semaya te­nezzül edeceği zikredilir. Söz konusu hadiste akıl sahipleri için gönül­lerdeki hastalığa şifa olacak yeterli ve kâfi açıklama vardır. Derece hü­küm sahibi olduğu için, yukarıda olanın hizmet edilen olması gerekir. Yani hizmet edenin derecesi her zaman hizmet edilenin derecesinin aşağısındayken hüküm hallere aittir. Misal olarak halkına hizmet edip onlar adına savaşan ve menfaaderini yerine getiren hükümdarın dere­cesini verebiliriz. Hükümdarlık derecesi onun halkı için böyle davran­masını gerektirir. Hizmet etmek hükümdarın hizmet edilenin derece­sinden daha aşağıya inmesini gerektirir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah Teâlâ bir kıs­mınızı diğerlerinin üzerine yükseltmiştir.’479

Allah Teâlâ kullarına emir ve yasaklar verdiği gibi kulların da kendisine emir ve yasak vermelerini irade ederek onlara şöyle demeyi emretmiş­tir: ‘Bizi bağışla, bize merhamet et.’480 Böyle bir emir dua ve talep diye ifade edilir. Yasaklama hakkında ‘Bizi unuttuğumuzda veya hata ettiği­mizde cezalandırma481 der. Başka bir ayette ‘Bize yük yükleme482 denilir.

Veya ‘Bize gücümüz yetmeyecek işleri yükleme5483 denilir. Allah Teâlâ bize şöyle demeyi emreder: •Akitleri yerine getirinJ5484 Başka bir ayette ‘Ahit yaptı­ğınızda Allah Teâlâ’ya verdiğiniz sözü yerine getirin'485 der. Yasaklama hakkında ‘Kesin karara bağladıktan sonra yeminleri bozmayın’486, ‘Ölçüde hile yap­mayın487 buyurur. Bu ve benzeri ayederde Allah Teâlâ, kullarına emir ver­miş, yasaklar koymuştur. İzzet ve ceberut sahibi iken Allah Teâlâ’yı veya zelil ve muhtaç iken kulu memur ve yasaklanan haline getiren sebebi araş­tırdığımızda, onun sebebinin gerektirdikleri hükümlere göre dereceler olduğunu gördük. Derece Allah Teâlâ hakkında emir ve yasaklama diye isim­lendirilen bu hali meydana getirirken kul hakkında dua ve talep diye isimlendirilen hali ortaya çıkartır. Allah Teâlâ kendisini kullarını birbirleriyle ilişkide yerleştirdiği makama yerleştirmiştir. Ayette ‘Dereceleri yüksel­tendir488 der. Bu durum yaratıkları hakkındadır. Sonra kendisini mas­lahatlarını ve yaptıkları işleri gözetmek üzere onların derecesine indire­rek şöyle der: ‘İşlediği işlere karşılık nefs üzerinde kaim olan kim?’489 Baş­ka bir ayette ‘Erkekler Allah Teâlâ’nın kendilerine vermiş olduğu ihsana göre kadınlar üzerinde hâkimdir490 der. Çünkü kadınlar erkeklerin ailesidir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Bütün yaratılmışlar Allah Teâlâ’nın ailesidir (O’na muhtaç­tır)’ dediği aktarılmıştır. Allah Teâlâ da onların ihtiyaçlarını karşılar, çünkü yaratılmışlar Allah Teâlâ’ya yönelirler ve bu nedenle O’nun ailesi olurlar. Allah Teâlâ bir ihsanı olarak kendini o mertebeye indirdiğinde, durumun böyle olması kaçınılmazdır. Nitekim bizde ve O’nda işin böyle olduğuna dikkat çekmiştir.

O bizden ve bizde Bizim gibi, bizden ve bizde

Rabbimi kendimle bildim Kesin bilgi böyle dedi

Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Bir kısmınızı diğerlerinden üstün kıldı.’491 Se­bebini açıklarken de ‘birbirinize hizmet etmeniz için’ demiştir. Birin­den bir şey istediğinde, kuşkusuz, onu isteğinin mahalli yapmış olur­sun. Allah Teâlâ kendisinden isteyen kimselere icabet edeceğini, karşılık vereceğini bildirmiş, fakat bunu belirlemiş olduğu şarta bağlamıştır.

Biz de mertebelerimizin gerektirmiş olduğu şarta göre talep ettiği hususta O’na icabet ederiz. Allah Teâlâ, ismin isimlendirilenin aynı olduğu mertebede, isiminin aynıdır. Bazı kimseler Hakkın sıfatlarının ‘ne O ne O’ndan başkadır’ demişlerdir. İsimlerin bir kısmının diğerlerinden daha üstün derecede bulunduğunu öğrendik ve böylelikle her isim ötekini -kendi mertebesine göreyardımcı edinir. Buradan -söz gelişiel-Hayy’ın derecesinin isimler arasında en yüksek derece olduğunu biliriz. Çünkü hayat isimlerin varlığını mümkün kılan şarttır. el-Âlim ismi de el-Kadir ve el-Mürid ismine göre daha kapsamlı ve geniştir. Bu

,                    A                                                               A

isimler ise el-Alim’in özel ilgileridir. O halde bu isim, el-Alim ismi için yardımcı ve perdedir. Bilgi maluma (bilinen) tâbi olduğu gibi bilenin, bilinenin etkisi altında olduğunu öğrendik. Bilen bilinenin değiştirme­siyle değişir ve başkalaşır. Bilenin tesiri bilinende ancak onun verdiği bilgiye göre ortaya çıkar. Demek ki, hakkıyla araştırdığında, bilenin mertebesi derecelerden daha yüksektir. Hakkın bildiği şeylerin bir kısmı ise O’nun kendisidir. Başka bir ifadeyle Hakk, kendisi için zorun­lu veya imkânsız olanları da bilir. Ayrıca kendisinden başka bütün bilinenler için zorunlu, mümkün ve imkânsız hususları da Hakk bilir. Hakk herhangi bir malumda onun verdiği bilgiye göre tesir eder. Aynı şey es-Semi, el-Basir, eş-Şekûr ile özel ilgilere ve konulara sahip diğer isimler için geçerlidir. Bunun yanı sıra er-Rauf, er-Rahim ve diğer bütün isimler derece bakımından el-Alim isminden sonradır. O isimle­rin tek istisnası el-Muhit’tir. el-Muhit el-Âlim’den bir derece aşağıda­dır. Bu isim ancak şey diye isimlendirileni ihata edebilir. İmkânsız malum olsa bile, hayaldeki varlıkta ‘şey5 diye isimlendirilebilir. Burada onun hayal mertebesinin gerektirdiği bir ‘şeyliği’ vardır. Binaenaleyh bu isim, vehim kendisini bir şey olarak tahayyül ettiğinde, imkânsızı da ihata eder. Misal olarak susamışın su zannettiği serabı verebiliriz. Ona geldiğinde, hiçbir şey bulamaz. Fakat hayalin dışındaki mertebelerde imkânsız ihata edilemez. Gerçi imkânsız ihata edilmekle nitelenmemiş olsa bile, Alim tarafından bilinir. Aynı şekilde el-Hay ismi diğer isimle­rin şartıdır. İlahi isimlerin kendilerinin ve tesirlerinin ortaya çıkış sebe­bi bu isimdir. Aynı şey bütün illetler için geçerlidir ve her illette hayat özelliğinin bulunması zorunludur ve bu sayede onlardan gerçek bir tesir ortaya çıkar. Bunun farkına akıl sahibi olan nazarî düşünürler varamaz. Sadece keşif sahipleri bunu fark edebilir. Onlar hayatın cev­her ve arazıyla bütün var olanlara sirayet ettiğini müşahede ederler. Bunun yanı sıra mananın mana ile var olduğunu, bu sayede parlak siyah ve kirli siyah denilebildiğini görürler. Aydınlatmanın siyahlığa değil, mahalle izafe edildiğinden bilgisi olmayan kişi, bu hususta bir fikre sahip değildir. Hayatın arazlarda bulunması cevherlerde bulun­masıyla birdir. Her araz ve cevher, yani taşınan ve taşıyan her şey O’nun hamdini tespih eder. Allah Teâlâ’yı ancak neyle ve kimi tespih ettiğini bilen tespih edebilir. Bu bilgi tespih edilmesi gereken ile farklı yönler­den aynı hakikatte teşbih edilmesi gerekeni ayırt eder. Allah Teâlâ kendisini öven, kendisini kendisiyle tespih edendir. Allah Teâlâ câlemlerden müstağni­dir5492 başka bir ayette ‘Allah Teâlâ’ya güzel borç verirler493 buyurur. Bütün bunlar kalbi olan veya kulak veren için O’nun kendini övmesi bağla­mında zikredilmiştir.

Allah Teâlâ’yı böyle bir bilgiyle bilmeyenin O’nun hakkında veya âlem hakkında bilgisi yoktur. Gerçek ortaya koyduğumuz üzere olmasaydı, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Kendini bilen Rabbini bilir’ demezdi. Burada tek meful alan fiil getirmiş, birlikteki belirsizliği ortadan kaldırmak üzere âlime kelimesini kullanmamıştır.

Bu açıklama ve imalarımızla yükseklik mertebesinin gerektirdiği hususlar ortaya çıkmış oldu. Bunun öncesinde Allah Teâlâ’nın kendisiyle al­çalttığı ve yükselttiği terazi mertebesi vardır. Allah Teâlâ yüce mertebe sahibi olduğu için ‘Güzel kelime ve salih amel O’na yükselir494 buyurmuştur. Kelime ortaya çıktığında üzerinde bulunduğu duruma göre güzel ya da çirkin bir surette bedenlenir. Çirkin kelime bedenlendiği yerde kalır, yükselemez. Temiz kelime sureti ortaya çıkıp şekillendiğinde, amel etmeyi gerektirir ve sahibi de onu yaparsa, Allah Teâlâ onun amelinden burak meydana getirir. Başka bir ifadeyle kelimeye ait bir binek mey­dana getirir. Binek vasıtasıyla amel Allah Teâlâ’ya doğru yükselerek bu sayede çirkin kelimeden ayrışır. Bütün bunları Allah Teâlâ ehli müşahede ederek ve inanarak görür. O halde bütün yaratıklar her nefes yaratma içindedir. Başka bir ifadeyle onlar ‘her gün bir iştedir’. Çünkü nefes alıp vermek­tedirler ve nefes tekvinin (yaratmanın) suretlerinin heyulasıdır. Hakk nefeslerin varlığında kendi şe’nlerinde bulunurken, tasvir kulun tenef­füs esnasında bulunduğu Hakk göre gerçekleşir. Hakk içeri giren nefesi niteliksiz olarak yaratır. Kalbe yerleşip elçilik emanetini kalbe teslim ettiğinde, şekillenir ve nefsin zatında kalpte bulunan düşüncelere göre bir suret açılır. Suretin açılmasından sonra nefes onu sıkar. Başka bir nefes girmek istediği için onun giriş yolunda daralma ve sıkıntı ortaya çıkar. Çünkü nefes varlığı koruma özelliğindeki bir bekçidir ve kapıda­ki perdedar gibidir. Dışarı çıktığında, ya nefesin sahibi bir söz söyler veya söylemez. Söz söylerse, o söz havayı söylediği harflere göre şekil­lendirir ve kalpten kazanmış olduğu surete eklenir. Sahibi söz söyle­mezse, nefes kalpteki düşüncenin suretiyle ortaya çıkar. Dünyada ve ahirette iş böyle sürer. Nefes dünyada çirkin ve hoş diye suredenirken ahirette sadece güzel ve hoş diye suredenir. Ahiret nefesin güzel olma­sını gerektirir ve dolayısıyla orada nefes ancak güzelden güzele doğru var olur. Bu nedenle güzeller çoğalır, sahibine bedbahtlık getiren çir­kinlere baskın gelirler. Çok olduklarında kendilerini yenerler, onların nefesteki etkisini ortadan kaldırırlar. Bu durum söz konusu kişilerin -cehennem ehli olsalar bilecehennemde rahmete ulaşması demektir. Başka bir ifadeyle ‘imar ediciler’ olmaları bakımından, Allah Teâlâ’nın rahmeti gazabını geçmiştir. Hüküm de O’na aittir. Allah Teâlâ’nın dışındakiler ise yaratılmıştır. İnançlar da yaratılmıştır. Hiç kimse bulunduğu hal üzere Allah Teâlâ’ya ibadet etmemiş, ibadet edenin nefsinde yaratılmış olması bakı­mından O’na ibadet etmiştir.

Bu sırrı iyi düşünmelisin! Bu sır son derece latiftir. Allah Teâlâ hakların­da ‘Allah Teâlâ’yı hakkıyla takdir edemediler495 denilen kullar için bu sırra göre mazeret ortaya koymuştur. Allah Teâlâ hakkında inanç sahibi herkes yaratı­cıdır. Buradan kimin ibadet ettiği ve kime ibadet edildiği anlaşılır.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

İ'ZAZ (AZİZ KILMA) MERTEBESİ

(İ'zaz İlahi İsmi)

el-Muiz mertebesini yüceltendir

Allah Teâlâ’ta olan da sahibini yüceltir ve aziz kılar

Bir komşu O’nun mertebesine gelirse O esnada kendine ikram eder

Bu mertebenin sahibi Abdulmuiz diye isimlendirilirken mertebe, kulu ulaşılmaz bir koruya yerleştirir, ona yalan iddiayla makamı hak­kında ileri geri söz söyleyenlere karşı üstünlük ve kahır gücü kazandı­rır. Söz konusu kişiler ve onların iddiaları, gerçekte bir hakikate sahip değildir ve öyle biri yaratılmışın aziz kılmasıyla aziz ve yüce olandır. Bu yönüyle de meşru hükümlerde alanında kıyas yapmaya benzer. Böyle bir kıyasın hükmü, hakkında nas bulunan hükümlerden zayıftır. Bu nedenle bir grup o kıyası kabul etmiş, bir grup meşru hükümlerde kıyasın kullanılmasını reddetmiştir. Onu kabul edenler, Allah Teâlâ’nın ‘İzzet Allah Teâlâ’ya, Peygamberine ve müminlere aittir’496 buyurması nedeniyle hü­kümde bir ilke olarak kabul etmiştir. Onlar Allah Teâlâ’nın izzeti kendisine izafe edilen elçilik ve imanla nitelenen kimselere izafe edişinin manasını fark etmemişlerdir. Allah Teâlâ ayette ‘insanlar’ dememiştir. Zikredilenler Allah Teâlâ tarafından izzet sahibi kılınmışlardır ki, biz de bunu belirttik. Kıyası kabul edenler, Allah Teâlâ’nın dinini sözü edilenlerle aziz kıldığına dikkat etmişlerdir. Onlar din sayesinde aziz oldukları gibi Allah Teâlâ da dini onlarla aziz kılmıştır. Bu itibarla din yaratılmışın aziz kılmasıyla aziz olmuştur. Kast edilenler peygamber ve Allah Teâlâ’nın aziz kılmasıyla izzet kazanan müminlerdir. Böylece asıl için ortaya çıkan izzet, fer için orta­ya çıkmış, hükümde kıyas sabit olmuş, bu mertebeden kıyas dördüncü asıl haline gelmiştir. Kıyas Kitap ve Sünnet ile sabit olduğu için asıllar gerçekte üç tanedir. Böylece bir açıdan kaynaklar dört, bir açıdan üç olmuştur. Kaynakların (usul) durumu her öncülün iki kavramdan oluştuğu iki öncülün durumuna benzer. Kavramlar gerçekte üç taney­ken özel bir şekilde ve özel bir şartla üç ve dört olmaları mümkün olabilmiştir. Ardından netice meydana gelir. Netice hükmün ortaya çıkması ve dışta var olmasıdır. İşte içtihadın verisi budur. Bu içtihat hata olsa bile Allah Teâlâ, peygamberinin diliyle onun hükmünü onaylamış, her kişiyi ancak yapabildiğiyle yükümlü tutmuştur. Allah Teâlâ nefislerin bir kısmına kıyası kabul etme düşüncesi vermiştir. Haşmeti nedeniyle hükümdarın aziz kılması, Allah Teâlâ’nın aziz kıldığı kullarının durumuna kıyas edilmiştir.

Allah Teâlâ sayesinde ‘aziz’ olmak ise kulun muduluk veya bedbahtlık kazandıracak tarzda Hakkın suretiyle görünmesidir. İzzet sadece Allah Teâlâ’ya aittir ve her nerede ortaya çıkarsa izzet, engelleme gücüne sahip­tir. İzzetin bedbahtta ortaya çıkması ‘Tat, sen aziz ve kerimsin497 aye­tinde ifade edilir. Yani bulunduğun halde ulaşılmaz bir koruda (aziz), ailene ve kavmine karşı kerimsin. Bu ayet alay etme amacı taşımaz, çünkü gerçekte öyledir. Başka bir açıdan ayet, kişiyle alay eder, çünkü Allah Teâlâ ona zillet halinde ve korusunun mahremiyeti kalkmış ve ulaşıla­bilir Hakk gelmişken böyle hitap etmiştir. Alemde izzet sahibi olan kişi ancak Hakkın suretiyle, yani sıfatıyla zuhur edebilir. Bununla birlikte Allah Teâlâ bazı yerlerde onu kınamış, bazı yerlerde övmüştür. Kınanmış yer, bu duyguyu kulun bilgisiyle kendisine veren yerdir. Böyle biri zelil iken izzet sahibidir. O makama sahip olmayan kişi, zelil olmaksızın, izzet sahibidir; gerçekte zilleti hissetse bile -çünkü zillet ve muhtaçlık özelliğinde yaratılmıştır-, durum böyledir. Bu itibarla asıldaki muhtaç­lığın inkârı mümkün değildir. Bu nedenle Allah Teâlâ bütün kibirli, zorba kalpleri mühürleyeceğini söylemiştir. Bu mühür nedeniyle büyüklük ve ceberut görünse bile, kalplere giremez. Çünkü insan kalbinde asıl iti­barıyla kendisi ile kibirlendiği insan arasında fark bulunmadığını bilir.

İzzet sahibi olmanın en büyüğü insanın nefsini rabbani bir niteli­ğin bulunduğu yer olmaktan korumasıdır. Böyle bir izzet sadece mut­lak kula ait olabilir. O Allah Teâlâ’nın emriyle zuhur ederse, izhar eden kendisi değilAllah Teâlâ’nın emridir. Allah Teâlâ’nın kulunu ‘aziz’ kılması, insanların geneli tarafından Hakkın nitelikleri sayılanlardan herhangi birinin kendisinde bulunmamasıdır. Böyle bir kul rabbinin niteliklerinin bu­lunmasından uzak bir korudur.498 ‘İnsanların geneli’ dedik, çünkü onla­ra göre Allah Teâlâ’nın nitelikleri bilhassa esma-i hüsna denilen ve tenzihi gerektiren özelliklerdir. Seçkinlere göre ise bütün sıfatlar Allah Teâlâ’ya aittir. Bunlar, Allah Teâlâ kendileriyle nitelenmiş olsa bile gerçekte kula ait olduk­ları söylenen nitelikler ile kul kendileriyle nitelense bile gerçekte Allah Teâlâ’ya ait niteliklerdir. Seçkinlere göre bütün nitelikler, kul kendileriyle nitelense bile, Allah Teâlâ’ya aittir. Sıradan insanlara göre rabbani nitelik sayılan bir niteliğin bulunmasından kendini korumayan kul izzet bu­lamamıştır, çünkü öyle bir nitelikten kendini korumamıştır. Bu durum Allah Teâlâ’nın emri olmaksızın o niteliğin kendisinde hüküm sahibi olmasıyla tezahür eder. Böylelerine misal olarak, Firavun ve bütün zorbalar ile Allah Teâlâ’nın emriyle almış olsa bile perdeleyici niteliklerin sahiplerini vere­biliriz. Allah Teâlâ’nın emriyle o niteliği alan kişi, onunla yaratıklarda bulunup onlara görünürse, hemcinslerine karşı izzet duygusu hisseder. Böyle olunca, ameli hüsrana uğrayanlara katılır. Kastettiğim kişiler, müslümanların hükümdarları, sultanları ve komutanlarıdır. Onlar, kendileri farkında değilken, yönettikleri kimselere başkan olmakla iftihar ederler. Bu nedenle görevlerinden azledildiklerinde, hem kendi­lerinde hem de halkın nezdinde zelil ve hor olurlar. Yönetimi vaktinde halkla ilişkisini böyle kurmayıp görevinden alman bir kişi ise sahip olmadığı bir durumla karşılaşmaz. Böyle biri hem Allah Teâlâ katında, hem nefsinde, hem yönetimi altındaki halkın nezdinde teşekkür edilen biri­dir. O Allah Teâlâ ile izzet bulan, daha doğrusu korusunu sahip olmadığı bir niteliğin bulunmasından koruyan aziz kişidir.

Allah Teâlâ varlıkta bazı yerler belirlemiştir ki, orada gerçek marifete ulaşıp halifelikte Hakkın sıfatmı elde etmiş kul, izzede hareket eder. O haklarında ‘Allah Teâlâ’yı hakkıyla takdir edemediler'499 denilenlerin Hakkın mertebesine saldırdıklarını gördüğünde, izzetli davranır; talim yoluyla kalplerindeki kuşkuları ortadan kaldıracak şekilde düzgün sözlerle Hakkın mertebesini aziz kılar. Bunun neticesinde Hakk onların nezdin­de aziz olurken kul da söz konusu insanların kalplerinde bulunup daha önce hakkıyla kadrini takdir edemedikleri Allah Teâlâ’yı aziz kılmış olur. On­lar Hakkı bilemedikleri için O’ndan uzaklaşmış, izzet ve büyüklük sahibi başka bir ilaha tapınışlardı.

Hakikate ulaşan kulun el-Muiz isminden nasibi ve payı budur. elMuiz o kulların kalplerini Hakka yaraşmayan kötü inanç ve sözlerin tahakkümünden kurtarmıştır. Ayette ‘Allah Teâlâ, ‘Allah Teâlâ muhtaç, biz zenginiz’ diyenleri duymuştur500 denilir. Başka bir ayette ‘Allah Teâlâ’nın eli kapalıdır501 dedikleri aktarılır.

0 el-Muiz, fakat bilmez O’nu

Keyfiyet ve teşbihten münezzeh olandan başkası

el-Muiz delillerin gösterdiği

Her tenzihten münezzehliğini gösterir delil

Kulların tenzihinden; Hakk yalanlar onu Her uyarıda söylemiş olduğu sözü

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

ZELİL KILMA MERTEBESİ

(İzlal İlahi İsmi)

el-Muzil el-Muiz’in kendisi Katma girerken ve çıkarken

Sevdiğini zelil kılarsa yaklaştırır Varlıklarına çıkışı yenilenir

Bu mertebenin sahibi Abdulmuzil diye isimlendirilir. O kul zelil olan kişidir. Allah Teâlâ yarattıklarını bu mertebeden yarattı. İnsanı yarattı­ğında ise onu bütün yaratıklarına imam kılmış, isimleri ona vermiş, melekleri secde ettirmiş, bilmedikleri hususları meleklere öğretmesini sağlamıştır. İnsan sürekli yaratıcısını müşahede eder ve bu nedenle onda hiçbir şekilde izzet duygusu bulunmaksızın zillet ve muhtaçlıkta kalır. İnsan (Adem) emaneti bir teklif olarak üstlenmiş, eşi ile kendisi­nin başından geçen hadiseler yaşandıktan sonra onun bir parçası şöyle demiş: ‘Rabbimiz! Kendimize zulmettik.’502 Yani yüklendiğimiz emanet nedeniyle kendimize zulmettik. Sonra onun oğulları babalarının Allah Teâlâ’nın karşısındaki mertebesinin yüksekliği nedeniyle gurura kapılmış­tır. Allah Teâlâ onu seçmiş, ona hidayet etmiş, herhangi bir sebep olmaksızın onu kendine yaklaştırarak nimet vermiş, inayet etmiştir. Allah Teâlâ onu yaratıkları içerisinde halifesi yapmış, onda ve onunla âlemin varlığı kemale ermiş, iki suret meydana gelmiş, Âdem iki sureti, yani iki mer­tebeyi elde etmiştir: Kendisine secde edilmesi nedeniyle izzet mertebe­si ile kendini bilmesi nedeniyle zillet mertebesini! Onun oğulları ara­sından bazıları babalarının iki mertebeyi elde ettiğini bilememiş, iki nitelikle ortaya çıkmasının (hikmetini) anlayamamışlardır. Bunun üzerine el-Muzil söz konusu insanları ‘zelil kılma’ mertebesinden zelil kılmış, eğitmiş, şımarıklık ve naz halinden çıkartmıştır. Bu durum, Allah Teâlâ’nın Âdem’in oğulları arasından inayet ettikleri içindir. Allah Teâlâ onla­ra kulluklarını göstermiş, onlar kulluğu yaparak kendisine yaklaşmış­lardır. Zaten Allah Teâlâ’ya kulluktan başka yaklaşma yolu yoktur! Kulluk onlara ait bir iştir, Allah Teâlâ’nın kullukta payı yoktur. Ebu Yezid ve benzeri kimselerin zevklerinde bu husus ortaya çıkmıştır. Alİah kendisine ‘Bana benim olmayan niteliklerle yaklaşabilirsin; zillet ve muhtaçlıkla’ demiş ve bunu ondan izzeti atarken söylemiştir. Öncesinde ise Ebu Yezid ‘Ya Rab! Sana nasıl yaklaşabilirim?’ diye sormuş, Allah Teâlâ ona şöyle demişti: ‘Ebu Yezid! Kendini bırak ve gel!’ Burada ‘nefs’ babasının ilahi surette yaratılmış olması nedeniyle kazandığı izzet özelliğiydi.

insanın (gurura kapılmaması için) şu hususu bilmesi gerekir: Âlemdeki her şeyin ilahi suretten bir payı vardır. Hatta bütün âlem ilahi surettedir. İnsan-ı kâmilin âlemin bir parçası veya bedeni bakı­mından göklerin ve yerin edilgeni olması yönüyle değil, toplama (mecmu’) sahip olması itibarıyla bu mertebeyi elde etmiştir. Bununla beraber insan ilahi surette yaratılmıştır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Allah Teâlâ Âdem'i kendi suretinde yaratmıştır’ der. Burada ‘kendi suretinde’ kelimesinde­ki zamirin kime gittiği hakkında tartışmalar olmuştur. Bir rivayette ‘Rahman'ın sureti’ denilir. Fakat bu rivayet zayıftır. Âlemin sureti insanın varlığıyla tamamlanmıştır. O halde kendisi büyük âlemin sure­tini tamamlayan olsa bile, insan-ı kâmil âlemden -âleme muhtaç ol­maksızıntek başına ilahi surette olması nedeniyle ayrışmıştır. Âlem­den ayrıştığında, izzet oğullarına, daha doğrusu oğullarının bir kısmı­na yayılmıştır. Allah Teâlâ ise şeriat yaptığı hükümlerle onları terbiye etmiş ve şöyle demiştir: Meleklerin babanıza secde etmesi nedeniyle gurura kapıldıysanız, kuşkusuz, size Kabe’ye secde etmeyi emrettim. Üstünlü­ğünüz size secde edilmesinden kaynaklanıyorsa, Kâbe sizden daha değerlidir. Çünkü siz, size daha doğrusu babanıza secde eden melek­lerden daha üstün olduğunuza inanmaktasınız. Bu üstünlük iddiasiyla birlikte taştan yapılmış Kabe’ye secde edersiniz. Kim secde etmekten geri durursa, babanıza secde etmeyen İblis’e katılır. Demek ki izzetini­zin sebebi size secde edilmesi değildir. Nitekim siz de Kabe’ye secde eder, haber verdiğim üzere Allah Teâlâ’nın eli ve O’na biat etmenin yeri olan hacer-i esved’i öpersiniz. İzzedi olmanızın nedeni babanızın meleklere isimleri öğretmesini dikkate alarak bilgi olabilir. Hâlbuki meleklerden birisi olan Cebrail en büyüklerinizin, yani peygamberlerin öğretmeni­dir. Isra gecesinde inci ve yakut refrefı kendisine sarktığında Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem secde etmeyip Cebrail secde edince şöyle demiş: ‘Bilgide Ceb­rail’in benden üstün olduğunu anladım.’

Siz meleğin ilhamıyla Allah Teâlâ’yı razı eden işlerde tasarruf edersiniz. Onlar sizi muduluk yollarına yöneltir ve Hakka yaklaştırır. Hal böyle iken meleklere karşı hangi özelliğinizle izzet sahibi olursunuz? Babanız gibi olun ki mutlu olasınız! Üstünlük ancak secdeyle ve bilgiyle gerçek­leşir. Onlar ise sizin elinizden çıkmıştır. Nebiler arasından izzet sahip­leri resuller ve müminlerdir. Binaenaleyh Allah Teâlâ’nın terbiyesiyle eğitilen kişi, kurtuluşa ermiş ve mutluluğu elde etmiştir.

Bilmelisin ki, kitabın pek çok yerinde şunu belirttik: Âlemdeki her hükmün ilahi bir dayanağı ve rabbani bir niteliği vardır. Bir kısmı isim olarak kullanılır ve söylenirken bir kısmının ise -doğru olsa bileisim olarak kullanılması söz konusu değildir. Allah Teâlâ yaratıklarında muhtaçlık ve zillet özelliği var etmiştir. Bu özellik hangi ilahi hakikatten ortaya çıkmıştır? Allah Teâlâ Ebu Yezid’e zillet ve muhtaçlık özelliğine sahip olma­dığını söylemiştir. Ben bu hususta ilahi dayanakla ilgili, bilginin ma­luma tabi olmasına dikkatini çektim. Bilgi bir kemal niteliğidir ve an­cak malumdan ortaya çıkar. Başka bir şey. değil de, sadece bilginin maluma tabi olması kalsaydı, bu hususu açıklamak için yeterli olurdu.

Bunun ardından ilahi isimlerin hakikatlerinin gereğine göre daha çok açıklama yapabiliriz. O hakikatlerle çokluk meydana gelmiş, var olmuş­tur. Alem zihinden kalkmış olsaydı, tenzih gerektiren izafet isimleriyle diğer isimler -âlemin ortadan kalkmasıylaortadan kalkardı. Demek ki bu isimlerin hükmü âleme bağlıdır ve ilahi isimler âleme dayanır. Bir hükmünün bir şeye dayandığı varlık, o şeyi talep eder. Bu bağlamda ancak elde olmayan bir şey talep edilebilir.

Ardından tenzih, böyle bir meselede arife baskın gelince, âlemdeki her parçanın ilahi bir isimle irtibatlı olduğunu görür. Bununla birlikte âlemdeki bazı şeyler, diğerlerinden öncedir. Bu demektir ki ilahi isimlerden her biri kendi hükmünde başka bir ismin hükmüne dayanır ve o isimde hükmü yaratma veya zail olma tarzında ortaya çıkar. Bina­enaleyh ilahi isimler, yine ilahi isimlere dayanmış, bağlanmıştır; isimler ise isimlendirilenin kendisidir. O halde iş ve emir, Allah Teâlâ’dan Allah Teâlâ’yadır. Tenzihçinin akidesi budur. Genel olana gelirsek, daha önce söylediği­miz üzere, âlemin zihinden veya gerçekte ortadan kalkmasıyla ilahi isimlerin hükümleri ortadan kalkar.

Bu açıklamayla zillet ve muhtaçlığın ilahi dayanağını öğrendin. Çünkü herhangi bir varlık ancak bulunduğu hal üzere var olur. Filo­zoflar ‘Birden ancak bir var olur5 demişlerdir. Alem ise çok olduğuna göre ancak çoktan var olabilir. Çokluk ilahi isimlerdir. O halde Allah Teâlâ, çokluğun birliği tarzında birdir. Bu birlik, âlemin zatı gereği talep ettiğidir. Filozoflar ‘Birden bir çıkar’ demekle birlikte çokluğun Bir’den çıktığını görmüşlerdir. Hâlbuki daha önce birin çıktığını iddia etmişlerdi. Bu çelişki onları Bir’de farklı yönleri dikkate almaya zorla­mıştır. Bir’deki yönler (itibarlar ve vecihler) vasıtasıyla çokluk birden sudur eder. Bir ile yönlerin ilişkisi, ilahi isimlerin Allah Teâlâ ile ilişkisiyle aynıdır. O halde çokluk Allah Teâlâ’dan çıkabildiği gibi zaten ortaya çıkmış­tır. Çokluğun ‘çokluk birliği’ denilen bir birliği olduğu gibi Bir’in ‘birin çokluğu’ denilen bir çokluğu vardır ki o da söylediğimizdir. Allah Teâlâ bir-çok, çok-birdir. Bu meselede söylenebilecek en açık ifade budur.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır

SEM' (DUYMA) MERTEBESİ

(Semi'İlahi İsmi)

Hakkı duy kardeşim!

O duyan ve bunu bilen

Hakkın mertebesi emreder                                                 .

Bir gün cefa ettiğini göremezsin

Bu mertebenin sahibi Abdussemi’ (duyan-duyulanın kulu) diye isimlendirilir, çünkü O duyulandır. Bu da sözü içerir, çünkü kelam sesler gibi duyulan bir şeydir. Bu mertebe nefes(-i Rahman) mertebe­siyle ilgilidir. O mertebe daha önce ona geniş ve büyük bir bölüm tahsis ettiğimiz Amâ’dır. Bu mertebede nefes bölümünde zikretmedi­ğimiz ve duymakla ilgili bazı hususlara değineceğiz. Bu konu ilahi kitapların okunmasıdır. Başka bir ifadeyle dinleyene ulaştırmak üzere ilahi kitapların okunmasıdır. Bu mertebenin kişide bir hükmünün olması gerekir ki, o da duymadır. ‘Allah Teâlâ ‘Allah Teâlâ yoksul, biz zenginiz' di­yenleri duydu.’503 Başka bir ayette ‘Duyanlar icabet edebilir504 denilirken başka bir ayette ‘Duymadığına nida ederek karşılık verir505 denilir. Başka bir ayette ‘Duymadıkları halde duyduk diyenler gibi olmayın’506, ‘Onlara duyurmuş olsaydı, yüz çevirirlerdi507 denilir. Her duyan bu mertebeden duyar. Bununla birlikte ‘duymuş olmak’ ile nitelenenler, kabulde birbi­rinden farklıdır. Bazıları duyar duymaz sözdeki maksadı anlayabilecek istidattadır. Böyle bir özellik, Hakkın duyma (gücü) olduğu kul için mümkündür. O kul bütün isimlerin ve kelimelerin verildiği kişidir. Bu makama, yani isimlerin ve kelimelerin verildiği makama, ulaştığını söyleyip de duyması ile anlaması bir olmayanın bu iddiası doğru değil­dir. Böyle birinin nasibi ‘Duymadıkları halde duyduk diyenler gibi olma­yın508 ayetidir. Duyan herkes için geçerli olan ‘mutlak duyma’, bir çağrı ve nidayı duymadır. Bazen nida edeni de bilmez. Böyle biri sa­ğırdır. Çünkü her suretin bir ruhu var olduğu gibi duymanın ruhu da duyulan hakkındaki anlayıştır. Allah Teâlâ ‘sağırdırlar509 der; hâlbuki duyu­yorlardı. ‘Dilsizdirler.’510 Hâlbuki konuşabiliyorlardı. ‘Kördürler.’511

Hâlbuki görebiliyorlardı. Onlar duyduklarına dönemiyor, gördükle­rinden ibret çıkartamıyor veya kendilerine hitap edilen konularda tera­ziye başvuramıyorlardı. Ayette ‘Allah Teâlâ hakkında bilmediklerinizi söylersi­niz512 der. Başka bir ayette ‘Yapmadıklarınızı söylersiniz513 der. Başka bir ayette ‘İnsanlara iyiliği emredip kendinizi unutursunuz514 der. Bu niteliklerin sahipleri geriye dönmezler. Çünkü Hakk onların aynı men­zilde bulunduklarını bildirmiştir. Onlar, bağları nedeniyle akletmeyenlerdir. Başka bir ifadeyle duyulanla veya görülen veya konu­şulanla neyin kastedildiğini düşünmezler. Konuşan her kim olursa olsun böyledir. Allah Teâlâ söz söyleyen herkesin dilindedir. Yani duyduğuy­la sınırlamak üzere onu duyandır (veya onun tarafından duyulandır).

Konuşan hiç kimse Allah Teâlâ’nın onu ihmal ettiğini zannetmemelidir. Mühlet vermiş olsa bile, Allah Teâlâ ‘Söylenen her söz katında gözetmen olarak durur.’515 Allah Teâlâ sözü meydana getiren lafızları kontrol eder, hiçbirini bırakmaz ve hepsine vakıf olur, dünyada -bizim yoldaşlarımızdan iseveya genel vakfe yerinde hepsini bir araya getirir. Konuşan veya susan­dan çıkan her sözü veya sesi Allah Teâlâ bir insana duyurursa, anlasın diye duyurmuştur. Böylece söylenen ve nida edilen söze göre hareket eder. Duymanın en azı çağrı ve nida tarzında duymaktır. Nidaya ilişen en küçük iş ise icabet etmek, başka bir ifadeyle seni çağırana ‘buyur’ diye karşılık vermendir. Duyan insan söyleneni veya nidayla çağırıldığı işi anlamak üzere idrak mahallini hazırlar. Kulun nidasını duyan Hakk ya kendisi nida eder veya herhangi bir yaratılmış vasıtasıyla nida eder. Allah Teâlâ bütün bunları duyandır. O ‘Üç kişi yoktur ki dördüncüsü O olma­sın, beş kişi yoktur ki akıncısı O olmasın, bundan daha azı veya daha çoğu olsa bile Allah Teâlâ onlarla beraberdir516 der. Allah Teâlâ insanların fısıltı ile konuş­tuklarını duyar ve bu nedenle onlara ‘Günah ve düşmanlığı konuşmayın, iyilikten ve takvadan söz edin ve Allah Teâlâ’dan korkun517 diye hitap etmiştir. Allah Teâlâ sohbet ederken ve konuşurken bulunduğunuz her yerde sizinle­dir. Çünkü ‘O’na döndürüleceksiniz.’518 Gerçi Allah Teâlâ onlarla beraberdir. Burada haşr kelimesi kullanılmıştır, bunun nedeni gözlerinden perde­nin kaldırılmasıyla Allah Teâlâ’nın onlara fetih nasip etmesidir. Gözlerinden perde kalkınca aralarında sohbet ederken onlarla beraber bulunanın kim olduğunu öğrenirler. Bu durum hakkında konuşmuş oldukları soru nedeniyle haşr diye ifade edilmiştir.

Allah Teâlâ’nın onların tekliklerini çift, birliklerini iki yapması ise ‘Daha azı ya da daha çoğu519 ayetinde ifade edilir. Burada da onlarm tekliğini çift yaptığı gibi çiftliklerini tek yapmayı mı murat etmiştir? Yoksa onların teklikleri hakkında ayette söz edildiği gibi her zaman çift olarak mı meydana gelir?

Allah Teâlâ seni muvaffak kılsın, bilmelisin ki; Allah Teâlâ her şeyi sayesinde başkasından ayrıştığı mutlak birlik makamında yaratmıştır. Her şeyde bulunan çiftlik ile eşya arasında ortaklık gerçekleşirken teklikle her şey başka bir şeylikten ayrışır. Bir şeyde dikkate alınan yön, onu ayrıştıran özelliktir ve bu durumda ‘şey5 diye isimlendirilir. Çiftlik irade edilmiş olsaydı, bir şey olmaz ve iki şey olurdu. Hâlbuki ‘Bizim sözümüz tek şeydir520 ayetinde geçtiği üzere iki değil, bir şeydir. Gerçek söylediği­miz gibi olunca, Hakk her şeyi üzerinde yaratmış olduğu suretinde yaratmıştır ve bu sayede o şey çift olmuştur. Nitekim suretini aynada gören kişi de çift olmuş, iki surete göre hüküm verilmiştir: Aynaya bakanın kendi sureti ve onu çift yapan suret. Allah Teâlâ bizimle beraber olmasını haber verirken, bizim tekliğimizi çift yaparak bunu bildirmiş, kendisini dördüncü, altıncı veya daha çoğu veya azı saymıştır. ‘Daha azı’ Hakkın üçüncü olması iken ‘daha çoğu’ altıdan fazla olan çift sayı­lardır. Böylece bize âlemin suretinde veya âlemin O’nun suretinde olduğunu bildirmiştir. Bu beraberlikte de yanlarında bulunduğu kim­selerin sohbederini duyduğunu da bildirmiş, o kişiler sohbet etmeyen1er olarak zikredilmemiştir. Allah Teâlâ’nın herhangi bir şey söylediğini duy­duğunda -varlıkları değilonların üzerinde bulunduğu halleri kastetti­ğini anlamalısın! O hal ya söz veya sözün dışında başka bir davranıştır. Onların bizatihi varlıkların zikredilmesinin faydası yoktur; fayda var­lıklardan meydana gelen hallerin söylenmesiyle ortaya çıkar. Onlar bu hallerden dolayı sorguya çekilecek, onlara göre hesap vereceklerdir. Herkese bu kelimeyle neyi kastettiği sorulacaktır. Sahih bir rivayette şöyle denilir: ‘Kul Allah Teâlâ’yı razı edecek sözler söyler. Bu sözler illiyyîn derecesine yazılır. Bir adam da Allah Teâlâ’yı kızdıracak sözler söyler ve o sözlerin nereye gideceğini hesap etmez. Onlar da siccin'e yazılır.’ Allah Teâlâ kullarına kelimenin bir takım mertebeleri bulunduğunu bildirmiştir ve dinleyen o mertebeleri öğrenir. Sözler konuşanın ağzından çıktığında, onlar kendi mertebelerine düşer ve telaffuz eden kişi de işin sonunda onlara tâbi kalır, onun kitabı bulunduğu yerde kendisine okunur.

Abdussemi’ konuşmasını kontrol eden kişidir. O kendisini duya­nın kim olduğunu bildiği kadar sözün mertebelerini de bilir. Sözün bir türü kötü iken, bir türü güzeldir. Dinleyen olduğunda ise Hakkın hitabına bakmalıdır. O hitap bazen genel hitapta ortaya çıkabilir. Ge­nel hitapta ortaya çıkan böyle bir hitap âlemde konuşan herkesten duyulan sözlerdir. İnsan kendini o kelamla muhatap kabul eder, ona candan kulak verir, onun gereğine göre amel eder. Böyle davranmak, kâmil adamların bir özelliğidir. Onun aşağısında ise Hakkın kelamını peygamberin diliyle veya indirilen bir kitap veya sayfa (suhuf) veya Hakkın kendisinde görülüp hitap ettiği rüya yoluyla ilahi haberden duyan gelir. Bunlardan hangisi olursa olsun, zatını Haktan duyduğu söze göre davranmak üzere hazırlamalıdır. Hâk da ona karşı böyle davranır. Kul gizli sohbetinde başkasıyla veya içinden kendisiyle ko­nuştuğunda, Hakk onu duyar, o söze göre kendisine davranır. Bu iti­barla insan içinden de konuşabilir. Ayette ‘nefislerinin ona söylediği’ denilir ve burada Allah Teâlâ dinleyen yok diye konuşanın da olmayacağı sonucunun çıkmayacağına dikkat çekmiş, kendi kendine konuşurken dinleyenin de kendisi olduğunu bildirmiştir. Kişi kendi kendine konu­şur, söylemiş olduğu sözü bir kulak sahibi olması itibarıyla da duyar. Buradan âlem yok iken Hakk’ın kendisiyle konuştuğunu, başkasıyla konuşabilen herkesin kendisiyle de konuşabildiğini anladık. Bu yönüy­le bir varlığın kendi kendisiyle konuşmasında asla sağırlık yoktur, çün­kü insan kendi kendisiyle ancak anlayabileceği sözlerle konuşur; hâlbu­ki başkasının onunla konuşmasında durum aynı değildir. Demek ki kendi kendiyle konuşan insan İçin ‘sözünü anlamadı’ denilemez. Nasıl olur da o sözü anlamaz ki? O söz başka bir söz olmaksızın kendi niye­tidir. Onu bilmek üzere kendisini belirlemiş, ayrıştırmıştır. Başkasının sözünü ayrıştırma imkânı ise bulamaz. Aynı şekilde sözünü anlamadı­ğında, bazen o söze karşı sağır davranabilir. Konuşanın sözünü anla­mayan kişiyle duymayan ve anlamayan arasında bir fark yoktur; bazen de icabet gerekirken icabet etmeyebilir. Bu nedenle Allah Teâlâ onların sağır olduklarını söylemiştir. Onlar düşünmezler, çünkü düşünenden bekle­nen duyduğu hususa dönmesidir. O ise geri dönmemiştir.

Bu mertebeye ulaşıp kelamının ameli olduğunu, her sözünü söy­lerken Allah Teâlâ’nın onun lisanında bulunduğunu bilen, içinden konuşurken bile az konuşur. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

BASAR (GÖRME) MERTEBESİ

(el-Basîr İlahi İsmi)

el-Basîr seni görür

Sen O’nu görürken bilir ve görür seni

O’nunla ol, başkasıyla olma O’nda başkasını görme

O’nun sözüne icabet edilir O bizi görür biz O’nu

Bu mertebenin sahibi Abdulbasîr diye isimlendirilir ve bu merte­beden görme ve müşahede gerçekleşir. Bu itibarla görülen ve müşahe­de edilen bir şey olmalıdır. Allah Teâlâ ‘Gözler O’nu idrak edemez, O gözleri idrak eder521 der. Başka bir ayette ‘Allah Teâlâ’nın gördüğünü bilmez mi?522 buyurur. Başka bir ayette ‘Yüzler vardır parlaktır, Rablerine bakarlar523 demiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Dolunayda ayı gördüğünüz gibi Rabbinizi göreceksiniz.’ Veya ‘Öğlen vakti güneşi arada bir bulut olmaksızın gördüğünüz gibi Rabbinizi göreceksiniz.’ ‘Bulut olmaksı­zın’ derken görülenin -başkası değilAllah Teâlâ olduğu hakkında kuşkunun bulunmayışını kasteder. Abdulbasîr tüm hareket ve davranışlarında Allah Teâlâ’ya karşı hayâ sahibidir. Hayânın onun ayrılmaz özelliği olması teklifin varlığından kaynaklanır. Abdulbasîr sürekli şeriat terazisini elinde tutar, gerçekleşmelerinden önce davranışlarını teraziyle ölçer. O fiiller Allah Teâlâ katında beğenilen fiiller ise ve rıza terazisine girerlerse, onları yerine getirir; buna mukabil rıza terazisine girmezler ve elindeki şeriat terazisi de fiillerin saadet yurdundan uzaklaştırıcı davranışlar olup Allah Teâlâ’nın karşısında saygısızlık anlamına geleceklerine hükmederse, Abdulbasîr nefsini onlardan korur ve muhafaza eder. Abdulbasîr Hak­kın bir niteliği gibi teraziyi yükseltir ve alçaltır; Allah Teâlâ da teraziyi tartı­da kullanılsın diye âleme yerleştirmiştir; söz konusu terazi gök ile yer arasındadır. Allah Teâlâ onu boş yere veya sebepsiz olarak yaratmadığı gibi teraziyi ancak Abdussemi’ ve Abdulbasîr kullanabilir. Bununla birlikte terazi isme izafe edilen kullara ait ilahi isimlere de müdahildir. Misal olarak Abdurrauf ismini verebiliriz. Abdurrauf O’nun kullarına karşı yumuşak davranır. Terazi sınırları ve cezaları uygulamak bağlamında zikredilmiştir ve bu nedenle terazi müminden yumuşaklık ve şefkati ortaya çıkartır. İlahi cezayı uygulamada yumuşak davranmak müminin davranışı olmadığı gibi öyle biri de teraziyi kullanmamış, ölçüde hile yapanlardan olmuş demektir. Bu durumda şefkat, teraziden yüz çevir­mesine karşılık olarak onun kınanmasına yol açar. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah Teâlâ’nın dininde şejkat duygusu onları cezalandırmaktan sizi alıkoyma­sın.*2* (Kullara şefkat eden anlamında) Rauf olan, Allah Teâlâ’nın kendisidir. O’nun Rauf olduğunu bilsek bile, ilahi cezalan koyup onları uygula­mayı emreden, küçük veya büyük azap türleriyle bazı kimselere azap edenin kendisi olduğunu biliriz. Buradan şefkatin aşmamamız gereken bir mertebesinin bulunduğunu öğrendik. Allah Teâlâ terazisinin bulunduğu bir yerde şefkade hüküm verir, çünkü O her şeyi menziline indirir, gerçekte olduğu gibi hakikatini ona taşırmaz. Allah Teâlâ’nın sınırlarını aşan kişi, sınırları aşmıştır; yoksa sınırlar gerçekte ortadan kalkmış değildir. Sınırlar ve cezalar, bulundukları yerleri aşmazken bu nasipsiz insan onları aşar. İnayete mazhar olup düşmana karşı yardım gören kul, o sınırların nezdinde durur. O halde Abdulbasîr ya Allah Teâlâ’ya sanki O’nu görüyormuş gibi ibadet edendir veya Allah Teâlâ’nın kendisini gördüğünü bilerek ibadet eden biridir. Birincisi teşbih edenin ibadeti iken İkincisi tenzih edenin ibadetidir. Bazen Allah Teâlâ’ya Allah Teâlâ ile ibadet eder ki bu tarz ibadet Allah Teâlâ’yı bilenlerin ibadetidir. Onlar tenzihi dile getirdikleri gibi teşbihi müşahede eder, fakat iman etmezler. Çünkü bilgi onlar için haber değil, müşahededir. İman ise bilginin haber olduğuna inanmak­tır. Perdeli insan haber verenin sözüne iman ederken müşahede sahibi haber verenin doğruluğunu görür. Gören ile iman eden arasında bü­yük fark vardır. Gören ve müşahede eden, nesih söz konusu olunca, nesh edenin dönüşü gibi döner. İman sahibi ise nesihle birlikte döner ve bir kez döndükten sonra dönülen şeyin artık küfür olduğuna inanır. Ona inansa bile, var olan bir şey olarak iman etmemiş olduğu şeklinde kendisine iman ettiğini söyler, çünkü nesh edilmiştir.

Allah Teâlâ kulunun onu gördüğünü bildiğini bilir. Bu nedenle cezalan­dırılmayı gerektiren fiili işlediğinde, kulun onu gördüğünü bildiğini bilmesiyle ona süre verir ve belki vazgeçer diye bekler. Bununla birlikte herkes bilgisinin otoritesi altında bulunsa bile, insan kaderin cereyanıy­la bilgisini kullanmaktan perdelenebilir ve makdûr, yani kaderin gereği onda ortaya çıkar. Allah Teâlâ kulun çekinmediği hususlarda kulundan hayâ eder. Şöyle ki: Allah Teâlâ kulun her şeyin melekûtunun O’nun elinde bu­lunduğunu bildiği için şöyle der: ‘Ben kuluma bu bilgiyi verdim -ve müminlerden iseona iman etmeyi nasip ettim; müşahede ehli ise bunu ona gösterdim ki, delil getirmek üzere istinat edeceği bir daya­nağı ve gerekçesi olsun.’ Bu durumu gördüğü veya ona iman ettiği halde, (işlerken) hayâ etmediği bir hususta Allah Teâlâ’ya karşı delil getirmek­ten uzak kalmasının nedeni O’na karşı hayâ duygusudur. Allah Teâlâ bu durumu bilmekle birlikte kulu cezalandırmaktan hayâ eder; hâlbuki bilgisi hakkında hayâ etmez.

. Bilmelisin ki, bu mertebe kulun iki gözü olduğu ve Hakkın gözle­ri olduğu bilgisini verir. Allah Teâlâ yaratıkları için ‘Biz ona iki göz yaratma­dık mı?*25 derken kendinden söz ederken ‘Gözlerimizin önünde akar’526 der. Gözleri olmasının bir tezahürü olarak Allah Teâlâ basar ve basiret sahi­bidir ve yine bu nedenle yaratılmışların gözleri O’nun gözüdür. Onlar bu durumu bilmeseler bile Hakk vasıtasıyla görürler. Bu gerçeği bilen âlimlere edep duygusu gözlerini kapattırır ve eksiklikle nitelenirler, çünkü gözü kapamak, idrakteki eksikliktir. ‘Allah Teâlâ’nın gördüğünü bilmez mi?’527 der. Allah Teâlâ’nın görmesi kendisinde göz kapamanın bulunmadığı kayıtsız ve mutlak görmedir. Bilgilerine rağmen gözlerini kapatmazlar­sa, onların gerçekleşmesi kaçınılmaz kaderi müşahede ettikleri anlaşılır.

Onlar kaderin hükmettiği fiili Allah Teâlâ’nın onu gördüğü gibi gerçekleşmesi bakımından görürler, yoksa hakkında verilen hüküm itibarıyla değil! Allah Teâlâ’yı bilenler kaderin hükmünü böyle görür, basiretle ve o vakitteki kesin delile göre delil getirirler, kendilerinden o konudaki hüküm kal­kar. Bu hüküm terazinin üzerinde bulunan ahiret müşahedesinden meydana gelir ve bu nedenle onlara bir zarar vermez. Çünkü o bu dünya hayatında bulunan terazinin dışındadır. Bu durum Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem hakkında söylenen ‘Allah Teâlâ seni bağışlasın, onlara niçin izin verdin?,52S ve ‘Allah Teâlâ senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlasın diye..S529 ayederde belirtilir. Burada soru kınama sorusu değil, sebebi sormaktır. Çünkü soruyu önceleyen af vardır. Ayetin devamında gelen ‘Ta ki senin için belli olana kadar,S3° ifadesi istifhamdır. Bu ifade ‘Sen mi insanlara dedin531 ayetindeki soruya benzer. Allah Teâlâ adeta şöyle der: ‘Sen mi bunu yaptın da doğru söyleyenler senin için belli oldu?’ Bu esnada Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ya ‘evet5 ya da ‘hayır’ diyecektir. Bilhassa önce zikredilmişse af ile kınama bir araya gelmez. Af kınamayla ilgilidir. Birlikte zikredildiklerinde, kayıtsız anlamda af gerçekleşmemiş demektir, çünkü kınama bir cezalandırma türüdür. Hâlbuki Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem mutlak anlamda affedilmiştir.

Bu lafız dilde kınama anlamında kullanılır. Bu nedenle af herhangi bir şeye atıf yapmadan başta zikredilmiştir ki, Allah Teâlâ’yı bilenler, gerçek­lerden habersiz insanların zannettiği üzere, ayette kınamanın kastedilmediğini fark etsinler. Allah Teâlâ mümin ve âlim hakkında bu mertebede şöyle der: İstediğini yap, seni bağışladım.’ Yani ey Muhammed! Yasak­lamaya dair hitapları senden kaldırdım ve dilediğin üzere hareket et! Allah Teâlâ taşkınlığı mubah kılmaz ve onlar haklarında ‘taşkınlık’ diye hü­küm verilmiş amellerdir. Hüküm kalkmış, amelin kendisi geride kal­mıştır. Bu itibarla günah fiil, cezanın ona ulaşmasından ‘örtülür’. Va­kıada örtü ise amel ile özellikle yasak hükmü verilen hüküm arasında­dır. ‘Seni bağışladım’ ifadesinin anlamı budur, yoksa bilgisizlerin anla­dığı gibi değildir. Bu şahıs dünyada yaşar, üzerinde hata görünmez. Allah Teâlâ onun cennetini dünyada peşinen verir. Böyle biri dünya hayatın­da Allah Teâlâ yolunda öldürülen kimselere benzer. Onun rızkı cennet mey­velerinden geldiği gibi bu şahsın durumu ona benzer. İlahi cezalar uygulansa bile, bu durum onun bulunduğu makamı hâkimin bilmeyişinden kaynaklanır. O makam sahibine ceza vermek, cezanın tatbiki değil, Allah Teâlâ’nın dünya hayatında kendileriyle kulu sınadığı hastalıklar veya insanın ırzına, malına, bedenine musallat olan nahoş işler gibi bela sayılır. Belalar insana ulaşırken, insan sevap kazanır; artık günah yoktur ki örtülsün! Bu durumda sadece ecirleri artar. Demek ki ger­çekte ona uygulanan cezalar, hâkim için ceza olsalar bile, ceza değiller­dir. Bu durumun bir tezahürü kuralcı âlimler içinde müçtehitlerde tezahür eder. Şöyle ki: Şafiî bir hakime helal kabul ettiği nebizi içen bir Hanefi getirilebilir. O ise nebizin haram olduğuna hükmetmiş bir hâkim olması bakımından ona ceza uygular. Hâlbuki nebiz içen kişi hanefidir ve bilgisine göre helal içecek içmiştir. Bu durumda hanefinin güvenilirliği ortadan kalkmadığı gibi bu durum onun adaletine tesir etmez. Ben hâkim olsaydım, sarhoş olmadığı sürece nebiz içen bir hanefıye ceza vermezdim; sarhoş olursa, nebizden sarhoş oldu diye ceza verirdim. Hanefi bu durumda içtihat nedeniyle muaftır ve nebiz içtiği için günah işlemiş sayılmaz. Hâkimin ona ceza vermesi ve kendi­sine had uygulaması, Allah Teâlâ’nın hâkim eliyle -ki Şafiî’dirkendisini sına­dığı bir beladır ve kişinin malının gaspına benzer. Bununla beraber hâkim yine de günahkâr değildir, çünkü delilin icbar ettiği bir işi yap­mıştır ve her ikisi de Allah Teâlâ katında günahsızdır. Bu durum, ceza tatbik edilen işlerin kendilerine mubah kılındığı insanlara ceza uygulanması hakkındaki görüşümüzdür. Böyle bir ceza onu uygulayan için ceza olsa bile, onlar için ceza değildir, bunu bilmelisin!

Bu mertebe, hakkında konuşmanın sözü uzatacağı geniş bir mer­tebedir. Biz de bu değinmeyle yetindik. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştır ir.’’ O’na güvenirim, ne güzel vekildir O!

HÜKÜM MERTEBESİ

(el-Hakem İlahi İsmi)

Sizi ezmek üzere biri sizinle çekişirse

Aranızda İlah’ı hakem kılın siz

O’nun hükmünden ayrılma zinhar

Her ikiniz için hakem O                                        .                             -

Bu mertebenin sahibi Abdulhakem diye isimlendirilir. Allah Teâlâ ‘Onun ailesinden bir hakem, kadının ailesinden bir hakem gönderin532 buyurur. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem de Hz. İsa’nın aramızda adil bir hakem olarak ineceği­ni belirtmiştir. Hakem konuldukları anlama göre ya da varlıklarına göre eşya hakkında hüküm veren kişidir. Hakem onların tanımlarına göre eşya üzerinde hüküm verir. Kendilerinde hüküm sahibi olan biz­zat eşyadır ve eşya üzerinde hüküm onlarla verilmiştir. Bulundukları durumdan başka bir şekilde hüküm verilmiş olsaydı, o hüküm zulüm olur, hükmü veren de -adil değilzalim olurdu; hüküm kaza demektir. Kaza bir şey hakkında onun kendinde bulunduğu duruma göre hüküm vermektir.

Bu mertebedeki en garip iş, bir hadisede iki hükmün ortaya çık­masıdır. Her iki hüküm bir açıdan bir, bir açıdan farklıdır. Misal ola­rak Kitap ve Sünneti verebiliriz. Tarih bilinirse, nesh meydana gelirken tarih bilinmezse ya beraber değerlendirilirler veya tercihe göre birisiyle amel edilir. Hangisiyle amel edilirse, geçerlidir. Misal olarak abdestte iki ayağın meshini veya yıkanmasını verebiliriz. Hangisi yapılırsa, hiç kuşkusuz, insan farzı yerine getirmiş demektir. Bununla birlikte bu konuda (alimler arasında) meşhur görüş ayrılığı vardır. Fakat biz kendi görüşümüze dönüp onu söyledik. Hükmün mertebesi bir şey için ve bir şey hakkında hüküm verme mertebesidir. Bu mertebe kaza merte­besidir. Hakikatini müşahede ederek öğrenen kişi, kaderin sırrını da öğrenir. Söz konusu sır eşya hakkında ancak eşyayla hüküm verileceği­dir. Başka bir ifadeyle eşyaya dışarıdan bir şey gelmemiştir. Bir rivayet­te ‘Amelleriniz size döndürülür’ denilir. Bu itibarla zatî tanımlarda bu hikemî mertebede dikkat çekmiş olduğumuz üzere kesin delil vardır.

Bilmelisin ki, bu mertebenin hakikati, bilinenlerin en gariplerin­den biridir, çünkü bu mertebe, bilgi mertebesine benzer. Şöyle ki: Bu mertebe bir şey hakkında verilen hükmün -ki hüküm onun kendinde bulunduğu durumun kendisidiraynıdır. Hakim adil ve güvenilir ise, verilen hüküm, lehinde veya aleyhinde hüküm verilen adına hüküm mertebesinden bir durum meydana getirmez. Halcim zalim ise bu mertebeden hakim değildir; o sadece lafızdaki ortaklık ile verdiği hükmü uygulatması bakımından bu adla adlandırılmıştır. Allah Teâlâ ayette emredici olarak ‘Rabbim! Hakk ile hüküm ver’533 buyurur. Kastedilen ancak seninle ‘Hakk’ olabilen hükümdür. Hüküm lehinde veya aleyhinde hüküm verilene bağlı değilse, Hakk (gerçek) olmaz. O halde yaratılmış veya hükme konu olan kişi, hakimi hakem yapandır. Nitekim bilinen de bileni (alim) bilen yapar veya bilgi sahibi kılar, çünkü bilgi bilinene tabidir. Hâlbuki el-Kadir ismi böyle değilken el-Mürid ismi de böyle değildir. Makdurda (kadir isminin edilgeni) tesir Kadir’e aitken bilgi­nin malumda tesiri yoktur. Benzer şekilde, el-Hakem’in mahkûm-ı aleyhte (hakkında hüküm verilen) hükmü ve tesiri yoktur. Bu itibarla el-Hakem, bilinenin kendiliğinde bulunduğu duruma göre, bütün bilinenler üzerinde hüküm sahibi olmak bakımından el-Alim’in karde­şidir. Avlanma cezası hakkında söylenen ‘Sizden adil kişi hüküm verir534 ayetinde hüküm verirken haksızlık eden insanın dince ‘hakem’ olarak isimlendirilebileceği hakkında bir ima vardır. Bununla birlikte hakim hükmünü galip zannına göre -ki zan bilgi değildirverir. Bu nedenle bazen verdiği hükmünde doğruya ulaşırken bazen de ulaşmayabilir. Böyle birinin verdiği hüküm şeriatta kınanmamış, ‘hüküm’ diye isim­lendirilmiştir; onun verdiği hüküm doğruya isabet etmezse de durum böyledir ve verilen hüküm Allah Teâlâ katında aleyhinde veya lehinde hü­küm verilene uygulanır. Burada el-Hakem ismi el-Alim isminden ayrı­şır ve farklılaşır (veya yaratılmışlarda hakim bilen isminden ayrışır). Çünkü hakim, hakkında hüküm verilene tabi değildir. Bununla bera­ber hakimdir ve zalim değildir. O şeriatın onun adına belirlediği şahit­liği uygulamak veya doğru olmayan ikrara göre hüküm vermiş, şahidin lafzı veya ikrar edenin sözü onun hükmünü zorunlu kılmış, bununla birlikte o söz yalan olabileceği gibi şahitlik de yalancı şahidik olabilir. el-Hakem isminin el-Alim isminin kardeşi olduğunu söyledik. Bunun nedeni, hükmü belirleyenin hakkında hüküm verilenin kendisi olması­dır. İşin özü ve gerçeği budur.

Burada kardeşlik ikiz kardeşlik olabileceği gibi iman kardeşliğinde olduğu gibi nitelik kardeşliği de olabilir. Bazen de sadece babanın bir olduğu kardeşlik, bazen sütkardeşliği olabilir. Bu nedenle el-Hakem isminin el-Alim’in kardeşi olduğunu söyledik de kardeşlik mertebeleri­ni açıklamadık. Kardeşlik mertebelerin en gerçeği ve doğrusu iman kardeşliğidir. İman kardeşliğiyle mirasçı olma durumu gerçekleşir. Bu kardeşlik bir nitelik kardeşliğidir. el-Hakem ismi de hakkında hüküm verilene -zatı gereği değilnitelik gereği hüküm vermiştir. Hakim olmanın şartı, hakkında hüküm verileni değil, hükmün kendisini bil­mektir. Şartın niteliğinin bilmek olması, hakkında hüküm verilenin halinden ortaya çıkan ve yukarıda zikrettiğimiz durumlardır. Bunlar yalan veya doğru söyleyen şahitler, doğru veya yalan ikrar ve itiraftır. Demek ki hakim her zaman tâbidir. Bu durumda o hükmü bilir ve bunu bilmesi zorunludur. Bizim söylediklerimiz de onu bilirler. Haki­kate ulaşması ise tesadüfen gerçekleşir ve bu konuda görüş birliği var­dır. Görüş ayrılığı, bir ikrar ya da şahidik yokken hakimin hükmü hakkındadır. Böyle bir hüküm caiz midir, değil midir? Bu konudaki görüşümüzü hakimin bilgisine bağlı hükmünü açıklarken zikretmiştik. Bilgi yokken nerede hüküm verilir, nerede bilgiye göre hüküm verilir? Bu konu en güç konulardandır.

Her durumda bu mertebe hükmü belirsiz bir mertebedir ve onun hükmü Eş’arilerin ilahi sıfadar hakkında söyledikleri ‘Sıfadar ne O ne O değildir’ demelerine benzer. Bununla birlikte onlar, sıfadarm -nispet bakımından değilvarlık bakımından zat’a ilave olduklarını kabul eder­lerken Eş’ari olmayanlar bunu kabul etmezler.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır;’

ADALET MERTEBESİ

(el-Adi İlahi İsmi)

Adalet kime uygun? .                                               .

Adil olunca halkı tafsil edene

Varlıklar adaletine direnirse

Kendi hakkıyla ihsan eder

İhsanı yaratıklarına bahşeder

Çekildiğinde örtüleri çeker

Mertebenin sahibi Abduladl (el-Adl’ın kulu) diye isimlendirilir. Adalet iki uçtan birine meyil ve yönelmek demektir. Başka bir ifadeyle adalet, lehinde veya aleyhinde hüküm verilene veya ikrara veya şahitli­ğe tabi olan doğru hükmün talep ettiği iki uçtan birine yönelmektir. Onun dışında hükmün adil olması söz konusu değildir. Bu garip mer­tebeden Allah Teâlâ âlemi suretinde yaratmış, buradan adil olmuştur. Allah Teâlâ kendisine mahsus zorunluluk mertebesinden başkasına bağlı zorunlu­luğa veya imkâna yönelir (adi); hangisini istersen onu söyleyebilirsin. Mümkünleri de sabidik mertebesinden varlık mertebesine yönlendir­miş, daha önce yokken onları var etmiştir. Allah Teâlâ onları mazharları kılmış, kendisi ise onların hükümlerinin zuhur ettiği tecelligah olmuş­tur. Bu mertebeden Allah Teâlâ aklın mümkün için caiz kıldığı bir şe’nden yine caiz gördüğü başka bir şe’ne geçer ve bu yöneliş kaçınılmazdır. Demek ki varlıkta ancak adalet (yönelme) vardır, çünkü varlık meyille ortaya çıkmıştır ve meyil adalet demektir. Her nerede varsayılırsa var­sayılsın, oluşta sadece meyil ve adalet vardır: Adalet vasıtasıyla benzer­ler ortaya çıkmış, benzer ‘adil (denk)’ diye isimlendirilmiştir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Veya buna denk bir oruç (adi).’535 Başka bir ayette ‘Onlar Rablerine denk koşarlar (ya’dilün),S36 denilir. Burada denk koşmanın ve buna dönmenin (adalet) bazı yönleri vardır. Birisi müşriklerin Allah Teâlâ’nın benzeri olduğu hakkındaki söze dönmeleridir. ‘O’nun benzeri bir şey yoktur,’537 Başka bir tarzı, Rablerine denk tutmalarıdır. Hâlbuki Allah Teâlâ’dan başka güç ve kuvvet sahibi yoktur. Başka bir tarzı, be (-e, ile) harfinin lam (için) anlamında yorumlanmasıyla, Rableri için yöneldik­lerine yönelmeleri demektir. Yani onlar, kendilerine göre ilah olduğu için puta yönelmişlerdir. Demek ki onlar gerçekte Allah Teâlâ’ya yönelmiştir. Ayette ‘O ikisini Hakk ile yarattık538 denilir ki Hakk için yarattık demektir. Başka bir ayette ‘Rablerine eş koşarlar539 denilir.

Allah Teâlâ bu ayette şöyle der: ‘Hamd gökleri ve yeri, gölgeleri ve nuru yaratana aittir. Sonra kâfirler Rablerine eş koşarlar.’540 Onlar Allah Teâlâ’ya denk ilahlar kabul etmişlerdir. Burada karanlığı yaratan ilahın, ışığı yaratan ilah olmadığını ileri sürerek iki ilâh kabul eden Mani dini men­suplarına hitap eder. Böylece onlar bir ilahtan ötekine döner ve yöne­lirler. Aynı durum göklerin ve yerin yaratılışını birinci sebepten başka illetten kaynaklandığını ileri sürenler için söylenebilir. Onlara göre bu illetten -mutlak birliği nedeniylebir şey var olmuş, o da ilk akıldır. Onlar Rablerine eş koşanlar olarak zikredilmiş, Allah Teâlâ onları ‘kâfir’ diye isimlendirmiştir. Onlar ya inançlarını gizlemiş veya içlerinden bir kısmı aklını kendisine yaraşan doğru düşüncede kullanmaktan uzak tutmuş, aklını perdelemiştir. Aklın kullanılması gereken doğru düşünce, Hak­kın varlığının ispatıdır. Gerçekte de durum öyledir. Aklım perdeleyen ise kendisine görünenle yetinmiş, gerçeğe hakkıyla vakıf olamamıştır. Bazen gerçeği bilse bile, başkanlık veya mal hırsı gibi elde edeceği menfaat nedeniyle taşıdığı bilgiyi başkasından gizlemiş, bu nedenle haklarında ‘kâfir oldular’, yani ‘örttüler’ denilmiştir. Allah Teâlâ hikmet sahi­bidir, hitabını ve sözünü yerli yerine yerleştirir. el-Adl Rab demekken Rab da doğru yoldadır. Doğru yol göklerde ve yerde bulunan her şeyde Allah Teâlâ’nın yoludur. Adi meyil demektir. Demek ki meyil, istika­metten ortaya çıkar. Başka bir ifadeyle istikametin meylin kendisi ol­duğu bir yerde ortaya çıkar. el-Hakem ve el-Adl iki şey arasında hü­küm verir. Dolayısıyla hüküm verirken Hakk sahibine doğru yönelmesi gerekir ve birisine meylederken zorunlu olarak ötekinden uzaklaşır. İstikamet, insanların vehimle bildiği bir şey değildir. Ağaçların dalları birbirine girmiş olsalar bile, bu meyil ve eğimlerde dallar istikamette bulunur. Çünkü dallar, maddenin etkisiyle, doğal akışlarına doğru dağılmışlardır. İlahi isimler de birbirlerine girer ve karışırlar. Bu yö­nüyle isimler engelleme, verme, aziz etme, zelil kılma, saptırma ve hidayet etmek gibi anlamlarla birbirlerine katışırlar ve iç içe girerler. Allah Teâlâ el-Mani, el-Muti, el-Muiz, el-Muzil, el-Mudil ve el-Hadi’dir. Allah Teâlâ kimi hidayete erdirirse, onu saptıracak kimse olmadığı gibi kimi saptırırsa ona da hidayet edecek kimse yoktur. Hepsi eğrilik ve yanlış­lığın bulunmadığı gerçek nispetlerdir.

Kuşkusuz İlah cömertliğiyle ihsan eder Muhtaç kullara cömertçe

Dilediklerine O’na ait olanları Sadece zikredilen var

İşi hakkıyla öğrendiğinde Kader sırrını öğrenince

O’nu müşahede edip görürsen Habib görerek duyar

Hükümleri ortaya çıkar Yasaklama ve emir O’nun işi

Bu mümindir denilir                                                 .

Şu ise kâfir olmuş

Hakikatlerin hepsi bize ait Tahakküm ve eser bizim

Gerçek ancak böyledir Gerçek teorik aklın söylediği değil

Hakikat kendisinde ayrışmış Alemde hayır ve kötülük diye

O’ndan başka bir şey elde etmedik Bir tek varlıklarımızı

Rabbine kendisiyle bak!

Aklınla değil, ibret al!

Apaçık hakikat bu

Hakkıyla düşünen ve öğüt alan için

Hüküm zatlarımızın hükmü O’nun hükmü değil, adil ol

O’ndan yönel bize ait olana Önemli bir sırrı öğrenirsin

Yemin etme ve bana gelme Senden sana ulaşır her şey

Zenginlik O’nun niteliği Biz de O’nun örttüğünü örteriz

Yaratılmışlar muhtaç olmasaydı Haber gelmezdi bu konuda

Şöyle diyen haber; bu ölü

Kıyamet günü diriltilecek olan                                                                   

Yani Allah Teâlâ’nın dilediği kullarından gizlemiş olduğu bu sır, yani bi­zim muhtaç olmamızın hükmü ortaya çıkar ve onu dilediklerine göste­rir. Sen de müstağniliği ve muhtaçlığı iyice düşün, basiret nurunla varlık ve yokluk hakkında düşün, sonra ‘Önceden ve sonradan emir Allah Teâlâ’ya aittir5*1 de!

Adalet mertebesi güçlükte ayrışmaz Zulüm mertebesi belada ve yorgunlukta

Neşeli olan bulunsaydı orada hüküm verirdi hakkımda Oyun ve eğlencemde istirahat edeyim diye

Ben kendime zulmettim, benimle hüküm verdi Allah Teâlâ’nın güzel isimleri nispetlerle beraber

Benim onda bir nesebim var

Rabbimizin de güçlükten kurtaran nispeti var

O koruyan, Rahman’dan sakın O’nun vaat ehline gizli bir tuzağı var

Her ikramda onun tuzaklarından uzak dur Korkudan kanatlarını ona doğru ger

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Allah Teâlâ kutsi bir hadiste şöyle demiştir: 'Kıyamet günü sizin nesebinizi kaldıracağım, nesebimi yukarı kaldıra­cağım. Takva sahipleri nerede?” Allah Teâlâ kullarından haber verirken şöyle der: ‘Allah Teâlâ katında en değerli olanınız O’ndan en çok korkanınızdır,’542 Başka bir ayette ‘O gün aralarında nesep bağı yoktur, birbirlerinden yar­dım isteyemezler543 denilir.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır

LÜTUF MERTEBESİ

(el-Latîf İlahi İsmi)

Lütuf bir gizlilik                                                                                         

Lütufta zuhur yok

Varlığım O’nunla ortaya çıktı İşler O’nunla yürür

Sen el-Latifin kulu ol O işlerden haberdar olanın

Allah Teâlâ’nın dini kolaylık Arzuyla güçleşir din

Muhalif olma veya arzuna uyma En büyük hayır budur

Sözümü anlayan kişi Gerçeği görendir

Bu mertebenin sahibi Abdüliatif diye isimlendirilir. Allah Teâlâ’nın lütfunun idraklerden gizli kalmasının nedeni şiddetle zuhurudur. Her göz onu görür, her göz o nurla bakar. Gören her gözde görme gücü Allah Teâlâ’dır. Burada fayda ancak bu gerçeği bilen, zevk ve müşahede yo­luyla anlayana aittir. Burada taklit müşahedenin yerini alamaz. Sadece O vardır ve başkasından ayrışmamıştır. Zaten başkası yoktur ki, Allah Teâlâ ondan ayrılsın! Kimden gizlenecektir ki? Başkası mı var?

Lütfün bir hükmü yok

Onun hükmü sen var olunca                             ' .

Kalpte onun hükmü var

Düşünürsen, gam şeklinde bir hüküm

Orada değilsin sen, bana söyle:

Hükmünü kim belirler?

Ondan bir bulut gelir

Kalplerin üzerine ve karanlıklar

Hayret akar durur

Ey kullarım! Benim kadrimi bilmedi

İsimlerim nerede, hükmüm nerede!

Yasağım nerede, emrim nerede

Beni murakabe edin ki beni bulun

Varlığın gizli yerlerinde

Benim var olmam kagnılmaz

Bu nedenle emrim sana emretti

‘Peygambere itaat eden hiç kuşkusuz Allah Teâlâ’ya itaat etmiştir.’544 Bu ilahi lütfün her şeye yayılışının ne kadar sırlı olduğuna bakınız! Onun hük­mü bu kesafet içinde nasıl ortaya çıkmış, peygambere itaatin O’na itaat anlamına geldiğini açıklamıştır. ‘Sana biat edenler Allah Teâlâ’ya biat etmiş­tir >545 Hacer-i esved biat edilsin diye Allah Teâlâ’nın sağ elidir ve Allah Teâlâ onu kendisinde iddia ortaya çıkmasın diye taşa yerleştirmiştir. Hacer-i esved’e biat, saf ve ihlâslı biattir; kim ona biat ederse, Allah Teâlâ’ya biat et­miş olur. Gözün müşahede ettiğine bakınız! İmanın müşahede ettiğine bakınız! Kim iman gözüyle bakarsa, latifin kesife sirayetinin gücünü görür. Öyle ki el-Latif ve el-Habîr’e de sirayet eder ve bu sirayetle kendinde şey hakkında bilgi ortaya çıkar. Ona ulaşan latif kendisinden çıkmış olduğu kesifin aynısıdır. Bunu tanımlarda açıklar. Misal olarak kendi başına var olan bir cevheri verebiliriz. Cevherin bireysel varlığı, onun toplamından ibaret olan fakat görünmeyen arazlardan ortaya çıkar. Toplam cevherin kendisidir, fakat onların varlığı yoktur! Bu toplamın varlığı -kendisi değilcevherden ve ona ait zatî niteliklerden ibarettir. Bu mertebede de durum böyledir: Hakk vardır. Hakk zuhur ettiğinde ise halk olur. el-Latifin mertebesinin hükmü halkın (yaratıl­mış) varlığıyla ortaya çıkabilir. Mesela buhar, inceliği ve seyrekliği nedeniyle gözle görülemeyecek şekilde yukarı çıkar, sonra birbirine eklenerek yoğunlaşır, Hakkın inşa ettiği bir bulut olarak görünür. Bulut ise görünmeyen bir şeyden meydana gelmiş, bu özel mizaç ona sahip olmadığı bir hüküm kazandırmış, bir isim vermiş, bütün bunlar­dan önce sahip olmadığı tesirini ve sonucunu havada izhar etmiş, yağmur yağdırmış, toprağı bitkilerle güldürmüş ve canlandırmış, onu beslemiştir. Bulut bütün bunları suretinin kendisinden meydana geldi­ği latif sır sayesinde yapabilmiştir. Gölgenin çekilmesi ve uzatılmasında da bir latiflik vardır. İnsan bu lütuf hakkında düşündüğünde, işin önemini idrak eder. Bu nedenle Allah Teâlâ gölgeyi kendisini bilmenin delili yaparak ‘Görmez misin ki Rabbin gölgeyi nasıl da uzatır546 der. Göz hal­den Hakk gölgenin uzamasını göremez. Başka bir ifadeyle yer değiştir­mesini görse bile gölgenin hareketini göremez. Demek ki göz için gölge, hem harekedi ve hem hareketsizdir. Aynı şey gölgenin dönü­şünde geçerlidir. Bu durum ‘Onu kendimize kolayca çekeriz547 ayetinde belirtilir. Zaten O’ndan çıkmıştır. Öyleyse gölge kendisinden çıktığı kimseye çekilir ve onda düriilür. Göz de onu böyle idrak eder. Allah Teâlâ -ki o doğru sözlüdürgölgeyi kendisine çekeceğini söylemiştir. Bura­dan gölgenin çıktığı kimsenin Hakk olduğunu anladık. Hakk halkın suretiyle zuhur etmiştir: O’nda dilediğinde izhar ettiği, dilediğinde çekip dürdüğü gölge vardır. Fakat güneş ona delil kılınmış, delilin tamamlığına değinilmemiştir. Bu ise gölgenin kendisinden uzayıp çıktığı cismin yoğunluğudur. Bütün bunlarla birlikte gölgenin uzaması gerçekleşir. Bu güneştir, şu duvardır, şu gölgedir, bu uzamanın hük­müdür, şu gölgenin çekilmesi ile kendisinden çıktığı kimseye dönme­sidir vs. gölge onlara dönmüştür. Bütün bu durumlarda varlık birdir. Bundan daha latif ve sırlı bir şey olabilir mi?

Gözler kendisini göremese bile, yine de O’nu idrak ederler. Allah Teâlâ bizi görülen bir şeye yönlendirerek şöyle der: ‘Rabbinin gölgeyi nasıl uzattığına bakmaz mı?’548 Allah Teâlâ gölgeyi güneş ile kesif bir cisim vasıta­sıyla uzatmıştır. Kesif cisim güneş ışığının gölgenin üzerine düştüğü cisme ulaşmasını engeller. Sonra Allah Teâlâ gölgeyi kendisine çeker. Bu durum Allah Teâlâ’nın hakkında düşünmemizi istediği ve bize hitap ettiği işin keyfiyetidir. Allah Teâlâ burada fiha (onun içinde, hakkında) edatını kullan­mamıştır, biz de düşüncemizi fikre verdik. Bunun yerine ila edatını kullanarak gözle görmeyi kastetmiştir. Bununla birlikte edadar bazı yerlerde birbirlerinin yerine kullanılabilirler. Fakat bu husus hal kari­nesiyle öğrenilebilir. Buradaki edatın esas anlamıyla ayette kullanımı imkânsızdır. Bu nedenle onun kullanıldığı yerin gerektirdiği edatm yerine kullanıldığını anladık ve bu durum Kur'an’ın kendisiyle indiği dilde bilinen bir husustur. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Kur'an-ı Kerim benim dilimle inmiştir, benim dilim ise açık Arapça'dır’ buyurmuştur. Başka bir ayette ‘Gönderdiğimiz her peygamberi kavminin diliyle gönderdik ki, onlara açıklasın549 der. Binaenaleyh kelimenin ümmetin alışık oldukları anlamda söylenip kullanılması gerekir, bunu bilmelisin! Aşağıda zikret­tiğimiz şiir hakkında da iyi düşünmelisin:

Latifi latif bilir

Latif olan kesifin içinde

Dostum! Biri öteki                                                                           .

Kesif ve latif arasında dur

Her bakımdan öncelik elde edersin

Müşahede ehli onu elde etmiş

. Her yönden el-Latifin kulu ol

İzi takip edenler onu elde etmiş

Peygambere verilen mutluluğu görürsün                                     .

Temizlik ehlinden elbise elde edersin

Bu mertebe kendisinde ahlakım için bol nasip elde ettiğim bir mertebedir. Gördüğüm hiç kimse ayağını benim koyduğum gibi o mertebeye koymamış ya da koymuş ise de ben görmedim. Şunu söyle­yebilirim: Böyle birisi bulunsa bile, ulaştığı nihai derece, benimkiyle aynı olmalıdır. Hiç kimsenin daha kâmil bir dereceye ulaşabileceğini zannetmiyorum. Allah Teâlâ hakkında kesin hüküm veremem, çünkü O’nun sırları nihayetsiz, ikramları sayısızdır. Kitabın haller bölümündeki latife bahsinde bu ilahi ismin Allah Teâlâ ehlindeki gereklerinden söz etmiş, dilde­ki kullanımına göre anlamını açıklamıştık.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

HUBRA VE İHTİBAR (BİLGİ EDİNME) MERTEBESİ

(el-Habîr İlahi İsmi)

Bu mertebe, nimet ve intikamla sınanma mertebesidir

el-Habîr bir düşünürsen imtihan edendir .

İnsanların müptela olduğu nimete bak ki anlayasın

İntikam O’ndan olunca sana sevdirir onu

Mutlu kişi her zaman yoksul olan

Bu mertebenin sahibi Abdulhabîr diye isimlendirilir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Habîr olarak ona sor!’550 Aynı kökten türetilmiş hubra sınanmayla ortaya çıkan bilgilerdir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Sizi sınayacağız ta ki öğrene­lim’551 Başka bir ayette ‘Sizin haberlerinizi sınayacağız552 denilir. Başka bir ayette ‘Hanginiz en güzel ameli işliyor diye sizi sınayacağız553 denilir. Konu ölümün ve hayatin yaratılmasıyla ilgilidir ve bu durum kesin delil ortaya koyma amacı taşır. Allah Teâlâ gerçekleşmezden önce neyin olacağını bilir. Çünkü Allah Teâlâ her şeyi ezeldeki sabitlik halinde bilir. Bir şey âlemde ancak hakikatinde sabit olduğu gibi gerçekleşir ve meydana gelebilir. İlahi bilgi hakkında herkes böyle bir zevke sahip değildir ve bu nedenle hubra bilginin özel bir taalluku ve ilgisidir. Sınanmanın sebebi, kimden meydana gelirse gelsin, iddianın varlığıdır. Bu bakım­dan iddiası olmayan kişi sınanmazken herkes gerçekte bir iddia sahibi­dir. Teklif sınanma demektir ve iddiadan ortaya çıkarken bazen iddia edeni ve iddia etmeyeni kapsar. Başka bir ifadeyle herhangi bir iddiası olmayan kişiyi de içerebilir ve teklifin varlığında iddiası olmayan dik­kate alınmazdan hiçbir şekilde iddiası olmayanla birlikte haşredilir. Varlıkta olup da yükümlülüğü bulunmayan yoktur. Mesela kendisine kızan kendisinden meydana gelen şeyi değil, kendi yapısını cezalandı­rır. Misal olarak (bir rivayette zikredilen) Mekke ile Medine arasında yere batırılan orduyu verebiliriz. Ordunun içinde orduya katıldığı için kendine kızanlar da bulunur. Hz. Ayşe bu konuda Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemden şöyle aktarmıştır: ‘O insanlar hepsi yere batırılsa bile niyetlerine göre diriltilirler.’ Ayette ‘Özellikle içinizden zalim olanlara isabet etmeyecek fitneden sakının’55* denilir. Yani o fitne zalime ve haklıya birlikte ulaşır­ken onlarm halleri kıyamette birbirinden farklıdır: Haklı olan mutlu, zalim ise bedbaht olarak diriltilir. Demek ki iddia her nerede bulunur­sa, sınanma orada gerçekleşir. Kim kendini bir özellikle nitelerse, o özelliğe göre sınanır. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Ey kendilerine karşı haddi aşan kullarım! Allah Teâlâ’nın rahmetinden umut kesmeyin. Allah Teâlâ bütün günahları bağışlar. O Gafur ve Rahimdir.’555 İman bu ifadenin doğruluğundan emindir. Fakat onun hükmü müşahede yoluyla haddi aşanlarda ve müsriflerde -ki onlar günahkârlardırortaya çıkar. Allah Teâlâ adeta onlara şöyle der: ‘Asi olun ki zevk yoluyla mağfiretim hakkında söylediğim sözün doğruluğunu öğrenin.’ Müminlerin emiri Me’mun şöyle demiş­tir: ‘İnsanlar benim affetmeyi ne kadar sevdiğimi bilselerdi, suçlar işleyerek bana yaklaşırlardı.’ Me’mun bir yaratılmış iken böyle diyebiliyorsa, mutlak kerem sahibi el-Kerim hakkında ne düşünürsün? Allah Teâlâ ancak günahları işlemekle insanları sınar. Kutsi hadiste şöyle denilir: ‘Siz günah işlemezseniz, Allah Teâlâ günah işleyip sonra tövbe eden Allah Teâlâ’nın kendilerini bağışladığı bir kavim getirir.’ Bu hadis Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in hakikate dair bir ifadesidir ve hadiste bir takdim ve tehir vardır. Bu­nunla birlikte işlerin esasını bilenlerin bilmeyene üstünlüğü ortaya çıksın diye bunu gizlemiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Günah işlemeseydiniz Allah Teâlâ günah işleyen ve kendilerini bağışladığı bir kavim geti­rirdi.’ Kur’an-ı Kerim’de de günah işledikten sonra ‘onlara mağfiret eder’ ifadesi gelmiştir. Yani onlar Allah Teâlâ’ya dönerler. Bu durum ‘Allah Teâlâ bütün günahlara mağfiret eder556 ayetinde belirtilir. O’ndan başka mağ­firet eden yoktur. Mağfiretten önce tövbe edilirse, hüküm ilahi kereme değil, tövbeye döner. Bu durumda ilahi kerem kişiye tövbenin nasip olmasında tecelli eder. Tövbe pişmanlıktır. Kur’an-ı Kerim tövbeyi zikretmemiş, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Kur’an-ı Kerim’e muhalif söz söylemez. Bazı kavimler vardır ki onlar tövbe etmeksizin mağfirete mazhar olur­ken, bir kavim vardır, Allah Teâlâ onlara tövbe nasip eder. Binaenaleyh Allah Teâlâ tövbede mağfireti içerme özelliği de yaratmıştır. Bir yönüyle tövbe, sahibi adına dünya hayatında ortaya çıkan peşin müjdedir. Allah Teâlâ -hükmü yaratılmışta uygulansın diyekendisini iddiada yaratılmışa katmıştır.

Bunun ardından Allah Teâlâ sınamayla iddianın doğruluğunu talep et­miştir. Bu sayede iddiasının doğruluğunu kullarına açıklamak ister. Bir iddiada bulunduğunda, iddian doğru olmalıdır ve imtihanı beklemeli­sin! İddiada bulunmamak, daha iyi bir davranıştır. Fakat yine de kade­rin cereyan ettiği bir mahal olmalı ve üzerinde ancak gerçekte kendin­de bulunduğun durumun işleyeceğini bilmelisin; bu sayede kesin deli­lin Allah Teâlâ’ya ait olduğunu öğrenirsin. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Ben seni böyle bildim, seni senden öğrendim!’ İnsanların bir kısmı veya kader sırrını bilmeyen biri çıkıp şöyle diyebilir: ‘Allah Teâlâ bana karşı böyle bir delil sunma imkânı verseydi, 'sen yaptın' derdim.’ Nitekim Ebu Yezid böyle demiştir. Fakat Allah Teâlâ ‘O yaptığından sorumlu değil, onlar sorumlu557 buyurur. Bu hüküm böyle bir itiraz kapısını kapamıştır. Böyle bir söz gerçeği bilmeyenden çıkabilir. Yoksa kesin delil Allah Teâlâ’ya aittir. Bu du­rum ‘O yaptığından sorumlu değil558 ayetinde dile getirilir. Allah Teâlâ hiçbir şeyi sebepsiz olarak kendinden yapmamış, dışta var olurken ilahi bilgi­deki sabit haline göre sana davranmış, bu nedenle de ‘onlar sorumlu’ demiştir. Allah Teâlâ onları bu esnada bulundukları duruma muttali kılmış, bilgisinin onlara ancak bulundukları duruma göre iliştiğini göstermiş­tir. Onlara sorulduğunda, Allah Teâlâ’nın kendileri hakkında ancak üzerinde bulundukları duruma göre hüküm verdiğini bilirler. Buna mukabil onlar soru sorduklarında gerçeği görür, itiraf ederler. Böylece ‘Kesin delil Allah Teâlâ’ya aittir’ ve ‘İnsanların çoğu bilmez559 ayetlerinin anlamı doğ­rulanır.

İnsanlar bu ayeti iman ederek kabul ederken biz ve benzerlerimiz müşahede ederek kabul eder, ardından ayetin bağlamını bilir, Hakkın onu nereden getirdiğini anlarız. O’ndan başka ilah yoktur. ‘O latif ve habîrdir.’560

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

HİLİM (GÜCÜ VARKEN BAĞIŞLAMA) MERTEBESİ

(el-Halîm İlahi İsmi)

Halım suç işlediğinizde sizi ihmal eden değil Halîm suç işlersiniz size mühlet veren

İhsanıyla bunu yapar ve bekler:

Başkasına mühlet vermeyi öğrenmenizi

Onu bir söz üzere görürse

İhsanınızın verdiği hal, hakkında şükür olur

Size karşı şükür, kendisi hakkında değil Kendi katında sizden, sizi değiştirir

Bu mertebenin sahibi Abdulhalîm diye isimlendirilir. Mertebe ce­zalandırmaya gücü yetenin mühlet vermesi mertebesidir. el-Halîm işini erteler, kuluna mühlet verir, fakat ihmal etmez; sadece belirli bir ne­denle tehir eder, yoksa cezayı silmez. O cezayı iyilikle değiştirir ve günah aynı günah iken ona güzel bir elbise giydirir. Bu sayede Allah Teâlâ’nın kulları üzerindeki ihsanı ve keremi ortaya çıkar. Allah Teâlâ günahları ‘mağ­firet olmak’ ile nitelemiştir ki mağfiret ‘örtmek’ demektir; hâlbuki onları varlıklarının yok olmasıyla nitelememiştir. Allah Teâlâ onları güzel bir elbiseyle örter ve bu elbiseyi onlara giydiren de O’dur. Allah Teâlâ bir kez var ettiğini yokluğa irca etmez, aksine sürekli var edendir ve var ettiği şeyi yok etmez. Kudret sürekli etkin ve faaldir ve kendi başma var olmayan arazlara kendi başına var olan cevherlerin suretlerini giydirir, bunu onların üzerine elbise yapar. Kur'an’da amellerin tartılacağı zik­redilmiş, onları zerre miskaline benzetmiştir. Bu bağlamda ahirette ölüm -ki ölüm bir nispettir ve nispeder arazlardan daha gizlidirparlak bir koç suretinde getirilir. O nispete beyaz bir koç sureti giydirilir. Demek ki, Allah Teâlâ belirli bir varlık niteliğiyle tahakkuk ettikten sonra nispeti de yok etmez, onu yokluk hükmüne çevirmez. Hal böyleyken dışta var olmakla nitelenen bir şeyin durumu nasıl olabilir? Bu nedenle Allah Teâlâ kendisini Gaffar ve Halîm diye isimlendirmiştir. Halîm mühlet vermek demektir. Allah Teâlâ mühlet verirken ihmal etmeyeceği gibi hüküm verirken yok etmez. O’nun yegâne işi var etmektir ve bu nedenle Allah Teâlâ ‘Dilerse sizi giderir’561 demiştir. ‘Gitmek’ içinde bulunduğunuz bir hal­den bulunacağınız bir Hakk intikaldir. Allah Teâlâ size ait o hallere yeni bir yaratılış giydirir. ‘Dileseydi’ demiş, fakat dilememiştir. Öyleyse iş ol­duğu gibidir. Allah Teâlâ da ancak işlerin kendiliğinde bulundukları hali dilemiştir. İrade bilgiye aykırı olmadığı gibi bilgi bilinene aykırı değil­dir; bilinen zuhur eden ve meydana gelendir. Binaenaleyh Allah Teâlâ’nın kelimelerinin değişmesi söz konusu değildir ve onlar bulundukları hal üzere kalırlar.

Bu mertebenin bir özelliği de iktidarı ispattır. İktidarını uygula­maktan aciz biri halim olamayacağı gibi böyle bir davranış hilim sayı­lamaz. Hilim iktidar sahibinden meydana gelebilir. Muhalefet ve gü­nah cezalandırmayı gerektirdiği için bazı mezheplerde hilim onun hükmünü geçersizleştirir. Hilmin bu bozucu özelliği nedeniyle bozu­lup parçalandığında halume el-edimu, yani ‘deri bozuldu’ denilir. Aynı ifade manayı suretinden bozan uykudaki hulm (rüya) için söylenir. Rüya onu duyulur (mahsûs) değilken duyuya katmıştır. Aslını bilme­yen onu görür ve gördüğü surete göre rüya hakkında hükiim verirken arif rüyada görülen sureti görüldüğü anlama tabir ederek aslma dön­dürür. Nitekim hulm (rüya) bilgiyi bozar, onu uykuda süt şeklinde gösterir; hâlbuki süt değildir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ise rüyasını tevil ederek bu rüyayı aslına döndürmüştür. Onun aslı bilgidir ve bu sureti onun üzerinden kaldırmıştır. Bu surette rüyanın hükmü gerçekleşir ve bu nedenle (hilim ile aynı kökten ve rüya demek olan) hulm’ün bilginin suretini bozduğunu söyleriz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem veya doğru tabirci -her kim isesureti aslma döndürmüş, rüyanın kendisinde bozduğunu izale etmiştir. Buradan Hakka ait rüyalar (ahlam) mertebesi öğrenilir.

Bir adam rüya tabirinde imam olan İbn Sîrîn’e gelmiş ve ‘Rüyam­da zeytinyağını zeytine geri sokuyordum diye gördüm’ demiş. İbn Şîrîn şöyle demiş: ‘Annen senin nikâhın altında!’ Adam gerçeği araş­tırmış, annesiyle nikâhlanmış olduğunu görmüş. Hâlbuki bu konuda ne onun, ne annesinin bir bilgisi vardı. Bir adamın annesini nikâhlamâsıyla zeytinyağını zeytine dökmek arasında nasıl bir ilişki olabilir? Rüya sahibi gerçeği olduğu hal üzere gördüğünde, öyle bir rüya -hulm değilkeşiftir; görmenin uykuda veya uyanıklıkta olması birdir. Nite­kim hulm uyanıkken gerçekleştiği gibi uykuda gerçekleşebilir. Uyanık­ken gerçekleşmeye misal olarak Hz. Cebrail’in görüldüğü sahabe Dihye’nin suretini verebiliriz. O suret tevil edilirken açık ifadeler tevile kapalıdır. Hz. İbrahim oğlunu kurban ettiğini rüyasında görmüş, rü­yayı zahirî anlamıyla gördüğü üzere uygulamaya kalkmıştı. Hâlbuki onun gerçek anlamı bir koçtu. O kurban oğlunun suretinde ortaya çıkmış, Hz. İbrahim ise oğlunu kurban ettiğini görmüş, sonra koçu kurban etmişti. Demek ki koç, Hz. İbrahim’in bilgisi yokken, rüyası­nın teviliydi. ‘Ona bedel olarak verdi.’562 Yâni bu sureti verdi ki suret Hz. İbrahim’in görmüş olduğu oğluydu. ‘Büyük bir kurban...'563 O ise koçtu. Bu nedenle oğlunu kurban etmemiştir. Yoksa oğlunun suretin­deki koç değildi. Hulm koçun suretini uykuda bozmuştu. ‘Bak ne görü­yorsun?*64 Nasıl görülür ve nerede görülür? Bütün hallerinde bilgi üzere bulunmalısın.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

AZAMET MERTEBESİ

(el-Azîm İlahi İsmi)

Azîm fiilleri yüce olan kişi ‘Ben’ diyen azîm değil

Kim ben derse onun hesabı azîm olur Onun bir kıymeti olmaz

Sen yüceltme ‘ben’ diyeni

Hesap günü korkaklar arasında diriltilecek o

Bu mertebenin sahibi Abdulazîm diye isimlendirilir. Onun hali azametin tecelli mahalli olsa bile tam bir zillet ve horluktur. Makam onu kendinden fani kılmıştır. Musul’da gördüğüm bir genç bu maka­mın üzerinde hüküm sahibi olduğu tek kişiydi. Şeyhim Ebu’l-Abbas el-Ureybî -ki Endülüs’ün batısındaki Ulya şehrindendirbu mertebe­nin ehli birisini gördüğünü bana bildirmişti. O da Hallaç gibi gerçeği karıştırmış, baş gözleriyle bakanların gözlerinde cismi yücelmişti. Bu makamın nefislerdeki hükmüne gelirsek, bu durum yaygın olarak ger­çekleşir. Çünkü pek çok şeyin nefislerdeki değeri büyüktür. O kadar büyüktür ki, nefis başka bir şeye yönelme imkânı bulamaz. Bu durum bilhassa nefislerde korkuya yol açan ürkütücü işler için geçerlidir. ‘Allah Teâlâ’nın şiarlarını yücelten kişinin davranışı kalplerin takvasındandır.*65 Başka bir ayette ‘Allah Teâlâ’nın yasaklarını yüceltmek Rabbin katında daha ha­yırlıdır*66 denilir. Başka bir ayette ‘Şirk büyük (azîm) bir zulümdür*67 denilir. Şirk muvahhidin nefsinde büyük zulüm iken onun yüceliği -kendiliğinde değilmüşrikin nefsinde gözlenir. Muvahhid (birleyen) şirki büyük bir zulüm olarak görür; elini ona uzattığında, neredeyse onu göremez.

Bilmelisin ki; azamet, tazim edenin halidir, tazim edilenin hali de­ğildir! Bununla birlikte bir şeyin zatı onun nezdinde saygın olabilir. Bu durumda azamet yücelten ve saygı gösterenin halidir. Çünkü tazim edenin nezdinde ancak onun nefsi yüceltilmiş, onun kendini yüceltme­si bir niteliği olmuş, başkasını yüceltmemiştir. Bu durumda azamet onun nefsinin halidir ve bu hal bir heybet, saygınlık ve kendisinde bulunduğu kişide korku meydana getirir. Şair şöyle der:

Sanki başlarının üzerinde kuşlar var Zulümden korkmak değil bu! Saygı korkusu o

Bu şiir sahabenin kalbindeki heybet ve azamet hakkında söylen­miştir. Başka bir şair şöyle der:

Ona iştiyakım ortaya çıkınca Celalinden ürperirim

Bir korku değil, heybet Cemalinden gizlenirim

Bütün bu sebepler insanın nefsinde azametin gerçekleşmesini sağ­layan amillerdir. Hakkın müminlerin kalplerindeki azametini ise O’nun hakkındaki bilgi izhar eder. O azamet ilahi isimlerin eserlerinden iba­rettir. Çünkü bir şey bu yüceltilen zata nispet edilen özelliğin ölçüşün­ce yüceltilir. Başka bir ifadeyle O’nun iktidarının her şeye yetmesi, dilediğini yapabilmesi, hükmünü geri çevirecek kimsenin olmayışı, emri karşısında kimsenin duramayışı nedeniyle ilahi zat yüceltilir. İlahi zat bütün bu nedenlerle arifin kalbinde zorunlu bir şekilde saygın ve azamet sahibidir. Bu azamet her kimde meydana gelirse gelsin, iman­dan kaynaklanan ilk azamettir. Azametin ikinci mertebesi müşahede ve vecd sahiplerinin kalplerine tecellinin izhar ettiği azamettir; bu esnada ilahi isimlerin veya hükümlerin tesirinden herhangi birisi onların akıl­larına gelmez, sadece tecelli ile müşahede edenin nefsinde azamet duy­gusu gerçekleşir. Bu zatî azamet ancak Hakkı Hakk ile -yoksa kendisiyle değilmüşahede eden adına gerçekleşebilir. Böyle bir kul Hakkın duyma (gücü) olduğu kişidir. Onun nefsinde Hakk’tan daha saygın ve büyük kimse yoktur. Binaenaleyh Hakkın gözüyle O’nun tecellisini müşahede eden için O’ndan daha saygın kimse yoktur. Fakat tecelliyi kendi gözüyle görmeyen için durum böyledir; çünkü her insanın, hatta her müşahede sahibinin gözü Allah Teâlâ hakkındaki inancına ve delilinin verisine bağlıdır. Azamet ehli içinden bu sınıf, ariflerin kalplerini ken­disine bağlamış oldukları şeyin dışındadır. Bir akideyle sınırlı olmadık­ları için, onlar herhangi bir sınırlama olmaksızın Hakkı görürler. O müşahede edilen Hakk’tır. Onların azametine herhangi birinin azamet anlayışı katılmaz.

Allah Teâlâ’nın kelamında bu ismin geldiği her yerde feîl vezninde gele­rek azîm denilmiştir. Bu kalıp bir yönü faile işaret ederken bir yönü mefiıle (edilgen) bakan bir kalıptır. Allah Teâlâ kendiliğinde azîm olduğu için yüceltilen olmuş, Allah Teâlâ feîl kipinin iki anlamını da zikretmiştir. Bu yönüyle azîm, alîm adıyla birdir. Bazen onunla sadece bir anlam kaste­dilir. Misal olarak el-Halîm ismini verebiliriz. Şekilcilerin bilgisi ve lafzî yorum bu neticeyi verir. Ariflerin dayanmış olduğu hakikat bilgi­sine göre Hakkın isim, sıfat ve na’tlarında feîl kalıbında gelen halîm, alîm ve kerîm gibi isimler ile iki anlamı göstermesi bakımından azîm ismi arasında fark yoktur. Bunun nedeni, mümkünlerin hakikatlerinde ve mazharlarında zuhur edenin Hakk olmasıdır. Binaenaleyh hiç kimse Hakk olmaksızın hilim sahibi olamayacağı gibi her ikram (gerçekte) O’nadır. Bakınız! Tercih edenin yaratma hükmü kelamcılara göre kud­ret ile veya ‘kadir olmak’ ile gerçekleşir. Başka bir gruba göre ise kadir olması yönünden gerçekleşir. Onlara göre Allah Teâlâ kadirdir ve mümkün, irade vasıtasıyla tercih edilir. İrade hakkında söylenecekler de kudret hakkında söylediğimiz tertibe ve sıralamaya uygundur. Dolayısıyla Allah Teâlâ irade edendir. el-Mürid (irade eden) varlığı yokluğa tercih eder­ken bunu yapmaya kadir olmasaydı, iradenin varlığı ile yokluğu bir olurdu. Demek ki el-Mürid hiç kuşkusuz el-Kadir’e muhtaç iken ger­çekte tek hakikat vardır. İrade ile kudretin hükmü farklı olsa bile, ilave bir hakikat yoktur. Bu nedenle ‘Allah Teâlâ hakkında feîl kipinin kullanımı her iki manayı (etken-edilgen, fail-meful) birden içerir’ dedik. Hâlbuki Allah Teâlâ ehlinden derin bilgi sahiplerinden başka O’nu bilenlerden hiçbiri böyle bir bilgiye sahip olamamıştır. Onlar, Hakkın hüviyetinin bilgileri olduğu kadar duyma ve görme (güçleri) olduğu kimselerdir, bunu bilmelisin.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

ŞÜKÜR MERTEBESİ

(eş-ŞekÜr İlahi İsmi)

Şekûr adı konulmuş nimeti getiren

Ayetlerde böyle denilmiş zira

Sağlam kazanlardan yedirmek üzere

Gezgin gibi dolaşan açları doyurmak için kaplarla

O’ndan gelen nimete gerekmez

Hesap gününe kadar gelen ihsanlara

Övgü veya hamd veya zikir

            Sevap türlerinden birisi gerekmez

Bu mertebenin sahibi Abduşşekûr ve Abduşşâkir diye isimlendiri­lir ve o Hakka mensup kelamın niteliğine aittir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Davud ailesi şükrü yerine getirin diye, kullarım arasından şükredenler azdır.’568 Kastedilen şükürdeki mübalağa, yani hakkıyla şükretmektir. O’na hakkıyla şükretmek, bütün nimeti O’ndan görmek demektir. İbn Mace’nin es-Sünerı’de aktardığı bir hadiste Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Allah Teâlâ Hz. Musa’ya ‘Bana hakkıyla şükretmelisin’ diye vahyedince, Hz. Musa ‘Buna kim güç yetirebilir ki?’ demiş, Allah Teâlâ ise ‘Nimeti benden görürsen hakkıyla şükretmiş olursun’ buyurmuştur.’ Nimeti O’ndan gören kişi, hiç kuşkusuz, Allah Teâlâ’ya hakkıyla şükretmiştir. Söz konusu insan nimeti kendisiyle nimeti peş peşe gönderen Hakk arasına çekilmiş perde mesabesindeki sebeplerinden görmez. Çünkü nimetler sadece Allah Teâlâ’dan her varlığa mahsus özel yönden (vech-i has) meydana gelen eşyadır. Allah Teâlâ o mertebeden ‘Şükrederseniz artırırım569 demiş, fazlayı talep etmek üzere kullarına teşekkür etmek özelliğiyle kendini nitele­miştir. Allah Teâlâ’nın şükrü kulların şükrünün mukabilinde gerçekleşir, çün­kü yaratılmış O’nun suretindedir. Allah Teâlâ seni o suretin ve nüshanın sahihliği üzerinde durdurmak ister; zira her nüsha sahih değildir ve nüshada bazı şeyler bozulabilir. Bu nedenle iki nüsha arasında karşılaş­tırma yapmak gerekir. Nüshalardan bozulan ötekiyle sabit kılınır. Bu sayede nüsha sahih Hakk gelir. Nesh edilenden meydana gelende ise Allah Teâlâ kulları için şâkir ve şekûr’dur. Ardından onlardan şükür talep etmiş, kulları da O’nun suretinde oldukları için O’nun sıfatıyla zuhur etmişlerdir. Allah Teâlâ onlara şükretmenin şükredilen şeyin artmasına doğ­rudan sebep olacağını bildirmiştir; şükredilen ise O’nun kullarına bolca ikram ettiği ve yaydığı iyiliklerdir.

Allah Teâlâ dünya hayatında insanları yükümlü kıldığı amellerin artırıl­masını istemiş, hakkını yerine getirmeyi ise kulun nimeti O’ndan bil­mesi saymıştır. Şükrün hakkını yorumlarken Allah Teâlâ kulunun dikkatini şu hususa çekmiştir: Hakk kendisi hakkında bilgiyi O’na verdiğinde nimeti kuldan görür. Çünkü daha önce söylediğimiz üzere, bilgi bili­nene tabidir. Bu yönüyle bilinen (malum) bilenin nefsinde kendine yönelmeyi ve taalluku meydana getirir ve bilen de bilgiyle nitelenir. Allah Teâlâ bilgideki katkısı nedeniyle kula teşekkür eder, hallerinin değiş­mesiyle bilgi diye isimlendirilen ve daha önce sahip olmadığı halleri kula verir.

İşaret ettiğimiz husus bize göre en çetin konulardan biridir. Bu­nun nedeni süratle başkalaştığı için zapt edilmesindeki güçlüktür. Bu meseleyi bilen, ‘ta ki bilelim570 ayetinin anlamını da öğrenir. Ayette ‘ta ki sen bilesin’ dememiştir. Allah Teâlâ kendisi hakkında verdiği bilginin neticesi ortaya çıksın diye varlıkları sınamış ve yükümlü kılmış, böylece sabitlik halinde verilen bilgiyi öğrenmiştir. Mümkünün halleri değişti­ğinde, sabitlik halinde kendisi hakkında bilgisi olmadan bulunurken bu nitelikle bulunmuş olduğunu anlar. Bu itibarla insan, kendinden bilmiş olduğu pek çok şeyden habersizdir, sonra onları hatırlar. Bu durum ‘Ancak derin akü sahipleri hatırlar571 ayetiyle ‘Derin akıl sahipleri öğüt alsın (lüb sahipleri)’572 ayetinde belirtilir. Bir şeyin lübbü onun sırrı ve kalbi demek iken sırrı perdeleyen dıştaki surettir. Suret öz için özün üzerindeki kabuk mesabesindedir ve bu nedenle insan bilmiş olduğunu unutur. Daha kapalı bir benzetme ise meyve ile çiçeğin ilişkisidir. Meyve çiçeğin delili ve onun üzerindeki perdedir. Bu itibarla ilahi hal, kevnî hal gibidir, çünkü onun aynıdır, başka değildir! Allah Teâlâ gerçekte kendine şükretmiştir, çünkü nimet veren O’dur ve O’ndan başka nime­ti kabul eden veya alan yoktur. Veren de O, alan da O! Bir hadiste ‘Sadaka Rahman’ın eline düşer, Allah Teâlâ sadakaları alır’ denilir. Dilencinin eli Rahman’ın eli üzerinde perde olan surettir. Sadaka dilencinin eline düşmezden önce Rahman’ın eline düşer. Şöyle de diyebilirsin: Dilen­cinin eli verenin elidir. Hakk nimete karşılık kulu artırsın diye kuluna teşekkür eder. Bir kutsi hadiste şöyle der: ‘Acıktım, beni doyurmadın.’ Hal bu ifadeyi tefsir etmek istemiş, kul şöyle sormüş: ‘Ya Rabbi! Alemlerin Rabbiyken seni nasıl doyururum?’ Allah Teâlâ şöyle der: ‘Falan kulum acıktı, senden yemek istedi ve sen onü doyurmadın. Onu do­yurmuş olsaydın, onu benim yanımda bulacaktın.’ Aynı şey hastalık ve susamakla ilgili zikredilmiştir. Yani onu kabul eden benim, kul değil­dir! Konuyla ilgili hadis, Müslim’in es-Sahih’inde zikredilir. Bu görüşte Hakk kulun üzerinde perde ve suret iken; alırken ve verirken kul Hak­kın üzerinde perde ve surettir. Bunu müşahede ettiğinde; nasıl, kim için, kiminle ve kime karşı müşahede ettiğini de öğrenmelisin. Müşa­hedene göre şükret, daha fazlasını kabul et, vecde ve hakikate bağlı kesin bir müşahedeyle daha çoğunu vermelisin!

Şükrün sebebi nimet ve nimedenmektir. Nimederin en büyüğü ise benzerleri meydana getirmeyi sağlayan cinsel ilişkidir (nikâh). Bu ni­mette şükrü meydana getiren nimeder var edilir. Bu nedenle Allah Teâlâ peygambere kadınları sevdirmiş, ona cinsel ilişki gücü vermiş, evliliği övmüş, bekâr yaşamayı kınamış, kadınlar peygambere sevdirilmişti. Kadınlar suretlerin en kâmilinin meydana gelmesi için edilgenlik ve infial mahallidir; söz konusu suret, kendisinden daha kâmil suretin bulunmadığı insan suretidir. Her mahal bu özel kemal karşısında edil­gen ve münfail değildir. Bu nedenle kadınları sevmek, Allah Teâlâ’nın pey­gamberine ihsan etmiş olduğu nimetlerdendir. Allah Teâlâ çocukları az olsa bile kadınları ona sevdirmiştir. Dolayısıyla kastedilen, cinsel ilişkinin kendisidir. Evliliğin maksadı çocuk meydana getirmek değil -cennetliklerdeki gibihaz almadır. Çocuk meydana getirmek, cinsel ilişkinin içermiş olduğu şeyi izhara bağlıyken bu ise var etmenin (tekvin) gerçekleştiği mahalli sevmenin dışındadır. Bakınız! Kur'an’ın anlamını anlarsan, Hakk yeryüzünü bir döşek yapmış, Âdem’i ondan yaratmış, yeryüzünü edilgen kılmıştır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ise ‘Çocuk ya­tağa aittir’ buyurur ki kastedilen kadının, yani yatağın sahibidir. Adem yeryüzünde yaratılanlar üzerinde halife yapılmış, bu sayede yatağın sahibi olmuştur. Çünkü Adem kendisini var edenin suretindedir. Allah Teâlâ ona fiil kuvveti verdiği gibi infial ve edilgenlik kuvveti vermiş, Âdem hem döşek hem örtü olmuştur. O halde şükreden ve edilen Hakkın kendisidir.

' : i Şükürde sırlar var, zekiler görür onları

Abduşşekür onları elde eder, şükrettiğinde

Bu nedenle İlah kulu için isimlendirdi Arapların dilinde cinsel organı şukr diye

Onun böyle isimlendirilmesinin nedeni, cinsel ilişkiyle ortaya çı­kan hazza ilave bir hazzın ortaya çıkmasıdır. Bu fazla nimet, dünyada ve ahirette cinsel ilişkiden meydana gelen bedensel ve ruhanî çocuklar­dır. Bu meseleyi kitabın ruhların doğumu bahsinde zikretmiş, uzun bir kasidemizde açıklamıştık. Kasidenin başlığı şöyleydi:

Akabeye karşı geldim                                                         -

Yolculukta yolun ortasındaydı

İlahi mertebeyi öğrenmek için bu kadar ima ve açıklama yeterlidir. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

ULUV (ULVİLİK) MERTEBESİ

(el-Alî İlahi İsmi)

Tevazu sahibi ol, yüce olan İlah

Bizden münezzeh ve yücedir

Dilersen,‘kimse yaklaşamaz’de

Sen istediğini söyle, emir O’nun

Benim yegâne bildiğim şey                                                                 ' ' •

Hakkın yücelik sahibi olduğu

Benim nezdimdeki her iş

Süfli bir kuldan ibaret, yaklaşamaz

Kıymetini artırma dostum!

Fiyat artırma borcu bozar

Bu mertebenin sahibi Abdulalî diye isimlendirilir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Rahman arş üstüne istiva etti.’573 Şeyhimiz el-Ureybî bu ayette ‘Arş üstüne’ kısmında durur, sonra ‘İstiva etti, göklerde ve yerde ve o ikisinin arasında ve toprağın altında olanlar O’na aittir574 derdi. Yani O’ndan dolayı ortaya çıkmışlardır. Allah Teâlâ’nın dışındaki her şey, O’nun arşıdır. Allah Teâlâ kendisini bilen akılcı âlimler ile diğer âlimlerin kalplerinde mer­tebe ve değer bakımından yüce olarak bulunur. Bu yorumla Allah Teâlâ’nın yüceliği kayıtsız ve mutlaktır. Geride sadık habere imanın izhar ettiği mekân yüksekliği kalır. Allah Teâlâ’yı bilenler için bu yüksekliğin müşahede edilen tecelli suretleri izhar eder. Öyleyse Allah Teâlâ ‘istiva’ nedeniyle her şeyi ihata eder.

Varlıkların en yücesi ve en azametlisi, varlığı kendisi nedeniyle zo­runlu olandır. O’nun varlığı müstakildir ve müstağnilik O’nun zatî niteliğidir. O kendinden başka hiçbir şeye muhtaç değildir ve öyle bir varlık el-Alî adını Hakk etmede öncelikli ve müstahaktır. Varlığı başka­sına bağlı olan, el-Alî’nin istiva ettiği yerdir. Bu mertebeden yücelik yeryüzünde büyüklük taslayan herkesin üzerinde ortaya çıkar. Misal

olarak Allah Teâlâ’nın hakkında ‘Firavun yeryüzünde büyüklük tasladı575 bu­yurduğu Firavun’u verebiliriz. Allah Teâlâ bazı insanlarda büyüklüğü iradeye bağlamış, onları kınayarak şöyle demiştir: ‘Orası ahiret yurdudur, onu yeryüzünde büyüklük istemeyenlere veririz576 ‘Ahiret yurdu’ derken bilhassa cennet kastedilir, cehennem değil! ‘Onu yeryüzünde büyüklük istemeyenlere veririz.’ İstenilen büyüklüğün gerçekleşip gerçekleşme­mesi birdir. Onlar büyüklüğü istemiş, içlerinde o duygu gerçekleşmiş, geride ‘yeryüzü’ diye ifade edilen başkalarının nefislerinde gerçekleş­mesi kalmıştır. Allah Teâlâ’yı bilenler yeryüzünde büyüklük taslamak istemez­ler. Böyle bir büyüklük müktesep, yani kazanılmış büyüklüktür ve kazanılmış adı verilen bir şey istenilmez. Buna mukabil onlar, zadarının gerektirdiği şeyi, başka bir ifadeyle bilhassa varlıklarında muhtaç olduklarını gördükleri kimseyi talep eder, bu nedenle sadece O’na bakarlar. O’nun zatı hakkında düşünmezler. ‘Allah Teâlâ’nın zatı hakkında düşünmek’ anlamındaki ‘O'na dair düşünce’ yasaklanmıştır.

Bu mertebenin verdiği yücelik ve büyüklük, tekebbür değil, mut­luluk ve saadettir. Mutluluğu elde etmek üzere bu mertebenin vermiş olduğu yücelik onların zadarını bilmeleri demektir. Bu sayede yaratıl­mışlar, zaman içinde var olanın Allah Teâlâ’ya mahsus ulvilik mertebesinden aşağıda bulunduğunu öğrenirler. Onların Hakka izafe edilmiş olmaları kendilerine inayet olarak yeter!

Onlar vasıtasıyla Yüce oldu

O’nun sebebiyle süfli oldu yaratıklar

Allah Teâlâ için kendimizde bulmadım

Dediğimden başka bir misal                                                                    ,

O bizim üzerimizde bir taç

Biz ayakkabı O’nun karşısında                                       '

O isimlendirilen bir dolunay

Kendisi hilalin ta kendisi

İlah zatımı çevirdi

Oluş değirmenine ağırlığımla


O’na saygı gösteririz O’nun kadri yüce ve münezzeh

İlah bizde yarattı Yaşlılığımız için bir imkân

Süflileşmezse yaratıklar Onları tecellinin mahalli kılar

Ulvileşmek isteyince Onlardan zeval bulmadık

Zatıma ve Rabbime yeminle Harem ve helal oldum

Benim varlığıma değiİ, Rabbime yemin olsun Zayıflığı mekâna çevirdi

Bizi haz ile suladı Tatlı bir suyla

İçerken ayıktım Bir bozukluk bulmadım

Sarhoşluğum nedeniyle Nefsimde hayal oldum

Onda kendimden başkası yoktu Bunun için nimetleri var etti

Beni gören beni görmez Hidayet dalalete döndü

Gizlice uzaklaştık İntikali isteyen kimse için

İntikal eden görmedim Nefsimde bir sıkıntı


Evet görmedim bir sıkıntı

             Bu sözü söylediğimde ben

Ardından susma gerçekleşmedi Konuşurken ve başkalaşırken

Bu nedenle Allah Teâlâ hakkında hayrete düştüm Bunun için vebali tattım

Doğuya batıya gittim Kuzeye ve güneye

Sonra bir bulut inşa ettik Onun ihsanlarından ağırlıkça

Sonra çağrıldık ve bulduk Varlığımızda bir yol

Mümkünler için gerçekleşen yegâne üstünlük ve şeref, Allah Teâlâ’ya iza­fe edilmeleriyle ortaya çıkmıştır. Bizim için böyle bir teşrif, olabilecek en büyük ve en üstün teşriftir. İnsanın üstünlüğü onun kulluğudur. Çünkü kullukta kendisi ve efendisi bulunur. Efendinin elbisesini giyen kimse yalan elbise giymiş demektir; elbisenin hiçbir kısmı ona ait ol­madığı gibi zatı da onu kabul edemez. Kul da başkası bilmese veya başkası onun kendi üzerindeki üstünlüğünü kabul etse bile, içinden bu durumu bilir. Bu üstünlük her açıdan değil, sadece bir açıdan olabilir, çünkü kim olduğunu da bilir. Hakkın dışındaki her şeyin hüviyeti, malumdur, meçhul değildir! Mertebenin (mekanet) anlamı olmasaydı, hiçbir yaratılmış başkasının üstünlüğünü bilemezdi. Bu nedenle kimse başkasının gözünde zatı gereği yüceltilmez. Bunun bir istisnası, zâtı gereği sevenin gözünde değerli ve yüce olan sevilendir (mahbub). Bu nedenle sevgisinde sadık insan sevgiliden meydana gelen her işi kabulle ve rızayla karşılar. Bununla birlikte her âşık gerçek âşık değildir: Sev­gide bir amaç taşımak, bütün gücün sevgiliye yönlendirildiği (ve artık sevende bir gücün kalmadığı) dürüst sevgide doğru bir davranış değil­dir. Amaç ancak kendisinin âşık ve sevgilisinin de kendisinden başkası olduğunu düşünebilecek bir fazlanın kendisinde kaldığı kimsede olabi­lir.

Allah Teâlâ kendisini tenezzül etmek özelliğiyle nitelemiş, tenezzül ulvi­lik nispetinin ta kendisi olmuştur. İnsan ‘Allah Teâlâ arş üzere istiva etti,S77 ayetini dikkate alsaydı, o da yeterli olur, ayrıca tenezzülün zikredilme­sine gerek kalmazdı. Âlemdeki her parça O’nun arşıdır, çünkü her parça O’nun mülküdür. Allah Teâlâ adına ulvilik ancak yakın semaya tenez­zül etmek özelliğiyle gerçekleşmiştir. Bu durum Allah Teâlâ adına mekânın yüksekliğini ortaya çıkartmışken Arş üzerine istiva etmek mekanet yüceliğini ve değer üstünlüğünü ortaya çıkartmıştır. İstiva etmek ne­deniyle Allah Teâlâ ‘Gökte ve yerde ilahtır’578, ‘Olduğunuz her yerde sizinle beraberdir.’579 Tenezzül etmesiyle de sınır ve miktar ortaya çıkmıştır. Hakkın tenezzülüyle tecelli ettiği her sureti, kime tecelli ve tenezzül ettiğini öğrendik. Hamd O’na aittir. Yani övgünün neticesi sonrasında Allah Teâlâ’ya döner. Bu tenezzülle ilgilidir. ‘İlkinde de hamd O'na aittir.’ Bu da istivayla ilgilidir. Böylece O’nun ulviliği genelleşmiş, yakınlığı ta­hakkuk etmiştir. Tövbe edenlere ve mağfiret dileyenlere ne mutlu! Keşke insanlar Allah Teâlâ’nın bu konudaki sözünü dinlemiş olsalardı! Evet, arifler O’nu dinler, huzur ehli ise habere inanarak O’nu duyarlar. İki sınıfın dışındakiler, O’nu duymaz. Allah Teâlâ bize Hz. Musa ile konuşmuş olduğunu bildirmiştir ki, bu ilahi nefhaya ve esintiye koşalım! Belki o mertebeden bir esinti ve rüzgâr üzerimize ulaşır. İnsanlar bu haberi Allah Teâlâ’nın Hz. Musa ile onu övmek amacıyla konuştuğu anlamında yo­rumlamışlardır. Evet! O bir övgüdür. Fakat Allah Teâlâ yaratılmışlarından herhangi birisini bir nitelikle överse, övgüde bir uyarı bulunur. Bu uyarı aynı niteliğin bulunmadığı kişiyi imkân ölçüşünce onu elde et­mek üzere çalışmaya teşvik eder: Kapı açık, cömertlikte ise cimrilik yok! Geride sadece talep eden yönünden ortaya çıkan acizlik kalır. Ayette ‘Bana dua edene icabet ederim’ der. Burada ‘men’ edatı belirsiz kullanılmıştır ki herkesi kapsar. Binaenaleyh acizlik ancak bizden orta­ya çıkar. Burada hayret vardır: Biz Allah Teâlâ’ya ancak O’nun bize muvaffa­kiyet vermesiyle dua edebiliriz. Bizi muvaffak kılması ise O’nun ihsa­nının ve cömertliğinin tezahürüdür. Üzerinde bulunduğumuz istidatla o ihsanı kabul eder, O’na dua etmek üzere hazır Hakk geliriz. Dua etti­ğimiz hususta Allah Teâlâ’nın bize icabeti de kendisine kalmıştır ve maslaha­tımızı bizden daha iyi bilir. Allah Teâlâ cahilin bilgisizliğine bakarak ona kendi durumuna göre davranmaz. Bir insan dua ederse, Hakk ona ica­bet eder: Maslahat geciktirmeyi gerektirmişse icabet gecikir. Böyle bir durumda mümin O’nun mertebesini suçlamaz. Maslahat hızla icabeti gerektirirse, cevap da hızlanır. Maslahat, hakkında dua edilen şeyde icabeti gerektirirse Allah Teâlâ o şeyi -ister geciksin ister gecikmesinverir. Maslahat insanın istediğini başka bir şeye çevirmeyi gerektirirse, Allah Teâlâ başka bir şey verir. Öyleyse Allah Teâlâ mümine bir karşılık verirken, onun hayrının bulunduğu karşılığı verir. Binaenaleyh O’nun mertebesini suçlamaktan uzak durmalısın! Aksi halde cahillerden olursun. Zaten Levh-i mahfuz, Yüce Kalem ile yüce meleklerin bilgisi sana verilmiş olsaydı, yine cahillerden olurdun.

Allah Teâlâ’nın kulları arasından yüce (âlûn) olanlara gelirsek, Allah Teâlâ Adem’e secde etmekten imtina eden İblis’i kınamak üzere şöyle der: ‘Kibirlendin mi? Yoksa yücelerden mi oldun?’580 Onlar Allah Teâlâ’nın celalinde kendilerinden geçen ruhlardır. Allah Teâlâ onları herhangi bir yaratılmışa görünmeyecekleri şekilde ulvi kılmış, onlar kendisine zatı gereği ibadet eden seçilmiş kullardır. Allah Teâlâ onlara sürekli tecelli ederken onlar bu tecellide bulundukları durumdan habersiz kendilerinden geçerler. On­ların yüceliği el-Alî ismiyle bizim aramızdadır. Onlar Hakkın üstünlü­ğünü müşahede etmezler. Çünkü O’nun üstünlüğünü ve yüceliğini ancak kendini müşahede eden müşahede edebilir. Onlar, kendilerinden habersizdir ve bu nedenle O’nun ulviliğinden ve mertebesinden daha çok habersizdirler. Ulvilik bir nispettir, en ulvi olan ise (hakkında) ‘Rabbinin adını tespih et581 demlendir. Bu nitelik, ulvilik iddia edenin niteliğidir ve burada ulviliği kastetmiştir. İddia kaybolunca, en ulvi değil, ulvi olarak kalır.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

İLAHİ KİBRİYA MERTEBESİ

(el-Kebir İlahi İsmi)

Kadri büyüktür, benzeri yok

Nefislerde ve akıllarda büyük                                                    '

Nefislerde kabul özelliği var

Zatını bende kabul imkânı yok                                                        ,

Bu mertebenin sahibi Abdulkebir diye isimlendirilir ve kibriya ku­lun kendisidir. Çünkü kibriya (büyüklük) Hakkın örtüsüdür ve O’nun örtüsü senden başkası değildir. Hakk seninle giyinir, sen O’nun sureti­sin. Örtü de kendisini örtünenin suretidir. Bu nedenle Allah Teâlâ sana se­ninle tecelli etmiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Kendini bilen Rabbini bilir’ buyurur. Örtüyü bilen örtüneni de bilir. Örtüyü bilmek örtüneni bil­meye bağlı değildir. Burada alimlerde bir takım mühim karıştırmalar ortaya çıkar. Onlar Hakkın kendisini bildirmedeki muradının ne oldu­ğunu fark edememişlerdir. Allah Teâlâ kendisini bizim bildiğimiz ve tam olarak anladığımız özelliklerle nitelemiştir. Bu itibarla Allah Teâlâ anlayayım diye benim dilimle bana hitap eder. Allah Teâlâ bizi başta kendisine yönlen­dirmiş olsaydı, O’nu bilemezdik. Allah Teâlâ büyüklüğünü bildiğimiz örtü anlamında kullanmıştır ve buradan kibriyanın mahiyetini öğrendik. Allah Teâlâ’nın peygamberi ise kıyamette -ki o gün büyük gündürAdn cen­netindeki müşahede Kesîb’inde gerçekleşecek büyük ziyarette Hakkın tecellisinden söz etmiştir. Allah Teâlâ kullarına kibriya örtüsü yüzünün üze­rindeyken tecelli edecektir. Bir şeyin yüzü, onun zatı demektir. Demek ki Allah Teâlâ seninle zatı arasmda perde çekmiş, göz kendisine ulaşamamış, ‘Beni göremeyeceksin’ ifadesi doğrulanmış, Mutezile haklı çıkmıştır. Gözler ancak örtüye ulaşabilir ki o da kibriya demektir. Allah Teâlâ sana bizimle tecelli eder. Demek ki görmek de bize ulaşır ve bizimle ilgili­dir. Biz Allah Teâlâ’nın zatı üzerinde (bulunan örtü anlamındaki) kibriyanın kendisiyiz. Allah Teâlâ ‘Beni kulumun kalbi sığdırdı’ der. İnsan-ı kâmil ile karşılaştığında Hakkı görürsün, insan ise başkalaşmaz ve örtü örtünene dönmez. Başka bir ifadeyle örtü örtüsü olduğu şeyin kendisi olmaz, elKebir’in anlamı budur.

Allah Teâlâ zatı gereği el-Kebir iken kibriya (büyüklük) biziz. Aramız­dan O’nunla tartışanı parçalar. O’riun ile tartışmak bilgisizliktir. Biz hüviyeti bakımından Hakkı görmedik. Biz O’nu kendimize göre görü­rüz. Dolayısıyla kendimizden başkasını görmedik. Bu nedenle dünya ve ahirette sürekli olduğumuz gibi O’nun yüzü (vechi) üzerindeki kibriya da sürekli olarak bulunur. Bizim muhtaçlığımız, horluğumuz ve vakarımız budur.

Allah Teâlâ’nın büyük bir günü var, mümin kuşkuya kapılmaz o günden

Bizde hüküm sahibidir O, el-Müheymin adıyla hüküm verir ,

Allah Teâlâ Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e ve bütün peygamberlere bize şöyle deme­lerini emretmiştir: ‘Büyük bir günün azabının size gelmesinden korkuyorum.’582 Bizim hakkımızdaki korku bizden olabilir, çünkü bize gelecek olan, kendi amellerimizdir. Demek ki büyük gün biziz! ‘Hepiniz Allah Teâlâ’ya döneceksiniz.’583 Yani o günün dönüşü O’nadır. Allah Teâlâ günü kibriya özelliğiyle nitelemiştir. Bir şey kendi kendiyle veya sahip olduğu bir şey hakkında tartışmaz. Demek ki, kim büyüklüğünde Hakk ile tartışır­sa, kendisiyle tartışmıştır. O’nun azabı ise kendini bilmemektir. Bura­dan ihatanın bize ait olduğunu anlarız. Bize ait olan ihata, O’nun sure­tinden elde ettiğimizdir, çünkü örtü örtüleni kuşatır ye ihata eder.

Hakkın zahiri halk                                                                       N .

Halkın bâtını Hakk

Başka bir şiirde şunu söyledik:

Kibriya makamını elde edince

Hakk için bir kap oluruz biz

Başkasını görmedi bizi görünce                                                     r

O’nun karşısında kibriya biziz

Hakkın yüzündeki kibriya ve perde biziz. Perde perdeleneni gör­düğüne göre Allah Teâlâ kendisini kalbimizde sığdırdığımız gibi O’nu göre­bileceğimizi ortaya koymuştur. Bu durumda Eş’ari doğru söylerken Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Rabbinizi göreceksiniz’ ifadesiyle ayette geçen ‘Beni göremeyeceksin’ ifadesi de doğrulanır. Binaenaleyh Mutezile doğru söylediği gibi ‘Beni göremeyeceksin’ de doğrudur. Örtünün bir zahiri bir bâtını vardır. Örtü bâtınıyla O’nu görürken ‘Rabbinizi göreçeksiniz’ ifadesi doğrulanır ve görmeyi kabul edenler doğru söylemiş olur. Buna mukabil örtünün dışı ve zahiri O’nu görmez. Bu durumda ise Mutezile doğru söylemiş olur ve ‘Beni göremeyeceksin’ ifadesi de doğrulanır. Örtü ise tek bir şeydir. Üstünlük ise âlemdeki her şeye karşı bu insan yaratılışına ait olmuştur. Çünkü insanın dışındaki bütün âlem insandan ayrı ve farklıdır. Âlem ancak örtü demek olan insanı görebilir. Örtü de zahiri bakımından kendisini gören âlemi görür. Bunun yanı sıra örtünün zahiri ve dışı, âlem olması bakımından Hakkı görür. Bu görme örtünün bâtınının O’nu görmesinden farklıdır. Âlem belirli bir yönle sınırlanmadığı için ihata özelliğine sahiptir. Binaena­leyh Hakk bütünüyle yüz olduğu gibi örtü bütünüyle yüzdür. Hakk âlem cihetinden kula zuhur ederken kendisi nedeniyle âlemde sureti olma­ması ve kendisiyle. âlem arasında örtünün bulunması bakımından bâtındır. Hakkın âlemdeki suretinin bir bâtını vardır ki bu, örtünün kendisiyle kendisini bilen Hakk arasında perde olmasından kaynaklanır. Hakk zatı gereği âlemden bâtın kalırken buna mukabil zahiri için olsa bile örtünün bâtınından bâtın kalmaz. İnsan-ı kâmil âlemde bulunuşu bakımından zahirde ve örtü olması bakımından da bâtında Hakkı mü­şahede eder. Böylece insan-ı kâmilin görüşü değişir, hâlbuki göz aynı gözdür. Bu nedenle bazı insanlar kıyamette Hakkı inkâr edecekken kâmil insan O’nu inkâr etmez. Her insan kemale sahip olmadığı gibi O’nu ancak hayvan-insan inkâr edebilir. Hayvan-insan âlemin bir par­çasıdır. Allah Teâlâ ona kendi alametine göre tecelli edip göründüğünde O’nu bilir. Çünkü hayvan-insan Hakkı aiıcak sınırlıyken tanıyabilir. Bu itibarla imam hallerinde cemaate tabiyken cemaat fiillerinde ve bazı sözlerinde imama tabidir. Kibriya olmasaydı, el-Kebir bilinmezdi.

Kuşkusuz Hakk kendiliğinde apaçık                                            ,

tki göze sahip olan için kibriya ortaya çıkmış

Varlık O, başkası yok

Sabah vaktidir, ardından akşam gelir

Benim işaretim olunca kendisinin başlangıcı Onun peşinden gelen ise sonu

Bahçede onu neşelendiren gedikler ortaya çıkar                  .

Cömertçe verdiği ikramlarla birlikte

Bahçeden meydana gelen onun çukurları .

Bulutlar işe onun perdesi

Yağmurlar ise onun nikâhı İçecekten olan onun kabı

Dökülürken kabilde bize göründü Çocuk edinmesi ve baba olması ;

1Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırırAllah Teâlâ her yerde bize ye ter, ne güzel vekildir O!

HIFZ (KORUMA) MERTEBESİ

(el-Hafîz İlahi İsmi)

Hafiz koruduğunu bilen

O’ndan başkası sadece lafızda bu adı alır

Bunu söyleyen ebedilikte O’na kavuşur Kitabın aynı ve koruyucularla

Bir şahıs onun adını telaffuz ederse görür Lafzının ortaya çıkışına göre

Bu mertebenin sahibi Abdulhafîz diye isimlendirilir. Allah Teâlâ ‘O ikisi­ni korumak kendisine ağır gelmez’584 ve ‘Ben sizinle beraberim, görürüm ve duyarım585 der. Burada Hz. Musa ve Harun’a hitap etmektedir. Nuh’un gemisi hakkında ‘Gözlerimizin önünde akar586 diyerek gemiyi koruyacağına işaret eder; korunan O’na gizli kalmaz. İnsanların bir kısmını koruyan (ilahi) hıfzdır. Mesela insan arzusuyla baş başa kalmak isterken Allah Teâlâ’nın koruması onu engeller, arzusuyla arasına girer. ‘Allah Teâlâ’nın gördüğünü bilmez mi?587 Allah Teâlâ’ya asi olup arzusuna uyan kişi ancak açıktan asi olabilir. Fakat onun öncesinde kalbi körelir, iki bakış bir yerde toplanmaz. Toplanmış olsaydı, bütün âlem yanardı. Çünkü Hakkın görmesiyle kulun görmesi bir araya gelirse, kul hemen yanar ve tükenir. Bilindiği üzere Allah Teâlâ anı idrak eder. Hakk anda değildir. Fakat kulun gözü onunla bir araya gelmemiştir, iki öncül ile onların arasındaki netice öğrenilir. İki gözün bir araya gelmesiyle yanma ger­çekleşir. Âlem, iki gözün âlemi görmek üzere bir araya gelmesiyle korunmuştur. Bu nedenle Allah Teâlâ tecelli ettiğinde zatı üzerinde kibriya örtüsünün bulunmasıyla kendini nitelemiştir. O örtü hiçbir zaman kalkmaz. Allah Teâlâ’yı gözlerimizle gördüğümüzde O’nun bizi görmediği bir yönden görürüz. Allah Teâlâ da kendisini görmediğimiz bir yönden bizi görür. O bizi kullar olarak görürken biz O’nu ilah olarak görürüz. Biz O’nu kendisiyle O da bizi bizimle görür. O bizi kendisiyle görse de biz O’nu onunla göremeyiz. Böyle bir görme, genelin görmesidir.

Seçkinler ise Hakkı Hakk vasıtasıyla görürlerken Hakk da onları kendileriyle görür. Allah Teâlâ onların varlıklarını koruyandır ve bu sayede onlara fayda verir. O da ‘ta ki bilelim588 ayetinde ifade edildiği gibi aşağısında bulunanlardan fayda temin eder. Bu durumda Allah Teâlâ, koru­yan ve korunandır. Demek ki koruma bütün âleme yayılmış bir du­rumdur. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘Sizin üzerinizde koruyucular vardır589 ve ‘İrzlarını koruyan erkek ve kadınlar590 demiş ve genel ifade kullanmıştır. Başka bir ayette şöyle der: ‘Allah Teâlâ’nın sınırlarını koruyanlar...’591 Onların sınırları âlemdeki her gözdür. Başka bir ifadeyle herhangi bir şeyi ko­ruyucu olması itibarıyla âlemdeki her göz O’nun gözüdür ve bu ne­denle Allah Teâlâ kendisini ‘gözler’ sahibi diye niteleyerek ‘Gözlerimizin önünde akar592 buyurmuştur. Gemiyi yöneten ve yönlendiren, onu korur. Bu bakımdan geminin ön tarafı onu korurken ayak sahibi de onu korur. Gemide yöneticilik özelliğine sahip herkes gemiyi korur, daha doğrusu kendisine tahsis edilmiş tedbir işini korur. Bununla bir­likte Allah Teâlâ geminin O’nun gözleri önünde yüzdüğünü bildirmiş, hâl­buki onlardan başkası yoktur. Onlar gemiyi korumak üzere Allah Teâlâ’nın vekil bıdıklarıdır. Binaenaleyh Hakk koruma fiilinde ve çoğulun talep ettiği her işte yaratılmışların toplamıdır. Bu makam Arapçada bedelü’liştimal diye ifade edilir. Mesela ‘cariyenin güzelliği beni memnun etti’ denilir ve kapsamlılık anlatılır. Veya ‘Zeyd'in bilgisi beni memnun etti’ denilir. Burada bilgi Zeyd’in yerini almışken, güzellik cariyenin yerini almıştır. Bu yerini alma bir şeyin başkasını kapsaması tarzındadır. Bu bağlamda bir şeyin başkasının yerini aldığı bedel türü de vardır. Her ikisi de aynı şeye aittir. Araplar ‘kardeşin Zeyd'i gördüm’ derler. Zeyd senin kardeşindir. Aynı durum ‘Ben onun duyması ve görmesi olurum’ hadisinde belirtilir. Ayette ‘Sen atmadın attığında, fakat Allah Teâlâ attı’593 denilir. Bu ifade de bir şeyin ötekinin bedeli olması misaline uygun­dur. Bununla birlikte burada parçanın bütünün yerini alması yorumu da muhtemeldir. Bu tarz bedele misal olarak ‘Ekmeğin üçte birini yedim’ dersin.

ilahi mertebe hakkında bedel türleri arasmda en yaygın ve gerçek bedel türü, karıştırma (galat) bedelidir. Bütün insanlar bu bedel halin­de bulunurlar. Bunun neticesinde kendileri olduklarını zannederlerken gerçekte onlar kendileri değildir. Buna mukabil kendileri olmadıklarını zannettikleri şey de kendileridir. Bu nedenle fasih konuşmada karıştır­ma bedeli bulunmaz. Misal olarak ‘Aslan bir adam gördüm’ ifadesini verebiliriz. Burada aslanı gördüm demek istemiş, karıştırmış ve şöyle demişsindir: ‘Bir adam gördüm.’ Sonra karıştırdığını hatırlayarak ‘As­lan’ demiş, adamın yerine aslan kelimesini getirmişsindir. Arifin örfe ve şeriata göre övülen her işi, O’na izafe etmesi gerekirken örfe ve şeriata göre kınanan işleri izafe etmemesi gerekir. Bununla birlikte bazı ifadelerde hepsi birden O’na izafe edilerek ‘De ki hepsi Allah Teâlâ katmdandır594 denilir. ‘Hepsi’ genellikle ihata ve kapsamlılık bildirir. Aynı an­lamda ‘O ikisine günah ve takvayı ilham etti’595 der. Keşif ve delil, övünen ve kınanan her şeyi Allah Teâlâ’ya izafe eder, çünkü kınama fiille ilgilidir ve fiil -başkasına değilO’na aittir. Arif karıştırma bedeli içindedir, çünkü aklı sözüyle çelişir. Bu itibarla kınanmış işler hakkmdaki sözü kendisi­ne ait değildir. Diliyle kendisine ait olmayan görüşü söylerken inan­cında ve kalbinde kendisine ait olanı söyler. Onun karıştırdığını bilme­yen ise söylediğine veya inancına karşı samimi davranır.

Demek ki koruyucu Allah Teâlâ’dır. O koruyucuların bedelidir. Koru­mak ise mutlaka görmeyi gerektirirken görmek korumayı gerektirmez. Koruma için şu ifadelen kullanabilirsin:

Her koruyanın bir koruyucusu var

Her kapıda bir rahmet ve öfke yar

Yumuşak bir kul ol duada

Allah Teâlâ’ya zarifçe dua et, kaba olma

Varlığı korunmuş olan ile

Koruyucu yokken koruyan arasında ne kadar fark var!

Rabbin ‘Her şey üzerinde koruyucudur.’596 Demek ki her şey ko­runmuştur. Bu itibarla Allah Teâlâ eşya vasıtasıyla bilinirken eşya kendisini bilenlere göre Allah Teâlâ hakkmdaki bilgiyi korur. Bilgi Allah Teâlâ’nın niteliğidir ve onu Allah Teâlâ’ya veren malumdur. Malum hakkmdaki bilgiyi koruyan iken bilgi adını ortadan kaldıran da kendisidir. Başka bir ifadeyle bilgi adı malumun hareketiyle hareket eder. Allah Teâlâ kendisince bilinmesi ba­kımından bilgisini koruyandır.

Hakkın koruması belli

Halkın koruması malum

Kimse karşı çıkmaz buna

içeri girmek mevhum

Çünkü bilinenler kendilerini bilen adma onlar hakkmdaki bilgisini muhafaza ederler. Gerçekte Allah Teâlâ’dan başka bilen yoktur. Allah Teâlâ varlığı kendisine nispeti korurken âleniin varlığını muhafaza etmiş olur. Bu­rada ‘bilinenler’ dedik, çünkü Allah Teâlâ kendisi tarafından bilinen iken yaratılmışlar Allah Teâlâ’ya bilinir. Hakk ise yaratılmışlar tarafından bilinmez. Allah Teâlâ’nın neyi koruduğunu, halkın neyi koruduğunu öğrendik! Daha fazla açıklama yapmak isteyip ‘Bilen bilineni korur’ desem, bu ifade itiraza açıktır. Daha doğrusu bu açıklama vehimdir. Metbunun işine tâbi olan kişi maluma ve bilgiye tâbidir.

Bu meseleyi iyi düşünmelisin! Bu bilgi eşyayı menzillerine yerleş­tirmen, onların sınırlarını koruman husüsunda Allah Teâlâ’dan sana dönük bir ihsandır. Böyle yaparak koruyucu olursun. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’597

Koruyuculuğu hıfza kattık. Bunun nedeni Hakk’ın kendisini kita­bında ve peygamberinin dilinde bu özellikle nitelemiş olmasıdır. Ko­rumanın Hakkın varlığında bir hükmü olunta, intikam ve af onu izale etmek üzere yarışır. Onun ortadan kalktığına inanmaktan endişe etsek de sadece izafesi ortadan kalkar. Bu durumda onun mahalli cehennem olur. Orası Allah Teâlâ’nın sürekli olan gazabıdır. Allah Teâlâ’nın gazabı kendi iddiasınca sürekli intikam alır. Hâlbuki orada bulunanın neyi hissettiğini fark etmez. Aynı şey cehennemdeki yılanlar, akrepler, çıyanlar için geçerlidir. Onlar Allah Teâlâ’nın gazabının gereği olarak orada bulunanları sokar ve ısırırlar; hâlbuki akrebin soktuğu insanın neyi hissettiği hak­kında bilgiye sahip değillerdir. Başka bir ifadeyle rahmet akrebin sok­masını içerdiğinde kişi neyi hisseder bilemezler. Bu durumda rahmet uyuzun kaşınmadan aldığı haz gibi bir haz verir. Bir alede onu kaşır­sın, o ise bu kaşıma nedeniyle haz alır. Allah Teâlâ onun cezasını artırdıkça lezzeti de kadanır. Öyle ki, hissetmiş olduğu haz nedeniyle eliyle kendi derisini kaşımak ister. Bu esnada kan akmaya devam eder. Cehennem ilahi gazabın yeri, taşıyıcısı ve onunla nitelenen yerdir. Aynı hüküm orada bulunan gazabın dağıtıcıları ve gazaba maruz kalanlar için geçer­lidir. Kimse onların nefislerinde bulunan hakkında bilgi sahibi değil­dir. Bu durum onlarda hadlerin uygulanmasından sonra gerçekleşir. Acıları hissetmek derilerin olgunlaşması esnasında gerçekleşir. Deriler olgunlaşınca azabın tadı değişir. Nitekim dünya hayatında da farklı günahlar nedeniyle insanların halleri değişmiş, başkalaşmıştır. Öte yandan dünya hayatında sürekli yeni yaratılışta bulundukları gibi orada acıyı hissedecek özel bir derileri vardır, insanlar bu yenilenme hakkın­da kuşkuya kapılır. Belirlenmiş muhalefet zamanı sona erince, derinin olgunlaşması biter. Günahın cezasının bitişiyle birlikte başka bir güna­hın cezası takdir edilmişse, olgunlaşma başka bir deriyle yer değiştirir ve azap hissedilir. Nitekim günah işleyerek de lezzet tadılmıştı. İki günah arasında insan güzel ahlaka uygun bir iş yaparsa, iki olgunlaşma arasında istirahat eder.

Bu hususta cehennemde azap çekerken insanlar derece derecedir: Kim günahları birbirine ekleyip kötü davranışları peş peşe işlerse, azap kendisinden hiçbir zaman kesilmez. Ömür belirli bir süreye ulaştığında günahlar kesilirken, cezalar o vakte kadar devam eder. Ardından her şeyi kuşatan rahmet onları çepeçevre sarar. Cehennem bunu fark et­mediği gibi cehennem içerisinde bulunan -azap melekleri değilkararlı hayvanlar da onu fark etmez. Cehennemin halleri bulunduğu hal üzere kalırlar. Rahmet de o surette kendi hükmüyle onlar için nimet meyda­na getirir, çünkü rahmet hükmü sürekli geçerli olan otorite demektir.

İlahi koruma -ki mertebelerin korunmasıdırhakkında dikkat çek­tiğimiz hususları anlamalısın! Rabbin her şey üzerindeki koruyucudur.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.

.  / . BESİNLERİ BELİRLEME MERTEBESİ

el-Mukit İlahi İsmi

Bütün besinleri takdir etmiş olan Kulu için şeriat gönderen el-Mukit

O bütün vakitleri takdir edendir

Onları yaratmış, meydana getirmiş, rızık kılmış

Abdulmukit, Abdurrezzak’ın ikiz kardeşidir; çünkü rızık, rızıklananın besinidir ve artmayan ve eksilmeyen özel bir miktara sa­hiptir. Başka bir ifadeyle cennetlerde türlü şehvederde, dünyada da acı ve şehveti uzaklaştırmada belirli bir ölçüsü vardır. Dünya karışık işlerin ve şeylerin yaratıldığı bir karışım yeridir. Bu mertebeden varlıkta sure­tinin kendisiyle bilfiil var olduğu her şeyin besini ortaya çıkar. Besinle­rin vakitlerinin ve ölçülerinin belirlendiği mertebe bu mertebedir Allah Teâlâ yeryüzünün yaratılışı hakkında ‘Orada besinler takdir etti598 der. Yani besinlerin vakiderini ve ölçülerini verdi. Söz konusu besinler, gökteki vahyin ta kendisidir. Başka bir ifadeyle yeryüzündeki besin, gökteki emrin benzeriyken yeryüzünde besinin takdiri gökteki vahyin benzeri, hatta aynıdır. Allah Teâlâ göğe emrini vahyetmiştir; vahiy oradaki besinleri belirlemek demektir. Yeryüzünde de besinleri belirlemiş ve takdir et­miştir.

Göğün burçlarının kuvveti var                              '

Allah Teâlâ ölülere onlarla hayat verir .

Yerdeki hikmeti yürümesi

Bu yürümeyle farklı türleri birleştirir

İlah onu bizim için var etti                                                                               .

Seyir ile vakitlerini belirledi

f.

Vakti onun için gıda oldu

Yeryüzünde besinleri takdir etti

Takdir etmek işini kendisine vahyetmektir. Mahallin ve suretlerin değişmesiyle isimler de değişmiştir. Gök ve yer derken ulvi ve süfli âlem kastedilir. Varlıkta ulvi ve süfli kısımlar vardır. Bu itibarla Allah Teâlâ’nın isimlerinden birisi el-Alî ile Refiu’d-derecat’tır (dereceleri yüksel­ten) . isimlerin emri ve besinleri, mümkünlerde eserlerinin ortaya çık­masıdır. Bu bakımdan ilahi isimlerin varlıkları, eserleri vasıtasıyla öğ­renilirken eserleri var olduğu sürece onlar da var olur. İsmin besini kendi eseri demek iken onun belirlenmesi herhangi bir mümkünde hükmünün süresini belirlemektir.

Bu mertebeden ‘Her şeyin hâzineleri bizim hatımızdadır, onu belli bir ölçüyle indiririz599 ayeti nazil olmuştur. Hazineler Allah Teâlâ’nın katında ulvi ve süfli olarak bulunur. Ert ulvi olanı Kürsü’dür ve kürsü Allah Teâlâ’nın bil­gisi, O’nun bilgisi ise zatı demektir. Hâzinelerin en düşüğü, insan düşüncesinin saklamış olduğu fikirlerdir. İki hazine arasında duyulur ve akledilir hazineler bulunur. Onların hepsi Allah Teâlâ’nın katandadır, çünkü O varlığın kendisidir. Bu mertebe hakikatleri, nispetleri, hâdisliği ve kadimliği birleştiren mertebedir. Bunun yanı sıra yaratılan-yaratan, takdir edilen-kadir (güç yetiren), mülk-sahip bu mertebede birleşir. Her biri öteki için emir ve besindir. Bu bağlamda Hakkın gökteki emri yüksekliği iken yeryüzündeki emri yakınlığı ve tenezzülüdür. Ben yeryüzündenim, demek ki bu hitapla muhatap olanız, bizden başkası o hitabın muhatabı değildir. Bu nedenle Kur’an nazil olmuştur. Yüksel­me yukarıya doğru olduğu gibi inzal ve inme de yukarıdan aşağı doğ­rudur.

Aşağıdan yukarıya doğru miraçlar Yukarıdan aşağıya doğru nüzul var

Hepsi bize gelen vahiyde bildirilmiş Her ne dersen dediğine bak       -

Oluşta illet ve malul (sebep ve sebepli) bulunduğuna göre, ulvi ve süfli besinlerin hastalıkları izale etmek üzere kullanılan ilaçlar olduğu­nu anladık. Bu itibarla muhtaç olmaktan başka bir hastalık yoktur. Bu nedenle göklerde ve yeryüzünde bulunan herkes Rahman’a kul olarak gelirken gök ve yer O’na itaat edici olarak gelirler. Her kul efendiye muhtaçtır. Kavmin hizmetçisi maslahadarını yerine getirdiği için kav­min efendisiyken kul/köle bu adı koruyabilmek için efendisine hizmet edendir. Efendi de efendilik adını muhafaza edebilmek için kölelerinin maslahatlarını yerine getirir. Sahip adı kalkmış olsaydı, kendisi var olsa bile, sahiplik niteliği, dolayısıyla hükmü ortadan kalkar, varlığı geride kalsa bile hükmünden soyutlanmış olarak kalırdı. Eşyadaki fayda hü­kümlerine bağlıdır, varlıklarına değil! Onların hükümleri varlıklarına bağlıdır. Binaenaleyh eşyanın varlıkları hükümlerine muhtaç olduğu kadar hükümleri de onların ve kendilerinde hüküm verdikleri şeylerin varlıklarına bağlıdır. Demek ki sadece hüküm ve varlık vardır! Muhtaç olan ve muhtaç olunan vardır. ‘Bütün iş Allah Teâlâ’ya aittir.5 O her nefsin kazanmış olduğunu bilir. Burada kapsamlılık bildiren bir edat olan ‘bütün’ kelimesi zikredilmiş, her nefs kastedilmiş, herhangi bir şey terk edilmemiştir. Dünyada bu bilginin kendisinden gizlenmiş olduğu kâ­fir, ahirette işin ve sonucun kime ait olduğunu görecektir. Orada perde gözlerden kalkar ve cahil gerçeği öğrenirken dünya hayatında gerçeği öğrenmiş kişi ondan üstün olur. Onlar müjdelenenlerdir. Herhangi bir şeyi hakkıyla öğrenen kimse için bilgi onun öğrenişine göre ortaya çıkar.

Besini takdir eden takdir etmiş Besin yaratıkların haline mahsus değil

Onun hükmü yaygın, hepimizi kuşatır Kendini de kuşatmış; bak, ne göreceksin

Her besin O’nun varlığında Bıkmadan devam eder

Binaenaleyh besine gıda olan besin, onun kullanılmasıdır. Demek Ki onu kullanan, onun gıdasıdır. Çünkü besin kendisiyle beslenildiğinde besin olma vasfı kazanır. Senin besininin kim olduğunu, kendinin de kimin besini olduğunu bilmelisin. Bu konuyu bilen âlimlerden birisi olan Sehl b. Abdullah et-Tüsterî’ye gıdanın ne olduğu sorulmuş, o da ‘Allah Teâlâ'tır’ demiş. ‘Biz gıdanın ne olduğunu sorduk’ dediklerinde, üze­rindeki halin etkisiyle yine ‘Allah Teâlâ’ diye cevap vermiş; çünkü haller sufilerin dilleridir ve zevkleridir. Sehl soru sorana halinin gerektirdiği bilgiyi verince adam şöyle demiş: ‘Sehl! Sana bedenlerin ve cisimlerin besinlerinden soruyorum.’ Bu kez Sehl onun maksadını anlamadığını fark etmiş, cevapta birinciden farklı bir tarza dönerek soranın anlayışı­na göre cevap vermiş, adamın onun halini bilmediği gibi kendisinin de onun halini anlamadığını fark etmiş ve şöyle demiş: ‘Niçin bedenle ilgileniyorsun ki? Yurdu sahibine bırak, dilerse mamur kılar, dilerse tahrip eder!’ Sehl ilk cevabından vazgeçmemiş, sadece onu başka bir şekilde ifade etmiştir. Bir yerin mamur olması oranın sakinleriyle ger­çekleşir. Demek ki gıda ve besin Allah Teâlâ’dır. Sehl ilk cevabmda bunu belirtmiş, adam ise nastan zahirî anlama geçmesi nedeniyle ikinci ce­vapla tatmin olmuştu. Ariflerin cevaplarının çoğu böyledir: Halde iken naslara göre cevap verirlerken makamda iken zahire göre cevap verir­ler. Demek ki onlar vakitlerine göre hareket ederler.

Bu mertebenin değerini göstermek için bu kadar açıklama yeterlidir. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

İKTİFA MERTEBESİ

(el-Hasîb İlahi İsmi)

el-Hasîb bize ait olanı bilir O’na ait olanı da, hepsi hesaba bağlı

Söylediğimi anlayıp tasdik ederseniz Varlıklarda ve insanda

Ben gerçeği söyledim ve O’ndan bildirdim Ihsan edenden başka beni konuşturan yok

Bu mertebenin sahibi Abdulhasîb diye isimlendirilir. İsimleri yedi sıfatla tasnif edenler onu bilgi sıfatına katmışlardır. Bu mertebenin medlulü kapsamında işin tek olduğu zikredilmiştir. Misal olarak ‘Onla­rı uyanık zannedersin600 ayetini verebiliriz. İkincisi ‘Allah Teâlâ’ya tevekkül eden kişiye Allah Teâlâ yeter601 ayetidir. Yani o kişi için kifayet gerçekleşir ve O’ndan başkasına muhtaç kalmaz. Keşif gerçekleştiğinde, perdeli insan herkesin O’na muhtaç olduğunu görür, fakat Allah Teâlâ yaratıklarını perde­leyen sebeplerin suretlerinde tecelli ettiği için bu gerçeği bilmez. Bu­nunla birlikte onlar sadece Allah Teâlâ’yı müşahede ederler ve bu nedenle kendilerine gelirler diye Allah Teâlâ onların dikkatini çekmiştir: Allah Teâlâ doğru sözlüdür: ‘Ey insanlar! Siz Allah Teâlâ’ya muhtaçsınız.'602 Allah Teâlâ onların kendisi­ne muhtaç olduklarını bilir ve bu ifadenin anlamını ancak Kur'an’ı anlamada Allah Teâlâ’nın idrak gözünü açtığı kişi bilebilir. Böyle biri Kur'an’ın doğru ve gerçek kitap olduğunu bilir. ‘Bâtıl önünden veya ardından ona giremez. Hakim ve Hamid’in indirdiği kitaptır.’603 Hakkın kelamını ancak Hakk vasıtasıyla duyan anlayabilir. Çünkü:

Öyle bir sözdür ki kulak dayanamaz

Öyle bir söz ki bizde bir izi yok

Onu duyarız harf-harf okuruz Seslerine aşina değiliz

Allah Teâlâ’nın sözü, kadim ve her şeye yayılan ilahi sözdür. Onu duyan onu söyler, duymayan gerçekte O’nu duymamış ve O’nunla konuşmamıştır. Perdeli ise bu durumu haber yoluyla bilebilir. Misal olarak ‘Onu komşu edin ki Allah Teâlâ’nın kelamını duysun604 ayetini verebiliriz. Başka bir misal ise namaz kılanın ‘Allah Teâlâ kendine hamd edeni duydu’ sözüdür. Namaz kılan herkes -ister cemaat ister imam olsunşöyle der: ‘SemiAllah Teâlâu li men hamideh (Allah Teâlâ kendine hamd edeni duydu).’ Bu­rada icma vardır. Hâlbuki bu cümleyi söyleyen herkes onu söyleyenin Allah Teâlâ olduğunu bilmez. Bu hadisi duymuşsa söyleyebilir. Böyle biri perdelidir. Keşf ve vecd ehli ise habere muhtaç değildir. Onlar, dinle­yenin ve söyleyenin kim olduğunu bilirler. Onlar O’nun deryasında boğulmuş; ölmeyi, yaşamayı veya dirilmeyi beklemeyenlerdir.

Ben dalgalarla boğuşurum

Belki sabit bir yer bulurum diye                           . '

Onu bilmek nedir ki?

Bu dalgaların coşkusu arasında

Kılıcın varlığını görmüyorum

Delilleri bir yana bırak

Ey mertebe! Telef olmuş onda

Nefisler ve deliller silinmiş                                             .

Genç kişi kimdir

Bulunmaz bir inci

Üzerinde bir şey yok

Dışarıdan aktarılmış olan

) .

Onun kerih gördüğü herkes

Kurtulmuş ve dışarı çıkmış

Ondan kurtulan kişi kim?

Onda ölen ve gömülen kişi

Sakındığın her şey delildir öyleyse korkma çünkü o

İkinci derecede senin nefsindir

Allah Teâlâ ‘zannetmeyin,605, ‘onlar zannetmesin606 gibi ifadeleri sıkça kul­lanmış, Kur’an-ı Kerim’de burada zikretmemize imkân olmayacak ölçüde birtakım hususları müteaddit kez’zikretmiştir. ‘Sen zannetme ki607 veya ‘zanneder ki,60S gibi ayetler her zikredildiğinde, anlayan kişi için bu ayetlerde bir yeterlilik anlamı vardır ve o ayetleri bu mertebe­den ancak âlimler anlayabilir. Nefes alıp verenin nefesleri hesap edilir, çünkü onlar belirli bir süreye ulaşacak nefeslerdir ve böyle olmaları gerekir. Fakat nefes olmaları bakımından değil, belirli bir süreye var­maları yönüyle sınırlanmışlardır. Bu mertebe bilgi ve cehalet arasındaki mertebedir. Bu mertebe tahmin, sezgi ve bilginin yerini tutamayacak zan mertebesidir. Bu nedenle fOnlar fitne olmayacağını hesap etmişler­dir609 denilir. Hâlbuki fitne gerçekleşmiş, onların hesapları tutmamış­tır. Başka bir grup hakkında ‘Onlar iyi iş yaptıklarını zanneder610 der. Hâlbuki onlar iyi iş yapmamışlardır. Onların zan, sezgi ve hesapları gerçekte delil olmadıkları halde delil suretinde görünen kuşkulardan ibarettir. Akıllı insan onların sınırında durur fakat onlardan herhangi birisiyle hüküm vermez. Bu delillerin iki uçla ilgili kuşkuları vardır. Müteşabih ayeder bu mertebeden nazil olmuştur. Allah Teâlâ bize o ayedere dalmayı yasaklamış, o ayetlere uymayı ‘kalp eğriliği’ olarak nitelendir­miştir. Kalp eğriliği iki yönden birine yönelmektir O iki yönden birisi­ne göre tevil ettiğinde, hiç kuşkusuz, ayeti muhkem Hakk getirmiş olur­sun; hâlbuki müteşabihtir. Böyle yapmakla ayeti hakikatinin dışına çıkartmış olursun. Bir şeyi hakikatinin dışına taşıyan, hiç kuşkusuz,

Allah Teâlâ’nın yaratılışını verdiği bir şeye hakkını vermemiştir. Bu bağlamda insan her Hakk sahibine hakkını vermekle memurdur.

Bu mertebeden sayılarda sayıların varlığı ortaya çıkar. Sayı sayı­landa bileşik Hakk geldiğinde, dıştaki varlığında bulunmayan bir hük­münün olduğu tahayyül edilir. Bu mertebe Allah Teâlâ’ya isimlerin çokluğunu kazandırır. Bu isimler esma-i hüsna’dır ve şeref-saygınlık içeren isim­lerdir. Allah Teâlâ için el-Hasîb denilmiştir. el-Hasîb saygın bir hasebe, kıy­metli nesebe sahip olan demektir. Bir şeyin kendinden kaynaklanan şerefinden üstün ve kâmil bir nesep yoktur. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme ‘Bize Rabbini nitele’ denildiğinde, O’nu kendisi nedeniyle ve kendisiyle nitelemiş, başkasından kaynaklanan bir nispeti O’ndan ten­zih etmiş, kendisine ihlâs suresi indirilmiştir: ‘Deki, O Allah Teâlâ tektir, sameddir, doğurmadı, doğrulmadı, O’nun dengi yoktur.’611 Ayet farklı isimleri zikretmiş, övgünün neticeleri övgü olmak bakımından O’na dönmüştür.

Allah Teâlâ bize esma-i Hüsna, yani en güze isimlerin sahibi olduğunu açıklamış, onların içinden dilediklerini zikretmiş, o isimlerle kendisine dua etmeyi emretmiştir. Bununla birlikte âlemdeki her şeyin ismi ger­çekte O’nun ismidir. O halde âlemdeki her isim bu yönüyle güzel isimdir. Buradan hareketle sufıler ‘Allah Teâlâ’nın bütün fiilleri güzeldir ve O’ndan başka fail yoktur’ demişlerdir. Aynı şey bütün âlemin kendile­riyle isimlenmiş olduğu adlar için geçerlidir. Özellikle de şu söz buna işaret eder: ‘İsim müsemmanın kendisidir.’ Daha önce Allah Teâlâ’dan başka varlık olduğunu açıklamıştık. İsim müsemmadan (isimlendirilen) baş­ka bir şey değilse, ismin gösterdiği de O’nun varlığı olmalıdır. O halde her durumda Haktan başkası yoktur ve O’ndan başka isim koyan yok­tur. Her şey üstün bir hasebe, saygıya ve yaygın bir şerefe sahiptir. Ayette Allah Teâlâ’nın iki adamdan birinin bahçesine bir hüsban (bela) gön­derip bahçeyi çöle çevirdiği, suyunun kaybolduğu zikredilir. Bahçenin toprağa dönmüş olması (tasavvufî yorumda) ona şeref kazandırmıştır. Onun kuru diye nitelenmiş olması kendisine derecede üstünlük ve tenzih kazandırmıştır. Bu durum onun toprak yapılmasıyla ilgilidir. Allah Teâlâ bahçeden kendisinden ağaçları gidermekle muhalefet ve günah türlerini izale etmiş, ortadan kaldırmıştır. Çünkü bela gökten gelmiş, yeryüzüyle nitelenene sema ve üstünlük mertebesini kazandırmıştır. Yeryüzü mertebesi içinde bulunanı gizleyen ve örten yerdir ve bu ne­denle cennet diye isimlendirilmiştir. Öyleyse ondan ortaya çıkan şey göğün varlığıdır. O da güneşin sıcaklığına varlığı bağlanmış olan yağ­murdur. Toprağm süsleri gökten ortaya çıkar. Gök kendi hüsban’ı ile onu giydirmiş, kendi hüsban’ı ile yeryüzünü ziynetinden ve süsünden soyutlamıştır. Onun ziynetinin bir parçası da içermiş olduğu türlü meyveler, ağaçlar ve çiçeklere göre isimlerinin çokluğudur. Tecrid ve tenzihi ile birlikte ise onların isimleri birleşir, ziynet ortadan kalktığı için isimler de ortadan kalkar. ‘Yeryüzünde bulunan her şeyi onun süsü yaptık.’ Bâtınî yorumla yeryüzü halk diye isimlendirilen şeydir. Onun süsü ile Hakk diye isimlendirilendir. Öyleyse yeryüzü Hakk vasıtasıyla süslendiği gibi yine O’nun vasıtasıyla münezzeh olmuş ve sayı elbisele­rinden soyutlanmış Ahad’ın niteliğiyle ortaya çıkmıştır. Bütün bunlar iktifa mertebesi olan bu mertebeden ortaya çıkar. Bu mertebenin ismi el-Hasîb’dir.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır’ ve ‘Allah Teâlâ dilediğini doğru yola ulaştırır.’612

CELAL MERTEBESİ

(el-Celil İlahi İsmi)

el-Celil en yüce celalin sahibi

Yaygın ve büyük cömertliğin ve keremin sahibi -

Kulu celaliyle ahlaklanırsa

Bütün yönler ona döner ve onda yücelir

0                  yarışta cemali geçer gider En yüce makam ve öncelik el-Celil’in

Bütün miraçlarda dolanır En doğru yol ve kerem O’nun

* Varlığının cemali O’nu izhar eder Yücelir ve en bilinen celal perdeler O’nu

Bir hakikat ile bütün hakikatleri ihtiva eder Bildiğini ve bilmediğini ,,

Değerini bilirsen O’na yönel Kıyamette pişman olmazsın

Ehli iken korkma sakın ondan Yüce işlerin peşinde git, korunursun

, Sana biat eden o insanlar

Gerçekte Hakka biat etmişlerdir, bilsinler                                        \

O’nun hakkında söylediğimiz bilgiyi yayın Gizlemeyin onu, çünkü gizlenmez öyle bir bilgi

Perdenin ardından bakın O’na                                                                  .

Anlayışlı iseniz, elde edin                                                                      .

Gaybında O’nun ashabından iseniz                               '

Nimet sahibiyseniz nimetlenin o. bilgiyle

Bir köşk bina ettiğinde halifesin sen Uzak dur, yapı yıkılmaya yüz tutmuş

Yapı O’nun emriyle var olduğunda Yıkılmaz ve çökmez öyle bir yapı

Bu mertebenin sahibi Abdülcelil diye isimlendirilir. Allah Teâlâ ‘O gökte ilah olandır613 der. Başka bir ayette ‘Rızkınız göktedir, size vaat edilenler göktedir614 buyurur.              :

Rızık ve bina hep beraber yerleştirildi Gediği olmayan göğe

Kulların bir yolu olmalı , Çağrıldıklarında gitmek için oraya

Yaratılmışlara baktığınızda Karmaşık bir iş içinde bulursunuz onları

Bilgisiz, anlayışsız adeta sarhoşturlar Ya çıkarken ya da içeri girerken

Celal, nispeti nedeniyle Allah Teâlâ’nın bir ismi olduğu gibi celal merte­besinden ulûhet ortaya çıkar, yaratılmış olanlar Allah Teâlâ’yı bilmekten aciz kalır. Bu isimden yeryüzünde sizin sırrınız öğrenilir. Başka bir ifadeyle bâtınlık nispetinin sizde bulunması nedeniyle sırrınız ve zahirlik nispe­tine sahip olmanız nedeniyle açıkladıklarınız öğrenilir. Bunun nedeni rükünlerin tesir edemeyeceği kadar üstün ve yüce olmanızdır. Azamet sahibi her şey celal sahibi olduğu kadar değersiz ve hor olan her şey de celal sahibidir. Demek ki bu isim zıtlardandır. Ebu Said el-Harraz’a ‘Allah Teâlâ’yı neyle bildin?’ diye sorulduğunda ‘İki zıttı birleştirmesi özelli­ğiyle bildim’ demiş, sonra şu ayeti okumuştur: ‘O evveldir, ahirdir, zahirdir, bâtındır.’615 Yani bir yönden ve bir yönde o nispetlerin sahibi­dir.

Konumuza dönersek şöyle deriz: Varlığını ayakta tutmak ve hay­vani hayatını sürdürmek için besin elde etmek üzere dilencilik yapan­dan daha değersiz kimse olmadığı gibi horluğun ve zilletin ölçüsünde de muhtaçlık ortaya çıkar. İsteklerini kendi başına değil, bir başkasının vasıtasıyla yerine getirebilen birinden muhtaç kimse olabilir mi? Kabi­liyetler olmasaydı el-Kadir’in ihtişamı ve şanı ortaya çıkmayacaktı. Kulun açlığı olmasaydı, Efendi kul hakkında iddia sahibi olmayacaktı. Kulun varlığı olmasaydı, açlığın hükmü olmayacaktı. Efendi ancak kulla gerçekleşebilecek bir hükümle (efendilik gibi) görünmek istedi­ğinde, kulun -ki o zelildirvarlığının bulunması kaçınılmazdır. Ona muhtaç olan ise hüküm itibarıyla daha muhtaç ve o isme daha öncelik­lidir. Demek ki varlık bu isimle kemale ermiştir. Her şeyin üzerinde veya onun adına olan bir hüküm vardır. O halde ister üzerinde ister kendisinden dolayı olsun, hüküm adına muhtaçlık ortaya çıkmıştır. Bir şey üzerinde veya onun adına ancak o şeyin kendisi hüküm vermiş, herhangi bir şey dışarıdan gelmemiştir. O halde sadece o şeyin kendisi vardır. O hüküm veren, hakkında veya kendisi için hüküm verilen şey ve hükümdür. Böylece tek bir şey varken nispetler farklılaşır ve çoğalır. Misal olarak bir şeyin başka bir şeyin bedeli olmasını verebiliriz: Her ikisi de aynı varlığa aittir.

el-Celil’in azametine gelirsek, bu azamet, onun tesirinden ortaya çıkarken değersiz olması tesire konu (müesser fih) olmasından kaynak­lanır. Her şey tesir eden ve edilendir ve böyle olması kaçınılmazdır, elCelil isminin bir hakikati vardır. Müessir olan azametli tesir ettiği zelile ‘ey çelil’ diye hitap ederken tesire konu olup tesirin ortaya çıktığı de­ğersiz şey kendisine ‘ey çelil’ diye hitap eder. Bu hitap iki açıdan ve bu niteliklerin bulunduğu herkesten, her isimlendirenden, niteleyen ve tafsil edenden ortaya çıkar. el-Celil ile ‘çelil’ arasındaki bu hitabın en iyi misali sesin yansımasıdır. Yankılanmada sana ancak söylediğin söz döner. Allah Teâlâ yankıyı bu makam ve benzerleri için bir misal kılmıştır. Bu itibarla Allah Teâlâ mahlûkatını sırf yaratmış olmak için değil; O’na misal olmak üzere yaratmıştır. O yüce ve büyüktür. Bu nedenle Allah Teâlâ âlemi kendi suretinde yaratmıştır. Bu bakımdan âlem yüce fakat ortaya ko­nulması bakımından değersiz ve düşüktür. O halde arifin ve marufun (bilinen) olması kaçınılmazdır. Hakk ve halk olmalıdır ve varlığın kema­li her ikisine bağlıdır. Bu sayede varlığın kemali dünyada tezahür eder. Sonra iş en yetkin ve kâmil tarzda zahirde görünmek üzere ahirete intikal eder. Nitekim dünya hayatında bâtında genel olarak ortaya çıkar. Dünyada sadece bâtında genel olan kemal, ahirette zahirde ve bâtında gerçekleşir. Bu nedenle ahirette bedenlerin diriltilmesi ve orta­ya çıkmaları gerekirken her İlcisinde tekvin hükmünün icrası gerekir. Dünyada genel olarak bir şeye ‘ol’ denilir, o şey tasavvur ve tahayyülde meydana gelir. Çünkü dünya hayatı tekvini zahirde tam olarak uygu­lamaya imkân vermeyecek kadar eksik mizaçlıdır. Ahirette var etmek istediğin aynı şeye ‘ol’ dersin, o şey dışta var olur. Dünyada ise Allah Teâlâ’nın

ol  emriyle birlikte sebepler vesilesiyle varlıklar meydana gelir. Demek ki ahiret, ol sözünün iki mertebeyi, yani hayal ve duyu mertebelerini içermesi nedeniyle, dünyadan daha kâmildir.

Birinciye ait olan sır Ötekine ait olan açıklık

Kim her ikisine iman ederse Emir onun için ortaya çıkar

Bu mertebenin dışında, kendisinden bir varlıkta iki zıddın meyda­na geldiği başka ilahi bir mertebe yoktur ve bu nedenle iyisiyle kötü­süyle bütün isimleri içeren kuşatıcı ve genel mertebedir. Celal vechin (Hakkın yüzü, zatı) niteliklerindendir ve dolayısıyla sürekli var olan bir şeydir. Bu itibarla celal, dünyada olan her şeyin tereddütsüz bir şekilde ahirette bulunacağının en güçlü delilidir. ‘Dünyada olan’ derken, ye­mek, içmek, yenilen ve içilen şeyi mizaçlara göre dönüştürmek ve baş­kalaştırmak olan doğal cisimlerdir; cennettekilerin yedikleri ise tere dönüşür ve terler onların üzerinden miskten daha güzel kokuyla dökü­lür. ‘Rabbinin vechi (yüzü) bakidir. O celal ve ikram sahibidir.’616

Birisi çıkıp ‘Beka O'nun adına hangi nispetle sabit olabilir’ derse, Allah Teâlâ ‘Celal ve ikram sahibi’dir der ve yüzün niteliğini yükseltmiş olur. Rabbin niteliğini düşürmüş olsa, yine celal ile düşerdi. Böylece celal niteliği iki zıddın sahibidir. Hakkın yüzü de iki zıt niteliğin sahibi olarak baki kalmış, fani olmamıştır. Yeryüzündeki şeyler cevherdeki intikalle gerçekleşen fenaya maruz kaldığı gibi surette meydana gelen yokluk fenasına maruz kalır. Böylece baki cevherde, aynı suret değil, onun benzeri ortaya çıkar. Baki cevher, ahiret yaratılışının üzerinde gerçekleşeceği kuyruk sokumudur (acbu’z-zeneb). Bu durumda celal ile nitelenen yüzün hükmü baki kalırken bulunduğu her yerde ismi onu takip eder. O halde beka isimlendirilene ait olduğu gibi isme ait­tir.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

KEREM MERTEBESİ

(el-Kerîm İlahi İsmi)

Kerîm istenildiğinde veren Görürsün ki o da istenilene muhtaç

Yaratılışının zilletinden uzaklaşmaz Sevdiğine kavuşsa bile

Hiçbir yaratılmışı istisna etmem İstenildiğinde veren el-Ğani müstesna

Bunun nedeni alışık olunan edep Çünkü o. el-Mani, fakat cimri değil

Münezzehtir de yaratıkların bilgisi kuşatamaz O’nu Hiçbir yaratılmış ulaşamaz O’na

O menzilleri kalbimde bulunan zat Yerleşirse ona, intikal ederken görürüm

İhata etiği şey eksiltmez kendisini Allah Teâlâ’nın ayı kemale erdi denilmesi başka

Kur’an’ın ayetlerinde sırlar var

Zamaniarı ve ezelleri sona erdirir                                                 1

Bu mertebenin sahibi Abdulkerîm diye isimlendirilir. Bu isim elCeliPe tâbi ve onun gereğidir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Celal ve ikram sahibi Rabbininyüzü bakidir.’’617 Başka bir ayette ‘Celal ve ikram sahibi Rabbinin adı münezzehtir618 denilir. Bu isme tâbi olmasının nedeni, celalin an­lamıdır. Celal iki zıddı ifade ettiği için ikram da iki tarzda zikredilmiş­tir. Dinleyici celali azamet anlamında kabul ettiğinde azamet sahibine ulaşmak hakkındaki umudu kesilir. Bunun nedeni kendisinde görmüş olduğu zillet, horluk ve azamet makamının gerektirdiği özelliklerden uzaklıktır. Allah Teâlâ ise bu vehminden onu uzaklaştırarak ‘ilcram sahibidir’ demiştir. Başka bir ifadeyle Allah Teâlâ azamet sahibi olsa bile yaratıklarına kerem eder, cömertliğiyle ve keremiyle azametinden tenezzül ederek onlara bakar. Umutsuz insan ikram ifadesini duyduğunda, Allah Teâlâ’ya karşı saygısı ve tazimi öncekinden büyük olur. Hakkın kendisini nitelemiş olduğu birinci azamet kulda kırıklık ve zilletten ortaya çıkmıştı; Allah Teâlâ tenezzülle kullarına ikramda bulunucu olarak kendini niteleyince, yara­tılmışın nefsinde şu bilgi ortaya çıkar: Allah Teâlâ’nın ona böyle bir inayette bulunmuş olması, yaratılmışın celal sahibinin nefsinde değerinin oldu­ğunu gösterir. O da kendisini saygın ve değerli görür ve neticesinde de Allah Teâlâ’ya tazimi artar. Başka bir ifadeyle Allah Teâlâ azametine rağmen kuluna inayet gösterdiği gibi kul Hakkın mertebesini tercih ederek O’nu daha yüceltir, Hakk ise ikramı nedeniyle kulda birinciden daha saygın ve daha azametli olarak bulunur. Celali bu anlamda alıp onu azamet an­lamında yorumlamak budur.

Dinleyici celali azametin zıddına yorumladığında, içinde yine bir umutsuzluk ortaya çıkar. İnsan değersiz ve hakir iken onun gibi birisi­ne istinat etmiştir. Böyleyken yükseklik ona kimden ve nereden gele­cek? Onun istinat ettiği kimse yüce ve değerlidir. Bu durumda celal niteliği şöyle dile gelir: ‘Allah Teâlâ kerem sahibidir. O'nun kerem sahibi olmasının delili, sana varlığını ihsan etmesidir. Hâlbuki daha önce var olan veya zikredilen bir şey değildin. O'nun keremi olmasaydı, yokluk­ta kalacaktın. Demek ki Allah Teâlâ’nın sana olan keremi, varlık ihsan etmesi­dir. Allah Teâlâ’nın varlık vermekle ortaya çıkan keremi, maksadarını gerçek­leştirmekten ibaret olan varlığından sonraki kereminden daha değerli ve üstündür.’ Bunun üzerine bu isim hakkında düşünüp de onu aza­metin zıddı bir anlamda yorumlayan kişi gerçeğin farkına varır ve şöyle der: ‘Doğru! Bana varlığı ikram eden ve benimle mutlak kötülük ara­sına -ki yoklukturgiren kişinin beni Mutlu kılacak işi yaratmaya kadir olduğunda tereddüt yok.’ Her ne yapacaksa yapsın, onu kendi haline bırak! Maksadımız Allah Teâlâ’nın irade ettiği her şeyi yaratmaya güç yetire­bildiğim açıklamaktır. Allah Teâlâ için bunu sağlayan şey Hkram,6i9 ifadesidir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin üzüme kerem denilmesini yasaklamasının ve bu isim hakkındaki gayretinin ne kadar sırlı olduğuna bakınız! Sonra şöyle demiştir: ‘Kerem müminin kalbidir. Müminin kalbine bakarsan, Hakkı orada bulursun. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Mümin kulumun kalbi beni sığdırdı.’

Hakk müminin bâtınıdır ve o zahirin kalbidir. Hakk Kerîm’dir, çünkü kalp kerem demektir ve aynı zamanda kalp keremin mahallidir.

Kerîm ismi edilgen ve fail anlamını birden veren feîl kipindedir. Allah Teâlâ vermesi nedeniyle kerîm iken bu ismiyle vermiş, cömertlik etmiş, hibe ve ihsanlarıyla nimet vermiştir. Aynı zamanda Allah Teâlâ ikrama mazhar olandır. Bu durum borç isteme talebiyle ortaya çıkar ve kul, kulları kendine ibadet etsinler diye O’nun emriyle Rabbine borç verir. Çünkü Allah Teâlâ kullarını kendisine ibadet etsinler diye yaratmış, onlar adına irade belirlemiş, onlar için kendilerini yaratılış gayelerini teşkil eden kulluktan uzaklaştıran ihtiyar ve irade yaratmıştır. Bunu bildiği için de her şey suretinde zuhur etmiş, bu durumu kullarına bildirmiş ve şöyle demiştir: ‘Nereye dönerseniz, Allah Teâlâ’nın yüzü oradadır.’620 Her yaratılmışın belirli bir yere dönmesi kaçınılmazdır ve Allah Teâlâ kulun döndüğü şey­de/yerde bulunur. Başka bir ifadeyle Hakk, kula ‘kendisine döndüğün yerde benim yüzüm vardır’ diyerek belirtmiş, onlar da kendisine dö­nerken Hakka karşı ‘kerem’ göstermek özelliğiyle nitelensinler diye bunu yüzünün her yerde olduğunu söylemiştir. Çünkü kullar Allah Teâlâ’nın bildirmesiyle bu gerçeği öğrenmemiş olsalardı, eşyaya karşı üstünlük duygusu veren ihtiyar ve iradeleriyle birlikte, yaratılış gayelerinin dışı­na çıktıklarını zannederlerdi. Yaratılış gayesi, O’na ibadet ederek ken­disine kerem göstermektir. Onlar yaratılış gayelerine aykırı davrandık­larında, içlerinde bir güçlük bulurlar. Allah Teâlâ bu güçlüğü keremi ve ina­yetiyle izale ederek şöyle buyurur: ‘Her nereye dönerseniz, Allah Teâlâ’nın yüzü oradadır.’621 Her nereye dönerlerse Allah Teâlâ’nın yüzünün orada bulundu­ğunu bildikleri için, iradelerinde serbestçe hareket edebilmiş, yaratılış gayeleri hakkındaki bilgiye uygun davranmışlardır. Daha önce arzula­rına uyduklarını zannediyorlarken şimdi arzularında bile O’nun yüzü­nün bulunduğunu öğrenmiş oldular. Bu nedenle bütün isimleri ken­dinde toplayan kapsayıcı isim olan ‘Allah Teâlâ’ zikredilmiştir: ‘Her nereye dönerseniz Allah Teâlâ’nın yüzü oradadır.’622 Bulunulan mekân hakikatiyle Allah Teâlâ’nın isimlerinden belirli bir ismi belirlerken ‘Allah Teâlâ’ ismi farklı ilahi isimlerden kaynaklanan farklı hükümlerle tüm yönleri ihata özelliğindedir. Farklı isimleri ise tek hakikat kendinde toplar. Binaenaleyh Allah Teâlâ’nın kullarının ibadetinden ortaya çıkan keremi kabulü, O’nun kere­minin bir tezahürüdür ve böylece onların verdiklerini borç ve sadaka olarak kabul eder.

Allah Teâlâ kendisini acıkmak, susamak ve hasta olmakla nitelemiştir. Bu sayede yaratılmışın suretinde O’na ikram edilebilir. Buna mukabil Hakk kulluk ederken, yedirirken ve içirirken o yaratılmışın yöneldiği yüzdür (veçhtir). İhtiyaca karşılık keremde bulunmak, ihtiyaç olmaksı­zın keremde bulunmaktan daha büyük ve değerlidir. İhtiyaca karşılık ihsan eden kerem, zorunlu olarak, şükür meydana getirirken şükür de verilenin arttırılmasını sağlar. İhtiyaç olmaksızın yapılan ikram ise ikrama mazhar olanda, üzerinde bulunduğu durumu izhar eder; bazen onu düşüncesinden bir iyilik olarak kabul eder, bazen onu reddedebi­lir. Bu nedenle Allah Teâlâ kerem talep ederken kullarına ihtiyaç özelliğiyle tenezzül etmiş, verdikleri şeylere ihsan olarak baktığını bildirmiştir. Allah Teâlâ’nın kullarına böyle tenezzülü, kullarına dönük müjdedir. ‘Dünya hayatında onlar için müjde vardır623 ayetinde bu husus belirtilir. Allah Teâlâ’nın kullarına tenezzülü de müjdenin kapsamındadır. Böylece el-Kerîm ismi kerem mertebesinden ortaya çıkar ve O’nun keremiyle O’na ikram edersin.

.                                   ,                   1                                   '

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.'’

MURAKABE MERTEBESİ

(er-Rakîb İlahi İsmi)

Murakabe her yerde ve zamanda zorunlu Bu sayede varlıklar ve olgular korunur

Bazen yönlendiren bir zattadır O’nun emriyle her şey meydana gelir

er-Rakîb’e hiçbir şey gizli kalmaz İster kolay ister çetin olsun

Bu mertebenin sahibi Abdurrakîb diye isimlendirilir. Mertebeler arasında bu isim kadar, Allah Teâlâ’nın zatıyla bizimle beraberliğine dikkat çeken başka bir mertebe yoktur. Bu beraberliği ‘Her nerede olursanız, O sizinle beraberdir624 ayetinde ifade etmiştir. Bu mertebe er-Rakîb ismi­nin mertebesidir. Kelime bir şeyin boynundan tutmak anlamındaki rukba’dan türetilmiştir. Boynundan tutulunca bütün nitelikleri ve nis­pet edilen her şey ardından gelir; hâlbuki niteliğe sahip olmak böyle değildir. Bir şeyin niteliğine sahip olduğunda, bütün sıfadarına sahip olman gerekmez. Mevsufa, yani nitelenene sahip olursan, zorunlu olarak bütün niteliklere sahipsin, çünkü niteliklerden müstakil olarak söz edilmez, mevsufu talep ederler ve onu da senin yanında bulurlar. Bu durumda sen de ona sahip olursun. Bu itibarla Hakkın senin sahi­bin olması, hakikatinin gereğiyle, malumdur. Senin Hakkın sahibi olman da ‘Her nereye dönerseniz, Allah Teâlâ’nın yüzü oradadır625 ayetinde belirtilir. Bir şeyin yüzü, onun zatı ve hakikatidir. Rakîb ise her şey üzerinde fail bir işim olduğu kadar aynı zamanda gözetilendir, çünkü Allah Teâlâ her şeye görünendir. O kulu hareket ve duruşlarında murakabe ederken kul kalbinde veya düşüncesinde, hareketlerinde veya dışındaki âlemdeki hareketlerde veya eserlerinde Hakkı müşahede eder. Bu mer­tebenin sahibi her zaman Allah Teâlâ hakkındaki bilgide artış görür. Yani mertebe sahibinin O’nun hakkındaki bilgisi sürekli artar ve çoğalır. Önce zatı bilir, ardından sıfadarın bilgisi gelir, sonra niteliklerin, isim­lerin, nispet ve hükümlerin bilgileri gelir. Bu nedenle bir ihata ve kapsayıcılık kaçınılmazdır ve bu sayede murakabe mümkün olabilir.

Murakabe gerçekleşen hadiselerden sakınarak istifade ve korumayı iktiza eder. Bu hususta bilgi ‘ta ki bilelim626 ayetiyle ifade edilir. Allah Teâlâ insanı sınadığında, onu murakabe eder ve sınamış olduğu işteki fiilini görür. Allah Teâlâ onu sebepsiz yere değil, iddiası nedeniyle sınamıştır. Ayette ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim diye sorduğunda, onlar evet dedi­ler627 denilir. Onlar bir iddiada bulunmuş, Allah Teâlâ da iddiadaki doğru­luklarını görmek üzere onları sınamıştır. Allah Teâlâ onları kendilerine karşı şahit tutarken merhamet etmiştir. Onları bellerinden çıkartmış, Rableri olduğu hususunda onlardan ikrar almış, fakat birliğine şahit kılmamıştır. Üzerlerinde hükmü bulunanın sahipliğini kabul etmeleri nedeniyle

Allah Teâlâ onlar adına bir genişlik yaratmıştır. Başka bir ifadeyle Allah Teâlâ kul­ları arasından kınanan veya övünen tarzlarıyla şirke düşeceklerin bu­lunduğunu bilir. Kınanmayan ve kötülenmeyen şirk kulların çoğunlu­ğunun kabul ettiği üzere sebepleri fail kabul etmektir. Bununla birlikte onlar sebeplerin Allah Teâlâ tarafından konulmuş olduğunu kabul eder, buna inanırlar. Kınanmış şirk, Allah Teâlâ karşısında bir veya daha çok ilah kabul edenlerin şirkidir. Müşriklerden birisi Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e ‘İlahları bir ilah mı yapacak628 demiş, ardından ‘böyle bir davranış tuhaf bir iş629 diye eklemiştir. Bizce son ifade, Allah Teâlâ’nın sözü iken ‘İlahları bir ilah mı yapa­cak630 ifadesi müşrikin sözünün aktarılmasıdır. Yani müşrik ya lafız veya mana olarak böyle demiş, Allah Teâlâ onların sözlerine karşılık ‘şaşıla­cak bir iş631 buyurmuştur. Onlar bir ilahı ilahlara çevirmişlerdir; hâl­buki İlah’m özelliği birliktir ve bu sayede her şeyden farklılaşır. Binae­naleyh İlah farklılaştığı özellikle çoğalmaz. Bu yorumla Allah Teâlâ’nın kendi­lerinden aktardığı ‘Onlara bizi Allah Teâlâ’ya daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ederiz632 ayeti İlah’m tekliğine işaret eder. Böylece ‘Allah Teâlâ’ ismini ortak­lığa konu olmaktan korumuş ve sakınmıştır. Onlar taptıkları pudarın kendilerinin ortaya koyduğu ilahlar olduğunu bilirler ve bu nedenle ‘Yonttuğunuz şeylere ibadet edersiniz633 ayetinde Allah Teâlâ onları kınamıştır. İlah önceden ve sonradan yaratma ve emrin ait olduğu kimsedir.

Allah Teâlâ’nın bu şahitlikte insanlara dönük lütfuna gelirsek, bu lütuf, (bellerinden çıkartılmaları anlamındaki) kabz ile ortaya çıkar. Kabz kahrı gerektirir. Başka bir ifadeyle onlar Allah Teâlâ’nın birliğini ancak kahırla ve zorla ikrar etmiş, içerinden müşrikler zorla ikrar etmiş, kabz hük­münün dışına çıktıklarını zannettiklerinde de gerçeği olduğu hal üzere bilmedikleri için şirke düşmüşlerdir. Bu konu kendilerine söylendiğin­de ise üzerinde bulunmuş oldukları kabz haliyle delil getirmeye kalk­mışlar, bu iddialarında mazur kalmışlardır. Başka bir ifadeyle onlar Rabbi ancak cebir yoluyla ikrar ve itiraf etmişlerdir, iradeleriyle değil! Eşyada hüküm hallere aittir. Kim halini murakabe ederse, nereden sudur ettiğini öğrenir. Bu murakabe sahibi ya şeriat terazisinin elinde bulunduğu birisidir veya müşahede gözüyle murakabe etmektedir. Kişi iman ehlinden ise iman gözüyle görür. Veya müşahede ehli ise müşa­hede gözüyle bakar. İki gözden birisine sahip olmayan âmâdır. Elinde terazi bulunan Hakkı gördüğü gibi terazinin O’nun elinde bulunup onunla alçalttığını ve yükselttiğini görür. Sonra Rabbine uyar, O’nun izinden gider. Kişinin sahip olduğu yegâne terazi, onun için belirlenen şeriattır ve imanla birlikte aklın terazisine iltifat etmez. Böyle bir insan Rabbinin katından gelen halleri o teraziye göre ölçer, alçaltır, yükseltir, eksileni fazlalaştırır, fazla geleni eksiltir, Allah Teâlâ’nın kullarından adaletle alır, ihsanla verir. Terazi elinde olduğu sürece murakabesinde masum kalan bu insanın er-Rakîb isminin mazharı olduğu anlaşılır, çünkü efendisinin emriyle bu nitelikle nitelenmiştir. Kulların en mutlusu efendisi onu murakabe ederken O’nu murakabe edendir. O kul Hakkı O’nun kulu murakabe ettiği gibi murakabe eder, kendisinden gördüğü her işte Hakk ile beraber olur. Murakabeyi elde eden kişi, dilediği gibi tasarrufta bulunur ve Allah Teâlâ bulunduğu her yerde onunla beraberdir.

İş böyledir, ibret al . Sırrı muhafaza et ve sakla

İş bu şekilde                                          ' . ,

Söylediğin hakkında iyi düşün

Kul şeriatla sınırlanmış olsa bile, şeriat, elindeki terazinin bazen kınadığı ve bazen övdüğü geniş bir tasarruf alanı tanıyabilir. Murakabe eden Hakk, kınanan ve övülen yerlerde kuluyla beraberdir. Murakabe eden kul olunca, Hakkı tenzih ve takdis edilmiş olarak yaratıklardan mücerret iken görmez. Çünkü öyle bir durumda murakabe mümkün değildir. Buna mukabil kulun O’nu fiiller mertebesinde halk içinde görmesi gerekir ve bu durumda murakabe eden olabilir. Öyle bir kul, Hakk yaratıklarından kimle bulunursa, onunladır. Çünkü O’nu yaratık­larında müşahede eder, yaratılmışta ortaya çıkan eserlere ve onların gereğine bakar, onu konulmuş teraziyle tartar, Hakkın terazisinin verdiği bilgiyle tartar, tartılanda hükmün hangi ilahi isme ait olduğunu görür, o isme yönelir. Başka bir ifadeyle murakabe edenin üzerinde hükümran olan ilahi isimlerden birine yönelir. O isim kişinin gayesine uygun ve mizacına yatkın olmayan ve de şeriatın beğenmediği bir işi gerektirirse, Allah Teâlâ’dan hükmün kaldırılmasını talep eder; hükmün kal-

dınlması tövbe veya mağfiretle gerçekleşir. Gayesine uygun ise muvaf­fak kılmasını talep eder, melamiliği kabul edenlerden ise en doğru ve tabiat için en iyiyi talep eder. Her durumda insan bulunduğu Hakk ve vakte göre talep eder.

Boyundan tutan her şeye sahip Her şeye sahip olan parçayı elde eder

Murakabe edenin idraki genel Sırlar ortaya çıkmış

Murakabe eden her durumda Hakk Dilerse kabul gerçekleşir

er-Rakîb Hakkı gözüyle murakabe eden O Hakkın benzeri ve mislidir

Halkın hükümleri var, iyi incelersen İade ve yenilenme onlardan ortaya çıkar

Hakta ortaya çıkar Yaratılmışa izafe edilen şey

Benim delilim suretlerin yenilenmesi                                             1

Söylediklerimde şaka ve alay yok

İCABET MERTEBESİ

(el-Mucîb İlahi İsmi)

İcabet etmelisin, İlah seni çağırdığında O’nun davetini duy, davet ettiğinde

Sırrı muhafaza et, ey dostum!

Emre uymayanlardan olma sakın .

Bir şahıs hakkında seni davet ederse .

Seni davet ettiği işe kabulle karşılık ver ve dinle

Harîs olarak gelenler gibi olma

Bir şey elde etse hemen yitirir onu

Kim yanındaki işleri zayi ederse

Kötü bir iş yapmış demektir

Bu mertebenin sahibi Abdulmucîb diye isimlendirilirken mertebe infial (edilgenlik) mertebesi diye isimlendirilir. Bu mertebenin sahibi her zaman münfail, yani edilgendir. Bu durum kategoriler arasında infial (edilgenlik) diye ifade edilirken bu hüküm akla göre sabit olma­yıp şeriata göre sabittir; dolayısıyla ancak iman niteliği ve nuruyla kabul edilebilir. İman nuru onu izhar eder, iman gözüyle idrak edilir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Kullarım beni sana sorduklarında, onlara yakınım.’634 Yani onlara sizden daha yakınım. İnfial kategorisinden daha yakın bir şey de yoktur. Yaratılmış zatı gereği münfail (edilgen) iken Hakk münfailin münfailidir. Allah Teâlâ isteğe karşılık veren ve duaya icabet edendir. ‘Dua edenin davetine icabet ederim.’635 Demek ki dua icabetin sebebidir. ‘Bana dua ettiğinizde; o halde bana karşılık veriniz.’ Yani kendilerini da­vet ettiğimde bana icabet etsinler. Allah Teâlâ onları şeriatın diliyle çağırdı­ğına göre onları ancak kendileri vasıtasıyla çağırmıştır. Allah Teâlâ peygam­beriyle suretlenir ve şöyle der: ‘Peygambere itaat eden Allah Teâlâ’ya itaat etmiş­tir.’636 Allah Teâlâ’dan gelen, peygamberin vasıtasıyla gelmiş, yaratılmışlar ise gelen olarak peygamberi görmüşlerdir. Peygamberin zahiri halk iken bâtını Hakk’tır. Allah Teâlâ biat hakkında ‘Sana biat edenler Allah Teâlâ’ya biat etmiş­tir637 buyurur. Âlemde her şey fail ve münfail, yani etken ve edilgen­dir. ‘Allah Teâlâ sizi ve amellerinizi yarattı638 ayetinde belirtildiği üzere, fail Hakk’tır. Yaratılmış olan da faildir. Bu da ‘Amel edenlerin ecri ne güzef639 ayetinde ifade edilir. Başka bir ayette ‘Dilediğinizi yapınız, Allah Teâlâ yaptık­larınızı görür640 der. Münfail bazen haliçtir ve bu durum malumdur; bazen Hakta halktır -ki bu icabet demektirbazen de halkta Hakk’tır. Bu ise Allah Teâlâ hakkında inançların dile getirdiği üzere O’nun şöyle veya böyle olduğu hakkındaki ifadelerdir. Halkın halkta münfail olması ise himmetlerin yaratılmışlarda meydana getirdiği hareket, durağanlık, birleşme ve ayrışmalardır.

Bilmelisin ki, icabet iki kısımdır: Birincisi imtisal, yani emre uy­mak icabetidir. Bu, Allah Teâlâ davet ettiğinde yaratılmışlardan çıkan icabet­tir. İkincisi ihsan icabetidir. O da yaratılmış dua ettiğinde O’nun kulla­rına icabetidir. Yaratılmışın icabeti akılla bilinirken (makul) O’nun kula icabeti -vahiyle bildirdiği içinvahiyle bilinir. Allah Teâlâ icabette yakın­lıkla kendini nitelemiştir ki bu durum O’nun insana şah damarından yakın olmakla nitelenmesidir. Bu itibarla Allah Teâlâ insana yakınlığını insa­nın kendine yakınlığına benzetmiştir. İnsan belirli bir nedenle kendini çağırdığında, hemen o işi yapabilir. Burada çağrılma ile yapmak -ki duymaktırarasında zaman fasılası yoktur. Aksine çağrı zamanı icabet zamanının aynıdır. Demek ki Hakkın kula icabet yakınlığı, kendini çağıran kulun kendi kendine yakınlığı gibidir. Çağırmanın konusu da kulun Rabbine dua etmiş olduğu ihtiyaca benzetilmiştir. Hakk bazen ihtiyacı yerine getirir, bazen yerine getirmez. Aynı durum kulun ken­dini çağırdığı işte geçerlidir; bazen çağrıldığı işi yerine getirir, bazen geçici bir nedenle yerine getirmez. Böyle bir benzetmenin yapılabilme­si, insanın ilahi surette yaratılmış olmasından kaynaklanır. Allah Teâlâ eşya­daki fiillerinde kendini tereddüt etmek özelliğiyle nitelemiştir ki bu tereddüt icabette duraksamanın anlamıdır. Başka bir ifadeyle Hakk kendisini kuldaki fiili yapmaya davet ettiğinde, tereddüt ortaya çıkar. Bu durum müminin canını almada tecelli etmiştir. Çünkü kul ölümü kerih karşılar. Allah Teâlâ ise müminin gecikmesini kerih bulur ve kendinden şöyle bildirmiştir: ‘Mümin kulumun canı alırken tereddüt ettiğim ka­dar hiçbir şey için tereddüt etmedim.’ Böylece Allah Teâlâ kendisi için eşya­da tereddüt sahibi olmayı dile getirmiş, sonra ilahi tereddütte bir dere­celenme belirleyerek ‘mümin kulumun canı almak’ diye sınırlamıştır. Bu tereddüt bir şey için kendini davet edip sonra hakkında gidip gel­diği işlerden biri gerçekleşene kadar tereddüde düşmeye benzer.

Dua iki türdür: Birisi konuşma ve sözle yapılan dua, diğeri ise hal diliyle yapılan duadır. Konuşmayla yapılan dua Hakk’tan ve yaratılmış­tan meydana gelirken hal diliyle olan dua yaratılmıştan meydana gelir. Bununla birlikte Hakk’tan da ancak uzak bir yorumla meydana gelebilir.

Duaya hal diliyle icabet de iki türdür: Birincisi dua edene ihsan icabe­tiyken İkincisi dua edilene karşı ihsan icabetidir. Dua edene ihsanda bulunmak, duanın sebebi olan haceti yerine getirmek demektir. Dua edilene ihsan, talep edilen hususta ihtiyacın karşılanmasıyla otoriteyi izhar eder. Yaratılmışın Hakkın otoritesinin ortaya çıktığı işi kabulün­de ihsan kokusu bulunur ve bu mevcut güç nedeniyle bazı kimseler Müslüman olmalarını Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in başına kakmak istemiş, Allah Teâlâ onu yatıştırmak üzere ‘Müslüman olmalarını senin başına kakarlar641 buyurmuş, sonra da peygamberine onlara şöyle demesini emretmiştir. ‘Deki: Müslüman olmanızı benim başıma kakmayın. Allah Teâlâ sizi imana ulaş­tırdığı için ihsanda bulunandır, doğru sözlü iseniz.’642 Onlardan meydana gelen bu minnet, gerçekte Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e değil, Allah Teâlâ’ya karşı ortaya çıkmıştır. Çünkü Allah Teâlâ’ya boyun eğmişlerdi ve Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem de onla­rı -kendisine değilO’na davet etmiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem onlara ‘doğru sözlü iseniz’ der. Yani getirdiğim vahye imanınızda dürüst iseniz de­mektir. O’nun getirdiği bilgilerden birisi de hidayetin Allah Teâlâ’nın elinde olduğu bilgisidir. Allah Teâlâ dilediği kuluna hidayet eder, yoksa hidayet yaratılmışın elinde değildir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem zikretmiş olduğumuz üzere onlarda iyilik yapma hissi ve başa kakma kokusu bulunduğunu açıklayarak şöyle demiştir: ‘VAllah Teâlâi, dilerseniz istediğinizi söyleyin.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Ensar’ın yardımını zikretmiş, kavmi kendisini kov­muşken onların kendisini himaye ettiklerinden söz etmiştir. Ensar, kavmi karşı gelirken Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e itaat etmiş kimselerdir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in onların yardımı hakkında söylediği husus, Allah Teâlâ’nın ken­disi için söylemiş olduğu şu ayedere benzemiştir: ‘Seni yetim bulup, himaye etmedi mi? Seni şaşırmış bulup, hidayet etmedi mi? Seni muhtaç bulup, zengin kılmadı mı?’643

Nimetler özü gereği sevilen şeylerdir. Yaygın olan nimet vereni sevmektir ve bu nedenle bazıları şöyle demiştir: ‘Nimet verene şükür akla göre vaciptir.’ Allah Teâlâ nimetleri dile getirmeyi şükür vesilesi kılmış­tır. Muhtaç olan nimet verenin yâdını duyduğunda, doğası gereği ona yönelir ve onu sever. Bu nedenle Allah Teâlâ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e üzerindeki nimederinden söz etmesini isteyerek ‘Rabbinin nimetini söyle644 buyur­muştur. Öyle söyle Ki, aşağıda veya uzaktakine de ulaşsın! insan hak­kında ‘Yetime gelince onu ezme, dilenciye gelince om kovma645 buyurmuş­tur. Kastedilen bilginin talibidir ve buradan hareketle Allah Teâlâ ehli Allah Teâlâ’nın kendilerine ihsan etmiş olduğu marifetleri, bilgileri ve keramederi -nimeti zikretmek kabilindendile getirmişlerdir. Nimetlerin bir kısmı zahirî iken bir kısmı bâtinîdir ve Allah Teâlâ hepsini kullarına yaymış­tır: ‘Zahirî ve bâtınî nimetlerini sizin üzerinize yaymıştır.’646 İnfial merte­besinin içermiş olduğu bazı hususlar bunlardır.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

GENİŞLİK MERTEBESİ

(el-Vasi İlahi İsmi)

el-Vasi o kişi ki

Tüm yaratıklarını kuşatır

Bir boşluk kalmayınca Hakk yaratılmışlarını ihata eder

Ortaya çıkanlar süslenir                                             1

Güneş ufkundan doğar

Güneş bizde nuruyla bulunur Ben ise onun hakkıyım

Bu mertebenin sahibi Abdulvasi diye isimlendirilir. Melekler ‘Rab­bimiz her şeyi rahmetinle, bilginle ihata ettin647 demişlerdir ve burada rahmet bilgiden önce söylenmiştir. Çünkü Allah Teâlâ bilinmek istemiştir; isteyen ve seven ise kendisine rahmeti talep eder. Muhib, yani seven Hakkın makamı, merhamet edilen ise ilk şeydir. Sonra âlemi yaratmış -ki Rahman’ın nefesidirve şöyle demiştir: ‘Benim rahmetim her şeyi kuşatmıştır.’648 ‘Her şey5 denilerek merhamet bütün varlıkları ihata etmiştir ve zaten merhamet edilmeyen hiçbir şey yoktur. Kim bir şeyi zevk yoluyla bilirse, bilgi onun halidir. Böyle biri o şeyin içinde bulu­nan ve onun içermiş olduğu hükümleri bilir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Allah Teâlâ’dan şöyle aktarır: ‘Mümin, kardeşi için istediğini kendisi için istemedikçe kemale ermez.’ Allah Teâlâ bize kemal sahibi olduğu gibi el-Mümin isminin sahibi olduğunu bildirmiştir. Âlem ise O’nun suretindedir. Demek ki suret ve iman itibarıyla Allah Teâlâ ile âlem arasında kardeşlik gerçekleşmiş­tir. Bu yönüyle herkes O’na iman edip varlığını tasdik edendir. Her şey O’nun hamdini tespih eder, her şeyi Allah Teâlâ’nın rahmeti kuşattığı gibi tespih ve hamdi de her şeyi kuşatmıştır. Öyleyse O her şeyi kuşatandır. Bu genişlik nedeniyle varlıkta hiçbir şey tekrarlanmaz, çünkü müm­künler nihayetsizdir; bu itibarla sadece dünyada ve ahirette sürekli yenilenen benzerler ve misaller ile ortaya çıkan haller söz konusudur. ‘Allah Teâlâ’nın kürsüsü gökleri ve yeri kuşatmıştır.,649 Kürsü Allah Teâlâ’nın bilgisidir. O’nun rahmeti bilgisini, gökleri ve yeri kuşatırken gök ve yerden başka bir şey yoktur. Çünkü sadece yukarıda veya aşağıda bulunan vardır. ‘Rabbinin yüce adını tespih et.’650 O’ndan daha ulvi kimse yoktur. Hadis­te ‘Bir ip sarkıtsaydınız, O'nun üzerine düşerdi’ denilir. Demek ki Allah Teâlâ’dan daha aşağıda bulunan da yoktur. Allah Teâlâ’nın rahmeti o ikisinin arasındakileri ihata eder. Böylece daha aşağıdakine iner. Orası bize göre birinci kat göktür ve o gök ‘yakın sema’, yani bize yakın gök demektir. Allah Teâlâ yakın semaya azap etmek veya" bedbaht kılmak için değil ‘Dua eden var mı, karşılık vereyim?’ demek için iner. Kendisi için hayır talep etmeyen hiçbir şey yoktur. Allah Teâlâ yakın semaya indiğinde ‘Tövbe eden yok mu, tövbesini kabul edeyim, isteyen yok mu, vere­yim’ demek için iner. Her şey zorunlu ihtiyacında O’na dönerken se­bepler ortadan kalktığında O’na yönelir. ‘Bağışlanmak dileyen yok mu, bağışlayayım.’ Herkes genellikle ilah kabul ettiğinden bağışlanma diler. Allah Teâlâ kendileri için indiği ve tenezzül ettiği kullarına azap etmek üzere indiğini söylememiştir. Bu nitelikteki birisi bir kula azap ederse, azabı kişiye merhamet ve onu temizleme amacı taşırken bu durum hastaya ilaç içirme sıkıntısına benzer. Doktor hastaya merhamet ettiği için -yoksa üzmek için değilsıkıntı verir. Sonra ikramlar genişler: Allah Teâlâ önce varlığı vermiştir ve varlık ‘saf hayır’ demektir. Ardından varlığın Hakk ettiklerini vermeyi sürdürür. Bunlar bir varlığın kendisiyle ayakta durduğu ve sayesinde maslahat elde ettiği hususlardır. Başka bir ifa­deyle her ne olursa olsun kendisi adına iyi olan hususları Allah Teâlâ kendi­sine verir. Bu nedenle Allah Teâlâ’yı bilen, O’ndan aktaran, mertebenin keli­mesi, ilahi makamın dili ve peygamberin iyiliğini O’na izafe ederek şöyle der: ‘Bütün hayır senin elinde!’ Hâlbuki kötülüğü Allah Teâlâ’ya izafe etmemiş, ‘Kötülük sana ulaşamaz’ demiştir. Allah Teâlâ’dan başka veren ol­madığını söylemiştik. Öyleyse sadece hayır vardır ve onun kişiyi üzüp üzmemesi birdir. Sevinçler talep edilen işler iken bazen insanı üzdük­ten sonra ortaya çıkarlar. Bunun nedeni, bileşik yaratılmış mizacın ve mahallin kabulünün gerektirdiği durumlardır; kabul varlıkta ortaya çıkan geçici nedenlere bağlıdır ve arızi-geçici her iş yok olucudur. Bu nedenle Allah Teâlâ el-Mu’ti, el-Mani', ed-Darr ve en-Nafı diye isimlendiril­miştir. Binaenaleyh Allah Teâlâ’nın vermesi bütünüyle fayda iken bir mahal bazen verilen nedeniyle acı hissedebilir, verilenin hazzını idrak edemez, verilen nedeniyle zarar görür, içerdiği ilahi faydayı bilemez ve zarar gördüğü şeyi ‘zarar’ diye isimlendirirken zararın -verilenden değilmizaçtan kaynaklandığını bilemez. -

Bakınız! Belirli mizaçlara fayda veren bir şey başka mizaçlara nasıl da zarar verir. Allah Teâlâ balın insanlar için şifa olduğunu söylemiştir. Bir adam Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e gelerek ‘Kardeşimin karnı ağrıyor’ demiş, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem de ‘bal içir’ demiş. Bal içirdikten sonra hastalığı artınca, kardeşi geriye dönmüş ve durumu bildirince Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem tekrar ‘ona bal içir’ demiş, ishali artmış. Adam Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in bu konuda sahip olduğu bilgiyi bilmiyordu. Çünkü hastalık bölgesinde zararlı ve lüzumsuz fazlalıklar vardı ve onların çıkartılması bal içmekle mümkün olabilirdi; zararlı şeyler ortadan kalktığında, afiyet ve şifa gelir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e döndüğünde şöyle demiş: ‘Ey Allah Teâlâ’nın Peygamberi! Ona bal içirdim, bal ishalini arttırdı.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle demiş: ‘Allah Teâlâ doğru söylüyor, kardeşinin karnı yalan söylüyor. Üçüncü kez bal içir.’ Bal içirdiğinde hasta iyileşmiş. Çünkü zararlı fazlalıklar bal sayesindie bedenden çıkmıştır. Mizaçlardaki farklılığa misal olarak acı besini taşı­yan uzva hakim olan safrayı verebiliriz. Böyle bir durumda safra balı acı olarak hisseder ve şöyle der: ‘Bal açıdır.’ Hâlbuki acılığı bala izafe ederken organ yalan söylemiştir. Çünkü o safraya acılık vercıı şeyin tatma duyusu olduğunu bilememiştir. Böylece acıyı hissetmiştir. Bu kişi tecrübesinde doğru söylerken, izafede yalan söylemiştir. O halde kabiliyetler her zaman hüküm sahibi olan şeylerdir. Allah Teâlâ’dan meydana gelen saf iyiliktir. Allah Teâlâ’nın rahmetinin genişliğinin bir yönü zararı da kuşatmış olmasıdır ve dolayısıyla zarar da bulunmalıdır. Rahmetteki zarar -bir zarar değiliyiliktir. Başka bir ifadeyle bu zarar hayrın ta kendisidir. Bunun delili uygun bir mizaçta bulunduğunda, mizacın ondan haz alması ve nimetlenmesidir, hâlbuki aynı şey başka mizaçta ‘zarar’ diye isimlendirilmişti. Eşyanın Allah Teâlâ’ya nispeti kendisinden var olan varlıklar olmaları bakımından gerçekleşir. Sonra haz almak veya almamak kabiliyete dönen bir durumdur. İnsanlar gazabın Allah Teâlâ’ya nasıl nispet edildiğini bilselerdi, rahmetin her şeyi kuşatmış olduğunu anlar­lardı. Çünkü acıyı izaleye güç yetiren biri geride bırakmaz. Haller yaratılmışlardan ortaya çıkarken Hakk karşısında mertebeler mizaç gibi­dir. Kul kendisini öfkelendirdiğinde Hakkın gazap ettiği veya razı ettiğinde ‘razı olduğu’ söylenir. Kulun hal ve mertebesi Hakkı razı eder veya öfkelendirir. Bu yönüyle Hakk için hal ve mertebe, canlı için mizaç neyse odur: Bir mizaca acı veren başka mizaca haz verebilir. Demek ki haz ve acı mizaca göre değişirken; Hakk, hal ve mertebelere göre tecelli eder. Allah Teâlâ yakın semaya tenezzül ettiğinde ne söylediğine bakınız. Bu iniş mertebenin gerektirmiş olduğu bir rahmet inişidir. Kıyamet günü gelince, kullar arasında ayırım ve hüküm vermek üzere mertebeler gelir. Orası zalimi ve mazlumu bir araya getiren, hüküm ve hasımların bulunduğu yerdir. O halde hüküm mertebelere ait iken, Hakk’ta hallere aittir. Acı ve hazda hüküm ise mizaca aittir. ‘Rabbin mağfireti geniş olandır651 Yani Allah Teâlâ genişçe örtendir. Her şey kendi varlığıyla örtülmüş ve perdelenmiştir. Bu örtü ‘genel örtüdür’, çünkü örtü olmasaydı, ne Allah Teâlâ için ‘O’ ne ‘sen’ denilirdi. Çünkü tek hakikat vardır. Böyleyken muhatap veya üçüncü tekil şahıs zamiri kime işaret edebilir ki? Bu nedenle varlığın genel örtü olduğunu söyledik. Sonra mizaca yatkınlık ve yatkın olmamaya bağlı ikinci bir örtü daha vardır.

Allah Teâlâ mağfireti geniş olandır. Bü mertebe perdelerin çekilmesi mertebesidir. Daha önce bu bölümde o konudan söz edilmişti. Sonra şöyle der: ‘O takva sahibini en iyi bilendir.’652 Örtü vikaye demek iken mağfiret örtünme talebidir. Kul örtüyle soğuğun ve sıcağın acısından korunur. Başka bir ifadeyle soğuk ve sıcağa maruz kalmaya elverişli mizacı olduğunu bilince, örtüyle onlardan korunur. Çünkü sıcak ve soğuk âlemin maslahatları için vardır. O sayede âlemin rızkı demek olan bitkiler beslenir, kendisine fayda vermek üzere onu izhar eder. Böylece hayvanın cismi kendisinden zarar görecek bir istidatta meyda­na gelir ve şöyle der: Ben sıcak veya soğuktan eziyet gördüm. Kendine döndüğünde mevsimlerin gereğine göre sıcak ve soğuğun onun fayda­sına olduğunu anlar. Demek ki faydalı bir şeyden zarar görmüş olur. Bütün bunların sebebi cehalet ve gaflettir.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

HİKMET MERTEBESİ

el-Hakim İlahi İsmi

Hakim mizanı her zaman elinde tutan kişi

Yükseltmek ve alçaltmakîa nitelenmiş mizanı

Öyle bir tertip eder kişi                                               

Sana bilgiyi gösterir, düşünürsen bir                                             ;

Allah Teâlâ ortaksız el-Ferd

Mülkünde tek, yaratıklarında tasarruf sahibi

Mizanı hakikat, yanlış tartmaz o mizan

Terazide hile olmaz

Bu mertebenin sahibi Abdulhakim diye isimlendirilir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Kime hikmet verilmişse ona çok hayır verilmiştir,’653 Allah Teâlâ bir şeyi çok yapmışsa o az olmaz, bir şeyi yüceltmişse onun hor ve hakir olması mümkün değildir. Allah Teâlâ Hz. Davud’a hikmet ve sözü ayırma gücü vermekle ihsanda bulunmuştur; Sözü ayırma gücü hikmetin bir neticesidir. Çünkü sözü ayrıştırmanın sahibine hikmet vermiş olduğu bir mertebesi vardır ki orada ancak sözü ayrıştırma ortaya çıkabilir. Bunun anlamı özel bir dinleyici için belirli bir yerde beyandaki özet ve veciz ifadeyken başka bir yerde ve özel bir hal sahibi için beyandaki kolay anlatımdır. Aşağıdakini dikkate almak yukarıdakini dikkate al­maktan önceliklidir ve o da hikmetin gereğidir. Hitap anlayışlara göre gerçekleşir. Konuşan sözünü üç kere tekrarladığında anlamak daha iyi bir şekilde gerçekleşir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem insanlara Allah Teâlâ’dan bir şey akta­rırken en düşük anlayışlıyı dikkate alır ve gözetirdi. Anlayışlı insan ise tekrara, sahip olmadığı birtakım hususlar ekler; onları kendisine ka­zandıran ise tekrarlamadır. Birincinin anladığı gibi anlamayan aşağıda­ki kişi ise tekrar etmekle birincinin ilk söylemede anladığını anlar. Bakınız! Anlayışlı ve bilgili ldşi hallerini murakabe eder ve Kur'an’dan ezberlemiş olduğu ayederi okur. Her okuyuşta ilk okuyuşta bulmadığı bir mana öğrenir. Okunan harfler ise kendilerine bir şeyin eklenmediği veya çıkarılmadığı aynı harflerdir; sadece mertebe ve hal yenilenmiş, mananın yenilenmesi kaçınılmaz olmuştur. Çünkü birinci okuma za­manı ikinci okuma zamanı değildir.

Bu mertebe tertibin bilgisini kazandırır. Her şeye hakkını vermek^ her şeyi yerli yerine yerleştirmek, bu menzilden öğrenilir. Bu sayede murakabe sahibi eşyayı yerli yerme koyanın Allah Teâlâ olduğunu v O’nun hakim olduğunu öğrenir. Hakim her şeyi ancak kendi yerine yerleşti­ren ve her şeyi kendi menziline koyan demektir. Âlemde her vakit tertip edilen mümkünler hakkında Allah Teâlâ’ya itiraz etmemelisin! Bilginin verilmediği kişinin düşünce ve fikri Rabbinin hikmetine dönmez ve şöyle der: ‘Şu esnada şöyle olsaydı, daha iyi bir tertip ve düzenleme olurdu.’ Böyle birinin hatası ancak ‘şu esnada’ ifadesinde tezahür eder, yoksa ‘şöyle olsaydı daha iyi olurdu’ cümlesi hatalı değildir. Vaktin hikmetinden habersiz kalınca, daha güzel olan saydığı işin içinde bu­lunduğu vaktin gerektirmiş olduğu bir şey olduğunu zannetmiştir. Hâlbuki onun bu düşüncesi aklî bir düşüncedir. Çünkü mümkün için bütün zamanlar aynıdır ve dolayısıyla herhangi bir şey için bir zaman öteki zamandan öncelikli değildir. Fakat tercih edenin faydası zamanı ve onun gerektirdiği işi bilmektir. Allah Teâlâ zamanı yaratandır, yoksa bu düşünce sahibi zamanın yaratıcısı değildir. Allah Teâlâ neyi yarattığını bilir ve tertip ettiği şey yaratmayı Hakk etmiştir. Çünkü Allah Teâlâ her şeye yaratı­lışını vermiştir. Bu itibarla el-Hakim’in hikmetinin bir yönü hikmettir ve hikmet -hikmetin hükmünden olmaksızınkendisini yönlendirir. Hikmetin hükmü ise meşiyete sahip olmasıdır. O’nun hikmeti ise hik­metin kendisidir. Öyleyse hikmet Allah Teâlâ’ta tasarruf edendir. Sıfat sahi­binde bulunduğunda ona zorunlu bir şekilde hükmünü de verir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Benim katımda söz değişmez.’654 O halde hüküm söze aittir ve o da ancak Allah Teâlâ’dır. Veya hüküm ilahi sözü öğrenen Allah Teâlâ’yı hakka’lyakîn bilen kula aittir.

Buradan neshin mahiyeti öğrenilir. Neshi kabul edenlere göre ne­sih şeriatm hükümlerinden bir hükmün başka bir hükümle kaldırılmasidir. Şâri’nin belirli bir konuda susması o konuda hüküm demektir. Öyleyse her durumda hüküm vardır ve hüküm değişmiştir. Allah Teâlâ ‘Be­nim nezdimde söz değişmez655 der ve bu ifadeye göre nesih söz konusu değildir. Nesih olsaydı o da hikmetten olacaktı. Çünkü zaman değişti­ğinde hükmün değişmesi de kaçınılmazdır. O halde nesih her zaman sabittir, çünkü farklılık ve değişme her zaman vardır. Hikmet neshi sabit kılar, hikmet neshi ortadan kaldırır. Fakat zatı gereği talep etmiş olduğu belirli mertebelerde onu talep eder. el-Hakim ise Hakk etmiş olduğu şeyi kendisine verir; hakim hikmetin bulunduğu kimse demek­tir. Böylece hüküm ona ait olduğu gibi hikmete göre hüküm yine Allah Teâlâ’ya aittir. Allah Teâlâ hikmetin kendisidir ve hikmet de O’dur. Hikmet hüküm verenin aynı olduğu gibi hakkında hüküm verilen de kendisiyle hüküm verilen şeyin aynıdır. Hikmet genel olsa bile özel bir bilgidir. Hikmet ile bilgi arasındaki fark hikmetin yaratılmış olmasına karşılık bilginin öyle olmayışıdır. Çünkü bilgi maluma tabiyken hikmet bir şey hakkında onun belirli bir şekilde olmasına hükmeder. Böylece (ilahi bilgide) sabit iken el-Hakim’in hikmetiyle mümkünlerin hakikatleri tertip edilir. Çünkü herhangi bir mümküne izafe edilen bir iş başka bir mümküne de izafe edilebilir. Hikmet hükmü gereği onu böyle düzen­lediği gibi sübût halindeki durumu ve hali de öyledir.

Allah Teâlâ’ya mahsus olan ve yaratılmışların farkına varmadığı bilgi bu bilgidir. Bu bilgiyle hüküm mümkünleri -dışta var olmalarından öncesübût halinde sıralar ve ilahi bilgi el-Hakim’in düzenlediği şekilde onlara ilişir. Demek ki hikmet, mümküne üzerinde bulunduğu tertibi -ki aksinin olması mümkündürkazandırmıştır. Tertip ise alime işin böyle olduğu bilgisini vermiştir. Dolayısıyla ancak üzerinde bulunmuş olduğu sübût haline göre meydana gelebilir. O ise hikmetin hükmün­den meydana gelen el-Hakim’in tertibidir. Böylece bilgi ve hikmet arasındaki fark ortaya çıkmıştır. Allah Teâlâ’nın katında söz değişmez. Çünkü Allah Teâlâ sözü ancak hikmetin tertibiyle söylemiştir. Allah Teâlâ hikmetin dü­zenlemiş olduğu şeyi bilir ve bu bilgiyle bir şeye ‘ol der, o da olur.’656 Yani üzerinde bulunmuş olduğu Hakk göre meydana gelir.

Bu kuvvetten hareketle bir şeye bakan, kendine göre mümkün gördüğü için ‘şöyle olsaydı’ derken Allah Teâlâ’nın hikmetini öğrendiğinde o esnada hikmeti bilmediğini anlar. Başka bir ifadeyle ‘aksi olsaydı daha iyi olurdu’ diye hüküm verdiği yerde Allah Teâlâ’nın hikmetini bilememiştir. Bunun üzerine ‘Allah Teâlâ’nın orada bir bilgisi vardır ve ben onu bilemedim’ der ve tasdik eder. İnsanların bir kısmına bu tertip sırrı gösterilmiş ve açıklanmışken bir kısmı onu varlıkta hükmü ortaya çıktıktan sonra öğrenir. Bu esnada işin hikmetini öğrenir, maslahatları bilmediğini anlar. Bu durum âlemde sıklıkla gerçekleşir. Bir şahıs amacına ve dü­şüncesine uymayan bir iş nedeniyle öfkelenir, hükmü vereni ‘zalim’ diye suçlar. Öfkelenmesineyol açan hükmün faydası ortaya çıktığında, o hüküm nedeniyle Allah Teâlâ’ya hamd eder ve şükreder. Yani o büyük kötü­lüğü kaldıran Allah Teâlâ’nın fiiline karşı şükreder. Söz konusu hüküm olma­saydı, hükme konu olan kişide kötülük ortaya çıkacaktı. Bu yaygın bir durumdur.

Ariflerin nihai makamı varlıkta zahir ve gerçekleşen her şeyin ilahi hikmetin kabzasında bulunduğunu öğrenmektir. Bu nedenle arif öfke­lenmez, her şeyi O’na havale eder ve bırakır. Bir ayette ‘İşimi Allah Teâlâ’ya havale ediyorum, 0 kullarını görendir657 buyrulur. Bu ise (gerçeği) O’ndan anlayan kimse adına hikmetin kendisidir. Böyle biri nimeti aceleyle elde etmek istemiş ve rahatlamıştır. Böyle birine Allah Teâlâ, kendi­sinden kulların razı olmadığı hallerinin çoğunda gerçekleşen sırrını öğretir. Razı olunan işlerdeki hikmet zaten bilinir, çünkü razı olan kişi maksadına uyduğu için onu öğrenmiştir. Tartışma ve bilgisizlik, mak­sada ve vehimdeki düzene uymayan hikmette ortaya çıkar. Akıl, sahi­bine bir hadise hakkında ancak çekimser kalma hükmü verir, çünkü o işin kimden çıktığını bilemez. Bu tercih edilen düşünceye karşı akıl suretinde olan ise vehmin kendisidir, yoksa akıl Allah Teâlâ’nın tercih etmedi­ği bir işi O’na karşı tercih etmez. O’nun tercih ettiği ise gerçekleşendir. Binaenaleyh gerçekleşen her iş Allah Teâlâ’nın hikmetiyle gerçekleşmiştir, O tuttuğunu hikmetiyle tutmuştur. ‘0 hakim ve alimdir.’658

O halde arif için el-Hakim ismi el-Alim isminden önce gelirken sı­radan insan el-Alim ismini el-Hakim isminden önce getirir. Hâlbuki her ikisi birlikte zikredilmiştir. el-Hakim ismi özel, el-Alim ismi genel­dir. Bilen herkes hakim değilken; her hakim, alim ve bilgilidir. İşte bu hikmet, ‘büyük hayır’ demektir.

Hikmet çok hayır Hikmet aydınlatıcı dolunay

Bazen gizlenir, bazen görünür el-Habîr böyle buyurmuş

Onunla üzerimize gizlenmiş Onunla zuhur ortaya çıkmış

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

Abdulhakim’e mahsus hikmet mertebesiyle birlikte otuz ikinci sifir sona ermiştir. Hamd sadece Allah Teâlâ’ya aittir.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar