Print Friendly and PDF

OTUZ ÜÇÜNCÜ SİFİR 1.Bölüm

 


Rahman ve Rahim Allah Teâlâ’nın adıyla;

O’nun rahmeti ve selamı Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in ve ailesinin üzerine olsun!

SEVGİNİN SABİTLİĞİ MERTEBESİ

el-Vedâd İlahi İsmi

Dikkat edin! Vüdd sebat demek Değişimin baskısı karşısında sebat

O’nu ve bizi bir makam birleştirir Yüce yönlerde ortaya çıktığında

Öyle bir vadi ki aşiyanı yok Çiçeklerin ve bitkilerin süslediği bir toprak

Onun çiçekleri çocuklar; onları görürsün oturmuşlar Kürsüler üzerinde, kız çocukları

Korkuya kapıldıklarında sabah onlara eman verir Onları korkutan tek şey gecelerdir

 Bu zikrin sahibi Abdülvedûd diye isimlendirilir. Allah Teâlâ bu mertebe mensupları hakkında ‘Allah Teâlâ onları, onlar Allah Teâlâ’yı sever’1 der. Başka bir ayette ‘Bana uyun ki Allah Teâlâ da sizi sevsin’2 denilir. Sahih bir hadiste Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ kulunu sevdiğinde, onun kendisiyle duyduğu duyma gücü, görme gücü, eli ve ayağı olur.’ Onun güçleri kendisi için sürekli sabittir; âmâ veya dilsiz bile olsa, duyma ve görme niteliği körlük, dilsizlik ve sağırlık perdesinin ardında sabittir. Allah Teâlâ vüdd (sabit sevgi) diye isimlendirilmesi itibarıyla sevgisi sabit olandır. Vüdd diye isimlendirilmesi dedik, çünkü bu niteliğin dört hali, her halin kendisiyle tanındığı bir adı vardır: Heva, vüdd, hûb ve aşk!

Sevginin kalbe ilk düşmesi ve orada gerçekleşmesine heva denilir. Bu kelime ‘yıldız kaydı’ anlamındaki heve en-necm ifadesinden türetilmiş­tir. Ardından vüdd (meveddet) gelir. Vüdd sevginin sebat bulması demektir. Ardından hûb gelir. Hûb sevgideki duruluk ve sevenin iradesinden çıkması demektir. Böyle bir durumda seven sevdiğinin iradesine göre hareket eder. Ardından aşk gelir. Aşk sevginin kalbi sarması demektir. Kelime asma ve benzeri ağaçlara sarılan dikenli sarmaşık anlamındaki aşaka’dan türetilmiştir: Aşk sevenin kalbini sarar, onu sevgiliden başkasına bakamayacak Hakk getirerek kör yapar.

TEMBİH

Sanatkâr sanatını nasıl sevmez ki? Biz, hiç kuşkusuz, O’nun sana­tının ürünleriyiz. O bizim yaratıcımız olduğu kadar rızkımızın ve maslahadarımızın da yaratıcısıdır. Allah Teâlâ bir peygamberine şöyle vahyetmiştir: ‘Ademoğlu! Eşyayı senin için, seni kendim için yarat­tım. Senin için yarattığım eşyada kendim için yarattığım gayeyi telef

A

etme. Ey Ademoğlu! Şanım üzerine yemin olsun ki, ben seni severim. Senin üzerindeki hakkım karşısında, sen de beni sevmelisin.’ Sanat özü gereği sanatkârın o işi bildiğini, ona güç yetirdiğini izhar ederken aynı zamanda sanatkârın güzelliğini, azametini ve büyüklüğünü de ortaya çıkartır. Böyle değilse (sanat) kim için, kimde ve kiminle orta­ya çıkabilir ki? Demek ki bizim var olmamız ve O’nun bizi sevmesi kaçınılmazdır. O bizimle ve biz O’nunlayız. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bir dua­sında Rabbine hamd ederken şöyle der: ‘Biz O’nunla ve O’nun için varız.’ Bu mertebe ilgi, atıfet ve süreklilik mertebesidir.

Sevgi olmasaydı el-Vedûd bilinmezdi

Fakirlik olmasaydı el-Cevâd’a ibadet edilmezdi

Biz O’nunla varız, O’na aidiz hepimiz ;

Kim bedel öderse O’na itimat eder

İlah bir şeyin varlığım dilerse

Meşiyeti ona ilişmiştir, karşı konulamaz ona

Gecikme olmaksızın onların nezdinde bulunuruz Alemin kazanılmış niteliğidir bu

Bilin ki âlemin kaynağı sevgidir           , .                                     .

el-Vedâd izhar etmiş onu

Allah Teâlâ sürekli seven olduğu için el-Vedûd3 iken bizim için de sü­rekli yaratan ve ‘Her gün bir işte4 olan diye nitelenendir. el-Vedâd’ın manası da budur. Biz hal ve söz diliyle O’na sürekli ‘şunu yap bunu yap!’ deriz, O da yapar. O’nun bizdeki fiilinin bir yönüyle O’na ‘yap!’ deriz. Böyle demek O’nu bir işe zorlamak mıdır? Allah Teâlâ’yı hiç kimse bir işe zorlayamaz, böyle bir vehimden münezzeh ve mütealdir. Böyle diyebilmemiz el-Vedûd isminin hükmünden kaynaklanır. Allah Teâlâ elGafur, el-Vedûd ve er-Rahman ismiyle istiva ettiği yüce arşın sahibi­dir, çünkü O sevenin duyduğu derin ve coşkulu özlemle merhamet etmiştir. Seven de sevgiliye onun niteliğiyle kavuşabilir. Hakkın nite­liği varlıktır ve bu nedenle sevene varlık vermiştir. O’nun katında varlıktan daha tam bir şey bulunsaydı, verirken cimrilik yapmazdı. İmam Ebu Hamid bu makamda şöyle der: ‘Allah Teâlâ katında bir şey bu­lunup saklanmış olsaydı, bu durum cömerdikle çelişen bir cimrilik, kudrede çelişen acizlik olurdu.’ Allah Teâlâ el-Gafur ve el-Vedûd olduğunu bildirdi. el-Vedûd gâyb (mertebesinde) sevgisi ve muhabbeti sabit olan demektir. O bizi görür. Bu nedenle sevdiğini görür, onu gör­mekle sevinir. Bütün âlem bir insan mesabesinde sevilen iken âlemde­ki şahıslar insanın organlarına benzer. Sevilen sevdiğinin muhabbetiy­le vasıflanmamış, sadece onu sevilen haline getirmiştir, o kadar!

Sonra, Allah Teâlâ bazı kullarını severken aynı zamanda onlara kendisi­ni sevme imkânı bahşeder. Böyle bir kuluna eşyanın suretlerinde Hakkı müşahede etmek ve görmek nimetini ihsan eder. Bu itibarla Allah Teâlâ’yı sevenler ile âlemin ilişkisi, göz ile göz bebeğinin ilişkisi gibidir. İnsanın pek çok organı olsa bile gören ve müşahede eden organları iki gözüdür. İnsanda göz âlem içinde sevenler mesabesindedir. Allah Teâlâ kendisini sevdiklerini bildiği için sevenlerine müşahede nimetini ver­miştir. Bu bilgi O’nun katında zevk bilgisidir. Binaenaleyh Allah Teâlâ O’nu sevenlere kendine yaptığı gibi yapmıştır; kastedilen sevilen için sevilen demek olan vecd halindeki müşahededir. Cinler ve insanlar sadece Allah Teâlâ’ya ibadet etsinler diye yaratıldı. Allah Teâlâ yaratıkların arasından onla­rı sadece kendisini sevsinler diye yarattı. Çünkü Allah Teâlâ’ya ibadet edecek O’nun karşısında zelil ve hor kalacak kişi ancak sevenler olabilir. İnsa­nın dışındaki her şey O’nun hamdini tespih eder, çünkü Allah Teâlâ’yı gör­memiştir ki sevebilsin! Allah Teâlâ insandan başka hiçbir yaratılmışa elCemil isminde tecelli etmemiştir. Bildiğim kadarıyla insanda bu isimle tecelli etmiştir. Bu nedenle insan sadece Rabbini veya Rabbinin tecelligâhı olan birisini severken bütünüyle sevgisinde fani olarak kendinden geçer. O halde âlemin gözleri -sevilen her kim olursa ol­sunâlemdeki sevenlerdir. Bütün yaratılmışlar Hakkın tecellisinin aksettiği yerlerdir. Onların sevgileri (vüdd) sabittir. Onlar sevgileri sabit olanlar iken Allah Teâlâ el-Vedûd’dur. İş Hakk ve yaratılmış arasında yaratılmış ve Hakk nedeniyle perdelenmiştir. Bu perdelenmişlik nede­niyle el-Vedûd ile birlikte el-Gafur ismi gelmiştir. Bu gizlenme nede­niyle ‘Kays, Leyla'yı sevdi’ denilmiştir. Hâlbuki Leyla bir tecelligâh! Veya ‘Beşir, Hind'i sevdi’ veya ‘Kesir, İzzet'i sevdi’ veya ‘İbnü'd-deric, Lübna'yı sevdi’, ‘Tûbe, Ehille'yi sevdi’, ‘Cemil, Büseyne'yi sevdi’ deni­lir. Bütün bunlar, Hakkın tecellisinin oturakları ve duraklarıdır. Bu­nunla birlikte onlar, sevdiklerini isimleriyle tanımamış olabilirler. Çünkü insan bir şahsı görür, onu sever, fakat kim olduğunu veya adını veya nereli olduğunu veya evini yurdunu bilmez. Bununla birlik­te sevmek, o şahsı araştırmaya, evini ve yurdunu soruşturmaya sevk eder. Onu bulamadığında, peşinden gider, soruşturur. Allah Teâlâ’yı sevme­miz de öyledir. Biz Allah Teâlâ’yı tecelligâhlarında severiz. Leyla, Lübna veya başka bir ad veya herhangi bir özel isimde Allah Teâlâ’yı severiz, fakat sevdi­ğimizin Hakkın aynı olduğunu bilmeyiz. Bu nedenle ismi biliriz, fakat Hakkın aynı olduğunu bilmeyiz. Bu durumda ismi sevmiş, hakikati tanımamış oluruz. Yaratılmışın ise hakikati sevilir, bilinir. Bazen ismi bilinmez, sevgi onu bilmeyi icbar eder. Başka bir ifadeyle sevgi sevile­ni tanımayı gerektirir. İçimizden bazı kimseler dünya hayatında O’nu tanır ve bilirken, bazı kimseler, herhangi bir şeyi seviyorken ölene kadar O’nu tanımazlar. Perde kalktığında Allah Teâlâ’dan başkasını sevme­diği ve yaratılmışın adının kendisini perdelediğini anlar. Nitekim insan dünyada bir şeye ibadet eder, fakat bilmediği yönden sadece Allah Teâlâ’ya ibadet etmiştir. Bununla birlikte, onun mabudu Menat, Uzza, Lat diye isimlendirilmiş olabilir. Ölümle birlikte perde kalktığında, sadece Allah Teâlâ’ya ibadet ettiğini öğrenir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Senin rabbin kendisinden başkasına ibadet edilmesin diye hüküm verdi.’5 Puta tapanla­rın durumu da öyledir. Böyle bir insan taptığı putta herhangi, bir tarzda ilahlık bulunmadığına inansaydı, kendisine ibadet etmezdi. Fakat ‘el-Gafur, el-Vedûd6 ayetinde belirtildiği üzere çekilmiş perde nedeniyle insan O’nu tanımamıştır. Bu itibarla sadece isimler vardır. Bu nedenle hakiki mabud olan Allah Teâlâ, ibadeti tecelligâh ve oturaklara izafe ettiklerinde insanlara şöyle der: ‘Onları isimlendiriniz.’ İnsanlar taptıkları şeyleri isimlendirmiş olsalardı, onları tanıyacaklar, tanıdıkla­rında Allah Teâlâ ile isimlendirdikleri arasındaki farkı anlayacaklardı. Nite­kim oturak ve tecelligâh arasındaki fark bilinir ve ‘şu oturak, şu tecelligahtır’ dersin, ayrışma gerçekleşir.

Düşünürsek gerçek böyle!                                    .

Sen O’nda isen sen oldun demek                       .                      ,

Hakkın oturağı gerçekte sen

Ve sen, sen iken sen olmayan                                       " ,

Bizim kastettiğimizi elde ettin

İbadet ettiğimizi bilmiş oldun

Ne Leyla ne Lübna

Bildiğinden başka birisi değil!

Onu severken basiretliysen

Onu kendinden görürsün; sen sensin!

Seven başkasını sevmedi

Hepsi sensin, sen!

Kur’an-ı Kerim isimler ve haller arasındaki ilişkiyi ne güzel ve sır­lı bir şekilde ortaya koymuştur. Allah Teâlâ ‘el-Gajur ve el-Vedûd, yüce arşın sahibi, dilediğini yapandır7 buyurur. Allah Teâlâ sevendir, dilediğini yapan­dır. Demek ki Allah Teâlâ sevilendir! Çünkü ancak sevilen sevdiğine diledi­ğini yapabilir. Buna mukabil seven, (sevdiğinin sözünü) dinleyen ve ona itaat edip istediklerine amade olandır. O seven ve el-Vedûd, yani sevginin ayrılmaz özelliklerine ve şardarına bağlı ve sevgisi sabit olan­dır. Bununla birlikte hakikat birdir. Çünkü burada el-Vedûd, aynı zamanda dilediğini yapan demektir. Bu ilâhî uyarıda ne hoş ve sırlı bir durum olduğuna bakınız! ‘De ki, Rabbim benim bilgimi arttır.’8 ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’9

MECD MERTEBESİ

el-Mecid İlahi İsmi

Bu mertebenin sahibi Abdülmecid diye isimlendirilir. Kur’an-ı Kerim’in bir niteliği de mecid olmaktır (Kur’an-ı mecîd). O Allah Teâlâ’nın kelamı olduğu gibi O’nun kelamı da kendisidir.

Mecd ve şeref mertebesi Övünme ve iftihar mertebesi

Bizim mecdimize sahip olunuz 0 deryadan herkes kanarak su içer

O’nun şanını yücelttiğinde Kalkar ve ayrılır

Sarayları vardır Hadimler önünde durmuş

Hilyesiyle süslenirler                       ,

Onun hibesi, yarımın hükmü

Hibesi yarımdır                        .

Onunla var olur ve hediyeler gelir

Biz âlemin cevheriyiz Sedef bizim içimizde

Namaz kılan ‘Din gününün sahibidir10 dediğinde, Hakk ‘Kulum be­ni yüceltti’ der. Yani gerçekte öyle olduğu gibi kendine karşı üstünlü­ğü bana izafe etti. Bu itirafa bakmalısın! Hakk asıl itibarıyla mecdin sahibiyken kelam da herhangi bir görüş ayrılığı olmaksızın O’nun kelamıdır, çünkü o, Kur’an’dır. Allah Teâlâ ‘Din gününün sahibidir11 ifade­sinde ‘Kulum beni yüceltti (mecd)’ der. Bu ifade işin izafi olduğu hakkında İlâhî bir uyarıdır. Kendine karşı üstün olacağı bir varlık veya cevher bulunmasaydı, Allah Teâlâ kime karşı üstün ve ‘mecd’ sahibi olacak­tı? Demek ki O’na mecd kazandıran kulun varlığıdır. Allah Teâlâ ‘Kulum beni mecd sahibi yaptı’ derken ancak hakikati dile getirmiştir.

Yok olsaydık biz, yok olurdu O’nun mecdi ve yüceliği O’nu yüceltmemiz muteber bir durum

Benim sözümün vechinden meydana gelir el-Mecid olan ilah böyle demiştir bana

Biz de bilgi ve inançla belirttik onu

O’na şükrümüz nedeniyle ilave nimet ulaştı bize

O benim sözümle irade edilen Nitekim asılda da irade eden O

Varlığımda hükümran olan O O dilediğini yapandır bizde

O’nun irade ettiği şey

Varlığı olmayanlardır; kastımı iyi anla

Ben var iken beni irade etmez Bütün var olanlar varlık demek zaten

O’nun iradesini gördüm bazen O’nun irade ettiği her zaman yok olandır

Namaz kılan ‘Din gününün sahibidir12 ayetini okuduğunda, Allah Teâlâ ‘Kulum beni yüceltti (temcîd)’ der. Burada Allah Teâlâ ‘Kulum dünyada ve ahirette âleme karşı mecd ve üstünlüğü bana izafe etti’ demiş olur. ‘Çünkü ben’, diye devam eder, ‘âlemdekileri dünya ve ahirette amelle­rine karşılık olarak cezalandıranım’. Zaten din günü de ceza günü demektir. Bu itibarla şeriadarda hadler ve sınırlar, ceza olarak belir­lenmişken insanlara ulaşan musibeder, onların kendi elleriyle yaptıkla­rının karşılığı olarak ulaşır. Bununla birlikte Allah Teâlâ pek çoğunu affeder. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Size isabet eden her musibet ellerinizle yaptığınıza karşılıktır. Allah Teâlâ pek çoğunu affeder.’13 Aynı şekilde ortaya çıkan fitneler, yıkımlar, savaşlar, veba vb. belalar da insanların yaptıkları işlerin kar­şılığıdır. Onlar, karadayken ortaya çıkan yere batırılma, veba, ölüm, esaret vb. gibi bozgunları veya denizde ortaya çıkan boğulma gibi musibederi veya kazançların yok olması gibi insanların kederlenmesi­ne yol açan hadiseleri bu davranışlarıyla Hakk etmişlerdir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Fesat ortaya çıktı.’14 Kastedilen söylediğimiz ve ifade ettiğimiz hususlardır. ‘Denizde ve karada insanların elleriyle yaptıklarına karşılık olarak...’15 Bunlar onların yaptıklarına karşılık ortaya çıkmıştır. ‘Onlara yaptıklarının bir kısmını tattırsın diye.’16 ‘Ceza’ bu demektir ve o dünya hayatındadır. Demek ki dünya günü ceza günü demek iken ahiret günü de ceza günüdür. Bununla birlikte ahiret hayatında ceza daha çetin ve büyüktür, çünkü orada isabet eden adına ecir ortaya çıkmaz. Dünyadaki musibetler bazen sevap meydana getirirken bazen getir­mez. Dünya günüyle ahiret günü arasındaki fark budur. Bazen musi­betin ardından insandan makbul bir tövbe çıkabilir; bazen dünyada tövbenin kabul edilmemesi hususunda ahiret gününün hükmü tezahür edebilir. Böyle bir tövbenin olmayışı, güneşin batıdan doğuşu esna­sında imanının hiç kimseye fayda vermeyeceği hakkında nasta belir­tilmiştir. Güneş batıdan doğmazdan önce iman etmeyen veya imanın­dan hayır elde etmemiş kimselere imanları fayda vermez. Amel sahi­binin ameli dünya hayatında olduğu halde kendisine fayda vermez. Bu durumda dünya hayatı (tövbenin yarar sağlamadığı) ahirete benzemiştir. Aynı şey dünyadaki musibeder için geçerlidir. Bu musibeder, Allah Teâlâ’nın bildiği hataların bir kısmını örter. Ahiretteki musibeder hata­ları örtmez. Bazen dünya gününde bu hüküm ortaya çıkar. Bu du­rumda dünya hayatı ahirete benzer. Bu durum Allah Teâlâ’ya ve peygambe­rine savaş açanlar hakkında dile getirilmiştir. Allah Teâlâ ve peygamberiyle savaşanların öldürülmeleri, asılmaları, ellerinin ve ayaklarının çapraz­lamasına kesilmesi veya yurdarından sürülmesi hakkındaki cezalar dile getirilmiştir. Allah Teâlâ ‘Bu onlar için dünya hayatında bir cezadır, ahirette ise büyük azap vardır17 der. Yani bu savaş ve fesada karşılık olarak onlara ceza verilecektir. Dünya hayatında karşılaşmış oldukları belalar ve musibeder, onların hatalarım silmemiştir.

Kur’an-ı Kerim’in ne kadar hikmetli olduğuna ve anlayış gücü ve­rilen kimseler için ne kadar bilgiler içerdiğine bakmalısınız! Allah Teâlâ’yı bilenlerin sahip olduğu her şey Kur’an’dan aldıkları bilgilerdir. Kur’an, ‘Bâtıl ona önünden veya ardından giremez18 ayetinde belirtildiği üzere doğruluğu kesinleşen masum vahiydir. Daha önce inen kitaplar Kur’an-ı Kerim’i tasdik ederken ardından onu tekzip edecek bir vahiy inmeyecektir. Kur’an sabit hakikat demektir. Bu ümmet içerisinde veya önceki ümmederde Kur’an’ın dışında inmiş olan vahiy ve ilham­lara bâtıl ‘önlerinden’ gelebilir; bu durumda onun sahibi ayet veya sahih rivayete dayanarak kendine gelen ilhamın hükmünü tashih eder. (İslam ümmetindeki ilhamlarla ilgili) bu durum Cüneyd-i Bağdadi’nin ‘Bizim bu ilmimiz Kitap ve Sünnet ile sınırlıdır’ cümlesinde belirtilir. Yani Kitap ve Sünnet bizim ilmimizin Allah Teâlâ katından gelen gerçek bilgi olduğuna şahidik eder. Söz konusu ilham ve vahiylere ‘ardından’ da bozukluk gelebilir. Yani ilhamın bâtıl olduğu o esnada bilinmez, daha sonra bâtıl olduğu öğrenilir. Bu durum Kur’an-ı Kerim’de ‘Ona bâtıl önünden veya ardından girmez, el-Hâkim ve el-Hamid’in indirdiği vahiydir19 ayetinde belirtilir. Kulun Rabbinin din gününün sahibi olduğunu itiraf etmesinden daha büyük bir mecd ve azamet olabilir mi? Bütün yaratılmışlar O’nun hükümlerinin ortaya çıktığı mülkleri­dir. Sonra sadık haberle kulların amellerinin kendilerine döneceğini öğrendik. Öyleyse Hakkın kendisiyle yüceltilmiş olduğu bu mecd ve övgünün de kulların kendilerine dönmesi gerekir. Bu durumda ahirette sırlı ve bilinmez mecd onlara ait olur. Onların amellerinin kendilerine dönmesini de ‘Bütün iş O’na döner20 ayetinin hakikati ge­rektirir. Hâlbuki daha önce varlıkların iddiaları o işi alıp yaratılmışlara izafe etmişti. Bütün işler Allah Teâlâ’ya döneceği için kulların amelleri de kendilerine döner. O halde kul yaptığı işe göre karşılık görür. Onun ameli Hakkı takdis etmek ise kendisi de takdis edilir; kul tenzihi ne­deniyle münezzeh, tazimi nedeniyle muazzamdır (tazim edilen say­gındır). İşin böyle dönüşünü dikkate alan keşif ehlinden bazı kimseler ‘subhanî (kendimi tenzih ederim)’ demiş, hükmü kendine döndüğü gibi tenzihin lafzını da kendine döndürmüştür. Nitekim başka birisi yine bu makamda ‘EnAllah Teâlâ (Ben Allah Teâlâ’m)’ demiştir, çünkü ancak inandığı birine ibadet etmiştir. İnandığı ise nefsinde var ettiği bir şeydir. Binaenaleyh insan kendisine benzer (inancında) yaratılmış bir şeye ibadet etmiş, yaratılıştaki bu ortaklık nedeniyle bu gerçeği gör­düğünde, ‘EnAllah Teâlâ (Ben Allah Teâlâ’m)’ demiş, bu sözü söyleyip de ‘Ahiret ve dünyaya ibret21 olmak üzere cezalandırdığı kimsenin (Firavun) söylediği gibi onu söylemiş iken Allah Teâlâ onu mazur sayıp cezalandırmamıştır. Aynı cümleyi Hakkın diliyle, yani dili, kulağı ve gözü Hakk iken o cümleyi söyleyen kişi ise bu makam sahibinin aşağısindadır. O halde itikadı bakımından ‘EnAllah Teâlâ’ diyenin makamı Hakkın diliyle onu söyleyenden daha tamdır. Çünkü birinci kişi bunu öğrendikten sonra o sözü söylemiş, kime ibadet ettiğini öğrenmiştir. Üstünlük ise bilgi­de ortaya çıkar.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve dgğru yola ulaştırır.’

HAYÂ MERTEBESİ

el-Hayiü İlahi İsmi

Hayâ Allah Teâlâ’nın kapısının anahtarı Gerçi kapının açılışı gizlidir

Onu açarsan aydınlık veren bir ışık görürsün Güzel yüz onunla aydınlanır, yukarısı nur ve parlak

Gecenin karanlığında bakarsan ona Adeta sabah ve aydınlık gibi görünür

Bu mertebenin sahibi Abdülhayiü veya Abdülmüstahyi diye isim­lendirilir. Bir rivayette ‘Allah Teâlâ hayâ sahibidir’ denilir. Hayanın özel bir mertebesi vardır, çünkü Allah Teâlâ hayanın hükmünün bulunmadığı bir yerde şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ sivrisinekten misal vermekten hayâ etmez22 Yani cahile göre en değersiz ve basit bir şeyi misal vermekten çekin­mez. Cahilin değersiz zannettiği o şey Allah Teâlâ katında değersiz değildir. Allah Teâlâ’ya delil olan bir şey nasıl değersiz olabilir ki? Delilin değeri med­lulünün değeri ve yüceliğiyle yücelir. Sonra Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bu mer­tebeden konuşarak ‘Hayâ imandandır, iman sabrm yarısı, şükrün yarısıdır. Allah Teâlâ es-Sabûr ve eş-Şekûr’dur’ demiştir. el-Mümin ismi cihetinden Allah Teâlâ, ilâhı isimlerin eserlerini kabul etmeleri nedeniyle kendisine verdikleri nimete karşılık kullarına ‘teşekkür eder’. Söz ko­nusu nimet, kulların İlâhî isimlerin eserlerini kabullerinden ibarettir. Ayrıca Allah Teâlâ es-Sabûr ismiyle kendisini tanımayan cahil kullarının eziyetine karşı sabreder. Cahiller bir bilgileri olmaksızın ‘düşmanlık yapmak üzere’ kendisine layık olmayan bir özelliği Allah Teâlâ’ya nispet eder­ler. Nitekim Allah Teâlâ onların bu davranışlarını bize bildirmiştir. Bu dav­ranışlara karşı, sabır, Allah Teâlâ’nın es-Sabûr isminden kaynaklanır. Yapılan eziyete karşı hiç kimse Allah Teâlâ’dan daha sabırlı değildir, çünkü O ceza­landırma kudretine sahiptir. Allah Teâlâ sabrının ve şükrünün kemali nede­niyle imanında kemal sahibi olması anlamında el-Mümin’dir. Gerçekte

O’ndan meydana gelen bir nimete karşılık Allah Teâlâ’nın kullarına şükret­mesi ne kadar sırlıdır!                                              .

Allah Teâlâ’nın hayâ sahibi olmasının bir tezahürü şudur: Allah Teâlâ kıyamet günü yaşlı bir adam getirtir, onu hesaba çeker, hata ve suçlarını bir bir sayar. Buna mukabil yaşlı insan sayılan suçlarm hepsini inkâr eder. Bunun üzerine Rabbi onu tasdik eder, cennete götürülmesini emre­der. Melekler bunun hikmetini soruduğunda Allah Teâlâ şöyle der: ‘Yaşlılığı karşısında onu yalanlamaktan hayâ ettim.’ Binaenaleyh Allah Teâlâ’nın onu tasdiki hayânın imandan bir parça olmasından kaynaklanır. O elMümin’dir, çünkü o Allah Teâlâ’nın kendinde yaratmış olduğu günahları, hataları, kısaca yaratılan her şeyi tasdik etmiştir. Bu kabulü olmasaydı ilâhî iktidar kendisine nüfuz edemeyecekti. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Hayâ hayır getirir, Allah Teâlâ hayâ sahibidir’ der. Allah Teâlâ insana hayâsı nedeniyle hayır getirir. Günahın örtülmesinden, rezil edilmemesinden, açığa çıkartılmamasından, bağışlanmasından daha büyük bir iyilik olabilir mi? Bu ilâhî nitelikler kulda bulunduğunda, bunlar, kendisine bu mertebeden gelir, kul da o mertebeden onları kabul eder. Kul ilâhî surette yaratılmış olduğu için, bütün ilâhî mertebelerin gereklerini kabul edebilir. Çünkü her mertebenin bir yönü Hakka, bir yönü kula bakar. Bunun yanı sıra kula izafe edilip de (şekilci) âlimlerin ‘Hakk ediş’ yoluyla ve asıl itibarıyla kula ait gördükleri -biz onlar gibi düşünmü­yoruzher özellik için de durum böyledir. Her mertebenin iki yönü vardır: Bir yönü Hakka bakarken bir yönü kula bakar. Böylece iş, Allah Teâlâ ile yaratıkları arasında düzenlenmiş, birbirine benzemiş, bu konuda Hakk, yaratılmışların özelliğiyle zuhur etmişken yaratılmışlar da O’nun özeliliğiyle zuhur etmiş ve görünmüş, (her iki mertebe) birbirine muvafık olmuş, birbirine bağlanmış ve sarılmıştır. Bununla birlikte ‘Allah Teâlâ âlemlerden müstağnidir.’23 Bu birbirine sarılma ve uyum­da elif-lam harfi (bunu anlatmak üzere) ortaya çıkmış, bu bir akit bağı olmuş, Allah Teâlâ ile kulları arasında ahider ve sözleşmeler gerçekleşmiş, Allah Teâlâ ‘Sizinle yaptığım ahde uyunuz’2* buyurmuştur.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’


SEHA -İHTİYAÇ ÖLÇÜŞÜNCE VERMEKMERTEBESİ

es-Sahî İlahi İsmi

Sah! veren kimsedir fakat Yaratılmışın muhtaç olduğu ölçüde verir

Bir fazlalık veya eksiklik olmadan Üzerinde belirlenmiş hakları verir

Sahî zorlanarak veren değil Bir ölçüye göre veren demektir

Varlığın üzerinde bulunduğu nitelik değil Fakat o yaratılmışın ve beşerin niteliklerindendir

Allah Teâlâ için söyledim bunu ben Nasların sana getirdiği habere dayanarak

Bunu bilmelisin, O’nun hakikati Başka bir şeyin kendisinde bulunmaması

O’nun sureti suretimizin dürülüşünde O’nun sureti suretler üzerinde büyür

Bu mertebenin sahibi Abdüssahî diye isimlendirilir. Seha merte­besi ‘ihsan’ mertebelerindendir. Seha ihtiyaç duyulan ölçüde vermek (atâ) anlamına gelir. Bu itibarla seha ya hâl ile veya sözlü istekten meydana gelir. Sözle meydana gelirse hâlin de ona eşlik etmesi gere­kir; aksi halde öyle biri muhtaç değildir.

Atâ ve verme mertebeleri pek çoktur: Bunların arasında vehb, cûd, kerem, seha ve îsar zikredilebilir. İsar fütüvvet üzere vermek anlamına gelir. Kitabın fütüvvet bölümü ile el-Mevakiu’n-Nücum’un el organı bölümünde bu konuyu açıklamıştık. Endüliis-Meriyye’de 595’te İlâhî bir emirle yazmış olduğumuz söz konusu kitap şeyhin müridin terbiyesi üzerindeki görüşlerini içeren değerli bir kitaptır.

Sonra konuya dönüp şöyle deriz: ‘Atâ’ türleri içindeki vehb (ver­mek), nimet vermek amacıyla vermek demektir ve bedel ve karşılık talebi taşımaz. ‘Biz sizi Allah Teâlâ rızası için yediririz, sizden karşılık veya teşekkür beklemeyiz’2S ayetinde kastedilen budur. Bu anlamdaki ‘ver­mek’ eldeki emaneti sahibine ulaştırmak anlamına gelir. Kerem ise istedikten sonra vermek demekken cûd istemezden, seha ihtiyaç ölçü­şünce, îsar şimdiki anda -ki bu daha üstündürveya gelecekte -daha aşağı mertebededirmuhtaç olduğunu başkasına vermektir. Her ver­menin İlâhî bir ismi varken îsar için böyle bir durum düşünülemez. Allah Teâlâ el-Vehhab’dır, el-Kerim’dir, el-Cevad’dır, es-Sahî’dir, fakat elMusir (muhtaç olduğunu başkasına veren) olduğu söylenemez. Allah Teâlâ’nın her şeyi bildiğini söylemiştik. Vakıa böyleyken, hâl diliyle isteği gerektiren seha Allah Teâlâ için nasıl mümkün olabilir? Allah Teâlâ şöyle der: ‘Her şeye yaratılışını verdi.’26 Allah Teâlâ ‘tam yaratılmış’ olması bakımından hiç­bir varlık için muhtaç olduğu hiçbir şeyi geride bırakmamıştır.

Bilmelisin ki, bir tamlık vardır bir de kemal! Tamlık bir şeye yara­tılışını vermek demektir. Tamlığı verirken talep ve istek gerekli olma­dığı gibi tamlık verirken kemali vermek de gerekli değildir. Sual ve talep kemalin gerçekleşmesinde düşünülebilir. Çünkü kemal bir mer­tebedir. Bir mertebeyi Hakk kulda var ettiğinde, ona yaratılışını vermiş olur. Bu itibarla mertebe, verilenin tâmlığından değil, onun kemalindendir. Her insan bir kemale, başka bir ifadeyle bir mertebeye muh­taçtır. Fakat bu mertebe belirli değildir, çünkü insan zatı gereği farklı mertebelere ehliyedidir ve belirli bir mertebede bulunması zorunlu­dur. Bir mertebede iken içinden Allah Teâlâ’nın kendisine başka bir mertebe vermesini ister. Bu isteğin nedeni, o mertebeye dair sahip olduğu ehliyettir. Demek ki istek kemalde tasavvur edilir ve o dilek sahibinin amacına ulaşmak üzere muhtaç olduğu hususlardan biridir. Çünkü maksadın ve gayenin yaratılışının tamlığı, onun bir konusunun (müteallak) yaratılmasıdır; o konu sayesinde söz konusu şeyin kemali ortaya çıkar. Çünkü onun tamlığı belirli bir konuya ilişmesiyle gerçek­leşir ve o da var olmuştur. Allah Teâlâ ona istediği gayeyi verirse, hiç kuşku­suz, gayenin muhtaç olduğu bir şeyi vermiştir. İşte seha anlamındaki cömertlik budur. Çünkü seha, ihtiyaç ölçüşünce vermektir. Bazen Allah Teâlâ dile gelen bir istek olmaksızın kendiliğinden verir. Bununla birlikte verilende ehliyetin varlığı hâl diliyle istek anlamına gelir. Şöyle dersin: Her insan nebi veya resul, halife, veli, mümin olmaya kabili­yetli bir istidada sahiptir. Fakat o sıradan bir insan, düşman, kâfir veya başka bir şey olabilir. Bütün bunlar, kulun kemal ve noksanlığı­nın bulunduğu mertebelerdir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Erkeklerden pek çok kimse kemale ermişken kadınlardan İmran kızı Meryem, Firavun’un eşi Asiye kemale ermiştir.’ Bunların dışındaki her şahıs in­sanlığı bakımından kemali izhar edecek özelliğe kabiliyetli ve istidatlı­dır. Ehliyet nedeniyle her şahıs kemale muhtaçken mahrumiyet nede­niyle hâl diliyle istek var olmuştur.

Seha mertebesinde (hazret) hikmet mertebesinin kokuları bulu­nur. Allah Teâlâ bir hikmet nedeniyle engellediği gibi verirken de hikmete göre verir. Allah Teâlâ verirken ve engellerken el-Hâkim ve el-Âlimdir.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

ET-TAYYİB'İN MERTEBESİ

et-Tayyib İlahi İsmi

et-Tayyib’itı güzelliğiyle eşya güzelleşti                         ,

Bu nedenle O’nun vasıf ve isimleri var

O’nun güzel isimleri belirlenmiş

O’nda bir kötülük veya daha kötü bir şey yok

et-Tayyib’in güzelliği bizi yaratırken tecelli etmiş O’nu et-Tayyib diye isimlendirdim ve bunda bir icmal var

Onu tadan müşahede tadı alır da Tatmayanın ne bilgisi ne hali vardır

'Bu bilgi de nedir?’ derse, derim ki ‘Pirler bu sözü beyan ettiler’

Onların söylediğini reddetmekten sakın

Onun sahih bir yorumu var, sufiler o görüşe meyletmiş

Zikrin güzelliği yaratılışımızın güzelliğidir Hakkın suretinde yaratılmışız; ameller ise mallardır

Bu mertebenin sahibi Abdüttayyib diye isimlendirilir. et-Tayyib çirkini güzelden ayrıştıran demektir. Bu ayrıştırmayla Allah Teâlâ, et-Tayyib olması bakımından ‘temiz erkekleri temiz (tayyib) kadınlara’ tahsis ederken el-Hakim olması bakımından da ‘çirkin erkekleri çirkin kadın­lara tahsis eder’. Çünkü O eşyayı yaratan, eşyayı ve onların hükümle­rini ayrıştıran ve temyiz edendir. Allah Teâlâ çirkinleri üst üste koyarak biriktirir, sonra onları cehenneme doldurur. Artık ‘onun anası sürekli haviye’ olur. Yücelikler ise temiz ve tayyib olanlara aittir. Dolayısıyla sürekli yücelir. Bununla birlikte yukarı çıkan da aşağı düşen olmak üzere herkes, ancak Rabbini talep eder. Bu itibarla aşağıya düşen Rabbini özel bir yönde bilen ve tanıyandır. O peygamberin şu sözünü duyarak aşağıya yönelir: ‘Bir ip sarkıtsaydınız Allah Teâlâ’nın üzerine düşer­di.’ Burada bir sır vardır ki araştırırsan onu öğrenirsin. Habisin mizacı ve istidadı Rabbini ancak o yönde aramayı gerektirir. O habis olduğu gibi cehennem de dibi derin olan yerdir. Söz konusu kişi zikrettiğimi­zi aramak üzere cehenneme doğru düşerken temiz ve tayyib olan yük­selir ve Rabbini özel bir yönden tanır. Bu özel yönü ‘Rabbinin en yüce adını tespih et’27 ayetini aktaran Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemden öğrenmiştir. De­mek ki tayyibin mizaç ve istidadı Rabbini ancak o yönden aramayı gerektirmiştir. O kişi tayyib diye nitelenmiştir. Yüceliğin ise Allah Teâlâ’nın dışında bir nihayeti yoktur. Nitekim aşağıya düşmenin varacağı yer de Allah Teâlâ’dır. Ebu Yezid el-Bestami gibi, herhangi bir nitelikle nitelenme­yen kimseler ise Allah Teâlâ’yı altı yönü ihata ederken ararlar. Allah Teâlâ kendisini nitelerken ‘O her şeyi ihata edendir28 buyurur. Böyle bir insan Allah Teâlâ’yı yüksekte, aşağıda, sağda, solda, arkada ve önde arar. Bütün bu yönler -ki insanın aynıdırlarancak insan vasıtasıyla ve insanda ortaya çıkar­lar. İnsan ‘ihata’ özeliliğiyle nitelenen varlıktır. İnsanların en kâmili ise belirli bir yönün üzerinde hüküm vermediği kişidir; başka bir ifadeyle bir yön onun üzerinde hüküm vererek diğerini etkisiz Hakk getirmez. İnsan-ı kâmil bütün suretlerde zuhur edebilirken kâmil olmayan insan sınırlı kaldığı suretle zuhur eder. Ebu Yezid’in niteliği olmadığını söyledik, bunun anlamı, onun belirli bir durumla sınırlanmaması ve bütün yönlerle zuhur edebilmesidir. Bununla birlikte herhangi bir malumun gerçekte bir tanımdan ve sınırdan yoksun kalması mümkün değildir. Bu bağlamda tanımların en üstünü mutlaklıktır ki o da bir sınırlanmadır. Çünkü mutlak olan mutlaklığıyla sınırlı olandan farklı­laştığı kadar mukayyet, yani sınırlı olan da mukayyet olandan ayrışır. Yaratılmış olan Hakka sirayet etmek özeliliğinde olsa bile, bu kez ‘sirayet etmek’ özelliğiyle sınırlanmıştır. Hakk da yaratılmışa sirayet eder ve O da ‘sirayet etmek’ özelliğiyle sınırlanmıştır. Bu görüş Ebu Medyen’in görüşüydü. Ebu Medyen bu makama ümmi ve avam diliy­le şöyle dikkat çekmiştir: ‘Hayat sırrı bütün var olanlara yayılmıştır. Donuklar onunla donmuş, bitkiler onunla gelişmiş, hayvanlar onunla hayat sahibi olmuştur. Her şey Allah Teâlâ’nın hamdini tespih ederken haya­tın ona yayılması nedeniyle nutk sahibidir.’ Kendisine ibare fethi ve­rilmemiş olduğu için Ebu Medyen’in bu ifadesinde anlatım eksikliği vardır. Bununla birlikte gerçeğe yaklaşmış, fakat makamın hakkını verecek şekilde onu ifade edememiştir.

Et-Tayyib bu demektir ve et-Tayyib sınırlılık bildiren isimlerden biridir. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

İHSAN MERTEBESİ

el-Muhsin İlahi İsmi

el-Muhsin’in mertebesi ihsandır Gerçekte ise insandır o

Bu nedenle onun ayırıcı özelliği Hakkında söylenmiş olan nisyan (unutma)

Bilfiil ibadet ettiğini görürsen İhsan ve iman sahibisin demek ki

Bilmez ve O’nu gördüğünü anlamazsan İkinci ihsana göre amel etmelisin

Rahman o ikisini bir araya getirdi İhsan ‘ihsana’ karşılık olsun diye

Hepsi O’nun katından bilirsen gerçeği O bana ihsan etmezse ben nasıl bilirim ki O’nu

Önceden bana gelen bilgi nedeniyle beklemem uzadı Söz ve fiil olarak; bu iş beni köreltti

Bu makamın sahibi Abdülmuhsin’dir (ihsan sahibinin kulu). Ona Abdülmuhsan da denilebilir. Cebrail Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e ‘ihsan nedir?’ diye sorduğunda Allah Teâlâ’nın peygamberi ‘İhsan Allah Teâlâ’ya O’nu görür gibi ibadet etmendir, sen Allah Teâlâ’yı görmesen bile O seni görüyordur’ demiş­tir. Başka bir rivayette ‘Sen görmesen bile O seni görür’ der. Bunun yanı sıra Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Allah Teâlâ’ya dair bilgiye göre kişinin O’nu haya­linde canlandırmasını ve tahayyül etmesini emreder ki, böylece Allah Teâlâ insan için sınırlanır. Allah Teâlâ ‘İhsanın karşılığı ihsan değil midir?’29 der. ‘Allah Teâlâ Âdem’i kendi suretinde yaratmıştır’, ‘Kendini bilen Rabbini bilir’ hadisleriyle ‘Nefislerinizde ayet vardır, görmez misiniz?’30, ‘Onlara ayetlerimizi ufuklarda ve nefislerinde göstereceğiz31 ayetlerinin anlamla­rını anlarsa, mudaka şunu da öğrenmiş olur: Kendini böyle gören insan ihsana karşılık olarak Rabbini de öyle görmüş demektir. Bu da Allah Teâlâ’ya O’nu görür gibi ibadet etmektir, yoksa ihsan değildir. İhsan (ayette belirtildiği gibi) nefsine gösterildiği şekliyle senin O’nu ger­çekte görmendir. İbadetteki birinci ilâhî-suret, kul tarafından meyda­na getirilmiş surettir. Kul Allah Teâlâ’nın emriyle O’nun adına bir yapı orta­ya koymuştur. Bu fiilin karşılığı ise tam ve uygun bir karşılık olacak şekilde o müşahede yerinin gerektirdiği surette gerçekte de O’nu görmektir. Allah Teâlâ’nın ibadet ve yükümlülük mertebesinde kul tarafından meydana getirilen İlâhî suretteki tecellisi bunu gerektirir. Suretler mertebelerin, hallerin ve inançların değişmesine göre türlü türlüdür. Her kulun bir hali, her halin bir yeri vardır. Kul rabbi hakkında inan­cında bulduğunu haliyle söyler. O halin mertebesine göre de Hakk inanç suretinde kula tecelli eder. Hakk bütün bunlar iken aynı zamanda hepsinin ardındadır. Bu nedenle Hakk inkâr edilir, tanınır, tenzih edi­lir, nitelenir; kendisine O’nun bildirdiği şekilde nispet edilen her özel­likten tenzih edilir.

O halde ‘ihsan mertebesi’ görmek ve müşahede etmek demektir. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

DEHR MERTEBESİ

ed-Dehr İlahi İsmi

Dehr zamanın kendisi Onun nezdinde emanyok

Kalbimin aynı olsa bile

Sadece müşahede var                                                          ,

Dehrim Rabbiniin aynidir1 '                                                 .

Çünkü O kadimdir, benim dehrim de zamanlarla sınırlı değil

Dehr’e onun değerini bilmeyen cahiller kızar Zelildir, fakirdir, noksan ve eksiktir o kişi

Dehr’i ve fiilini bilseydi,

Bizce cimrilik olan fiili nedeniyle övülürdü

Bu bilgi sahibi müşahede elde ederdi Onu açık ve seçik bir şekilde görürdü

Ölümden sonra hayat veren Hakk münezzehtir Bereketleriyle ona nimet veren münezzehtir

Bu mertebenin sahibi Abdüddehr (ed-Dehr’in kulu) diye isim­lendirilir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Dehr'e sövmeyin, çünkü Allah Teâlâ dehr'dir’ buyurmuş, dehr’i Allah Teâlâ’nın hüviyeti saymıştır. ‘Bizi dehr helak etmiştir’ diyenler doğru söylemişlerdir, çünkü onları gerçekte helak eden Allah Teâlâ’dır. Onlar ‘Sadece bu dünya hayatımız vardır, ölürüz ve diriliriz’ derler. Yani biz hayat içinde dirilir ve ölürüz demiş, ardından söyle­dikleri ‘Bizi dehr yok eder’ ifadelerinde doğru söylemişler -çünkü dehr Allah Teâlâ’dır-, fakat inançlarında hatalı olmuşlardır. Onlar ‘dehr’ derken zamanı kastetmişlerdi. Binaenaleyh ismi kullanırken isabet etmiş, manada yanılmışlardır. Onlar kendilerini ‘helak edeni’ dile getirmek istemişler, bu itibarla manada isabet etmişler, Allah Teâlâ’nın belirlediği şeri­atta zikredilen ismi tutturmuşlardır. Onlar ‘zaman’ dememişler; belki de zaman demiş olsalardı, Allah Teâlâ kendisini ed-Dehr diye isimlendirdiği gibi ‘Zaman’ diye isimlendirmiş olurdu. Bu ismi verenlere göre dehr, varlığı sonsuz bir şeydir. Onlar bu ismi her neye vermişseler, sonsuz bir anlamı kastetmişlerdir. Dehr bütün zaman (birimleri) için makulakledilir bir hakikattir ve bu nedenle o hakikat dehr hazreti diye ifade edilmiştir. Araplar ‘Dehrii'd-dahirin süresince şunu yapmam’ derler; kastedilen sonsuzluk ve ebediliktir. Öyleyse dehr ezel ve ebedi, başka bir ifadeyle bu iki hükme sahip olandır. Fakat çoğunluğa göre onun hükmü ebedilikte tezahür eder, çünkü onlar onu ebediyete izafe et­mişlerdir. Bu nedenle Araplar şöyle ‘dehirlerin dehri’ dedikleri gibi bazen onun yerine ‘ebedü'l abadin’ derler. Dolayısıyla Araplar dehri zamanın ezel ucuyla değil, ebed ucuyla birlikte tanırlar. Dehr Allah Teâlâ kabul edildiğinde ise Allah Teâlâ ezelilik ve ebedilik hükmüne sahiptir, bunu bilemelisin.

Bu mertebeden ezelilik ve ebedilik hükmü kendisiyle nitelenen için sabit olduğu gibi âlemin hakikati de -söylediğimize göre ‘birinci dehr’ anlamındakiezel mertebesindedir ve orada sabittir; Allah Teâlâ âleme varlık verdiğinde ona -başka bir şey değilvarlık hâli ilişir. Böylece yokluk halinde üzerinde bulunduğu duruma göre gerçekte varlıkta zuhur eder. Âlemin varlık haliyle ‘ezel’ denilen birinci uç ortaya çıkar­ken -ki ezel dehr’dirâlemin varlık hali kendiliğinde de zuhur etmiş ve ortaya çıkmıştır. Bu hal ise şimdiki zamandır ve o da dehr’dir. Sonra onun varlığı sonsuza kadar devam ederek diğer uç zuhur eder. Diğer uç ‘ebedilik’ demektir ve o da dehrdir. Bu nispetleri dikkate alan kişi, kendinde tek olsa bile, Dehr’i dehirler olarak görür. Sadece mümkün­lerin hakikatlerinin hükümleriyle zuhur eden Hakkın varlığı vardır. Ya da Hakk mümkünlerin suretlerinde zuhur etmiştir.

Dehr’in Allah Teâlâ olduğu belli olmuştur. Nitekim Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in aktardığına göre Allah Teâlâ kendisinden böyle bildirmiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem kendisini arzularına ulaştırmayan zamana söven birisini duyunca ‘Dehr'e sövmeyin, çünkü Allah Teâlâ dehr'dir’ demiştir. Allah Teâlâ gayenizin bulunduğu varlığa ulaşmaktan ‘engelleyendir’ ve bu nedenle de elMani (engelleyen) diye isimlendirilmiştir. Bu konunun elinizdeki kitabın başka bir bölümünde zikredilmiş başka bir mertebesi vardır. Öyleyse âlemin meydana getirilişi (tevlîd), zamana aittir ve zaman dehr’dir. ‘Geceyi gündüze sokar.’32 O ikisi birbiriyle çifdeşir, gün kendi­sinde ortaya çıkıp kendi başına var olan cevherler ile kendi başına var olmayıp cevhere muhtaç cisimleri, cismanileri, ruhları, ruhanileri ve halleri doğurur. Her ruhani ve cismani, rabbani bir isimden meydana gelirken her cisim ve ruh ise -rabbani bir isimden değiler-Rab is­minden meydana gelir. ‘Gündüzü geceye sokar.’33 O ikisi de birleşir ve gece daha önce gündüzün doğurdukları hakkında zikredildiği üzere doğuracaklarını doğurur. Gece ve gündüzün dehrin perdesi olması bu demek olduğu gibi (ayetlerde gece ile gündüz ilişkisini anlatırken kullanılan) iç içe sokma, birbirine girdirme ve birbirini kaplama da bu demektir. Bu durum ‘Geceyi tekvir eder’3* ayetinde zikredilir. Tekvir ‘sarığı sardı’ anlamındaki kevvere’l-amame deyiminden gelir. ‘Gündüzü geceye sokar35 bu da dehrin kiliderindendir ve ‘Göklerin kilitleri O’na aittir.’36 Gökyüzü nikâhlayandır ‘... ve yeryüzünün37 yeryüzü nikâhlanandır (edilgen). Bu iki çiftten yukarıdaki erkektir ve o gökyüzüdür; aşağıdaki ise dişidir ve o da yeryüzüdür. O ikisinin birleşmesi ise ayet­te nıekalid diye ifade edilir. Iklit, açma eyleminin gerçekleştiği araç ve kilit demektir. Bu açmanın neticesinde cömertlik hâzinelerinde bulu­nanlar ortaya çıkar. Cömerdik hâzineleri ise dehr’dir.

Alem bu şekilde dehr, zaman, gece, gündüz (birimlerine) nispet edilen birleşmeden meydana gelmiştir. Nikâhlayanın suyu nikâhlananın suyuna baskın gelirse, erkek meydana gelir ve fail ruhlar ortaya çıkar; nikâhlananın suyu nikâhlayanın suyuna baskın gelirse dişi mey­dana gelir ve edilgenliğe elverişli tabii bedenler ve cisimler ortaya çıkar.

İşler böyle oldu işte Hükümlerini ise dehirler izhar etmiş

Her iş bir isme mahsus Oluş ve sudur ona ait

Ardından Allah Teâlâ’ya döner

Bütün işler seyrederek Allah Teâlâ’ya varır

Her cisim gölgenin sahibi Her ruhun yanında nur var

Gölgesi dürülünce ve gizlenince Kendi zatında; kaçış bu demek

Allah Teâlâ bir şeyin hakikatini yok etmez Bir kez onu izhar etmişse; fakat gizler

Yaratılışı sürekli yenilenir Her vakitte yenilenir durur

Alemde birleşme ve ilişki olmasaydı Alem zuhur etmeyecekti

Veya isimleri bir yerde karar kilmayacaktı Veya içindeki varlıklar görünmeyecekti

Yıldızlardan doğanlar vardır Yıldızların bir kısmı batarlar

Sanki onlar hareket etmek isterler Hareket isteyen ise zulmetmez

Dikkat! Söylediğim şekilde döner durur Oluş ve kevn gece ve gündüz içinde

SOHBET -BERABERLİKMERTEBESİ

es-Sâhib İlahi İsmi

Hakk-Sâhib iddiacı bir arkadaş-eşlik eden değil İster iyiliğimde ister sıkıntımda bende hükmetsin

Gerçek sâhib O’na eşlik etmemi ve beraber olmamı ister benden Benim kulağım mesabesinde olduğunu söyler bana

Rahman ile beraberlik edep gerektirir Sen Rahman ile beraber ol, başkasıyla değil

O’nunla beraber olan temenni eder ki

O’nu görebilecek; bütün emelini de kendisinde görür

Ona ve gördüğüne şaşılır!

Kulun sadece niyet ettiği vardır

O’nu görmek üzere bütün gayretini harcar Fakat Hakk uğrunda zorlama körlüğe yol açar

Keşke insan bilseydi başkalığından ve gayretinden:

Onun kendisi Hakk’tır, bu surette yaratılmıştır

Bu mertebenin sahibi Abdüssâhib diye isimlendirilir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Rabbine dua ederken ‘Sen seferde sâhibsin (eşlik eden)’ de­miştir. Allah Teâlâ O’nu es-Sâhib diye isimlendirdiği bu hadisinde peygam­berini tasdik etmek üzere ‘Her nerede olursanız O sizinle beraberdir38 der. Allah Teâlâ bulunduğu her yerde ve hâlinde kuluyla beraberdir.

O Allah Teâlâ gökte Allah Teâlâ

Hüküm veren yeryüzünde

Durum böyle olunca

O’ndan sakının ve bilin ki

O sizi bilen

Adildir, zalim değil                                                                                               .

Allah Teâlâ kullan için aklî ve dinî, sebepli ve sebepsiz sınırlar belirle­miştir. Sebebi bilinen sınırları aklî sınırlar diye isimlendirirken bilin­meyenlere (göre davranmanın âmilini) taabbud ve şeriatça belirlenen ibadet diye belirledik. Allah Teâlâ kulları ibadet ederken onların nefeslerini sınırlarında tutmak üzere onlarla beraberdir. Allah Teâlâ yükümlü olmayan­larla da beraberdir; yükümlü olanların o kişi karşısında sınırlarını aşıp aşmadıklarını gözetir. Binaenaleyh Allah Teâlâ dünyadaki her şey ile bu şekilde beraber îken ahirette ise nefeslerini korumak ve onlarda mey­dana getireceği işleri gözetmek üzere beraberdir. Çünkü onlar, ahiret hayatında kendilerinde yaratmayı irade ettiği işler için ‘edilgenlik’ mahallidirler. Bu itibarla Allah Teâlâ sürekli kendisi için ve onlar için yara­tır; ‘kendisi için’ dedik, çünkü var olan her şey varlık şeyliğinde -ki varlık şeyliği en büyük nimettirO’nun hamdini tespih eder. Varlık şeyliğindeki tespih ‘Elhamdülillah el-Mün'im ve el-Mufaddıl’, yani ‘Hamd nimet veren ve ihsan eden Allah Teâlâ’ya aittir’ şeklindedir. Allah Teâlâ’nın ‘onlar için’ yaratması ise yaratılan varlık ve ona layık işler nedeniyle onlar adına ortaya çıkan menfaatler demektir. Allah Teâlâ’nın yarattığı varlı­ğın faydası insanlara dönerken tespih O’na döner. Bu şekilde iş sürekli olarak devam eder.

Bunun yanı sıra, âlem sürekli yolcuyken (misafir) Allah Teâlâ ona eşlik eden ve onun ‘sâhibidir.’ Bu itibarla âlem bizatihi bir halden başka bir Hakk, bir makamdan başka bir makama yolculuk ederken Hakk da ken­disine eşlik eder. Hakkın şen’leri vardır, nitekim ayette ‘O her gün bir şen’dedir39 denilir. Hakk bir şen’den başkabir şen’e geçer. O’nun şen’leri ise ‘yolcuların halleri’ anlamına gelir. Bu haller her gün ve her zaman diliminde yeniden yaratılır. Dolayısıyla âlem bir hâlde ve bir şen’de istikrarda sabit kalmaz. Şen’ler arazlardır ve arazlar genel olarak iki anda baki kalmaz. Onlar var oldukları andan sonraki ikinci anda varlığa sahip değillerdir. Var olma zamanlarını takip eden ikinci anda arazların benzerleri veya zıtları onların yerlerini alır. Cevherler de bu şekilde hallerden yoksun kalmazlar ve onları yaratan sadece Allah Teâlâ’dır. Öyleyse Hakk sürekli şen’lerindedir, çünkü her hakikatin bir hali var­dır. Bu itibarla Hakkın şen’leri ve bizim hâllerimiz vardır. Demek ki sâhiblik, yani Allah Teâlâ’nın âlemle beraberliği, bir kesilme olmaksızın, de­vamlıdır. O’nun şen’leri ise sonsuza kadar hüküm sahibidir ve bir gayeye ve sona ulaşmak söz konusu değildir. Bu durum, zuhurda bizim adımıza ‘ilk olmanın’ geçerli olduğu mertebeden kaynaklanır. Sonra seyir ve sefer devam ederken bir şehirden başka bir şehre, bir mekândan başka bir mekâna, bir mertebeden başka bir mertebeye intikal gerçekleşir. Bu durum âlemdeki her varlık için böyledir.

Burada biz seyrin insan türüyle ilgili hususlarını belirtelim: Allah Teâlâ insan türünün bütününü, yani zahirî ve bâtını sureti itibarıyla âlemin parçaları olarak var etti. İnsan âlemin ‘tavırlarında’ dönüp dolaştıktan sonra bizzat kendi varlığında ortaya çıktı. Başka bir ifadeyle insan felekler ve rükünler âleminde dönüp dolaştıktan sonra insan suretinde ortaya çıktı. Onun hâlleri birbirinden farklı, parçaları dağınık ve bu özel yaratılışla belirlenmiş değildi. Hakk da bütün bu hareketler ve değişimler esnasında kendisine eşlik etmekteydi (sâhib). Nasıl eşlik etmesin ki? O insanın kendilerinde yer değiştirdiği bu hâlleri ve tavır­ları yaratandır. Allah Teâlâ onu ‘varlığın toplamı’ olarak izhar etti. Hiçbir şey insanın zatının dışında kalmamıştır. Bunun yanı sıra Allah Teâlâ insanda yaratmış olduğu şeylerin de bir suretten başka bir surete dönüşmesini sağlamıştır ki o da bir sefer demektir. Allah Teâlâ insandan giden ve ‘sefer eden’ kısımlara karşı o kısımların benzeriyle veya zıddıyla yardım etmiş, bu sayede insanın ‘toplayıcılığı ve kuşatıcılığının’ baki kalmasını sağlamıştır. Böylece insan varlık mertebelerinden ve menzillerinden birisi haline gelmiştir: Ondan ve ona doğru sefer edilir! Ona doğru yolculuk yapan herhangi biri kendisine ulaşıp yerleştiğindeki ödülü bir (gece kalmaktır) ve o gece ‘zaman-ı ferd’dir (birim zaman), insana gelen ve ayrılan her halde Allah Teâlâ o Hakk (varid) eşlik eder. Bunun neti­cesinde insanın her nefeste bulunduğu mahalde iki ikram ortaya çıkar: Birincisi vâridin (gelen) Rabbinin katındaki mertebesine ve hakikati­nin gereğine göre gelişiyle tezahür eden ziyafet ve ikramdır. İnsan onu ödüllendirmek, ona gereken saygıyı ifa etmek gücündedir. Hızla ayrılacak olması nedeniyle de ödülünün hemen verilmesi gerekir. İnsanın üzerinde ortaya çıkan diğer ikram ve keramet ise gelene eşlik edenin kerameti ve ikramıdır. Varide eşlik eden seferde ‘sâhib olan’ Allah Teâlâ’dır. Varidin hangi isimle geldiğine bakılır -ki söz konusu isim varidin sahibidirve İlâhî ismin Hakk etmiş olduğu celal, saygı, mecd, övgüyü düşünür ona ikramda bulunur ve onu ağırlar ve birinci za­manda ona koşar. Çünkü insan bir toplam olduğu kadar yolculuk da hızlıdır. Böylece her birisi için, yani sana gelen halle ona eşlik eden İlâhî isim -ki onu koruradına kendinden bir Hakk ortaya çıkar. Bu Hakk, Hakka ait olmak üzere, insanın üzerinde ortaya çıkan ilcramla ilgilidir. Bunun yanı sıra kendinden o varide uygun başka bir hakikat ortaya çıkar. O hakikat ayrılana kadar ona hizmet etmek üzere varidin hizmetinde bulunur.

O halde insan yolcuların -ki bunlar hâllerdirmenzili ve uğrama yeri olsa bile kendiliğinde de bir yolcudur ve bu nedenle sürekli Allah Teâlâ ile beraberdir. Onun Allah Teâlâ’dan -İlâhî isimlerdengelen her vâridi kabul özelliği vardır. Bu varidler nedeniyle her nefes beş Hakk ve görev ortaya çıkar ve onları yerine getirmesi istenir: Birincisi vâridin onun üzerin­deki hakkı, İkincisi sâhibinin (İlâhî isim) hakkı, üçüncüsü kendisinden ayrılan ın hakkı, dördüncüsü, ayrılanın sahibinin hakkı, beşincisi Allah Teâlâ’nın hakkıdır. Allah Teâlâ bu seferde kendine eşlik edendir. Çünkü Allah Teâlâ ‘Ailede halife olduğu gibi seferde arkadaştır’. Bu itibarla Allah Teâlâ keşif ve huzur sahiplerinden daha çok düşünceli ve kalbi yorgun birini yarat­mamıştır. Onlar Allah Teâlâ ehlinin içerisinden O’nu bilen ve bu işleri mü­şahede edenlerdir. Gerçekler hakkında bilgisi olmayan ise arifin rahat­lık içinde bulunduğunu zanneder. Hayır! Yemin olsun ki arif herkes­ten daha çetin azap çeker; o her an Allah Teâlâ’nın gösterdiği bu beş hakkı yerine getirmek üzere kendini hesaba çeker. Her şeyi kuşatan rahme­tiyle Allah Teâlâ işlerin çoğunu affetmeseydi ve bu rahmetin bir neticesi olarak kula genişlik, imkânlar, bu hakları yerine getirirken kendisine yardım eden yardımcı ve hizmetçiler vermeseydi, insan üzerindeki görevleri yerine getirmezdi. Bu haklarla ancak Allah Teâlâ’nın zikrettiklerimi­zi gösterdiği kimseler hesaba çekilebilir. Allah Teâlâ ‘Kuşkusuz bunda kalbi olan, kulak veren ve şahit olan kimse için öğüt vardır’40 der. Nitekim Kur’an’ın indirilmesinin nedeni bir insanda tebliğ, bir açıdan tevhidi bildirmek, bir açıdan unuttuklarını hatırlatmak olarak tezahür eder. Bütün bu gayelerle muhatap olan ise aynı kişidir ve o da insandır. Allah Teâlâ ‘Kur'an insanlar için bir tebliğidir’41 buyurur. Kur’an bir insan olması bakımından her insan için bir tebliğdir. ‘Onunla korkutsun di­ye...’42 Kastedilen aldandığı ve tehlikede olduğu hakkında insanı uyarmaktır. Böylece tehlikeden çekinirler. ‘Bilsinler ki Allah Teâlâ tek ilah­tır.’43 Yani Allah Teâlâ dilediğini yapandır, iradesini geriye çevirecek yoktur. ‘Akıl sahipleri hatırlasınlar diye...’44 Yani Kur’an vasıtasıyla kendisi hak­kında onları şahit kıldığı üzere, yaratılmışın rabbi olduğunu öğrensin­ler. Bunu öğrenmekle üzerlerine zorunlu olan vazifeleri öğrenirler. Bu vazifeler O’nun efendiliğini kabul eden köle üzerinde efendinin hak­kıdır. Bir köleyi insan başkasından satın aldığında, artık kölenin onun efendiliğini ve sahipliğini ikrar etmesi şarttır. Kölenin efendinin onun sahibi olduğu iddiasmı işitmesi (akdin gerçekleşmesi için) yeterli ol­madığı gibi bizzat kendisi itiraf etmedikçe efendinin onun sahibi ol­duğunu söyleyerek köle üzerinde Hakk iddia etmesi ve ona karşı delil sahibi olması söz konusu değildir. Hâlbuki insanların çoğu bundan habersizdir. (İtiraf şarttır,) çünkü asıl olan hürriyettir ve asim bütün sonuçlara eşlik etmesi şarttır. Kölenin efendinin sahipliğini itiraf et­mesinden sonra kölede asıl olan (hürriyet) kölelik haline gelir, kölelik hali onun adına hürriyet sabit oluncaya kadar kendisine eşlik eder. Hürriyetin iddia edilmesinde de durum böyledir. Allah Teâlâ ‘Rabbin Ademoğullarınm sırtlarından zürriyetlerini alıp onları kendilerine şahit tutup ‘ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ demiş, onlar ‘Evet Rabbimizin de­mişlerdir’45 buyurur. Bu itiraf ile Allah Teâlâ’ya bağlılık ve O’nun kulu olmak hâli kulların üzerinde ortaya çıkmış, bu ikrar nedeniyle kulluklarının gereğini yerine getirmeleri talep edilmiştir. Bu durum ‘Akıl sahipleri hatırlasınlar diye...’46 ayetinde belirtilir. Hatırlamak unutulmuş önceki bir bilgi hakkında söz konusu olabilir ve onu bilen insan unutana hatırlatır. Yaratıkları karşısında Âllah, bilinmeyen sahiptir; bilinme­yendir, çünkü onlar bu beraberlik ve sohbetten habersizdirler. Bu nedenle de O’na mahsus vazifelerden dolayı hesaba çekilmezler; iman ederek veya müşahede ederek o hakkı gören ise ondan dolayı hesaba çekilir. Perdeli âlim habersiz olması nedeniyle günahlardan korkarken arif müşahedesi nedeniyle kâfirlikten korkar -ki o örtmek demektirve şöyle der: ‘Keşiften sonra perde çekildi.’ Allah Teâlâ’dan koruyucu bir masumiyet diliyoruz. O koruma sürekli müşahede hâli demektir ve bu hâldeki birinin bütün tasarrufları mubahtır. Çünkü günahkâr kul günahının ardından günahını bağışlayacak veya günahı nedeniyle onu cezalandırabilecek bir rabbi olduğunu imanla bilirse, kuşkusuz ona tasarrufları mubah kılınmıştır ve tasarrufundaki engellenme ortadan kalkmıştır. Günahkâr hakkındaki durum böyleyken, kendisi vasıtasıyla Ve kendisinde fail olanın kim olduğunu müşahede edip bütün varlıkla­rın sudur ettikleri mertebeden sudur edişlerini gören birisi hakkında ne düşünürsün?

Bunu anlayıp üzerinde derinden düşünürsen doğruya ulaşırısın. ‘De ki! Rabbim, benim bilgimi arttır.'47 Ben sabit bir şeriattan ve sabah gibi berrak dinden bu sözleri aktardım. ‘O’nda kuşku yoktur, takva sahipleri için hidayettir.’48 ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

HALİFELİK MERTEBESİ

el-Halife İlahi İsmi

Halifelik beşerde Allah Teâlâ’nın sırrı Bu nedenle içerdiği zararları da yüklenmiş

Ben halifeyim, bende kendimden başkası yok Korkmuyorum, çekinmiyorum başkasından

Hakkın varlıklardaki halifesi kimdir:

Melek veya beşer, Hakkın suretiyle zuhur edendir

Kitabın açık beyanıyla zikredilen kişi

Oğul (Davud) veya ata (Adem), hepsi de zikredilmiş

Halifenin mertebesi varlıklarda meçhul Haktır, başkası katılmaz ona

Onu görürsen melekler secdeye kapanmış bir halde Onun zatına secde ederler; ‘sihir sahibi’ dersin

Secdeye direnenin mertebesi hemen düşer Kâfir olmuş gibi sürekli hüsrandadır

Bu mertebenin sahibi Abdülhalife diye isimlendirilir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem yolculuk esnasında dua ederken şöyle demiştir: ‘Sen yolculuk­ta sâhib olansın.’ Daha önce bu konuda açıklamalar yapmıştık. Hadi­sin devamında ise ‘Ailede halifesin’ buyurmuş, O’nu halife diye isim­lendirmiştir. Yani Allah Teâlâ’yı halife seçmiş, yolcunun evden ayrılmasının ardından ailede kalan ‘halife ve vekil’ olduğunu beyan etmiştir. Bu itibarla Allah Teâlâ yolculuk yapmak üzere ayrılan kişiye göre ailedeki halife iken yolculuğa çıkmamış hane halkı için ‘sâhib’tir (eşlik eden). Bunun­la birlikte burada halife olması yönüyle Allah Teâlâ’dan söz ediyoruz. Allah Teâlâ her nefs üzere kaim olandır. Çünkü ‘Adamlar kadınlar üzerinde kaim­di r.’49 Onlar ailelerinden ayrılarak yolculuğa çıkmış, Hakkı kendi yer­lerine halife bırakmışlardır ki onlara ait işleri yerine getirsin ve uygu­lasın. Bu mertebeden Allah Teâlâ yeryüzünde halifeleri birbirlerinin ardın­dan gelecek şekilde birer kişi olarak belirlemiş, bir zaman içinde iki kişinin yöneticiliği sahih olmamıştır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem iki halifeye biat edildiğinde ‘ötekini öldürün’ buyurdu. Öte yandan onun bize Allah Teâlâ’nın ailesi içerisinde yolcunun halifesi olduğunu bildirdiğinden kuşku duymayız; Allah Teâlâ kendi belirlemesiyle halifedir, daha sonra kendisin­den söz edeceğimiz vekâlette olduğu gibi, yolcunun kabulüyle değil! Allah Teâlâ kendisini yolcunun ailesinde halife kılarken onların ilahları, yaratıcıları, rableri ve rızık verenleri olması itibarıyla kendilerinde sahip olduğu hükmün aynısına sahiptir. Bu durumda onlar meluhlar, yaratılmışlar, rızıklananlar ve merbublardır. Allah Teâlâ bir adam veya onun görevini yerine getiren kimse için onların kendisinin üzerindeki hakla­rını belirlememiştir, çünkü yolcu olup da ailesinden uzak kaldığı süre­ce o hakları yolcular adına üstlenen bizzat Allah Teâlâ’nın kendisidir. Onlara verdiği nimet vb. gibi kişinin (yanlarında yokken) yapmakla zorunlu olmadığı hususları halifelik mertebesinden değil, başka bir mertebe­den yerine getirir; bunlar vergi, ikram ve cömertlik mertebesinden karşılanır. Ailenin başlarında duran (sorumlu) kimse üzerinde geçimin dışındaki hakları ise ailenin korunması, muhafaza edilmesi ve gözetil­meleridir. Uzakta kalan birinin yerini (aileye karşı) kötülük yapmak üzere alan kimse (hilafet bi’s-su), hiç kuşkusuz, büyük günah kapıla­rından birini açmış demektir. Böyle bir insan ailede halife olarak bu­lunan (Hakkın) haremini ihlal etmiş, O’nun hilmi ve mühlet vermesi kendisini aldatmış, Allah Teâlâ’nın mühlet vermedeki sırrını anlamamış de­mektir. Bu sır, evde bulunmayana dönen hayırla ilgilidir. Çünkü evde bulunmayan o insan mümindir ve Allah Teâlâ mümin hakkında hüküm verirken mutlaka onda bir hayır vardır. Bununla birlikte haremi ihlal eden kişi de ‘ihlal edişi’ bakımından ‘değiştirme hayrını’ elde eder. Bununla birlikte onun halifenin haremini ihlal etmesi bakımından durumu O’na kalmıştır, onun hakkında bir tercih olmaksızın umut ile korku arasında bulunmanın dışında hüküm vermiyorum. Bakınız! Hz. Musa şöyle der: ‘Benden sonra bana ne kötü bir şekilde halife oldunuz.’50 Hz. Musa bu sözünü kavminde yerine halife olarak bıraktığı Hz. Ha­run’a yönelik değildir. Onları halife diye isimlendirmiş, fakat onları halife olarak bırakmamış, Hz. Musa onları ardında bıraktığında söz konusu insanlar kendisine ‘halife’ olmuş, Hz. Musa ise Rabbine doğru giderken onları böyle isimlendirmiştir.

Bu mertebenin gerekleri hakkında dikkatini çektiğim hususlara aldım vermelisin! Başarıya erdiren Allah Teâlâ’dır, O’ndan başka Rab yok­tur.

CEMAL MERTEBESİ

el-Cemil İlahi İsmi

el-Cemil düsturu ihsan olan kimse 0 varlıkların değerini bilen ve bildirendir

İçimizden kendisini gören sever el-Cemil’i Varlığı görür, hikmetini izhar eder onda

Bu mertebenin sahibi Abdülcemil diye isimlendirilir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Ayakkabımın güzel, elbisemin güzel olmasını severim’ diyen bir adama şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ güzeldir ve güzeli sever.’ Hadisi Müs­lim es-Sahih’inin Kitabü’l-iman bölümünde zikretmiştir. Başka bir hadiste Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Allah Teâlâ kendisine karşı güzellik yapmaya en uygun kimsedir’ buyurur. Bu mertebeden Allah Teâlâ süslenmeyi kendisine izafe etmiş, bize Allah Teâlâ için süslenmemizi emrederek şöyle buyurmuş­tur. ‘Süslerinizi takınız.''51 Bunlar her mescitte bulunan Allah Teâlâ’nın süsleri­dir ki, kastedilen münacat vaktidir; münacat vakti olan namaz, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ve bütün müminlerin göz aydınlığı kılınmıştır, çünkü Allah Teâlâ namaz kılanın kıblesinde bulunduğu için namazda bir arzu ve özlem vardır. Bir hadiste ‘O'nu görür gibi Allah Teâlâ’ya ibadet et5 denilir.

Kuşkusuz güzellik zatı gereği sevilir. Bununla birlikte süs güzelli­ği eklendiğinde ise ‘nur üzerine nur’ gibi güzellik üstüne güzellik olurken muhabbet üzere muhabbet hâsıl olur. Her kim Allah Teâlâ’yı cemali ve güzelliği nedeniyle severse, (bilmelidir ki) O’nun cemali âlemin güzelliğinden görülen bir şeydir. Allah Teâlâ âlemi kendi suretinde yarat­mıştır. Bu itibarla âlemi güzelliği nedeniyle seven, gerçekte, Allah Teâlâ’yı sevmiş demektir. Hakkın âlemin dışında tecelli veya taayyün ettiği bir yer yoktur.

Burada İlâhî ve nebevî bir sır vardır ki, peygamber veya nebi ol­masam bile -fakat varisimnübüvvet mertebesinden o sırra tahsis edildim:

Öyle bir sırra tahsis edildim ki kimse bilmez onu Bir ben bilirim, bir de şeriatta onu araştırırız

O nebi Allah Teâlâ’nın resulü ve en hayırlı insan Ona bize getirdiği şeriatta uyarız

Allah Teâlâ âlemi örneksiz bir şekilde son derece güzel ve kâmil yarat­mıştır, çünkü Allah Teâlâ güzeli sever ve O’ndan başka güzel yoktur. De­mek ki Allah Teâlâ kendini sevmiş, sonra kendisini başkasında görmeyi sevmiş ve irade etmiştir. Bunun için de âlemi kendi güzelliğinin sure­tinde yaratmış, ona bakmış, bakışın kendisini sınırladığı kimsenin sevmesi gibi onu sevmiştir. Sonra âleme yayılan mutlak güzellikte arızî ve sınırlı bir güzellik (cemal) yerleştirmiştir. Âlemdeki tikelleri, güzel veya daha güzel olmak üzere bu güzellikte kısımlara ayrıştırmış, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in bildirdiği üzere Allah Teâlâ bu ayrışmayı dikkate almıştır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem kendisine bu bölümde zikrettiğimiz Müslim’in esSahih’inde aktardığı sözleri söyleyen birine ‘Allah Teâlâ güzeldir’ demiştir. Hadisin anlamı şudur: ‘Öncelikle sevmen gereken kimse Haktır, çün­kü sen güzeli sevdiğini söyledin ve Allah Teâlâ güzeldir! Rabbin için güzel­leşirsen, O da seni sever. Güzel olabilmen ise bana uymanla müm­kündür. Bana uyman senin süsündür.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in hadisi bu anlama gelir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘De ki Allah Teâlâ’yı seviyorsanız bana uyun ki, Allah Teâlâ da sizi sevsin.’52 Yani benim süsümle ve ziynetimle süslenin ki Allah Teâlâ sizi sevsin! Çünkü Allah Teâlâ ancak güzeli sever. Ayetle Allah Teâlâ, âşıkla­rı mazur kılmıştır: Âşık kendi gözünde sevgilisini âlemin en güzeli olarak görür. Öyleyse âşık ancak kendisine göre güzel birini görmüş­tür ve aksi düşünülemez. Bir ayette ‘Kötü ameli kendisine süslenip onu iyi gören kimse’53 denilir. İnsan kötü amelini güzel görmemiştir, sadece ameli süsleyen ziyneti görmüştür. Kıyamet günü amelin çirkinliğini gördüğünde, amelinden kaçarken ona ‘İşte bu sevdiğin, bağlandığın ve arzuladığın ameldir’ denilir. Mümin şöyle der: ‘Onu severken bu nitelikte ve bu özellikte değildi. Onun üzerinde bulunup da onu bana sevdiren süs nerededir? Ben ameldeki ziynete ve süse ilgi duymuştum, yoksa o amele değil! Fakat ziynetin bulunduğu yeri de dplaylı olarak sevmiştim.’ Allah Teâlâ meleklere şöyle der: ‘Kulum doğru söylemektedir! Amelin üzerindeki süs olmasaydı onu güzel görmezdi.’ Bunun üzerine süsü amele döndürürler, Allah Teâlâ da amelin kötülüğünü iyiliğe çevirir. Böylece kişinin amel hakkındaki sevgisi geriye döner ve tekrar ameline bağlanır. Allah Teâlâ bu ifadeyi, yani ‘Onlara amelin kötülüğü süslü gösteri­lir’ ifadesini dikkatli kulu delil sahibi olsun diye söylemiştir. Binaena­leyh zeki müminin peygamberin kendisinden aktardığı Allah Teâlâ’nın kela­mında hiçbir şeyi göz ardı ve ihmal etmemesi gerekir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Peygamber arzusundan konuşmaz.’54 Bu itibarla dinlerini oyun ve eğ­lence edinenler hiç kuşkusuz kınanmıştır. Günümüzde onlar semâ ehli, def ve kanun çalan kimselerdir. Rızasına aykırı işler yapmaktan Allah Teâlâ’ya sığınırız!

Defle, kanunla, oyunla dindarlık olmaz

Din, Kur’an’a uymak ve edepli olmaktır

Allah Teâlâ’nın kitabını duyduğumda beni harekete geçirir

Semâ budur, kulaklarım ise perdeli

Hiçbir gözün görmediğini görünce ben            .m                     \ :

Kitaplardaki nurları görendenbaşkası                                    ;

Kur’an’ı inzal edendir benim ruhuma

Perşembe günü, bir güçlük ve zorluk olmaksızın

Rabbimin inayeti feyezan ettiğinde                        ;

Kalbime doğru ve bana nida ederken Kesib’de                      ;

Sen şefaati umulan imamsın

Günahkârlar umar şefaatini, sen güçlükteki sırsın

Sen olmasaydın yıldıza veya ağaca ibadet etmezlerdi Veya sana yaklaşmak üzere yaptıklarını yapmazlardı

Allah Teâlâ’dan tebliğ getiren ancak dinleyene rahmet olmak üzere bilgi getirmiştir; dinleyici akıllı ve zeki olursa gelen vahiy onun lehineyken ‘eşek’ olursa aleyhinedir. Güzellik özü gereği heybet verir. Hakk ise hiçbir şey karşısında heybete kapılmaz. Hiç kuşkusuz Allah Teâlâ’yı bilen peygamber, O’nu güzel ve heybet sahibi diye tavsif etmiştir. Heybet insana içinden geçirdiği bir takım konuşmaları terk ettirir. Başka bir ifadeyle insan sevgilisiyle bir araya gelip ona kavuştuğunda yapmaya niyetlendiği bazı işleri terk ettirir. Böylece güzelliğin heybeti içinden konuştuğu o hususları yapmayı engeller. Allah Teâlâ kendisini karşılaştığı kuluna karşı hayâ sahibi olmakla nitelemiştir. Öyleyse Allah Teâlâ için hayâ, yaratılmıştaki heybetin yerini alır. Binaenaleyh kulun hali cezalandı­rılmayı gerektirdiği halde, Allah Teâlâ onunla karşılaştığında hayâ eder, onu cezalandırmaz. Bu nedenle kulların arasından cezalandırılacak kimse­lerin o gün Rablerinden perdeleneceklerini söylemiştir. Allah Teâlâ kendi­siyle cezalandırılacak kullarının arasına perde çeker ve böylece onlar Allah Teâlâ’yı göremezler. Görme gerçekleşseydi, Haktaki hayâ özelliği, yara­tılıştaki cemalin (ortaya çıkardığı heybetin) yerini alırdı. Demek ki hüküm bir iken illet farklıdır.

Bu mertebeyi hakka’l-yakin bir şekilde öğrenmeli ve onu düstu­run haline getirmelisin! Bu itibarla bazen zillet, yoksunluk, huşu, ürperme, secde, rükû gibi niteliğinle, bazen kerem, lütuf, yumuşaklık, günahları aşağılamak, affetmek, hoşgörü, mağfiret gibi Allah Teâlâ’ya ait bir nitelikle süslenmeli ve güzelleşmelisin! Bunlar Allah Teâlâ’ya ait süsler oldu­ğu kadar O’nun süslerinin bir kısmı kullarına yasaklanmıştır. Bu me­sabede olduğunda, Allah Teâlâ seni sever. Bunun nedeni söz konusu nitelik­lerle seni güzelleştirmiş olmasıdır; bu sevgi, amili güzellik olduğu için, içinde minnetin bulunmadığı sevgidir. Bu sevgiyi açıklamak için tövbekâr olan ile tövbe etmeyen için mağfireti verebiliriz. Tövbekar için bağışlama ve mağfirette minnet yoktur, çünkü kulun tövbesi Allah Teâlâ’nın bağışlamasını talep etmiş ve gerektirmiştir. Tövbe etmeyen için mağfiret ise saf minnet ve ihsandır. Allah Teâlâ zorunlu mağfiret hak­kında şöyle der: ‘Onu takva sahiplerine ve zekât verenlere yazacağım.’55 Takva sahibi ve tövbekâr olmayan ise Allah Teâlâ’nın rahmet ve mağfiretini O’nun mutlak ihsanından talep eder. Binaenaleyh Allah Teâlâ’nın bu özel yönden minnet ve ihsanının üzerinden kalkmasını istiyorsan, kendini güzelleştirmelisin (cemal)! Allah Teâlâ’nın..süsüyle güzelleştiğinde ise -bu da O’nun muvaffak kılmasıyla gerçekleştiği içinbu durumdaki ihsan sana kâfidir. Ayette ‘Allah Teâlâ’nın rahmetiyle onlara yumuşak davrandın’56 denilir. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’

TES'İR MERTEBESİ                                       

el-Mus'ir İlahi İsmi

el-Mus’ir besinleri tertip eden                                                       .

Haller ve vakitler açıklansın diye

Canlıları öldürür, fiili müşahede edilir bizde

Cömertliği ölülere hayat verir                      1 ;

Nefislerimiz bir araya geldikten sonra çevirir bizi

.. Sadırlarda bir araya gelirler; dağınıkları görürüz

. Allah Teâlâ varlığının arzında bizi bitirdi

Kendi varlığından var oluşumuzda bitkiler gibi

Bu mertebenin sahibi Abdulmus’ir diye isimlendirilir. Bu merte­be rızık mertebesinin üzerinde hüküm sahibidir. Bunlar sahip olunup alış verişe konu olan rızıklardır. Söz konusu mertebe onların değerle­rinin belirlendiği mertebedir ve bu değerler rızıkların bedelidir. Onun değerini ve ölçüsünü ise sadece Allah Teâlâ bilir, çünkü onlar, Allah Teâlâ için verilmiş misaller mertebesindendir. Allah Teâlâ bu konuda bize yasak geti­rerek ‘Allah Teâlâ için misal vermeyiniz, Allah Teâlâ bilir, siz bilmezsiniz’57 buyurur. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e ‘Bizim için mallara narh koy* denilmiş, o da şöyle demiştir: ‘Narhı koyan Allah Teâlâ'tır. Ben Allah Teâlâ ile karşılaştığımda üzerim­de kimsenin hakkı bulunmasın istiyorum.’ İki şey arasındaki kıymet­lendirmeyi belirleyen ölçü ve tartı meçhuldür; bunun tam olarak bi­linmesi mümkün değildir. Alım ve satım esnasmda çarşının durumu, insanların halleri bilinmediğinde, geride sadece alan ile satan arasında gerçekleşen karşılıklı rıza kalmıştır. Hükümler ve kıymetlendirmeler, vakitlerin değişmesiyle değişirken haller de vakitlerin otoritesi nede­niyle değişir.

Her vaktin onu belirleyen bir hali var

Her hal bir hüküm ve tertiptir

Onu ancak vaktini belirleyen bilir

Değerlendirmede ancak süsleme fayda sağlar

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Fiyatı belirleyen Allah Teâlâ'tır’ hadisinden şunu an­ladık:

Cömert fiyatı artırır, düşürür

Hâlbuki fiyatı belirleyen O’dur, hükmü sabittir

el-Kebir’dir, O’nun el-Mütekebbir olması

Kıyastan münezzeh olmak, makam hayrete düşürür

Böyle olmasaydı bizim hükmümüze bağlı kalırdı

Bizim hükmümüz gerçeği görmeye engeldir

Yüzlerin zatına bakmasının hikmeti nedir?

Bizim söylediğimiz bu sözü derinden tefekkür edin

Allah Teâlâ alış verişe konu olan eşyanın fiyadarını belirlemede âlemdekilerin dilleri olduğunu bildirmiştir. Bir mala işaret koyan, kimin koyduğunu bilmelidir. Hiç kimse kardeşinin işaret koyduğu mala işaret koymamalıdır. Bir mümine kardeşinin evlenme teklifinde bu­lunduğu bir kadına evlilik teklifinde bulunmak yasaklandığı gibi onun alış verişini bozmak da yasaklanmıştır. Bu itibarla evlenme teklifi de bir tür alış veriş sayılır, çünkü evlilik, bir organdan yararlanmak üzere bedel ödemek demektir. Bu nedenle mehir gerekir ki o kıymet, bedel ve karşılıktır. Binaenaleyh alış veriş de karşılık ödemek demektir.

Alım ve satım O’na ait O’nunla konuşulur -aklederseniz-

Keşfin ve delilin hükmü böyle Peygamberlerden böyle nakledilmiş bize -

‘Allah Teâlâ müminlerin canlarını ve mallarım satın almıştır.’58 Ayete göre Allah Teâlâ ile mümin arasında -müminin hayvani nefis sahibi olması itiba­rıylaalış-veriş gerçekleşmişken satıcı nefstir. Nefs-i natıka (düşünen nefs) Allah Teâlâ’dan kendisiyle nimetleneceği hususları -ki cennettirve çatışma yerini satın alır, o yerde şehit düşmek ister. Müşteri olan Allah Teâlâ onu alır, evine götürür, orada hayatta kalmasını sağlar ki, bedelini alsın! O bedel cennettir. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘Şehitlerin Rablerinin katında mutlu bir şekilde rızıklanarak hayat sahibi olduklarını’59 söylemiştir. Se­vinmenin nedeni ölmeden intikal ettikleri ahirette kazançlarını gör­dükleri alış veriştir. Allah Teâlâ nefs-i natıkayı (düşünen nefs) kendi katına çeker, onu Hakkı ve kendisindeki hükümleriyle tasarruflarını göster­mekle meşgul eder. Binaenaleyh mümin insan, hayvanı nefsi itibarıy­la, Cennet’teki nimederle nimedenirken ulaştığı yerde gördüğü nimet­lerle bu kez nefs-i natıka (düşünen nefs) nimedenir. Düşünen nefs kendisini satın alan Efendiyi görmekle nimedenirken mümin adına iki nimet ortaya çıkar, çünkü sattığı şey, onun sevgilisiyken onu ancak böyle bir iyiliğe ve hayra ulaşmak üzere satmıştı. Bu durumda Allah Teâlâ nezdinde mümin için sevinç ve haz ortaya çıkar. Akıllı ve natık nefsi satın almış olan Allah Teâlâ’nın katında onun adına bir haz ve mutluluk mey­dana gelir. Onu satın alması sebebiyle de asıl bakımından bu nefs Allah Teâlâ’ya aitti. Allah Teâlâ ‘Ona ruhumdan üfledim’60 buyurur. Bu nedenle bela­lara ve imtihanlara maruz kalmış, mümin belalarda iddiada bulunur,

Allah Teâlâ da ona ikramda bulunur ve kendisini böyle bir müminin hasmı saymaz. Çünkü müminler kardeştir ve bu nedenle kendisinden satın aldığı hususta ona lütufkâr davranır ve karşılığı ona gösterir. Onun müşahede lezzeti hakkında bilgisi yoktur. Çünkü bu müşahede ona ait değildir. Bu nedenle alış verişe karşılık verir. Allah Teâlâ da ondan bunu satın alır. Müşterinin elinde bulunduğunda, bedel Hakk tarafından bir lütuf olarak ödenir. O artık sahip olmadığı bir konuda iddiada bu­lunmasını gerektirmeyecek bir yerde bulunmuştur. Orası -kendisine eşlik eden keşif nedeniyleahirettir.

Söylediğimiz durum, yolculuk esnasında Cabir b. Abdullah’tan belirli bir fiyat karşılığında katırını satın alırken Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem tara­fından temsil edilmiştir. Cabir b. Abdullah Medine’ye kadar deveye binme şartı koşmuş, satın alan da şartı kabul etmişti. Medine’ye ulaş­tığında bedeli hesaplanmış, onu aldığında ve ayrılmak istediğinde devesini ve bedelini birlikte kendisine iade etmişti. Bu bir alım ve alımda ileri sürülen şarttır. Allah Teâlâ da öyle yapar. Müminden canını bit bedel -Cennet’tirkarşılığında satın almış, ona Medine’ye taşınma şartı koşmuştur. Bu şartın (Allah Teâlâ ile gerçekleşen alış verişteki) anlamı, cihada çıkmaktır. Cihada çıkıp şehit düştüğünde, bedelini alır ve canı kendisine geri verilir. Bu sayede mümin bütün olarak natık nefsin kendilerinde halden Hakk girdiği bilgi ve marifetlerle nimetlenir. Hay­vani nefs yemekler, içecekler, giyecekler, cinsel arzu, binekler gibi bütün duyulur nimetlerle nimetlenir. Bulunduğu mertebede, mekân­da, menzile ve menzilde sevinir. Kazanan mal ve hiçbir zaman zarar etmeyecek kurtarıcı ticaret budur.

Allah Teâlâ bizi ve sizi afiyetle selamet içerisinde şehitler mertebesine ulaşanlardan ve saadete erenlerin ölümü gibi ölenlerden eylesin! Onlar ecir, nur elde edenler ile mukame cennetinde ve sürür yerinde iki nimetin hazzını kazananlardır. Bu ticaret zarar etmeyecek ticarettir.

‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’

YAKINLIK VE KURBET MERTEBESİ

el-Karibu' 1-Akreb (Yakınların Yakını) İlahi İsmi

Allah Teâlâ’ya en yakın olan Bil ki O’nun kuludur

O benim sırrımı bilir Açıkladığımı bildiği gibi

Deme ki ‘sen bensin’

Allah Teâlâ’ta mazeretim ortaya çıksın

Ben yakın bir kulum Akrabam gibi varlığıma yakın

O nefstir, sıkıntı var bende Gönlümün daralmasına yol açar

En yakın mertebe mertebelerin en üstünü Fetret ehline ait zatı gereği

O içinde uzaklık bulunan yakınlık Sürçmeleri olduğu söylenen kimse için

Bu mertebenin sahibi Abdulakrab ile Abdulkarîb diye isimlendiri­lir. Allah Teâlâ el-Karib’tir, çünkü bize şah damarından yakındır. Ayette ‘Ben yakınım, dua edenin duasına icabet ederim61 denilir. Başka bir ayet­te ‘O duyandır ve yakın olandır62 denilir. Allah Teâlâ tenezzülüyle yakın olandır. Bu itibarla Allah Teâlâ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in bildirdiği gibi Arş’tan yakın semaya tenezzül eder. Bu durumda Allah Teâlâ akrab, yani daha yakın olandır. O her nerede bulunursak bulunalım bizimle beraberdir. Bu nedenle el-Karib ve el-Akrab, yani yakın ve daha yakın olan diye nite­lenmiştir. Allah Teâlâ bize bizden yakındır, çünkü şah damarı bizdendir. Ayette geçen (hablü’l-verid ifadesindeki) habl ise kavuşturan şey ve ip demektir; gerçekte kavuşturan ise Allah Teâlâ’dır, çünkü kavuşma O’nunla gerçekleşir. Biz O’nunla duyar, O’nunla görür, O’nunla ayakta durur,

O’nunla oturur, O’nunla irade eder, hüküm veririz; yoksa bütün bun­lar şah damarına ait fiiller değillerdir. Binaenaleyh Allah Teâlâ bize şah da­marından daha yakındır. Çünkü damarlara ait hükümlerin kendisine izafe edildiği şah damarının nihaî özelliği hayatın ve kanın aktığı yer olmasıdır.

Allah Teâlâ bize yalanlığını şeriatında ifade ederken onu, bizi suretinde yaratmış olmasıyla irtibatlandırmıştır. Suretinde yaratmış olmakla bizi, benzerler menziline yerleştirmiştir; iki benzer birbirine zıttır. Bu itibarla bir zıt, zıddından son derece uzak olduğu kadar kendine mah­sus niteliklerdeki ortaklık nedeniyle ona son derece yakındır. Kul Allah Teâlâ’nın bildirmesiyleAllah Teâlâ’dan bu şekilde uzak olduğunu öğrendi­ğinde, Allah Teâlâ kendisine yakınlık yollarını kuluna açıklamış, bu uzaklıkla birlikte onun duyması, görmesi ve bütün güçleri olmuştur. Allah Teâlâ’nın kulun güçleri haline gelmesi, kulun Şâri’nin yapmasını emrettiği işleri yapmasıyla mümkündür. Kul zelil ve yoksul olduğu için (Hakka) zıt iken buna karşılık sureti bakımından zıddının benzeridir. Bu nedenle zelil ve yoksul olmasına rağmen yapması emredilen işlerde fiil kula izafe edilebilmiş, kendisine nispet edilen bu fiillerle O’na yaklaşabilmiştir. Bu yakınlık, Hakkın hüviyetiyle kulun bütün güçleri ve organ­ları olduğunu belirttiği yakınlıktır ve ondan daha fazla bir yakınlık söz konusu değildir. Burada Allah Teâlâ ‘onun duyması, görmesi, dili, eli ve ayağı’ diyerek zamiri kula döndürmüş, kulun varlığını ispat etmiş ve olumlamış, onun kendisi olmadığını bildirmiştir. Çünkü kul sadece güçleri itibarıyla O’dur ve bu güçler onun zatî tanımının parçasıdır. Nitekim ayette Allah Teâlâ ‘Sen attığında sen atmadın, fakat Allah Teâlâ attı’63 der. Burada suret ve mana beraberce Allah Teâlâ’ya aittir. Öyleyse bütün sana aittir, çünkü O bütünün kendisidir. Binaenaleyh âlemde en güzel isimlerinin menzillerinde Allah Teâlâ’dan başka kimse yoktur. O’nu (isimle­rinden) başka kendisinden tenzih ve tespih edeceğin herhangi bir kimse yoktur.

Yakınlık ve yakın olmak O’na ait

Kalp ve beden O’na ait


içinde olduğumuz şey O’na ait Dış ve iç hep O’na ait

İş bütünüyle döner O’na Rahatlıkta ve güçlükte

Hakkın gazabı benim sıkıntım Mutluluk O’nunla gerçekleşir, hayret et!

Arzu ediyorsan çalışmalısın Yakın kulun suresine

Bir işi bitirirsen ötekine yönel Fakat sadece Rabbini arzula

Bu öyle bir ayet ki hükmüyle hareket eder Bende her şey

Biz zail olunca iş tektir Onda gidilecek bir yer yok

O’nunla varlığım hayat bulur O’nunla eğlenir ve oynarız

O’nunla ekmeğimi yerim Yemin olsun O’nunla içeriz

Varlığım O’nunla sevinir

Varlığım O’nun varlığı; kimdir yakın olan?

Kimedir benim yakınlığım?

O talep edilen her şeyin aynı

O’ndan uzaklaşsan bile Üzülme yine O’na doğru gidersin

Gerçekte talep eden O Yalan söylemiyorum bil


Bil ki ben çok arzuluyorum Bana yakın olanı

Allah Teâlâ yakınlığı belirtince, onu bu mertebeden zikretmiştir. Şeria­tın varlık sebebi iddiadır ve bu itibarla şeriat iddia edene ve etmeyene hitap etmiştir. Her birisi kıyamette kendi niyetine göre diriltilir, kendi dinine ve mezhebine göre hakkında hüküm verilir. Bu bağlamda ya­kınlık, bütün akıllı ve âlimlere göre, genel anlamda rahatlığın bulun­madığı bir yorgunluk (verir). Bunun tek istisnası Allah Teâlâ’nın amel edenin kim olduğunu göstermek ihsanında bulunduğu kimselerdir. Fiilin kabili ve taşıyıcısının yorulması kaçınılmazdır. Bütün işler Allah Teâlâ’ya dönse bile, kulun o işlerin zuhur ettiği bir yer olması gerekir. Başka bir ifadeyle kul işlerdeki elemlerin kendisine döndüğü bir yer iken aynı zamanda onları hissedendir.

Yakınlık ve yakınlığın mertebesi Bütünüyle güçlük demek olan bir mertebe

Yaratıkların işleri orada iyi düşünürsen, çetin

‘Kâfi’ desen bile sen ‘Kâfi deme, yorul’ der

Sen hataya düşersin                                               .

‘Yorulmadın’ dediğin kimse hakkında

İş sürekli böyle gider Nispetlerin hükmü bunu gerektirir

Dilersen ayır, dilersen

Birleştir, bir sebep olmalıdır                             .

Ciddiyetten uzaklaşma Şevkten habersiz olma

Böyle gelmiş Kitapta Okuduğumuz kitaplarda

VERGİ VE VERME -ATÂ VE İ'TAMERTEBESİ

el-Mu'ti (Veren) İlahi İsmi

Vermek demek perdenin kalkması Perdede ise hibeler bulunur

Onlar yüce ve üstün

Yaratılmışlara gelmeyecek kadar                                            '

Benim sözüm hadisliğimden ibaret Benim sıfatım özelliğimden başkası değil

Benden kendimden ayrılmamı irade etmen Benim sebatımdan başka bir şey olmaz

Makamımda eksiklik bulunur Seyrimde ise yönelme vardır

Hamd llah’a ait

Her daim ispat ederek imdat eder bana

Artık tek bir fert olur Zatında ve kelimelerinde

Benim dönüşüm O’na Ayrılışım ve dağılmamdan sonra

Benim O’na döndürülmem En güvendiğim iştir

Varlığımızı bize döndüren En büyük düşmanım benim

Dilersen sözümü ters çevir Bütün hayat benim ölümümde


Benim muradım ve sözüm Arzum ve hayatım O’nda

Benim dostum olan kimseler Ölümümü ister benim

Ölümle Rabbimle bir araya gelirim Ve hazırlık yaptığım kimseyle

O gizlice ve açıkça seven O benim dostumdur ve ölülerin

Bu mertebenin sahibi Abdulmu’ti (verenin kulu) diye isimlendiri­lir. Kul sadakayı alan ve veren iken sadaka verilirken Rahman’ın eline düşer. Demek ki sadakayı alan Allah Teâlâ olduğu gibi veren de Allah Teâlâ’dır. ‘Her canlının perçeminden tutan O’dur.’64 Her şeyin hakikati ve kabiliye­ti Allah Teâlâ’ya kendi perçeminden ve alnından tutma imkânını ‘vermiştir’. Bunun nedeni her şeyin Allah Teâlâ’nın karşısında zelil olmasıdır, çünkü her şey kuldur. Her kimin perçeminden tutulursa, o kişi zelildir ve her şey Allah Teâlâ’nın kuludur. Başka bir ifadeyle her şey, zatı gereği, zelil ve hor iken Allah Teâlâ Aziz ve Hâkim’dir.

Cömertlik ve kerem O’na ait

Her şeye yayılan seha (cömertlik) O’na ait

Nimet verirken vehb O’na ait Himmetleri talep edene       -

‘Hayır’ın hükmü nedir bilinmez ‘Evet’in hükmü de bilinmez

O’na ait olan varlık

Bizim nezdimizde tamamen ‘evet’

Kuşkusuz Bel’am bir ibret Söylediği ve tamamlanan sözde

Zuhur edene bakınız Hüküm veren kimseye bakınız

O ‘hayır’ hükmündeki benim sözüm Anlayan kimse bilmez

Siz onu apaçık olarak alın Ben görseydim şayet

Görülen hakkında sakın deme:

Zalim oldu ve haksızlık etti

Ondan ve bundan yücedir Gerçeği gizleyin kendi aranızda

Allah Teâlâ için ‘vermek’, zorunlu ve ihsan vermesi olmak üzere ikiye ayrılır: Allah Teâlâ’nın âleme varlık vermesi ihsan iken âlemdeki her varlığa yaratılışını vermesi zorunludur. Bu durum ‘Her şeye yaratılışını verdi’65 ayetinde belirtilir. Yani gerçekte yaratılışını verdi. ‘Sonra hidayet etti.’66 Burada her şeye yaratılışını vermiş olduğunu belirtir. Cömertlik, ni­met vermek ve zatî ikram Allah Teâlâ için böyle bir vermeyi zorunlu kılmış­tır. Allah Teâlâ ‘Rabbiniz üzerine rahmeti yazdı’67 der. Böylece Allah Teâlâ âleme, fakat âlemin bütününe değil, belirli bir kısmına rahmet etmeyi kendi­sine vacip kılmıştır. Bu kısım ‘Sizden bilmeden kötülük yapan, sonra tövbe eden ve işini düzelten...’68 ayetinde ifade edildiği üzere, belirli bir niteliğe sahip kimselerdir. Başka bir ayette ise ‘O rahmeti takva sahibi, zekât veren ve ayetlerimize iman eden, ümmî peygambere uyanlara yaza­cağım’69 der. Bu niteliklerden yoksun olanlara ise Allah Teâlâ -bir nitelik bulunmaksızınihsan rahmetiyle merhamet eder. Ihsan rahmeti her şeyi kapsayan İlâhî rahmettir. İblis bile cehennemlik ve onun ehli olduğunu bilmesine rağmen ona tamah eder. Cehennem ehli olanlar oradan çıkmaz. Fakat Allah Teâlâ Cehennem’e ve onun içindekilere sadece Cehennem ve içindekilerin fark edebileceği bir nimetle ince bir şekilde merhamet eder; söz konusu nimet o yere ve oradakilerin mizacına uygundur. Öyle ki onlara Cennet takdim edilmiş olsaydı Cennet’e bakarak acı duyarlardı. Bu acı Cennetliklere, Cehenneme girmek teklif edildiğinde duyacakları azabın benzeridir. Cehennemden ve ona yak­laştıracak işlerden Allah Teâlâ’ya sığınırız!

Her mekânın kendine mahsus bir ehli var Orada nimetleri, rahmet ve hazları var

Kerih görülse bile sevimli Hakk gelir

Onları mutlu ve memnun eden bir mizaç nedeniyle

Cehennem ehlinin cenneti ateşte

Göz aydınlıkları oradadır, zat vermiş bunu

 Çünkü Allah Teâlâ’nın Rahman ismi arşa istiva etmiş:

Rahmet genel iken yaratılmışların payları değişik

Bu mertebeden Allah Teâlâ âlemi var etmiş, içerdikleri maslahatlar ne­deniyle şeriatleri indirmiştir. Onlar nefislerin gayelerinin kendilerine iliştiği çatışmacı ve üzüntü verici hususlara rağmen bütünüyle hayır ve iyilik olan hususlardır. Allah Teâlâ şeriadarda acı veren hususları rahmetiyle belli bir mizaca nahoş gelen hastalıklar gibi yaratmıştır. Bu itibarla ilaçta rahmet ilacın kullanımı esnasında bilkuvve bulunurken acı veren hastalığın gidip afiyetin gerçekleşmesi esnasında bilfiildir. Bütün bun­lar İlâhî vergi demektir. Biz şunlara -Cennetliklereve şu kimselere -CehennemliklereRabbinin ihsanından yardım ederiz! Zevk değişse bile, yardım herkesi kuşatır. ‘Rabbinin vermesinde sınırlılık yoktur.’70 Yani engellenmemiştir. Allah Teâlâ herkese verir. Buradan O’nun vermesi­nin ezeli rahmet demek olduğunu, rahmetin de nahoş olan olmayan her şeyi içermiş olduğunu anladık; buna gazap da dahildir! Alemde bulunan cevher veya hal her şeyi Allah Teâlâ’nın rahmeti kuşatmış ve ihata etmiştir. Bu rahmet her şeyin mahalli iken her şey onda ortaya çıkmış­tır. Allah Teâlâ er-Rahman ismiyle arş üzerine istiva etmiş, kelime ve hük­mü ise arşın altındaki kürsüde ikiye bölünmüştür. Aşağısı iki ayağın bulunduğu yer iken aynı zamanda orası kelimenin bölündüğü yerdir. Orada emir ile yaratma, yasaklama ve emretmek, itaat ile günah, Cen­net ile Cehennem ortaya çıkmıştır. Bütün bunlar, bir asıldan meydana gelmiştir ki, o da Rahman’ın niteliği demek olan rahmettir.

Üzerimizde rahmetiyle istiva etmiş Nimetimiz O’ndan gelen nimet

Yerimiz O’nun kabzasıyla sınırlanmış Dönüp dolaşırız orada ki hazzı elde edelim

Hakkın eli verme gücünde olduğu kadar tutma ve almak onun özelliğidir. Allah Teâlâ eliyle bizi kabzeder, biz de O’nun kabzasında bulu­nuruz. Bu itibarla el, vermenin ve cömertliğin mahallidir. Biz Allah Teâlâ’nın kabzasmda iken vermenin ve cömerdiğin mahallindeyizdir.

Sınırlama olmasaydı nimet var olmazdı Ne cennet ne cehennem olurdu

İki diyarda rahmet nimeti Ehlinde bulunmak üzere zuhur eder

Allah Teâlâ’nın sözü her sözden daha doğru

Biliriz ki O Bir ve Rahim’dir                                               .

Binaenaleyh yaratılış sürekli olduğu kadar vermek de süreklidir! Bu mertebe sayılamayacak veya herhangi bir şekilde kat edilemeyecek kadar geniş bir mertebedir ve zatı bakımından sonsuzluğa gider. Bu­nunla birlikte belirli süreler içerdiği gibi ondan çıkanların süreleri de kendisindedir. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

ŞİFA MERTEBESİ

eş-Şafi İlahi İsmi

Şifa acıları gidermek Ruhlar ve cisimler ona yönelir

işte bu söylediğimiz hakikat Büyük efendiler ona delil

Şeriat onu destekler, bu nedenle onu getirdik Akıllar ve hayaller onu destekler

Ben bir hastayım (illetli, malûl)

Bana kimse bildirmedi

Allah Teâlâ’nın eş-Şafi olduğunu

Gayret ettim, Hakk ise beni muhafaza eder

Ben telef olurken şifayı bilmem ki Bir süre verdiğim sözü yerine getirdim

Yerine getirenin kendisi olduğunu bana bildirmedi Her gruba göre, Hakk beni ispat eder

Severek; beni olumsuzlayarak da zuhur eder Her şahsın Kur’an’dan bir suresi var Okurken benim surem Li-ilafi (ülfet) suresi

Bu mertebenin sahibi Abduşşafi (şifa verenin kulu) diye isimlen­dirilir. Allah Teâlâ dostu Hz. İbrahim’in şöyle dediğini aktarır: ‘Hastalandı­ğımda bana şifa veren 0’dur.,n eş-Şafi hastalıkları gideren, gayeleri veren kimse demektir. Zira hastalıklar ancak gayelerin kaybolmasıylaortaya çıkarlar; gaye olmasaydı talep de olmaz, hastalık da olmazdı. Bu itibarla ‘şifa mertebesi’ sahiplerini gayelerine ulaştıran mertebe demektir. Demek ki belli bir gayenin olması kaçınılmazdır. Gaye ile kendisinde bulunduğu ve iliştiği kimse arasında engel meydana gelir­se, hastalık ortaya çıkar. Gayeye ulaşmak hastalıktan şifa bulmaktır, gayeye ulaştıran ise şafi, yani şifa verendir. Öyle kimseler gördük ki, onlar, göreli olarak daha çetin ve ağır acıları ortadan kaldırmak üzere acı veren birtakım durumları aramışlardır. Bu sayede o acılar kendile­rine daha kolay gelmiştir. Öteki acıları kolaylaştıran söz konusu acılar, o kişiler için şifa ve afiyet sayılır, çünkü onlar şiddetli acıları ortadan kaldırmak üzere aranmışlardır. Bu acılar ‘acı’ oldukları için talep edil-

memişlerdir; zaten acı ve elem, özü gereği talep edilmez, insanlar acıları vehimde daha şiddedi bir acıyı ortadan kaldırmak üzere talep etmişlerdir. Bir diken batması bile olsa, acı her ne zaman bulunursa hüküm ona aittir ve acıya maruz kalan insan hiç kuşkusuz onu orta­dan kaldırmak ister. İnsan bir acıyı talep ederken, onu ancak daha şiddedi bir acıyı ortadan kaldırmayla ilgili olduğu vehmiyle talep eder. Daha çetin acıya aşina olmak üzere talep edilen acı meydana gelip de şiddedi acı ortadan kalktığında, bu kez daha önce talep edilen acı insan için çetin bir acıya dönüşür, o da ya afiyet arayarak veya içinde elem bulunmayan başka bir sebeple onu ortadan kaldırmak ister.

Bir rivayette şöyle denilir: ‘Allah Teâlâ’m! Üzüntüyü gider, ey insanla­rın Rabbi! Sen şifa ver, eş-Şafi sensin. Senin verdiğin şifadan başka şifa yok.’ Allah Teâlâ’nın verdiğinden başka şifa yoktur. Bununla birlikte her şey O’nun tarafından yaratılmıştır. Bu nedenle Hz. İbrahim ‘O bana şifa verir72 der. Allah Teâlâ bize Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e olduğu gibi Hz. İbra­him’e de salât ve selam getirmemizi emretmiştir. Allah Teâlâ yoruma açık bir iş meydana getirmiş, Hz. İbrahim ise ihtimali ortadan kaldırarak (şifayı Allah Teâlâ’ya izafe etmiştir). Zaten İbrahim’e insanlara indirilen vah­yi açıklaması emredilmişti. Zira indirilen vahiy ancak hidayet, yani açıklamasıyla kendileri adına meydana gelecek bilgiye göre bir rahmet ve beyan olarak indirilmiştir. Hz. İbrahim ‘O bana şifa verir73 demiş, şifanın eş-Şafi’ye ait olduğunu belirtmiş, başkasının şifasından söz etmemiştir. Hz peygamber de bir duasında şöyle der: ‘Senin verdiğin şifadan başka şifa yok!’ Allah Teâlâ’nın ilaçlarda yaratmış olduğu şifa ve has­talıkları giderme özelliği hakkında bir ihtimal ve imkân ortaya çıkar. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ise hadisinde hastalığı gideren her şeyin Allah Teâlâ’nın ver­diği şifa olduğu, O’nun şifayı hastalığı gideren ilaçlara yerleştirdiği şeklinde yorumlanabilir. Bu yorumla Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem sebepleri kabul etmiş, bütün sebepleri Allah Teâlâ’ya irca etmiş demektir. Sebepleri ispatlar­ken Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in gayesi buydu. Çünkü âlemdekiler, Allah Teâlâ’nın şifasını bir sebep olmaksızın bilemez. Bununla birlikte onlar, şifa ve­renin Allah Teâlâ olduğuna da inanırlar. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in hadisinin şifa verenlerin varlığını ispat anlamında olması da mümkündür; fakat onlar şifa verme fiilinde Allah Teâlâ’nın yerini alamazlar. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Senin verdiğin şifadan başka şifa yoktur’ der. Birinci yo­rum Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in makamına daha yakındır. Şifa bahsinde (ilaç­lar nedeniyle) bir ihtimal ortaya çıktığı için, söz konusu ihtimalin bu anlamda yorumlanması Hz. İbrahim’in sözünde yer alır. Bu nedenle bize (Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ile arasındaki ilişki nedeniyle) namazda Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e olduğu gibi Hz. İbrahim’e salât ve selam getirmemiz emredilmiştir. Allah Teâlâ için salât rahmet olduğu kadar şifa da rahmetin tezahürüdür. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in makamı, sebepleri kullanma vesilesiy­le gerçekleşen şifaların da Allah Teâlâ’nın şifası olduğunu beyan etmiştir. Çünkü âlemden sebeplerin bütünüyle kaldırılması mümkün değildir. Bir rivayette Allah Teâlâ’nın yaratmış olduğu her hastalık için bir ilaç yarattı­ğı belirtilir. Salât ve selam ile birlikte Allah Teâlâ Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e İbra­him’e verdiği nimeti vermeyi irade etmiştir. Bununla birlikte Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’de bulunan başkasında yoktur. İşte Allah Teâlâ’nın peygamberi­nin iyiliklerinden bir iyilik ve güzellik olan Hz. Ebu Bekir şöyle der: ‘Beni hasta eden doktordur.’ Hz. İbrahim ise ‘Hasta olduğumda bana şifa verir’74 demiştir. İki ifadeye baktığında, Hz. Ebu Bekir’in sözünün daha doğru olduğunu görürsün. Bununla birlikte iki sözdeki edebe baktığında, Hz. İbrahim’in sözünün daha edepli olduğunu görürsün, çünkü hiç kimsenin edebi peygamberliğin edebine ulaşamaz. Nitekim Hz. Musa’nın öğretmeni ‘Ben onu ayıplamak istedim.’75 ‘Rabbin ise o ikisinin baliğ olmasını irade etmiştir’76 der. Hz. İbrahim’in dili böyleydi.

Her vaktin bir hali var ki onu söyler

Her halin bir manası var ki onu tahkik eder

Hz. İbrahim’in ‘hastalandığımda’77 ifadesi sözün bitimi, ‘bana şifa verir’ ise başlangıçtır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Senin şifandan başka şifa yoktur’ ifadesi ise ‘sonun sonudur’. Bu nedenle daha tamdır ve her ikisini birden söylemek daha uygundur. Allah Teâlâ Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem için Hz. İbrahim’e salât ve selam getirdiğimiz gibi kendisine salât ve selam getirmeyi emretmekle her iki durumu birleştirmiştir. Allah Teâlâ bize Hz. İbrahim’in dinine (mille) uymayı emretmiştir, bunun nedeni onun bu konudaki önceliğidir, yoksa Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e göre daha Hakk sahibi olmasından dolayı değil! Burada zaman hüküm sahibidir, yoksa mer­tebe hüküm sahibi değildir. Aynı durum Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den sonra gelen halifelikte de tezahür eder. Allah Teâlâ’nın hikmeti -ömürlerine görehalifeliği önce Hz. Ebu Bekir’e, sonra Hz. Ömer’e, sonra Hz. Os­man’a, sonra Hz. Ali’ye vermek şeklinde tecelli etmiştir. Bununla birlikte her birinin kendisinden önceki halifenin devrinde de halifelik ehliyeti vardır. Bu itibarla onlardan hangisi önce halife olsa, ötekinin kendisine uyması gerekir ve bunun aksi düşünülemez. Bununla birlik­te Allah Teâlâ halifeliği ömürlere göre tertip etmiş, herhangi birisi önce gelen veya sonra gelen halifeliği Hakk etse bile görevinden azledilmemiştir. Sahabe ise bu durumu ancak ölümle birlikte öğrenmiştir. Bu ilâhı beyana rağmen arzu sahipleri kendi arzularına, oyuna dalmışlar­dır; hâlbuki iki göz, bir dil ve iki dudak sahibi olanlar için gerçek apaçıktı! Allah Teâlâ’dan bizi arzulara uymaktan korumasını temenni ederiz. Bütün bunlar, İlâhî şifalardır. Onları kullanmak taassup ve cahiliye hamaseti hastalığını giderir.

EFRAD VEYA TEKLERİN MERTEBESİ

el-Ferd, el-Vitr, el-Ahad İlahi İsmi

Yaratılışımda el-Ferd ile bir oldum Birliğin teslisiyle tekim

Gayeme giden bir yolum yok Ben gayemde biricik olanım

Şeyhlerimizden varis olduk

Efendilik ve şanın varis kıldığı her şeye          -

Ben kendisiyken ben değilim                                  .

İşte ben o tek olanım

Benim söylediğim bu Allah Teâlâ’dan aktardım bu bilgiyi

Bu mertebenin sahibi Abdulferd, Abdulvitr, Abdulahad vb. şekil­de isimlendirilir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Allah Teâlâ tektir(vitr) ve teki sever.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem de işlerini bir, üç, beş, yedi, dokuz, on bir gibi sayılarla tek yapardı. Kaça ulaşırsa ulaşsın, tek sayıyı çift kılan sayı vitr iken her çift sayıyı tek yapan sayı da ahad, vitr ve ferttir. Onun ‘vitr’ diye isimlendirilmiş olmasının nedeni, ferdiğini çift kılan ahad’dan intikam talep etmiş olmasıdır. Çünkü ferdin çift olmasında hüküm ahad’a (bir) aittir, ferde veya vitre ait değildir! Ahad birlikte tek kalın­ca, fert ‘vitr’ vasıtasıyla ondan intikam almak istemiştir. Bu itibarla dilde vitr, çatışmak ve intikam almak demektir. Vitrin bu anlamı ikin­di namazını cemaatle kılmayı kaçıran hakkında Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in söylemiş olduğu ‘Sanki ailesini ve malını kaybetmiştir (vütire ehlehu)’ hadisinde belirtilir. Adeta ‘ikindi namazını cemaade kılmak’, cemaate gitme imkânı olduğu halde gitmeyen kişiden intikam almıştır; Birin­den ‘intikam’ aldığında, o kişi (veya şey), betîra (veya büteyr; soysuz) diye isimlendirilir. Çünkü aslın hükmü üzerinde vitrin özelliği, çiftin onu öncelemesidir. Birle birlikte vitr olduğunda ise artık çift onu öncelemez ve böylece ism-i tasgir kipinde büteyr olur. Ebter ardından kimse gelmeyen demektir. Büteyr ise ardından kimse gelmediği için böyle isimlendirilmedi; sadece netice vermediği ve bir sonuç ortaya çıkartmadığı için böyle isimlendirildi. Bu itibarla vitr ‘doğmamış ve doğrulmamış’ olanın mertebesini haizdir. Çift kendisini öncelediğinde vitr ebter olmaz, çünkü bu durumda o ancak çiftten ortaya çıkmıştır. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem -o çiftteki tek olmaksızınçifte selam vermez, onu kendisinden olduğu anlaşılışın diye çifte ulaştırırdı. Bü­tün bunlar, birden ayrışsın diyedir. Bir, herhangi bir ortaklık altına giremeyeceği gibi herhangi bir çiftin neticesi de değildir; zaten çiftten meydana gelseydi bir (vahid) olmazdı; çiftten meydana gelen tek ya üç veya beş veya onun üzerindeki bir tek sayıdır. Bu itibarla beşin akıncısının bir olduğunu söyleriz; hâlbuki Allah Teâlâ altının akıncısı değil­dir. O ayrık bir sayı olması bakımından çiftten ayrışmıştır ve burada söz konusu olan ahad’dir, fert veya vitr değildir!

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Allah Teâlâ’nın doksan dokuz ismi vardır (tis'atün ve tis‘îne) veya yüzden bir eksik ismi vardır (mietün ila vahid) onları sayan Cennet'e girer.’ Çünkü Allah Teâlâ tektir ve teki sever. Doksanı dokuzla tek yapmış, ardından yüzden biri (vahid) çıkartmış, ‘yüzden vitr veya fert eksilterek’ dememiştir. Çünkü ferdiyet ve vitriyet (birliklerinde) ortaklık olabilir, (mutlak birlik anlamındaki) ahadiyette ortaklık olamaz. Burada onu söylemiş olsaydı, yüzü ve doksan dokuzu zikretmiş olması nedeniyle, biri (vahid) kastettiği bilinirdi. Bununla birlikte hal karineleri olmasaydı, fertlerde ve vitrlerde gerçekleşen ortaklık nedeniyle, bir’i (vahid) kastettiği bilin­mezdi. Böylece burada el-Vahid ismiyle O’nun ismini açıklamıştır. Bu itibarla el-Ahad isminin gücü başka bir şeyde yoktur. Çokluğun birliği ise her zaman fert veya vitr (anlamındaki birlik) olabilir; onun bir (vahid) olması söz konusu değildir. Bu bağlamda çokluğun çift veya vitr (tek) olması birdir. Allah Teâlâ ancak vitri sevmiştir, çünkü vitr, inti­kam talebidir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah Teâlâ’ya yardım ederseniz, O da size yar­dım eder,’78 Allah Teâlâ’nın ahadiyeti hakkında ilahlık iddiasıyla tartışma çı­kartılmış, O’nun ulûhiyetinde niza ve tartışma ortaya çıkınca vitr gel­miştir. Başka bir ifadeyle kendisiyle tartışanı ve kavga edeni yok et­mek üzere intikam talep eden isim gelmiş, Hakk ahadiyetinde yegâne olarak kalmıştır. Söz konusu ahadiyet ‘isimlerin birliği’ demek olan ‘çokluğun ahadiyeti ve birliği’ değil, zatın ahadiyetidir. İsimlerin ahadiyeti Bir’i ‘çift’ kılar. Çünkü Allah Teâlâ zatı bakımından vardı ve O’nunla birlikte başka bir şey yoktu. O’nun ahadiyeti yaratılmışın birliğiyle birlikte çift olmuş, çift ortaya çıkmıştır:

Varlıkta ancak çift var, bakınız!

Rab merbub ile birlikte var

Söylediğimi anlayan kişiye ............................

Ortak kolay gelir; şirk de kolay anlaşılır

Bu nedenle Hakk cezalandırmadan sonra Rahmetiyle Cennetlere varis kılar

Cehennem yurdunda, oradan çıkarmaz onu ihsanıyla nimet verir ona

Fert ol ve vitr ol lâkin

Vahid olma müşahede ederek '

Düşün bir kere; vitr ile elde edersin Ve fert ile mekân ve mertebeyi

Yüce Ahad’a dikme gözünü                                         1

Alemde bizden başka kimse yok

İlah herhangi bir şeyi var etmek istese Ona ol der, o da olur

O’ndan olan kendinden başkası değil O’nu gören bizi görmüş demektir

RIFK VE MURAFAKA MERTEBESİ

er-Refîk İlahi İsmi

Refik, yumuşak davranan Bilen, önder, tahakkuk eden

llah’a mütercim olmak üzere konuştuğunda İsimleri üzerine tahakkuk edileni ilka eder

Refik, refik olan kişidir

Sen de yönelme O’ndan başkasına

O’na dair önceliği ve tahkiki elde edersin Yolun manası bunu beyan eder


Manaların işaretlerini tetkik ettim ben En ince anlamlarıyla kalbime indirdim

Bütün düşüncelerini kullansan bile, elde edemezsin Onların gelişleri şimşeğin parlaması gibi çünkü

Arkadaşıma dedim ki; bekle bir süre Doğuşları esnasında hallerini müşahede edeceğim

Bu mertebenin sahibi Abdürrefık diye isimlendirilir ve bu isim delalet itibarıyla es-Sâhib’in kardeşidir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ölüm vaktinde muhayyer bırakıldığında, onun söylediği duyulan yegâne söz cRefik-i a’lâ (yüce dost)’ sözüydü. Çünkü dünya hayatında onun yoldaşı (murafık) Allah Teâlâ’tı. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Allah Teâlâ’nın onun tabii yaratılış gece­sinde kendisine inmiş olduğu yakın semadan fecrin doğumuyla birlik­te Arş’ına dönmeyi irade ettiğini anlamış, o da refikinden ve yoldaşın­dan ayrılmak istememiş, O’nun intikal etmesi nedeniyle kendisi de intikal etmiş, O’nun ayrılması nedeniyle kendisi de bu âlemden ayrıl­mış, bu nedenle ‘Refik’ demiş, onun dışında bir şey söylememiştir. Çünkü insan ihtiyaç ve acizlik özelliğinde yaratılmış olduğu için, ken­disine yumuşak davranacak ve refakat edecek birini arar. Bu itibarla insan Hakkı en güzel yoldaş ve refakatçi olarak bulup O’nun refakat etmesinin gerçekte âlemdeki refakatin ta kendisi olduğunu öğrenir. Söz konusu refakat başkasına izafe edilse bile, bu dürüm izafe edilenin tanınmamasından kaynaklanır. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem âlemdeki bütün refakaderi elinde tutanı talep etmiş, hakikati bulduktan sonra O’nun eserini aramamıştır. Allah Teâlâ’ya kavuşmak isteyip er-Refik’i müşa­hede etmek derecesine sahip olmayan herkesin hali ‘Her nerede iseniz O sizinle beraberdiri79 ayetinin kapsamındadır. Allah Teâlâ bulunduğumuz her bir yerde ve yönde bizim refıkimizdir. Bununla birlikte biz perde­liyiz. Bu nedenle bu maddi-duyusal varlıktan ölümle birlikte ayrılma­mız, Allah Teâlâ’ya kavuşmak diye isimlendirilmiştir. Hâlbuki ölüm bir ka­vuşma değil, sadece gözlerimizin kendisini görmekten alıkonulduğu er-Refık’i müşahede demektir. Şöyle der: ‘Kim Allah Teâlâ’ya kavuşmayı isterse Allah Teâlâ da ona kavuşmak ister!’

İkramla karışlarız onu Müjdeyle ve rızayla bir de

‘Merhaba’ deriz, ‘merhaba’

Feza bile onu sığdırmaya dar gelir

Perdeli insan kendisine kavuşuncaya kadar O’nu Refik olarak bilmez. Kavuştuğunda ise kendisini tanır. Bu durum ‘Allah Teâlâ’dan onlar adına hesap etmedikleri şey ortaya çıktı80 ayetinde belirtilir. Emirlerine karşı işledikleri günahları nedeniyle müminler Allah Teâlâ’dan utanırlarken günahkârlar O’ndan korkarlar ve bu nedenle de isteksizce O’na kavu­şurlar. Allah Teâlâ da öyle insanlarla karşılaşmayı kerih görür. Bununla birlikte kerih görse bile, kavuşmak kaçınılmazdır, çünkü hangi tarz olursa olsun cezalandırma mudaka olacaktır.

Unsiyet, merhamet ve onlarla aynı anlama gelen özellikler refik’te ve refakatte bulunduğu için, nebilikle ilgili durumlar Refik ismine tahsis edilmiştir. Araplar şöyle der: ‘Falan falanın refikidir.’ Çünkü o refiki nedeniyle kızar, ona yardım eder, onu yalnız bırakmaz. Pey­gamber Hakka yardım eder, Hakk da ona yardım eder. Peygamberliğin şartı yalan söylememektir ve doğruyu izharda peygamber Hakka yar­dım eder. Bu özellik başka birisinde yoktur. Böyle bir ahlaka sahip olmadığında peygamberlik gömleği üzerinden çıkartılır. O gömlek boyalı ve temiz bir gömlektir; onu kirletmenin ve rengini soldurma­nın vebali, kirletene ve soldurana döner. Onun üzerinden gömleği çıkartılır; söz konusu gömleği ancak ehli olan giyebilir.

GÖNDERME VE Bİ'SET MERTEBESİ

el-Bâis İlahi İsmi

Ba’s/bi’set mertebesi peygamber gönderme mertebesi Doğruluk ona mahsus, hallerimden biridir doğruluk

Bana O’ndan bir peygamber gelince

Dedim ki, yaratıkların dışında benim sualim olmalı

Şaşırdım ve dedim ki: Benim dostum Vallahisensin, aklıma gelince

Ben seherde sevgiliye gönderildim Getirdiğim sadık haberle birlikte

Dedim ki: Söylediğimi bilirsen Sevgi şahidiyle izimi takip etmelisin

Ey benzeri olmayan! Sana şahit olduğumda Gizleme ve bakma arasında bir fark yok benim için

Keşif var edenin sırlarından bildirir Güneş ve ayda görülen şeylerle

Basiretlerin hakikatleri beni müstağni kıldı Keşif sahibinin baş gözüyle gördüklerinden

Bu mertebenin sahibi Abdülbais diye isimlendirilir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘O ümmilere içlerinden peygamber gönderir.’81 Başka bir ayette ‘Allah Teâlâ kabirlerde olanları diriltir’82 denilir. Başka bir ayette ‘Peygamber gönderene kadar azap etmeyiz’83 ve ‘O gün Allah Teâlâ onların hepsini diriltir’84 denilir. Bu mertebeden Allah Teâlâ peygamberler göndermiş, kitaplar in­dirmiş, insanlar neşirden sonra haşredilmiş, ardından da bu mertebe­lerden menzillerine gönderilirler. Onlar Cennet veya cehennem olmak üzere herkesin ameline göre doldurulacakları menzillerine gönderilir­ler. Bu itibarla onlar gönderilir ve onlara gönderilir! Demek ki, gön­derme ve ba’s, dünya, ahiret ve berzahta süreklidir. Bununla birlikte peygamberler arif kimselerdir, onlar -reaya arasında değilhükümdar­ların (nefs-i natıka, düşünen nefs) arasında dolaşırlar. Başka bir ifa­deyle onlar yöneticilere ve ariflere hitap ederler. Allah Teâlâ’nın peygamber göndermesi, el-Melik olması bakımındandır ve Allah Teâlâ onları kulları içinden natık (düşünen) nefislere gönderir. Çünkü onlar, beden ülke­leriyle birlikte zahirî organlar ile bâtınî güçler demek olan halkları yönetir. Bu itibarla hükümdar ancak kendilerine gönderileceği insan­ların diliyle konuşan bir peygamber gönderir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Her peygamberi onlara açıklasın diye kavminin diliyle gönderdik.’85 Allah Teâlâ pey­gamberlerini bu düşünen nefislere (nefs-i natıka) göndermiştir. Onlar organlarda itaat veya günahları icra edecek olan hükümdarlardır. Dü­şünen nefisler elçiliğini kabul etmek ve kendisine yönelme veya ondan gizlenme veya ona ihanet etme özelliğine sahiptir. Bu itibarla reddet­mek bazen Allah Teâlâ’nın nasip ettiği tevfik veya başarısızlık gibi istidada göre gerçekleşir. Allah Teâlâ nefisleri bedenlerin üzerinde hükümdar kılmış, onlara âlemde kimseye verilmemiş bir özelliği vermiştir ki, bu özellik, ‘parçalar’ mesabesindeki halklarının kendilerine itaat etmesidir. Bu parçalar, yani organlar ve güçler, herhangi bir şekilde kendilerine karşı gelemez; yönettikleri kimselerin kendilerine bitişik olmadığı diğer hükümdarların emirlerine ise bazen karşı gelinebilir. Nitekim söz konusu hükümdarlar da gerçek hükümdar olan Hakkın peygamberle­rin diliyle gönderdiği emrine bazen karşı çıkarlar, bazen itaat ederler. Bu bağlamda peygamberlerin onlara gönderilmeleri ve yönlendirilme­leri, kendilerinin hükümdar olduklarını gösterir. Allah Teâlâ onları hüküm­darlıkta kendi mertebesine yerleştirdiğinde şunu anladık: Bu durumu gerektiren bir münasebet olmasaydı, Allah Teâlâ onları kendi mertebesine yerleştirmezdi. Öyleyse münasebet, yaratılıştaki ilkededir. Bu ilke ‘Ona ruhumdan üfledim’86 ayetinde belirtilir. Demek ki Allah Teâlâ bu ruhu görevlendirmiş, hükümdar kılmış, halifesi olarak atamıştır. Halifelerin bir kısmı -Firavun vb. gibikendisine karşı çıkmış, bir kısmı O’na karşı gelmemişlerdir. Her halükarda peygamberler ancak valilere (dü­şünen nefs) gönderilmişlerdir.

Bu vekil hükümdarlardan da Allah Teâlâ’ya bir elçilik yönelmiştir. Bu itibarla onlar, üzerlerinde görevli oldukları kimseleri tedbir ve yöne­timlerini destekleyecek hususları Allah Teâlâ’dan talep ederler. Bu durumda el-Melik (Hükümdar) ‘hükümdarın hükümdarı (melikü’l-melik veya melikü’l-mülk, mülkü’l-mülk)’ haline gelir: (Elçilik) Allah Teâlâ’dan onlara ve onlardan Allah Teâlâ’ya dönüktür! Elçilik Allah Teâlâ’dan Allah Teâlâ’ya iken elçilik de ancak kendisinden kabul edilmiştir. Çünkü onlar Allah Teâlâ’nın ruhundan var olmuş, O’nun kendisinden meydana gelmişlerdir. Burada, yani onların Allah Teâlâ’nın emrine karşı çıkışlarıyla ilgili bazı işler ve sırlar vardır. Bu durum çocuğun babasına veya kölenin efendisine karşı çıkmasına benzer. Efendi köleye mal ve mülk verdiğinde, yapılan iyiliğe rağmen onu yok etmeye çalışır, tek başına mülkü elde edebilmek için onu öldürmeye teşebbüs eder. Bu durum fiilleri -gerçekte Allah Teâlâ’ya ait ikenkendilerine irca etmede vukua gelir. Onların arasından Allah Teâlâ’nın razı olduğu işlere erdirdiği kimselerin yapabildiği ise fiillerde ortaklığı kabul etmekten ibarettir ki, bu da ‘gizli şirk’ demektir. Allah Teâlâ onlara La-havle ve la-kuvvete illa billah!’ (Allah Teâlâ’dan başka güç ve kuvvet sa­hibi yoktur) ve ‘Ancak senden yardım dileriz’87 demeyi rahmetiyle em­retmiştir. Allah Teâlâ Hakîm olduğu için bu ifadesi yeterlidir.

Allah Teâlâ insanlardan böyle bir şirkin ve iddianın çıkacağını bildiği için, iddialarını onaylamak üzere, Allah Teâlâ’dan yardım dilemeyi kendile­rine emretmiştir. Bu sayede bu iddia Allah Teâlâ’nın emrinden meydana gelir. Bizim gibiler, gerçeği bilmeyenlerin aksine, bu iddiaları ‘ibadet etmek’ maksadıyla söyler ve bunda ısrar ederler. Allah Teâlâ’nın kulları adına böyle bir durumu onaylaması, gayretinden kaynaklanır. Kullar da bu iddiayı ibadet olarak dile getirir ve kendisine döndükleri gün bunu söylerler. Toplanma yeri demek olan o gün mülk, Bir ve Kahhar Allah Teâlâ’ya aittir. Böyle bir gizli şirk orada insanlara sorulduğunda, şöyle diyecekler: ‘Bize kendinden yardım istemeyi Sen emrettin. Demek ki bizim sahip olduğumuz bir gücümüzün olduğunu ispat ettin. Bunun­la birlikte o güç şendendir. Üstelik o güç yardımınla fail ve etkin Hakk gelir. Bu nedenle Senden kuvvet istedik, çünkü Sen metanetli olan ve kuvvet sahibisin.’ Allah Teâlâ, kuvvederinin kaynağının Allah Teâlâ olduğunu söylerken ve bulundukları mahallin özelliği nedeniyle güçlerinin eksik olduğunu ifade ederken onları tasdik eder. Bu yerin özelliği nedeniyle onlardaki kuvvet İlâhî iktidar gibi etkin olamamış, onun etkili olması İlâhî iktidarın yardımına bağlı olmuştur. Çünkü acizlik, korkaklık, cimrilik yaratılmışın zati özellikleridir ve onun yaratılışından ayrılmaz­lar. Yaratılmışın aslı ‘İnsan korkak yaratılmış, kötülük ona temas ettiğinde korkar, iyilik ulaştığında cimri kesilir’88 ayetlerinde belirtilir. Bu itibarla insan değişip de cesur davrandığında, bu cesaret, ona yardım edilme­sinden, mertebesinden, kazanımdan (iktisap) ve Allah Teâlâ’nın ahlakıyla atılaklanmasından kaynaklanır. Çünkü insan gerçekte Allah Teâlâ’dan bir ruh olarak meydana gelmiş ve böylece ‘parça’ ona etki etmiştir. Bu durum tuzdan veya acıdan veya başka bir nitelikten meydana gelen bir parça­nın suya tesir etmesine benzer; hâlbuki su hüviyeti itibarıyla tatlı ve hoş olarak aynı niteliktedir. İşte bu parçanın insandaki tesirine bakı­nız! Aynı durum cisimlere üflenen ruhların mukaddes ve temiz bir ilkeden meydana gelişinde geçerlidir. Parçanın taşıyıcısı olan mahallin mizacı temizse, ruhun temizliği artar; temiz değilse onu kirletir ve kendi mizacının hükmüne dönüştürür. Allah Teâlâ’nın peygamberleri -ki halifelerdirinsanların içinden en temiz idrak araçlarına sahip olanlar­dır. Onlar, masum kimselerdir. Bu nedenle de temize ancak temizlik ilave ederler. Onların dışındaki halifeler ise kısım faşımdır: Bir kısmı hal, fiil ve sözde onlara varis olanlar iken bir kısmı temizliğe zarar veren günahkârlardır; bir kısmı bozulmayı artırır, onlar münafıklar­dır; bir kısmı tartışmacı ve kavgacıdır, onlar kâfir ve müşriklerdir. Allah Teâlâ kendisine karşı çıkıp ‘ilah’ olarak kendi anlayışlarına göre ortaya koydukları başka bir ilaha dayandıkları için cezalandırdığı bu insanla­rın mazeretleri olsun diye onlara ‘içlerinden’ peygamberler gönder­miştir. Onlar taptıkları şeyleri ilah sayarken kendilerini de yalanlarlar, çünkü ilah yaratılan bir şey olamaz. Fakat onları bu anlayışa sevk eden düşünce sahih bir ilkeydi: Onlar Allah Teâlâ hakkındaki görüşlerde ortaya çıkan fikir ayrılıklarını müşahede etmişlerdi. Bununla birlikte bütün insanlar Allah Teâlâ’nın mutlak birliğiyle O’nun vahdeti ve kendisinden başka ilah olmadığında görüş birliğine varmış, ardından İlah’ın mahiyeti hususunda görüş ayrılığına düşmüş, herkes nazarî düşüncesinin sonu­cuna göre bir kanaat ileri sürmüş, ilahın ancak bu hükme sahip kimse olabileceği kanaatine varmıştır. Hâlbuki o kişi ‘ilah’ dediğinin kendi­sinin kabul ettiği ve yarattığı bir şey olduğunu anlamamış, kendi için­de ve itikat diye isimlendirdiği inancında yarattığı bir şeye ibadet etmiş, böylece insanlar ilah hakkında pek çok görüş ayrılığına düş­müşlerdir. Tek bir şey ise kendiliğinde farklılaşmaz. O halde tek ilah’ın bu görüşlerden ya birisine göre olması gerekir veya onların hepsinden farklı olması gerekir.

Durum böyle olunca insanların; taşları, ağaçları, yıldızları, hay­vanları vb. yaratılmışları ilah edinmeleri kolay olmuş, bu durum onla­ra tesir etmiştir. Böylece her grup kendisine hâkim düşünceye göre bir ilah benimsemiştir. Nitekim Allah Teâlâ hakkında görüşler ileri sürenlerin durumu da öyledir. Binaenaleyh kendileri farkında değilken bu ilke­den onlara yardım gelmiştir. Yaratılmış olmayan ilaha tapan kimse görmezsin. Bu itibarla insan nefsinde ibadet ettiği şeyi yaratır, onun üzerinde hüküm verir; hâlbuki Allah Teâlâ hüküm verenin ta kendisidir: Akıl O’nu zabt edemez veya O’nun adına hüküm veremez; bilakis işin başında ve sonunda yaratıkları hakkındaki emir ve hüküm Allah Teâlâ’ya aittir. O’ndan başka ilah yoktur. O her şeyin ilahı ve her şeyin hü­kümdarıdır.

Bütün bunlar, el-Bâis isminden ortaya çıkar. el-Bâis ismi Allah Teâlâ hakkındaki inançlarına, düşüncelerine göre insanların bâtınlarına dü­şünce elçilerini gönderirken onların zahirine nebi, nebilik ve risalet gibi ifadelerle bilinen elçileri gönderir. Akıllı insan Allah Teâlâ hakkında kendi nezdinde bulunan inancı O’nun katından gelen peygamberlerin bildirdikleri vahiy nedeniyle terk eden kimsedir. Peygamberlerin ge­tirdikleri bilgiler fikir elçilerinin insanın bâtınına getirdiği bilgilerle uyuşursa, bu uyuşma nedeniyle akıllı insan Allah Teâlâ’ya şükreder; peygam­berin getirdiği bilgiyle düşünce elçisinin hükmü arasında görüş ayrılı­ğı ortaya çıktığında ise zahirdeki peygambere uymak ve bâtının pey­gamberinin belasından ve afetinden uzak kalmak şarttır. Böyle yapar­san -Allah Teâlâ’nın izniylesaadete erersin. Bu sözler selim akıl sahibi kabili­yetli herkese yönelik nasihatimdir: ‘De ki Rabbim bilgimi artır.’89 ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

EL-HAKK İSMİNİN MERTEBESİ

el-Hakk İlahi İsmi

Hakkı Hakk ile fani kılar ve ispat ederim

Hakk yokluk ve ispat arasındadır

Varlık ve hikmetinin sırrı olmasaydı

Uzça’ya veya Lat’a ibadet edilmezdi

Beni kendileriyle sınırladığı bu şeyler var ya!

Onlarla mutlu olunur, şimdide ve gelecekte

Mazi gittiği yerdedir

Onun yanında hastalık veya afet yok

Yemin olsun ki: Nefsim onu yükümlü tutanı bilseydi

Geçmiş olan geri gelseydi sevinmezdi

Bu mertebenin sahibi Abdulhak diye isimlendirilir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Hakkın ötesinde dalaletten başka ne vardır?’90 Kastedilen yaratılmış olandır. Dalalet hayret demek iken Hakk (ve hakikat) vasıtasıyla dalale­tin hükmü ortaya çıkar.

Varlığın kendisi gerçek bir nur

Yaratılmışın varlığı ona tabi bir gölge

Hakk varlığın kendisiyken halk (yaratılmış) O’nu mudaklıkla sınır­lamıştır. Bu itibarla halk sınırlı bir kayıt demektir. Öyleyse ancak ona ait ve onunla gerçekleşen bir hüküm olabilir. Hakk hüküm verendir ve O ancak Hakk ile hüküm verir. Öyleyse Hakkın (kendisiyle hüküm verdiği) Hakk yaratılmışın ta kendisidir. Nasıl da yüz çevirirsiniz? Ger­çek bizim söylediğimiz gibidir. Halk diye isimlendirilmiş olması, kendisinden yaratılmış olan şeye bağlıdır. Bu itibarla halk yenidir ve yaratmanın hakikati kendisinde ortaya çıkar. Çünkü bir açıdan bakar­sın ve ‘Haktır’ dersin; bir açıdan bakar ve ‘halktır’ dersin. O ise ken­dinde ne Hakk ne Haktan başkasıdır. Binaenaleyh Hakkın veya halkın isim olarak verilmesi, adeta bir farklılık ve ihtilaf demektir. Bu hüküm ona baskın gelmiş, halk diye isimlendirilmiş, Hakk ise Hakk ismiyle yegâne kalmıştır. Çünkü Hakk bizatihi zorunlu varlığın sahibiyken yaratılmış olan O’nun vasıtasıyla varlık zorunluluğuna sahiptir. Bura­da ‘başkası’ ile demiyorum, çünkü başka demlenin -hükmü olsa bilevarlığı ve hakikati yoktur. Bu itibarla başka hükmü olup da hakikati olmayan nispetlere benzer.

Allah Teâlâ göğü ve yeri Hakk ile yaratmış, Kur’an’ı Hakk ile indirmiş, Kur’an Hakk ile inmiş, Kur’an Hakk ile ve Hakk için inmiştir. Yaratılmış­ta yaratılmış hayrete düşmüştür, çünkü o gündüzün kendisinden çekip çıkartıldığı gecedir. Bir anda hayrete düşmüş halde karanlıkta kalırlar. Artık doğru yolu bulacakları bir ışığa sahip olmayan şaşkınlardır. Hâlbuki Allah Teâlâ karanın ve denizin karanlıklarında kendisiyle doğru yolu bulacak kimseler için yıldızlar yaratmıştır. Bu, seçkin ve sıradan insanların karanlıklara bakışıdır. Onlar görmezler, ‘Sağırdırlar, kördür­ler, onlar düşünmezler.’91 Bu nedenle bazen şöyle derler: ‘Biz biziz, O O’dur.’ Bazen şöyle derler: ‘O biz, biz O’yuz.’ Bazen şöyle derler: ‘Ne biz saf olarak biziz, ne O, O’dur.’ Allah Teâlâ da bilgi ve marifet itibarıyla yaratıklarının en seçkini olan peygambere söylediği ‘Attığında sen at­madın, fakat Allah Teâlâ attı’92 ayetiyle hayretlerinde o seçkinleri tasdik eder. Bu ayette Allah Teâlâ ispat ettiğini ve olumladığını olumsuzlamıştır. Bu hitap karşısında sıradan insanların yeri nedir ki? O halde Allah Teâlâ’yı bil­mek hayret demek olduğu kadar yaratıkları bilmek de hayret demek­tir. Allah Teâlâ’nın zatı hakkında düşünmek yasaklanmış, düşünme yaratıkla­ra yönlendirilmiştir. Binaenaleyh hidayete erenler, yaratılmışlar hak­kında düşünenlerdir. Çünkü Hâdi O’dur ve zaten hidayet etmiştir! Körlük ise Hakka dair düşünmek demektir. Böyle bir düşünme yasak­lanmış, Allah Teâlâ onu sapkınlık ve dalalet yolu saymıştır. Bu hitap, akıl sahiplerinin kendisiyle yükümlü olduğu, fakat cem’ ve vücûd ehline hitap etmeyen bir hitaptır. Seçkinler O’nu bilmek veya bir bilinen hakkında bilgi edinmek üzere düşünmemişlerdir. Allah Teâlâ sadece onların (idrak) mahallerini hazırlamalarını ve kalplerini temizlemelerini iste­miştir. Bu hazırlanma neticesinde Allah Teâlâ onlara fetih ihsan eder veya kendi katından onlara fetih ulaştırılmasını emreder. Onlar da içlerinde gizlemiş oldukları hususta pişmanlık duyarlar, çünkü onlar ilâhî fetih vasıtasıyla ulaşmış oldukları şeyi müşahede ederler ve görürler ki: Hakikat kendisinden ayrıldıkları şeyin ta kendisi imiş! Bu durum onların imanlarını ve Allah Teâlâ’nın hükmüne teslimiyederini artırır. Bu mertebeden şu husus ortaya çıkar: Bâtıl, hakikatin üzerine atılıp da onu yok ettiği bir şeydir. Üzerine hakikatin atılmasıyla bâtıl bir anda yok olur ve gider. Ancak hakikati olan veya hakikati olduğu zannedi­len bir şey yok olabilir. Binaenaleyh ister hayalde ister hayalin dışında olsun, bâtılın da bir varlık mertebesi bulunmalıdır. Hiç kuşkusuz her durumda ona inayet edilmiştir.

Sonra, Allah Teâlâ hakkındaki hayretin en büyük nedenlerinden biri de şudur: Hakk mutlak varlık sahibidir ve bu nedenle de sabittir. Bununla birlikte tecelli suretleri de hiç kuşkusuz haktır.

Onların sübûtu yok, bekaları da yok

Onların kavuşması var, bedbahtlıkları yok

Hakkın tecelli ettiği her suret ortadan kalktığında, artık bir daha geri dönmez ve yenilenmez. Kaybolma ve gitmek giden şeyin kendi­sinden başka bir şey değildir. Peki ‘nereye gidiyorsunuz?’ Acaba Hakk’ta bâtıl veya bâtıl olan bir şey mi var? Sureti götüren şey otelci suretin onun üzerine atılmasından başka bir şey değildir. O da karde­şinin gittiği ve ortadan kalktığı gibi gider. Suret gelişi bakımından Hakk iken gidişi bakımından bâtıldır. Binaenaleyh suret ortadan kaldıran-ortadan kaldırılan şeyin kendisidir. Bu nedenle Hakkın görüleme­yeceğini söyleyenler doğru söylemiştir, çünkü Hakk kaybolmaz ve gitmez. Şöyle ki: Suretler bizim suretlerimiz ise biz kendimizi görmüş oluruz. Biz ise bâtıl değiliz. Biz kendimiz nedeniyle ortadan kalktık. Öyleyse biz Hakkız, çünkü Allah Teâlâ bizi bizim üzerimize salar. Demek ki üzerimize gelen şey bizden gelmiştir. Allah Teâlâ hakkı (bâtıl üzerine) salar­ken kul ilâhî hüküm nedeniyle ortada durur.

Benim ve O’nun varlığı

Beka ve sübût sahibidir                                             .

O’ndan ve benden hayat bulur

Veya O’ndan ve benden (dolayı) ölür

O’nda bir iddia olmaz

Çünkü O’ndaki kaybolmaz

O’ndan olan hayat sahibi

Veya O’ndan olan ölür

Hayrete düştüm O’nun ve bizim hakkımızda

Biz susmuş dilsizleriz

Allah Teâlâ için gıda oldum

O da benim için gıda

İş devreder durur

Hakkındaki bilgim bu benim

Kaybolan ve yiten bir şeye itimat etmemelisin, çünkü ondan eline bir şey geçmez. Sen sadece kendine itimat et! Çünkü kendine döne­ceksin ve bütün işler Allah Teâlâ’ya döneceği gibi siz de Allah Teâlâ’ya döneceksiniz. Bu hakikat nedeniyle Allah Teâlâ adamlarından birisi ‘Ene Allah Teâlâ (Ben Allah Teâlâ’m)’ demiştir. Onu mazur sayınız, çünkü insan -hakikatine göre değilona gelen tecellinin hükmüne göre hareket eder. Ona tecelli eden ise kendinden başkası değildir. Onun halini kendine bırak ki selamete eresin! İş açıkladığım gibidir. ‘Doğru yol Allah Teâlâ’ya varır’ ve ‘Allah Teâlâ dileseydi herkese hidayet ederdi.’

VEKÂLET MERTEBESİ

el-Vekil İlahi İsmi

Benim vekilim ‘ben vekilim’ diyen Bilir ki O’ndan söz ediyorum

Kalbimle O’nu görsem bile Doğma ve batma olmazdı        .

Fakat gözümle görüyorum O’nu da Bu nedenle hayret ve kaybolma oluyor

Bu mertebenin sahibi Abdülvekil diye isimlendirilirken bu İlâhî isim vasıtasıyla yaratılmış adına mülk ve sahiplik ortaya çıkar. Çünkü biz Allah Teâlâ’yı ancak bize mahsus işlerimizde tasarruf etsin diye vekil et­tik. Biz O’nun bizim hakkımızdaki bilgisinin kâmil olduğunu biliriz ve Allah Teâlâ bizden bizim kendimiz hakkında bilmediklerimizi bilir. Bu­nunla birlikte Allah Teâlâ’ya kendi hakkımızdaki bilgiyi veren ise bizzat biziz. Binaenaleyh biz sübût halinde Allah Teâlâ’ya kendi hakkımızdaki bilgiyi verdik. Öyleyse biz, bilen ve cahil olanız. Allah Teâlâ ise cehaleti olmayan âlimdir ve bu nedenle de O acele davranmayan hilim sahibidir. Allah Teâlâ mühlet verir, fakat ihmal etmez. Biz ise acele davranırız. O bizim acele davrandığımızı ve hakkında acele ettiğimiz işi bilir. Bu, ecelin bitmesi demektir. Hâlbuki ecelin kısa süreli olanı ve uzunu O’ndandır; hepsi sonsuza kadar ve kesilmeyen bir akışla belirli bir ecele doğru akar. Hakk her gün bir işteyken biz de var olma ve yok oluş arasında sürekli bir yeni yaratılıştayız. Bütün bunlar, bir cevher üzerinde sürekli yenilenen hallerdir ve tükenmez hükümleri yadsıma­yız. Onlar, Allah Teâlâ’nın kelimeleri ve yarattığı şeylerdir; O’nun kelimele­rinde değişme olmayacağı gibi Allah Teâlâ’nın yaratışında da değişme olmaz. Değiştirme Allah Teâlâ’ya aittir. Biz Allah Teâlâ’nın kelimeleri ve O’nun yarattığı şeyleriz. Bu vekil (edindiğimiz) Hakk, bize bizdeki tasarrufunun O’na kendimiz hakkında verdiğimiz bilgiye bir şey eldemeyeceğini bildir­miştir. Zaten vekil onu vekil edinenin hükmüyle hareket eder ve dola­yısıyla ancak izinli hususlarda tasarrufta bulunur. Bu itibarla vekil mutlak hüccet sahibidir, çünkü o kendine havale edilen işlere ekleme yapmaz. Zaten eklemeyi kabul edecek bir şey de yoktur! Vekile ‘niçin bunu yaptın?’ derse, sana seni gösterir ve yadırgadığın işi yapmasınm sebebinin kendin olduğunu görürdün; üstelik sana inkârını da göste­rir. Senin onu inkâr etmen gereklidir. Öyleyse senin de mazeretin vardır, onun da!

Bir vekili kınama

Onu vekil atayanı kına                ,

Hatta om da kınama Hakikat onun mücmeli

Benim varlığım O’na bağlı Bizler O’na aidiz

Benim için ortaya çıktığında                                             '

Bütün âlem O’nun ihsanı

Benim ilahım bunu bilir                                 . ,

Onu tafsil bana bağlı

Kim peygambere itaat ederse, hiç kuşkusuz, Allah Teâlâ’ya itaat etmiştir, çünkü onu kulların üzerinde vekil kılan Allah Teâlâ’dır. Peygamber de emir vermiş, yasaklamış, onu vekil atayan Allah Teâlâ’nın kendisine gösterdiği üzere tasarrufta bulunmuştur. Biz de kendisinin emriyle ve tahsisiyle Allah Teâlâ’yı vekil atadık. Emre gelirsek, Allah Teâlâ ‘O'nu vekil edin’ diye emre­derken bu konudaki tahsis ise ‘Benden başka vekil edinmeyin’ ifadesi­dir. Peygamber vekilin vekili olduğu kadar aynı zamanda Allah Teâlâ’nın emriyle O’nu vekil edinenlerdendir. Demek ki o da bizden olduğu gibi üzerimizde vekilin (Allah Teâlâ) vekilidir. Vekil atayan kişinin vekile itaati gerekir, çünkü vekile itaat ederken ancak kendisine itaat etmiş­tir. Vekil müvekkilde ancak belirlediğimiz şekilde tasarruf eder. Bina­enaleyh vekâlet mertebesi İlâhî bir mertebedir ve hayatın âleme yayıl­ması gibi -bu nedenle âlemdeki her şey canlıdırbütün âleme yayıl­mıştır. O halde âlemde vekil olan ve vekil edinenden başka kimse yoktur. Sözüyle Hakkı vekil atamayan kişi haliyle O’nu vekil atar ve susturucu delil ona karşı ortaya çıkar. Sözüyle O’nu vekil atarsa, yine susturucu delil ortaya çıkar; çünkü vekil, müvekkilin havale ettiği işi dışında tasarrufta bulunmamış ve müvekkil dilediği üzere onu vekil yapmıştır. Allah Teâlâ (O’nu) vekil edinen (yükümlülere) kendisinden teb­liği ulaştırmak üzere peygamberlerini vekil kılmıştır. Peygamberler onlara ‘şunu yapmanız maslahatınızadır, şundan kaçınmanız lehinizedir’ diye Allah Teâlâ’dan tebliğ ederler. Onlar emirlere uymakla insanların muduluğa ulaşacağını ve azaptan kurtulacaklarını bildirirler. Vekil edinilen Hakkın vekili olan (peygamberin) emriyle hareket eden mü­vekkil, hiç kuşkusuz, kurtuluşa ermiş, saadete ulaşmış, iki eliyle bütün hayırları toplamış, ellerini hayırla doldurmuş demektir. ‘Ey iman eden­ler, Allah Teâlâ’ya ve peygamberine size hayat veren bir işe sizi çağırdıklarında icabet ediniz’93 Hiçbir vekili suçlamayınız veya onu kınamak için yol aramayınız. Onun koyduğu sınırda durun, ona verilmiş söze uyun!

Bu mertebe teslim ve işleri havale etme mertebesidir. Sen ise bi­çare bir kanatsın. Allah Teâlâ seni kendi suretinde yaratmış, sonra şeriat kıldığı hususları sana giydirmiş, sen yasak konulan ve emir alan bir memur haline geldin. Bunun ardından senden ayrıcalığını çekip alma­sının yol açtığı kırıklığı onarmak üzere şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ sizi ve amellerinizi yaratmıştır.’94 Sonra cezalandırmakla seni yeniden kırmış­tır. Çünkü Allah Teâlâ sana ancak bilgisine göre davranmış, bilgisi de şen­dendir. İşte biçarelik bundan ibarettir. Çünkü kanadın kırılması onarmadan sonra gerçekleşen kırılmadır. Onarma ancak kırılma üze­rinde gerçekleşir. Asıl ilke kırılmanın olmayışıdır ki, ‘sağlık’ demektir. Bununla kastedilen surettir. Dikkatini çektiğim hususu öğrenmeli, bu hususta Allah Teâlâ’dan hayır dilemelisin. Bilgi ancak zevkten meydana ge­lebilir.

Hasreti bilen ona göğüs gerendir

Sıkıntıyı ancak onu gören anlayabilir

Bu mertebe hakkında bu kadar açıklama bilgilerini kullanan kim­se için yeterlidir. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

KUVVET MERTEBESİ

el-Kavi İlahi İsmi

el-Kavi rüknümü güçlendirendir Böyle olunca zayıflığa değer vermem ben

Bana varlığımın işleri güç gelince Onları kolaylaştıracak kimdir?

Her bakımdan itaat edilen bir kulum ben Dilediğime itaat edilir; ben güçlüyüm

Ben tek olan kişiyim

Ben O’nun katında Ruhu’l-emin’im

Bana açıkladı ki: O’nun meşiyeti Benim meşiyetim; bana ait olan dile gelmez

Bu mertebe karışık bir mertebedir ve sahibi Abdülkavi diye isim­lendirilir. Allah Teâlâ kendisini kuvvet sahibi olmakla nitelemiştir ve bu ifadede bir mücmellik vardır... Bu isim Himyerî bir isimdir. Bunun anlamı kuvvet sahibi, yani bizde bulunup da kendimizde bulduğumuz kuvvetin kuvveti Allah Teâlâ’nındır. Aynı zamanda biz kendimizde zayıflık da buluruz. Bu nedenle bizdeki kuvvet, yaratılmış kuvvettir. Ayette ‘Sizi zayıflıktan yarattı95 der. Allah Teâlâ bizi bu özellik üzere yarattı. Nitekim göklerde, yerde olan her şeyi ‘kendi katından’ olmak üzere bize amade kilan da O’dur. Allah Teâlâ âlemi kendinden ve kendi üzerinde -anladıysaninşa etmiştir. Sonra, çocukluk halinden gençlik haline geçirme süre­cinde, zayıflığın ardından bir kuvvet yaratmıştır. Kuvvetin ardından da bir zayıflık ve yaşlılık yaratmıştır ki bu, tekrar asla dönmektir. Yaş­lılık ayette herem diye ifade edilir ve kocalmaya işaret eder. Acaba bu zayıflık kendisinden yaratıldığımız ilk zayıflık mıdır ve kuvvet orada mıdır? Birinci yönetici öteki yöneticinin aynıdır. O Evvel ve Ahir’dir (ilk ve son); vasat ise zahir ve bâtında kendisinden meydana gelen iddianın bulunduğu yerdir. Allah Teâlâ’nın ilk yaratılışı ile tekrar o yaratılışa dönüşü görmeyi nasip ettiği insan iddiada bulunmaz. Kuvvetin baş­langıçta veya sonda zikredilmediğini görünce, kendisinden yaratılmış olduğumuz zayıflığın anlamını inceledik: Onun yaratılışta bağımsız (müstakil) olmamak anlamına geldiğini anladık. Binaenaleyh ‘imkân’ özelliğimiz nedeniyle yaratılışa kabiliyetli olmakla yardımımız olma­saydı, yaratma olmayacaktı; imkânsız olan yaratılmaya kabiliyetli değildir.

Yardım yaratılmaya kabiliyetli olmak ve istidat vesilesiyle gerçek­leştiği için, iktidarın zorlayıcı olmadığını anladık. Binaenaleyh (baş­langıçtaki) zayıflık, bu zorlamanın olmayışıdır. Demek ki Allah Teâlâ bize kendi ‘şeriatı’ olan bir hükmü şeriat yaparak kudreti icra ederken O’ndan yardım dilemeyi emretti. Nitekim yaratılışa kabiliyetli olma­mızla da O bizden yardım istemiştir. Böylece söz konusu zayıflığın bundan ibaret olduğunu öğrendik. Sonra Allah Teâlâ bizim adımıza müsta­kil olmayan bir kuvvet yarattı. O halde gerçekte kuvvet ancak topla­mın (mecmu’) hakikatiyle tezahür eden bir şeydir. Allah Teâlâ kuvvet ve güç sahibidir, çünkü O kendisi nedeniyle varlığı zorunlu olandır. Biz ise -kendimiz nedeniyle değilAllah Teâlâ sayesinde varlığı zorunlu olanız. O bizi bir zayıflıktan yaratmış olsa bile, bizde bir kuvvet yaratmıştır., O kuvvet olmasaydı, bizi amel yapmakla veya yasaldan terk etmekle yükümlü kılmazdı. Çünkü nefsin bir şeyi terki, arzusundan uzaklaş­ması demektir. Bu itibarla kuvvet amel etmeyi ve terk etmeyi içermiş­tir.

Biz güçte eşit bir halde bulunuruz Bir iftira veya kuşku yok bunda

Fakat varlığımdaki asıl O                                                             . '

Benini varlığım-baki değil

Çünkü şenler vasıtasıyla fani kılar Allah Teâlâ

O          fena edicidir her daim

Allah Teâlâ yaşlılığı dünya hayatında bilkuvve, ahirette ise bilfiil nur yapmış, yaşlılığı kendisine döndüğümüz zayıflığa bitiştirmiş, bu yaşlı­lık nuruyla söz konusu zayıflığın nekre (belirsiz) zikredilmesiyle bir­likte ikinci olmadığını göstermiştir. Benzer bir durum ‘Güçlükle bera­ber kolaylık vardır, güçlükle beraber kolaylık vardır’96 ayetinde ‘güçlük’ anlamındaki ‘usr’ kelimesinin belirsiz, ‘yüsr (kolaylık)’ kelimesinin ise belirli gelmesinde vardır. Yani başka bir kolaylık daha vardır demek­tir. Böylece kendisinden çıkmış olduğumuz yolun aynısından ilk zayıf­lığa döneriz. Bakınız! Allah Teâlâ ‘Sizi annelerinizin karınlarından hiçbir şey bilmiyorken çıkartmıştır’97 der. Başka bir ayette ‘ömrün en yaşlı haline döndürülen kimse...’99 diyerek bizi döndürülmekle nitelemiştir; bu dönüş birinci zayıflığa dönmektir. Ömrün en yaşlı (erzeli’l-umr) bi­zim için kendisinde bilginin bulunmadığı dönemdir. Allah Teâlâ ‘Ta ki bilgi­den sonra bir şey öğrenmeyesiniz diye...’99 der. Demek ki ya bilginin ilavesi engellenmiş veya yaşlılık halinde insanın aşırı yaşlılığa maruz kalması nedeniyle bilginin yoksunluğudur. Çünkü dünya insanla ha­miledir ve herem, yani yaşlılık hali onun doğum ayıdır. Bu doğumla birlikte yeryüzü insanı karnından çıkartarak ahiret menzillerinin ilki olan berzaha doğurur. İnsan orada diriliş gününe kadar bir çocuk gibi büyür. Diriliş günü (dünyadaki) kırk yaş smırı demektir ve kırk yaş ilâhî işler hakkında en kâmil bilgiye sahip kimseler olan peygamberle­rin peygamber olarak gönderilme vaktidir. Böylece onlar ikram yur­dunda artık ardında zayıflığın bulunmadığı gücü elde ederler. Bu sayede onlardan dünya hayatindayken hayallerinde mana olarak olu­şan şeyler orada maddi-duyusal olarak meydana gelir; bazen -özel bir durumla ilgili olarakduyudaki bir şey hakkında kudret kendilerinde bulunabilir. Buna misal olarak, ayağa kalkmak isteyip kalkan insanı veya yazmak isteyip de yazanı verebiliriz. Kendisine duyuda gerçekleş­tirmek üzere güç ve kudret yetirilemeyen bir şeyi ise insan kendi haya­linde meydana getirebilir. Hayalde meydana getirilen söz konusu şey ahiret hayatında duyulur olarak histe meydana gelir. O şeyin varlığı akla göre imkânsız olsa bile, hayalde gerçekleşmesi imkânsız olmadığı gibi duyuda da gerçekleşmesi imkânsız değildir. Çünkü hayal gerçekte duyunun mertebelerinden biridir ve bu nedenle manaları suretleri itibarıyla duyulurlara katarak muhali (imkânsız) duyulur zanneder. Söz konusu şey ahirette veya Allah Teâlâ’nın dilediği bir yerde duyulur (mahsûs) olarak meydana gelir. Bu nedenle ahirette meydana gelmiş­ken dünyada böyle olmamıştır. Hayal duyunun son derecesinde bulu­nur; çünkü o imkânsız veya başka şeylere giydirdiği suretleri ancak duyudan elde eder. Bu nedenle hayal nerede bulunursa, her zaman duyudan sonra gelir, bunun farkına varmalısın!

İmkânsızı duyulura katıp gözlerle algılanmasını sağlayan bir şey­den daha güçlü kuvvet olabilir mi:1 Buna misal olarak iki mekândaki cismi verebiliriz. Onun dünyada tahayyül edilmesiyle ahirette gerçek­leşmesi birdir. Bize göre varlıkta imkânsızı mümküne katmaktan daha kolay bir iş bilmediğimiz gibi mümkünü imkânsıza katmaktan daha güç bir şey bilmeyiz. Bu, mümkün olsa bile, bilinenin aksine bir du­rumun gerçekleşmemesi demektir. Mümkünü imkânsıza katmak bu­dur. Bu sayede akla göre ‘mümkün’ dediğimiz bir şey hakkında yine akla göre ‘imkânsız’ deriz. Bu durumda mertebeler birbirine girer, imkânsız mümküne, yani onun mertebesine, mümkün de imkânsızın mertebesine katılır. Bunun nedeni halkın (yaratılmış) Hakk ile ve Hak­kın halk ile tecelli ve İlâhî ve kevnî isimlerle tedahülüdür. Bu itibarla iş bir açıdan Hakk bir açıdan halktır. Her varlık O’ndan meydana gelmiş­tir. İlahi mertebe ise halkta Hakkın hükümleri ile Hakta halkın hü­kümlerini bir araya getiren mertebedir (cami). Böyle olmasaydı, Hakk kulun kendisini kızdırmasıyla veya öfkelendirmesiyle öfkelenen, kızan, razı ettiğinde ise razı olan diye nitelenmezdi. Hakk kulu kızdırır, öfke­lendirir, razı eder. Sıradan insanlar bunu bilir. Bu bilgi iç içe girme ve tedahül bilgisindendir ve kuvvetin hükmünün varlığı olmasaydı böyle bir şey olmazdı. Çünkü zayıflık güçlü bir engeldir! Kuvvetin hükmü­nün zayıflığa nasıl işlediğine bakmalısın! Zayıflığı pekişip hareket edemez Hakk geldiğinde, kuvveti zayıflığa nispet eder ve onu zıddıyla nitelersin. Buradan Ebu Said el-Harraz’ın ‘Allah Teâlâ’yı neyle bildin?’ diye sorulduğunda verdiği şu cevabın anlamını öğrenirsin: ‘Allah Teâlâ’yı iki zıddı birleştirmesiyle bildim.’ Sonra şu ayeti okumuş: ‘0 evveldir, ahirdir, zahirdir ve bâtındır.’100 Kuvvet ile zayıflık güçlenirken daha güçlü olan­la kuvvet zayıflar. En güçlü ile güçlü arasındaki fark, en yakın ile ya­kın arasındaki fark gibidir. En yakın olan yakın iken yakın olan en yakın değildir; en güçlü olan güçlü olsa bile güçlü olan herkes en güçlü değildir.

Bu mertebe hakkında yeterli ölçüde açıklama yaptık. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

METANET MERTEBESİ

el-Metîn İlahi İsmi

Şunu desen sahih bir söz söylersin

Ben kavi (güçlü) ve metinim

Şunu desen yanlış olur:

Ben zayıf ve çaresizim

Başka bir şiir:

Metanet öyle bir hal ki bilmez onu

1                 Manalarında vecde gelenden başkası

Allah Teâlâ’nın kuvveti gören için onu izhar eder

Hükmü ise her daim onu görende                    '

Onunla rüknüm güçlenince bizim için birinci olur

Benim hakikatim ise O’nun İkincisi

Doğan ışıklar ehillerine tecelli etmiş

Onlara bakanlar için apaçık bir şekilde                                     .

Bu mertebenin sahibi Abdülmetîn diye isimlendirilir. ‘Allah Teâlâ rızık veren, metanet ve kuvvet sahibi olandır.’101 Bu isim sahip (zü) ve hüve (o) zamirleriyle birlikte merfu olarak sıfata eklenmiştir. Metin sübûtun gerektiği bir hususta temkini ve ağırlığı nedeniyle sarsılma­yan ve sendelemeyen kimse demektir. Allah Teâlâ hakikatin böyle bir meta­nete sahip olduğuna dikkat çekerek herhangi bir insanın şöyle bir zanda bulunmasını geçersiz kılmıştır: ‘Suretler tecelli nedeniyle başka­laşıp değiştiğinde, İlâhî isimler farklılaştığında, her biri başkasına ait manayı gösterecek şekilde İlâhî isimler çoğalıp türlere ayrıldığında, her suret öteki suretin vermediği bir sureti verdiğinde veya cevher değiştiğinde, bu değişme nedeniyle isimlendirilen de değişir.’ Allah Teâlâ metanete sahip olduğunu belirterek, gerçeğin ortaya koyduğumuz başkalaşmadan, değişmeden durduğunu veya ayn-ı sabitenin başka­laşma kabul etmeksizin kendi mekânında bulunduğunu bildirmiştir. Bu durumun hükmü en çok Allah Teâlâ hakkındaki inançlarda ortaya çıkar. Çünkü bir kişi teorik düşüncesiyle Allah Teâlâ’ya inandığında, teorik düşünce sahibinin inancına onu bozacak kuşku gelebilir. İnsanın kabul ettiği ilahın özelliği metanet ise ona gelen kuşku tesir etmez ve geldiği ma­halli boşaltarak kendisine tesir edeceği başka bir ilah aramaya geçer. Metanet ancak güç ve kuvvet sahibi Hakka ait olabilir. O hakikati arayan talibin içinde kendisine dayanmak üzere bulduğu İlah’tır. Bu­nunla birlikte O’nun ne olduğunu bilmediği kadar metanet sahibi olduğu için de teorik düşüncesiyle onu kendi inanç mahalline taşıya­maz. Öyleyse İlah’ın metaneti perdesi demektir ve bu nedenle bilin­mez. Kulun kalbinin sığdırmış olduğu Hakk, kuşkuların tesirlerini kabul eden Haktır.

Böylece Allah Teâlâ’nın niçin el-Metîn diye isimlendirildiğini öğrendin. Bu garip bir bilgidir. Metaneti nedeniyle kendisine istinat edilir. (Var­lıklarının yokluğa) tercih edilmesi gereken bütün mümkünler, O’na dayanır. Dayanılan şeyi bilmek ise bilmemenin ta kendisidir. Bununla birlikte O’nun bilinmediği de bilinir ve böyle olması zorunludur. Hz. Ebu Bekir şöyle der ‘İdrake ulaşmaktan acizlik bir idraktir.’ Bu bilgi metanet sahibi Allah Teâlâ’yı bilmek hakkında ulaşılabilecek en yüce bilgidir.

Çünkü metanetin dereceleri vardır, bizim yöneldiğimiz ise en tam ve üstün derecesidir. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

YARDIM MERTEBESİ

en-Nasîr İlahi İsmi

Yardım mertebesi öyle bir mertebe ki Karşı gelene yardım eder

O sadece Allah Teâlâ’ya ait bir mertebe O’nu katında başka kimse yok

Bir şiirde de şöyle dedik:

el-Veli’yi dost edindiğinde kul Rabbi dost edinir onu

el-Veli ism-i mejul

Dost edindiğinde fail haline gelir

O olmasaydı bizde kaideler sabit olmazdı O olmasaydı, direkler dikilmezdi

Surelerden okuyana yazdırırım ben Yazdırırken varlığımın kulaklarına okur

Kalp ile Rabbim onu yazdırır ki ezberleyelim İzhar edince onu beni sınar onunla

Bu mertebenin sahibi Abdülveli diye isimlendirilir. Veli yardımcı demektir Ve bu nedenle Abdünnâsır diye de isimlendirebilirsin. Ayette şöyle denilir: ‘Allah Teâlâ iman edenlerin velisidir, onları karanlıklardan nura çıkartır.’102 O nur müşahede nurudur ve ayne’l-yakîn, yani görme kesinliği anlamına gelir. Allah Teâlâ ayetin devamında ‘Kâfirlerin dostları tağuttur, onları çıkartır’103 ayetiyle kâfirler için mazeret ortaya koymuş­tur. Ayette tağut tekil gelmemiştir, çünkü arzular, farklı farklıdır. Buna mukabil kendisini tek yapmıştır, çünkü O birdir. Tağutlar dost­larını nurdan karanlıklara çıkartır ve kendi velilerine yardım ederler, böylece onların cennete girmelerine izin vermezler. Bunun nedeni onların cennete girmelerinden zarar görecek olmalarıdır, çünkü onlar itidalden zarar görecek bir mizaçtadırlar. Nitekim gül kokusu domulcan böceğine zarar verir. Demek ki tağudar kendi arkadaşlarına yardım ederler. Onların arkadaşları ateşin ehli olan cehennemliklerdir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Benim dostum kitabı indiren Allah Teâlâ'tır.’ O kitapta ‘İman edenlerin dostu Allah Teâlâ'tır’ denilir ve Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem müminlerden birisidir. Allah Teâlâ salihleri dost edinir ve bu kesinlik nede­niyle salah (iyilik) her mükemmel peygamber tarafından talep edilen bir şey olmuştur. Allah Teâlâ kullarından dilediklerini şereflendirmek üzere bu özelliğe sahip oldukları hususunda şahidikte bulunmuştur. Misal olarak Hz. İsa ile Hz. Yahya’yı verebiliriz.

Allah Teâlâ ‘Müminlere yardım etmek üzerimize haktır’104 buyurur. Mü­min imanına onu zedeleyecek kuşkunun girmediği kimsedir. Allah Teâlâ’nın kelamında müminler iki kısma ayrılır. Onlar aynı zamanda kâfirlerdir. Bir kısmı Allah Teâlâ’ya iman edip tağutu inkâr edenlerdir ki tağut bâtıl de­mektir. Onlar saadete eren mudular diye ifade edilen cennetliklerdir. Diğer kısım bâtıla iman edip Allah Teâlâ’yı inkâr etmiştir, hâlbuki Allah Teâlâ haktır. Onlar eşkıya, yanı bedbahtlar denilen cehennemliklerdir. Allah Teâlâ mudulardan söz ederken şöyle der: ‘Kim tağutu inkâr eder ve Allah Teâlâ’ya , iman ederse, hiç kuşkusuz ki, sağlam bir ipe sarılmıştır.’105 Onlara yardım etmek Allah Teâlâ’nın üzerinde bir haktır. Ayette ‘müminler’ kelimesinin başına gelen ‘elif-lam’ kapsam ve tarif bildirir. Allah Teâlâ bedbahdar hak­kında şöyle der: ‘Bâtıla iman edip Allah Teâlâ’yı inkâr edenler hüsrana uğrayan­lardır.’106 Başka bir ayette ‘Onların ticaretleri fayda vermedi, onlar doğ­ruya ulaşamadılar’107 denilir. Müminlere yardımda zikredilen belirlilik takısı cins anlamında alınırsa, imanla nitelenen herkese yardım edilir. Bu nedenle bâtıla iman eden kimseler bazen tağutu inkâr eden mü­minlere karşı galip gelebilir ve bu galibiyeti yardım sayabilirler; çünkü yardım hasma baskın gelmek demektir. Ayetteki ‘elif ve lam’ı cins anlamında yorumlayanlar ise bâtıla iman edenlerin imanını Hakka iman eden hakikat ehlinin imanından daha güçlü kabul etmiş olurlar. Mümin zafer kazanana veya öldürülene kadar sırtını dönmeyen, öne atılan, sabit duran kişidir. Bu nedenle Hakka olan imanının gücü nedeniyle hiçbir peygamber mağlup olmamıştır. Allah Teâlâ savaşma mak­sadı taşımaksızın veya başka bir savaşçı grubu desteklemek üzere ken­dilerine katılma amacı taşımadan geriye kaçan müminleri tehdit ede­rek şöyle demiştir: ‘Ey iman edenler! Kâfirlerle karşılaştığınızda onlara sırtınızı dönmeyin. Başka bir cephede savaşmak veya bir gruba yardım etmek dışında o gün onlara sırtını dönen kişi, muhakkak ki Allah Teâlâ’nın gazabını Hakk etmiş olarak döner.’108 Burada Allah Teâlâ iman ehline hitap etmişken hal karineleriyle de O’nun Hakka iman edenleri kastettiğini anladık. Aye­tin lafzı iman edilen şeyi belirlemeden genel anlamdadır. Fakat hal karineleri ayeti sınırlayarak gerçekte kastedileni izhar eder. Bununla birlikte Allah Teâlâ’nın ‘iman’ kelimesini genel anlamda zikretmiş olması, bâtıla iman edenlere karşı susturucu delil ortaya koyma amacı taşır. Tağutu inkâr edenler onları yendiğinde, bâtıla imanlarına girmiş kuş­ku ve gedikler nedeniyle onları yenmişlerdir. Bize göre bâtıla iman edenlerin tağutu inkâr eden (gerçek müminlere) karşı galip gelmesi yardım ve zafer değildir; her durumda sadece Hakka iman edenler yardıma mazhar olabilir. Bizce böyle bir durumdaki hadise şudur: İki grup karşılaşırken onların imanlarında bir gedik varsa, bu durumda tabiat kaynaklı korkaklık gruba tesir eder, onların ayakları sarsılır, Hakka olan imanlarından perdelenmiş bir halde başarısızlığa uğrarlar.

Hiç kuşkusuz hasmım gördüğünde onun önünde çöken, kaçan, yerini ona bırakan bir hasmın yenilmesi ve takip edilmesi kaçınılmaz­dır. Dilersen, bu başarıyı ‘Allah Teâlâ’nın onlara yardımı’ diye isimlendirebilirsin. Bu durumda onlar Hakka iman edenlere karşı yardım almamış, sadece imanlarına giren ve onları tabiat kaynaklı korku nedeniyle imandan perdeleyen eksiklik ve gediğe karşı galip gelmişlerdir. Onlar bu bakımdan kâfir bile sayılabilirler ve bu durumda onların galip gelmesi ‘kâfirlerin birbirlerine karşı galip gelmesi’ sayılabilir. Başka bir ifadeyle onlar, bu yorumda, bâtıla iman edenlerdir. Çünkü Hakka iman edenleri tabiadarı ölüm korkusuyla ürkütmüştür ki, bu ise bâtıl demektir. Bu durumda ölümden korktukları için aslında bâtıla iman etmişlerdir. Şehit ölü değildir, çünkü o rızıklanan bir canlıdır. Onun ‘ölü’ olduğuna inandıklarında, bâtıla iman etmiş sayılırlar ve bu du­rumda ‘bâtıl ehli başka bir bâtıl ehlini yenmiş olur.’ Böyle bir durum ise yardım (nusr) değil, zuhur, yani galip gelmek diye isimlendirilir. Lâkin ayetteki belirlilik takısı (elif-lam) cins anlamında alındığında, herhangi bir ayrım olmaksızın, her şeye iman edenler ayetin kapsamı­na girer. Allah Teâlâ’nın bâtıl ehlini müminler, Hakk ehlini kâfirler diye isim­lendirmesindeki hikmet budur.

Dostum! Bu ince sırdan gafil kalma! O cehennemlikler üzerinde etki edecek olan bir hakikattir. Bu etki sayesinde Onlar sonunda rah­mete kavuşurlar. Çünkü müşrik Hakkın varlığına iman etmişken O’nun birliğine iman etmemiştir. Hakkın varlığı ise Haktır (gerçek). Demek ki müşrik bir açıdan Hakka iman eden kişidir ve bu nedenle de ortağın varlığına iman ettiği sürece bâtıla imanı saf değildir. Bu durumda müşrikin imanı bölünmüş demektir. Dolayısıyla ulûhiyetindeki birliği itibarıyla Hakka iman edenin imanı kadar güçlü olamaz. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Onların çoğu Allah Teâlâ’ya iman etmez.’109 Hâlbuki Allah Teâlâ’nın birliğine dememiştir. ‘Onlar müşriklerdir.’ Fakat şirk gizli ve açık olmak üzere iki kısımdır: Allah Teâlâ’nın birliğine iman eden O’nun varlığına iman eden kimseyken Allah Teâlâ’nın varlığına iman eden herkes birliğine de iman etmiş olmaz. Bu durumda imanın gücü bakımından daha aşağı derecede kalır. Çünkü bâtıla iman edenin imanı yokluğa dayanır ve bu nedenle hakikat ortaya çıktığında ondan cayar. Hakkın birliğine iman eden ise gerçek bir şeye dayanır ve istinat eder; dayandığı şey onu destekler ve ondan caymaz. Bâtıla iman eden kimse mutlak birliği itibarıyla Hakka iman edene karşı kendisine yardım eder. Bu durum ‘O gün nefsin sana yeter’110 ve ‘Bir kere daha olsa onlardan yüz çevirirdik, onlar bizden yüz çevirdiği gibi’111 ayetlerinde belirtilir. Hiç kuşkusuz onlar yükümlülüğün söz konusu olmadığı yerlerde taptıklarından yüz çevirmişlerdir ve bu yüz çevirme sahibine fayda vermez. Kâfirin efen­disi ve yardımcısı yoktur ve bu nedenle hasmınm önünde başarısızlığa uğrar. Ondan Allah Teâlâ yolunda öldürülenin hayatiyeti gizlenmiştir. Böylece kâfir insan ölüme inanmış -ki ölüm bâtıl bir şeydir-, hayatı inkâr etmiştir; hayat ise hakikat demektir. Burada derin akıl sahipleri için öğütler vardır. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

HAMD MERTEBESİ

el-Hamîd İlahi İsmi

Sen hamd edilen ve hamd eden Bu nedenle övülen de sen

Öven de sen; hamd etmek üzere gelince biz O bize şahit, kalp ise meşhüd (görülen)      .

Keyfiyetsiz, niceliksiz ve teşbihsiz Sınırlanmaz, tahdit edilmez

Ben O’na kendimle kulluk ederim, O’nunla değil (O’na göre değil) Yemin olsun ki O’na ibadet ederim, mabud O

O’nu bilirim teşbih ettiğimde

Dine ve akla göre teşbih; bazen mutlak bazen sınırlı

Bu mertebenin sahibi Abdulhamid diye isimlendirilir. Feîl kalı­bındaki kelime dilde fail ve meful anlamında kullanılabilir. Bu itibarla Allah Teâlâ hamd eden-edilendir ve bütün hamd ve övgülerin neticeleri O’na döner. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in elinde hamd sancağı (livaü’l-hamd) varken Hz. Âdem’e isimler verilmiş, bu isimlerle yapılacak övgüler de Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e verilmiştir. Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem makam-ı mahmûd’u telaffuz eder. Kıyamette ise makam-ı mahmûd dolayısıyla bilgiyle amel etmek imkânı ona tahsis edilir; aynı imkân başka birisine veril­mez. Bu özelliği nedeniyle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘efendi’ olmuştur. Bir hadiste ‘Âdem ve onun dışındaki nebiler sancağımın altındadır’ buyu­rur; o sancak ancak hamd sancağı olabilir. Hamd bütün övgülerin neticelerinin Allah Teâlâ’ya dönmesi demektir. Bu durum ‘Hamd Allah Teâlâ’ya ait­tir112 ayetinde belirtir; yani başka birisine ait değildir. Âlemde övgüye delalet eden her lafız, neticede, Allah Teâlâ’ya döner. Şöyle ki: Bir insan ya Allah Teâlâ’yı ya da başkasını övmüştür. Allah Teâlâ’yı övdüğünde, hamde ehil olanı övmüş demekken başkasını övdüğünde onu kendisinde bulunan bir övgü niteliğiyle övmüş olabilir. Bu nitelikler Allah Teâlâ’nın övülene ihsan ettiği veya yaratılışında veya ahlakında bulunan iyi özelliklerdir. Onlar ahlakta bulunduğunda ‘müktesep’, yani kazanılmış sayılsalar bile her durumda Allah Teâlâ’dan gelmişlerdir. Binaenaleyh Allah Teâlâ iyi ve güzel tüm iyiliklerin kaynağıdır. O halde yaratılmış bir varlığın övülmesinin neticesi övgülerle birlikte kendisini yaratana döner ki, o da Allah Teâlâ’dır. Binaenaleyh Allah Teâlâ’dan başka övülen yoktur. Bu itibarla belirli bir yönü kınanmış her özelliği gösteren lafzın hayra ve iyiye işaret eden bir yönü de vardır. Söz konusu lafzın övgü içeren yönü Allah Teâlâ’ya dönerken kınanan yönünün herhangi bir hükmü yoktur, çünkü kınanmanın dayanağı yokluktur. Dolayısıyla kınananın bağlanacağı bir kaynak olamaz, bu nedenle yok olur, geride ise sahibinin övülmesi kalır. Baş­ka bir ifadeyle (kınama da içeren) belirli bir lafızdan geride kalan, keşif ehline göre, sadece hamd yönüdür; kınanan yön ondan silinir. Başka bir ifadeyle kınamanın o sözde bir yerinin olmadığı ortaya çı­kar.

Bu mertebeyi bu kitapta yazdığım gün, arkadaşım Seyfeddin İbnü’l-Emir el-Aziz -Allah Teâlâ kendisinden razı olsunşehrin valisini bir insanı şiddedi bir şekilde döverken gördüğünü bildirdi. O ise insanla­rın arasında duruyor, içinden adamı dövdüğü için valiyi kınıyordu. Sonra kendini tutmuş, valiyi de cemaatten birisi olarak görmüş, onun da cemaatin baktığı gibi dövülen adama baktığını fark etmiş. Nitekim, adamın dövülme emrini veren vali değildi. Bu nedenle onu mazur saymış, yanından ayrılmış, uzaklaşmıştı. Hikâyenin anlatılma sebebi şudur: Vali belirli bir idari meselede adama zulmetmiş, ben de kendi­sine şöyle demiştim: ‘Hadiseyi hükümdara bildir.’ Bunun üzerine arkadaşım bana ‘Valinin elinden bir şey gelmez’ dedi ve kendi görü­şünü söyledi. İş gerçekte de öyleydi. Arkadaşım hakikatten perdeli olması nedeniyle zulmü valiye nispet etmiş, Allah Teâlâ gözünden perdeyi kaldırdığında ise o davranışın -kendisine görezulüm niteliği kalkmış, zulüm yapanın mazereti tebarüz etmiş, bu davranış bir övgü ve iyi fiil haline gelmiş, kınanan kişi beraat etmiş, övgünün neticeleri Allah Teâlâ’ya dönmüştür. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Ey insanlar! Siz Allah Teâlâ’ya muhtaçsınız’113 Hiç kuşkusuz insan iyi ve kötü şeylere muhtaç olabilir ve bunlar ‘Allah Teâlâ’ denilenin kapsamı altındadır. Sonra Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah Teâlâ Gani’dir.’114 Yani muhtaç olmayan O’dur. ‘Hamid'dir.’ Yani öven ve övülende bütün övgü neticelerinin döndüğü kimse O’dur. Övgü belirli bir nispede kötü olsa bile, onu kötü kılan hükümden daha güçlü bir nispet bakımından övülen bir şeydir.

‘Elhamdu lillah (Hamd Allah Teâlâ’ya aittir) ifadesi teraziyi doldurur.’ Çünkü terazide bulunan her şey sadece Allah Teâlâ’ya övgüdür ve teraziyi dolduran hamddir. Tespih de bir hamd olduğu gibi tehlil, tekbir, temcîd, tazım, tevkîr, taziz vb. ifadeler birer hamddir. Bunların ara­sından ‘el-hamdu lillah’ ifadesi en genel hamd iken öteki zikirler -tıpkı insanın uzuvları gibio hamdin parçasıdır. Bu misalde hamd insanın bütününe karşılık gelir.

Hamdin anlamı ortaya çıktı

Kınama perdelemesin seni

Sır belli oldu artık ( Gizleme onu sana yitirtmesin

Hamd mertebesinin hükmü tamlık ve kemal bakımından üç tarz­da ortaya çıkarken içlerinden birisi en yetkinidir. Bunlardan birisi kişinin kendisini övmesi ve hamd etmesidir; böyle bir hamde ihtimal bulaşabilir ve ihtimal varken kemal övlilende gerçekleşmiş olmaz. Bir hal karinesine ve övenin (hamid) kendisini övdüğü durumu doğrula­yan bilgiye ihtiyaç vardır. Çünkü insan kendisini sahip olmadığı bir özellikle övebileceği gibi aynı durum başkasının onu övmesi için de geçerlidir. Böyle bir övgü işin iç yüzü ve gerçeği ortaya çıkıncaya kadar ihtimale açıktır. Bu durumda açıklık ve kesinlik derecesinin aşağısında kalır. Üçüncü hamd ise hamdin hamdidir. Hamdler arasın­da bundan daha doğru bir hamd yoktur, çünkü o, niteliğin kendisinde bulunması anlamına gelir. Dolayısıyla hamdin övdüğü kimseden baş­ka övülen yoktur. Başka bir ifadeyle ne kendini öven, ne başkasının övdüğü kimse (bu yetkinlikle) övülmüştür. Sıfat sahibinin ve nitele­yenin kendisi olunca hamd, hamd edenin (hamid; öven) ve edilenin kendisi olur. Öyle biri sadece Allah Teâlâ’dır. Binaenaleyh Allah Teâlâ övgü ve hamd kendisine veya başkasına izafe edilse bile, hamdin kendisidir.

Sadece Allah Teâlâ var, hamd et ki doğru söylemiş ol    *

Hamdde ne bir yaratılmışı ne bir varlığı dikkate al                       .

Her lafızda Hakkın övgüsünü murakabe etmeli Her övgüde O’nun bir terakkisi var

Kim bu bilgiye ulaşırsa yüksek bir rütbeye ulaşmış olur Rabbi ona indirmiştir bu rütbeyi

Bu makama azimle koşmalı Yarışanlarla beraber O’nu övmek üzere

Rabbinin yaratıklarını taksimi kaçınılmaz Bir kısmı muttaki bir kısmı bedbaht

Kitabın metninde yazılı olarak gelmiş bu taksim Leyi ve A’lâ suresinde, dikkate al bu sözleri

Allah Teâlâ’nın kitabı dile getirir sadece Rahman’ın yaratıklarına yerleştirdiği hakikati

Açık bilgi ortaya çıkartmış anlayışlı kimse için:

Dilersen reddeder, dilersen yükselirsin

‘Hamd nimet veren ve ihsan eden Allah Teâlâ’ya aittir’ ve ‘Hamd her du­rumda O'na mahsustur.’ Böylece hem özel ve hem genel anlamda hamd zikredilmiştir. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

 

İHSÂ-SAYMA-MERTEBESİ

el-Muhsî İlahi İsmi

Bir kitapta kendi işini sayınca (ıhsa)

Sayılan ve sayan sen ol

Annemize‘bize mühlet ver’dedin

Kardeşimize şöyle dedin: Allah Teâlâ adına anlat

Nefsim! Ona geldiğinde sen

Dilediğini söyle ve anlat                                                                                    '

Benden geçti ve başkasını görmedim

Allah Teâlâ adına himmetime dedim ki ‘anlat’

Hevasının kul yaptığı kimseyi tahsis et

Benim bildiğimi gizleme zinhar

Sahibi Abdulmuhsî diye isimlendirilen bu mertebe ihata mertebe­si veya -aynı olmasa bileonun kardeşi olan mertebedir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Onların yanındaki şeyleri ihata etmiş, her şeyi sayıca saymıştır.’115 Kitap hakkında ise şöyle der: ‘Küçük veya büyük hepsini saymıştır.’116 Bu makam divan sahibinin -ki o İlâhî mertebenin kâtibidirkâtibinin makamıdır; söz konusu kâtip imam-ı mübîn (apaçık imam) olarak isimlendirilir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Her şeyi imam-1 mübîn’de saydık.’117 İlahi varlık divanının başkanı ilk akıldır ve o ‘kalem’ diye isimlendirilir. İmam ise kitaptır ve ‘levh-i mahfuz (korunmuş levha)’ diye isimlendi­rilir. Sonra kâtipler, divanda kalemleriyle birlikte derece derece gelir. Her kâtibin kendine mahsus bir kalemi vardır. Bu durum İsra hadi­sinde Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem tarafından şöyle ifade edilir: ‘Öyle bir yere çık­tım ki, kalemlerin cızırtısını duyuyordum.’ Divan başkanının elindeki Kalem-i a’lâ, yani yüce kalemin yazdıkları silinmez. Orada her şey sabittir ve o kalemin yazdıkları Hakk’a çıkartılır. Onun dışındaki kâ­tiplerin yazdıklarının bir kısmını Allah Teâlâ sabit kılarken Allah Teâlâ katından gelen elçilere göre belirlenecek şekilde bir kısmmı siler; söz konusu elçiler Allah Teâlâ katından (gelerek) divan başkanı vasıtasıyla yazılanların bir kısmını silmeyi, bir kısmını sabit bırakmayı onlara bildirirler. Son­ra yazılanlar en yüce deftere aktarılır. O defter, levh-i mahfuzun mu­kabilidir ve dolayısıyla hiçbir harfi ihmal etmez. Böylelikle Allah Teâlâ’nın her şeyi bilgi bakımından ihata ettiğini öğrenirler. Bununla birlikte ihsâ ve ihata arasında bir fark vardır: İhata mevcut veya madum, yani bilinen her şeyde genel olarak hüküm sahibiyken ihsâ ancak mevcutta olabilir. Şeylik halindekine gelirsek, Allah Teâlâ’nın bilgisi şeyliği şeylik ola­rak ihata etmişken her şeyi sayı bakımından ihata etmiştir. O halde ihsâ şeyliği, ihata şeyliğine dahildir. Binaenaleyh ihsâ edilmiş her mevcut aynı zamanda mevcut demektir. ‘Allah Teâlâ’nın doksan dokuz ismi vardır, onları ihsâ eden cennete girer.’ Bu isimler varlıklara delil ol­dukları için, varlığa girmiş isimlerdir ve onlar -adeta felekteki derece­ler gibiana isimlerdir. Sonra mümkünlerden her birinin kendine mahsus İlâhî bir ismi vardır ve söz konusu isim mahsus olduğu müm­küne bakarak mümkünün başkasından ayrışmasını sağlayan ‘özel yönü (vech-i has)’ kendisine verir. Mümkünler sonsuzdur ve öyleyse İlâhî isimler de sonsuzdur. Çünkü onlar mümkünün meydana gelmesiyle nispeüeri ortaya çıkartırlar. Bu nispeder sayılmış (muhsa) isimlerden ibaret olan bu isimlerdir. Misal olarak feleğin derecelerinin içermiş olduğu dakikalar, ikincil noktalar ve sonsuza kadar ulaşacak şekilde üçüncül dereceleri verebiliriz. Binaenaleyh sonsuz olan ihsâ edilemez fakat ‘ihsâ edilmemiş olmak’ şeklinde ihatanın hükmü altına girer. O halde ihsâ edilen her şey ihata edilmişken ihata edilmiş her şey ‘ihsâ edilmiş’ değildir. Belirli bir sürenin kapsamına giren her şey ihsâ kap­samına girer. Misal olarak ‘Sizin için fariğ kalacağız ey insanlar ve cin­ler’118 ayetini verebiliriz. Bu itibarla İlâhî meşguliyet sona ermez. Dünya hayatının sona ermesiyle ahiret hayatındaki meşguliyet başlar; ahiretteki hükmün ise sonu yoktur, çünkü oranın eceli yoktur. Demek ki Allah Teâlâ’nın bizimle meşguliyeti nihayet kabul etmez. Bununla birlikte kendisinden ayrılmış olduğu dünyadaki işi -eşyayı bizim için yaratma­sı nedeniylebizimle beraber olması demektir. O ise bizim için kaçı­nılmaz bir şeydir. Çüiıkü her şey Allah Teâlâ’nın hamdini teşbih eder, hatta bu sebeple yaratılmıştır. Daha doğrusu bizden dolayı yaratılmıştır.

Çünkü biz suretimiz ve toplayıcılığımız itibarıyla böyle bir özelliğe sahibiz: Bizim teşbihimiz, bütün âlemin teşbihi demektir. Allah Teâlâ eşyayı bizim için yaratmış, yeterlilik bizimle gerçekleşmiştir. Bu itibarla içi­mizden birisi bile bu hususta yeterlidir. Fakat insan türünün şahısları çoğalmış, bununla birlikte sonlu oldukları için de ‘sayılı (ihsâ edilmiş)’ olmuşlardır. Bir kişi bile yeterli iken insan türünün çoğalmasının ne­deni, İlâhî isimlerin çokluğudur. Başka bir ifadeyle İlâhî isimlerin çokluğu nedeniyle insan türünde çoğalma ortaya çıkmıştır. Hz. Pey-' gamber duasında şöyle der: ‘Allah Teâlâ’m! Kendini isimlendirdiğin her isimle senden istiyorum.’ İsimlerin çokluğu nedeniyle bizde çokluk meydana gelmiş. Bu durum Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in bir duasında dile geti­rilmiştir. O halde (varlıkta) maksat olan insan türünün şahısları, İlâhî isimlerin çokluğu nedeniyle çoğalmıştır. İnsan kendisi adına yaratılan eşyayı yaratılış gayelerinde kullanmamış olsaydı, eşya ihmal edilmiş sayılacaktı. Bununla birlikte bu türün tek bir bireyi bütün eşyayı kul­lanma imkânına sahip değildir. Bu nedenle kendisi adma yaratılan eşyayı bütünüyle kullanabilsin diye insan türünün bireyleri çoğalmış­tır; eşyanın yaratılması ise kaçınılmazdır. O halde mümkün ancak mümkünden fayda görürken Hakk iki mümkün arasında vasıtadır.

Biz O’nunla meşgulüz O’nun yegâne işi de bizimle

Biz ne dersek O’na ait O ne hüküm verirse bizim hakkımızda

Bu mertebeye mahsus olup mudaka açıklanması gereken hususla­ra dikkat çektik. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

BED' MERTEBESİ

el-Mübdi' İlahi İsmi

İzhar etmediğim bir işe başladığımda Bilirim ki içinde olduğum o şeyin kendisiyim

Her hadisede O’nu görürüm O’nu gizlerken O da beni görür

Sordum ‘bana ihsan eden kimdir?’                    '

Kalbime belki Rahman şifa verir

O’nunla tartışan bir nefs var Dedim: ‘Allah Teâlâ ona kâfi’

Himmetim O’na bağlı ve ben O’ndan isterim O’nu yerine getirir, ben yerine getiremem

Bu mertebenin sahibi Abdulmübdi’ diye isimlendirilir. Ebediyet ancak mertebe ve varlıkla bilinebilir. Çünkü onun yeri ikinci mertebe­dir ve birincide bir izi yoktur. İlk mertebe kendisi nedeniyle zorunlu olanın mertebesiyken ikinci mertebe başkası nedeniyle varlığı zorunlu olanın mertebesidir; başkası nedeniyle zorunlu olan ise mümkündür. Yaratılmış olanlardan önce veya sonra gelenlerin hepsi ikinci merte­bede bulunmada müşterektir. İkinciyi birinciye nispet edersen, baş­langıcın (ibtida) ne olduğunu öğrenirsin. Bu itibarla o mertebe İkin­ciyi izhar ederken hiç kuşkusuz İkinciyi ibda eden ve başlatan odur. Mümkünlerden her bir varlıkta başlama hükmünün varlığı süreklidir. Dolayısıyla el-Mübdi sürekli başlatır. O bizde yaratmış olduğu şeyler­le varlığımızı korur; bunlar bekamızın bağlı olduğu hususlardır. Öy­leyse Allah Teâlâ sürekli yaratmış olduğu her bir şey hakkında ibda’ edendir. O yaratılmışı biz mübda, yani yaratılan diye isimlendiririz. Bu itibarla her isim el-Mübdi diye isimlendirilir, çünkü her isim, ilk el-Mübdi’nin yarattığı şeyde hüküm sahibidir. Birinci mertebenin hükmü el-Evvel isminden söz edilirken açıklanacaktır. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğruya ulaştırır.’

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar