OTUZ ÜÇÜNCÜ SİFİR 1.Bölüm
Rahman ve Rahim Allah Teâlâ’nın adıyla;
O’nun rahmeti ve selamı Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve
sellem’in ve ailesinin üzerine olsun!
SEVGİNİN SABİTLİĞİ MERTEBESİ
el-Vedâd İlahi İsmi
Dikkat edin! Vüdd sebat demek
Değişimin baskısı karşısında sebat
O’nu ve bizi bir makam
birleştirir Yüce yönlerde ortaya çıktığında
Öyle bir vadi ki aşiyanı yok Çiçeklerin ve bitkilerin süslediği bir toprak
Onun çiçekleri çocuklar; onları
görürsün oturmuşlar Kürsüler üzerinde, kız çocukları
Korkuya kapıldıklarında sabah onlara
eman verir Onları korkutan tek şey gecelerdir
Bu zikrin sahibi Abdülvedûd diye
isimlendirilir. Allah Teâlâ bu mertebe mensupları hakkında ‘Allah
Teâlâ onları, onlar Allah Teâlâ’yı sever’1 der. Başka bir
ayette ‘Bana uyun ki Allah Teâlâ da sizi
sevsin’2 denilir. Sahih bir hadiste Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ kulunu sevdiğinde, onun kendisiyle duyduğu
duyma gücü, görme gücü, eli ve ayağı olur.’ Onun güçleri kendisi için sürekli
sabittir; âmâ veya dilsiz bile olsa, duyma ve görme niteliği körlük, dilsizlik
ve sağırlık perdesinin ardında sabittir. Allah Teâlâ vüdd (sabit sevgi) diye
isimlendirilmesi itibarıyla sevgisi sabit olandır. Vüdd diye isimlendirilmesi
dedik, çünkü bu niteliğin dört hali, her halin kendisiyle tanındığı bir adı
vardır: Heva, vüdd, hûb ve aşk!
Sevginin kalbe ilk düşmesi ve orada
gerçekleşmesine heva denilir. Bu kelime ‘yıldız kaydı’ anlamındaki heve
en-necm ifadesinden türetilmiştir. Ardından vüdd (meveddet) gelir.
Vüdd sevginin sebat bulması demektir. Ardından hûb gelir. Hûb sevgideki duruluk
ve sevenin iradesinden çıkması demektir. Böyle bir durumda seven sevdiğinin
iradesine göre hareket eder. Ardından aşk gelir. Aşk sevginin kalbi sarması
demektir. Kelime asma ve benzeri ağaçlara sarılan dikenli sarmaşık anlamındaki aşaka’dan
türetilmiştir: Aşk sevenin kalbini sarar, onu sevgiliden başkasına bakamayacak Hakk
getirerek kör yapar.
TEMBİH
Sanatkâr sanatını nasıl sevmez ki?
Biz, hiç kuşkusuz, O’nun sanatının ürünleriyiz. O bizim yaratıcımız olduğu
kadar rızkımızın ve maslahadarımızın da yaratıcısıdır.
Allah Teâlâ bir peygamberine şöyle vahyetmiştir: ‘Ademoğlu! Eşyayı senin için,
seni kendim için yarattım. Senin için yarattığım eşyada kendim için yarattığım
gayeyi telef
A
etme. Ey Ademoğlu! Şanım üzerine
yemin olsun ki, ben seni severim. Senin üzerindeki hakkım karşısında, sen de
beni sevmelisin.’ Sanat özü gereği sanatkârın o işi bildiğini, ona güç
yetirdiğini izhar ederken aynı zamanda sanatkârın güzelliğini, azametini ve
büyüklüğünü de ortaya çıkartır. Böyle değilse (sanat) kim için, kimde ve
kiminle ortaya çıkabilir ki? Demek ki bizim var olmamız ve O’nun bizi sevmesi
kaçınılmazdır. O bizimle ve biz O’nunlayız. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem bir duasında Rabbine hamd ederken şöyle der: ‘Biz O’nunla ve O’nun için
varız.’ Bu mertebe ilgi, atıfet ve süreklilik mertebesidir.
Sevgi olmasaydı el-Vedûd bilinmezdi
Fakirlik olmasaydı el-Cevâd’a ibadet
edilmezdi
Biz O’nunla varız, O’na aidiz
hepimiz ;
Kim bedel öderse O’na itimat eder
İlah bir şeyin varlığım dilerse
Meşiyeti ona ilişmiştir, karşı konulamaz ona
Gecikme olmaksızın onların nezdinde
bulunuruz Alemin kazanılmış niteliğidir bu
Bilin ki âlemin kaynağı sevgidir , . .
el-Vedâd izhar etmiş onu
Allah Teâlâ sürekli seven olduğu için
el-Vedûd3 iken bizim için de sürekli yaratan ve ‘Her
gün bir işte’4 olan diye nitelenendir. el-Vedâd’ın
manası da budur. Biz hal ve söz diliyle O’na sürekli ‘şunu yap bunu yap!’
deriz, O da yapar. O’nun bizdeki fiilinin bir yönüyle O’na ‘yap!’ deriz. Böyle
demek O’nu bir işe zorlamak mıdır? Allah Teâlâ’yı hiç kimse bir işe zorlayamaz,
böyle bir vehimden münezzeh ve mütealdir. Böyle diyebilmemiz el-Vedûd isminin
hükmünden kaynaklanır. Allah Teâlâ elGafur, el-Vedûd ve er-Rahman ismiyle
istiva ettiği yüce arşın sahibidir, çünkü O sevenin duyduğu derin ve coşkulu
özlemle merhamet etmiştir. Seven de sevgiliye onun niteliğiyle kavuşabilir.
Hakkın niteliği varlıktır ve bu nedenle sevene varlık vermiştir. O’nun katında
varlıktan daha tam bir şey bulunsaydı, verirken cimrilik yapmazdı. İmam Ebu
Hamid bu makamda şöyle der: ‘Allah Teâlâ katında bir şey bulunup saklanmış
olsaydı, bu durum cömerdikle çelişen bir cimrilik, kudrede çelişen acizlik
olurdu.’ Allah Teâlâ el-Gafur ve el-Vedûd olduğunu bildirdi. el-Vedûd gâyb
(mertebesinde) sevgisi ve muhabbeti sabit olan demektir. O bizi görür. Bu
nedenle sevdiğini görür, onu görmekle sevinir. Bütün âlem bir insan
mesabesinde sevilen iken âlemdeki şahıslar insanın organlarına benzer. Sevilen
sevdiğinin muhabbetiyle vasıflanmamış, sadece onu sevilen haline getirmiştir,
o kadar!
Sonra, Allah Teâlâ bazı kullarını
severken aynı zamanda onlara kendisini sevme imkânı bahşeder. Böyle bir kuluna
eşyanın suretlerinde Hakkı müşahede etmek ve görmek nimetini ihsan eder. Bu
itibarla Allah Teâlâ’yı sevenler ile âlemin ilişkisi, göz ile göz bebeğinin
ilişkisi gibidir. İnsanın pek çok organı olsa bile gören ve müşahede eden
organları iki gözüdür. İnsanda göz âlem içinde sevenler mesabesindedir. Allah
Teâlâ kendisini sevdiklerini bildiği için sevenlerine müşahede nimetini vermiştir.
Bu bilgi O’nun katında zevk bilgisidir. Binaenaleyh Allah Teâlâ O’nu sevenlere
kendine yaptığı gibi yapmıştır; kastedilen sevilen için sevilen demek olan vecd
halindeki müşahededir. Cinler ve insanlar sadece Allah Teâlâ’ya ibadet etsinler
diye yaratıldı. Allah Teâlâ yaratıkların arasından onları sadece kendisini
sevsinler diye yarattı. Çünkü Allah Teâlâ’ya ibadet edecek O’nun karşısında
zelil ve hor kalacak kişi ancak sevenler olabilir. İnsanın dışındaki her şey
O’nun hamdini tespih eder, çünkü Allah Teâlâ’yı görmemiştir ki sevebilsin! Allah
Teâlâ insandan başka hiçbir yaratılmışa elCemil isminde tecelli etmemiştir.
Bildiğim kadarıyla insanda bu isimle tecelli etmiştir. Bu nedenle insan sadece
Rabbini veya Rabbinin tecelligâhı olan birisini severken bütünüyle sevgisinde
fani olarak kendinden geçer. O halde âlemin gözleri -sevilen her kim olursa olsunâlemdeki
sevenlerdir. Bütün yaratılmışlar Hakkın tecellisinin aksettiği yerlerdir.
Onların sevgileri (vüdd) sabittir. Onlar sevgileri sabit olanlar iken Allah
Teâlâ el-Vedûd’dur. İş Hakk ve yaratılmış arasında yaratılmış ve Hakk nedeniyle
perdelenmiştir. Bu perdelenmişlik nedeniyle el-Vedûd ile birlikte el-Gafur
ismi gelmiştir. Bu gizlenme nedeniyle ‘Kays, Leyla'yı sevdi’ denilmiştir.
Hâlbuki Leyla bir tecelligâh! Veya ‘Beşir, Hind'i sevdi’ veya ‘Kesir, İzzet'i
sevdi’ veya ‘İbnü'd-deric, Lübna'yı sevdi’, ‘Tûbe, Ehille'yi sevdi’, ‘Cemil,
Büseyne'yi sevdi’ denilir. Bütün bunlar, Hakkın tecellisinin oturakları ve
duraklarıdır. Bununla birlikte onlar, sevdiklerini isimleriyle tanımamış
olabilirler. Çünkü insan bir şahsı görür, onu sever, fakat kim olduğunu veya
adını veya nereli olduğunu veya evini yurdunu bilmez. Bununla birlikte sevmek,
o şahsı araştırmaya, evini ve yurdunu soruşturmaya sevk eder. Onu bulamadığında,
peşinden gider, soruşturur. Allah Teâlâ’yı sevmemiz de öyledir. Biz Allah Teâlâ’yı
tecelligâhlarında severiz. Leyla, Lübna veya başka bir ad veya herhangi bir
özel isimde Allah Teâlâ’yı severiz, fakat sevdiğimizin Hakkın aynı olduğunu
bilmeyiz. Bu nedenle ismi biliriz, fakat Hakkın aynı olduğunu bilmeyiz. Bu
durumda ismi sevmiş, hakikati tanımamış oluruz. Yaratılmışın ise hakikati
sevilir, bilinir. Bazen ismi bilinmez, sevgi onu bilmeyi icbar eder. Başka bir
ifadeyle sevgi sevileni tanımayı gerektirir. İçimizden bazı kimseler dünya
hayatında O’nu tanır ve bilirken, bazı kimseler, herhangi bir şeyi seviyorken
ölene kadar O’nu tanımazlar. Perde kalktığında Allah Teâlâ’dan başkasını sevmediği
ve yaratılmışın adının kendisini perdelediğini anlar. Nitekim insan dünyada bir
şeye ibadet eder, fakat bilmediği yönden sadece Allah Teâlâ’ya ibadet etmiştir.
Bununla birlikte, onun mabudu Menat, Uzza, Lat diye isimlendirilmiş olabilir.
Ölümle birlikte perde kalktığında, sadece Allah Teâlâ’ya ibadet ettiğini
öğrenir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Senin rabbin
kendisinden başkasına ibadet edilmesin diye hüküm verdi.’5 Puta tapanların durumu da öyledir.
Böyle bir insan taptığı putta herhangi, bir tarzda ilahlık bulunmadığına
inansaydı, kendisine ibadet etmezdi. Fakat ‘el-Gafur,
el-Vedûd’6
ayetinde belirtildiği üzere çekilmiş perde nedeniyle insan O’nu tanımamıştır.
Bu itibarla sadece isimler vardır. Bu nedenle hakiki mabud olan Allah Teâlâ,
ibadeti tecelligâh ve oturaklara izafe ettiklerinde insanlara şöyle der: ‘Onları
isimlendiriniz.’ İnsanlar taptıkları şeyleri isimlendirmiş olsalardı, onları
tanıyacaklar, tanıdıklarında Allah Teâlâ ile isimlendirdikleri arasındaki
farkı anlayacaklardı. Nitekim oturak ve tecelligâh arasındaki fark bilinir ve
‘şu oturak, şu tecelligahtır’ dersin, ayrışma gerçekleşir.
Düşünürsek
gerçek böyle! .
Sen
O’nda isen sen oldun demek . ,
Hakkın oturağı gerçekte sen
Ve
sen, sen iken sen olmayan "
,
Bizim kastettiğimizi elde ettin
İbadet ettiğimizi bilmiş oldun
Ne Leyla ne Lübna
Bildiğinden başka birisi değil!
Onu severken basiretliysen
Onu kendinden görürsün; sen sensin!
Seven başkasını sevmedi
Hepsi sensin, sen!
Kur’an-ı Kerim isimler ve haller
arasındaki ilişkiyi ne güzel ve sırlı bir şekilde ortaya koymuştur. Allah
Teâlâ ‘el-Gajur ve el-Vedûd, yüce arşın
sahibi, dilediğini yapandır’7 buyurur. Allah Teâlâ sevendir,
dilediğini yapandır. Demek ki Allah Teâlâ sevilendir! Çünkü ancak sevilen
sevdiğine dilediğini yapabilir. Buna mukabil seven, (sevdiğinin sözünü) dinleyen
ve ona itaat edip istediklerine amade olandır. O seven ve el-Vedûd, yani
sevginin ayrılmaz özelliklerine ve şardarına bağlı ve sevgisi sabit olandır.
Bununla birlikte hakikat birdir. Çünkü burada el-Vedûd, aynı zamanda dilediğini
yapan demektir. Bu ilâhî uyarıda ne hoş ve sırlı bir durum olduğuna bakınız! ‘De
ki, Rabbim benim bilgimi arttır.’8
‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’9
MECD
MERTEBESİ
el-Mecid
İlahi İsmi
Bu mertebenin sahibi Abdülmecid diye
isimlendirilir. Kur’an-ı Kerim’in bir niteliği de mecid olmaktır (Kur’an-ı
mecîd). O Allah Teâlâ’nın kelamı
olduğu gibi O’nun kelamı da kendisidir.
Mecd ve şeref mertebesi Övünme ve iftihar mertebesi
Bizim mecdimize sahip olunuz 0 deryadan herkes kanarak su içer
O’nun şanını yücelttiğinde Kalkar ve
ayrılır
Sarayları vardır Hadimler önünde
durmuş
Hilyesiyle süslenirler ,
Onun hibesi,
yarımın hükmü
Hibesi yarımdır .
Onunla var olur ve
hediyeler gelir
Biz âlemin cevheriyiz Sedef bizim
içimizde
Namaz kılan ‘Din
gününün sahibidir’10 dediğinde, Hakk ‘Kulum
beni yüceltti’ der. Yani gerçekte öyle olduğu gibi kendine karşı üstünlüğü
bana izafe etti. Bu itirafa bakmalısın! Hakk asıl itibarıyla mecdin sahibiyken
kelam da herhangi bir görüş ayrılığı olmaksızın O’nun kelamıdır, çünkü o,
Kur’an’dır. Allah Teâlâ ‘Din gününün sahibidir’11
ifadesinde ‘Kulum beni yüceltti (mecd)’ der. Bu ifade işin izafi olduğu
hakkında İlâhî bir uyarıdır. Kendine karşı üstün olacağı bir varlık veya cevher
bulunmasaydı, Allah Teâlâ kime karşı üstün ve ‘mecd’ sahibi olacaktı? Demek ki
O’na mecd kazandıran kulun varlığıdır. Allah Teâlâ ‘Kulum beni mecd sahibi
yaptı’ derken ancak hakikati dile getirmiştir.
Yok olsaydık biz, yok olurdu O’nun
mecdi ve yüceliği O’nu yüceltmemiz muteber bir durum
Benim sözümün vechinden meydana gelir
el-Mecid olan ilah böyle demiştir bana
Biz de bilgi ve
inançla belirttik onu
O’na şükrümüz
nedeniyle ilave nimet ulaştı bize
O benim sözümle irade edilen Nitekim
asılda da irade eden O
Varlığımda hükümran olan O O
dilediğini yapandır bizde
O’nun irade ettiği
şey
Varlığı
olmayanlardır; kastımı iyi anla
Ben var iken beni irade etmez Bütün
var olanlar varlık demek zaten
O’nun iradesini gördüm bazen O’nun
irade ettiği her zaman yok olandır
Namaz kılan ‘Din
gününün sahibidir’12 ayetini okuduğunda, Allah
Teâlâ ‘Kulum beni yüceltti (temcîd)’ der. Burada Allah Teâlâ ‘Kulum dünyada ve
ahirette âleme karşı mecd ve üstünlüğü bana izafe etti’ demiş olur. ‘Çünkü
ben’, diye devam eder, ‘âlemdekileri dünya ve ahirette amellerine karşılık
olarak cezalandıranım’. Zaten din günü de ceza günü demektir. Bu itibarla
şeriadarda hadler ve sınırlar, ceza olarak belirlenmişken insanlara ulaşan
musibeder, onların kendi elleriyle yaptıklarının karşılığı olarak ulaşır.
Bununla birlikte Allah Teâlâ pek çoğunu affeder. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Size
isabet eden her musibet ellerinizle yaptığınıza karşılıktır. Allah Teâlâ pek
çoğunu affeder.’13 Aynı
şekilde ortaya çıkan fitneler, yıkımlar, savaşlar, veba vb. belalar da
insanların yaptıkları işlerin karşılığıdır. Onlar, karadayken ortaya çıkan
yere batırılma, veba, ölüm, esaret vb. gibi bozgunları veya denizde ortaya
çıkan boğulma gibi musibederi veya kazançların yok olması gibi insanların
kederlenmesine yol açan hadiseleri bu davranışlarıyla Hakk etmişlerdir. Allah
Teâlâ şöyle der: ‘Fesat ortaya çıktı.’14 Kastedilen söylediğimiz ve ifade
ettiğimiz hususlardır. ‘Denizde ve karada insanların
elleriyle yaptıklarına karşılık olarak...’15 Bunlar onların yaptıklarına karşılık
ortaya çıkmıştır. ‘Onlara yaptıklarının bir kısmını
tattırsın diye.’16 ‘Ceza’
bu demektir ve o dünya hayatındadır. Demek ki dünya günü ceza günü demek iken
ahiret günü de ceza günüdür. Bununla birlikte ahiret hayatında ceza daha çetin
ve büyüktür, çünkü orada isabet eden adına ecir ortaya çıkmaz. Dünyadaki
musibetler bazen sevap meydana getirirken bazen getirmez. Dünya günüyle ahiret
günü arasındaki fark budur. Bazen musibetin ardından insandan makbul bir tövbe
çıkabilir; bazen dünyada tövbenin kabul edilmemesi hususunda ahiret gününün
hükmü tezahür edebilir. Böyle bir tövbenin olmayışı, güneşin batıdan doğuşu
esnasında imanının hiç kimseye fayda vermeyeceği hakkında nasta belirtilmiştir.
Güneş batıdan doğmazdan önce iman etmeyen veya imanından hayır elde etmemiş
kimselere imanları fayda vermez. Amel sahibinin ameli dünya hayatında olduğu
halde kendisine fayda vermez. Bu durumda dünya hayatı (tövbenin yarar
sağlamadığı) ahirete benzemiştir. Aynı şey dünyadaki musibeder için geçerlidir.
Bu musibeder, Allah Teâlâ’nın bildiği hataların bir kısmını örter. Ahiretteki
musibeder hataları örtmez. Bazen dünya gününde bu hüküm ortaya çıkar. Bu durumda
dünya hayatı ahirete benzer. Bu durum Allah Teâlâ’ya ve peygamberine savaş
açanlar hakkında dile getirilmiştir. Allah Teâlâ ve peygamberiyle savaşanların
öldürülmeleri, asılmaları, ellerinin ve ayaklarının çaprazlamasına kesilmesi
veya yurdarından sürülmesi hakkındaki cezalar dile getirilmiştir. Allah Teâlâ ‘Bu
onlar için dünya hayatında bir cezadır, ahirette ise büyük azap vardır’17 der. Yani bu savaş ve fesada
karşılık olarak onlara ceza verilecektir. Dünya hayatında karşılaşmış oldukları
belalar ve musibeder, onların hatalarım silmemiştir.
Kur’an-ı Kerim’in ne kadar hikmetli
olduğuna ve anlayış gücü verilen kimseler için ne kadar bilgiler içerdiğine
bakmalısınız! Allah Teâlâ’yı bilenlerin sahip olduğu her şey Kur’an’dan
aldıkları bilgilerdir. Kur’an, ‘Bâtıl
ona önünden veya ardından giremez’18 ayetinde belirtildiği üzere
doğruluğu kesinleşen masum vahiydir. Daha önce inen kitaplar Kur’an-ı Kerim’i
tasdik ederken ardından onu tekzip edecek bir vahiy inmeyecektir. Kur’an sabit
hakikat demektir. Bu ümmet içerisinde veya önceki ümmederde Kur’an’ın dışında
inmiş olan vahiy ve ilhamlara bâtıl ‘önlerinden’ gelebilir; bu durumda onun
sahibi ayet veya sahih rivayete dayanarak kendine gelen ilhamın hükmünü tashih
eder. (İslam ümmetindeki ilhamlarla ilgili) bu durum Cüneyd-i Bağdadi’nin
‘Bizim bu ilmimiz Kitap ve Sünnet ile sınırlıdır’ cümlesinde belirtilir. Yani
Kitap ve Sünnet bizim ilmimizin Allah Teâlâ katından gelen gerçek bilgi olduğuna
şahidik eder. Söz konusu ilham ve vahiylere ‘ardından’ da bozukluk gelebilir.
Yani ilhamın bâtıl olduğu o esnada bilinmez, daha sonra bâtıl olduğu öğrenilir.
Bu durum Kur’an-ı Kerim’de ‘Ona bâtıl önünden veya ardından
girmez, el-Hâkim ve el-Hamid’in indirdiği vahiydir’19 ayetinde belirtilir. Kulun Rabbinin
din gününün sahibi olduğunu itiraf etmesinden daha büyük bir mecd ve azamet
olabilir mi? Bütün yaratılmışlar O’nun hükümlerinin ortaya çıktığı mülkleridir.
Sonra sadık haberle kulların amellerinin kendilerine döneceğini öğrendik.
Öyleyse Hakkın kendisiyle yüceltilmiş olduğu bu mecd ve övgünün de kulların
kendilerine dönmesi gerekir. Bu durumda ahirette sırlı ve bilinmez mecd onlara
ait olur. Onların amellerinin kendilerine dönmesini de ‘Bütün
iş O’na döner’20
ayetinin hakikati gerektirir. Hâlbuki daha önce varlıkların iddiaları o işi
alıp yaratılmışlara izafe etmişti. Bütün işler Allah Teâlâ’ya döneceği için
kulların amelleri de kendilerine döner. O halde kul yaptığı işe göre karşılık
görür. Onun ameli Hakkı takdis etmek ise kendisi de takdis edilir; kul tenzihi
nedeniyle münezzeh, tazimi nedeniyle muazzamdır (tazim edilen saygındır).
İşin böyle dönüşünü dikkate alan keşif ehlinden bazı kimseler ‘subhanî (kendimi
tenzih ederim)’ demiş, hükmü kendine döndüğü gibi tenzihin lafzını da kendine
döndürmüştür. Nitekim başka birisi yine bu makamda ‘EnAllah Teâlâ (Ben Allah
Teâlâ’m)’ demiştir, çünkü ancak inandığı birine ibadet etmiştir. İnandığı ise
nefsinde var ettiği bir şeydir. Binaenaleyh insan kendisine benzer (inancında)
yaratılmış bir şeye ibadet etmiş, yaratılıştaki bu ortaklık nedeniyle bu
gerçeği gördüğünde, ‘EnAllah Teâlâ (Ben Allah Teâlâ’m)’ demiş, bu sözü
söyleyip de ‘Ahiret ve dünyaya ibret’21 olmak üzere cezalandırdığı kimsenin
(Firavun) söylediği gibi onu söylemiş iken Allah Teâlâ onu mazur sayıp
cezalandırmamıştır. Aynı cümleyi Hakkın diliyle, yani dili, kulağı ve gözü Hakk
iken o cümleyi söyleyen kişi ise bu makam sahibinin aşağısindadır. O halde
itikadı bakımından ‘EnAllah Teâlâ’ diyenin makamı Hakkın diliyle onu
söyleyenden daha tamdır. Çünkü birinci kişi bunu öğrendikten sonra o sözü
söylemiş, kime ibadet ettiğini öğrenmiştir. Üstünlük ise bilgide ortaya çıkar.
‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve dgğru
yola ulaştırır.’
HAYÂ
MERTEBESİ
el-Hayiü
İlahi İsmi
Hayâ Allah Teâlâ’nın kapısının
anahtarı Gerçi kapının açılışı gizlidir
Onu açarsan aydınlık veren bir ışık
görürsün Güzel yüz onunla aydınlanır,
yukarısı nur ve parlak
Gecenin karanlığında bakarsan ona
Adeta sabah ve aydınlık gibi görünür
Bu mertebenin sahibi Abdülhayiü veya
Abdülmüstahyi diye isimlendirilir. Bir rivayette ‘Allah Teâlâ hayâ sahibidir’
denilir. Hayanın özel bir mertebesi vardır, çünkü Allah Teâlâ hayanın hükmünün
bulunmadığı bir yerde şöyle demiştir: ‘Allah
Teâlâ sivrisinekten misal vermekten hayâ etmez’22 Yani cahile göre en değersiz ve basit
bir şeyi misal vermekten çekinmez. Cahilin değersiz zannettiği o şey Allah
Teâlâ katında değersiz değildir. Allah Teâlâ’ya delil olan bir şey nasıl
değersiz olabilir ki? Delilin değeri medlulünün değeri ve yüceliğiyle yücelir.
Sonra Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bu mertebeden konuşarak ‘Hayâ
imandandır, iman sabrm yarısı, şükrün yarısıdır. Allah Teâlâ es-Sabûr ve
eş-Şekûr’dur’ demiştir. el-Mümin ismi cihetinden Allah Teâlâ, ilâhı isimlerin
eserlerini kabul etmeleri nedeniyle kendisine verdikleri nimete karşılık
kullarına ‘teşekkür eder’. Söz konusu nimet, kulların İlâhî isimlerin
eserlerini kabullerinden ibarettir. Ayrıca Allah Teâlâ es-Sabûr ismiyle
kendisini tanımayan cahil kullarının eziyetine karşı sabreder. Cahiller bir
bilgileri olmaksızın ‘düşmanlık yapmak üzere’ kendisine layık olmayan bir
özelliği Allah Teâlâ’ya nispet ederler. Nitekim Allah Teâlâ onların bu
davranışlarını bize bildirmiştir. Bu davranışlara karşı, sabır, Allah
Teâlâ’nın es-Sabûr isminden kaynaklanır. Yapılan eziyete karşı hiç kimse Allah
Teâlâ’dan daha sabırlı değildir, çünkü O cezalandırma kudretine sahiptir. Allah
Teâlâ sabrının ve şükrünün kemali nedeniyle imanında kemal sahibi olması
anlamında el-Mümin’dir. Gerçekte
O’ndan
meydana gelen bir nimete karşılık Allah Teâlâ’nın kullarına şükretmesi ne
kadar sırlıdır! .
Allah Teâlâ’nın hayâ sahibi olmasının
bir tezahürü şudur: Allah Teâlâ kıyamet günü yaşlı bir adam getirtir, onu
hesaba çeker, hata ve suçlarını bir bir sayar. Buna mukabil yaşlı insan sayılan
suçlarm hepsini inkâr eder. Bunun üzerine Rabbi onu tasdik eder, cennete
götürülmesini emreder. Melekler bunun hikmetini soruduğunda Allah Teâlâ şöyle
der: ‘Yaşlılığı karşısında onu yalanlamaktan hayâ ettim.’ Binaenaleyh Allah
Teâlâ’nın onu tasdiki hayânın imandan bir parça olmasından kaynaklanır. O
elMümin’dir, çünkü o Allah Teâlâ’nın kendinde yaratmış olduğu günahları,
hataları, kısaca yaratılan her şeyi tasdik etmiştir. Bu kabulü olmasaydı ilâhî
iktidar kendisine nüfuz edemeyecekti. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
‘Hayâ hayır getirir, Allah Teâlâ hayâ sahibidir’ der. Allah Teâlâ insana hayâsı
nedeniyle hayır getirir. Günahın örtülmesinden, rezil edilmemesinden, açığa
çıkartılmamasından, bağışlanmasından daha büyük bir iyilik olabilir mi? Bu
ilâhî nitelikler kulda bulunduğunda, bunlar, kendisine bu mertebeden gelir, kul
da o mertebeden onları kabul eder. Kul ilâhî surette yaratılmış olduğu için,
bütün ilâhî mertebelerin gereklerini kabul edebilir. Çünkü her mertebenin bir
yönü Hakka, bir yönü kula bakar. Bunun yanı sıra kula izafe edilip de (şekilci)
âlimlerin ‘Hakk ediş’ yoluyla ve asıl itibarıyla kula ait gördükleri -biz onlar
gibi düşünmüyoruzher özellik için de durum böyledir. Her mertebenin iki yönü
vardır: Bir yönü Hakka bakarken bir yönü kula bakar. Böylece iş, Allah Teâlâ
ile yaratıkları arasında düzenlenmiş, birbirine benzemiş, bu konuda Hakk,
yaratılmışların özelliğiyle zuhur etmişken yaratılmışlar da O’nun özeliliğiyle
zuhur etmiş ve görünmüş, (her iki mertebe) birbirine muvafık olmuş, birbirine
bağlanmış ve sarılmıştır. Bununla birlikte ‘Allah
Teâlâ âlemlerden müstağnidir.’23 Bu birbirine sarılma ve uyumda
elif-lam harfi (bunu anlatmak üzere) ortaya çıkmış, bu bir akit bağı olmuş, Allah
Teâlâ ile kulları arasında ahider ve sözleşmeler gerçekleşmiş, Allah Teâlâ ‘Sizinle
yaptığım ahde uyunuz’2* buyurmuştur.
‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru yola ulaştırır.’
SEHA -İHTİYAÇ ÖLÇÜŞÜNCE VERMEKMERTEBESİ
es-Sahî İlahi İsmi
Sah! veren kimsedir fakat Yaratılmışın muhtaç olduğu ölçüde verir
Bir fazlalık veya eksiklik olmadan Üzerinde belirlenmiş hakları verir
Sahî zorlanarak veren değil Bir
ölçüye göre veren demektir
Varlığın üzerinde bulunduğu nitelik
değil Fakat o yaratılmışın ve beşerin niteliklerindendir
Allah Teâlâ için söyledim bunu ben
Nasların sana getirdiği habere dayanarak
Bunu bilmelisin, O’nun hakikati
Başka bir şeyin kendisinde bulunmaması
O’nun sureti suretimizin dürülüşünde
O’nun sureti suretler üzerinde büyür
Bu mertebenin sahibi Abdüssahî diye
isimlendirilir. Seha mertebesi ‘ihsan’ mertebelerindendir. Seha ihtiyaç
duyulan ölçüde vermek (atâ) anlamına gelir. Bu itibarla seha ya hâl ile veya
sözlü istekten meydana gelir. Sözle meydana gelirse hâlin de ona eşlik etmesi
gerekir; aksi halde öyle biri muhtaç değildir.
Atâ ve verme mertebeleri pek çoktur:
Bunların arasında vehb, cûd, kerem, seha ve îsar zikredilebilir. İsar fütüvvet
üzere vermek anlamına gelir. Kitabın fütüvvet bölümü ile el-Mevakiu’n-Nücum’un el
organı bölümünde bu konuyu açıklamıştık. Endüliis-Meriyye’de 595’te İlâhî bir
emirle yazmış olduğumuz söz konusu kitap şeyhin müridin terbiyesi üzerindeki
görüşlerini içeren değerli bir kitaptır.
Sonra konuya dönüp şöyle deriz: ‘Atâ’
türleri içindeki vehb (vermek), nimet vermek amacıyla vermek demektir ve bedel
ve karşılık talebi taşımaz. ‘Biz
sizi Allah Teâlâ rızası için yediririz, sizden karşılık veya teşekkür
beklemeyiz’2S ayetinde kastedilen budur. Bu
anlamdaki ‘vermek’ eldeki emaneti sahibine ulaştırmak anlamına gelir. Kerem ise
istedikten sonra vermek demekken cûd istemezden, seha ihtiyaç ölçüşünce, îsar
şimdiki anda -ki bu daha üstündürveya gelecekte -daha aşağı mertebededirmuhtaç
olduğunu başkasına vermektir. Her vermenin İlâhî bir ismi varken îsar için
böyle bir durum düşünülemez. Allah Teâlâ el-Vehhab’dır, el-Kerim’dir,
el-Cevad’dır, es-Sahî’dir, fakat elMusir (muhtaç olduğunu başkasına veren)
olduğu söylenemez. Allah Teâlâ’nın her şeyi bildiğini söylemiştik. Vakıa
böyleyken, hâl diliyle isteği gerektiren seha Allah Teâlâ için nasıl mümkün
olabilir? Allah Teâlâ şöyle der: ‘Her şeye
yaratılışını verdi.’26 Allah Teâlâ ‘tam yaratılmış’ olması
bakımından hiçbir varlık için muhtaç olduğu hiçbir şeyi geride bırakmamıştır.
Bilmelisin ki, bir tamlık vardır bir
de kemal! Tamlık bir şeye yaratılışını vermek demektir. Tamlığı verirken talep
ve istek gerekli olmadığı gibi tamlık verirken kemali vermek de gerekli
değildir. Sual ve talep kemalin gerçekleşmesinde düşünülebilir. Çünkü kemal bir
mertebedir. Bir mertebeyi Hakk kulda var ettiğinde, ona yaratılışını vermiş
olur. Bu itibarla mertebe, verilenin tâmlığından değil, onun kemalindendir. Her
insan bir kemale, başka bir ifadeyle bir mertebeye muhtaçtır. Fakat bu mertebe
belirli değildir, çünkü insan zatı gereği farklı mertebelere ehliyedidir ve
belirli bir mertebede bulunması zorunludur. Bir mertebede iken içinden Allah
Teâlâ’nın kendisine başka bir mertebe vermesini ister. Bu isteğin nedeni, o
mertebeye dair sahip olduğu ehliyettir. Demek ki istek kemalde tasavvur edilir
ve o dilek sahibinin amacına ulaşmak üzere muhtaç olduğu hususlardan biridir.
Çünkü maksadın ve gayenin yaratılışının tamlığı, onun bir konusunun (müteallak)
yaratılmasıdır; o konu sayesinde söz konusu şeyin kemali ortaya çıkar. Çünkü
onun tamlığı belirli bir konuya ilişmesiyle gerçekleşir ve o da var olmuştur. Allah
Teâlâ ona istediği gayeyi verirse, hiç kuşkusuz, gayenin muhtaç olduğu bir
şeyi vermiştir. İşte seha anlamındaki cömertlik budur. Çünkü seha, ihtiyaç
ölçüşünce vermektir. Bazen Allah Teâlâ dile gelen bir istek olmaksızın
kendiliğinden verir. Bununla birlikte verilende ehliyetin varlığı hâl diliyle
istek anlamına gelir. Şöyle dersin: Her insan nebi veya resul, halife, veli,
mümin olmaya kabiliyetli bir istidada sahiptir. Fakat o sıradan bir insan, düşman,
kâfir veya başka bir şey olabilir. Bütün bunlar, kulun kemal ve noksanlığının
bulunduğu mertebelerdir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der:
‘Erkeklerden pek çok kimse kemale ermişken kadınlardan İmran kızı Meryem,
Firavun’un eşi Asiye kemale ermiştir.’ Bunların dışındaki her şahıs insanlığı
bakımından kemali izhar edecek özelliğe kabiliyetli ve istidatlıdır. Ehliyet
nedeniyle her şahıs kemale muhtaçken mahrumiyet nedeniyle hâl diliyle istek
var olmuştur.
Seha mertebesinde (hazret) hikmet
mertebesinin kokuları bulunur. Allah Teâlâ bir hikmet nedeniyle engellediği
gibi verirken de hikmete göre verir. Allah Teâlâ verirken ve engellerken
el-Hâkim ve el-Âlimdir.
‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru yola ulaştırır.’
ET-TAYYİB'İN
MERTEBESİ
et-Tayyib
İlahi İsmi
et-Tayyib’itı güzelliğiyle eşya güzelleşti ,
Bu nedenle O’nun
vasıf ve isimleri var
O’nun güzel
isimleri belirlenmiş
O’nda bir kötülük veya daha kötü bir şey yok
et-Tayyib’in güzelliği bizi
yaratırken tecelli etmiş O’nu et-Tayyib diye isimlendirdim ve bunda bir icmal
var
Onu tadan müşahede tadı alır da
Tatmayanın ne bilgisi ne hali vardır
'Bu bilgi de nedir?’ derse, derim ki
‘Pirler bu sözü beyan ettiler’
Onların söylediğini reddetmekten
sakın
Onun sahih bir yorumu var, sufiler o
görüşe meyletmiş
Zikrin güzelliği yaratılışımızın
güzelliğidir Hakkın suretinde yaratılmışız; ameller ise mallardır
Bu mertebenin sahibi Abdüttayyib diye
isimlendirilir. et-Tayyib çirkini güzelden ayrıştıran demektir. Bu
ayrıştırmayla Allah Teâlâ, et-Tayyib olması bakımından ‘temiz erkekleri temiz
(tayyib) kadınlara’ tahsis ederken el-Hakim olması bakımından da ‘çirkin
erkekleri çirkin kadınlara tahsis eder’. Çünkü O eşyayı yaratan, eşyayı ve
onların hükümlerini ayrıştıran ve temyiz edendir. Allah Teâlâ çirkinleri üst
üste koyarak biriktirir, sonra onları cehenneme doldurur. Artık ‘onun anası
sürekli haviye’ olur. Yücelikler ise temiz ve tayyib olanlara aittir.
Dolayısıyla sürekli yücelir. Bununla birlikte yukarı çıkan da aşağı düşen olmak
üzere herkes, ancak Rabbini talep eder. Bu itibarla aşağıya düşen Rabbini özel
bir yönde bilen ve tanıyandır. O peygamberin şu sözünü duyarak aşağıya yönelir:
‘Bir ip sarkıtsaydınız Allah Teâlâ’nın üzerine düşerdi.’ Burada bir sır vardır
ki araştırırsan onu öğrenirsin. Habisin mizacı ve istidadı Rabbini ancak o
yönde aramayı gerektirir. O habis olduğu gibi cehennem de dibi derin olan
yerdir. Söz konusu kişi zikrettiğimizi aramak üzere cehenneme doğru düşerken
temiz ve tayyib olan yükselir ve Rabbini özel bir yönden tanır. Bu özel yönü ‘Rabbinin
en yüce adını tespih et’27 ayetini aktaran Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellemden öğrenmiştir. Demek ki tayyibin mizaç ve
istidadı Rabbini ancak o yönden aramayı gerektirmiştir. O kişi tayyib diye
nitelenmiştir. Yüceliğin ise Allah Teâlâ’nın dışında bir nihayeti yoktur.
Nitekim aşağıya düşmenin varacağı yer de Allah Teâlâ’dır. Ebu Yezid el-Bestami
gibi, herhangi bir nitelikle nitelenmeyen kimseler ise Allah Teâlâ’yı altı
yönü ihata ederken ararlar. Allah Teâlâ kendisini nitelerken ‘O
her şeyi ihata edendir’28 buyurur. Böyle bir insan Allah Teâlâ’yı
yüksekte, aşağıda, sağda, solda, arkada ve önde arar. Bütün bu yönler -ki
insanın aynıdırlarancak insan vasıtasıyla ve insanda ortaya çıkarlar. İnsan
‘ihata’ özeliliğiyle nitelenen varlıktır. İnsanların en kâmili ise belirli bir
yönün üzerinde hüküm vermediği kişidir; başka bir ifadeyle bir yön onun
üzerinde hüküm vererek diğerini etkisiz Hakk getirmez. İnsan-ı kâmil bütün suretlerde
zuhur edebilirken kâmil olmayan insan sınırlı kaldığı suretle zuhur eder. Ebu
Yezid’in niteliği olmadığını söyledik, bunun anlamı, onun belirli bir durumla
sınırlanmaması ve bütün yönlerle zuhur edebilmesidir. Bununla birlikte herhangi
bir malumun gerçekte bir tanımdan ve sınırdan yoksun kalması mümkün değildir. Bu
bağlamda tanımların en üstünü mutlaklıktır ki o da bir sınırlanmadır. Çünkü mutlak
olan mutlaklığıyla sınırlı olandan farklılaştığı kadar mukayyet, yani sınırlı
olan da mukayyet olandan ayrışır. Yaratılmış olan Hakka sirayet etmek
özeliliğinde olsa bile, bu kez ‘sirayet etmek’ özelliğiyle sınırlanmıştır. Hakk
da yaratılmışa sirayet eder ve O da ‘sirayet etmek’ özelliğiyle sınırlanmıştır.
Bu görüş Ebu Medyen’in görüşüydü. Ebu Medyen bu makama ümmi ve avam diliyle
şöyle dikkat çekmiştir: ‘Hayat sırrı bütün var olanlara yayılmıştır. Donuklar
onunla donmuş, bitkiler onunla gelişmiş, hayvanlar onunla hayat sahibi
olmuştur. Her şey Allah Teâlâ’nın hamdini tespih ederken hayatın ona yayılması
nedeniyle nutk sahibidir.’ Kendisine ibare fethi verilmemiş olduğu için Ebu
Medyen’in bu ifadesinde anlatım eksikliği vardır. Bununla birlikte gerçeğe
yaklaşmış, fakat makamın hakkını verecek şekilde onu ifade edememiştir.
Et-Tayyib bu demektir ve et-Tayyib sınırlılık bildiren
isimlerden biridir. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru
yola ulaştırır.’
İHSAN
MERTEBESİ
el-Muhsin
İlahi İsmi
el-Muhsin’in mertebesi ihsandır
Gerçekte ise insandır o
Bu nedenle onun ayırıcı özelliği
Hakkında söylenmiş olan nisyan (unutma)
Bilfiil ibadet ettiğini görürsen İhsan ve iman sahibisin
demek ki
Bilmez ve O’nu gördüğünü anlamazsan
İkinci ihsana göre amel etmelisin
Rahman o ikisini bir araya getirdi
İhsan ‘ihsana’ karşılık olsun diye
Hepsi O’nun katından bilirsen
gerçeği O bana ihsan etmezse ben nasıl bilirim ki O’nu
Önceden bana gelen bilgi nedeniyle
beklemem uzadı Söz ve fiil olarak; bu iş beni köreltti
Bu makamın sahibi Abdülmuhsin’dir
(ihsan sahibinin kulu). Ona Abdülmuhsan da denilebilir. Cebrail Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’e ‘ihsan nedir?’ diye sorduğunda Allah Teâlâ’nın
peygamberi ‘İhsan Allah Teâlâ’ya O’nu görür gibi ibadet etmendir, sen Allah Teâlâ’yı
görmesen bile O seni görüyordur’ demiştir. Başka bir rivayette ‘Sen görmesen
bile O seni görür’ der. Bunun yanı sıra Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Allah
Teâlâ’ya dair bilgiye göre kişinin O’nu hayalinde canlandırmasını ve tahayyül
etmesini emreder ki, böylece Allah Teâlâ insan için sınırlanır. Allah Teâlâ ‘İhsanın
karşılığı ihsan değil midir?’29 der. ‘Allah Teâlâ Âdem’i kendi
suretinde yaratmıştır’, ‘Kendini bilen Rabbini bilir’ hadisleriyle ‘Nefislerinizde
ayet vardır, görmez misiniz?’30, ‘Onlara
ayetlerimizi ufuklarda ve nefislerinde göstereceğiz’31 ayetlerinin anlamlarını anlarsa,
mudaka şunu da öğrenmiş olur: Kendini böyle gören insan ihsana karşılık olarak
Rabbini de öyle görmüş demektir. Bu da Allah Teâlâ’ya O’nu görür gibi ibadet
etmektir, yoksa ihsan değildir. İhsan (ayette belirtildiği gibi) nefsine
gösterildiği şekliyle senin O’nu gerçekte görmendir. İbadetteki birinci
ilâhî-suret, kul tarafından meydana getirilmiş surettir. Kul Allah Teâlâ’nın
emriyle O’nun adına bir yapı ortaya koymuştur. Bu fiilin karşılığı ise tam ve
uygun bir karşılık olacak şekilde o müşahede yerinin gerektirdiği surette
gerçekte de O’nu görmektir. Allah Teâlâ’nın ibadet ve yükümlülük mertebesinde
kul tarafından meydana getirilen İlâhî suretteki tecellisi bunu gerektirir.
Suretler mertebelerin, hallerin ve inançların değişmesine göre türlü türlüdür.
Her kulun bir hali, her halin bir yeri vardır. Kul rabbi hakkında inancında
bulduğunu haliyle söyler. O halin mertebesine göre de Hakk inanç suretinde kula
tecelli eder. Hakk bütün bunlar iken aynı zamanda hepsinin ardındadır. Bu
nedenle Hakk inkâr edilir, tanınır, tenzih edilir, nitelenir; kendisine O’nun
bildirdiği şekilde nispet edilen her özellikten tenzih edilir.
O halde ‘ihsan mertebesi’ görmek ve müşahede etmek demektir. ‘Allah
Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’
DEHR
MERTEBESİ
ed-Dehr İlahi
İsmi
Dehr zamanın kendisi Onun nezdinde
emanyok
Kalbimin aynı olsa bile
Sadece müşahede var ,
Çünkü O kadimdir, benim dehrim de zamanlarla
sınırlı değil
Dehr’e onun değerini bilmeyen
cahiller kızar Zelildir, fakirdir, noksan ve eksiktir o kişi
Dehr’i ve fiilini bilseydi,
Bizce cimrilik olan fiili nedeniyle
övülürdü
Bu bilgi sahibi müşahede elde ederdi
Onu açık ve seçik bir şekilde görürdü
Ölümden sonra hayat veren Hakk
münezzehtir Bereketleriyle ona nimet veren münezzehtir
Bu mertebenin sahibi Abdüddehr
(ed-Dehr’in kulu) diye isimlendirilir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
‘Dehr'e sövmeyin, çünkü Allah Teâlâ dehr'dir’ buyurmuş, dehr’i Allah Teâlâ’nın
hüviyeti saymıştır. ‘Bizi dehr helak etmiştir’ diyenler doğru söylemişlerdir,
çünkü onları gerçekte helak eden Allah Teâlâ’dır. Onlar ‘Sadece bu dünya hayatımız
vardır, ölürüz ve diriliriz’ derler. Yani biz hayat içinde dirilir ve ölürüz
demiş, ardından söyledikleri ‘Bizi dehr yok eder’ ifadelerinde doğru
söylemişler -çünkü dehr Allah Teâlâ’dır-, fakat inançlarında hatalı
olmuşlardır. Onlar ‘dehr’ derken zamanı kastetmişlerdi. Binaenaleyh ismi
kullanırken isabet etmiş, manada yanılmışlardır. Onlar kendilerini ‘helak
edeni’ dile getirmek istemişler, bu itibarla manada isabet etmişler, Allah
Teâlâ’nın belirlediği şeriatta zikredilen ismi tutturmuşlardır. Onlar ‘zaman’
dememişler; belki de zaman demiş olsalardı, Allah Teâlâ kendisini ed-Dehr diye
isimlendirdiği gibi ‘Zaman’ diye isimlendirmiş olurdu. Bu ismi verenlere göre
dehr, varlığı sonsuz bir şeydir. Onlar bu ismi her neye vermişseler, sonsuz bir
anlamı kastetmişlerdir. Dehr bütün zaman (birimleri) için makulakledilir bir
hakikattir ve bu nedenle o hakikat dehr hazreti diye ifade edilmiştir. Araplar
‘Dehrii'd-dahirin süresince şunu yapmam’ derler; kastedilen sonsuzluk ve
ebediliktir. Öyleyse dehr ezel ve ebedi, başka bir ifadeyle bu iki hükme sahip
olandır. Fakat çoğunluğa göre onun hükmü ebedilikte tezahür eder, çünkü onlar
onu ebediyete izafe etmişlerdir. Bu nedenle Araplar şöyle ‘dehirlerin dehri’
dedikleri gibi bazen onun yerine ‘ebedü'l abadin’ derler. Dolayısıyla Araplar
dehri zamanın ezel ucuyla değil, ebed ucuyla birlikte tanırlar. Dehr Allah
Teâlâ kabul edildiğinde ise Allah Teâlâ ezelilik ve ebedilik hükmüne sahiptir,
bunu bilemelisin.
Bu mertebeden ezelilik ve ebedilik
hükmü kendisiyle nitelenen için sabit olduğu gibi âlemin hakikati de
-söylediğimize göre ‘birinci dehr’ anlamındakiezel mertebesindedir ve orada
sabittir; Allah Teâlâ âleme varlık verdiğinde ona -başka bir şey değilvarlık
hâli ilişir. Böylece yokluk halinde üzerinde bulunduğu duruma göre gerçekte
varlıkta zuhur eder. Âlemin varlık haliyle ‘ezel’ denilen birinci uç ortaya
çıkarken -ki ezel dehr’dirâlemin varlık hali kendiliğinde de zuhur etmiş ve
ortaya çıkmıştır. Bu hal ise şimdiki zamandır ve o da dehr’dir. Sonra onun
varlığı sonsuza kadar devam ederek diğer uç zuhur eder. Diğer uç ‘ebedilik’
demektir ve o da dehrdir. Bu nispetleri dikkate alan kişi, kendinde tek olsa
bile, Dehr’i dehirler olarak görür. Sadece mümkünlerin hakikatlerinin
hükümleriyle zuhur eden Hakkın varlığı vardır. Ya da Hakk mümkünlerin
suretlerinde zuhur etmiştir.
Dehr’in Allah Teâlâ olduğu belli
olmuştur. Nitekim Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in aktardığına göre Allah
Teâlâ kendisinden böyle bildirmiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
kendisini arzularına ulaştırmayan zamana söven birisini duyunca ‘Dehr'e
sövmeyin, çünkü Allah Teâlâ dehr'dir’ demiştir. Allah Teâlâ gayenizin bulunduğu
varlığa ulaşmaktan ‘engelleyendir’ ve bu nedenle de elMani (engelleyen) diye
isimlendirilmiştir. Bu konunun elinizdeki kitabın başka bir bölümünde
zikredilmiş başka bir mertebesi vardır. Öyleyse âlemin meydana getirilişi
(tevlîd), zamana aittir ve zaman dehr’dir. ‘Geceyi
gündüze sokar.’32
O ikisi birbiriyle çifdeşir, gün kendisinde ortaya çıkıp
kendi başına var olan cevherler ile kendi başına var olmayıp cevhere muhtaç
cisimleri, cismanileri, ruhları, ruhanileri ve halleri doğurur. Her ruhani ve
cismani, rabbani bir isimden meydana gelirken her cisim ve ruh ise -rabbani bir
isimden değiler-Rab isminden meydana gelir. ‘Gündüzü
geceye sokar.’33
O ikisi de birleşir ve gece daha önce gündüzün doğurdukları
hakkında zikredildiği üzere doğuracaklarını doğurur. Gece ve gündüzün dehrin
perdesi olması bu demek olduğu gibi (ayetlerde gece ile gündüz ilişkisini
anlatırken kullanılan) iç içe sokma, birbirine girdirme ve birbirini kaplama da
bu demektir. Bu durum ‘Geceyi tekvir eder’3*
ayetinde zikredilir. Tekvir ‘sarığı sardı’ anlamındaki kevvere’l-amame
deyiminden gelir. ‘Gündüzü geceye sokar’35 bu da dehrin kiliderindendir ve ‘Göklerin
kilitleri O’na aittir.’36 Gökyüzü nikâhlayandır ‘... ve
yeryüzünün’37 yeryüzü
nikâhlanandır (edilgen). Bu iki çiftten yukarıdaki erkektir ve o gökyüzüdür;
aşağıdaki ise dişidir ve o da yeryüzüdür. O ikisinin birleşmesi ise ayette nıekalid diye
ifade edilir. Iklit, açma eyleminin gerçekleştiği araç ve kilit demektir. Bu
açmanın neticesinde cömertlik hâzinelerinde bulunanlar ortaya çıkar. Cömerdik
hâzineleri ise dehr’dir.
Alem bu şekilde dehr, zaman, gece,
gündüz (birimlerine) nispet edilen birleşmeden meydana gelmiştir. Nikâhlayanın
suyu nikâhlananın suyuna baskın gelirse, erkek meydana gelir ve fail ruhlar
ortaya çıkar; nikâhlananın suyu nikâhlayanın suyuna baskın gelirse dişi meydana
gelir ve edilgenliğe elverişli tabii bedenler ve cisimler ortaya çıkar.
İşler böyle oldu işte Hükümlerini
ise dehirler izhar etmiş
Her iş bir isme mahsus Oluş ve sudur
ona ait
Ardından Allah Teâlâ’ya döner
Bütün işler seyrederek Allah
Teâlâ’ya varır
Her cisim gölgenin sahibi Her ruhun
yanında nur var
Gölgesi dürülünce ve gizlenince
Kendi zatında; kaçış bu demek
Allah Teâlâ bir şeyin hakikatini yok
etmez Bir kez onu izhar etmişse; fakat gizler
Yaratılışı sürekli yenilenir Her
vakitte yenilenir durur
Alemde birleşme ve ilişki olmasaydı
Alem zuhur etmeyecekti
Veya isimleri bir yerde karar
kilmayacaktı Veya içindeki varlıklar görünmeyecekti
Yıldızlardan doğanlar vardır
Yıldızların bir kısmı batarlar
Sanki onlar hareket etmek isterler
Hareket isteyen ise zulmetmez
Dikkat! Söylediğim şekilde döner
durur Oluş ve kevn gece ve gündüz içinde
SOHBET
-BERABERLİKMERTEBESİ
es-Sâhib
İlahi İsmi
Hakk-Sâhib iddiacı bir arkadaş-eşlik
eden değil İster iyiliğimde ister sıkıntımda bende hükmetsin
Gerçek sâhib
O’na eşlik etmemi ve beraber olmamı ister benden
Benim kulağım mesabesinde olduğunu söyler bana
Rahman ile beraberlik edep
gerektirir Sen Rahman ile beraber ol, başkasıyla değil
O’nunla beraber olan temenni eder ki
O’nu görebilecek; bütün emelini de
kendisinde görür
Ona ve gördüğüne şaşılır!
Kulun sadece niyet ettiği vardır
O’nu görmek üzere bütün gayretini
harcar Fakat Hakk uğrunda zorlama körlüğe yol açar
Keşke insan
bilseydi başkalığından ve gayretinden:
Onun kendisi Hakk’tır,
bu surette yaratılmıştır
Bu mertebenin sahibi Abdüssâhib diye
isimlendirilir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Rabbine dua ederken ‘Sen
seferde sâhibsin (eşlik eden)’ demiştir. Allah Teâlâ O’nu es-Sâhib diye
isimlendirdiği bu hadisinde peygamberini tasdik etmek üzere ‘Her
nerede olursanız O sizinle beraberdir’38 der. Allah Teâlâ bulunduğu her yerde
ve hâlinde kuluyla beraberdir.
O Allah Teâlâ gökte Allah Teâlâ
Hüküm veren
yeryüzünde
Durum böyle olunca
O’ndan sakının ve
bilin ki
O sizi bilen
Adildir, zalim değil .
Allah Teâlâ kullan için aklî ve dinî,
sebepli ve sebepsiz sınırlar belirlemiştir. Sebebi bilinen sınırları aklî
sınırlar diye isimlendirirken bilinmeyenlere (göre davranmanın âmilini)
taabbud ve şeriatça belirlenen ibadet diye belirledik. Allah Teâlâ kulları
ibadet ederken onların nefeslerini sınırlarında tutmak üzere onlarla
beraberdir. Allah Teâlâ yükümlü olmayanlarla da beraberdir; yükümlü olanların
o kişi karşısında sınırlarını aşıp aşmadıklarını gözetir. Binaenaleyh Allah
Teâlâ dünyadaki her şey ile bu şekilde beraber îken ahirette ise nefeslerini
korumak ve onlarda meydana getireceği işleri gözetmek üzere beraberdir. Çünkü
onlar, ahiret hayatında kendilerinde yaratmayı irade ettiği işler için
‘edilgenlik’ mahallidirler. Bu itibarla Allah Teâlâ sürekli kendisi için ve
onlar için yaratır; ‘kendisi için’ dedik, çünkü var olan her şey varlık şeyliğinde
-ki varlık şeyliği en büyük nimettirO’nun hamdini tespih eder. Varlık
şeyliğindeki tespih ‘Elhamdülillah el-Mün'im ve el-Mufaddıl’, yani ‘Hamd nimet
veren ve ihsan eden Allah Teâlâ’ya aittir’ şeklindedir. Allah Teâlâ’nın ‘onlar
için’ yaratması ise yaratılan varlık ve ona layık işler nedeniyle onlar adına
ortaya çıkan menfaatler demektir. Allah Teâlâ’nın yarattığı varlığın faydası
insanlara dönerken tespih O’na döner. Bu şekilde iş sürekli olarak devam eder.
Bunun yanı sıra, âlem sürekli
yolcuyken (misafir) Allah Teâlâ ona eşlik eden ve onun ‘sâhibidir.’ Bu itibarla
âlem bizatihi bir halden başka bir Hakk, bir makamdan başka bir makama yolculuk
ederken Hakk da kendisine eşlik eder. Hakkın şen’leri vardır, nitekim ayette
‘O her gün bir şen’dedir’39 denilir. Hakk bir şen’den başkabir
şen’e geçer. O’nun şen’leri ise ‘yolcuların halleri’ anlamına gelir. Bu haller
her gün ve her zaman diliminde yeniden yaratılır. Dolayısıyla âlem bir hâlde ve
bir şen’de istikrarda sabit kalmaz. Şen’ler arazlardır ve arazlar genel olarak
iki anda baki kalmaz. Onlar var oldukları andan sonraki ikinci anda varlığa
sahip değillerdir. Var olma zamanlarını takip eden ikinci anda arazların
benzerleri veya zıtları onların yerlerini alır. Cevherler de bu şekilde
hallerden yoksun kalmazlar ve onları yaratan sadece Allah Teâlâ’dır. Öyleyse Hakk
sürekli şen’lerindedir, çünkü her hakikatin bir hali vardır. Bu itibarla
Hakkın şen’leri ve bizim hâllerimiz vardır. Demek ki sâhiblik, yani Allah Teâlâ’nın
âlemle beraberliği, bir kesilme olmaksızın, devamlıdır. O’nun şen’leri ise
sonsuza kadar hüküm sahibidir ve bir gayeye ve sona ulaşmak söz konusu
değildir. Bu durum, zuhurda bizim adımıza ‘ilk olmanın’ geçerli olduğu
mertebeden kaynaklanır. Sonra seyir ve sefer devam ederken bir şehirden başka
bir şehre, bir mekândan başka bir mekâna, bir mertebeden başka bir mertebeye
intikal gerçekleşir. Bu durum âlemdeki her varlık için böyledir.
Burada biz seyrin insan türüyle
ilgili hususlarını belirtelim: Allah Teâlâ insan türünün bütününü, yani zahirî
ve bâtını sureti itibarıyla âlemin parçaları olarak var etti. İnsan âlemin
‘tavırlarında’ dönüp dolaştıktan sonra bizzat kendi varlığında ortaya çıktı.
Başka bir ifadeyle insan felekler ve rükünler âleminde dönüp dolaştıktan sonra
insan suretinde ortaya çıktı. Onun hâlleri birbirinden farklı, parçaları
dağınık ve bu özel yaratılışla belirlenmiş değildi. Hakk da bütün bu hareketler
ve değişimler esnasında kendisine eşlik etmekteydi (sâhib). Nasıl eşlik etmesin
ki? O insanın kendilerinde yer değiştirdiği bu hâlleri ve tavırları
yaratandır. Allah Teâlâ onu ‘varlığın toplamı’ olarak izhar etti. Hiçbir şey
insanın zatının dışında kalmamıştır. Bunun yanı sıra Allah Teâlâ insanda
yaratmış olduğu şeylerin de bir suretten başka bir surete dönüşmesini
sağlamıştır ki o da bir sefer demektir. Allah Teâlâ insandan giden ve ‘sefer
eden’ kısımlara karşı o kısımların benzeriyle veya zıddıyla yardım etmiş, bu
sayede insanın ‘toplayıcılığı ve kuşatıcılığının’ baki kalmasını sağlamıştır.
Böylece insan varlık mertebelerinden ve menzillerinden birisi haline gelmiştir:
Ondan ve ona doğru sefer edilir! Ona doğru yolculuk yapan herhangi biri
kendisine ulaşıp yerleştiğindeki ödülü bir (gece kalmaktır) ve o gece ‘zaman-ı
ferd’dir (birim zaman), insana gelen ve ayrılan her halde Allah Teâlâ o Hakk
(varid) eşlik eder. Bunun neticesinde insanın her nefeste bulunduğu mahalde
iki ikram ortaya çıkar: Birincisi vâridin (gelen) Rabbinin katındaki
mertebesine ve hakikatinin gereğine göre gelişiyle tezahür eden ziyafet ve
ikramdır. İnsan onu ödüllendirmek, ona gereken saygıyı ifa etmek gücündedir.
Hızla ayrılacak olması nedeniyle de ödülünün hemen verilmesi gerekir. İnsanın
üzerinde ortaya çıkan diğer ikram ve keramet ise gelene eşlik edenin kerameti
ve ikramıdır. Varide eşlik eden seferde ‘sâhib olan’ Allah Teâlâ’dır. Varidin
hangi isimle geldiğine bakılır -ki söz konusu isim varidin sahibidirve İlâhî
ismin Hakk etmiş olduğu celal, saygı, mecd, övgüyü düşünür ona ikramda bulunur
ve onu ağırlar ve birinci zamanda ona koşar. Çünkü insan bir toplam olduğu
kadar yolculuk da hızlıdır. Böylece her birisi için, yani sana gelen halle ona
eşlik eden İlâhî isim -ki onu koruradına kendinden bir Hakk ortaya çıkar. Bu Hakk,
Hakka ait olmak üzere, insanın üzerinde ortaya çıkan ilcramla ilgilidir. Bunun
yanı sıra kendinden o varide uygun başka bir hakikat ortaya çıkar. O hakikat
ayrılana kadar ona hizmet etmek üzere varidin hizmetinde bulunur.
O halde insan yolcuların -ki bunlar
hâllerdirmenzili ve uğrama yeri olsa bile kendiliğinde de bir yolcudur ve bu
nedenle sürekli Allah Teâlâ ile beraberdir. Onun Allah Teâlâ’dan -İlâhî
isimlerdengelen her vâridi kabul özelliği vardır. Bu varidler nedeniyle her
nefes beş Hakk ve görev ortaya çıkar ve onları yerine getirmesi istenir:
Birincisi vâridin onun üzerindeki hakkı, İkincisi sâhibinin (İlâhî isim)
hakkı, üçüncüsü kendisinden ayrılan ın hakkı, dördüncüsü, ayrılanın sahibinin
hakkı, beşincisi Allah Teâlâ’nın hakkıdır. Allah Teâlâ bu seferde kendine eşlik
edendir. Çünkü Allah Teâlâ ‘Ailede halife olduğu gibi seferde arkadaştır’. Bu
itibarla Allah Teâlâ keşif ve huzur sahiplerinden daha çok düşünceli ve kalbi
yorgun birini yaratmamıştır. Onlar Allah Teâlâ ehlinin içerisinden O’nu bilen
ve bu işleri müşahede edenlerdir. Gerçekler hakkında bilgisi olmayan ise
arifin rahatlık içinde bulunduğunu zanneder. Hayır! Yemin olsun ki arif herkesten
daha çetin azap çeker; o her an Allah Teâlâ’nın gösterdiği bu beş hakkı yerine
getirmek üzere kendini hesaba çeker. Her şeyi kuşatan rahmetiyle Allah Teâlâ
işlerin çoğunu affetmeseydi ve bu rahmetin bir neticesi olarak kula genişlik,
imkânlar, bu hakları yerine getirirken kendisine yardım eden yardımcı ve
hizmetçiler vermeseydi, insan üzerindeki görevleri yerine getirmezdi. Bu
haklarla ancak Allah Teâlâ’nın zikrettiklerimizi gösterdiği kimseler hesaba
çekilebilir. Allah Teâlâ ‘Kuşkusuz bunda kalbi olan, kulak veren ve şahit olan kimse için öğüt vardır’40 der. Nitekim Kur’an’ın indirilmesinin
nedeni bir insanda tebliğ, bir açıdan tevhidi bildirmek, bir açıdan
unuttuklarını hatırlatmak olarak tezahür eder. Bütün bu gayelerle muhatap olan
ise aynı kişidir ve o da insandır. Allah Teâlâ ‘Kur'an insanlar için bir tebliğidir’41 buyurur. Kur’an bir insan olması
bakımından her insan için bir tebliğdir. ‘Onunla korkutsun diye...’42 Kastedilen aldandığı ve tehlikede
olduğu hakkında insanı uyarmaktır. Böylece tehlikeden çekinirler. ‘Bilsinler ki Allah Teâlâ tek ilahtır.’43 Yani Allah Teâlâ dilediğini yapandır,
iradesini geriye çevirecek yoktur. ‘Akıl sahipleri hatırlasınlar diye...’44 Yani Kur’an vasıtasıyla kendisi hakkında
onları şahit kıldığı üzere, yaratılmışın rabbi olduğunu öğrensinler. Bunu
öğrenmekle üzerlerine zorunlu olan vazifeleri öğrenirler. Bu vazifeler O’nun
efendiliğini kabul eden köle üzerinde efendinin hakkıdır. Bir köleyi insan
başkasından satın aldığında, artık kölenin onun efendiliğini ve sahipliğini
ikrar etmesi şarttır. Kölenin efendinin onun sahibi olduğu iddiasmı işitmesi
(akdin gerçekleşmesi için) yeterli olmadığı gibi bizzat kendisi itiraf
etmedikçe efendinin onun sahibi olduğunu söyleyerek köle üzerinde Hakk iddia
etmesi ve ona karşı delil sahibi olması söz konusu değildir. Hâlbuki insanların
çoğu bundan habersizdir. (İtiraf şarttır,) çünkü asıl olan hürriyettir ve asim
bütün sonuçlara eşlik etmesi şarttır. Kölenin efendinin sahipliğini itiraf etmesinden
sonra kölede asıl olan (hürriyet) kölelik haline gelir, kölelik hali onun adına
hürriyet sabit oluncaya kadar kendisine eşlik eder. Hürriyetin iddia
edilmesinde de durum böyledir. Allah Teâlâ ‘Rabbin Ademoğullarınm sırtlarından zürriyetlerini alıp onları
kendilerine şahit tutup ‘ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ demiş, onlar ‘Evet
Rabbimizin demişlerdir’45
buyurur. Bu itiraf ile Allah Teâlâ’ya bağlılık ve O’nun kulu olmak hâli
kulların üzerinde ortaya çıkmış, bu ikrar nedeniyle kulluklarının gereğini
yerine getirmeleri talep edilmiştir. Bu durum ‘Akıl sahipleri hatırlasınlar diye...’46 ayetinde belirtilir. Hatırlamak
unutulmuş önceki bir bilgi hakkında söz konusu olabilir ve onu bilen insan
unutana hatırlatır. Yaratıkları karşısında Âllah, bilinmeyen sahiptir; bilinmeyendir,
çünkü onlar bu beraberlik ve sohbetten habersizdirler. Bu nedenle de O’na
mahsus vazifelerden dolayı hesaba çekilmezler; iman ederek veya müşahede ederek
o hakkı gören ise ondan dolayı hesaba çekilir. Perdeli âlim habersiz olması
nedeniyle günahlardan korkarken arif müşahedesi nedeniyle kâfirlikten korkar
-ki o örtmek demektirve şöyle der: ‘Keşiften sonra perde çekildi.’ Allah Teâlâ’dan
koruyucu bir masumiyet diliyoruz. O koruma sürekli müşahede hâli demektir ve bu
hâldeki birinin bütün tasarrufları mubahtır. Çünkü günahkâr kul günahının
ardından günahını bağışlayacak veya günahı nedeniyle onu cezalandırabilecek bir
rabbi olduğunu imanla bilirse, kuşkusuz ona tasarrufları mubah kılınmıştır ve
tasarrufundaki engellenme ortadan kalkmıştır. Günahkâr hakkındaki durum
böyleyken, kendisi vasıtasıyla Ve kendisinde fail olanın kim olduğunu müşahede
edip bütün varlıkların sudur ettikleri mertebeden sudur edişlerini gören
birisi hakkında ne düşünürsün?
Bunu anlayıp üzerinde derinden
düşünürsen doğruya ulaşırısın. ‘De ki! Rabbim, benim bilgimi arttır.'47 Ben sabit bir şeriattan ve sabah gibi
berrak dinden bu sözleri aktardım. ‘O’nda kuşku yoktur, takva sahipleri için hidayettir.’48 ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’
HALİFELİK
MERTEBESİ
el-Halife İlahi İsmi
Halifelik beşerde Allah
Teâlâ’nın sırrı Bu nedenle içerdiği zararları da yüklenmiş
Ben halifeyim,
bende kendimden başkası yok Korkmuyorum, çekinmiyorum başkasından
Hakkın
varlıklardaki halifesi kimdir:
Melek veya beşer,
Hakkın suretiyle zuhur edendir
Kitabın açık
beyanıyla zikredilen kişi
Oğul (Davud) veya
ata (Adem), hepsi de zikredilmiş
Halifenin mertebesi
varlıklarda meçhul Haktır, başkası katılmaz ona
Onu görürsen
melekler secdeye kapanmış bir halde Onun zatına secde ederler; ‘sihir sahibi’
dersin
Secdeye direnenin
mertebesi hemen düşer Kâfir olmuş gibi sürekli hüsrandadır
Bu mertebenin sahibi Abdülhalife diye
isimlendirilir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem yolculuk esnasında dua
ederken şöyle demiştir: ‘Sen yolculukta sâhib olansın.’ Daha önce bu konuda
açıklamalar yapmıştık. Hadisin devamında ise ‘Ailede halifesin’ buyurmuş, O’nu
halife diye isimlendirmiştir. Yani Allah Teâlâ’yı halife seçmiş, yolcunun
evden ayrılmasının ardından ailede kalan ‘halife ve vekil’ olduğunu beyan
etmiştir. Bu itibarla Allah Teâlâ yolculuk yapmak üzere ayrılan kişiye göre
ailedeki halife iken yolculuğa çıkmamış hane halkı için ‘sâhib’tir (eşlik
eden). Bununla birlikte burada halife olması yönüyle Allah Teâlâ’dan söz
ediyoruz. Allah Teâlâ her nefs üzere kaim olandır. Çünkü ‘Adamlar kadınlar üzerinde kaimdi r.’49 Onlar ailelerinden
ayrılarak yolculuğa çıkmış, Hakkı kendi yerlerine halife bırakmışlardır ki
onlara ait işleri yerine getirsin ve uygulasın. Bu mertebeden Allah Teâlâ
yeryüzünde halifeleri birbirlerinin ardından gelecek şekilde birer kişi olarak
belirlemiş, bir zaman içinde iki kişinin yöneticiliği sahih olmamıştır. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem iki halifeye biat edildiğinde ‘ötekini öldürün’
buyurdu. Öte yandan onun bize Allah Teâlâ’nın ailesi içerisinde yolcunun
halifesi olduğunu bildirdiğinden kuşku duymayız; Allah Teâlâ kendi
belirlemesiyle halifedir, daha sonra kendisinden söz edeceğimiz vekâlette
olduğu gibi, yolcunun kabulüyle değil! Allah Teâlâ kendisini yolcunun ailesinde
halife kılarken onların ilahları, yaratıcıları, rableri ve rızık verenleri
olması itibarıyla kendilerinde sahip olduğu hükmün aynısına sahiptir. Bu
durumda onlar meluhlar, yaratılmışlar, rızıklananlar ve merbublardır. Allah
Teâlâ bir adam veya onun görevini yerine getiren kimse için onların kendisinin
üzerindeki haklarını belirlememiştir, çünkü yolcu olup da ailesinden uzak
kaldığı sürece o hakları yolcular adına üstlenen bizzat Allah Teâlâ’nın
kendisidir. Onlara verdiği nimet vb. gibi kişinin (yanlarında yokken) yapmakla
zorunlu olmadığı hususları halifelik mertebesinden değil, başka bir mertebeden
yerine getirir; bunlar vergi, ikram ve cömertlik mertebesinden karşılanır.
Ailenin başlarında duran (sorumlu) kimse üzerinde geçimin dışındaki hakları ise
ailenin korunması, muhafaza edilmesi ve gözetilmeleridir. Uzakta kalan birinin
yerini (aileye karşı) kötülük yapmak üzere alan kimse (hilafet bi’s-su), hiç
kuşkusuz, büyük günah kapılarından birini açmış demektir. Böyle bir insan
ailede halife olarak bulunan (Hakkın) haremini ihlal etmiş, O’nun hilmi ve
mühlet vermesi kendisini aldatmış, Allah Teâlâ’nın mühlet vermedeki sırrını
anlamamış demektir. Bu sır, evde bulunmayana dönen hayırla ilgilidir. Çünkü
evde bulunmayan o insan mümindir ve Allah Teâlâ mümin hakkında hüküm verirken
mutlaka onda bir hayır vardır. Bununla birlikte haremi ihlal eden kişi de
‘ihlal edişi’ bakımından ‘değiştirme hayrını’ elde eder. Bununla birlikte onun
halifenin haremini ihlal etmesi bakımından durumu O’na kalmıştır, onun hakkında
bir tercih olmaksızın umut ile korku arasında bulunmanın dışında hüküm
vermiyorum. Bakınız! Hz. Musa şöyle der: ‘Benden
sonra bana ne kötü bir şekilde halife oldunuz.’50 Hz.
Musa bu sözünü kavminde yerine halife olarak bıraktığı Hz. Harun’a yönelik
değildir. Onları halife diye isimlendirmiş, fakat onları halife olarak
bırakmamış, Hz. Musa onları ardında bıraktığında söz konusu insanlar kendisine
‘halife’ olmuş, Hz. Musa ise Rabbine doğru giderken onları böyle isimlendirmiştir.
Bu mertebenin gerekleri hakkında
dikkatini çektiğim hususlara aldım vermelisin! Başarıya erdiren Allah Teâlâ’dır,
O’ndan başka Rab yoktur.
CEMAL
MERTEBESİ
el-Cemil İlahi İsmi
el-Cemil düsturu
ihsan olan kimse 0 varlıkların değerini bilen ve bildirendir
İçimizden kendisini
gören sever el-Cemil’i Varlığı görür, hikmetini izhar eder onda
Bu mertebenin sahibi Abdülcemil diye
isimlendirilir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Ayakkabımın güzel,
elbisemin güzel olmasını severim’ diyen bir adama şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ
güzeldir ve güzeli sever.’ Hadisi Müslim es-Sahih’inin Kitabü’l-iman bölümünde
zikretmiştir. Başka bir hadiste Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Allah
Teâlâ kendisine karşı güzellik yapmaya en uygun kimsedir’ buyurur. Bu
mertebeden Allah Teâlâ süslenmeyi kendisine izafe etmiş, bize Allah Teâlâ için
süslenmemizi emrederek şöyle buyurmuştur. ‘Süslerinizi takınız.''51 Bunlar her mescitte bulunan Allah
Teâlâ’nın süsleridir ki, kastedilen münacat vaktidir; münacat vakti olan
namaz, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ve bütün müminlerin göz
aydınlığı kılınmıştır, çünkü Allah Teâlâ namaz kılanın kıblesinde bulunduğu
için namazda bir arzu ve özlem vardır. Bir hadiste ‘O'nu görür gibi Allah
Teâlâ’ya ibadet et5 denilir.
Kuşkusuz güzellik zatı gereği
sevilir. Bununla birlikte süs güzelliği eklendiğinde ise ‘nur üzerine nur’
gibi güzellik üstüne güzellik olurken muhabbet üzere muhabbet hâsıl olur. Her
kim Allah Teâlâ’yı cemali ve güzelliği nedeniyle severse, (bilmelidir ki) O’nun
cemali âlemin güzelliğinden görülen bir şeydir. Allah Teâlâ âlemi kendi
suretinde yaratmıştır. Bu itibarla âlemi güzelliği nedeniyle seven, gerçekte, Allah
Teâlâ’yı sevmiş demektir. Hakkın âlemin dışında tecelli veya taayyün ettiği bir
yer yoktur.
Burada İlâhî ve nebevî bir sır vardır
ki, peygamber veya nebi olmasam bile -fakat varisimnübüvvet mertebesinden o
sırra tahsis edildim:
Öyle bir sırra
tahsis edildim ki kimse bilmez onu Bir ben bilirim, bir de şeriatta onu
araştırırız
O nebi Allah Teâlâ’nın
resulü ve en hayırlı insan Ona bize getirdiği şeriatta uyarız
Allah Teâlâ âlemi örneksiz bir
şekilde son derece güzel ve kâmil yaratmıştır, çünkü Allah Teâlâ güzeli sever
ve O’ndan başka güzel yoktur. Demek ki Allah Teâlâ kendini sevmiş, sonra kendisini
başkasında görmeyi sevmiş ve irade etmiştir. Bunun için de âlemi kendi
güzelliğinin suretinde yaratmış, ona bakmış, bakışın kendisini sınırladığı
kimsenin sevmesi gibi onu sevmiştir. Sonra âleme yayılan mutlak güzellikte
arızî ve sınırlı bir güzellik (cemal) yerleştirmiştir. Âlemdeki tikelleri,
güzel veya daha güzel olmak üzere bu güzellikte kısımlara ayrıştırmış, Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in bildirdiği üzere Allah Teâlâ bu ayrışmayı
dikkate almıştır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem kendisine bu bölümde
zikrettiğimiz Müslim’in esSahih’inde aktardığı sözleri söyleyen
birine ‘Allah Teâlâ güzeldir’ demiştir. Hadisin anlamı şudur: ‘Öncelikle sevmen
gereken kimse Haktır, çünkü sen güzeli sevdiğini söyledin ve Allah Teâlâ
güzeldir! Rabbin için güzelleşirsen, O da seni sever. Güzel olabilmen ise bana
uymanla mümkündür. Bana uyman senin süsündür.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’in hadisi bu anlama gelir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘De ki Allah Teâlâ’yı seviyorsanız bana uyun ki, Allah Teâlâ da sizi sevsin.’52 Yani benim
süsümle ve ziynetimle süslenin ki Allah Teâlâ sizi sevsin! Çünkü Allah Teâlâ
ancak güzeli sever. Ayetle Allah Teâlâ, âşıkları mazur kılmıştır: Âşık kendi
gözünde sevgilisini âlemin en güzeli olarak görür. Öyleyse âşık ancak kendisine
göre güzel birini görmüştür ve aksi düşünülemez. Bir ayette ‘Kötü ameli kendisine süslenip onu iyi gören kimse’53 denilir. İnsan kötü amelini güzel
görmemiştir, sadece ameli süsleyen ziyneti görmüştür. Kıyamet günü amelin
çirkinliğini gördüğünde, amelinden kaçarken ona ‘İşte bu sevdiğin, bağlandığın
ve arzuladığın ameldir’ denilir. Mümin şöyle der: ‘Onu severken bu nitelikte ve
bu özellikte değildi. Onun üzerinde bulunup da onu bana sevdiren süs nerededir?
Ben ameldeki ziynete ve süse ilgi duymuştum, yoksa o amele değil! Fakat
ziynetin bulunduğu yeri de dplaylı olarak sevmiştim.’ Allah Teâlâ meleklere
şöyle der: ‘Kulum doğru söylemektedir! Amelin üzerindeki süs olmasaydı onu
güzel görmezdi.’ Bunun üzerine süsü amele döndürürler, Allah Teâlâ da amelin
kötülüğünü iyiliğe çevirir. Böylece kişinin amel hakkındaki sevgisi geriye
döner ve tekrar ameline bağlanır. Allah Teâlâ bu ifadeyi, yani ‘Onlara amelin
kötülüğü süslü gösterilir’ ifadesini dikkatli kulu delil sahibi olsun diye
söylemiştir. Binaenaleyh zeki müminin peygamberin kendisinden aktardığı Allah
Teâlâ’nın kelamında hiçbir şeyi göz ardı ve ihmal etmemesi gerekir. Allah
Teâlâ şöyle der: ‘Peygamber arzusundan konuşmaz.’54 Bu itibarla dinlerini oyun ve eğlence
edinenler hiç kuşkusuz kınanmıştır. Günümüzde onlar semâ ehli, def ve kanun
çalan kimselerdir. Rızasına aykırı işler yapmaktan Allah Teâlâ’ya sığınırız!
Defle, kanunla,
oyunla dindarlık olmaz
Din, Kur’an’a uymak
ve edepli olmaktır
Allah Teâlâ’nın
kitabını duyduğumda beni harekete geçirir
Semâ budur,
kulaklarım ise perdeli
Hiçbir gözün görmediğini görünce ben .m \
:
Kitaplardaki nurları görendenbaşkası ;
Kur’an’ı inzal edendir benim ruhuma
Perşembe günü, bir güçlük ve zorluk olmaksızın
Rabbimin inayeti feyezan ettiğinde ;
Kalbime doğru ve bana nida ederken
Kesib’de ;
Sen şefaati umulan
imamsın
Günahkârlar umar
şefaatini, sen güçlükteki sırsın
Sen olmasaydın
yıldıza veya ağaca ibadet etmezlerdi Veya sana yaklaşmak üzere yaptıklarını
yapmazlardı
Allah Teâlâ’dan tebliğ getiren ancak
dinleyene rahmet olmak üzere bilgi getirmiştir; dinleyici akıllı ve zeki olursa
gelen vahiy onun lehineyken ‘eşek’ olursa aleyhinedir. Güzellik özü gereği
heybet verir. Hakk ise hiçbir şey karşısında heybete kapılmaz. Hiç kuşkusuz Allah
Teâlâ’yı bilen peygamber, O’nu güzel ve heybet sahibi diye tavsif etmiştir.
Heybet insana içinden geçirdiği bir takım konuşmaları terk ettirir. Başka bir
ifadeyle insan sevgilisiyle bir araya gelip ona kavuştuğunda yapmaya
niyetlendiği bazı işleri terk ettirir. Böylece güzelliğin heybeti içinden
konuştuğu o hususları yapmayı engeller. Allah Teâlâ kendisini karşılaştığı
kuluna karşı hayâ sahibi olmakla nitelemiştir. Öyleyse Allah Teâlâ için hayâ,
yaratılmıştaki heybetin yerini alır. Binaenaleyh kulun hali cezalandırılmayı
gerektirdiği halde, Allah Teâlâ onunla karşılaştığında hayâ eder, onu
cezalandırmaz. Bu nedenle kulların arasından cezalandırılacak kimselerin o gün
Rablerinden perdeleneceklerini söylemiştir. Allah Teâlâ kendisiyle
cezalandırılacak kullarının arasına perde çeker ve böylece onlar Allah Teâlâ’yı
göremezler. Görme gerçekleşseydi, Haktaki hayâ özelliği, yaratılıştaki cemalin
(ortaya çıkardığı heybetin) yerini alırdı. Demek ki hüküm bir iken illet
farklıdır.
Bu mertebeyi hakka’l-yakin bir şekilde
öğrenmeli ve onu düsturun haline getirmelisin! Bu itibarla bazen zillet,
yoksunluk, huşu, ürperme, secde, rükû gibi niteliğinle, bazen kerem, lütuf,
yumuşaklık, günahları aşağılamak, affetmek, hoşgörü, mağfiret gibi Allah
Teâlâ’ya ait bir nitelikle süslenmeli ve güzelleşmelisin! Bunlar Allah Teâlâ’ya
ait süsler olduğu kadar O’nun süslerinin bir kısmı kullarına yasaklanmıştır.
Bu mesabede olduğunda, Allah Teâlâ seni sever. Bunun nedeni söz konusu niteliklerle
seni güzelleştirmiş olmasıdır; bu sevgi, amili güzellik olduğu için, içinde
minnetin bulunmadığı sevgidir. Bu sevgiyi açıklamak için tövbekâr olan ile
tövbe etmeyen için mağfireti verebiliriz. Tövbekar için bağışlama ve mağfirette
minnet yoktur, çünkü kulun tövbesi Allah Teâlâ’nın bağışlamasını talep etmiş ve
gerektirmiştir. Tövbe etmeyen için mağfiret ise saf minnet ve ihsandır. Allah
Teâlâ zorunlu mağfiret hakkında şöyle der: ‘Onu takva sahiplerine ve zekât verenlere yazacağım.’55 Takva
sahibi ve tövbekâr olmayan ise Allah Teâlâ’nın rahmet ve mağfiretini O’nun mutlak
ihsanından talep eder. Binaenaleyh Allah Teâlâ’nın bu özel yönden minnet ve
ihsanının üzerinden kalkmasını istiyorsan, kendini güzelleştirmelisin (cemal)! Allah
Teâlâ’nın..süsüyle güzelleştiğinde ise -bu da O’nun muvaffak kılmasıyla
gerçekleştiği içinbu durumdaki ihsan sana kâfidir. Ayette ‘Allah Teâlâ’nın rahmetiyle onlara yumuşak davrandın’56 denilir.
‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru
yola ulaştırır.’
TES'İR MERTEBESİ
el-Mus'ir İlahi İsmi
el-Mus’ir besinleri
tertip eden .
Haller ve vakitler
açıklansın diye
Canlıları öldürür,
fiili müşahede edilir bizde
Cömertliği ölülere hayat verir 1
;
Nefislerimiz bir
araya geldikten sonra çevirir bizi
.. Sadırlarda bir araya gelirler; dağınıkları görürüz
. Allah Teâlâ varlığının arzında bizi bitirdi
Kendi varlığından
var oluşumuzda bitkiler gibi
Bu mertebenin sahibi Abdulmus’ir diye
isimlendirilir. Bu mertebe rızık mertebesinin üzerinde hüküm sahibidir. Bunlar
sahip olunup alış verişe konu olan rızıklardır. Söz konusu mertebe onların
değerlerinin belirlendiği mertebedir ve bu değerler rızıkların bedelidir. Onun
değerini ve ölçüsünü ise sadece Allah Teâlâ bilir, çünkü onlar, Allah Teâlâ
için verilmiş misaller mertebesindendir. Allah Teâlâ bu konuda bize yasak getirerek
‘Allah Teâlâ için misal vermeyiniz, Allah Teâlâ bilir,
siz bilmezsiniz’57 buyurur. Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem’e ‘Bizim için mallara narh koy* denilmiş, o da şöyle demiştir:
‘Narhı koyan Allah Teâlâ'tır. Ben Allah Teâlâ ile karşılaştığımda üzerimde
kimsenin hakkı bulunmasın istiyorum.’ İki şey arasındaki kıymetlendirmeyi
belirleyen ölçü ve tartı meçhuldür; bunun tam olarak bilinmesi mümkün
değildir. Alım ve satım esnasmda çarşının durumu, insanların halleri
bilinmediğinde, geride sadece alan ile satan arasında gerçekleşen karşılıklı
rıza kalmıştır. Hükümler ve kıymetlendirmeler, vakitlerin değişmesiyle
değişirken haller de vakitlerin otoritesi nedeniyle değişir.
Her vaktin onu
belirleyen bir hali var
Her hal bir hüküm
ve tertiptir
Onu ancak vaktini
belirleyen bilir
Değerlendirmede
ancak süsleme fayda sağlar
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’in ‘Fiyatı belirleyen Allah Teâlâ'tır’ hadisinden şunu anladık:
Cömert fiyatı
artırır, düşürür
Hâlbuki fiyatı
belirleyen O’dur, hükmü sabittir
el-Kebir’dir, O’nun
el-Mütekebbir olması
Kıyastan münezzeh
olmak, makam hayrete düşürür
Böyle olmasaydı
bizim hükmümüze bağlı kalırdı
Bizim hükmümüz
gerçeği görmeye engeldir
Yüzlerin zatına
bakmasının hikmeti nedir?
Bizim söylediğimiz
bu sözü derinden tefekkür edin
Allah Teâlâ alış verişe konu olan
eşyanın fiyadarını belirlemede âlemdekilerin dilleri olduğunu bildirmiştir. Bir
mala işaret koyan, kimin koyduğunu bilmelidir. Hiç kimse kardeşinin işaret
koyduğu mala işaret koymamalıdır. Bir mümine kardeşinin evlenme teklifinde bulunduğu
bir kadına evlilik teklifinde bulunmak yasaklandığı gibi onun alış verişini
bozmak da yasaklanmıştır. Bu itibarla evlenme teklifi de bir tür alış veriş
sayılır, çünkü evlilik, bir organdan yararlanmak üzere bedel ödemek demektir.
Bu nedenle mehir gerekir ki o kıymet, bedel ve karşılıktır. Binaenaleyh alış
veriş de karşılık ödemek demektir.
Alım ve satım O’na ait O’nunla konuşulur -aklederseniz-
Keşfin ve
delilin hükmü böyle Peygamberlerden
böyle nakledilmiş bize -
‘Allah Teâlâ müminlerin canlarını ve mallarım satın almıştır.’58 Ayete göre Allah Teâlâ ile mümin
arasında -müminin hayvani nefis sahibi olması itibarıylaalış-veriş
gerçekleşmişken satıcı nefstir. Nefs-i natıka (düşünen nefs) Allah Teâlâ’dan
kendisiyle nimetleneceği hususları -ki cennettirve çatışma yerini satın alır, o
yerde şehit düşmek ister. Müşteri olan Allah Teâlâ onu alır, evine götürür,
orada hayatta kalmasını sağlar ki, bedelini alsın! O bedel cennettir. Bu
nedenle Allah Teâlâ ‘Şehitlerin Rablerinin katında mutlu
bir şekilde rızıklanarak hayat sahibi olduklarını’59
söylemiştir. Sevinmenin nedeni ölmeden intikal ettikleri ahirette kazançlarını
gördükleri alış veriştir. Allah Teâlâ nefs-i natıkayı (düşünen nefs) kendi
katına çeker, onu Hakkı ve kendisindeki hükümleriyle tasarruflarını göstermekle
meşgul eder. Binaenaleyh mümin insan, hayvanı nefsi itibarıyla, Cennet’teki
nimederle nimedenirken ulaştığı yerde gördüğü nimetlerle bu kez nefs-i natıka
(düşünen nefs) nimedenir. Düşünen nefs kendisini satın alan Efendiyi görmekle
nimedenirken mümin adına iki nimet ortaya çıkar, çünkü sattığı şey, onun
sevgilisiyken onu ancak böyle bir iyiliğe ve hayra ulaşmak üzere satmıştı. Bu
durumda Allah Teâlâ nezdinde mümin için sevinç ve haz ortaya çıkar. Akıllı ve
natık nefsi satın almış olan Allah Teâlâ’nın katında onun adına bir haz ve
mutluluk meydana gelir. Onu satın alması sebebiyle de asıl bakımından bu nefs Allah
Teâlâ’ya aitti. Allah Teâlâ ‘Ona ruhumdan üfledim’60 buyurur. Bu nedenle belalara ve
imtihanlara maruz kalmış, mümin belalarda iddiada bulunur,
Allah Teâlâ da ona ikramda bulunur ve
kendisini böyle bir müminin hasmı saymaz. Çünkü müminler kardeştir ve bu
nedenle kendisinden satın aldığı hususta ona lütufkâr davranır ve karşılığı ona
gösterir. Onun müşahede lezzeti hakkında bilgisi yoktur. Çünkü bu müşahede ona
ait değildir. Bu nedenle alış verişe karşılık verir. Allah Teâlâ da ondan bunu
satın alır. Müşterinin elinde bulunduğunda, bedel Hakk tarafından bir lütuf
olarak ödenir. O artık sahip olmadığı bir konuda iddiada bulunmasını gerektirmeyecek
bir yerde bulunmuştur. Orası -kendisine eşlik eden keşif nedeniyleahirettir.
Söylediğimiz durum, yolculuk
esnasında Cabir b. Abdullah’tan belirli bir fiyat karşılığında katırını satın
alırken Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem tarafından temsil edilmiştir.
Cabir b. Abdullah Medine’ye kadar deveye binme şartı koşmuş, satın alan da
şartı kabul etmişti. Medine’ye ulaştığında bedeli hesaplanmış, onu aldığında
ve ayrılmak istediğinde devesini ve bedelini birlikte kendisine iade etmişti.
Bu bir alım ve alımda ileri sürülen şarttır. Allah Teâlâ da öyle yapar.
Müminden canını bit bedel -Cennet’tirkarşılığında satın almış, ona Medine’ye
taşınma şartı koşmuştur. Bu şartın (Allah Teâlâ ile gerçekleşen alış verişteki)
anlamı, cihada çıkmaktır. Cihada çıkıp şehit düştüğünde, bedelini alır ve canı
kendisine geri verilir. Bu sayede mümin bütün olarak natık nefsin kendilerinde
halden Hakk girdiği bilgi ve marifetlerle nimetlenir. Hayvani nefs yemekler,
içecekler, giyecekler, cinsel arzu, binekler gibi bütün duyulur nimetlerle
nimetlenir. Bulunduğu mertebede, mekânda, menzile ve menzilde sevinir. Kazanan
mal ve hiçbir zaman zarar etmeyecek kurtarıcı ticaret budur.
Allah Teâlâ bizi ve sizi afiyetle
selamet içerisinde şehitler mertebesine ulaşanlardan ve saadete erenlerin ölümü
gibi ölenlerden eylesin! Onlar ecir, nur elde edenler ile mukame cennetinde ve
sürür yerinde iki nimetin hazzını kazananlardır. Bu ticaret zarar etmeyecek
ticarettir.
‘Allah Teâlâ
doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’
YAKINLIK VE KURBET MERTEBESİ
el-Karibu' 1-Akreb
(Yakınların Yakını) İlahi İsmi
Allah Teâlâ’ya en yakın olan Bil ki
O’nun kuludur
O benim sırrımı bilir Açıkladığımı bildiği gibi
Deme ki ‘sen bensin’
Allah Teâlâ’ta mazeretim ortaya çıksın
Ben yakın bir kulum Akrabam gibi varlığıma yakın
O nefstir, sıkıntı var bende Gönlümün
daralmasına yol açar
En yakın mertebe mertebelerin en üstünü Fetret ehline ait zatı
gereği
O içinde uzaklık bulunan yakınlık
Sürçmeleri olduğu söylenen kimse için
Bu mertebenin sahibi Abdulakrab ile
Abdulkarîb diye isimlendirilir. Allah Teâlâ el-Karib’tir, çünkü bize şah
damarından yakındır. Ayette ‘Ben
yakınım, dua edenin duasına icabet ederim’61
denilir. Başka bir ayette ‘O duyandır ve yakın olandır’62
denilir. Allah Teâlâ tenezzülüyle yakın olandır. Bu itibarla Allah Teâlâ Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in bildirdiği gibi Arş’tan yakın semaya tenezzül
eder. Bu durumda Allah Teâlâ akrab,
yani daha yakın olandır. O her nerede bulunursak bulunalım bizimle beraberdir.
Bu nedenle el-Karib ve el-Akrab, yani yakın ve daha yakın olan diye nitelenmiştir.
Allah Teâlâ bize bizden yakındır, çünkü şah damarı bizdendir. Ayette geçen
(hablü’l-verid ifadesindeki) habl ise kavuşturan şey ve ip demektir; gerçekte
kavuşturan ise Allah Teâlâ’dır, çünkü kavuşma O’nunla gerçekleşir. Biz O’nunla
duyar, O’nunla görür, O’nunla ayakta durur,
O’nunla oturur, O’nunla irade eder,
hüküm veririz; yoksa bütün bunlar şah damarına ait fiiller değillerdir.
Binaenaleyh Allah Teâlâ bize şah damarından daha yakındır. Çünkü damarlara ait
hükümlerin kendisine izafe edildiği şah damarının nihaî özelliği hayatın ve
kanın aktığı yer olmasıdır.
Allah Teâlâ bize yalanlığını
şeriatında ifade ederken onu, bizi suretinde yaratmış olmasıyla
irtibatlandırmıştır. Suretinde yaratmış olmakla bizi, benzerler menziline
yerleştirmiştir; iki benzer birbirine zıttır. Bu itibarla bir zıt, zıddından
son derece uzak olduğu kadar kendine mahsus niteliklerdeki ortaklık nedeniyle
ona son derece yakındır. Kul Allah Teâlâ’nın bildirmesiyleAllah Teâlâ’dan bu
şekilde uzak olduğunu öğrendiğinde, Allah Teâlâ kendisine yakınlık yollarını
kuluna açıklamış, bu uzaklıkla birlikte onun duyması, görmesi ve bütün güçleri
olmuştur. Allah Teâlâ’nın kulun güçleri haline gelmesi, kulun Şâri’nin
yapmasını emrettiği işleri yapmasıyla mümkündür. Kul zelil ve yoksul olduğu
için (Hakka) zıt iken buna karşılık sureti bakımından zıddının benzeridir. Bu
nedenle zelil ve yoksul olmasına rağmen yapması emredilen işlerde fiil kula
izafe edilebilmiş, kendisine nispet edilen bu fiillerle O’na yaklaşabilmiştir.
Bu yakınlık, Hakkın hüviyetiyle kulun bütün güçleri ve organları olduğunu
belirttiği yakınlıktır ve ondan daha fazla bir yakınlık söz konusu değildir.
Burada Allah Teâlâ ‘onun duyması, görmesi, dili, eli ve ayağı’ diyerek zamiri
kula döndürmüş, kulun varlığını ispat etmiş ve olumlamış, onun kendisi
olmadığını bildirmiştir. Çünkü kul sadece güçleri itibarıyla O’dur ve bu güçler
onun zatî tanımının parçasıdır. Nitekim ayette Allah Teâlâ ‘Sen attığında sen atmadın, fakat Allah Teâlâ attı’63
der. Burada suret ve mana beraberce Allah Teâlâ’ya aittir. Öyleyse bütün sana
aittir, çünkü O bütünün kendisidir. Binaenaleyh âlemde en güzel isimlerinin
menzillerinde Allah Teâlâ’dan başka kimse yoktur. O’nu (isimlerinden) başka
kendisinden tenzih ve tespih edeceğin herhangi bir kimse yoktur.
Yakınlık ve yakın
olmak O’na ait
Kalp ve beden O’na
ait
içinde olduğumuz şey O’na ait Dış ve
iç hep O’na ait
İş bütünüyle döner O’na Rahatlıkta
ve güçlükte
Hakkın gazabı benim sıkıntım
Mutluluk O’nunla gerçekleşir, hayret et!
Arzu ediyorsan çalışmalısın Yakın
kulun suresine
Bir işi bitirirsen ötekine yönel
Fakat sadece Rabbini arzula
Bu öyle bir ayet ki hükmüyle hareket
eder Bende her şey
Biz zail olunca iş tektir Onda
gidilecek bir yer yok
O’nunla varlığım hayat bulur O’nunla
eğlenir ve oynarız
O’nunla ekmeğimi yerim Yemin olsun
O’nunla içeriz
Varlığım O’nunla sevinir
Varlığım O’nun varlığı; kimdir yakın
olan?
Kimedir benim yakınlığım?
O talep edilen her şeyin aynı
O’ndan uzaklaşsan bile Üzülme yine
O’na doğru gidersin
Gerçekte talep eden O Yalan
söylemiyorum bil
Bil ki ben çok
arzuluyorum Bana yakın olanı
Allah Teâlâ yakınlığı belirtince, onu
bu mertebeden zikretmiştir. Şeriatın varlık sebebi iddiadır ve bu itibarla
şeriat iddia edene ve etmeyene hitap etmiştir. Her birisi kıyamette kendi
niyetine göre diriltilir, kendi dinine ve mezhebine göre hakkında hüküm
verilir. Bu bağlamda yakınlık, bütün akıllı ve âlimlere göre, genel anlamda
rahatlığın bulunmadığı bir yorgunluk (verir). Bunun tek istisnası Allah
Teâlâ’nın amel edenin kim olduğunu göstermek ihsanında bulunduğu kimselerdir.
Fiilin kabili ve taşıyıcısının yorulması kaçınılmazdır. Bütün işler Allah
Teâlâ’ya dönse bile, kulun o işlerin zuhur ettiği bir yer olması gerekir. Başka
bir ifadeyle kul işlerdeki elemlerin kendisine döndüğü bir yer iken aynı
zamanda onları hissedendir.
Yakınlık ve
yakınlığın mertebesi Bütünüyle güçlük demek olan bir mertebe
Yaratıkların işleri
orada iyi düşünürsen, çetin
‘Kâfi’ desen bile
sen ‘Kâfi deme, yorul’ der
Sen hataya düşersin .
‘Yorulmadın’
dediğin kimse hakkında
İş sürekli böyle
gider Nispetlerin hükmü bunu gerektirir
Dilersen ayır,
dilersen
Birleştir, bir
sebep olmalıdır .
Ciddiyetten
uzaklaşma Şevkten habersiz olma
Böyle gelmiş
Kitapta Okuduğumuz kitaplarda
VERGİ
VE VERME -ATÂ VE İ'TAMERTEBESİ
el-Mu'ti (Veren) İlahi İsmi
Vermek demek perdenin kalkması
Perdede ise hibeler bulunur
Onlar yüce ve üstün
Yaratılmışlara gelmeyecek kadar '
Benim sözüm hadisliğimden ibaret Benim
sıfatım özelliğimden başkası değil
Benden kendimden ayrılmamı irade
etmen Benim sebatımdan başka bir şey olmaz
Makamımda eksiklik bulunur Seyrimde
ise yönelme vardır
Hamd llah’a ait
Her daim ispat ederek imdat eder
bana
Artık tek bir fert olur Zatında ve
kelimelerinde
Benim dönüşüm O’na Ayrılışım ve
dağılmamdan sonra
Benim O’na döndürülmem En güvendiğim
iştir
Varlığımızı bize döndüren En büyük
düşmanım benim
Dilersen sözümü ters çevir Bütün
hayat benim ölümümde
Benim muradım ve
sözüm Arzum ve hayatım O’nda
Benim dostum olan
kimseler Ölümümü ister benim
Ölümle Rabbimle bir
araya gelirim Ve hazırlık yaptığım kimseyle
O gizlice ve açıkça
seven O benim dostumdur ve ölülerin
Bu mertebenin sahibi Abdulmu’ti
(verenin kulu) diye isimlendirilir. Kul sadakayı alan ve veren iken sadaka
verilirken Rahman’ın eline düşer. Demek ki sadakayı alan Allah Teâlâ olduğu
gibi veren de Allah Teâlâ’dır. ‘Her canlının perçeminden tutan O’dur.’64 Her şeyin
hakikati ve kabiliyeti Allah Teâlâ’ya kendi perçeminden ve alnından tutma
imkânını ‘vermiştir’. Bunun nedeni her şeyin Allah Teâlâ’nın karşısında zelil
olmasıdır, çünkü her şey kuldur. Her kimin perçeminden tutulursa, o kişi
zelildir ve her şey Allah Teâlâ’nın kuludur. Başka bir ifadeyle her şey, zatı
gereği, zelil ve hor iken Allah Teâlâ Aziz ve Hâkim’dir.
Cömertlik ve kerem
O’na ait
Her şeye yayılan
seha (cömertlik) O’na ait
Nimet verirken vehb
O’na ait Himmetleri talep edene -
‘Hayır’ın hükmü
nedir bilinmez ‘Evet’in hükmü de bilinmez
O’na ait olan
varlık
Bizim nezdimizde
tamamen ‘evet’
Kuşkusuz Bel’am bir
ibret Söylediği ve tamamlanan sözde
Zuhur edene bakınız
Hüküm veren kimseye bakınız
O ‘hayır’
hükmündeki benim sözüm Anlayan kimse bilmez
Siz onu apaçık
olarak alın Ben görseydim şayet
Görülen hakkında
sakın deme:
Zalim oldu ve
haksızlık etti
Ondan ve bundan
yücedir Gerçeği gizleyin kendi aranızda
Allah Teâlâ için ‘vermek’, zorunlu ve
ihsan vermesi olmak üzere ikiye ayrılır: Allah Teâlâ’nın âleme varlık vermesi
ihsan iken âlemdeki her varlığa yaratılışını vermesi zorunludur. Bu durum ‘Her şeye yaratılışını verdi’65 ayetinde
belirtilir. Yani gerçekte yaratılışını verdi. ‘Sonra hidayet etti.’66 Burada
her şeye yaratılışını vermiş olduğunu belirtir. Cömertlik, nimet vermek ve
zatî ikram Allah Teâlâ için böyle bir vermeyi zorunlu kılmıştır. Allah Teâlâ ‘Rabbiniz üzerine rahmeti yazdı’67 der. Böylece Allah Teâlâ âleme, fakat
âlemin bütününe değil, belirli bir kısmına rahmet etmeyi kendisine vacip
kılmıştır. Bu kısım ‘Sizden bilmeden kötülük yapan, sonra
tövbe eden ve işini düzelten...’68 ayetinde ifade edildiği üzere,
belirli bir niteliğe sahip kimselerdir. Başka bir ayette ise ‘O rahmeti takva sahibi, zekât veren ve ayetlerimize iman eden, ümmî
peygambere uyanlara yazacağım’69 der. Bu niteliklerden yoksun olanlara
ise Allah Teâlâ -bir nitelik bulunmaksızınihsan rahmetiyle merhamet eder. Ihsan
rahmeti her şeyi kapsayan İlâhî rahmettir. İblis bile cehennemlik ve onun ehli
olduğunu bilmesine rağmen ona tamah eder. Cehennem ehli olanlar oradan çıkmaz.
Fakat Allah Teâlâ Cehennem’e ve onun içindekilere sadece Cehennem ve
içindekilerin fark edebileceği bir nimetle ince bir şekilde merhamet eder; söz
konusu nimet o yere ve oradakilerin mizacına uygundur. Öyle ki onlara Cennet
takdim edilmiş olsaydı Cennet’e bakarak acı duyarlardı. Bu acı Cennetliklere,
Cehenneme girmek teklif edildiğinde duyacakları azabın benzeridir. Cehennemden
ve ona yaklaştıracak işlerden Allah Teâlâ’ya sığınırız!
Her mekânın kendine mahsus bir ehli var Orada nimetleri, rahmet
ve hazları var
Kerih görülse bile sevimli Hakk
gelir
Onları mutlu ve memnun eden bir
mizaç nedeniyle
Cehennem ehlinin cenneti ateşte
Göz aydınlıkları oradadır, zat
vermiş bunu
Çünkü Allah Teâlâ’nın Rahman ismi arşa istiva
etmiş:
Rahmet genel iken yaratılmışların
payları değişik
Bu mertebeden Allah Teâlâ âlemi var
etmiş, içerdikleri maslahatlar nedeniyle şeriatleri indirmiştir. Onlar
nefislerin gayelerinin kendilerine iliştiği çatışmacı ve üzüntü verici
hususlara rağmen bütünüyle hayır ve iyilik olan hususlardır. Allah Teâlâ
şeriadarda acı veren hususları rahmetiyle belli bir mizaca nahoş gelen
hastalıklar gibi yaratmıştır. Bu itibarla ilaçta rahmet ilacın kullanımı
esnasında bilkuvve bulunurken acı veren hastalığın gidip afiyetin gerçekleşmesi
esnasında bilfiildir. Bütün bunlar İlâhî vergi demektir. Biz şunlara
-Cennetliklereve şu kimselere -CehennemliklereRabbinin ihsanından yardım
ederiz! Zevk değişse bile, yardım herkesi kuşatır. ‘Rabbinin
vermesinde sınırlılık yoktur.’70 Yani
engellenmemiştir. Allah Teâlâ herkese verir. Buradan O’nun vermesinin ezeli
rahmet demek olduğunu, rahmetin de nahoş olan olmayan her şeyi içermiş olduğunu
anladık; buna gazap da dahildir! Alemde bulunan cevher veya hal her şeyi Allah
Teâlâ’nın rahmeti kuşatmış ve ihata etmiştir. Bu rahmet her şeyin mahalli iken
her şey onda ortaya çıkmıştır. Allah Teâlâ er-Rahman ismiyle arş üzerine
istiva etmiş, kelime ve hükmü ise arşın altındaki kürsüde ikiye bölünmüştür.
Aşağısı iki ayağın bulunduğu yer iken aynı zamanda orası kelimenin bölündüğü
yerdir. Orada emir ile yaratma, yasaklama ve emretmek, itaat ile günah, Cennet
ile Cehennem ortaya çıkmıştır. Bütün bunlar, bir asıldan meydana gelmiştir ki,
o da Rahman’ın niteliği demek olan rahmettir.
Üzerimizde
rahmetiyle istiva etmiş Nimetimiz O’ndan gelen nimet
Yerimiz O’nun
kabzasıyla sınırlanmış Dönüp dolaşırız orada ki hazzı elde edelim
Hakkın eli verme gücünde olduğu kadar
tutma ve almak onun özelliğidir. Allah Teâlâ eliyle bizi kabzeder, biz de O’nun
kabzasında bulunuruz. Bu itibarla el, vermenin ve cömertliğin mahallidir. Biz Allah
Teâlâ’nın kabzasmda iken vermenin ve cömerdiğin mahallindeyizdir.
Sınırlama olmasaydı
nimet var olmazdı Ne cennet ne cehennem olurdu
İki diyarda rahmet
nimeti Ehlinde bulunmak üzere zuhur eder
Allah Teâlâ’nın
sözü her sözden daha doğru
Biliriz ki O Bir ve
Rahim’dir .
Binaenaleyh yaratılış sürekli olduğu
kadar vermek de süreklidir! Bu mertebe sayılamayacak veya herhangi bir şekilde
kat edilemeyecek kadar geniş bir mertebedir ve zatı bakımından sonsuzluğa
gider. Bununla birlikte belirli süreler içerdiği gibi ondan çıkanların
süreleri de kendisindedir. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’
ŞİFA
MERTEBESİ
eş-Şafi İlahi İsmi
Şifa acıları
gidermek Ruhlar ve cisimler ona yönelir
işte bu
söylediğimiz hakikat Büyük efendiler ona delil
Şeriat onu destekler, bu nedenle onu getirdik
Akıllar ve hayaller onu destekler
Ben bir hastayım
(illetli, malûl)
Bana kimse
bildirmedi
Allah Teâlâ’nın
eş-Şafi olduğunu
Gayret ettim, Hakk
ise beni muhafaza eder
Ben telef olurken
şifayı bilmem ki Bir süre verdiğim sözü yerine getirdim
Yerine getirenin
kendisi olduğunu bana bildirmedi Her gruba göre, Hakk beni ispat eder
Severek; beni
olumsuzlayarak da zuhur eder Her şahsın Kur’an’dan bir suresi var Okurken benim
surem Li-ilafi (ülfet) suresi
Bu mertebenin sahibi Abduşşafi (şifa
verenin kulu) diye isimlendirilir. Allah Teâlâ dostu Hz. İbrahim’in şöyle
dediğini aktarır: ‘Hastalandığımda bana şifa veren
0’dur.,n eş-Şafi hastalıkları gideren,
gayeleri veren kimse demektir. Zira hastalıklar ancak gayelerin
kaybolmasıylaortaya çıkarlar; gaye olmasaydı talep de olmaz, hastalık da olmazdı.
Bu itibarla ‘şifa mertebesi’ sahiplerini gayelerine ulaştıran mertebe demektir.
Demek ki belli bir gayenin olması kaçınılmazdır. Gaye ile kendisinde bulunduğu
ve iliştiği kimse arasında engel meydana gelirse, hastalık ortaya çıkar.
Gayeye ulaşmak hastalıktan şifa bulmaktır, gayeye ulaştıran ise şafi, yani şifa
verendir. Öyle kimseler gördük ki, onlar, göreli olarak daha çetin ve ağır
acıları ortadan kaldırmak üzere acı veren birtakım durumları aramışlardır. Bu
sayede o acılar kendilerine daha kolay gelmiştir. Öteki acıları kolaylaştıran
söz konusu acılar, o kişiler için şifa ve afiyet sayılır, çünkü onlar şiddetli
acıları ortadan kaldırmak üzere aranmışlardır. Bu acılar ‘acı’ oldukları için
talep edil-
memişlerdir; zaten acı ve elem, özü
gereği talep edilmez, insanlar acıları vehimde daha şiddedi bir acıyı ortadan
kaldırmak üzere talep etmişlerdir. Bir diken batması bile olsa, acı her ne
zaman bulunursa hüküm ona aittir ve acıya maruz kalan insan hiç kuşkusuz onu
ortadan kaldırmak ister. İnsan bir acıyı talep ederken, onu ancak daha şiddedi
bir acıyı ortadan kaldırmayla ilgili olduğu vehmiyle talep eder. Daha çetin
acıya aşina olmak üzere talep edilen acı meydana gelip de şiddedi acı ortadan
kalktığında, bu kez daha önce talep edilen acı insan için çetin bir acıya
dönüşür, o da ya afiyet arayarak veya içinde elem bulunmayan başka bir sebeple
onu ortadan kaldırmak ister.
Bir rivayette şöyle denilir: ‘Allah
Teâlâ’m! Üzüntüyü gider, ey insanların Rabbi! Sen şifa ver, eş-Şafi sensin.
Senin verdiğin şifadan başka şifa yok.’ Allah Teâlâ’nın verdiğinden başka şifa
yoktur. Bununla birlikte her şey O’nun tarafından yaratılmıştır. Bu nedenle Hz.
İbrahim ‘O bana şifa verir’72
der. Allah Teâlâ bize Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e olduğu gibi Hz.
İbrahim’e de salât ve selam getirmemizi emretmiştir. Allah Teâlâ yoruma açık
bir iş meydana getirmiş, Hz. İbrahim ise ihtimali ortadan kaldırarak (şifayı Allah
Teâlâ’ya izafe etmiştir). Zaten İbrahim’e insanlara indirilen vahyi açıklaması
emredilmişti. Zira indirilen vahiy ancak hidayet, yani açıklamasıyla kendileri
adına meydana gelecek bilgiye göre bir rahmet ve beyan olarak indirilmiştir.
Hz. İbrahim ‘O bana şifa verir’73
demiş, şifanın eş-Şafi’ye ait olduğunu belirtmiş, başkasının şifasından söz
etmemiştir. Hz peygamber de bir duasında şöyle der: ‘Senin verdiğin şifadan
başka şifa yok!’ Allah Teâlâ’nın ilaçlarda yaratmış olduğu şifa ve hastalıkları
giderme özelliği hakkında bir ihtimal ve imkân ortaya çıkar. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem ise hadisinde hastalığı gideren her şeyin Allah
Teâlâ’nın verdiği şifa olduğu, O’nun şifayı hastalığı gideren ilaçlara
yerleştirdiği şeklinde yorumlanabilir. Bu yorumla Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem sebepleri kabul etmiş, bütün sebepleri Allah Teâlâ’ya irca etmiş
demektir. Sebepleri ispatlarken Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in
gayesi buydu. Çünkü âlemdekiler, Allah Teâlâ’nın şifasını bir sebep olmaksızın
bilemez. Bununla birlikte onlar, şifa verenin Allah Teâlâ olduğuna da
inanırlar. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in hadisinin şifa verenlerin
varlığını ispat anlamında olması da mümkündür; fakat onlar şifa verme fiilinde Allah
Teâlâ’nın yerini alamazlar. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
‘Senin verdiğin şifadan başka şifa yoktur’ der. Birinci yorum Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in makamına daha yakındır. Şifa bahsinde (ilaçlar
nedeniyle) bir ihtimal ortaya çıktığı için, söz konusu ihtimalin bu anlamda
yorumlanması Hz. İbrahim’in sözünde yer alır. Bu nedenle bize (Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem ile arasındaki ilişki nedeniyle) namazda Hz.
Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e olduğu gibi Hz. İbrahim’e salât ve selam
getirmemiz emredilmiştir. Allah Teâlâ için salât rahmet olduğu kadar şifa da
rahmetin tezahürüdür. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in makamı,
sebepleri kullanma vesilesiyle gerçekleşen şifaların da Allah Teâlâ’nın şifası
olduğunu beyan etmiştir. Çünkü âlemden sebeplerin bütünüyle kaldırılması mümkün
değildir. Bir rivayette Allah Teâlâ’nın yaratmış olduğu her hastalık için bir
ilaç yarattığı belirtilir. Salât ve selam ile birlikte Allah Teâlâ Hz.
Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e İbrahim’e verdiği nimeti vermeyi irade
etmiştir. Bununla birlikte Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’de bulunan
başkasında yoktur. İşte Allah Teâlâ’nın peygamberinin iyiliklerinden bir
iyilik ve güzellik olan Hz. Ebu Bekir şöyle der: ‘Beni hasta eden doktordur.’
Hz. İbrahim ise ‘Hasta olduğumda bana şifa verir’74 demiştir. İki ifadeye baktığında, Hz.
Ebu Bekir’in sözünün daha doğru olduğunu görürsün. Bununla birlikte iki sözdeki
edebe baktığında, Hz. İbrahim’in sözünün daha edepli olduğunu görürsün, çünkü
hiç kimsenin edebi peygamberliğin edebine ulaşamaz. Nitekim Hz. Musa’nın
öğretmeni ‘Ben onu ayıplamak istedim.’75
‘Rabbin ise o ikisinin baliğ olmasını irade etmiştir’76 der. Hz. İbrahim’in dili böyleydi.
Her vaktin bir hali
var ki onu söyler
Her halin bir
manası var ki onu tahkik eder
Hz. İbrahim’in ‘hastalandığımda’77 ifadesi sözün bitimi, ‘bana şifa
verir’ ise başlangıçtır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Senin
şifandan başka şifa yoktur’ ifadesi ise ‘sonun sonudur’. Bu nedenle daha tamdır
ve her ikisini birden söylemek daha uygundur. Allah Teâlâ Hz. Muhammed
sallallâhü aleyhi ve sellem için Hz. İbrahim’e salât ve selam getirdiğimiz gibi
kendisine salât ve selam getirmeyi emretmekle her iki durumu birleştirmiştir. Allah
Teâlâ bize Hz. İbrahim’in dinine (mille) uymayı emretmiştir, bunun nedeni onun
bu konudaki önceliğidir, yoksa Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e göre
daha Hakk sahibi olmasından dolayı değil! Burada zaman hüküm sahibidir, yoksa
mertebe hüküm sahibi değildir. Aynı durum Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’den sonra gelen halifelikte de tezahür eder. Allah Teâlâ’nın hikmeti -ömürlerine
görehalifeliği önce Hz. Ebu Bekir’e, sonra Hz. Ömer’e, sonra Hz. Osman’a,
sonra Hz. Ali’ye vermek şeklinde tecelli etmiştir. Bununla birlikte her birinin
kendisinden önceki halifenin devrinde de halifelik ehliyeti vardır. Bu itibarla
onlardan hangisi önce halife olsa, ötekinin kendisine uyması gerekir ve bunun
aksi düşünülemez. Bununla birlikte Allah Teâlâ halifeliği ömürlere göre tertip
etmiş, herhangi birisi önce gelen veya sonra gelen halifeliği Hakk etse bile
görevinden azledilmemiştir. Sahabe ise bu durumu ancak ölümle birlikte
öğrenmiştir. Bu ilâhı beyana rağmen arzu sahipleri kendi arzularına, oyuna
dalmışlardır; hâlbuki iki göz, bir dil ve iki dudak sahibi olanlar için gerçek
apaçıktı! Allah Teâlâ’dan bizi arzulara uymaktan korumasını temenni ederiz.
Bütün bunlar, İlâhî şifalardır. Onları kullanmak taassup ve cahiliye hamaseti
hastalığını giderir.
EFRAD
VEYA TEKLERİN MERTEBESİ
el-Ferd, el-Vitr, el-Ahad İlahi
İsmi
Yaratılışımda
el-Ferd ile bir oldum Birliğin teslisiyle tekim
Gayeme giden bir
yolum yok Ben gayemde biricik olanım
Şeyhlerimizden varis olduk
Efendilik ve şanın varis kıldığı her şeye -
Ben kendisiyken ben
değilim .
İşte ben o tek
olanım
Benim söylediğim bu Allah Teâlâ’dan
aktardım bu bilgiyi
Bu mertebenin sahibi Abdulferd, Abdulvitr,
Abdulahad vb. şekilde isimlendirilir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
şöyle der: ‘Allah Teâlâ tektir(vitr) ve teki sever.’ Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem de işlerini bir, üç, beş, yedi, dokuz, on bir gibi sayılarla
tek yapardı. Kaça ulaşırsa ulaşsın, tek sayıyı çift kılan sayı vitr iken her
çift sayıyı tek yapan sayı da ahad, vitr ve ferttir. Onun ‘vitr’ diye
isimlendirilmiş olmasının nedeni, ferdiğini çift kılan ahad’dan intikam talep
etmiş olmasıdır. Çünkü ferdin çift olmasında hüküm ahad’a (bir) aittir, ferde
veya vitre ait değildir! Ahad birlikte tek kalınca, fert ‘vitr’ vasıtasıyla
ondan intikam almak istemiştir. Bu itibarla dilde vitr, çatışmak ve intikam
almak demektir. Vitrin bu anlamı ikindi namazını cemaatle kılmayı kaçıran
hakkında Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in söylemiş olduğu ‘Sanki
ailesini ve malını kaybetmiştir (vütire
ehlehu)’ hadisinde belirtilir. Adeta ‘ikindi namazını
cemaade kılmak’, cemaate gitme imkânı olduğu halde gitmeyen kişiden intikam
almıştır; Birinden ‘intikam’ aldığında, o kişi (veya şey), betîra (veya
büteyr; soysuz) diye isimlendirilir. Çünkü aslın hükmü üzerinde vitrin
özelliği, çiftin onu öncelemesidir. Birle birlikte vitr olduğunda ise artık
çift onu öncelemez ve böylece ism-i tasgir kipinde büteyr olur. Ebter ardından
kimse gelmeyen demektir. Büteyr ise ardından kimse gelmediği için böyle
isimlendirilmedi; sadece netice vermediği ve bir sonuç ortaya çıkartmadığı için
böyle isimlendirildi. Bu itibarla vitr ‘doğmamış ve doğrulmamış’ olanın mertebesini
haizdir. Çift kendisini öncelediğinde vitr ebter olmaz, çünkü bu durumda o
ancak çiftten ortaya çıkmıştır. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem -o çiftteki tek olmaksızınçifte selam vermez, onu kendisinden olduğu
anlaşılışın diye çifte ulaştırırdı. Bütün bunlar, birden ayrışsın diyedir.
Bir, herhangi bir ortaklık altına giremeyeceği gibi herhangi bir çiftin
neticesi de değildir; zaten çiftten meydana gelseydi bir (vahid) olmazdı;
çiftten meydana gelen tek ya üç veya beş veya onun üzerindeki bir tek sayıdır.
Bu itibarla beşin akıncısının bir olduğunu söyleriz; hâlbuki Allah Teâlâ
altının akıncısı değildir. O ayrık bir sayı olması bakımından çiftten
ayrışmıştır ve burada söz konusu olan ahad’dir, fert veya vitr değildir!
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem şöyle der: ‘Allah Teâlâ’nın doksan dokuz ismi vardır (tis'atün ve
tis‘îne) veya yüzden bir eksik ismi vardır (mietün ila vahid) onları sayan
Cennet'e girer.’ Çünkü Allah Teâlâ tektir ve teki sever. Doksanı dokuzla tek
yapmış, ardından yüzden biri (vahid) çıkartmış, ‘yüzden vitr veya fert
eksilterek’ dememiştir. Çünkü ferdiyet ve vitriyet (birliklerinde) ortaklık
olabilir, (mutlak birlik anlamındaki) ahadiyette ortaklık olamaz. Burada onu
söylemiş olsaydı, yüzü ve doksan dokuzu zikretmiş olması nedeniyle, biri
(vahid) kastettiği bilinirdi. Bununla birlikte hal karineleri olmasaydı,
fertlerde ve vitrlerde gerçekleşen ortaklık nedeniyle, bir’i (vahid) kastettiği
bilinmezdi. Böylece burada el-Vahid ismiyle O’nun ismini açıklamıştır. Bu
itibarla el-Ahad isminin gücü başka bir şeyde yoktur. Çokluğun birliği ise her
zaman fert veya vitr (anlamındaki birlik) olabilir; onun bir (vahid) olması söz
konusu değildir. Bu bağlamda çokluğun çift veya vitr (tek) olması birdir. Allah
Teâlâ ancak vitri sevmiştir, çünkü vitr, intikam talebidir. Allah Teâlâ şöyle
der: ‘Allah Teâlâ’ya yardım ederseniz, O
da size yardım eder,’78 Allah
Teâlâ’nın ahadiyeti hakkında ilahlık iddiasıyla tartışma çıkartılmış, O’nun
ulûhiyetinde niza ve tartışma ortaya çıkınca vitr gelmiştir. Başka bir
ifadeyle kendisiyle tartışanı ve kavga edeni yok etmek üzere intikam talep
eden isim gelmiş, Hakk ahadiyetinde yegâne olarak kalmıştır. Söz konusu
ahadiyet ‘isimlerin birliği’ demek olan ‘çokluğun ahadiyeti ve birliği’ değil, zatın
ahadiyetidir. İsimlerin ahadiyeti Bir’i ‘çift’ kılar. Çünkü Allah Teâlâ zatı
bakımından vardı ve O’nunla birlikte başka bir şey yoktu. O’nun ahadiyeti
yaratılmışın birliğiyle birlikte çift olmuş, çift ortaya çıkmıştır:
Varlıkta ancak çift
var, bakınız!
Rab merbub ile
birlikte var
Söylediğimi anlayan kişiye ............................
Ortak kolay gelir;
şirk de kolay anlaşılır
Bu nedenle Hakk cezalandırmadan
sonra Rahmetiyle Cennetlere varis kılar
Cehennem yurdunda, oradan çıkarmaz
onu ihsanıyla nimet verir ona
Fert ol ve vitr ol lâkin
Vahid olma müşahede ederek '
Düşün bir kere; vitr ile elde
edersin Ve fert ile mekân ve mertebeyi
Yüce Ahad’a dikme
gözünü 1
Alemde bizden başka kimse yok
İlah herhangi bir şeyi var etmek
istese Ona ol der, o da olur
O’ndan olan kendinden başkası değil
O’nu gören bizi görmüş demektir
RIFK VE
MURAFAKA MERTEBESİ
er-Refîk İlahi İsmi
Refik, yumuşak davranan Bilen,
önder, tahakkuk eden
llah’a mütercim olmak üzere
konuştuğunda İsimleri üzerine tahakkuk edileni ilka eder
Refik, refik olan kişidir
Sen de yönelme O’ndan başkasına
O’na dair önceliği ve tahkiki elde
edersin Yolun manası bunu beyan eder
Manaların
işaretlerini tetkik ettim ben En ince anlamlarıyla kalbime indirdim
Bütün düşüncelerini
kullansan bile, elde edemezsin Onların gelişleri şimşeğin parlaması gibi çünkü
Arkadaşıma dedim
ki; bekle bir süre Doğuşları esnasında hallerini müşahede edeceğim
Bu mertebenin sahibi Abdürrefık diye
isimlendirilir ve bu isim delalet itibarıyla es-Sâhib’in kardeşidir. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem ölüm vaktinde muhayyer bırakıldığında, onun
söylediği duyulan yegâne söz cRefik-i a’lâ (yüce dost)’ sözüydü.
Çünkü dünya hayatında onun yoldaşı (murafık) Allah Teâlâ’tı. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem Allah Teâlâ’nın onun tabii yaratılış gecesinde
kendisine inmiş olduğu yakın semadan fecrin doğumuyla birlikte Arş’ına dönmeyi
irade ettiğini anlamış, o da refikinden ve yoldaşından ayrılmak istememiş,
O’nun intikal etmesi nedeniyle kendisi de intikal etmiş, O’nun ayrılması
nedeniyle kendisi de bu âlemden ayrılmış, bu nedenle ‘Refik’ demiş, onun
dışında bir şey söylememiştir. Çünkü insan ihtiyaç ve acizlik özelliğinde
yaratılmış olduğu için, kendisine yumuşak davranacak ve refakat edecek birini
arar. Bu itibarla insan Hakkı en güzel yoldaş ve refakatçi olarak bulup O’nun
refakat etmesinin gerçekte âlemdeki refakatin ta kendisi olduğunu öğrenir. Söz
konusu refakat başkasına izafe edilse bile, bu dürüm izafe edilenin
tanınmamasından kaynaklanır. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
âlemdeki bütün refakaderi elinde tutanı talep etmiş, hakikati bulduktan sonra
O’nun eserini aramamıştır. Allah Teâlâ’ya kavuşmak isteyip er-Refik’i müşahede
etmek derecesine sahip olmayan herkesin hali ‘Her nerede iseniz O sizinle beraberdiri79 ayetinin kapsamındadır. Allah Teâlâ
bulunduğumuz her bir yerde ve yönde bizim refıkimizdir. Bununla birlikte biz
perdeliyiz. Bu nedenle bu maddi-duyusal varlıktan ölümle birlikte ayrılmamız,
Allah Teâlâ’ya kavuşmak diye isimlendirilmiştir. Hâlbuki ölüm bir kavuşma
değil, sadece gözlerimizin kendisini görmekten alıkonulduğu er-Refık’i müşahede
demektir. Şöyle der: ‘Kim Allah Teâlâ’ya kavuşmayı isterse Allah Teâlâ da ona
kavuşmak ister!’
İkramla karışlarız onu Müjdeyle ve rızayla bir de
‘Merhaba’ deriz, ‘merhaba’
Feza bile onu sığdırmaya dar gelir
Perdeli insan kendisine kavuşuncaya
kadar O’nu Refik olarak bilmez. Kavuştuğunda ise kendisini tanır. Bu durum ‘Allah
Teâlâ’dan onlar adına hesap etmedikleri şey ortaya çıktı’80
ayetinde belirtilir. Emirlerine karşı işledikleri günahları nedeniyle müminler Allah
Teâlâ’dan utanırlarken günahkârlar O’ndan korkarlar ve bu nedenle de isteksizce
O’na kavuşurlar. Allah Teâlâ da öyle insanlarla karşılaşmayı kerih görür.
Bununla birlikte kerih görse bile, kavuşmak kaçınılmazdır, çünkü hangi tarz olursa
olsun cezalandırma mudaka olacaktır.
Unsiyet, merhamet ve onlarla aynı
anlama gelen özellikler refik’te ve refakatte bulunduğu için, nebilikle ilgili
durumlar Refik ismine tahsis edilmiştir. Araplar şöyle der: ‘Falan falanın
refikidir.’ Çünkü o refiki nedeniyle kızar, ona yardım eder, onu yalnız
bırakmaz. Peygamber Hakka yardım eder, Hakk da ona yardım eder. Peygamberliğin
şartı yalan söylememektir ve doğruyu izharda peygamber Hakka yardım eder. Bu
özellik başka birisinde yoktur. Böyle bir ahlaka sahip olmadığında peygamberlik
gömleği üzerinden çıkartılır. O gömlek boyalı ve temiz bir gömlektir; onu
kirletmenin ve rengini soldurmanın vebali, kirletene ve soldurana döner. Onun
üzerinden gömleği çıkartılır; söz konusu gömleği ancak ehli olan giyebilir.
GÖNDERME VE Bİ'SET MERTEBESİ
el-Bâis İlahi İsmi
Ba’s/bi’set mertebesi peygamber
gönderme mertebesi Doğruluk ona mahsus, hallerimden biridir doğruluk
Bana O’ndan bir peygamber gelince
Dedim ki, yaratıkların dışında benim sualim olmalı
Şaşırdım ve dedim
ki: Benim dostum Vallahisensin, aklıma gelince
Ben seherde
sevgiliye gönderildim Getirdiğim sadık haberle birlikte
Dedim ki:
Söylediğimi bilirsen Sevgi şahidiyle izimi takip etmelisin
Ey benzeri olmayan!
Sana şahit olduğumda Gizleme ve bakma arasında bir fark yok benim için
Keşif var edenin
sırlarından bildirir Güneş ve ayda görülen şeylerle
Basiretlerin
hakikatleri beni müstağni kıldı Keşif sahibinin baş gözüyle gördüklerinden
Bu mertebenin sahibi Abdülbais diye
isimlendirilir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘O ümmilere içlerinden peygamber gönderir.’81 Başka bir ayette ‘Allah Teâlâ kabirlerde olanları diriltir’82 denilir. Başka bir ayette ‘Peygamber gönderene kadar azap etmeyiz’83 ve ‘O gün Allah Teâlâ onların hepsini diriltir’84 denilir.
Bu mertebeden Allah Teâlâ peygamberler göndermiş, kitaplar indirmiş, insanlar
neşirden sonra haşredilmiş, ardından da bu mertebelerden menzillerine
gönderilirler. Onlar Cennet veya cehennem olmak üzere herkesin ameline göre
doldurulacakları menzillerine gönderilirler. Bu itibarla onlar gönderilir ve
onlara gönderilir! Demek ki, gönderme ve ba’s, dünya, ahiret ve berzahta
süreklidir. Bununla birlikte peygamberler arif kimselerdir, onlar -reaya
arasında değilhükümdarların (nefs-i natıka, düşünen nefs) arasında dolaşırlar.
Başka bir ifadeyle onlar yöneticilere ve ariflere hitap ederler. Allah
Teâlâ’nın peygamber göndermesi, el-Melik olması bakımındandır ve Allah Teâlâ
onları kulları içinden natık (düşünen) nefislere gönderir. Çünkü onlar, beden
ülkeleriyle birlikte zahirî organlar ile bâtınî güçler demek olan halkları
yönetir. Bu itibarla hükümdar ancak kendilerine gönderileceği insanların
diliyle konuşan bir peygamber gönderir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Her peygamberi onlara açıklasın diye kavminin diliyle gönderdik.’85 Allah Teâlâ peygamberlerini bu
düşünen nefislere (nefs-i natıka) göndermiştir. Onlar organlarda itaat veya
günahları icra edecek olan hükümdarlardır. Düşünen nefisler elçiliğini kabul
etmek ve kendisine yönelme veya ondan gizlenme veya ona ihanet etme özelliğine
sahiptir. Bu itibarla reddetmek bazen Allah Teâlâ’nın nasip ettiği tevfik veya
başarısızlık gibi istidada göre gerçekleşir. Allah Teâlâ nefisleri bedenlerin
üzerinde hükümdar kılmış, onlara âlemde kimseye verilmemiş bir özelliği
vermiştir ki, bu özellik, ‘parçalar’ mesabesindeki halklarının kendilerine
itaat etmesidir. Bu parçalar, yani organlar ve güçler, herhangi bir şekilde
kendilerine karşı gelemez; yönettikleri kimselerin kendilerine bitişik olmadığı
diğer hükümdarların emirlerine ise bazen karşı gelinebilir. Nitekim söz konusu
hükümdarlar da gerçek hükümdar olan Hakkın peygamberlerin diliyle gönderdiği
emrine bazen karşı çıkarlar, bazen itaat ederler. Bu bağlamda peygamberlerin
onlara gönderilmeleri ve yönlendirilmeleri, kendilerinin hükümdar olduklarını
gösterir. Allah Teâlâ onları hükümdarlıkta kendi mertebesine yerleştirdiğinde
şunu anladık: Bu durumu gerektiren bir münasebet olmasaydı, Allah Teâlâ onları
kendi mertebesine yerleştirmezdi. Öyleyse münasebet, yaratılıştaki ilkededir.
Bu ilke ‘Ona ruhumdan üfledim’86 ayetinde belirtilir. Demek ki Allah
Teâlâ bu ruhu görevlendirmiş, hükümdar kılmış, halifesi olarak atamıştır.
Halifelerin bir kısmı -Firavun vb. gibikendisine karşı çıkmış, bir kısmı O’na
karşı gelmemişlerdir. Her halükarda peygamberler ancak valilere (düşünen nefs)
gönderilmişlerdir.
Bu vekil hükümdarlardan da Allah
Teâlâ’ya bir elçilik yönelmiştir. Bu itibarla onlar, üzerlerinde görevli
oldukları kimseleri tedbir ve yönetimlerini destekleyecek hususları Allah
Teâlâ’dan talep ederler. Bu durumda el-Melik (Hükümdar) ‘hükümdarın hükümdarı
(melikü’l-melik veya melikü’l-mülk, mülkü’l-mülk)’ haline gelir: (Elçilik) Allah
Teâlâ’dan onlara ve onlardan Allah Teâlâ’ya dönüktür! Elçilik Allah Teâlâ’dan Allah
Teâlâ’ya iken elçilik de ancak kendisinden kabul edilmiştir. Çünkü onlar Allah
Teâlâ’nın ruhundan var olmuş, O’nun kendisinden meydana gelmişlerdir. Burada,
yani onların Allah Teâlâ’nın emrine karşı çıkışlarıyla ilgili bazı işler ve
sırlar vardır. Bu durum çocuğun babasına veya kölenin efendisine karşı
çıkmasına benzer. Efendi köleye mal ve mülk verdiğinde, yapılan iyiliğe rağmen
onu yok etmeye çalışır, tek başına mülkü elde edebilmek için onu öldürmeye
teşebbüs eder. Bu durum fiilleri -gerçekte Allah Teâlâ’ya ait ikenkendilerine
irca etmede vukua gelir. Onların arasından Allah Teâlâ’nın razı olduğu işlere
erdirdiği kimselerin yapabildiği ise fiillerde ortaklığı kabul etmekten
ibarettir ki, bu da ‘gizli şirk’ demektir. Allah Teâlâ onlara La-havle ve
la-kuvvete illa billah!’ (Allah Teâlâ’dan başka güç ve kuvvet sahibi yoktur)
ve ‘Ancak senden yardım dileriz’87 demeyi rahmetiyle emretmiştir. Allah
Teâlâ Hakîm olduğu için bu ifadesi yeterlidir.
Allah Teâlâ insanlardan böyle bir
şirkin ve iddianın çıkacağını bildiği için, iddialarını onaylamak üzere, Allah
Teâlâ’dan yardım dilemeyi kendilerine emretmiştir. Bu sayede bu iddia Allah Teâlâ’nın
emrinden meydana gelir. Bizim gibiler, gerçeği bilmeyenlerin aksine, bu
iddiaları ‘ibadet etmek’ maksadıyla söyler ve bunda ısrar ederler. Allah
Teâlâ’nın kulları adına böyle bir durumu onaylaması, gayretinden kaynaklanır.
Kullar da bu iddiayı ibadet olarak dile getirir ve kendisine döndükleri gün
bunu söylerler. Toplanma yeri demek olan o gün mülk, Bir ve Kahhar Allah
Teâlâ’ya aittir. Böyle bir gizli şirk orada insanlara sorulduğunda, şöyle
diyecekler: ‘Bize kendinden yardım istemeyi Sen emrettin. Demek ki bizim sahip
olduğumuz bir gücümüzün olduğunu ispat ettin. Bununla birlikte o güç
şendendir. Üstelik o güç yardımınla fail ve etkin Hakk gelir. Bu nedenle Senden
kuvvet istedik, çünkü Sen metanetli olan ve kuvvet sahibisin.’ Allah Teâlâ,
kuvvederinin kaynağının Allah Teâlâ olduğunu söylerken ve bulundukları mahallin
özelliği nedeniyle güçlerinin eksik olduğunu ifade ederken onları tasdik eder.
Bu yerin özelliği nedeniyle onlardaki kuvvet İlâhî iktidar gibi etkin olamamış,
onun etkili olması İlâhî iktidarın yardımına bağlı olmuştur. Çünkü acizlik,
korkaklık, cimrilik yaratılmışın zati özellikleridir ve onun yaratılışından
ayrılmazlar. Yaratılmışın aslı ‘İnsan korkak yaratılmış, kötülük ona temas ettiğinde korkar, iyilik
ulaştığında cimri kesilir’88 ayetlerinde belirtilir. Bu itibarla
insan değişip de cesur davrandığında, bu cesaret, ona yardım edilmesinden,
mertebesinden, kazanımdan (iktisap) ve Allah Teâlâ’nın ahlakıyla
atılaklanmasından kaynaklanır. Çünkü insan gerçekte Allah Teâlâ’dan bir ruh
olarak meydana gelmiş ve böylece ‘parça’ ona etki etmiştir. Bu durum tuzdan
veya acıdan veya başka bir nitelikten meydana gelen bir parçanın suya tesir
etmesine benzer; hâlbuki su hüviyeti itibarıyla tatlı ve hoş olarak aynı
niteliktedir. İşte bu parçanın insandaki tesirine bakınız! Aynı durum
cisimlere üflenen ruhların mukaddes ve temiz bir ilkeden meydana gelişinde
geçerlidir. Parçanın taşıyıcısı olan mahallin mizacı temizse, ruhun temizliği
artar; temiz değilse onu kirletir ve kendi mizacının hükmüne dönüştürür. Allah
Teâlâ’nın peygamberleri -ki halifelerdirinsanların içinden en temiz idrak
araçlarına sahip olanlardır. Onlar, masum kimselerdir. Bu nedenle de temize
ancak temizlik ilave ederler. Onların dışındaki halifeler ise kısım faşımdır:
Bir kısmı hal, fiil ve sözde onlara varis olanlar iken bir kısmı temizliğe
zarar veren günahkârlardır; bir kısmı bozulmayı artırır, onlar münafıklardır;
bir kısmı tartışmacı ve kavgacıdır, onlar kâfir ve müşriklerdir. Allah Teâlâ
kendisine karşı çıkıp ‘ilah’ olarak kendi anlayışlarına göre ortaya koydukları
başka bir ilaha dayandıkları için cezalandırdığı bu insanların mazeretleri
olsun diye onlara ‘içlerinden’ peygamberler göndermiştir. Onlar taptıkları
şeyleri ilah sayarken kendilerini de yalanlarlar, çünkü ilah yaratılan bir şey
olamaz. Fakat onları bu anlayışa sevk eden düşünce sahih bir ilkeydi: Onlar Allah
Teâlâ hakkındaki görüşlerde ortaya çıkan fikir ayrılıklarını müşahede etmişlerdi.
Bununla birlikte bütün insanlar Allah Teâlâ’nın mutlak birliğiyle O’nun vahdeti
ve kendisinden başka ilah olmadığında görüş birliğine varmış, ardından İlah’ın
mahiyeti hususunda görüş ayrılığına düşmüş, herkes nazarî düşüncesinin sonucuna
göre bir kanaat ileri sürmüş, ilahın ancak bu hükme sahip kimse olabileceği
kanaatine varmıştır. Hâlbuki o kişi ‘ilah’ dediğinin kendisinin kabul ettiği
ve yarattığı bir şey olduğunu anlamamış, kendi içinde ve itikat diye
isimlendirdiği inancında yarattığı bir şeye ibadet etmiş, böylece insanlar ilah
hakkında pek çok görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Tek bir şey ise kendiliğinde
farklılaşmaz. O halde tek ilah’ın bu görüşlerden ya birisine göre olması
gerekir veya onların hepsinden farklı olması gerekir.
Durum böyle olunca insanların;
taşları, ağaçları, yıldızları, hayvanları vb. yaratılmışları ilah edinmeleri
kolay olmuş, bu durum onlara tesir etmiştir. Böylece her grup kendisine hâkim
düşünceye göre bir ilah benimsemiştir. Nitekim Allah Teâlâ hakkında görüşler ileri
sürenlerin durumu da öyledir. Binaenaleyh kendileri farkında değilken bu ilkeden
onlara yardım gelmiştir. Yaratılmış olmayan ilaha tapan kimse görmezsin. Bu
itibarla insan nefsinde ibadet ettiği şeyi yaratır, onun üzerinde hüküm verir;
hâlbuki Allah Teâlâ hüküm verenin ta kendisidir: Akıl O’nu zabt edemez veya
O’nun adına hüküm veremez; bilakis işin başında ve sonunda yaratıkları
hakkındaki emir ve hüküm Allah Teâlâ’ya aittir. O’ndan başka ilah yoktur. O her
şeyin ilahı ve her şeyin hükümdarıdır.
Bütün bunlar, el-Bâis isminden ortaya
çıkar. el-Bâis ismi Allah Teâlâ hakkındaki inançlarına, düşüncelerine göre
insanların bâtınlarına düşünce elçilerini gönderirken onların zahirine nebi,
nebilik ve risalet gibi ifadelerle bilinen elçileri gönderir. Akıllı insan Allah
Teâlâ hakkında kendi nezdinde bulunan inancı O’nun katından gelen
peygamberlerin bildirdikleri vahiy nedeniyle terk eden kimsedir. Peygamberlerin
getirdikleri bilgiler fikir elçilerinin insanın bâtınına getirdiği bilgilerle
uyuşursa, bu uyuşma nedeniyle akıllı insan Allah Teâlâ’ya şükreder; peygamberin
getirdiği bilgiyle düşünce elçisinin hükmü arasında görüş ayrılığı ortaya
çıktığında ise zahirdeki peygambere uymak ve bâtının peygamberinin belasından
ve afetinden uzak kalmak şarttır. Böyle yaparsan -Allah Teâlâ’nın
izniylesaadete erersin. Bu sözler selim akıl sahibi kabiliyetli herkese
yönelik nasihatimdir: ‘De ki Rabbim bilgimi artır.’89
‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’
EL-HAKK
İSMİNİN MERTEBESİ
el-Hakk İlahi İsmi
Hakkı Hakk ile fani
kılar ve ispat ederim
Hakk yokluk ve
ispat arasındadır
Varlık ve
hikmetinin sırrı olmasaydı
Uzça’ya veya Lat’a ibadet edilmezdi
Beni kendileriyle sınırladığı bu şeyler var ya!
Onlarla mutlu
olunur, şimdide ve gelecekte
Mazi gittiği
yerdedir
Onun yanında
hastalık veya afet yok
Yemin olsun ki:
Nefsim onu yükümlü tutanı bilseydi
Geçmiş olan geri
gelseydi sevinmezdi
Bu mertebenin sahibi Abdulhak diye
isimlendirilir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Hakkın ötesinde dalaletten başka ne vardır?’90 Kastedilen yaratılmış olandır.
Dalalet hayret demek iken Hakk (ve hakikat) vasıtasıyla dalaletin hükmü ortaya
çıkar.
Varlığın kendisi
gerçek bir nur
Yaratılmışın
varlığı ona tabi bir gölge
Hakk varlığın kendisiyken halk
(yaratılmış) O’nu mudaklıkla sınırlamıştır. Bu itibarla halk sınırlı bir kayıt
demektir. Öyleyse ancak ona ait ve onunla gerçekleşen bir hüküm olabilir. Hakk
hüküm verendir ve O ancak Hakk ile hüküm verir. Öyleyse Hakkın (kendisiyle
hüküm verdiği) Hakk yaratılmışın ta kendisidir. Nasıl da yüz çevirirsiniz? Gerçek
bizim söylediğimiz gibidir. Halk diye isimlendirilmiş olması, kendisinden
yaratılmış olan şeye bağlıdır. Bu itibarla halk yenidir ve yaratmanın hakikati
kendisinde ortaya çıkar. Çünkü bir açıdan bakarsın ve ‘Haktır’ dersin; bir
açıdan bakar ve ‘halktır’ dersin. O ise kendinde ne Hakk ne Haktan başkasıdır.
Binaenaleyh Hakkın veya halkın isim olarak verilmesi, adeta bir farklılık ve
ihtilaf demektir. Bu hüküm ona baskın gelmiş, halk diye isimlendirilmiş, Hakk
ise Hakk ismiyle yegâne kalmıştır. Çünkü Hakk bizatihi zorunlu varlığın
sahibiyken yaratılmış olan O’nun vasıtasıyla varlık zorunluluğuna sahiptir.
Burada ‘başkası’ ile demiyorum, çünkü başka demlenin -hükmü olsa bilevarlığı
ve hakikati yoktur. Bu itibarla başka hükmü olup da hakikati olmayan nispetlere
benzer.
Allah Teâlâ göğü ve yeri Hakk ile
yaratmış, Kur’an’ı Hakk ile indirmiş, Kur’an Hakk ile inmiş, Kur’an Hakk ile ve
Hakk için inmiştir. Yaratılmışta yaratılmış hayrete düşmüştür, çünkü o
gündüzün kendisinden çekip çıkartıldığı gecedir. Bir anda hayrete düşmüş halde
karanlıkta kalırlar. Artık doğru yolu bulacakları bir ışığa sahip olmayan
şaşkınlardır. Hâlbuki Allah Teâlâ karanın ve denizin karanlıklarında kendisiyle
doğru yolu bulacak kimseler için yıldızlar yaratmıştır. Bu, seçkin ve sıradan
insanların karanlıklara bakışıdır. Onlar görmezler, ‘Sağırdırlar, kördürler, onlar düşünmezler.’91 Bu nedenle bazen şöyle derler: ‘Biz
biziz, O O’dur.’ Bazen şöyle derler: ‘O biz, biz O’yuz.’ Bazen şöyle derler:
‘Ne biz saf olarak biziz, ne O, O’dur.’ Allah Teâlâ da bilgi ve marifet
itibarıyla yaratıklarının en seçkini olan peygambere söylediği ‘Attığında sen atmadın, fakat Allah Teâlâ attı’92 ayetiyle hayretlerinde o seçkinleri
tasdik eder. Bu ayette Allah Teâlâ ispat ettiğini ve olumladığını
olumsuzlamıştır. Bu hitap karşısında sıradan insanların yeri nedir ki? O halde Allah
Teâlâ’yı bilmek hayret demek olduğu kadar yaratıkları bilmek de hayret demektir.
Allah Teâlâ’nın zatı hakkında düşünmek yasaklanmış, düşünme yaratıklara
yönlendirilmiştir. Binaenaleyh hidayete erenler, yaratılmışlar hakkında
düşünenlerdir. Çünkü Hâdi O’dur ve zaten hidayet etmiştir! Körlük ise Hakka
dair düşünmek demektir. Böyle bir düşünme yasaklanmış, Allah Teâlâ onu
sapkınlık ve dalalet yolu saymıştır. Bu hitap, akıl sahiplerinin kendisiyle
yükümlü olduğu, fakat cem’ ve vücûd ehline hitap etmeyen bir hitaptır.
Seçkinler O’nu bilmek veya bir bilinen hakkında bilgi edinmek üzere
düşünmemişlerdir. Allah Teâlâ sadece onların (idrak) mahallerini
hazırlamalarını ve kalplerini temizlemelerini istemiştir. Bu hazırlanma
neticesinde Allah Teâlâ onlara fetih ihsan eder veya kendi katından onlara
fetih ulaştırılmasını emreder. Onlar da içlerinde gizlemiş oldukları hususta
pişmanlık duyarlar, çünkü onlar ilâhî fetih vasıtasıyla ulaşmış oldukları şeyi
müşahede ederler ve görürler ki: Hakikat kendisinden ayrıldıkları şeyin ta
kendisi imiş! Bu durum onların imanlarını ve Allah Teâlâ’nın hükmüne
teslimiyederini artırır. Bu mertebeden şu husus ortaya çıkar: Bâtıl, hakikatin
üzerine atılıp da onu yok ettiği bir şeydir. Üzerine hakikatin atılmasıyla
bâtıl bir anda yok olur ve gider. Ancak hakikati olan veya hakikati olduğu
zannedilen bir şey yok olabilir. Binaenaleyh ister hayalde ister hayalin
dışında olsun, bâtılın da bir varlık mertebesi bulunmalıdır. Hiç kuşkusuz her
durumda ona inayet edilmiştir.
Sonra, Allah Teâlâ hakkındaki
hayretin en büyük nedenlerinden biri de şudur: Hakk mutlak varlık sahibidir ve
bu nedenle de sabittir. Bununla birlikte tecelli suretleri de hiç kuşkusuz
haktır.
Onların sübûtu yok,
bekaları da yok
Onların kavuşması
var, bedbahtlıkları yok
Hakkın tecelli ettiği her suret
ortadan kalktığında, artık bir daha geri dönmez ve yenilenmez. Kaybolma ve
gitmek giden şeyin kendisinden başka bir şey değildir. Peki ‘nereye
gidiyorsunuz?’ Acaba Hakk’ta bâtıl veya bâtıl olan bir şey mi var? Sureti
götüren şey otelci suretin onun üzerine atılmasından başka bir şey değildir. O
da kardeşinin gittiği ve ortadan kalktığı gibi gider. Suret gelişi bakımından Hakk
iken gidişi bakımından bâtıldır. Binaenaleyh suret ortadan kaldıran-ortadan
kaldırılan şeyin kendisidir. Bu nedenle Hakkın görülemeyeceğini söyleyenler
doğru söylemiştir, çünkü Hakk kaybolmaz ve gitmez. Şöyle ki: Suretler bizim
suretlerimiz ise biz kendimizi görmüş oluruz. Biz ise bâtıl değiliz. Biz
kendimiz nedeniyle ortadan kalktık. Öyleyse biz Hakkız, çünkü Allah Teâlâ bizi
bizim üzerimize salar. Demek ki üzerimize gelen şey bizden gelmiştir. Allah
Teâlâ hakkı (bâtıl üzerine) salarken kul ilâhî hüküm nedeniyle ortada durur.
Benim ve O’nun
varlığı
Beka ve sübût
sahibidir .
O’ndan ve benden
hayat bulur
Veya O’ndan ve
benden (dolayı) ölür
O’nda bir iddia
olmaz
Çünkü O’ndaki
kaybolmaz
O’ndan olan hayat
sahibi
Veya O’ndan olan
ölür
Hayrete düştüm
O’nun ve bizim hakkımızda
Biz susmuş
dilsizleriz
Allah Teâlâ için
gıda oldum
O da benim için
gıda
İş devreder durur
Hakkındaki bilgim
bu benim
Kaybolan ve yiten bir şeye itimat
etmemelisin, çünkü ondan eline bir şey geçmez. Sen sadece kendine itimat et!
Çünkü kendine döneceksin ve bütün işler Allah Teâlâ’ya döneceği gibi siz de Allah
Teâlâ’ya döneceksiniz. Bu hakikat nedeniyle Allah Teâlâ adamlarından birisi
‘Ene Allah Teâlâ (Ben Allah Teâlâ’m)’ demiştir. Onu mazur sayınız, çünkü insan
-hakikatine göre değilona gelen tecellinin hükmüne göre hareket eder. Ona
tecelli eden ise kendinden başkası değildir. Onun halini kendine bırak ki
selamete eresin! İş açıkladığım gibidir. ‘Doğru yol Allah Teâlâ’ya varır’ ve ‘Allah
Teâlâ dileseydi herkese hidayet ederdi.’
VEKÂLET
MERTEBESİ
el-Vekil İlahi İsmi
Benim vekilim ‘ben
vekilim’ diyen Bilir ki O’ndan söz ediyorum
Kalbimle O’nu
görsem bile Doğma ve batma olmazdı .
Fakat gözümle görüyorum O’nu da Bu nedenle
hayret ve kaybolma oluyor
Bu mertebenin sahibi Abdülvekil diye
isimlendirilirken bu İlâhî isim vasıtasıyla yaratılmış adına mülk ve sahiplik
ortaya çıkar. Çünkü biz Allah Teâlâ’yı ancak bize mahsus işlerimizde tasarruf
etsin diye vekil ettik. Biz O’nun bizim hakkımızdaki bilgisinin kâmil olduğunu
biliriz ve Allah Teâlâ bizden bizim kendimiz hakkında bilmediklerimizi bilir.
Bununla birlikte Allah Teâlâ’ya kendi hakkımızdaki bilgiyi veren ise bizzat
biziz. Binaenaleyh biz sübût halinde Allah Teâlâ’ya kendi hakkımızdaki bilgiyi
verdik. Öyleyse biz, bilen ve cahil olanız. Allah Teâlâ ise cehaleti olmayan
âlimdir ve bu nedenle de O acele davranmayan hilim sahibidir. Allah Teâlâ
mühlet verir, fakat ihmal etmez. Biz ise acele davranırız. O bizim acele
davrandığımızı ve hakkında acele ettiğimiz işi bilir. Bu, ecelin bitmesi
demektir. Hâlbuki ecelin kısa süreli olanı ve uzunu O’ndandır; hepsi sonsuza
kadar ve kesilmeyen bir akışla belirli bir ecele doğru akar. Hakk her gün bir
işteyken biz de var olma ve yok oluş arasında sürekli bir yeni yaratılıştayız.
Bütün bunlar, bir cevher üzerinde sürekli yenilenen hallerdir ve tükenmez
hükümleri yadsımayız. Onlar, Allah Teâlâ’nın kelimeleri ve yarattığı
şeylerdir; O’nun kelimelerinde değişme olmayacağı gibi Allah Teâlâ’nın
yaratışında da değişme olmaz. Değiştirme Allah Teâlâ’ya aittir. Biz Allah
Teâlâ’nın kelimeleri ve O’nun yarattığı şeyleriz. Bu vekil (edindiğimiz) Hakk,
bize bizdeki tasarrufunun O’na kendimiz hakkında verdiğimiz bilgiye bir şey
eldemeyeceğini bildirmiştir. Zaten vekil onu vekil edinenin hükmüyle hareket
eder ve dolayısıyla ancak izinli hususlarda tasarrufta bulunur. Bu itibarla
vekil mutlak hüccet sahibidir, çünkü o kendine havale edilen işlere ekleme
yapmaz. Zaten eklemeyi kabul edecek bir şey de yoktur! Vekile ‘niçin bunu
yaptın?’ derse, sana seni gösterir ve yadırgadığın işi yapmasınm sebebinin
kendin olduğunu görürdün; üstelik sana inkârını da gösterir. Senin onu inkâr
etmen gereklidir. Öyleyse senin de mazeretin vardır, onun da!
Bir vekili kınama
Onu vekil atayanı
kına ,
Hatta om da kınama
Hakikat onun mücmeli
Benim varlığım O’na
bağlı Bizler O’na aidiz
Benim için ortaya
çıktığında '
Bütün âlem O’nun
ihsanı
Benim ilahım bunu
bilir .
,
Onu tafsil bana
bağlı
Kim peygambere itaat ederse, hiç
kuşkusuz, Allah Teâlâ’ya itaat etmiştir, çünkü onu kulların üzerinde vekil
kılan Allah Teâlâ’dır. Peygamber de emir vermiş, yasaklamış, onu vekil atayan Allah
Teâlâ’nın kendisine gösterdiği üzere tasarrufta bulunmuştur. Biz de kendisinin
emriyle ve tahsisiyle Allah Teâlâ’yı vekil atadık. Emre gelirsek, Allah Teâlâ
‘O'nu vekil edin’ diye emrederken bu konudaki tahsis ise ‘Benden başka vekil
edinmeyin’ ifadesidir. Peygamber vekilin vekili olduğu kadar aynı zamanda Allah
Teâlâ’nın emriyle O’nu vekil edinenlerdendir. Demek ki o da bizden olduğu gibi
üzerimizde vekilin (Allah Teâlâ) vekilidir. Vekil atayan kişinin vekile itaati
gerekir, çünkü vekile itaat ederken ancak kendisine itaat etmiştir. Vekil
müvekkilde ancak belirlediğimiz şekilde tasarruf eder. Binaenaleyh vekâlet
mertebesi İlâhî bir mertebedir ve hayatın âleme yayılması gibi -bu nedenle
âlemdeki her şey canlıdırbütün âleme yayılmıştır. O halde âlemde vekil olan ve
vekil edinenden başka kimse yoktur. Sözüyle Hakkı vekil atamayan kişi haliyle
O’nu vekil atar ve susturucu delil ona karşı ortaya çıkar. Sözüyle O’nu vekil
atarsa, yine susturucu delil ortaya çıkar; çünkü vekil, müvekkilin havale
ettiği işi dışında tasarrufta bulunmamış ve müvekkil dilediği üzere onu vekil
yapmıştır. Allah Teâlâ (O’nu) vekil edinen (yükümlülere) kendisinden tebliği
ulaştırmak üzere peygamberlerini vekil kılmıştır. Peygamberler onlara ‘şunu
yapmanız maslahatınızadır, şundan kaçınmanız lehinizedir’ diye Allah Teâlâ’dan
tebliğ ederler. Onlar emirlere uymakla insanların muduluğa ulaşacağını ve
azaptan kurtulacaklarını bildirirler. Vekil edinilen Hakkın vekili olan
(peygamberin) emriyle hareket eden müvekkil, hiç kuşkusuz, kurtuluşa ermiş,
saadete ulaşmış, iki eliyle bütün hayırları toplamış, ellerini hayırla
doldurmuş demektir. ‘Ey iman edenler, Allah Teâlâ’ya ve
peygamberine size hayat veren bir işe sizi çağırdıklarında icabet ediniz’93 Hiçbir vekili suçlamayınız veya onu
kınamak için yol aramayınız. Onun koyduğu sınırda durun, ona verilmiş söze
uyun!
Bu mertebe teslim ve işleri havale
etme mertebesidir. Sen ise biçare bir kanatsın. Allah Teâlâ seni kendi
suretinde yaratmış, sonra şeriat kıldığı hususları sana giydirmiş, sen yasak
konulan ve emir alan bir memur haline geldin. Bunun ardından senden
ayrıcalığını çekip almasının yol açtığı kırıklığı onarmak üzere şöyle
demiştir: ‘Allah Teâlâ sizi ve amellerinizi yaratmıştır.’94 Sonra cezalandırmakla seni yeniden
kırmıştır. Çünkü Allah Teâlâ sana ancak bilgisine göre davranmış, bilgisi de
şendendir. İşte biçarelik bundan ibarettir. Çünkü kanadın kırılması onarmadan
sonra gerçekleşen kırılmadır. Onarma ancak kırılma üzerinde gerçekleşir. Asıl
ilke kırılmanın olmayışıdır ki, ‘sağlık’ demektir. Bununla kastedilen surettir.
Dikkatini çektiğim hususu öğrenmeli, bu hususta Allah Teâlâ’dan hayır
dilemelisin. Bilgi ancak zevkten meydana gelebilir.
Hasreti bilen ona
göğüs gerendir
Sıkıntıyı ancak onu
gören anlayabilir
Bu mertebe hakkında bu kadar açıklama
bilgilerini kullanan kimse için yeterlidir. ‘Allah
Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’
KUVVET
MERTEBESİ
el-Kavi İlahi İsmi
el-Kavi rüknümü güçlendirendir Böyle
olunca zayıflığa değer vermem ben
Bana varlığımın işleri güç gelince
Onları kolaylaştıracak kimdir?
Her bakımdan itaat edilen bir kulum ben Dilediğime itaat edilir; ben
güçlüyüm
Ben tek olan
kişiyim
Ben O’nun katında
Ruhu’l-emin’im
Bana açıkladı ki: O’nun meşiyeti
Benim meşiyetim; bana ait olan dile gelmez
Bu mertebe karışık bir mertebedir ve
sahibi Abdülkavi diye isimlendirilir. Allah Teâlâ kendisini kuvvet sahibi
olmakla nitelemiştir ve bu ifadede bir mücmellik vardır... Bu isim Himyerî bir
isimdir. Bunun anlamı kuvvet sahibi, yani bizde bulunup da kendimizde
bulduğumuz kuvvetin kuvveti Allah Teâlâ’nındır. Aynı zamanda biz kendimizde
zayıflık da buluruz. Bu nedenle bizdeki kuvvet, yaratılmış kuvvettir. Ayette ‘Sizi
zayıflıktan yarattı’95
der. Allah Teâlâ bizi bu özellik üzere yarattı. Nitekim göklerde, yerde olan
her şeyi ‘kendi katından’ olmak üzere bize amade kilan da O’dur. Allah Teâlâ
âlemi kendinden ve kendi üzerinde -anladıysaninşa etmiştir. Sonra, çocukluk
halinden gençlik haline geçirme sürecinde, zayıflığın ardından bir kuvvet
yaratmıştır. Kuvvetin ardından da bir zayıflık ve yaşlılık yaratmıştır ki bu,
tekrar asla dönmektir. Yaşlılık ayette herem
diye ifade edilir ve kocalmaya işaret eder. Acaba bu zayıflık kendisinden
yaratıldığımız ilk zayıflık mıdır ve kuvvet orada mıdır? Birinci yönetici öteki
yöneticinin aynıdır. O Evvel ve Ahir’dir (ilk ve son); vasat ise zahir ve
bâtında kendisinden meydana gelen iddianın bulunduğu yerdir. Allah Teâlâ’nın
ilk yaratılışı ile tekrar o yaratılışa dönüşü görmeyi nasip ettiği insan
iddiada bulunmaz. Kuvvetin başlangıçta veya sonda zikredilmediğini görünce,
kendisinden yaratılmış olduğumuz zayıflığın anlamını inceledik: Onun
yaratılışta bağımsız (müstakil) olmamak anlamına geldiğini anladık. Binaenaleyh
‘imkân’ özelliğimiz nedeniyle yaratılışa kabiliyetli olmakla yardımımız olmasaydı,
yaratma olmayacaktı; imkânsız olan yaratılmaya kabiliyetli değildir.
Yardım yaratılmaya kabiliyetli olmak
ve istidat vesilesiyle gerçekleştiği için, iktidarın zorlayıcı olmadığını
anladık. Binaenaleyh (başlangıçtaki) zayıflık, bu zorlamanın olmayışıdır.
Demek ki Allah Teâlâ bize kendi ‘şeriatı’ olan bir hükmü şeriat yaparak kudreti
icra ederken O’ndan yardım dilemeyi emretti. Nitekim yaratılışa kabiliyetli
olmamızla da O bizden yardım istemiştir. Böylece söz konusu zayıflığın bundan
ibaret olduğunu öğrendik. Sonra Allah Teâlâ bizim adımıza müstakil olmayan bir
kuvvet yarattı. O halde gerçekte kuvvet ancak toplamın (mecmu’) hakikatiyle
tezahür eden bir şeydir. Allah Teâlâ kuvvet ve güç sahibidir, çünkü O kendisi
nedeniyle varlığı zorunlu olandır. Biz ise -kendimiz nedeniyle değilAllah Teâlâ
sayesinde varlığı zorunlu olanız. O bizi bir zayıflıktan yaratmış olsa bile,
bizde bir kuvvet yaratmıştır., O kuvvet olmasaydı, bizi amel yapmakla veya
yasaldan terk etmekle yükümlü kılmazdı. Çünkü nefsin bir şeyi terki, arzusundan
uzaklaşması demektir. Bu itibarla kuvvet amel etmeyi ve terk etmeyi içermiştir.
Biz güçte eşit bir halde bulunuruz
Bir iftira veya kuşku yok bunda
Fakat varlığımdaki asıl O .
'
Benini varlığım-baki değil
Çünkü şenler
vasıtasıyla fani kılar Allah Teâlâ
O fena edicidir her daim
Allah Teâlâ yaşlılığı dünya hayatında
bilkuvve, ahirette ise bilfiil nur yapmış, yaşlılığı kendisine döndüğümüz
zayıflığa bitiştirmiş, bu yaşlılık nuruyla söz konusu zayıflığın nekre
(belirsiz) zikredilmesiyle birlikte ikinci olmadığını göstermiştir. Benzer bir
durum ‘Güçlükle beraber kolaylık vardır,
güçlükle beraber kolaylık vardır’96 ayetinde ‘güçlük’ anlamındaki ‘usr’
kelimesinin belirsiz, ‘yüsr (kolaylık)’ kelimesinin ise belirli gelmesinde
vardır. Yani başka bir kolaylık daha vardır demektir. Böylece kendisinden
çıkmış olduğumuz yolun aynısından ilk zayıflığa döneriz. Bakınız! Allah Teâlâ ‘Sizi annelerinizin karınlarından hiçbir şey bilmiyorken çıkartmıştır’97 der. Başka bir ayette ‘ömrün en yaşlı haline döndürülen kimse...’99 diyerek bizi döndürülmekle
nitelemiştir; bu dönüş birinci zayıflığa dönmektir. Ömrün en yaşlı
(erzeli’l-umr) bizim için kendisinde bilginin bulunmadığı dönemdir. Allah
Teâlâ ‘Ta ki bilgiden sonra bir şey
öğrenmeyesiniz diye...’99 der. Demek ki ya bilginin ilavesi
engellenmiş veya yaşlılık halinde insanın aşırı yaşlılığa maruz kalması
nedeniyle bilginin yoksunluğudur. Çünkü dünya insanla hamiledir ve herem, yani
yaşlılık hali onun doğum ayıdır. Bu doğumla birlikte yeryüzü insanı karnından
çıkartarak ahiret menzillerinin ilki olan berzaha doğurur. İnsan orada diriliş
gününe kadar bir çocuk gibi büyür. Diriliş günü (dünyadaki) kırk yaş smırı
demektir ve kırk yaş ilâhî işler hakkında en kâmil bilgiye sahip kimseler olan
peygamberlerin peygamber olarak gönderilme vaktidir. Böylece onlar ikram yurdunda
artık ardında zayıflığın bulunmadığı gücü elde ederler. Bu sayede onlardan
dünya hayatindayken hayallerinde mana olarak oluşan şeyler orada maddi-duyusal
olarak meydana gelir; bazen -özel bir durumla ilgili olarakduyudaki bir şey
hakkında kudret kendilerinde bulunabilir. Buna misal olarak, ayağa kalkmak
isteyip kalkan insanı veya yazmak isteyip de yazanı verebiliriz. Kendisine
duyuda gerçekleştirmek üzere güç ve kudret yetirilemeyen bir şeyi ise insan
kendi hayalinde meydana getirebilir. Hayalde meydana getirilen söz konusu şey
ahiret hayatında duyulur olarak histe meydana gelir. O şeyin varlığı akla göre
imkânsız olsa bile, hayalde gerçekleşmesi imkânsız olmadığı gibi duyuda da
gerçekleşmesi imkânsız değildir. Çünkü hayal gerçekte duyunun mertebelerinden
biridir ve bu nedenle manaları suretleri itibarıyla duyulurlara katarak muhali
(imkânsız) duyulur zanneder. Söz konusu şey ahirette veya Allah Teâlâ’nın
dilediği bir yerde duyulur (mahsûs) olarak meydana gelir. Bu nedenle ahirette
meydana gelmişken dünyada böyle olmamıştır. Hayal duyunun son derecesinde bulunur;
çünkü o imkânsız veya başka şeylere giydirdiği suretleri ancak duyudan elde
eder. Bu nedenle hayal nerede bulunursa, her zaman duyudan sonra gelir, bunun
farkına varmalısın!
İmkânsızı duyulura katıp gözlerle
algılanmasını sağlayan bir şeyden daha güçlü kuvvet olabilir mi:1
Buna misal olarak iki mekândaki cismi verebiliriz. Onun dünyada tahayyül
edilmesiyle ahirette gerçekleşmesi birdir. Bize göre varlıkta imkânsızı
mümküne katmaktan daha kolay bir iş bilmediğimiz gibi mümkünü imkânsıza
katmaktan daha güç bir şey bilmeyiz. Bu, mümkün olsa bile, bilinenin aksine bir
durumun gerçekleşmemesi demektir. Mümkünü imkânsıza katmak budur. Bu sayede
akla göre ‘mümkün’ dediğimiz bir şey hakkında yine akla göre ‘imkânsız’ deriz.
Bu durumda mertebeler birbirine girer, imkânsız mümküne, yani onun mertebesine,
mümkün de imkânsızın mertebesine katılır. Bunun nedeni halkın (yaratılmış) Hakk
ile ve Hakkın halk ile tecelli ve İlâhî ve kevnî isimlerle tedahülüdür. Bu
itibarla iş bir açıdan Hakk bir açıdan halktır. Her varlık O’ndan meydana
gelmiştir. İlahi mertebe ise halkta Hakkın hükümleri ile Hakta halkın hükümlerini
bir araya getiren mertebedir (cami). Böyle olmasaydı, Hakk kulun kendisini
kızdırmasıyla veya öfkelendirmesiyle öfkelenen, kızan, razı ettiğinde ise razı
olan diye nitelenmezdi. Hakk kulu kızdırır, öfkelendirir, razı eder. Sıradan
insanlar bunu bilir. Bu bilgi iç içe girme ve tedahül bilgisindendir ve
kuvvetin hükmünün varlığı olmasaydı böyle bir şey olmazdı. Çünkü zayıflık güçlü
bir engeldir! Kuvvetin hükmünün zayıflığa nasıl işlediğine bakmalısın!
Zayıflığı pekişip hareket edemez Hakk geldiğinde, kuvveti zayıflığa nispet eder
ve onu zıddıyla nitelersin. Buradan Ebu Said el-Harraz’ın ‘Allah Teâlâ’yı neyle
bildin?’ diye sorulduğunda verdiği şu cevabın anlamını öğrenirsin: ‘Allah Teâlâ’yı
iki zıddı birleştirmesiyle bildim.’ Sonra şu ayeti okumuş: ‘0 evveldir, ahirdir, zahirdir ve
bâtındır.’100
Kuvvet ile zayıflık güçlenirken daha güçlü olanla kuvvet zayıflar. En güçlü
ile güçlü arasındaki fark, en yakın ile yakın arasındaki fark gibidir. En
yakın olan yakın iken yakın olan en yakın değildir; en güçlü olan güçlü olsa
bile güçlü olan herkes en güçlü değildir.
Bu mertebe hakkında yeterli ölçüde açıklama yaptık. ‘Allah
Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’
METANET
MERTEBESİ
el-Metîn İlahi İsmi
Şunu desen sahih bir söz söylersin
Ben kavi (güçlü) ve metinim
Şunu desen yanlış olur:
Ben zayıf ve çaresizim
Başka bir şiir:
Metanet öyle bir hal ki bilmez onu
1
Manalarında vecde gelenden başkası
Allah Teâlâ’nın kuvveti gören için
onu izhar eder
Hükmü ise her daim
onu görende '
Onunla rüknüm güçlenince bizim için
birinci olur
Benim hakikatim ise O’nun İkincisi
Doğan ışıklar ehillerine tecelli
etmiş
Onlara bakanlar için apaçık bir şekilde .
Bu mertebenin sahibi Abdülmetîn diye
isimlendirilir. ‘Allah Teâlâ rızık veren, metanet ve
kuvvet sahibi olandır.’101 Bu
isim sahip (zü) ve hüve (o) zamirleriyle birlikte merfu olarak sıfata
eklenmiştir. Metin sübûtun gerektiği bir hususta temkini ve ağırlığı nedeniyle
sarsılmayan ve sendelemeyen kimse demektir. Allah Teâlâ hakikatin böyle bir
metanete sahip olduğuna dikkat çekerek herhangi bir insanın şöyle bir zanda
bulunmasını geçersiz kılmıştır: ‘Suretler tecelli nedeniyle başkalaşıp
değiştiğinde, İlâhî isimler farklılaştığında, her biri başkasına ait manayı
gösterecek şekilde İlâhî isimler çoğalıp türlere ayrıldığında, her suret öteki
suretin vermediği bir sureti verdiğinde veya cevher değiştiğinde, bu değişme
nedeniyle isimlendirilen de değişir.’ Allah Teâlâ metanete sahip olduğunu
belirterek, gerçeğin ortaya koyduğumuz başkalaşmadan, değişmeden durduğunu veya
ayn-ı sabitenin başkalaşma kabul etmeksizin kendi mekânında bulunduğunu
bildirmiştir. Bu durumun hükmü en çok Allah Teâlâ hakkındaki inançlarda ortaya
çıkar. Çünkü bir kişi teorik düşüncesiyle Allah Teâlâ’ya inandığında, teorik
düşünce sahibinin inancına onu bozacak kuşku gelebilir. İnsanın kabul ettiği
ilahın özelliği metanet ise ona gelen kuşku tesir etmez ve geldiği mahalli
boşaltarak kendisine tesir edeceği başka bir ilah aramaya geçer. Metanet ancak
güç ve kuvvet sahibi Hakka ait olabilir. O hakikati arayan talibin içinde
kendisine dayanmak üzere bulduğu İlah’tır. Bununla birlikte O’nun ne olduğunu
bilmediği kadar metanet sahibi olduğu için de teorik düşüncesiyle onu kendi
inanç mahalline taşıyamaz. Öyleyse İlah’ın metaneti perdesi demektir ve bu
nedenle bilinmez. Kulun kalbinin sığdırmış olduğu Hakk, kuşkuların tesirlerini
kabul eden Haktır.
Böylece Allah Teâlâ’nın niçin
el-Metîn diye isimlendirildiğini öğrendin. Bu garip bir bilgidir. Metaneti
nedeniyle kendisine istinat edilir. (Varlıklarının yokluğa) tercih edilmesi
gereken bütün mümkünler, O’na dayanır. Dayanılan şeyi bilmek ise bilmemenin ta
kendisidir. Bununla birlikte O’nun bilinmediği de bilinir ve böyle olması
zorunludur. Hz. Ebu Bekir şöyle der ‘İdrake ulaşmaktan acizlik bir idraktir.’
Bu bilgi metanet sahibi Allah Teâlâ’yı bilmek hakkında ulaşılabilecek en yüce
bilgidir.
Çünkü metanetin dereceleri vardır,
bizim yöneldiğimiz ise en tam ve üstün derecesidir. ‘Allah
Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’
YARDIM
MERTEBESİ
en-Nasîr İlahi İsmi
Yardım mertebesi öyle bir mertebe ki
Karşı gelene yardım eder
O sadece Allah Teâlâ’ya ait bir
mertebe O’nu katında başka kimse yok
Bir
şiirde de şöyle
dedik:
el-Veli’yi dost edindiğinde kul
Rabbi dost edinir onu
el-Veli ism-i mejul
Dost edindiğinde
fail haline gelir
O olmasaydı bizde kaideler sabit
olmazdı O olmasaydı, direkler dikilmezdi
Surelerden okuyana yazdırırım ben
Yazdırırken varlığımın kulaklarına okur
Kalp ile Rabbim onu yazdırır ki
ezberleyelim İzhar edince onu beni sınar onunla
Bu mertebenin sahibi Abdülveli diye
isimlendirilir. Veli yardımcı demektir Ve bu nedenle Abdünnâsır diye de
isimlendirebilirsin. Ayette şöyle denilir: ‘Allah
Teâlâ iman edenlerin velisidir, onları karanlıklardan nura çıkartır.’102 O
nur müşahede nurudur ve ayne’l-yakîn, yani görme kesinliği anlamına gelir. Allah
Teâlâ ayetin devamında ‘Kâfirlerin dostları tağuttur, onları çıkartır’103 ayetiyle kâfirler için mazeret ortaya
koymuştur. Ayette tağut tekil gelmemiştir, çünkü arzular, farklı farklıdır.
Buna mukabil kendisini tek yapmıştır, çünkü O birdir. Tağutlar dostlarını
nurdan karanlıklara çıkartır ve kendi velilerine yardım ederler, böylece
onların cennete girmelerine izin vermezler. Bunun nedeni onların cennete
girmelerinden zarar görecek olmalarıdır, çünkü onlar itidalden zarar görecek
bir mizaçtadırlar. Nitekim gül kokusu domulcan böceğine zarar verir. Demek ki
tağudar kendi arkadaşlarına yardım ederler. Onların arkadaşları ateşin ehli
olan cehennemliklerdir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der:
‘Benim dostum kitabı indiren Allah Teâlâ'tır.’ O kitapta ‘İman edenlerin dostu Allah
Teâlâ'tır’ denilir ve Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem müminlerden
birisidir. Allah Teâlâ salihleri dost edinir ve bu kesinlik nedeniyle salah
(iyilik) her mükemmel peygamber tarafından talep edilen bir şey olmuştur. Allah
Teâlâ kullarından dilediklerini şereflendirmek üzere bu özelliğe sahip
oldukları hususunda şahidikte bulunmuştur. Misal olarak Hz. İsa ile Hz.
Yahya’yı verebiliriz.
Allah Teâlâ ‘Müminlere yardım etmek üzerimize haktır’104 buyurur. Mümin imanına onu
zedeleyecek kuşkunun girmediği kimsedir. Allah Teâlâ’nın kelamında müminler iki
kısma ayrılır. Onlar aynı zamanda kâfirlerdir. Bir kısmı Allah Teâlâ’ya iman
edip tağutu inkâr edenlerdir ki tağut bâtıl demektir. Onlar saadete eren
mudular diye ifade edilen cennetliklerdir. Diğer kısım bâtıla iman edip Allah Teâlâ’yı
inkâr etmiştir, hâlbuki Allah Teâlâ haktır. Onlar eşkıya, yanı bedbahtlar
denilen cehennemliklerdir. Allah Teâlâ mudulardan söz ederken şöyle der: ‘Kim tağutu inkâr eder ve Allah Teâlâ’ya , iman ederse, hiç kuşkusuz ki,
sağlam bir ipe sarılmıştır.’105 Onlara yardım etmek Allah Teâlâ’nın
üzerinde bir haktır. Ayette ‘müminler’ kelimesinin başına gelen ‘elif-lam’
kapsam ve tarif bildirir. Allah Teâlâ bedbahdar hakkında şöyle der: ‘Bâtıla iman edip Allah Teâlâ’yı inkâr edenler hüsrana uğrayanlardır.’106 Başka bir ayette ‘Onların ticaretleri fayda vermedi, onlar doğruya ulaşamadılar’107 denilir. Müminlere yardımda
zikredilen belirlilik takısı cins anlamında alınırsa, imanla nitelenen herkese
yardım edilir. Bu nedenle bâtıla iman eden kimseler bazen tağutu inkâr eden müminlere
karşı galip gelebilir ve bu galibiyeti yardım sayabilirler; çünkü yardım hasma
baskın gelmek demektir. Ayetteki ‘elif ve lam’ı cins anlamında yorumlayanlar
ise bâtıla iman edenlerin imanını Hakka iman eden hakikat ehlinin imanından
daha güçlü kabul etmiş olurlar. Mümin zafer kazanana veya öldürülene kadar
sırtını dönmeyen, öne atılan, sabit duran kişidir. Bu nedenle Hakka olan
imanının gücü nedeniyle hiçbir peygamber mağlup olmamıştır. Allah Teâlâ savaşma
maksadı taşımaksızın veya başka bir savaşçı grubu desteklemek üzere kendilerine
katılma amacı taşımadan geriye kaçan müminleri tehdit ederek şöyle demiştir: ‘Ey iman edenler! Kâfirlerle karşılaştığınızda onlara sırtınızı dönmeyin.
Başka bir cephede savaşmak veya bir gruba yardım etmek dışında o gün onlara
sırtını dönen kişi, muhakkak ki Allah Teâlâ’nın gazabını Hakk etmiş olarak
döner.’108 Burada Allah Teâlâ iman ehline hitap
etmişken hal karineleriyle de O’nun Hakka iman edenleri kastettiğini anladık.
Ayetin lafzı iman edilen şeyi belirlemeden genel anlamdadır. Fakat hal
karineleri ayeti sınırlayarak gerçekte kastedileni izhar eder. Bununla birlikte
Allah Teâlâ’nın ‘iman’ kelimesini genel anlamda zikretmiş olması, bâtıla iman
edenlere karşı susturucu delil ortaya koyma amacı taşır. Tağutu inkâr edenler
onları yendiğinde, bâtıla imanlarına girmiş kuşku ve gedikler nedeniyle onları
yenmişlerdir. Bize göre bâtıla iman edenlerin tağutu inkâr eden (gerçek
müminlere) karşı galip gelmesi yardım ve zafer değildir; her durumda sadece
Hakka iman edenler yardıma mazhar olabilir. Bizce böyle bir durumdaki hadise
şudur: İki grup karşılaşırken onların imanlarında bir gedik varsa, bu durumda
tabiat kaynaklı korkaklık gruba tesir eder, onların ayakları sarsılır, Hakka
olan imanlarından perdelenmiş bir halde başarısızlığa uğrarlar.
Hiç kuşkusuz hasmım gördüğünde onun
önünde çöken, kaçan, yerini ona bırakan bir hasmın yenilmesi ve takip edilmesi
kaçınılmazdır. Dilersen, bu başarıyı ‘Allah Teâlâ’nın onlara yardımı’ diye
isimlendirebilirsin. Bu durumda onlar Hakka iman edenlere karşı yardım almamış,
sadece imanlarına giren ve onları tabiat kaynaklı korku nedeniyle imandan
perdeleyen eksiklik ve gediğe karşı galip gelmişlerdir. Onlar bu bakımdan kâfir
bile sayılabilirler ve bu durumda onların galip gelmesi ‘kâfirlerin
birbirlerine karşı galip gelmesi’ sayılabilir. Başka bir ifadeyle onlar, bu
yorumda, bâtıla iman edenlerdir. Çünkü Hakka iman edenleri tabiadarı ölüm
korkusuyla ürkütmüştür ki, bu ise bâtıl demektir. Bu durumda ölümden
korktukları için aslında bâtıla iman etmişlerdir. Şehit ölü değildir, çünkü o
rızıklanan bir canlıdır. Onun ‘ölü’ olduğuna inandıklarında, bâtıla iman etmiş
sayılırlar ve bu durumda ‘bâtıl ehli başka bir bâtıl ehlini yenmiş olur.’
Böyle bir durum ise yardım (nusr) değil, zuhur, yani galip gelmek diye
isimlendirilir. Lâkin ayetteki belirlilik takısı (elif-lam) cins anlamında
alındığında, herhangi bir ayrım olmaksızın, her şeye iman edenler ayetin
kapsamına girer. Allah Teâlâ’nın bâtıl ehlini müminler, Hakk ehlini kâfirler
diye isimlendirmesindeki hikmet budur.
Dostum! Bu ince sırdan gafil kalma! O
cehennemlikler üzerinde etki edecek olan bir hakikattir. Bu etki sayesinde
Onlar sonunda rahmete kavuşurlar. Çünkü müşrik Hakkın varlığına iman etmişken
O’nun birliğine iman etmemiştir. Hakkın varlığı ise Haktır (gerçek). Demek ki
müşrik bir açıdan Hakka iman eden kişidir ve bu nedenle de ortağın varlığına
iman ettiği sürece bâtıla imanı saf değildir. Bu durumda müşrikin imanı
bölünmüş demektir. Dolayısıyla ulûhiyetindeki birliği itibarıyla Hakka iman
edenin imanı kadar güçlü olamaz. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Onların çoğu Allah Teâlâ’ya iman etmez.’109 Hâlbuki Allah Teâlâ’nın birliğine
dememiştir. ‘Onlar müşriklerdir.’ Fakat şirk gizli ve açık olmak üzere iki
kısımdır: Allah Teâlâ’nın birliğine iman eden O’nun varlığına iman eden
kimseyken Allah Teâlâ’nın varlığına iman eden herkes birliğine de iman etmiş
olmaz. Bu durumda imanın gücü bakımından daha aşağı derecede kalır. Çünkü
bâtıla iman edenin imanı yokluğa dayanır ve bu nedenle hakikat ortaya
çıktığında ondan cayar. Hakkın birliğine iman eden ise gerçek bir şeye dayanır
ve istinat eder; dayandığı şey onu destekler ve ondan caymaz. Bâtıla iman eden
kimse mutlak birliği itibarıyla Hakka iman edene karşı kendisine yardım eder.
Bu durum ‘O gün nefsin sana yeter’110 ve ‘Bir kere daha olsa onlardan yüz çevirirdik, onlar bizden yüz çevirdiği gibi’111 ayetlerinde
belirtilir. Hiç kuşkusuz onlar yükümlülüğün söz konusu olmadığı yerlerde
taptıklarından yüz çevirmişlerdir ve bu yüz çevirme sahibine fayda vermez.
Kâfirin efendisi ve yardımcısı yoktur ve bu nedenle hasmınm önünde
başarısızlığa uğrar. Ondan Allah Teâlâ yolunda öldürülenin hayatiyeti
gizlenmiştir. Böylece kâfir insan ölüme inanmış -ki ölüm bâtıl bir şeydir-,
hayatı inkâr etmiştir; hayat ise hakikat demektir. Burada derin akıl sahipleri
için öğütler vardır. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru
yola ulaştırır.’
HAMD
MERTEBESİ
el-Hamîd İlahi İsmi
Sen hamd edilen ve
hamd eden Bu nedenle övülen de sen
Öven de sen; hamd
etmek üzere gelince biz O bize şahit, kalp ise meşhüd
(görülen) .
Keyfiyetsiz, niceliksiz ve teşbihsiz Sınırlanmaz, tahdit edilmez
Ben O’na kendimle
kulluk ederim, O’nunla değil (O’na göre değil) Yemin olsun ki O’na ibadet
ederim, mabud O
O’nu bilirim teşbih
ettiğimde
Dine ve akla göre
teşbih; bazen mutlak bazen sınırlı
Bu mertebenin sahibi Abdulhamid diye
isimlendirilir. Feîl kalıbındaki kelime dilde fail ve meful anlamında
kullanılabilir. Bu itibarla Allah Teâlâ hamd eden-edilendir ve bütün hamd ve
övgülerin neticeleri O’na döner. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in
elinde hamd sancağı (livaü’l-hamd) varken Hz. Âdem’e isimler verilmiş, bu
isimlerle yapılacak övgüler de Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e
verilmiştir. Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem makam-ı mahmûd’u telaffuz
eder. Kıyamette ise makam-ı mahmûd dolayısıyla bilgiyle amel etmek imkânı ona
tahsis edilir; aynı imkân başka birisine verilmez. Bu özelliği nedeniyle Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem ‘efendi’ olmuştur. Bir hadiste ‘Âdem ve onun
dışındaki nebiler sancağımın altındadır’ buyurur; o sancak ancak hamd sancağı
olabilir. Hamd bütün övgülerin neticelerinin Allah Teâlâ’ya dönmesi demektir.
Bu durum ‘Hamd Allah Teâlâ’ya aittir’112
ayetinde belirtir; yani başka birisine ait değildir. Âlemde övgüye delalet eden
her lafız, neticede, Allah Teâlâ’ya döner. Şöyle ki: Bir insan ya Allah Teâlâ’yı
ya da başkasını övmüştür. Allah Teâlâ’yı övdüğünde, hamde ehil olanı övmüş
demekken başkasını övdüğünde onu kendisinde bulunan bir övgü niteliğiyle övmüş
olabilir. Bu nitelikler Allah Teâlâ’nın övülene ihsan ettiği veya yaratılışında
veya ahlakında bulunan iyi özelliklerdir. Onlar ahlakta bulunduğunda
‘müktesep’, yani kazanılmış sayılsalar bile her durumda Allah Teâlâ’dan
gelmişlerdir. Binaenaleyh Allah Teâlâ iyi ve güzel tüm iyiliklerin kaynağıdır.
O halde yaratılmış bir varlığın övülmesinin neticesi övgülerle birlikte
kendisini yaratana döner ki, o da Allah Teâlâ’dır. Binaenaleyh Allah Teâlâ’dan
başka övülen yoktur. Bu itibarla belirli bir yönü kınanmış her özelliği
gösteren lafzın hayra ve iyiye işaret eden bir yönü de vardır. Söz konusu
lafzın övgü içeren yönü Allah Teâlâ’ya dönerken kınanan yönünün herhangi bir
hükmü yoktur, çünkü kınanmanın dayanağı yokluktur. Dolayısıyla kınananın
bağlanacağı bir kaynak olamaz, bu nedenle yok olur, geride ise sahibinin
övülmesi kalır. Başka bir ifadeyle (kınama da içeren) belirli bir lafızdan
geride kalan, keşif ehline göre, sadece hamd yönüdür; kınanan yön ondan
silinir. Başka bir ifadeyle kınamanın o sözde bir yerinin olmadığı ortaya çıkar.
Bu mertebeyi bu kitapta yazdığım gün,
arkadaşım Seyfeddin İbnü’l-Emir el-Aziz -Allah Teâlâ kendisinden razı olsunşehrin
valisini bir insanı şiddedi bir şekilde döverken gördüğünü bildirdi. O ise
insanların arasında duruyor, içinden adamı dövdüğü için valiyi kınıyordu.
Sonra kendini tutmuş, valiyi de cemaatten birisi olarak görmüş, onun da
cemaatin baktığı gibi dövülen adama baktığını fark etmiş. Nitekim, adamın
dövülme emrini veren vali değildi. Bu nedenle onu mazur saymış, yanından
ayrılmış, uzaklaşmıştı. Hikâyenin anlatılma sebebi şudur: Vali belirli bir
idari meselede adama zulmetmiş, ben de kendisine şöyle demiştim: ‘Hadiseyi
hükümdara bildir.’ Bunun üzerine arkadaşım bana ‘Valinin elinden bir şey
gelmez’ dedi ve kendi görüşünü söyledi. İş gerçekte de öyleydi. Arkadaşım
hakikatten perdeli olması nedeniyle zulmü valiye nispet etmiş, Allah Teâlâ
gözünden perdeyi kaldırdığında ise o davranışın -kendisine görezulüm niteliği
kalkmış, zulüm yapanın mazereti tebarüz etmiş, bu davranış bir övgü ve iyi fiil
haline gelmiş, kınanan kişi beraat etmiş, övgünün neticeleri Allah Teâlâ’ya
dönmüştür. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Ey insanlar! Siz Allah Teâlâ’ya muhtaçsınız’113 Hiç
kuşkusuz insan iyi ve kötü şeylere muhtaç olabilir ve bunlar ‘Allah Teâlâ’
denilenin kapsamı altındadır. Sonra Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah Teâlâ Gani’dir.’114 Yani muhtaç olmayan O’dur.
‘Hamid'dir.’ Yani öven ve övülende bütün övgü neticelerinin döndüğü kimse
O’dur. Övgü belirli bir nispede kötü olsa bile, onu kötü kılan hükümden daha
güçlü bir nispet bakımından övülen bir şeydir.
‘Elhamdu lillah (Hamd Allah Teâlâ’ya
aittir) ifadesi teraziyi doldurur.’ Çünkü terazide bulunan her şey sadece Allah
Teâlâ’ya övgüdür ve teraziyi dolduran hamddir. Tespih de bir hamd olduğu gibi
tehlil, tekbir, temcîd, tazım, tevkîr, taziz vb. ifadeler birer hamddir.
Bunların arasından ‘el-hamdu lillah’ ifadesi en genel hamd iken öteki zikirler
-tıpkı insanın uzuvları gibio hamdin parçasıdır. Bu misalde hamd insanın
bütününe karşılık gelir.
Hamdin anlamı
ortaya çıktı
Kınama perdelemesin
seni
Sır belli oldu
artık ( Gizleme onu sana yitirtmesin
Hamd mertebesinin hükmü tamlık ve
kemal bakımından üç tarzda ortaya çıkarken içlerinden birisi en yetkinidir.
Bunlardan birisi kişinin kendisini övmesi ve hamd etmesidir; böyle bir hamde
ihtimal bulaşabilir ve ihtimal varken kemal övlilende gerçekleşmiş olmaz. Bir
hal karinesine ve övenin (hamid) kendisini övdüğü durumu doğrulayan bilgiye
ihtiyaç vardır. Çünkü insan kendisini sahip olmadığı bir özellikle övebileceği
gibi aynı durum başkasının onu övmesi için de geçerlidir. Böyle bir övgü işin
iç yüzü ve gerçeği ortaya çıkıncaya kadar ihtimale açıktır. Bu durumda açıklık
ve kesinlik derecesinin aşağısında kalır. Üçüncü hamd ise hamdin hamdidir.
Hamdler arasında bundan daha doğru bir hamd yoktur, çünkü o, niteliğin
kendisinde bulunması anlamına gelir. Dolayısıyla hamdin övdüğü kimseden başka
övülen yoktur. Başka bir ifadeyle ne kendini öven, ne başkasının övdüğü kimse
(bu yetkinlikle) övülmüştür. Sıfat sahibinin ve niteleyenin kendisi olunca
hamd, hamd edenin (hamid; öven) ve edilenin kendisi olur. Öyle biri sadece Allah
Teâlâ’dır. Binaenaleyh Allah Teâlâ övgü ve hamd kendisine veya başkasına izafe
edilse bile, hamdin kendisidir.
Sadece Allah Teâlâ
var, hamd et ki doğru söylemiş ol *
Hamdde ne bir
yaratılmışı ne bir varlığı dikkate al .
Her lafızda Hakkın
övgüsünü murakabe etmeli Her övgüde O’nun bir terakkisi var
Kim bu bilgiye
ulaşırsa yüksek bir rütbeye ulaşmış olur Rabbi ona indirmiştir bu rütbeyi
Bu makama azimle
koşmalı Yarışanlarla beraber O’nu övmek üzere
Rabbinin
yaratıklarını taksimi kaçınılmaz Bir kısmı muttaki bir kısmı bedbaht
Kitabın metninde
yazılı olarak gelmiş bu taksim Leyi ve A’lâ suresinde, dikkate al bu sözleri
Allah Teâlâ’nın
kitabı dile getirir sadece Rahman’ın yaratıklarına yerleştirdiği hakikati
Açık bilgi ortaya
çıkartmış anlayışlı kimse için:
Dilersen reddeder,
dilersen yükselirsin
‘Hamd nimet veren ve ihsan eden Allah
Teâlâ’ya aittir’ ve ‘Hamd her durumda O'na mahsustur.’ Böylece hem özel ve hem
genel anlamda hamd zikredilmiştir. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’
İHSÂ-SAYMA-MERTEBESİ
el-Muhsî İlahi İsmi
Bir kitapta kendi işini sayınca (ıhsa)
Sayılan ve sayan
sen ol
Annemize‘bize
mühlet ver’dedin
Kardeşimize şöyle dedin: Allah Teâlâ adına anlat
Nefsim! Ona geldiğinde sen
Dilediğini söyle ve anlat '
Benden geçti ve
başkasını görmedim
Allah Teâlâ adına
himmetime dedim ki ‘anlat’
Hevasının kul
yaptığı kimseyi tahsis et
Benim bildiğimi gizleme zinhar
Sahibi Abdulmuhsî diye isimlendirilen
bu mertebe ihata mertebesi veya -aynı olmasa bileonun kardeşi olan mertebedir.
Allah Teâlâ şöyle der: ‘Onların yanındaki şeyleri ihata
etmiş, her şeyi sayıca saymıştır.’115 Kitap
hakkında ise şöyle der: ‘Küçük veya büyük hepsini saymıştır.’116 Bu
makam divan sahibinin -ki o İlâhî mertebenin kâtibidirkâtibinin makamıdır; söz
konusu kâtip imam-ı mübîn (apaçık imam) olarak isimlendirilir. Allah Teâlâ
şöyle der: ‘Her şeyi imam-1 mübîn’de saydık.’117
İlahi varlık divanının başkanı ilk akıldır ve o ‘kalem’ diye isimlendirilir.
İmam ise kitaptır ve ‘levh-i mahfuz (korunmuş levha)’ diye isimlendirilir.
Sonra kâtipler, divanda kalemleriyle birlikte derece derece gelir. Her kâtibin
kendine mahsus bir kalemi vardır. Bu durum İsra hadisinde Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem tarafından şöyle ifade edilir: ‘Öyle bir yere çıktım
ki, kalemlerin cızırtısını duyuyordum.’ Divan başkanının elindeki Kalem-i a’lâ,
yani yüce kalemin yazdıkları silinmez. Orada her şey sabittir ve o kalemin
yazdıkları Hakk’a çıkartılır. Onun dışındaki kâtiplerin yazdıklarının bir
kısmını Allah Teâlâ sabit kılarken Allah Teâlâ katından gelen elçilere göre
belirlenecek şekilde bir kısmmı siler; söz konusu elçiler Allah Teâlâ katından
(gelerek) divan başkanı vasıtasıyla yazılanların bir kısmını silmeyi, bir
kısmını sabit bırakmayı onlara bildirirler. Sonra yazılanlar en yüce deftere
aktarılır. O defter, levh-i mahfuzun mukabilidir ve dolayısıyla hiçbir harfi
ihmal etmez. Böylelikle Allah Teâlâ’nın her şeyi bilgi bakımından ihata
ettiğini öğrenirler. Bununla birlikte ihsâ ve ihata arasında bir fark vardır:
İhata mevcut veya madum, yani bilinen her şeyde genel olarak hüküm sahibiyken
ihsâ ancak mevcutta olabilir. Şeylik halindekine gelirsek, Allah Teâlâ’nın
bilgisi şeyliği şeylik olarak ihata etmişken her şeyi sayı bakımından ihata
etmiştir. O halde ihsâ şeyliği, ihata şeyliğine dahildir. Binaenaleyh ihsâ
edilmiş her mevcut aynı zamanda mevcut demektir. ‘Allah Teâlâ’nın doksan dokuz
ismi vardır, onları ihsâ eden cennete girer.’ Bu isimler varlıklara delil oldukları
için, varlığa girmiş isimlerdir ve onlar -adeta felekteki dereceler gibiana
isimlerdir. Sonra mümkünlerden her birinin kendine mahsus İlâhî bir ismi vardır
ve söz konusu isim mahsus olduğu mümküne bakarak mümkünün başkasından
ayrışmasını sağlayan ‘özel yönü (vech-i has)’ kendisine verir. Mümkünler
sonsuzdur ve öyleyse İlâhî isimler de sonsuzdur. Çünkü onlar mümkünün meydana
gelmesiyle nispeüeri ortaya çıkartırlar. Bu nispeder sayılmış (muhsa)
isimlerden ibaret olan bu isimlerdir. Misal olarak feleğin derecelerinin
içermiş olduğu dakikalar, ikincil noktalar ve sonsuza kadar ulaşacak şekilde
üçüncül dereceleri verebiliriz. Binaenaleyh sonsuz olan ihsâ edilemez fakat
‘ihsâ edilmemiş olmak’ şeklinde ihatanın hükmü altına girer. O halde ihsâ
edilen her şey ihata edilmişken ihata edilmiş her şey ‘ihsâ edilmiş’ değildir.
Belirli bir sürenin kapsamına giren her şey ihsâ kapsamına girer. Misal olarak
‘Sizin için fariğ kalacağız ey insanlar ve cinler’118
ayetini verebiliriz. Bu itibarla İlâhî meşguliyet sona ermez. Dünya hayatının
sona ermesiyle ahiret hayatındaki meşguliyet başlar; ahiretteki hükmün ise sonu
yoktur, çünkü oranın eceli yoktur. Demek ki Allah Teâlâ’nın bizimle meşguliyeti
nihayet kabul etmez. Bununla birlikte kendisinden ayrılmış olduğu dünyadaki işi
-eşyayı bizim için yaratması nedeniylebizimle beraber olması demektir. O ise
bizim için kaçınılmaz bir şeydir. Çüiıkü her şey Allah Teâlâ’nın hamdini
teşbih eder, hatta bu sebeple yaratılmıştır. Daha doğrusu bizden dolayı
yaratılmıştır.
Çünkü biz suretimiz ve
toplayıcılığımız itibarıyla böyle bir özelliğe sahibiz: Bizim teşbihimiz, bütün
âlemin teşbihi demektir. Allah Teâlâ eşyayı bizim için yaratmış, yeterlilik
bizimle gerçekleşmiştir. Bu itibarla içimizden birisi bile bu hususta
yeterlidir. Fakat insan türünün şahısları çoğalmış, bununla birlikte sonlu
oldukları için de ‘sayılı (ihsâ edilmiş)’ olmuşlardır. Bir kişi bile yeterli
iken insan türünün çoğalmasının nedeni, İlâhî isimlerin çokluğudur. Başka bir
ifadeyle İlâhî isimlerin çokluğu nedeniyle insan türünde çoğalma ortaya
çıkmıştır. Hz. Pey-' gamber duasında şöyle der: ‘Allah Teâlâ’m! Kendini isimlendirdiğin
her isimle senden istiyorum.’ İsimlerin çokluğu nedeniyle bizde çokluk meydana
gelmiş. Bu durum Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in bir duasında dile
getirilmiştir. O halde (varlıkta) maksat olan insan türünün şahısları, İlâhî
isimlerin çokluğu nedeniyle çoğalmıştır. İnsan kendisi adına yaratılan eşyayı
yaratılış gayelerinde kullanmamış olsaydı, eşya ihmal edilmiş sayılacaktı.
Bununla birlikte bu türün tek bir bireyi bütün eşyayı kullanma imkânına sahip
değildir. Bu nedenle kendisi adma yaratılan eşyayı bütünüyle kullanabilsin diye
insan türünün bireyleri çoğalmıştır; eşyanın yaratılması ise kaçınılmazdır. O
halde mümkün ancak mümkünden fayda görürken Hakk iki mümkün arasında vasıtadır.
Biz O’nunla
meşgulüz O’nun yegâne işi de bizimle
Biz ne dersek O’na
ait O ne hüküm verirse bizim hakkımızda
Bu mertebeye mahsus olup mudaka açıklanması gereken
hususlara dikkat çektik. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’
BED'
MERTEBESİ
el-Mübdi' İlahi İsmi
İzhar etmediğim bir
işe başladığımda Bilirim ki içinde olduğum o şeyin kendisiyim
Her hadisede O’nu
görürüm O’nu gizlerken O da beni
görür
Sordum ‘bana ihsan eden kimdir?’ '
Kalbime belki
Rahman şifa verir
O’nunla tartışan
bir nefs var Dedim: ‘Allah Teâlâ ona kâfi’
Himmetim O’na bağlı
ve ben O’ndan isterim O’nu yerine getirir, ben yerine getiremem
Bu mertebenin sahibi Abdulmübdi’ diye
isimlendirilir. Ebediyet ancak mertebe ve varlıkla bilinebilir. Çünkü onun yeri
ikinci mertebedir ve birincide bir izi yoktur. İlk mertebe kendisi nedeniyle zorunlu
olanın mertebesiyken ikinci mertebe başkası nedeniyle varlığı zorunlu olanın
mertebesidir; başkası nedeniyle zorunlu olan ise mümkündür. Yaratılmış
olanlardan önce veya sonra gelenlerin hepsi ikinci mertebede bulunmada
müşterektir. İkinciyi birinciye nispet edersen, başlangıcın (ibtida) ne
olduğunu öğrenirsin. Bu itibarla o mertebe İkinciyi izhar ederken hiç kuşkusuz
İkinciyi ibda eden ve başlatan odur. Mümkünlerden her bir varlıkta başlama
hükmünün varlığı süreklidir. Dolayısıyla el-Mübdi sürekli başlatır. O bizde
yaratmış olduğu şeylerle varlığımızı korur; bunlar bekamızın bağlı olduğu
hususlardır. Öyleyse Allah Teâlâ sürekli yaratmış olduğu her bir şey hakkında
ibda’ edendir. O yaratılmışı biz mübda, yani yaratılan diye isimlendiririz. Bu
itibarla her isim el-Mübdi diye isimlendirilir, çünkü her isim, ilk
el-Mübdi’nin yarattığı şeyde hüküm sahibidir. Birinci mertebenin hükmü el-Evvel
isminden söz edilirken açıklanacaktır. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğruya ulaştırır.’
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar