Print Friendly and PDF

YİRMİ SEKİZİNCİ SİFİR 3. Bölüm

 


 

ÜÇ YÜZ DOKSAN ALTINCI BÖLÜM

'Bilgileri ve ilimleri toplayanı kendimden perdelerim' Münazelesinin Bilinmesi

Bu menzil Muhammedi mertebeden öğrenilir.

Dikkat edin! Bütün işler Allah Teâlâ’ya döner Sen ey dünya! Bir aldanıştan ibaretsin

Takva ehli onun hilesinden emin değil bilseler bile Günahkârlar nasıl emin olsun ki?

Hakkın sıfatı tuzağında âlemde Onun tuzağı hakkında bir şuurumuz yok

O kendi halinde nitelenmiş olsaydı Korkutucu ve müjdeleyen kendisine ait olurdu

Kendiliğinde onları tasdik eden kimse Bakarız ki ölüm değirmeni üzerimizde dönmekte

Benim onda ve onun nezdinde bir öğüdüm var ki Hatırlatır bana el-Habir’i

Onun vasıtasıyla kul dünyada ulaşır Diriliş gününde Hakkın kemal niteliğine

O geçerken benim yarımımdadır Bunu inkâr eden kimse zalimdir

Onun mizanı kendindedir Onu bilen âlim ve kadir

Mesela fiilde Ahmet es-Sebtî gibi Allah Teâlâ işlerin gemini eline vermiş

Kul ancak O’nun isimlerini izhar eder O açıklayan ve bağışlayandır

Allah Teâlâ Ruhu’l-Kuds ile sana ve bize yardım etsin, bilmelisin ki, kendinde Allah Teâlâ kulunun tanıyamayacağı kadar yücedir. Bu ba­kımdan O’nu tanımak ve bilmek, imkânsızdır. Bizim bilebileceğimiz yegâne şey, nispetler, mümkünler veya onlara nispet edilen şeylerdir. O halde marifet, mümkünlerin zatlarıyla ilgili olduğu kadar bilgiler de O’na nispet edilen şeylerle ilgilidir. Böylece düşünme ve nazarî incele­me olmaksızın, zorunlu bir şekilde zadarı ve dış varlıkları biliriz. Nefis onları Allah Teâlâ’nın kendisine yerleştirdiği bir güçle algılar ve onlara ait nispederi öğrenir. Bu bilgi, onların nitelikleri veya haklarındaki hükümle­re dair nazarî delille veya masum peygamberin getirdiği haberle elde edilen bilgi demektir. Bunun dışında, bu konudaki bilgilere ulaşmak mümkün değildir. Hüküm ve haberler ise sonsuzdur. İncelemeye kal­kan araştırmacı, onları bir araya getiremez, dağıtır. Allah Teâlâ kullarından bir kısmının onları toparlamasmı istemiştir, yoksa öğreninceye kadar bu çokluğu incelemelerini irade etmemiştir. Bunun yanı sıra bazı kulla­rına onları öğrenmek üzere nazarî araştırmayı mubah kılmıştır. Bu du­rum nazar hakkmdaki ifadesinde geçer ki, bu ayet, ‘ta ki onun Hakk ol­duğunu öğrenirler’ ayetidir. Öyleyse bilgileri toplama hususunda ken­dinde bir dağılma gören kimse Hakka delil oluşları bakımından bilgile­ri görmüş değildir. Bu durumda o bilgiler Hakka delil oldukları bağ­lamdan insanı perdelerler. Böyle bilgilere misal olarak aritmetik, geo­metri, matematik, mantık ve doğa bilimlerini verebiliriz. Bu alanlarda­ki herhangi bir bilimde Allah Teâlâ’yı bilmeye götüren bir yol ve delil vardır. Fakat insanların çoğu söz konusu bilime Allah Teâlâ’yı gösteren yönü aramak üzere eğilmez. Bu durumda bilim eleştirilir ve onun Hakka delil oldu­ğu yön görülmez olur. Allah Teâlâ bazı insanların dikkatlerini bütün bilinen­lerin Allah Teâlâ’ya delalet yönlerini aramaya çeker. Allah Teâlâ o delilleri bilinenle­re taksim etmiştir. Onun aradığı, Allah Teâlâ delil olacak husustur. Bu du­rumda onun bilinenlerde dağılmış delilleri toplamasının Allah Teâlâ’dan per­delenmeye yol açacağından kuşku duymayız. Başka bir ifadeyle her­hangi bir yaratılmışın kabiliyetinde olduğu kadarıyla Allah Teâlâ’dan öğrene­bileceği yönden o bilgiler kendisini perdeler. Onu bu bilgiye ulaştıra­cak yegâne yol, bütün bilinenleri ve bütün âlemi zihninden uzaklaştıra­rak, boş bir kalple Allah Teâlâ karşısında huzur, murakabe ve dinginlik haünde oturmasıdır. Kalbiyle Allah Teâlâ ismini zikreder ve kendisini Allah Teâlâ’yı bilmeye ulaştıracak delil aramaz. Bu itibarla kapıya bağlanıp zikrederek kapıyı çalması, Allah Teâlâ katından ona verdiği bir rahmettir. Yani belirtti­ğimiz davranışa Allah Teâlâ’nın kendisini ulaştırması ve bunu ona ilham etme­si Allah Teâlâ katından bir rahmettir. Böyle yaptığında Hakk Hızır ve benzer­lerinin talim işini iisdendiği gibi, müşahedeye ulaşacak şekilde ona öğ­retim işini üsdenir ve Allah Teâlâ ona katından bilgi öğretir. Bu bağlamda Allah Teâlâ Hızır hakkında ‘Ona katımızdan rahmet verdik ve ledünden bilgi öğrettik490 buyurur. ‘Ledün’ derken kastedilen, Hızır ile Allah Teâlâ arasın­daki özel yöndür. Bu yönüyle ‘özel yön’ bütün yaratıklar ile Allah Teâlâ ara­sında sabittir. Çünkü sebeplerin sonuçlarda (gerçek anlamda) müessir olması imkânsızdır (müessir özel yönden Hakk’tır). Sebeplerin eddsi hakkında söylenen, Hz. İsa hakkında söylenmiş olan ‘zahir dilidir.’ Hz İsa için ‘Ona üfler ve Allah Teâlâ’nın izniyle kuş olur491 denilir. Senin üflemenle değil demektir. Üfleme zahirde var olma sebebidir. Var olma ise ger­çekte ilahi izinden meydana gelebilir. (Her varlık ile Allah Teâlâ arasındaki) Özel yön, kulların arasından peygamberlerin veya (hadiste belirtildiği üzere) ‘Hakka yakın meleğin’ bile muttali olamadığı yöndür.

Melek veya peygamber veya veli gibi bir şahsa Allah Teâlâ’nın en büyük inayeti, başka bir yöne değil, kendisini ‘özel yöne’ muttali kılmış olma­sıdır. Nitekim Hızır Hz. Musa’ya şöyle demiştir: ‘Ben Allah Teâlâ’nın bana öğrettiği ve senin bilmediğin bir bilgiye sahibim.’ Çünkü Hızır o bil­giyi Allah Teâlâ ile kulu arasındaki ‘özel yön’den (vech-i has) almıştı. Allah Teâlâ bir kuluna inayet ettiğinde, o özel yönü kuldan başkası öğrenemez. Her yaratılmışın (Allah Teâlâ ile kendi arasında) böyle bir yön vardır. Allah Teâlâ o yönden kendisine pek çok şey öğretir. Fakat kulların bir kısmı bu bilgilerin özel yönden geldiğini bilemez. Özel yönden gelen bilgiler, öncesinde fikir veya düşünmenin bulunmadığı tüm zorunlu bilgilerdir. İnayet sahibi insan, Allah Teâlâ’nın o bilgiyi sahibine özel yönden verdiğini bilir.

Sonra Hızır, Hz. Musa’ya şöyle demiştir: ‘Sen de Allah Teâlâ’nın sana ve­rip benim bilmediğim bilgiye sahipsin.’ Hz. Musa kendi özel yönünü bilmiş olsaydı, o yönden kendisine gelen bilgiyi de bilirdi; onu bilmi­yorsa, Hızır onu öğrenmesi için Allah Teâlâ’ya dua etmesine dikkatini çekmiş­tir. Bütün eşyayı bu özel yönden bildiğinde, o bilgi bu müşahedeye eşlik eder. İlahi işler ve eşya Allah Teâlâ’dan meydana gelir ve bu bilgi sahibi onlara bakar. Dolayısıyla âlemde gördüğü çokluk kendisini engelle­mez. Bu durum Hz. Ebu Bekir’in ‘Gördüğüm her şeyden önce Allah Teâlâ’yı gördüm’ ifadesinde dile getirilir. Bu söylemesinin nedeni, daha önce söylediğimiz gibi, eşyanın yaratılış yoluyla Allah Teâlâ’dan çıkışını görmüş olmasıdır. Hz. Ebu Bekir sürekli müşahede halindeyken eşyanın yaratı­lışı gerçekleşmektedir. Bu sayede Allah Teâlâ’dan meydana gelen herhangi bir şeyden önce bizzat Allah Teâlâ’yı müşahede eder. Bize ulaştığına göre, Allah Teâlâ ile her bir yaratılmış arasındaki özel yöne (vech-i has) ve kendini mü­şahede halinde bütünüyle Allah Teâlâ’ya veren birinin kalbinde o yönden ge­lecek bilgilere Hz. Ebu Bekir’den başkası dikkat çekmemiştir. Fakat biz bu husustaki bilgiyi Hz. Ebu Bekir’in uyarısından almadık, çünkü biz onun kastettiğini anlamadık veya onun sözleri üzerinde düşünerek bu bilgiyi elde etmedik. Allah Teâlâ bize inayet etmiş ve herhangi bir sebep olmaksızın ansızın bilgi bize gelmiştir. Daha önce özel yön hakkındaki

I

bu bilgiyi bilmiyorduk. Bu nedenle bize ansızın gelen bilgiyi yadırga­dık ve ‘bu bilgi de nereden çıktı?’ dedik. Allah Teâlâ bize özel yön kapısını açtığında, Hakk’tan özel yönden bize ait hususları öğrendik. Bunun ya­nı sıra onun Allah Teâlâ’dan kendisinden var olan her varlığa yönelik ‘özel yön’ olduğunu anladık. Bunun üzerine kapıya bağlandık ve sekinet bulduk.

Özel yönün bilgisine ulaştığını iddia eden insanın şeriatın edebine uyması gerekir. Bununla birlikte gerçekleşmesi zorunlu ilahi takdirin ona nüfuz etmesiyle günah meydana gelebilir. Kişi öyle bir davranışı günah ve şeriatın emrine aykırılık olarak görürse, onun özel yönden bilgi aldığı bilinir. Şeriata aykırı davranışın ‘günah’ olmadığına inanır­sa, Allah Teâlâ’nın onu özel yöne muttali kılmadığını ve bu konuda ona kapı açmadığını biliriz. Böyle bir insan, Allah Teâlâ’nın kendisine değer vermediği biridir. Çünkü özel yönden bilgi alanlardan daha çok şeriat karşısında edepli davranan ve -bir ümmi gibionun Hakk ve hakikat olduğuna ina­nan başka kimse yoktur. Özel yönden bilgi alanlar, işleri oldukları hal üzere bilen kimselerdir. Bu nedenle onlar, şeriatın emri ve teklifi karşı­sında kendi paylarıyla onu getiren peygamberin ve onunla yükümlü sıradan insanın nasibinin bir ve eşit olduğunu bilirler. Bu bağlamda teklif alanında kimsenin diğerine bir üstünlüğü yoktur. Çünkü şeriat, başka bir nedenle değil, bizatihi kendisi nedeniyle gelmiştir. Şeriatın genel hitabında herhangi birine haram olan bir iş, bir tahsis olmaksı­zın, herkese haramdır. Özel yönden bilgi (aldığını iddia eden insan), belirli bir şahıs hakkında haramın helal olduğunu ileri sürerse, zahirde kınanır ve bütün âlimlere göre kâfir olur. Aynı zamanda özel yönden bilgi aldığı iddiasında da yalancıdır. Çünkü özel yönün bilgilerinin en özeli, şeriadarın getirdiği bilgilerdir. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, kızı Fatma’nın üzerine eşi Hz. Ali’nin Ebu CehiPin kızını kuma getirmek üzere evlenme teklifi yaptığı kendisine söylendiğinde şöyle demiştir: ‘Fatma benden bir parçadır, onu üzen, beni üzer, onu sevindiren, beni sevindirir. Fakat Allah Teâlâ’nın helal kıldığı bir şeyi haram ve helal kıldığı bir şeyi de haram yapamam.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem kendisini bilmekle birlikte özel yön ona haramı haram, helali helal olarak bıraktırmış, Hz. Ali’nin Ebu Cehil’in kızıyla evlenmesini yasaklamamıştı, çünkü onunla evlen­mesi helaldi. Fakat şöyle demiştir: ‘Onunla evlenmek istiyorsa, kızımı boşamalıdır. Allah Teâlâ’ya yemin olsun ki, Allah Teâlâ düşmanının kızıyla Allah Teâlâ peygamberinin kızı aynı adamın eşi olamaz.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem kızım övmüş, Hz. Ali de niyetinden vazgeçmiştir. Özel yön (teklifin düştü­ğünü ileri süren) tartışmacının iddia ettiği bir bilgiyi insana getirseydi, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bu konuda öncelikli olurdu. Hâlbuki öyle yapmamış­tır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem en yetkin keşif, en genel hüküm ve en geniş pay sahibiydi, çünkü en büyük efendi O’dur.

Her şahsın özel bir vasfı olmalıdır. Söz konusu vasfı ve niteliği ona Allah Teâlâ özel yönden vermiştir. Söz konusu nitelilde Allah Teâlâ, hakkında Mutlu olmayacağı ve her şeyi kuşatan ilahi rahmete eremeyeceği söyle­nenleri ahirette Mutlu kılar. (İlahi rahmet herkese ulaşır), çünkü o rahmet, tahsis (özel) yönünden sudur etmiş, âlimi, cahili, itaatkârı ve günahkârı kuşatmıştır. Allah Teâlâ bizi bütün hallerinde rahmetin ulaştığı kişilerden etsin. Bu haldeyken O’na kavuşalım. Ayrıca özel yönü tanı­dıktan sonra şeriatın diliyle kınanmayanlardan etsin! Müçtehiderin ve şeriadarın bütün hükümleri, özel yönden ortaya çıkmıştır. Herhangi bir kitaba veya delile bakmaksızın, rüyanın (tabir) gücüyle yorumlan­ması bu özel yönden mümkün olabilir. Onu elde etmek isteyen kimse, söylediğimiz şartlara uymalıdır.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

ÜÇ YÜZ DOKSAN YEDİNCİ BÖLÜM

"Güzel kelime ve salih amel O'na yükselir' Münazelesinin Bilinmesi

Adamlar Allah Teâlâ adamları

Arifler ve geride kalanlar ve önde gidenler

Hiçbirisi hakikatini bilemez Ayetleri ve sureleri birleştiren müstesna

O kişi ayak üzerinde Hakk ile durur

Kimin kınadığını veya övdüğünü dikkate almaz

Halifeliğimizde Allah Teâlâ’dan bize gelmiştir Hükmün hatemliği:

Onu kimseye tahsis etmemiştir

Bununla övünmek istemeyiz yoksa eksik kalırdık

Veya bizi başka haline getirirdi

Allah Teâlâ kendinden bir ruh ile seni ve bizi desteklesin, bilmelisin ki, Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Kim evinden Allah Teâlâ’ya ve peygambere hicret etmek üzere çıkarsa...’492 Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Kimin hicreti Allah Teâlâ’ya ise’, sonra şöyle der: ‘Fetihten sonra hicret yoktur.’ Kastedilen Mekke’nin fethidir, çünkü fetihten sonra gidilecek bir yer yoktur.

Allah Teâlâ insan nefislerinin evlerini bu doğal cisimler/bedenler yap­mıştır. Allah Teâlâ onları yaratmış* düzenlemiş ve insan nefislerinin yerleş­mesi için itidale kavuşturmuştur. Söz konusu nefisler, Allah Teâlâ’nın kelimelerindendir. Allah Teâlâ o nefisleri bedenlere üfleyip oraya yerleştirdi­ğinde, kendisine sahibi olduğu bedeni yönetme görevini bildirmiştir. Allah Teâlâ onun yaratılışına genel tedbir ve yönetim bilgisini yerleştirmiş, sonra özel ve genel yönetiminde de vakitler belirlemiş, bunun miktar ve tarzını şeriatın diliyle bildirmiş, bu ölçüler doğanın terazisine uygun ve münasip olmuştur. Bu nedenle özel ve genel tedbir övülmüştür. Bu meseleyi bilen doğa bilimciler, şöyle demiştir: ‘Bu bilginin esası hak­kında Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den daha güzel ve daha kuşatıcı bir söz söylen­memiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Mide ilacın evidir. Koruma ilacın başıdır, bütün hastalıkların esası üşümedir.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem yeme öl­çüsünü belirleyerek midenin üçte birini yemeye, üçte birini suya ve üçte birini de nefes almaya bırakmayı emretmiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Ademoğluna belini kendisiyle doğrultacağı birkaç lokma yeterlidir’ der. Bu düsturlar, beden evinin yönetimiyle ilgilidir. Nefs-i natıka o evde Allah Teâlâ’nın hükmüyle hüküm vermeyi sürdürür. En sonunda sırrına -Allah Teâlâ’nın hükmüne göre hüküm vermiş olsa bilekendisi sabitken hü­küm verenin gerçekte Allah Teâlâ olduğu bilgisi açılır. Bu durumu müşahede ettiğinde, beden karanlığında sınırlı ve hapis kalmaktan rahatsızlık du­yarak uzaklaşmak ister. Allah Teâlâ’nın kendisine amelinden hor ve zelil bir binek hazırladığını görür. Bu binek huysuz bir binek değildir; katırdan küçük eşekten büyük berzahî bir binektir. Şeriat onu Burak diye isim­lendirmiştir, çünkü o havada şimşeğin doğması gibi doğa âleminden doğmuştur. Bu nedenle Allah Teâlâ ona hızlı yürüme özelliği vermiştir. Bu­rak ayağını bir anda en ileri noktaya atabilir. Bu durumda nefs-i natıka, beden şehrinden hicret etmek üzere çıkarak Mele-i a’la’nın melekût ve ayetlerini basiret ve ibret gözüyle incelemeye başlar. Bu ayeder ona Allah Teâlâ hakkında bilgi kazandırır. Varlıklar ve olgular âleminden uzakla­şarak kendisine geldiğinde Hakk onu karşılar ve kendi yanında en hayır­lı menzile yerleştirir, daha önce bilmediği hususları ilahi hitap ile ve aradaki münasebet nedeniylemeşiyet müşahedesiyle öğretir. Artık, Hz. Musa’nın kendisine ansızın gelen tecelliyle bayılması gibi, hiç bir şey ansızın ona gelip o şeyin nezdinde helale olmaz. Çünkü Allah Teâlâ ona Muhammedi surette tecelli etmiştir ve o da Muhammedi surette Halck’ı görür. Muhammedi suret, Hakk’ın kendisinde görülebileceği en kâmil ve yetkin surettir. Böylece Allah Teâlâ bu suret vasıtasıyla kişiyi sa­dece Muhammedîlerin ulaşabileceği bir makama yükseltir. Orası hüvi­yet menzilidir. Artık o sürekli gayb âlemini müşahede eder. Onun du­yu âleminde izi ve eseri kalmaz. Bu müşahede Abdulkadir Geylanî’nin en özel arkadaşlarından birisi olan Bağdadı Ebu’s-Suud b. eş-Şibl’in müşahedesiydi.

Bu müşahede sahibi, hüviyet sahibinden başkadır. Aksine onu melekût âleminde hükümdar olarak görür. Bu bağlamda müşahede eden herkesin müşahede ettiği şeyin suretini giymesi gerekir. Bu müşahede sahibi el-Melik’in suretiyle zuhur eder ve oluş âleminde tesir, tasarruf, hüküm, iddia ve ilahi güçle zuhur ederek ortaya çıkar. Böyle insanlara misal olarak Abdulkadir el-Cili ve Merakeşli Ebu’l-Abbas es-Sebtî’yi verebiliriz. Onunla karşılaştım ve kendisiyle sohbet ettim. Ona cömert­lik terazisi verilmişti. Abdulkadir’e ise güç ve himmet verilmişti ve bu nedenle işlerinde es-Sebtî’den daha kâmildi.

Bu makam sahipleri iki kısımdır: Bir kısmı dilin edebine riayet eder. Onlara misal olarak Ebu Yezid el-Bestami ve Süleyman edDineveri’yi verebiliriz. Bir kısmında ise Hakka ulaştığı için şatahadar ortaya çıkar. Bunlara misal olarak Abdülkadir’i vb. verebiliriz. Bu kişi­ler, hem cinsleri, benzerleri ve hatta makamda kendilerinden üstün olanlar üzerinde baskın görünürler. Bu davranış tasavvuf yolunda ede­be riayet edenlere göre saygısızlıktır. Bu bağlamda Allah Teâlâ nedeniyle Allah Teâlâ’ya karşı şatahat sözleri söylemek, hemcinslerine karşı şatahat ifadele­ri söylemekten daha üstün bir saygıdır. Çünkü Allah Teâlâ -bütün suretleri kabul ettiği içinkendine karşı şatahat söylenmesini kabul eder. Hâl­buki insan hemcinsinin kendisine karşı söylediği şatahatı kabul etmez. Çünkü o Allah Teâlâ katında ilahi bir makama bağlıdır ve bu makam özel yöndendir ve bilinmeyen bir makamdır. Ona karşı şatahat söyleyen kimse kaşıdı veya kendi gayretiyle olmadan da yalan söyleyebilir. Buna mukabil Allah Teâlâ’ya karşı yalan söylenemez. Bu yönüyle Allah Teâlâ, âlemdeki bütün suretleri kabul eden ‘tüm heyula’ gibidir. Ona hangi suret nispet edilirse edilsin veya hangi sureti izhar edersen et, bu nispeti yaparken doğru söylemiş olacağın gibi zuhur da doğrudur. Çünkü suretler, O’nu izhar eder. Sınaî (yapma) heyula ise bu durumu kabul etmez. O sadece belirli suretleri kabul eder. Bu bağlamda insan bazen ona neyi nispet edeceğini bilemez ve sınaî heyulanın kabul etmeyeceği suretleri kendisine nispet eder. İşte Allah Teâlâ’ya karşı ve menzil sahipleri olan Allah Teâlâ ehline karşı şatahat söylemede durum böyledir.

Abdülkadir Geylani (el-Cilî), kendi halinde, Hakkın suretiyle pey­gamber ve velilere karşı şatahat söyleyenlerdendi ve bu nedenle dili masum değildi. Ben Allah Teâlâ’ya ve Allah Teâlâ ehline karşı hayali bir mertebede şatahat söyleyen bazı insanlar gördüm. Biz böyle insanlardan söz etmi­yoruz. Çünkü onlar, Hakkın kapısından uzaklaştırılmış ve doğruluk oturağından (makad-ı sıdk) kovulmuş kimselerdir. Onları, hallerinin çoğunda meşru hükümleri ortadan kaldırmadıkları halde yükümlülük sebebi olan akılları yerindeyken de hükümlere uymadıklarını görürsün. Kısaca Allah Teâlâ’ya karşı naz yapmak, Allah Teâlâ’ya yalcın kimselere göre doğru bir davranış değildir. Naz sahibi olmakla birlikte Allah Teâlâ’ya yakınlık iddia edenin yalcınlık makamı hakkında bilgisi olmadığı gibi Allah Teâlâ’ya gerçek anlamda ehil olma hakkında da bir bilgisi yoktur.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

ÜÇ YÜZ DOKSAN SEKİZİNCİ BÖLÜM

'İnsanlara öğüt veren beni tanımamıştır, onlara hatırla­tan beni tanımıştır, artık sen de o iki adamdan diledi­ğin ol' Münazelesinin Bilinmesi

Yaratıklar Hakkın zatının gölgesi Bilinecek ve görülecek bir varlığı yok iken

O var olunca onunla var olunur, yürüyünce onunla yürünür Onun kendisi o değildir ve varlığı beşerdir

Varlığı olmayanın varlığından hayrete düşülür

O             kaybolsa, fayda ve zarar olmaz

Bu söylediğimi aklı bilemez Onu güneş ve ay bilebilir

Güneş dişi, dolunay ise hakim erkek Üzerinde iyice düşünürsen anlayacaksın

İkisi arasında çocuklar doğar

Onlar doğanlardan başkası değildir, bari ibret al

Zatında sayı olan bire şaştım Zuhurun sebebidir, kevn ve başka ondadır

Allah Teâlâ kendinden bir ruh ile bizi ve seni desteklesin, bilmelisin ki, Allah Teâlâ şöyle der: ‘Onlara Allah Teâlâ’nın ayetlerini hatırlat.’493 Bu bağlamda yü­ce kitabında peygamberine emrettiği hususlardan birisi şuydu: ‘De ki size bir şeyi öğüt veriyorum.’494 Allah Teâlâ şöyle der: ‘Veya onlara acı bir azap gelecektir.’495

Bu münazelenin esası, zikredilen üç ayete dayanır. Buna göre öğüt gafil âlimlere ait iken vaaz bütün insanlara yapılamaz. Bu nedenle başta ‘insanlara vaaz eden beni tanımamıştır’ denildi. Çünkü onlara vaaz eden kimse, benimle değil, benden olan bir şeyle kendilerine vaaz ede­cektir. Aynı şekilde insanları korkutan da (benimle değil) benden meydana gelen bir şeyle onları korkutmuştur. Bu bağlamda teşvik, korkutmanın yerini alamaz. Çünkü teşvik, bana dair olabilirken kor­kutma benden meydana gelen bir şeyden olabilir.

Ayette geçen ‘akım gün’, herhangi bir zaman benzerini meydana getirmeyen gün demektir. Yani kendisinden sonra ondan meydana ge­lebilecek günün bulunmadığı gündür. Çünkü dünyadaki her gün ön­ceki bir günün oğludur. Bu yönüyle o ikisi, gece ve gündüzün ikizleri­dir. Gece dişi gün erkektir. Bunlar birleşir ve kendilerinden sonra ge­len gündüz ile geceyi doğururlar. Onların gelişiyle birlikte anne ve ba­ba gider. Çünkü onlar hiçbir zaman bir araya gelmezler. Gece gündü­zü sarıp birbirlerine girdiklerinde, her birisinde meydana gelen iş ve hadiselerin doğumu gerçekleşir; bunlar Hakk’ın şe’nlerindendir. Gün­düzde meydana gelen hadiselerin doğumu için gece erkek ve gündüz dişi olur. Buna mukabil geceleyin meydana gelecek hadiseler için gün­düz erkek gece dişi olur, ikizin doğumu için gece dişi gündüz erkek olur, ikizler ikinci gün ve onun gecesidir. Gece asildir. Gece karşısında

A

gündüz Adem karşısında Havva gibidir. Sonra birleşme ve doğum gerçekleşir.

FASIL

Vaizin Yaptığı Birinci Vaaz

Bu vaaz, gayrete gelerek veya tazim etmek amacıyla, Allah Teâlâ’nın em­rettiği bir işi yerine getirdiğini görerek Allah Teâlâ’yı ve peygamberini övmek üzere o makamda şöyle demesidir: ‘Peygambere itaat eden, Allah Teâlâ’ya itaat etmiştir.’496 Böyle söylemekle Kitap ve Sünnete göre Allah Teâlâ için bir iş yapmış olursun. Yoksa nefsinin hevasıyla veya doğal bir gayrede veya kevni bir yüceltmeyle bir şey yapmış olmazsın. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘İçinizden birisini, yatağına uzanmışken bir hadisim kendisi­ne geldiğinde ‘Bana Kuran okuyun’ dediğini görmeyeyim. Allah Teâlâ’ya ye­min olsun ki, hadis Kuran gibidir veya daha fazlasıdır.’ Burada ‘daha fazla’ derken hadisin mertebesini yüceltmek amacı taşır. Çünkü Kuran-

1   Kerim kendisiyle Allah Teâlâ arasındadır ve bu aracılıkta Cebrail vardır. Hadis ise Allah Teâlâ’dan peygamberine ulaşır. Bilindiği üzere, isnat zinci­rindeki yakınlık uzaklıktan daha değerlidir. Bir tane bile olsa, zincirde­ki bir râvinin düşmesi, isnadı değerli kılar, çünkü râvinin aktardığı ha­berdeki etkisi ve hükmü azalır. Bu yönüyle haberin aktaranın etkisini taşıması kaçınılmazdır. Dolayısıyla haber aktarıldığı asıl halinde kal­mayacağı gibi bir insanın ‘bu falancanın sözüdür’ demesi o sözü akta­ran veya duyanın demesiyle aynı derecede doğru değildir. Bu durum dil ve lisanın değişmesinden kaynaklanır. Çünkü mütercim konuşulan sözü tam aktarmak yerine ancak anladığını aktarabilir. Sana bir sözü aktarılan kimseyle aynı dönemde yaşarken o sözden anladığınla sana

sözü aktaranın anladığı bir olmayabilir. İşin en nihayeti, bu dereceden benzerine inmiş olmasıdır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘daha çok’ diye bir ifade kullanmış olmasının nedeni, gerçekte durumun öyle olmasıdır. Bu ne­denle hadis Kuran’dan ‘daha fazla’ sayılmıştır. Kuran’ın vasıtayla gel­diğini söyledik. Bunun delili ‘Onu Cebrail indirdi'497 ve ‘De ki onu Ruhu’l-kuds rabbinden indirdi’498, ‘Sana vahyi indirilmezden önce Kuran’ı ace­leyle okuma, de ki rabbim bilgimi arttır499 ayetleridir. Son emirde kaste­dilen, vasıtaların ortadan kalkmasıyla Allah Teâlâ’dan doğrudan ulaşan bilgi­lerle bilgi artışıdır. O ise kendisine ‘Kuran’ denilmeyen hadistir.

Vaazda Kitabm veya Sünnetin dışına çıkmamak gerektiği gibi an­lamsız hususlara dalıp Yahudilerden, Hıristiyanlardan ve tefsir kitaplaj rında Allah Teâlâ’nın şanına veya peygamberlerin mertebesine yaraşmayan i hususları aktaran tefsircilerden nakil yapmamalıdır. Anlatılır ki, birisi \ meşhur vaizlerden Mansur b. Ammar’ı ölümünün ardından rüyasında | görmüş ve ona şöyle demiş: ‘Ey Mansur! Neyle karşılaştın?’ Mansur ' şöyle demiş: ‘Allah Teâlâ beni önünde durdurup şöyle dedi: ‘Ey Mansur! / Bana neyle yaklaştın?’ Ben de cevap verdim: ‘İnsanlara vaaz veriyor ve jj öğüt ediyordum.’ Allah Teâlâ şöyle dedi: ‘Ey Mansur! Zeynep ve Suad’ın | şiirleriyle mi bana yaklaşmak isteyip kullarıma vaaz veriyordun?’ Sonra | da bana minberde okuduğum âşıkların sevgililerine yazdıkları şiirleri hatırlattı. Bu durum bana ağır geldi. Sonra şöyle dedi: ‘Benim bir dos­tum senin meclisinde bulunmuş ve sen o mecliste şöyle demiştin: ‘Allah Teâlâ’m! İçimizden kalbi en katı, gözü en yaşsız olanımızı bağışla!’ Ora­daki velim ise şöyle demişti: ‘Allah Teâlâ’m! Bu niteliğe sahip her kim ise onu bağışla!’ Baktım ve senden daha katı kalpli ve kuru gözlü kimse görmedim. Velimin duasını kabul ettim ve seni bağışladım.’ Bir vaiz vaaz ederken, Allah Teâlâ’yı hatırlatan şiirlerin dışında bir şiir okumamalıdır. Çünkü böyle şiirler, Allah Teâlâ ehlinin söylediği ve söylenmesi ve dinlenme­si helal sözlerdir. Çünkü o, Allah Teâlâ adının kendisinde anıldığı sözdür.

Vaiz Allah Teâlâ’ya dair ister övme amaçlı ister nesebinden söz etmek üzere Allah Teâlâ’dan başkası adına yazılmış bir şiir okumamalıdır. Böyle bir davranış, Allah Teâlâ’ya yaklaşmak üzere necaset ile abdest almaya benzer. Çünkü yaratılmış hakkındaki bir söz, hiç kuşkusuz Ki, yaratılmıştır. Allah Teâlâ kitabında bu konuya dikkat çekerek şöyle der: ‘Niçin Allah Teâlâ’nın adı-

mtı üzerlerinde anıldığı şeyleri yemiyorsunuz?’500 Başka bir ayette 4Allah Teâlâ’nın adının zikredilmediği şeylerden yemeyiniz, onlardan yemek günahtır501 buyurur. Allah Teâlâ’dan başkası için yazılmış şiirler, Allah Teâlâ’dan başkasına tah­sis edilmiş demektir. Çünkü niyetin eşyada bir etkisi vardır. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Onlar dini bütünüyle Allah Teâlâ’ya tahsis ederek ibadet etmekle yükümlü­dürler.’502 Ihlâs niyet demektir. Şair, sevgilisini övmek ve tanıklığına göre ehil olmayan birini methetmeyi amaçlamıştır. Kardeşlerimden biri bana bir mektup yazmış, mektupta beni o kadar övmüştü ki, sade­ce lakap olarak altmış üç lakap saymış, ben de ona şöyle yazmıştım: ‘Onların şahidikleri yazılacak ve hesaba çekileceklerdir.’ Ardından Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Allah Teâlâ’ya karşı kimseyi tezkiye etmem’ ifadesini yazdım. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bir insanı tezkiye etmek yerine şöyle derdi: ‘Onun şöy­le olduğunu zannediyorum.’ Allah Teâlâ şöyle der: ‘Nefislerinizi tezkiye etmeyiniz. O takva sahiplerini en iyi bilendir.’503 Bu sözleri söyleyen kişi, başlangıçta hangi tarzda olursa olsun, Hakkın mertebesine (yaklaşma­ya) niyet etseydi, belki de o davranış Allah Teâlâ’ya yaklaşmaya vesile olurdu. Çünkü ameller niyedere göredir ve herkes için ‘niyet ettiği şey vardır.’ Çünkü Allah Teâlâ insanın içinde olan şeyleri bilir ve Allah Teâlâ’nın sırları kendin­de izhar edeceği gün vardır. Dine göre Allah Teâlâ’ya yakınlık sayılan her iş, üzerinde Allah Teâlâ’nın adının anıldığı ve Allah Teâlâ’ya tahsis edilmiş hususlardan­dır. Söz konusu şiir gazel tarzında yazılmış olup onda mekânlardan, bahçelerden, bölgelerden söz edilse ve bunlar, ilahi marifederde ve bil­gilerde kendileriyle ilgili hususlara işaret etmek üzere kullanılmış olsa bir sorun yoktur.

Bir insan çıkıp bunu inkâra kalksa, bu hususta kendisine dayana­cağımız bir ilkemiz vardır. Şöyle ki: Allah Teâlâ kıyamet günü kulları­na kendisinde inkâr edileceği bir surette tecelli edecektir, insanlar o suretten kaçarak şöyle diyeceklerdir: ‘Senden Allah Teâlâ’ya sığınırız. Sen bi­zim rabbimiz değilsin.’ Allah Teâlâ şöyle der: ‘Ben sizin rabbinizim.’ Ki ger­çekte de O’dur. Burada Allah Teâlâ’nın tecellisinde bir sır vardır ki inançları ve inanç farklılıklarını öğrenmek üzere o sırrı araştırmalısın. Aynı du­rum bu lafızlar için geçerlidir. Onlarda isimlendirilenin sureti Allah Teâlâ’dan başkası olsa bile, durum söyleyenin niyetinden başkadır. Çünkü Allah Teâlâ ona ancak bu konudaki niyetine göre davranır ve söyleyenin hali söze yansır. Nitekim ‘söze ve söyleyene bak’ denilir ki, sözü söyleyenin hali kastedilir. Sözü söyleyen dost ise, söz kaba bile olsa dosduk bildirir; söyleyen düşman ise hoş bile gelse sözü düşmancadır. Biz de şiirleri­mizde bunu söyledik. Bizim şiirlerimiz de farklı suretlerde ilahi bil­gileri anlatır. Kullandığımız suret ve formlar, cesaredendirme, övgü, kadın isimleri veya nitelikleri, nehirler, mekânlar ve yıldızlar gibi hu­suslar içerir. Bu konuda Mekke’de Tercümanü’l-Eşvak diye isimlendir­diğimiz bir kitap yazmış, daha sonra onu Zeairu’l-A’lak dediğimiz bir kitapta şerh etmiştik. Şerhi yazmamızın nedeni, bir Halep fakihinin o kitapta söylemiş olduğumuz bütün şiirlerle ilahi bilgileri vb. hususların kastettiğimiz hakkındaki ifademize tepki göstererek şöyle demesiydi: ‘Böyle yapmasının nedeni din (âlimi) olmasıdır. Dine böyle bir gazel ve şiiri nispet etmek istememiştir.’ Böyle dediği için de Allah Teâlâ kendisine hayır ihsan etsin. Çünkü böyle itirazlar ve eleştiriler, insanların yarar­landığı bu tarz şerhlerin yazılmasına yol açan sebeplerdir. Biz de o şer­hi yazarak, niyetimizin doğruluğu ve iddiamızın sahihliğini o fakih ve benzeri kimselere göstermiş olduk. Fakih kitabın şerhini okuyunca, söylediklerine tövbe etti ve Allah Teâlâ’ya yöneldi.

Bu bağlamda (iyi niyet sahibi olmanın gerekliliği hakkında deriz ki): Bir adamı evlenme niyeti taşıdığı bir kadının yüzüne bakarken gö­rebiliriz ve o esnada adamın evlenme niyeti taşıdığından haberimiz yoktur. Bu durumda insaflı davranıp bilmeden tepki göstermemeliyiz. Onu böyle davranmaya sevk eden sebebi sorarız ve bize kadınla ev­lenme niyeti taşıdığı söylenir. Belki bakan adam doktor, kadın hasta olabilir ve hastalık nedeniyle yüzüne bakmak gerekebilir. Bize hastalık doktorun kadının yüzüne bakmasını gerektirmiştir denilirse, bakılması helal hatta -peygamberin bu konudaki emri nedeniyleibadet olan bir şeye baktığını anlarız. Binaenaleyh böyle bir ihtimal var olduğu için, peşinen tepki göstermeyiz. Bu ihtimaller ortadayken, yadırgayana tep­ki göstermek bakana tepki göstermekten daha iyidir. Çünkü tepki an­cak ihtimal bulunmayan durumlarda olabilir. Bu konu, gerçek dindar­ların değil, dindarlık iddiasındaki insanların çoğunun hata yaptığı bir konudur. Sağlam ve köklü dindarlar, tepsi göstermek söz konusu ol­duğunda öncelikle kendilerine karşı ihtiyada davranırlar. Çünkü şartla­rı değiştiren durumlar olabilir. Allah Teâlâ bizi insanlara karşı iyi zan sahibi olmaya teşvik etmiştir, yoksa kötü zannı teşvik etmemiştir. Dindar biri bu zanla hareket ederek kimseye tepki göstermez. Ayette ‘bazı zanların günah olduğu’ zikredilmiştir. (Dindar düşünür ki) Belki böyle bir zan, yasaklanan zanlardandır ve onun günah kısmı ‘söylenmesidir.’ Gerçek­te zannın doğru olması, durumu değiştirmez, çünkü Allah Teâlâ sadece ‘zan’ olması nedeniyle sahibini cezalandırır. Zan sahibi bilmediği halde ih­timal dâhilindeki bir hususu dillendirmiştir; hâlbuki bunu yapmaya hakkı yoktur. İnsanın kendisine karşı kötü zan sahibi olması, başkasına karşı kötü zan sahibi olmasından daha iyidir. Çünkü insan kendisi hakkında basirete sahipken başkası hakkında basirete sahip değildir. Dolayısıyla insanın kendisi söz konusu olduğunda, kötü zandan söz edilemez; çünkü insan kendini bilir. Biz sadece başkası hakkındaki kö­tü zannıyla irtibatlandırarak ‘kendisi hakkında kötü zan sahibidir’ de­dik. Böyle bir ifade kullanmış olmamız, bir söz uyumundan kaynakla­nır ve bu durumun dinî hakikatler içinde de bir yorumu vardır. Şöyle ki: İnsan nefsinin bir davranışını yadırgadığında, kendine kıyasla ya­dırgadığı bu davranışın yadırganması gereken bir davranış olduğu hakkında bir bilgiye sahip değildir. Aksine bu konuda bir zannı vardır. Öyleyse insanın kendi nefsine karşı kötü zan beslemesi, daha doğru­dur. Çünkü Allah Teâlâ’nın öyle kullan vardır ki, onlara ‘dilediğinizi yapın sizi bağışladım’ denilmiştir. Onlar ancak şeriatın yapmalarına müsaade et­tiği davranışı yerine getirmişlerdir. Bununla birlikte onların böyle bir hitaba mazhar oldukları hakkında bilgileri olmayabilir ki bu durum sahih bir hadiste zikredilmiştir. Demek ki bir insan Allah Teâlâ katında ken­disine mübah kılınmış bir işi yapmış, fakat kendisinin bundan ve bu durumda olduğundan haberi yoktur. Hâlbuki Allah Teâlâ katında kendisine bu iznin verildiği kimselerdendir. Bu nedenle insanın kendisine karşı su-i zan sahibi olması ifadesini kullandık. Çünkü Hakkın yönünden böyle bir ihtimal bulunduğu için, kendisi hakkında basirete sahip ol­mayabilir. Allah Teâlâ bir insanın bu kavimden olup olmadığını öğrenmesini sağlayacak bir alamet yaratmıştır. Bu bağlamda insanın kendi canının Allah Teâlâ katında başkasının canına göre kıyaslanmayacak ölçüde değerli olduğu şer’î delille sabittir. Bu nedenle intihar etmek, başkasını öldür­mekten daha büyük günah sayılmıştır. Veya insanın kendisine sadaka vermesi, başkasına sadaka vermesinden daha üstündür. Öyleyse gerçek âlim, hem kendi nefsi hem de başkasının nefsi hakkında dinini temize çıkartabilen (haklarını yerine getiren) kimsedir. Şimdiye kadar dine ve bilgiye yönelen insanlar arasından böyle düşüneni görmedim. Bu bil­giyi kullanmamızı sağlayıp onu ihmal etmemizi engelleyen Allah Teâlâ’ya hamdolsun! '

Bu konuları zikretmemiz Allah Teâlâ’nın kulları için yararlı olmasaydı ve onlara nasihat teşkil etmeseydi, bölüm bunu gerektirmiş olsa bile, bu konuda bu kadar geniş açıklama yapmazdık. Bu bölüm, vaaz ve nasihat bölümüdür. Allah Teâlâ indirdiği vahiyde peygamberine şöyle der: ‘Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle (mevizeti’l-hasene) çağır.’504 Yani zikretmiş olduğumuz sözlerle çağır! Bu ifadeler, tarafımızdan Allah Teâlâ’nın kullar ma yönelik bir tavsiyedir. Biz bu konuşmada hikmet ile hükmü bir araya getirdik; çünkü onları yerlerine yerleştirdik. Hâkim işi menziline yer­leştiren ve hiçbir işe mertebesini taşırmayan kimse demektir. ‘Güzel öğüt’, söyleyenin müşahede ederek söylediği tavsiyelerdir. Çünkü (hasene kelimesinden türetilmiş) ‘ihsan’ görür gibi Allah Teâlâ’ya ibadet et­mek demektir. Peki O’nu gördüğünden emin olana ne denir? Hiç kuş­kusuz bu, daha güzel ve daha sağlam bir durumdur.

Bazen (vaaz edenin) sözü İkincidir ki, bununla bir işi yerine ge­tirmek üzere Allah Teâlâ için yardımlaşmak kastedilir. Yardımlaşmanın tarzı şudur: Şeriat bir fiili kendinden meydana geldiği kimse hakkında ya­dırgamış olabilir. Alim-müminin bu konuda Şâri ile beraber hareket etmesi gerekir ve Şâri’e yardım eder. Bu durumda Şâri ile birlikte iki kişi olurlar. Tek olmak ise bu tepki gösteren kimsenin inkârında ve vaazında Şâri’e yardımcı olduğunu bilmemesidir. Bunu bilmeyerek şöyle der: ‘Bu konuda yalnız kaldım.’ Hâlbuki o sadece şeriata yardım­cıdır. Aynı zamanda bu kişi, verdiği ilhamla kötülüğü yapana ‘yapma’ diyen meleğin de yardımcısıdır. Şeytan da bu esnada ona ‘yap’ diye ilham eder. (Şeriatın bir insandan meydana gelmesine tepki gösterdiği fiili yapana tepki gösteren) vaiz, melekle birlikte ikinci İçişidir, çünkü melek, Allah Teâlâ’nın kendisine yasakladığı hususlarda kulu kötülükten en­gellemekle yükümlüdür. İşte söz konusu insan, bu konuda meleğe yar­dımcı olur ve Allah Teâlâ için bu işi yapan ikinci kişi haline gelir. Bazen

Şâri’e yardımcı olur ki kastettiğimiz peygamberdir. Böylece daha önce o fiili sahibinde kınarken ve bu konuda kendisine nasihat ederken, şimdi daha önceki peygamberin nasihati karşısında ‘ikinci’ olur. Bir adam Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den kendisini cennette refiki yapmasını istemiş, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ise ona ‘çok secde yaparak nefsine karşı bana yardımcı ol’ demiş, yani ondan yardım istemişti. Böyle bir durumda yardım is­tenen kimse, ikinci olmuştur: o ve peygamber! Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘İyilik ve takva hususunda yardımlaşın:505 Başka bir ayette ‘Allah Teâlâ’dan yar­dım isteyin506 denilir. Burada Allah Teâlâ kendisini kullarıyla fiilde ortak kıl­mıştır. Allah Teâlâ’nın ancak bir araç ve vasıtayla yaptığı işler bu konuyla ilgi­lidir. Bu meseleyi ancak Allah Teâlâ’nın sırlarını ve hakikatleri bulundukları hal üzere bilenler anlayabilir.

Nefisten habersiz kalma! Sana söylediğim kimselere (Allah Teâlâ’ya, me­leğe ve peygambere) yardımcı ol ki, akıbetin övülsün ve yardım ettiğin karşısında yardımdan pay alabilesin. Kul şöyle der: ‘Ancak senden yar­dım isteriz.’507 Allah Teâlâ şöyle der: ‘Bu süre benimle kulum arasında ikiye bölünmüştür; kuluma istediği verilecektir.’ Allah Teâlâ’nın ‘benimle kulum arasında’ demiş olması, yardımın hüküm itibarıyla bir kısmının Allah Teâlâ’ya bir kısmının kula ait olması demektir. Allah Teâlâ namazın var olmasını ira­de buyurduğunda, hiç kuşkusuz ki, namazın kendisiyle ortaya çıktığı mahallin bulunması şarttır.

FASIL

‘Onlara Allah Teâlâ’nın günlerini hatırlat5 Ayetinin Yorumu

Allah Teâlâ ‘Onlara Allah Teâlâ’nın günlerini hatırlat508 buyurur. Bu gün­ler, gerçekte, nefeslerin günleridir, çünkü onlar, ‘gün’ adı verilen en kısa zamandır. Kastedilen ‘0 her gün bir iştedir509 ayetini hatırlatmak­tır. Bunlar, Allah Teâlâ’nın günleridir ve sen onlardan gafilsin. ‘Kalbi olan kim­se için bu konuda öğüt vardır510 ayeti de bu kapsamdadır. ‘O her gün bir iştedir511 ayetine işaret vardır. Kalbin zikredilmesi, hallerde başkalaş­mayı anlayan veya hallerin kendisinin üzerinde başkalaştığını anlayan kimseye işaret eder. Buradan Hakk’ın şe’nleri ve kendilerinde Hakk’ın her bir işte bulunduğu günlerin hakikatleri öğrenilir. Şe’n bir şey iken kabiliyeder çok ve farklıdır; şe’n, kabiliyederin değişmesi ve farklılığıy­la onlarda değişir ve başkalaşır. Başka bir ifadeyle şe’n, Allah Teâlâ’dan bir olarak çıkarken âlemin suretlerinde çoğalır. Bu durum, pek çok aynada ve gölgelerde çoğalan şahsın suretine benzer. Bu çokluk farklı ışıklarda kaynaklanır. Ayetin devamında ‘veya kulak veren...’512 denilir. Yani kendisine ‘O her gün bir iştedir513 ve benzeri ayeder okunurken kulak veren ve ‘şahit olan514 kişi kastedilir. Böyle bir insan kendinde hallerin değişmesine şahittir ve böylece Allah Teâlâ’dan gelen bir basirete sahiptir. Bunlar, kulun benzerlerine hatırlatması gereken Allah Teâlâ’nın günleridir. Bunlar, nimet veya Allah Teâlâ’nın kendilerinde geçmiş nesilleri cezalandırdığı intikam günleridir.

Bilmelisin ki, dünya hayatında belalar nimederden daha çoktur. Çünkü Allah Teâlâ belanın bulunmadığı saf bir nimet verdiğinde, onun hak­kı olan şükrü yerine getirmelerini ve o nimeti var etmek yoluyla Hakk edene izafe etmelerini ister. Bunun yanı sıra o nimeti Allah Teâlâ’nın kulla­nılmasını istediği yerde kullanıp kullanmadıklarıyla ilgili olarak kulları­nı hesaba çeker. Nimeüere böyle bir gözle bakan insan onlardan nasıl haz alabilir ki? Musibet ve sıkıntılar demek olan belalar nimederin içermiş olduğu yükümlülüğün bir benzerini içerir. Bu bağlamda bela­lar nedeniyle insanlar, sabretmek, belanın kaldırılması için Allah Teâlâ’ya dönmek, rıza haliyle -veya nefsi Allah Teâlâ’dan başkasına şikâyetten alıkoy­mak demek olansabırla onları karşılamakla yükümlüdürler. Allah Teâlâ’yı başkasına şikâyet etmek, son derece cahilce bir davranıştır. Çünkü şi­kâyette bulduğun rahadık nedeniyle böyle yapmakla güçlüyü zayıfa şikâyet etmektesin. Hâlbuki şikâyet edilemeyecek birisine şikâyet eder­sin, çünkü onun elinde bir şey olmadığını ve belayı ancak sana indire­nin kaldırabileceğini bilirsin. Bilirsin ki dünya bela/imtihan yeridir ve dünyada nimeder bir an bile beladan yoksun kalmaz. Nimetteki bela­nın en azı, nimet verenin nimete karşılık şükür istemesidir. Nefse bun­dan daha ağır gelebilecek hangi yükümlülük vardır? Bu nedenle Allah Teâlâ ‘Kullarım içinden şııkredenler azdır515 buyurur. Çünkü onlar, ni­mederin karşılığında şükrün zorunlu olduğu nimeder olduğunu bil­mezler. Bu görüşümüzü ‘Bu konuda sabreden ve şükredenler için ayetler vardır516 ayeti destekler. Ayet gemideyken şiddetli rüzgâr ve soğukla karşılaşanlar hakkındadır; içerdiği nimete karşı şükür istenirken güçlük ve korkuya karşı sabır istenmektedir.

Allah Teâlâ’nın kelamını iyi düşün ve anla ki, fayda bulasın! Allah Teâlâ ayeti akıllılara öğüt olsun diye indirmiş ve şöyle buyurmuştur: ‘Derin akıl sahipleri öğüt alır.’517 Nasibin sadece dinlemek olmasın!

FASIL

Akîm/Kısır Gün

Akîm/kısır gün, kendinden bir şeyin doğmasına imkân vermeyen demektir. Kısır benzerinin anne-babası değildir. O günün akım diye isimlendirilmiş olması, ardında bir günün bulunmayışından kaynakla­nır. Haftanın günleri içinde Cumartesi akîm gün olduğu gibi ebed de akimdir. Bu günün gündüzü cennetlikler için daima ışık iken gecesi de cehennemlikler için sürekli karanlıktır. Bu nedenle büyük günah sahip­leri orada ölür; onlar cezaları tamamlandıktan sonra cehennemden cennete çıkartılacak kimselerdir. Çünkü ehlinin dışındaki kimseler için cehennemde sürekli kalmak yoktur. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem sahih bir hadiste şöyle der: ‘Cehennem ehli orada ne ölür ne dirilir. Fakat insanlara gü­nahları nedeniyle bir ateş temas eder. Allah Teâlâ orada kendilerini öldürür.’ Böylece insanlar cehennemde bir şekilde uyurlar, öyle ki, günah amel­leri kendileriyle yaptıkları organlara musallat olduğunda, ateşi hisset­mezler. İman ise o ateşin kalbe ulaşmasını engeller. Bu durum kalple­rindeki tevhidin inayetinden kaynaklanır. Öyleyse tevhit ilmi, uyurken insanın ölümü gibi, ateşte onları öldürür. İman ise cehennem kapısın­da durur ve onları bekler. Allah Teâlâ onları bu uykudan uyandırdığında, kömüre dönmüş bir haldedirler. Allah Teâlâ onları çıkartır ve hayat nehrine batırır. Orada bir tohumun başakta yetişmesi gibi biterler, sonra cen­nete girerler. Artık cehennemde dünya hayatında genel itibarıyla Allah Teâlâ’nın bir olduğunu bilen kimse kalmaz.

Cennetliklerin cennette bir takım ölçüleri vardır. Bu ölçülerle gü­neşin dünyada doğumuyla batımına kadarki sürenin bitimini öğrenir­ler. Bununla birlikte cennette güneş yoktur. Güneşin dolaşımıyla ger­çekleşip güneşin doğumunun ve batışının meydana gelmesini sağlayan hareket, cennetin üzerindeki Atlas feleğinde bulunur. Adas feleği cen­netin çatısıdır ve aynı hareket orada da mevcuttur. Cennetlikler, ‘burç­lar’ diye ifade edilen bu ölçülere keşif gözüyle bakarlar. Çünkü o felek ‘Burçlar sahibi göğe yemin olsun ki...’518 ayetinde belirttiği üzere, Allah Teâlâ’nın üzerine yemin ettiği göktür. Onlar bu ölçülerle dünyada ‘sabah’ ve ‘öğ­len’ denilen vakitlerin tanımını ve hallerini öğrenirler. Dünyada bulun­dukları zaman içinde onlar için ‘yatsı’ ve ‘akşam’ denilen vakitler ve o vakitlerde halleri vardı. Bütün bu vakitleri (o ölçülerle) cennette hatır­larlar ve Allah Teâlâ da onlara rızıklar getirir. Nitekim Allah Teâlâ ‘sabah, akşam onların rızkı oradadır519 buyurur. Kastedilen, onlar tarafından bilinen bir vakitteki belirli ve özel rızıktır. Bunun dışında olan ise kesintisiz ve sürekli yenilen yemeklerdir. Yemekteki bu süreklilik, bedeni besleyen nimetin ta kendisidir. Fakat insanların çoğu onu bilmez. Onu sadece doğa bilginleri bilebilir. Yemekteki süreklilik şu demektir: İnsan doy­mak için yemek yer. Fakat yemek, gerçekte besin olmadığı gibi gerçek­te yemek de değildir. Böyle bir durumda yiyen insan, hâzinesinde mal biriktiren bir vergidâr gibidir. Mide yemek ve içeceklerin toplandığı bir hazinedir. İnsan mide hâzinesine yemek ve içecekleri yerleştirip elini sofradan çektiğinde, doğa besinleri yönetmeye ve işlemeye başlar ve yemekler başkalaşırlar. İnsanın alıp verdiği her nefeste yemek bede­ni besler. Öyleyse insan sürekli beslenme içindedir. Böyle olmasaydı, beslenenlerin yapısının düzenindeki hikmet anlamsızlaşırdı. Hâlbuki Allah Teâlâ hikmet sahibidir. Hazine boşaldığında vergidâr olan doğa, hâzi­neyi dolduracak besini aramaya çıkar. İş bu hal üzere devam eder ve insanın beslenmesi böyle gerçekleşir. Öyleyse dünya ve ahirette her nefes beslenme devam eder. Allah Teâlâ cehennemlikleri de bu şekilde yemek ve içmekle nitelemiştir, fakat orası ‘bela’ diyarıdır. Böylece acıkarak yerler, susayarak içerler. Cennetlikler -acıktıkları için değilhaz alarak yerler ve içerler. Onlar acıkmazlar, çünkü ‘besin’ denilen şeylerin sak­lama hâzinesinde saklama vaktinin bitmesiyle birlikte besin alırlar ve kendisini yönetecek şeyle birlikte doğaya koşar. Dolayısıyla sürekli haz ve lezzet içindedir. Cennedikler besini saklama hâzinesi hakkındaki açık bilgileri nedeniyle doğayı -acıkarak ve muhtaç kalarakihtiyaçları­na yönlendirmezler. Cehennemlikler ise (mideleri hakkında) perdeli­dirler ve haznelerindeki besin miktarını bilmezler, acıkırlar, susarlar; çünkü onlar hakkında amaç, üzülmeleridir.

Bu açıklamalarla birlikte hazzın bilgi ve acının bilgisizlik olduğu ortaya çıkmıştır. Dürülmüş olan güneş, ışığı onların gözlerinden çekip alınmış bir halde, cehennemlikler üzerine doğar ve batar. Cehennem­likler üzerinde güneşin doğması, dünyada güneş tutulması esnasında insanların üzerine doğmasına benzer. Ay ve bütün gezegenler, felekle­rinde bu şekilde yüzerler, fakat insanların gözlerinde onların (ışıkları) sönmüş görünür. Fakat işin kendinde olduğu duruma göre, Allah Teâlâ ay­dınlık cisimleri görmek isteyenlerin gözlerinin ışığını söndürmüştür. Başka bir ifadeyle perde (cisimlerin kendilerinde değil) insanların gözlerindedir. Nitekim tutulma vaktinde de güneşin ışığını yitirmeyip sa­dece ayın kendisine perde olduğunu biliriz. Gerçek böyle olmasaydı, gök bilimciler tutulmanın ne zaman olacağını ve ne zaman biteceğini bilemezlerdi ki, onların söylediği şekilde gerçekleşir.

Güneş tutulması Allah Teâlâ’nın öğrettiği belirli ve kesin ölçü ve hesap­larla gerçekleşen işlerden olmasaydı, öğrenmek isteyenler onun hareke­tini bilemezlerdi. Bu durum ‘Güneş tutuldu’ veya ‘Güneş ışığı gözle­rimizden kayboldu’ dememizle çelişmez. Hal böyleyken, ‘tutulma’ veya ‘dürülme’ veya ‘ışığın sönmesi’ tabirlerini kullanmamızı engelleyecek bir durum yoktur. Cehennemlikler yıldızların cisimlerinin üzerlerine doğup battıklarını görür, fakat duman gizleyici olduğu için onların ışıklarını göremezler. Bu yönüyle cehennemlikler şeriatın getirdiği ha­kikati ve onun ışığını göremedikleri gibi cehennemde de yıldızların ışıklarını göremeyecek şekilde kör olurlar. ‘Kim dünyada kör olursa ahirette de kördür ve yolunu şaşırmıştır.’520 Böyle biri yolunu şaşırmıştır, çünkü dünyada kendisini duymasa bile o yola sevk edecek bir mürşit bulabilirken cehennemde onu doğru yola sevk edecek birini bulamaz. Çünkü orada yol yoktur! Fakat onu kaçırdıklarına pişman edecek ve üzüntüsüne üzüntü, azabına azap katacak kimseler bulabilir. Cehen­nem ehlinin gecesinin sabahı yokken cennet ehlinin gündüzünün ak­şamı yoktur. Yani gece yoktur.

(Tekrar konuya dönersek) İnsanlara vaaz verip kendi inancına gö­re onların faydalanacağını zanneden kimse, Allah Teâlâ’yı tanımamıştır. Hâl­buki insanlara hatırlatan öyle değildir, çünkü sahip olduğu şeye göre (ve kendini vesile bilerek) insanlara vaaz verir, hatırlatır. Bilir ki dinle­yenlerin bir kısmı bu vesileyle şifa ve deva bulurken bir kısmının hasta­lığına hastalık katılır. Allah Teâlâ ‘Bir sure indirildiğinde, iman edenlerin imanı artar521 buyurur. Onlar hayrın gelmesiyle sevinenlerdir. ‘Kalplerinde hastalık bulunanların kinlerine kin katılır.’522 Gelen sure aynı suredir, fakat mizaçlar değişiktir. Bu ayetin gerçek anlamını doktorlar anlayabi­lir. Onlar, belirli bir taşm belirli bir hastalığın mizacına iyi geldiğini başka bir mizaca hastalık verdiğini veya özel bir hastalıkta hastalığı ar­tırdığını bilirler. İlaçlar hakkında böyle bir bilgiye sahip doktor, söz konusu ayeti en bilebilecek insandır. Güven ve korku verişte kalp dok­torlarının durumu da böyledir: Hakim iyileştirmek istediği hastaya güven duyduğu yerden ve hakkında inanç sahibi olduğu kimsenin su­retiyle yaklaşıp onu Hakk’a layık surete Hakk vasıtasıyla derece derece götürür. Fakat âlemde ilahi emir, bunun aksi bir tarzda gerçekleşmiş­tir. Çünkü Allah Teâlâ’nın meşiyet ve iradesi, bütün insanları hidayet üzere toplamamak şeklinde tecelli etmiştir. Bu noktada işin tarzı ve yöntemi Allah Teâlâ katında belli oldüğu gibi ehli de yolu bilir ve kuşkuya kapılmaz­lar. Çünkü taş, bitki, hayvan veya yıldız gibi herhangi bir yaratılmışa ilah olarak inanıp kendisine ibadet eden bir insanı düşünelim: Görmüş olduğu bu ilah kendisine hakikati söylediğinde, ilahının sözü nedeniyle hakikate döner. Nitekim ahiret hayatında onun (‘ben senden uzağım’ şeklindeki) sözüne dönecek ve ilahı ondan uzaklaştığı gibi kendisi de ilahından uzaklaşacaktır. Allah Teâlâ dünya hayatında ibadet edilen o putu kendisine ibadet eden hakkında konuşturabilirdi (ve put ‘ben senden uzağım’ diyebilirdi). Fakat ezeli bilgi ve ezeli irade, âlemde farklılıklar bulunsun diye, bizi bundan alı koymuştur. Böylece dünyada ve ahiretin bir kısmında iş böyle gerçekleşir. Daha sonra iş, her şeyi kapsayan rahmet sayesinde, (Elest âleminde gerçekleşen ve herkesin Allah Teâlâ’yı Rab olarak kabul ettikleri) misak hükmüne döner.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’’

ÜÇYÜZ DOKSANDOKUZUNCU BÖLÜM

                                                                 o

'içeri girenin boynu vurulur,içeri girmeyen de yoktur' Münazelesinin Bilinmesi

Hakkın yaratıklardaki varlığı olmasaydı Kimse baki olmazdı? Baki kim peki?

Dedim ki sen benim için müstağni isen Hüküm verilmeksizin öne geçmelisin

Ne başkasıyım ne aynmızım Ben ilham vereni bilirim

Keşf olunmuş hikmete bak

Hakk ile nitelendiğinde Hakk’ta açılmış

Bu menzil, kendisinden kimsenin, özellikle Allah Teâlâ’yı bilenlerin -ki onlar işleri olduğu hal üzere bilenlerdirselamete çıkamadığı ‘ittihat’, yani bir olma menzilidir. Bununla birlikte insanlar onu dile getirir. Bir kısmı ilahi emirle birliği söylerken, bir kısmı vaktin ve halin gereğiyle söyler; bir kısmı söyler, fakat ne söylediğini bilmez. Yaratılmışların halleri bu hususta farklı farklıdır. Nazarî düşünce sahipleri böyle bir birliği imkânsız sayarlar, çünkü onlara göre, ‘ittihat’ demek iki zatın tek bir zata dönüşmesidir ki bu da imkânsızdır. Biz ve bizim gibiler, iki zat değil, bir zat görürüz. Aradaki farklılık, nispet ve yönlerdedir. Varlıkta hakikat bir iken nispeder yok olan şeylerdir ve farklılık onlar­da gerçekleşir. Böylece bir zat, iki farklı nispeti kabul eder. Allah Teâlâ şöyle der. ‘Onu komşu edin ki Allah Teâlâ’nın kelamını duysun.’523 Allah Teâlâ kulunun diliy­le şöyle der: ‘Allah Teâlâ kendini öveni duydu.’ Başka bir kutsi hadiste ‘Ben onun kendisiyle duyduğu kulağı, kendisiyle gördüğü gözü, dili, eli ve ayağı olurum’ denilir. Bu bağlamda yeterli ifade vardır, çünkü Allah Teâlâ onların hükümlerini zikretmiştir. Bu bağlamda Allah Teâlâ ‘kendisiyle tuttu­ğu, kendisiyle yürüdüğü, kendisiyle konuştuğu, kendisiyle duyduğu, kendisiyle gördüğü ve bildiği (güçleri)’ demiştir. Bilindiği üzere, Hakk kendi kulağıyla veya (başka bir mezhebe göre) zatıyla duyar. Her du­rumda Allah Teâlâ, kendi hüviyetini kulunun duyması, görmesi,, eli ve diğer kısımları yapmıştır. Diğer kısımları derken, ya kulun zatını veya sıfatını veya nispetini kastetmekteyiz. İşte bu insanların hakkında kuşkuya ka­pıldıkları Hakkın sözüdür. Melek de bunu bilmekle birlikte ‘Biz senin övgünü tespih ediyoruz ve seni takdis ediyoruz524 derken cin ‘Ben Adem’den daha hayırlıyım525 demiş. Peygamber ise şöyle der: ‘Ben bana söylememi emrettiğin şeyi onlara söyledim.’526 İnsanların bir kısmı şöyle der: ‘Yoksa tekrar mı diriltileceğiz?’ Gökler, yeryüzü ve dağlar direnir ve emaneti taşımaktan korkarak şöyle derler: ‘İsteyerek geldik527 Bütün bunlar, âlemde sadece kendilerine fiili nispet edenler bulunduğunu gösterir. Başka bir ifadeyle herkes, fiili kendisine nispet eder. Allah Teâlâ’yı bilen âlimler ise -fiilin başkasına değilAllah Teâlâ’ya ait olduğunu bilirler. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah Teâlâ sizi ve amellerinizi yarattı.’528 Böylece Allah Teâlâ ameli onlara izafe etmişken kendisi amelin yaratıcısı ve var edicisidir.

Bir insan el etek çekmişse her şeyden İddianın ne işi olur onula

Gerçekte iş tek Hükümleri çoğalır

Hüdhüd şöyle der: ‘Ben onun ihata etmediği şeyi ihata ettim.’529 Ka­rınca ‘Ey karıncalar! Evlerinize giriniz, Süleyman ve askerleri sizi çiğneme­sin530 der. Allah Teâlâ ise şöyle der: ‘O gün dilleri, elleri ve ayakları aleyhlerine şahitlik eder.’531 Bu organlar şöyle diyecektir: ‘Bizi her şeyi konuşturan Allah Teâlâ konuşturmuştur.’532 Başka bir ayette ‘Her şey O’nun hamdini tespih eder533 buyrulur. Allah Teâlâ fiil izafe etmediği hiçbir yaratılmış bırakmamış­tır.

Bu menzile girenler üzerinde hemcinslerinden herhangi birinin hatta herhangi bir yaratılmışın başkanlık taslaması mümkün değildir.

Bu, bir hayal mertebesinde gerçekleşen ilahi bildirimdir. Makamı ise nefsinin hükümlerinin mahiyetini açıklar. Böylece herhangi birinin ona başkanlık taslamasını imkânsız görür. Bu menzil âlemdeki nefislerin hükümlerini kendine bildirirse, herhangi birine veya herhangi bir kim­senin onun üzerine başkanlık yapmaya kalkmasını imkânsız görür. Çünkü gerçekte varlık birdir ve bir, kendi kendine başkanlık yapamaz. Bu müşahede çetin bir müşahededir. Bütün âlem ondadır, fakat onu sadece müşahede eden bilebilir.

Gerçeği olduğu hal üzere bilmeyenin Allah Teâlâ’nın ‘Namazı kendim ile kulum arasında ikiye böldüm’ hadisinde zannettiği şeyin gerçeği de bu makamdan öğrenilir. Böyle biri yokluktaki sabit hakika­tinin varlık kazanmış olduğunu zanneder. Bunun nedeni onu Hakkın varlığında görmüş olmasıdır ve bu nedenle ona ‘ayn-ı (sabite)’ denilir. Bilmez ki varlık Hakk’ın varlığıdır. Hüküm yoklukta sabit kalmakla birlikte mümküne aittir. Bazı mümkünler varlıkla nitelendikleri hak­kında böyle bir hayale kapılınca, varlıkta Hakk’a ortak olduklarını zan­netmiş, Hakk’ın varlığıyla birlikte çokluk (cem’) makamının kendi adı­na geçerli olduğunu zannetmiştir. Gerçekte varlık Hakk’ın varlığıdır, O’ndan başkası değildir! Allah Teâlâ böyle bir insanı kendi mertebesine sok­tuğunda, boynunu vurur. Başka bir ifadeyle çokluğunu ortadan kaldı­rır. Çünkü ‘boyun cemaat (cem’, çokluk) demektir. Gerçek birliğin vermiş olduğu hükme göre, kendisine ‘çoğul’ denilen ortadan kalkıp imkân halindeyken kendini bilmediğini öğrenince, bütün mümkünle­rin bu durumda kendisi gibi olduğunu anlar. ‘Gerçekte herkes bu menzile girer’ bu demektir. O halde ancak mücerret bir birlik vardır. Onu bilen bilir, bilmeyen bilmez. Bu hüküm, dışta, kendisine âlim ve­ya cahil vb. isimlerle adlandırılan mümküne ait özel isimle ortaya çıkar. İsimler ve hükümler mümkünlere ait iken varlık Hakka aittir. Bunu bilmelisin.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

'Benim için zahir olan adma bâtın olurum, benim sınırımda durana ulaşırım' Münazelesinin Bilinmesi

Zuhurum her mertebede Hakkın bâtınlığı Haddim her matla’da Hakkın varlığı

Ben kendi başıma var olsaydım O olmazdı

Kendisi zuhur etmese ve genişleyen daralmış olsaydı (ben olmazdım)

Ey var olanların çadırı! Onlarla var olmasaydı Ey onların mutluluğu! Onlarda doğma olsaydı

O şimşektir şu var ki o taleptir

Gök gürültüsü ya da yağmur onu tespit etmez

Allah Teâlâ bizi ve seni desteklesin, bilmelisin ki, Allah Teâlâ hüviyetten söz ederken ‘O Evveldir ve Ahir’dir (ilk ve son)’534 der. Sadece ben ve O va­rım. O vardı, başka bir şey yoktu, sonra ben var oldum. Ben var olun­ca, namazı benimle kendi arasında ikiye böldü. O halde sadece namaz kılan vardır. ‘Herkes namazını ve tespihini bilmiştir535 O benim duymam ve görmemdir (görme gücümdür). Öyleyse O ancak kendine duyurdu. O halde O ‘İlk ve Sondur.’ Yoksa ben değilim! Çünkü aracın hükmü, kullananla ortaya çıkar ki o da araçta iş yapandır. Hüküm araca değil, kullanana aittir. Böylece o da araçta sanatkârdır. Araç ile araçta sanat­kâr olduğu gibi onu kabul etmesi itibarıyla ve hitabıyla tecellisi bakı­mından da kendi nefsiyle fâil ve sâni‘dir.

Varlıklar çoğaldı emir ise bir Varlıklar göründü, Allah Teâlâ şahit

Sadece Allah Teâlâ var yok başkası

Tevhidi kabul ediyorum, inkâr etmiyorum

        Ben ‘Hamd âlemlerin rabbi Allah Teâlâ’ya aittir’536 ifadesinde varlığımla zuhur edince, Allah Teâlâ benim hitabımda gizlenir, imanımı duyarak şöyle


der: ‘Kulum beni övdü.’ Böylece O’nun son olması, ‘kul’ diye isimlen­dirilmiştir. Cevapta ise O Rabdir. Öyleyse ilk olmak O’nu bana dön­dürmüştür. Çünkü Hakk bu sözü, ben söyleyene kadar söylememiştir. Ben de O bana ‘ol’ diyene kadar var olmadım. Böylece ilk dinleyen ben iken ilk söyleyen O oldu. Sonra ben ilk söyleyen, O ilk dinleyen oldu. Böylelikle el-Bâtın ve ez-Zahir ortaya çıktı. O, her şeyi bilendir. Allah Teâlâ her şeyi kendisiyle ve benimle bildi ve ancak benimle zuhur etti. Aynı zamanda benimle el-Bâtın olur. İlk olmak benim vasıtamla sahih oldu, son olmak benimle sabit oldu. Ben her şeyim! O benimle bilendir. Ben olmasaydım neyle bilecekti ki? Ben O’na bilgiyi, O bana varlığı verdi. Böylece aramızdaki işler, birbirine bağlandı. Allah Teâlâ bu durumu namazı benimle kendi arasında eşit ölçüde taksim ederken kabul etmiştir. Çünkü namazın kendisine ait olduğu gibi bana ait olduğunu bilir. Do­layısıyla, hem ben hem O gerekliyiz. Başka bir ifadeyle hem vacip ve hem mümkün bulunmalıdır. Böyle olmasaydı, işlevsiz kalırdı. Ben O’nun süsüyüm, O ise benim arzım! ‘Yeryüzündeki şeyleri onun için süs yaptık*37 Benim vasıtamla O’nun iktidarı ortaya çıkmış, hüküm ve ira­desinin saltanatı benimle işlemiştir. Ben olmasaydım, O’nun süsü ve ziyneti olmazdı.

Sonra Allah Teâlâ işi değiştirmiş, bu kez beni arzı ve yeri yapmış, O be­nim için süs ve ziynet olmuş, bana imamlık vermiştir. Fakat ben O’ndan başka üzerine imam olacak kimse bulamadım. Benim imamlı­ğım, beni süslediği şeyin ta kendisiyken O beni hüviyetiyle süslemiştir. O benim duyma (gücüm), görme gücüm ve dilim, elim, ayağım ve destekçim! O beni bütünüyle nur yapmış, nur ile beni süsleyerek ‘Yer­yüzü rabbiııin nuruyla aydınlamıştır’538 buyurmuştur. Allah Teâlâ göklerin ve yerin nurudur. Sonra Allah Teâlâ yeryüzünün zelîl olduğunu söylemiştir. O’nun izzeti altındayken benden daha zelili olabilir mi? Allah Teâlâ âlemi yarattığında, neyi yarattığını bana bildirerek şöyle demiştir: ‘Aklını verip yaratıklarımdaki fiilimi düşün!’ Böyle diyerek yükümlü tuttu. Ben de kendilerini izhar ettiği ve haklarında bilgimin olmadığı varlık­lara bakıyordum. Allah Teâlâ sınırlar belirledi, kullar ise onları aştı. Allah Teâlâ söz buyurdu, sözü dinlenmedi, emir verdi, doğrudan emrine bağlanılmadı, yasak koydu doğrudan yasağına uyan olmadı, söz söyledi itiraz edildi ve şöyle denildi: ‘Yeryüzünde bozgunculuk yapacak birini nasıl yaratır­sın?’ Böylece onlar, düşüncelerini Allah Teâlâ’nın düşüncesinden üstün, bilgi­lerini de O’nun bilgisinden kâmil saydılar. Bunun üzerine bana şöyle dedi: ‘Sen bana kendinin zelil olduğunu ve senin zelil olmandan daha büyük bir zillet olmadığını söylemiştin. Bir zelilin hor düşürdüğü kimseninkinden daha büyük bir zillet olabilir mi? Melekler benim görev­lendirdiğim halifeye karşı çıkmaktadır. Kendisine yasakladığım halde bu melûn asi olmuştur. Ona secde etmesini emrettim, karşı çıktı ve kendinden hayırlı olan birisinden daha hayırlı olduğunu iddia etti. Kendi gözlerinle, benim büyüklüğümü itiraf edip iktidarımın her şeye nüfiız ettiğini bilen ve yine de bana karşı çıkan, itiraz eden ve sınırla­rımı aşan birini gördün mü? Benim izzetim ve büyüklüğüm onların hali olsaydı, onunla kendilerini süsler ve bütün bunlardan herhangi bir birisi meydana gelmezdi. Hâlbuki onlar, kendinde hiçbir otun ve nebâtın bitmediği dolayısıyla süsü olmayan kurak bir topraktır. Böyle­ce onun bana kendimden geldiğini anladım. Onların süsü benim! Böy­lece süsüm beni gördü. Onlar da beni yüceltti. Hâlbuki beni ancak ziynetim yüceltmiştir. Bunun ardından itiraz eden şöyle dedi: ‘Bizim bilgimiz yoktur.’ Kendisine yasak koyduğum kişi ise ‘Rabbimi! Ken­dimize zulmettik’ dedi. Emrime karşı çıkan ise ‘Ben âlemlerin rabbi Allah Teâlâ’dan korkarım’ dedi. Bu makam nerede o makam nerededir Rıd­van diyarı nerede, Malik’in diyarı nerede? Bütün iş O’na döner. Aziz olanın ve zelil olanın işleri hep O’na döner. Hadleri aşana ve kuralları ihlal edene muttali olunmasaydı, onlara sınırlara dönmeyeceklerdi. Çünkü muttali olmak ancak yukarıdakinden meydana gelebilir. Allah Teâlâ ise ‘dereceleri yükseltendir (en yukarda olan).’ Bu nedenle onlar kork­muş ve günahlarını itiraf etmişlerdir. Nitekim onların cahil olup kendi­lerine zulüm yaparak Efendilerinin sınırlarını aşmaktan çekindiklerini söylemiştik. Buna karşılık Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: ‘Ey kendile­rine zulüm yapan kullarım!’539 Kastedilenler, Efendilerinin sınırlarını aşanlardır. ‘Allah Teâlâ’nın rahmetinden umut kesmeyin.’540 Çünkü Allah Teâlâ rahme­ti nedeniyle onları var etmiş, yine bu nedenle ‘er-Rahman’ diye isim­lendirilmiştir. Allah Teâlâ o ismiyle Arş’a yerleşmiş, bütün peygamberlerin en kâmili, en değerli ve peygamberliği en genel olanını herhangi bir âlemi ayırmadan ‘âlemlere rahmet olarak’ göndermiştir. Böylece itaat­kâr-günahkâr, yalancı-birleyen ve ortak koşan, ‘âlem’ denilen bu hitaba dâhil olmuştur. Allah Teâlâ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e ilahi mertebeye karşı gayret makamını ve onun hakkı olan cezalandırma özelliğini verdiğinde, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Allah Teâlâ’nın kullarından belli bir grubun yok olması için bir ay namazda kunut duaları okuyarak beddua etmiştir. Onlar, Allah Teâlâ’ya ve peygamberlerine karşı çıkmış Ra’l, Zekvan ve Useyye kabileleriydi. Bunun üzerine Allah Teâlâ Cebrail ile vahiy indirerek şöyle demiştir: ‘Ey Muhammed! Allah Teâlâ sana seni beddua veya lanet et diye göndermediği­ni söylüyor. O seni böyle insanlara merhamet et diye göndermiştir.’ Bu ifadeyle Allah Teâlâ Peygamberine şöyle demiş olur: ‘Onlara yaptığın bedduayı hayır duaya tebdil eyle.’ Bunun ardından Cebrail ‘Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik,’541 ayetini okumuştur. Yani onlara merhamet et diye seni gönderdik. Çünkü dua ettiğinde, bana itaat et­melerini sağlayacaksın. Bana itaat ettiklerini gördüğünde ise gözlerin parıldar ve mutlu olursun. Onlara lanet okuyup beddua edersen ve bedduan kabul edildiğinde, sadece taşkınlıkları ve açık günahları daha da artsın diye cezalandırılmalarını geciktirebilirim. Bütün bunlar, senin onlara beddua etmenden kaynaklanır. Böylece onları cezalandırmamızı sağlayan taşkınlıkta aşırı gitmelerini emretmiş gibi olursun. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Rabbi kendisine böyle bir edep verdiğinde şöyle demiş: ‘Beni Allah Teâlâ terbiye etmiş, ne güzel terbiye etmiştir!’ Artık şöyle dua ederdi: ‘Allah Teâlâ’m! Kavmime hidayet eyle, onlar bilmiyor!’

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bir gece sabaha kadar sadece şu ayeti okuyarak namaz kılmıştır: ‘Onlara azap edersen, onlar senin kulların! Bağışlarsan, Sen Aziz ve Hâkim’sin.’542 Bu ifade Hz. İsa’ya aittir. Allah Teâlâ peygamberle­rini kendisine hatırlatırken Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e şöyle demiştir: ‘Onlar Allah Teâlâ’nın hidayet ettiği kimselerdir, sen onların hidayetine uy!’543 Hz. İsa’nın hidayeti Hz Peygamber’in sabaha kadar geceleyin okumuş olduğu bu ayetti. Bu makam nerede, Ra’l ve Zekvan’a beddua ettiği makam nere­de! ‘Allah Teâlâ bütün günahları bağışlar.’544 Allah Teâlâ burada herhangi bir günah belirlemediği gibi daha önceki ayette de belirli bir aşırılığı zikretmemiştir. Nitekim Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’i gönderirken de belirli bir âlemi ayırmamıştır. ‘O Gafur ve Rahimdir545 Burada kapsam bildiren takı gelmiştir. Bununla birlikte iki diyar da dolacaktır. Öyleyse rahmetin kapsayıcı olması kaçınılmazdı. Allah Teâlâ işler için belirli süreler ve sayılı günler yaratmamış olsaydı, ölümle birlikte gerçekleşen göç ve intikal, ilahi kuralları ihlal etmekten kaynaklanan cezaların tamamlanmasından sonra onlar adına meydana gelecek rahmetin ta kendisi olurdu. Öyley­se onların ilahi sınırları aşmış olmaları, ahiret hayatında cezalandırıl­malarının sebebidir. Bir kısmına da dünya hayatında cezalar uygulanır. Allah Teâlâ’nın yaratıklarından herhangi biri doğduğu gibi mümin olarak ölür. Cezalandırılma iki iman arasında meydana gelen şeye göre ger­çekleşir. Çünkü Allah Teâlâ’nın rahmeti her şeyi kuşatır ve onun içinde rah­met vardır. Bu nedenle baştaki şiirde ‘Kim benim için zuhur ederse, ondan dolayı bâtın olurum’ demiştir. Çünkü bir kimse Allah Teâlâ için zu­hur ederse, O’ndan ayrılır. Ayrılmazsa, kendini ayırmamış olur. Hakk ise onun zuhurunda gizlenmiştir. O halde fark halinde olan, ‘bâtınında rahmet zahirinde azap bulunan surdur.’ İnsanlar bunun farkında değil­dir.

Bu konu hakkında söz uzar gider, alt konuları pek çoktur: Bu ka­dar ikaz, Allah Teâlâ’nın izniyle, ‘kalbi olan kulak veren ve şahit olan kimse546 adına yeterlidir.

‘Allah Teâlâ hakki söyler ve doğru yola ulaştırır.’

DÖRT YÜZ BİRİNCİ BÖLÜM

'Ölünün ve dirinin beni görmeye imkânları yoktur7 Münazelesinin Bilinmesi

Ölü ve diri bir

Benden hiçbir şeye sahip olmamada

Artık ne nur ne karanlık var onlarda Ne gölge ne başka bir şey

Onların bana bakması diye bir şey yok

Varlıklarında onların neşirleri dürülme

O’nun manasını anlamaları ise

İyice incelersen, görürsün ki körlük

Allah Teâlâ şöyle der: ‘Gözler O’nu idrak edemez*47 Hz. Musa’ya ise ‘Beni göremeyeceksin548 buyurdu. Bir şeyi görmek, görenin menzil ve mertebesinin değerine göre gerçekleşir. Öyleyse hiç bir şey kendin­den başkasını görmemiştir. Hal böyle olmasaydı, görmeler derecelenmezdi. Başka bir ifadeyle görmek (görenle değil de) görülenle ilgili olsaydı, görmelerde bir farklılaşma olmazdı. Fakat Hakk görenlerin kendilerini gördüğü bir tecelligah olduğu için, O’nu tecelli etmek ve görünmekle nitelemişlerdir. Fakat gören kişinin Hakkın tecelligahında kendini görmekle meşguliyeti, onu Hakkı görmekten perdelemiştir. Bu nedenle görenin kendi sureti veya herhangi bir varlığın sureti orta­ya çıkmadığında, O’nu görebilir. Öyleyse bizi O’ndan perdeleyen şey, bizzat nefislerimizdir. Buna mukabil kendimiz ortadan kalksak, yine O’nu göremezdik, çünkü O (ilah veya Rab olarak) kalmazdı. Sonra biz ortadan kalkmış olsaydı, O’nu kim görecekti ki? Bununla birlikte biz zail olmayız. O halde biz Hakk’ta kendi nefislerimizi, suretlerimiz, kad­rimizi ve mertebemizi görürüz. Her duruma göre biz, Hakkı görmüş değiliz. Bu konuda sözü uzatarak ‘O’nu gördük’ desek doğru söylemiş oluruz. Aynı şekilde, bir insanı gördüğümüzü söylesek, geçmiş bir in­sanı veya yaşayan ve kendi zamanımızdaki bir insanı gördük derken doğru söylemiş oluruz. Fakat bu durum, bir insan olmaları bakımın­dan doğrudur, yoksa her bir insanın özel şahsiyeti bakımından doğru değildir. Bütün âlem ve âlemdeki cüzîler, Hakkın suretinde olduğu için, biz Hakkı gördüğümüzde, hiç kuşkusuz görmüş ve doğru söyle­miş oluruz. Varlıklar arasındaki ayrıma baktığımızda, doğru söylemiş olmayız. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Deccal’den ve onun ilahlık iddia etmesiyle ilgili bir hadisinde, herhangi birimizin ölmeden önce Rabbini göreme­yeceğini söylemişti. Çünkü gözdeki perde ancak ölümle kalkar. Kulda göz Hakkın hüviyetidir ve senin gözün Hakkın gözü üzerindeki per­dedir. O halde Hakkı gören ve idrak eden, sen değil, Hakkın gözüdür.

Çünkü Allah Teâlâ ‘Gözler O’nu idrak edemez, O gözleri idrak eder, O Latif ve Habir’dir549 buyurur. Kulun gözü olan bir hüviyetten daha latifi yok­tur. Kulun gözü ise Allah Teâlâ’yı idrak edemeyeceği iki gözün ayrıştırılması mümkün değildir. El-Habir ‘zevk’ yoluyla bilgi elde eden demektir. Allah Teâlâ, kulun gözünde kulun gözü olduğunu ‘zevk’ ederek bilendir ki gerçekte de -canlı da olsadurum böyledir. Kuşkusuz Hakkın onlarm gözleri olması itibarıyla, ölü ve diri eşittir. Onlarda ise hiç bir şey yok­tur. Çünkü Allah Teâlâ’ya hiçbir şey yerleşemeyeceği gibi O da hiçbir şeye yerleşmez. ‘O’nun benzeri bir şey yoktur. O duyan ve gör endir.550

Öyleyse her kulak ve göz Hakkın hüviyeti: bu kesin

Bak görebilirsen gör Gördüğünü; sen sayıyı görürsün

Onu itiraf edici ol Her taşkınlık ve doğruda

DORT YÜZ İKİNCİ BÖLÜM

'Kim bana galip gelirse, ona galip gelirim, kime galip gelirsem o bana galip gelir, barışa gitmek en iyisidir' Münazelesinin Bilinmesi

Kim Hakka galip gelirse yorgunluktan kurtulamaz Her nefes yorgunluk içindedir o

Sen barışa yönel, savaşı bırak

Savaşsan bile, Allah Teâlâ’nın hileleri talepte bulunur

Ben sana nasihat ettim, kulak ver sözlerime Helak olanlar harbe kalkışanlar

Sen uzak dur, senin diyetin dönen felekler

Döner dururlar, razı olmadıkları işle, nöbet hücumlarından kork

Ulvi âlem denemek üzere savaşmak amacıyla gelse Sen barışa yönel ve ondan kaç

Ona yönel ve ‘ey emelimin sonu’ de Bilmiyor musun: Bütün izzet gizlenmededir

Allah Teâlâ şöyle der: ‘Onlar barışa yönelirse, onlara kanat aç ve Allah Teâlâ’ya tevekkül et.’551 Bilmelisin ki fikir sahipleri nezdinde şu husus sabit­tir: Allah Teâlâ’nın bazı sıfat ve isimleri ve bu isimlerin mertebeleri vardır. Kul belirli bir tarzda ve -nasla belirlenmiş bir şekildebelirli bir du­rumda onlarla nitelenebilir ve ahlaklanabilir. Kul kendine belirlenen mertebeyi aşarsa, Hakk ile kavgaya tutuşmuş, muduluğunu sağlayacak yakınlıktan kovulmuş olacağı gibi aynı zamanda tardedilmeye müstehak olur. Bir kutsi hadiste ‘Büyüklük benim örtüm, azamet izarımdır, onlardan birisi hakkında benimle kavga yapanı yok ederim’ denilir. Bunun yanı sıra kulun da kendine layık isim ve sıfatları vardır. Bazen Hakk aklın imkânsız sayacağı şekilde söz konusu özelliklerle nite­lenerek kula ortak olur. Akıllar imkânsız saysa bile, şeriadar bunu söy­lemiş, onlara iman etmek zorunlu olmuştur. Allah Teâlâ kulun niteliklerini kendisi hakkında kullanmışken, iman edildiği halde, onları benimse­memek ve inkâr etmek nasıl mümkün olabilir ki? Bunlara inanmayan insan, kâfirdir ve İslam’dan çıkmış demektir; tevile kalkışan kişi de al­danmaya yakındır. Bununla birlikte biz o özelliklerin Allah Teâlâ ile ilişkisini O’nun bildirmesiyle öğrenebiliriz. Öte yandan Allah Teâlâ’nın isimlerinden bizim Allah Teâlâ adına imkânsız saydıklarımızın O’nunla ilişkisini de bile­meyiz; fakat Allah Teâlâ bildirir, biz de O’nun bildirmesiyle bu durumu öğ­reniriz. Öyleyse bütünü, yani bize ve O’na ait olanlar, eşit derecededir.

Allah Teâlâ kendisi adına bir isim belirler ve biz bu ismi O’nun hakkında imkânsız saydığımızda, bu durum ‘Hakka karşı galip gelmek’ diye ifa­de edilmiştir. Bizim adımıza nitelikler belirleyip onlarla nitelendiğinde, bu durum, ‘Hakk’ın galip gelmesi’ diye ifade edilir. Bu hususta barışa yönelmek, bütününü Allah Teâlâ’ya bırakmak ve havale etmektir. O halde Allah Teâlâ bize bu konuda bir şey vermemiştir. Hepsini bize verseydi, nimet yoluyla kabul ederdik.

Bilmelisin ki, tartışmanın ve galip gelmenin iki sebebi vardır: Bi­rincisi ‘imamlık’ demek olan halifelik iken diğeri ilahi surete göre yara­tılmış olmaktır. Halife kendine halife atayanın suretiyle ortaya çıkmış olmalarıdır. Dolayısıyla halife bütün ilahi isim ve sıfatlan ihata etmeli­dir. Bunlar, halifenin üzerinde görevlendirilmiş olduğu âlemin talep ettiği isim ve sıfadardır. Hal bunu gerektirince, Allah Teâlâ ‘şeriat’ dediği bir şeyi kendi katından insanlara indirmiş, söz konusu ilahi isim ve sıfatla­rın bağlamlarını açıklamıştır. Bu nedenle halife, o isimlerle görünmeli ve bu isimlere göre Allah Teâlâ’dan bir ahit almalıdır. Âlemdeki vekilin bütün isimlerle görünebilme hakkı vardır. Vekillerin bir kısmı, ilah bir ahit olmaksızın, kendi başına mertebeyi elde etmiş, yönettiklerine karşı adalede davranmış, bu hususta Allah Teâlâ’ya dayanmıştır. Böylelerinin du­rumu, günümüzde, halife karşısındaki valilere benzer. Bir kısmı gaye­lerine uyan ve uymayan hususlarda ‘duyduk’ ve ‘itaat ettik’ demiştir. Halife karşısında bu insanlar, ilk görevlendirilişlerindeki gibi davranır­lar. Bir kısmı, güzel ahlaka göre hareket etmez veya halka karşı adil davranmaz. Böyle biri, güzel ahlakın sınırlarıyla çatışan, Allah Teâlâ’nın pey­gamberleriyle kavga yaparak Hakkın mertebesine baskın gelmek iste­yen kimsedir. Bunlara misal olarak Hz. Musa’nın karşısında Firavun vb. kimseleri verebiliriz.

Allah Teâlâ mutlak iktidar sahibidir, fakat bir özelliği de, mühlet ver­mek, gücü yettiği halde bağışlamak -ihmal etmedencezalandırmayı ertelemektir. Cezalandırdığında ise aşırıya gitmemek Hakkın özelliği­dir. Dünya hayatı, barış ve sulh zamanı, kaçanları telafi vakti olduğu kadar Allah Teâlâ katında razı olunan işleri yerine getirmek üzere gayret ye­ridir; razı olunan işler, indirilmiş şeriadara uygun hayırlar ve iyilikler diye isimlendirilir. Şu var ki söz konusu imam, Allah Teâlâ tarafından emredilmesi veya tavsiye edilmesi itibarıyla o özelliklerle nitelenmez, fakat örfe göre güzel ahlak olmaları itibarıyla onlarla nitelenir. Allah Teâlâ o mekarim-i ahlakın değerini bildirmiş, onlarla nitelenenleri övmüştür. Nitekim Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem doğum tarihinden söz ederken böyle hüküm­darlardan birisi olan Kisra’ya atıf yapar ve ‘Ben adil bir hükümdarın devrinde doğmuşum’ der. Böylece ona hükümdar demiş, indirilmiş bir şeriata göre hareket etmese bile ‘adil’ diye nitelendirmiştir. Öyleyse adalet, Allah Teâlâ katında gözetilen bir niteliktir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem o insanları ‘hükümdarlar’ diye isimlendirmiş olsa bile Allah Teâlâ açık bir nassla onları halife atamamıştır. Böyle insanlar, perde ardından Hakk’ın vekilleridir. Onlar hükümdarın sahip olması gereken özelliklerle hükümdar olup sahip oldukları özellikleri Hakk’ın peygamberlerin diliyle gönderdiği şeriatlarında zikrettiği yerlerde kullanmadıklarında, tartışmacı ve Hakk’a galip gelmek isteyen kişi diye isimlendirilirler. Ne zaman üstün gelirse, galibiyet ona aittir; ne zaman yenilirse, galibiyet Hakk’a aittir. Böylece savaş, onun lehinde ve aleyhinde kayda geçer. Şiirde zikredilen barış, bir uyma olmaksızın, güzel ahlakın kullanım yerlerinde Hakk’a uymaktır. Bütün bunlar, (Hakk tarafından bir ahit almaksızın) kendi başına hükümdar olanla ilgilidir. Hakk’ın valileri olan peygamberlerde ise salt adalet bulunur. Onlardan (Hakk’a karşı) itiraz veya kavga orta­ya çıkmaz.

Allah Teâlâ’nın kulları arasında uygulanacak hükümleri ve şeriatı tatbik etmek üzere peygamberleri önlerine geçirip vekil ve halife atadığı imamlar da vardır. Bunlar, iki kısma ayrılır: Bir kısmı Hakk’a uyarak adil davranır ve kendileri için belirlenmiş şeriatı aşmazken diğer kısım gönderilen şeriatı kabul etmekle birlikte Hakk’ın onları davet ettiği kullanım yerlerine uymazlar. Bunun yerine Hakk’tan yüz çevirirler. Bu imamlar, (şeriatı Kabul ettikleri için) adil ve (ve gereğine uymadıkları için) zalim olduklarını bilirler. Böyle insanlar, dış görünüş itibarıyla, ‘galip gelen’ ve ‘tartışan’ kimselerdir. Allah Teâlâ ise belki dönerler ve tövbe ederler diye kendilerine mühlet verir. Bu mühlet vaktinde şeriatta be­lirlenmiş hakikate karşı galibiyet onlaraymış gibi görünür. Söz konusu hakikat, Allah Teâlâ’nın halife kıldıklarında görmekle razı olduğu hakikattir. Bazen de şeriattaki Hakk ve hakikat onlara galip gelir. Bu durum, böyle bir yöneticinin karşısına hakka ve doğru yola çağıran bir kavgacının bulunmasıyla gerçekleşir. Böyle birisi zuhur ettiğinde, Hakk kullarına onunla birlikte savaşıp ona karşı yükümlülükleri yerine getirmeyi ve ona yardım etmeyi ve zalimin eliyle cezalandırmayı vacip kılar. İş söy­lediğimiz hal üzere devam eder. Ta ki Allah Teâlâ’nın emri gelir ve gerçek hü-

küm uygulanır, iş tekleşir, rahmet genelleşir, bütün iş daha önce oldu­ğu gibi O’na döner. Artık bazı nispeder ortadan kalkar, bir kısmı ise mahallin, mekânın ve işlerin kendisine döneceği ve kendisinde bulun­duğu yaratılışın özelliğine göre geride kalır. Çünkü zamanın bir hük­mü olduğu gibi mekânın ve halin bir hükmü vardır.

‘Allah Teâlâ doğruyu anlatır ve O ayırıcıların en hayırlısıdır.552 Bu durum­da kavga ve galip gelme ortadan kalkarken barış ve selamet darü’sselam’da sonsuza kadar devam eder. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

Halife kimdir: imameti Hakk’ın suretinden kaynaklanan kişi İlahi isimler de destekler onu

Delilleri arzuya dayanan değildir halife Bütün arzular ve heva ona yönelir

Mana bakımından öncelik onun

Hakk ona yardım etmez şeriat desteklemez

Hakk iddia eder, kılıçlar destekler onu

Böyle biri yalancıyken Hakk’ın yıldızı gözetler onu

DÖRT YÜZ ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

'Kullarıma karşı delilim yok/onlardan birine 'niçin yaptın?' desem, bana mutlaka 'sen yaptın der?' Münazelesinin Bilinmesi

Allah Teâlâ söyler, fakat hiç kuşkusuz, ezeli bilgi vardır ve bilgide bir değişme söz konusu değildir.

Ben Hakk olunca, söz benim sözüm Olmazsam, söz tartışmacının sözü

Açıfe delil her yerde benim Yakında ve uzakta ortaya çıkar

Gece sohbetine beni çağırdığında

Sohbeti arzuladığım için yataktan uzaklaştım

Bize ‘Hoş geldin, sohbet arkadaşı’ dedi

Her şeyi toplayıcı ve denklerden uzaklaşmış kişi

Dedim ki ‘Sen olmasaydın toplayamazdım ben’

Hakkı ve halkı! Sonra gözlerim yaşla doldu

‘Ağlıyorsun’ sen dedi, dedim ‘haz yaşlarıdır onlar’

‘Senin sözlerin kulaklarımı doldurunca akarlar’

Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah Teâlâ sizi ve amellerinizi yar atmıştır.553 Bil­melisin ki, kerîm, kendisine ait hakkı bırakıp istenilmeden yapması ge­rekeni cömerdiğinin gereğiyle yerine getiren demektir. Bazen mahrum bırakır ve kendisinden talepte bulunulur. Bu sayede o hususta aracının kendi katındaki değeri ve isteğine icabet etmekle kişiye yönelik cömert­liği ortaya çıkar.

Allah Teâlâ’nın kulları İlciye ayrılır: Bir kısmı şeytanın üzerinde otoritesi­nin bulunmadığı kullardır. Böyle kullar ‘ihtisas’ kullarıdır. Onlar sade­ce Allah Teâlâ vasıtasıyla konuşan ve Allah Teâlâ’yı duyan kimselerdir. Buna göre kesin delil, ona değil, Allah Teâlâ’ya aittir. ‘De ki kesin delil Allah Teâlâ’ya aittir.’554 Kulların bir kısmı, Allah Teâlâ’dan aktarır ve O’ndan duyar. Bu kullar kesin delil sahipleridir, çünkü Allah Teâlâ ‘O arzusundan konuşmaz, onun konuştuk-, ları vahiydir555 buyurur. Allah Teâlâ isteyen ve icabet edendir. Kulların gene­li ise Allah Teâlâ’nın peygamberine haklarında şöyle dediği kimselerdir: ‘Kul­larım sana beni sorduklarında, Ben onlara yakınım, dua edenin duasına karşılık veririm.’556 Burada Allah Teâlâ herhangi birini ayırmadan bütün kul­ları kendisine izafe etmiştir. Başka bir ayette ise ‘Ey kendilerine zulme­den kullarım!’557 der. Burada da aşırı gitmede kayıtsız olmalarına rağ­men Allah Teâlâ onları kendisine izafe etmiş, onlara rahmetinden umut kes­meyi yasaklamıştır. Bu ve benzeri ifadeler, İblis’in de Allah Teâlâ’nın ihsanın­dan kaynaklanan rahmetine tamah etmesine yol açmıştır. O’nun rah­metinden umut kesmiş olsaydı, günahlarına günah katılacaktı. Allah Teâlâ onun aşırılığı hakkında bizi yoksullukla korkutmasını zikreder. İblis bize taşkınlığı emrederken Allah Teâlâ onun bizi korkuttuğu fakirliğe karşı ihsanını lütfeder. Şeytan böyle yapmakla memurdur, çünkü Allah Teâlâ ona ‘Onlara vaatte bulun558 diye emretmiştir. İblis, kendisinden aktarmış olduğu üzere, bu emrinde Allah Teâlâ’yı tasdik ederken kuşkuyla O’nun em­rine bağlanır. Bu emir ‘Onlara vaatte bulun559 ayetinde belirtilir. Allah Teâlâ ise taşkınlığın karşısına mağfiretini yerleştirmiştir. Taşkınlığı emretmek bir taşkınlıktır. İblis, Hakk’ın mağfiret vaadinin altına girmiş ve bu da onun tamahını artırmıştır. Bununla birlikte onun yeri cehennemdir, çünkü İblis cehennem ehlindendir. Ateş ehlinden olup da kendisine uyanların günahları onun üzerine yüklünse bile, İblis ancak belli bir süre sonra sona erecek şeyleri yüklenmiş olur. Hâlbuki Allah Teâlâ’nın ihsanı kesilmez, çünkü o ihsan, uygun karşılığın dışındadır. Allah Teâlâ’nın rahmeti herhangi bir mahalle özgü olmadığı kadar herhangi bir yere özgü de değildir. O her şeyi kuşatmıştır. Öyleyse rahmet diyarı, varlık diyarı demektir.

Zikredilen bu kulları Allah Teâlâ kendisine izafeyle zikretmiştir ve O’na izafe edilmek şereftir. Böylece Allah Teâlâ, rahmetinden umut kesmeyi ya­saklamış olduğu ‘haddi aşan kullar’ ile şeytanın otoritesinin nüfuz et­mediği kullan kendisine izafede birleştirmiştir. Allah Teâlâ söz konusu kulla­rını -herhangi bir vakit belirlemeksizinbütün günahları bağışlamakla müjdelemiştir. Bu nedenle bazı kullar için mağfiret öne geçerken bazı kullar için sonra gelir.

Sadece kul var ve O kulun Rabbi

Sadece rahim ve rahîm (merhamet edilen) var

‘Rahîm’ merhamet edilen demektir. Bu ifade katil, cerîh ve tarîd gibi ism-i meful kalıbındadır. ‘Allah Teâlâ’nın kelimelerinde değişme yoktur.’560 Bunlar âlemin cevherleridir. Değiştirme onlardan değil, Allah Teâlâ’dan kay­naklanır. ‘Bir ayeti neshetsek veya unuttursak, daha hayırlısını veya benze­rini getiririz561 Bir ökumada ise biz onu unutursak şeklinde gelmiştir. ‘Onlar günahlarını Allah Teâlâ’nın iyiliğe çevirdiği kimselerdir.’562, ‘Kim Allah Teâlâ’nın nimetini değiştirirse...’563 Kastedilen nimet, daha önce'Allah Teâlâ’nın müjde­lemiş olduğu mağfiretin herkesi kapsamasıdır. ‘Kendisine geldikten son­ra...’564 ‘Den sonra’ şart olsa bile, içinde istifham kokusu vardır. Cevap­ta şöyle der: ‘Allah Teâlâ cezası şiddetli olandır.’565 Hâlbuki Allah Teâlâ nimetini de­ğiştireni cezalandıracaktır dememiştir. Allah Teâlâ gerçekte Şedidü’l-ikab’dır, yani cezalandırırken şiddetle cezalandırır. Öyleyse ‘Allah Teâlâ’nın nimetini kendisine geldikten sonra değiştiren566 ayetini takdir edecek yoktur. Ni­meti değiştiren kişi, vaktin ihtiyacına göre daha hayırlı bir şeyle Allah Teâlâ’nın nimetini değiştirir, çünkü hüküm vakte aittir. Veya benzeri bir nimet ile değiştirir. Nesih tebdil demektir, ortadan kaldırmak demek değildir. Sonra şöyle der: ‘Ben kulumun benim hakkımdaki zamanda­yım. Benim hakkımda iyi zanda bulunsun.’ Her kim Allah Teâlâ’ya karşı iyi zanda bulunmazsa, emrine karşı çıkmış ve Rabbini bilmemiş demektir. İblis’ten daha bedbaht birisi olabilir mi? Bununla birlikte Allah Teâlâ onun (kendisine uyan) kâfirden uzaklaşacağını söylemiş, onu âlemlerin Rab­bi Allah Teâlâ’dan korkmak özelliğiyle nitelemiştir. Bir ayette ‘Allah Teâlâ’dan ancak âlim kullan korkar567 buyrulur. Sonra ayet ‘Allah Teâlâ Aziz ve Gajur’dur’56* diye tamamlanır. Yani Allah Teâlâ, kendisiyle kulları hakkındaki genel mağfi­retinin arasına perde teşkil edecek bir şeyden etkilenmekten münezzeh­tir. Ayetteki isimler, mağfiret ve bağışlamanın genelliğini bildirmek üzere, mübalağa kipinde gelmiştir. Bu mağfiret, farklı tabakalarına gö­re günahkârlar için mutlak bir umuttur. Kendisine geldikten sonra ni­meti değiştiren hakkında söylediği Şedidü’l-ikab olması ise bu nitelik­teki birisine ‘ikab’ ile süratle ulaşması demektir. Ona ulaşarak değiştir­diği işte değiştirmenin -ona değilAllah Teâlâ’ya ait olduğunu bildirir. Böyle­ce ona ‘Her şeyin melekûtunun O’nun elinde olduğunu569 bildirir’. Çünkü Allah Teâlâ burada ‘ikab’ kelimesine acı sıfatını (elim) bitiştirmemiştir. Elem ve acı ikaba ve azaba bitiştirilmediğinde, acı veren işin kendisinde, ke­limenin başka bir şekilde yorumlanma ihtimali vardır. Çünkü sadece elemden korkulurken bilhassa haz arzu edilir. Elem ve hazzı kabul edenin kendisinde bulunduğu doğanın gereği budur.

Allah Teâlâ Kuran’da kullarına sayısız deliller vermiştir ki bunlar, Allah Teâlâ’nın kullarına öğretişinin bir yönüdür. Bedbahtlık bedbahtın kendi aslından kaynaklanmış olsaydı, Allah Teâlâ kullarına rahmeti böyle açmaz ve zikrettiği delilleri serdetmezdi. Bu durum ‘Allah Teâlâ sana bilmediğini öğretti,

O’nun senin üzerindeki ihsanı büyüktür570 ayetinde belirtilir. İlahi ihsan ancak günahkâr ve müsrifler hakkında büyük olabilir. İhsan sahipleri hakkında ise ‘İhsan sahipleri üzerinde bir yol yoktur571 denilir. Çünkü ilahi ihsan onlara doğrudan ve sebepsiz gelmiş, bu sayede de onlar ‘muhsin’ yani ihsan sahibi (Allah Teâlâ’yı görür gibi ibadet eden) olmuşlardır. Bu nedenle ilahi lütuf ve inayet, ihsan sahibi olmayanlarda kalmıştır. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

DÖRT YÜZ DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

'Yönettiklerinin işini zorlaştıran kimse, kendi devletini yok etmek üzere çalışmış demektir, onlara yumuşaklık gösteren, hükümdar olarak kalır, kölesini öldüren efendi efendiliğini öldürmüş demektir, bunun istisnası benim' Münazelesinin Bilinmesi

Tamlama ve izafet bizi ve O’nu baki kılar O’nun bizdeki hikmeti böyle işte

Kullar/kölelik olmasaydı, efendilik olmazdı Kulları yöneten olmasa onlar mevali olmazdı

Kalıcılığım hakkında inandığımı söyledi Dirilişte, nasıl idiysek öyle var edecek bizi

Hakk bir şeyi yok ederse izale eder

Bizi idare eden içindeyken nasıl yok eder ki?

Onun varlığıyla Allah Teâlâ Yaratan’dır

Yoksa ne kendiliğinde bir eseri olur ne bizim Yaratıcımız

Allah Teâlâ şöyle der: ‘Hamd âlemlerin rabbi Allah Teâlâ’ya aittir.’572 Hâl­buki burada kendisinin rabbi dememiştir, çünkü bir şey, kendisine iza­fe edilemez. Bu ifade, Allah Teâlâ’nın suretinde yaratmış olduğu kullarına dö­nük ilahi bir tavsiyedir. Allah Teâlâ onların arasından dilediklerine büyük imamlığı vermiştir. Bu imamlık, dünya ve içindeki olanlarla ilgilidir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Hepiniz çobansınız, güttüklerinizden sorumlusunuz’ buyurur. Çobanlığın en yücesi büyük imamlık iken en aşağısı insanın organlarından sorumlu olmasıdır. İkisinin arasında ailesi, çocukları, öğrencileri ve köleleri üzerinde imam olanlar gelir. Her insan ilahi su­rete göre yaratılmıştır ve bu nedenle imamlık bütün insanlarda bulu­nur. İmam olmak bakımından hepsinin hükmü birdir. Yönettiği mülk ise daha önce söylediğimiz üzere genişler veya daralır. Öyleyse imam, yönettiklerinin hallerini her nefes kontrol edebilendir. Böyle bir imam, Allah Teâlâ’nın kendisini üzerlerine vali yaptığı ve başlarına geçirdiği kimsele­rin değerini bilen biridir. Bütün bunlarla da Allah Teâlâ’nın kendisinin üze­rinde gözeten olduğunu öğrenir. O Allah Teâlâ ki kendisini halife atamış, sonra da bir konuya dikkatini çekmiştir; insan Allah Teâlâ’dan öğrenirse, bu meseleyi anlar. Şöyle ki: Efendi yönettiklerine karşı eksiklik yaptığın­da, hiç kuşkusuz, eksiklik ölçüşünce efendiliği de eksilmiş ve kendini görevden azletmiş olur. Mesela kölesini azat eden kişi, köleden azat ettiğini azat etmiş sayılırken kölede azat edilen kısmın dışında kölelik sürer. İmam (devlet başkanı) oyun ve eğlencesiyle meşgul olup halkı­nın haz ve eğlencelerine katılarak bakmakla yükümlü olduklarının işle­rine bakmaz ve yönettiği insanların halleriyle ilgilenmezse, hiç kuşku­suz, bu davranışıyla kendini azletmiş olduğu gibi hükümdarlık merte­besi de onu dışlamış demektir. Böyle bir insanın üzerinde sorumluluk ve vebal kalacağı gibi başkanlık ve efendiliği de yitirir. Allah Teâlâ onu efendiliğin iyiliklerinden mahrum bırakır. O da pişmanlığın fayda vermediği yerde pişman olur. Çünkü bu konuda sorguya çekilmese ve kendi haline bırakılmış olsaydı yine de sorun olurdu. Bunun istisnası Allah Teâlâ’dır, çünkü Allah Teâlâ’nın mülkünden hiçbir şey eksilmez. Allah Teâlâ’nın bir kulu ölüp berzah âlemine göçerse, bu kez Allah Teâlâ’nın orada ölen kişi üze­rindeki efendiliği sürer. Hâlbuki bir insanın kölesi öldüğünde, efendi­liği ortadan kalkar. Rububiyette bizimle Allah Teâlâ’nın arasında böyle bir

fark vardır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Allah Teâlâ bütün işlerde yumuşaklığı sever’ t A • .

buyurur. Alim olan insan, yumuşaklığı, yumuşak davrananı ve yumu­şak davranılanı bilen kimsedir. Her insan yumuşak davranan ve yumu­şak davranılandır. Her insan bir açıdan köle bir açıdan sahip ve efendi­dir. ‘Allah Teâlâ bir kısmınızı diğerlerinden üstün yapmıştır.’573 Bu sayede insan­lar birbirlerini hizmetçi edinir. Allah Teâlâ ise ‘Dereceleri yükseltendir.’57* Biz O’na ait olduğumuz gibi O da bize aittir. Biz O’na ait olduğumuz gibi aynı zamanda kendimize de aidiz. Biz O’na ve kendimize aidiz. O ise kendine değilbize aittir.  ^

Bu bölümde ilahi bilginin bilinenlere veya kudretin güç yetirilenlere, iradenin irade edilenlere izafesinden daha çetin bir bahis yoktur. Buradaki güçlük, ilişmedeki hadisliktir. Başka bir ifadeyle Kadir, Alim ve Mürid olması bakımından her sıfatın konusuna ilişmesindeki hadislik bu güçlüğü ortaya çıkartan nedendir. Çünkü bilineler, güç yetirenler ve irade edilenler, nihayetsiz şeylerdir. Allah Teâlâ da' sonsuz olmaları iti­barıyla onları bilgisiyle ihata eder. Durum işaret ettiğimiz gibidir. Kelamcılar bu durumu öğrenince, ‘istirsal’ görüşünü dile getirmişlerdir. Başka bir kelamcı, ilişmenin yenilendiği görüşünü ileri sürmüştür. Allah Teâlâ bu makamda ‘Ta ki, bilelim...’575 demiştir. Bazı eski âlimler ise ilahi bilginin tafsilata ilişmeyeceğini ileri sürmüştür (Allah Teâlâ cüzileri bilmez görüşü). Bunun nedeni, bu alandaki sonsuzluk kadar sonsuzun varlığa girmeyişidir. Onlara göre Allah Teâlâ tafsilatı ‘tafsilat’ olması itibarıy­la tam ve belirli bir şeyde değil, bir durumda tafsilat olarak bilir. Bu konuda akıllar, fakir gücündeki çelişkiler nedeniyle, çelişkiye düşmüş­lerdir.

Bize göre bu meselede sorunu çözebilecek olanlar, keşif, vecd ve ilham ehlidir. Onlara göre bilgi, bilen ile bilinenler arasındaki bir nis­pettir (bağ). Bu yorumda sadece Hakkın zatı -ki O’nun varlığıdırvar­dır ve O’nun varlığının başlangıcı ve sonu yoktur ki, bir ucu olabilsin! Bilinenler ise O’nun varlığının iliştiği ve taalluk ettiği şeylerdir. Böyle­ce Allah Teâlâ’nın bilgisi varlık itibarıyla sonsuz olan şeylere, yani sonsuz sa­yıdaki bilinenlere, güç yetirilenlere ve irade edilenlere ilişmiştir. Bu konuyu düşünmelisin! Çünkü bu konu ince bir bahistir:

Allah Teâlâ varlığın kendisidir ve O varlığa girip sonlu olmakla nitelenemez. Çünkü varlığa giren her şey sonludur. Allah Teâlâ varlığın ta kendisidir, yoksa varlığa giren bir şey değildir! Çünkü O’nun varlığı mahiyeti demektir. Hakkın dışındakilerin bir kısmı varlığa girer ve var-

lığa girmekle sonlanır; bir kısmı varlığa girmez, dolayısıyla sonlu ol­makla nitelenmez.

Dikkatini çektiğim husus iyi öğrenmelisin! Çünkü başka bir yerde bu bahsi bulamazsın. Güç yetirilenler (makdurât) ve irade edilenler bu ölçüye göre değerlendirilir.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

DÖRT YÜZ BEŞİNCİ BÖLÜM

'Kalbini benim evim yapıp onu başkalarından boşaltana ne vereceğimi kimse bilemez; kalbi Beyt-i mamur'a benzetmesinler, çünkü orası -benim değilmeleklerimin evidir ve bu nedenle dostum orada kalmadı' Münazelesinin Bilinmesi

Kalp senin evin benim değil! Mamur kıl onu

Senin zikrettiğin bir şeyi zikretmiyorum ben                                       .

Kendimi zikretmem bir perde iken Senin beni zikretmen başka!

Senin beni zikretmen en büyük mutluluk

Ben Seni zikredersem, zikir Senden bize ait Sen bizim zikrettiğimiz bir şeyi zıkretmezsin

Halil’in meskeni Beyt’in zahiri Kalbinden dolayı, sürekli tabi olursun

Ona yerleşmez ve onu imar etmez                                    

Hamd o Allah Teâlâ’ya ki O’nu ifade etmez O, benim kalbimde onu tasvir eder

Allah Teâlâ bizi ve seni Ruhu’l-kuds ile desteklesin, bilmelisin ki, Allah Teâlâ’nın rahmeti her şeyi kuşatmıştır. O’nun rahmetinin bir yönü, kulu-

nun kalbini rahmetle yaratmış ve onu rahmetinden daha geniş yapmış olmasıdır. Çünkü müminin kalbi Hakkı sığdırır. Nitekim Allah Teâlâ şöyle der: ‘Beni yerin ve göğüm sığdıramadı, mümin kulumun kalbi sığdır­dı.’ Allah Teâlâ’nın rahmeti genişliğine rağmen Allah Teâlâ’ya taalluk edememiş veya O’nu sığdıramamıştır. Çünkü rahmet Allah Teâlâ’dan olsa bile O’na dönmez. Hâlbuki Allah Teâlâ kulunun kalbinin O’nu sığdırmasını imkânsız sayma­mıştır. Çünkü (insandaki parçalar içinde) Allah Teâlâ’dan öğrenen ve (haki­kati) Allah Teâlâ’dan anlayan kalptir. Allah Teâlâ kalbe kendisini bilmeyi emreder­ken, ona ancak yapabileceği bir işi emretmiştir. Böylece Hakk kulun kalbinde bilinen ve akledilen olur. Hâlbuki Allah Teâlâ merhamet edilen diye nitelenemez. Bu durum yaratıklarının rahmetinin O’na ulaşamayacağı­nı gösterir. Buna mukabil kalplerdeki takva O’na ulaşır. Nitekim Allah Teâlâ ‘Fakat sizden olan takva Allah Teâlâ’ya ulaşır576 buyurur. Başka bir ayette Allah Teâlâ’nın şiarları kastedilerek -ki onlar bir tür Allah Teâlâ’yı bilmedir‘onlar kalp­lerin takvasındandır577 denilir. Başka bir ayette ‘Onların kendileriyle aklettikleri kalpleri yok mu?’57S denilir. Allah Teâlâ’nın kalpleri akledici diye ya­ratmış olmasının nedeni, kulun onun vasıtasıyla ilahi hitabı anlayabil­mesidir. Allah Teâlâ’nın kula hitap ettiği hususlardan birisi, rahmeti her şeyi kuşatırken kulun kalbinin O’nu kuşattığıdır. Şu var ki burada işaret etmekle yetinip açıklamayacağım bir sır vardır, şöyle ki: Allah Teâlâ bilinme­yi sevdiğini söylemiştir. Sevginin gereği ise tanınan olmaktır. Bu mak­satla Allah Teâlâ âlemi yaratmış, onlara tanınmış, onlar da kendisini bilmiş­tir. Öyleyse yaratılmışlar O’nu kendi düşünceleriyle değil, O’nun ken­disini tanıtmasıyla tanımışlardır. Bu durum ‘kalbi olan veya kulak veren ve şahit olan kimse için işarettir.’579

Muhabbet, zevk bilgisiyken bizde olan ise sevendir. Seven herkes sevginin gerektirdiği şeyi bilir. Buradan rahmetin genelliği öğrenilir. Başka bir hadis, Allah Teâlâ’nın gazabının kulun O’nu gazaba getirmesinden kaynaklandığını belirtir. Öte yandan Allah Teâlâ’nın tercümanı olan peygam­berlerin yaratıklar kıyamette kendilerinden şefaat istediklerinde şöyle diyecekleri aktarılmıştır: ‘Allah Teâlâ bugün daha önce hiç kızmadığı ve bir daha kızmayacağı şekilde gazaba gelmiştir.’ Bu gazap intikamla orta­dan kalkar. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Sadaka Rabbin gazabını söndürür’ der. Allah Teâlâ kula sadaka verme imkânı ihsan edendir. Bu durumda kuluna vermeyi nasip ettiği sadakayla gazabını söndüren bizzat Allah Teâlâ’dır. Böy­le ifadeler çoktur. Fakat Allah Teâlâ’nın kulları nezdinde bu kadarı da O’ndan (olmak üzere yeterlidir). Biz bir ekleme yapmak istemiyoruz, çünkü biz O’nu kendisinin bildirmesiyle tanıdık. Bu da -yaratılmışın düşünce­sinden değilO’nun bildirmesiyle meydana gelen bilgidir.

Allah Teâlâ kulun kalbini evi edinmiştir, çünkü orayı kendisi hakkındaki marifetin mahalli yapmıştır. Kalp -nazarî bilginin değilirfanı bilginin yeridir. Allah Teâlâ kalbi koruyarak başkasının yerleştiği bir yer olmaktan sakınmıştır. Kul (farklı özellikleri) kendinde toplayan varlıktır (kevn-i cami). Bu nedenle Hakk’ın o kul için farklı surerierde, başka bir ifadey­le her bir şeyin suretinde tecelli etmesi gerekir; çünkü kul her şeyi bi­lebilecek (kalbe) sahiptir. Eşyayı bilmenin yeri ise kalpten başkası de­ğildir. Allah Teâlâ, kulun kalbinin Rabbinden başkasının gireceği bir yer ol­masını kıskanır ve bunun için kendisinin her şeyin sureti ve her şeyin aynı olduğunu öğretir. Böylece kulun kalbi de her şeyi kuşatır, çünkü her şey, Hakk’tır. Kalp bu durumda Hakk’ı sığdırmış demektir. Binae­naleyh herkim hakikati bakımından Hakk’ı bilirse, hiç kuşkusuz, her şeyi öğrenmiş demektir. Hâlbuki herhangi bir şeyi bilen Hakk’ı bilmiş sayılmaz. Hatta kul, bildiğini zannettiği şeyi bilmiyordur, çünkü onu bilseydi, onun Hakk olduğunu bilirdi. Bir şeyin Hakk olduğunu bilme­yince, kulun o şeyi bilmediğini söyledik. Allah Teâlâ (kendini sığdıran kalp­ten söz ederken) ‘müminin kalbi’ demiş, müminden başkasını zikretmemiştir. Çünkü Allah Teâlâ’yı bilmek, O’nun bildirmesiyle gerçekleşebilir. Teorik/nazarî düşünceyle Allah Teâlâ bilinemeyeceği gibi O’nun öğretişini müminden başkası da kabul edemez. Çünkü mümin olmayan kişi, ge­nel itibarıyla, Allah Teâlâ’nın bildirmesini kabul etmez. Böyle bir insan, söz gelişi, Hakka dair verilen bilgiyi imkânsız sayabilir. Bu bağlamda ‘im­kânsız sayanlar’ kısımlara ayrılır: Bir kısmı peygamberleri suçlayarak onların hayal gücünün otoritesi altında bulunduklarını ileri sürer. Bu kısım, Allah Teâlâ’nın kendilerini saptırıp hidayet karşısında körleştirdiği ve en çok zarara uğrayanlardır. Onlar hidayet yolunda kör olanlardır. Hakikati bilselerdi durumun böyle olduğunu da anlarlardı. Onlar, bil­gisizlik ile dinden çıkmayı bir araya getirmiş, bu nedenle de mutluluk­tan nasipleri yoktur. Allah Teâlâ hakkında böyle bir bilgiyi imkânsız sayan başka bir grup şöyle der: ‘Peygamberler Allah Teâlâ’yı en iyi bilenlerdir. Bu­nunla birlikte onlar sözlerinde işin kendinde olduğu durumu ifade et­mek yerine insanların anlayış seviyelerine inmişlerdir. Çünkü gerçeği olduğu durumda ifade imkânsızdır.’ Bu insanlar, kendisine ve pey­gamberlerine nispet ettiği hususlarda Allah Teâlâ’yı ve peygamberi tekzip et­miş, bunu yaparken nazik ifadeler kullanmış kimselerdir. Bu duruma şöyle bir misal verebiliriz: însan saygı gösterdiği birinin dinleyenin onun söylediği durumda olmadığmı zannedeceği konuşmalar yaptığını görür. Bu kişi ona ‘yalan söyledin’ demez, sadece ‘efendim doğru söy­lüyor, gerçek öyle değildir; gerçek efendimin şu şekilde söylediğidir’ der. Gerçekte bu kişi onu yalanlar ve nazik bir ifadeyle onu cahil ilan eder. İşte tevile kalkanların davranışı böyledir.

Bir kısmı, peygamberin ifade ederken insanların seviyesine indiği­ni söylemek yerine, şöyle der: ‘Bu sözle kastedilen, sıradan insanların anladığı değil, şu ve şudur.’ Burada zikrettikleri yorum, peygamberin vahyini kendisiyle getirdiği dilde mevcuttur. Bu insanlar, hal itibarıyla^ önce zikredilenlere benzer. Bununla birlikte onlar bu konuda kendi görüşleriyle Allah Teâlâ’ya hüküm dayatırlar ve ‘dilden anlaşılan budur’ (diye) kesin hüküm verirler. Hâlbuki aşnı dilin mensuplarının inandığı anlam söylediklerinden başkadır. Bu durumda gerçek anlamın her iki yoru­mun birden olması imkânsız sayılamaz. Söz konusu tevilciler, Allah Teâlâ’nın kendisine dair vermediği bir hükmü vermiş olmakla yanılmışlardır. Onlar, sadece akıllarını kendisine bağlayıp sınırladıkları ve daralttıkları bir ilaha ibadet etmişlerdir.

Bir kısmı şöyle der: ‘Geldiği haliyle vahiydeki lafızlara iman ede­riz, fakat anlamını bilmeyiz.’ (Bu insanlar gerçekte şunu demiş olur): Biz lafza iman ederken vahyi duymamış kimseler gibi oluruz ve aklın bize verdiği delile göre sözün zahirinden anlaşılan anlamı imkânsız saymaya devam ederiz. Demek ki bu insanlar da nazik bir üslupla Allah Teâlâ’ya hüküm dayatmaktadır. Başka bir ifadeyle onların davranışı, nazik bir ifadeyle, Allah Teâlâ’ya karşı çıkmak demektir. Çünkü onlar, kendilerini ilahi hitabı duymayanlar gibi kabul etmektedirler. Başka bir grup ‘(vahyin) lafzına Allah Teâlâ’nın ve peygamberin lafız hakkmdaki bilgisine gö­re iman ederiz’ derler. Bunlar, Allah Teâlâ bize abes sözle hitap etmiş diyen­lerdir, çünkü (onların anlayışına göre) Allah Teâlâ bize anlamadığımız bir şekilde hitap etmiştir. Hâlbuki Allah Teâlâ şöyle buyurur ‘Biz gönderdiğimiz her peygamberi kavminin diliyle gönderdik ki, onlara açıklasın.’580 Vakıa da böyledir. Allah Teâlâ’nın da buyurduğu üzere, peygamber bize ge­len vahyi bize açıklamıştır. Fakat söz konusu tevilciler, müslüman ol­malarına rağmen, peygamberin sözlerinin bir beyan olduğunu kabule yanaşmamaktadır.

Üçüncü durum şudur: Onlar Allah Teâlâ’nın basiret gözlerinden bilgisiz­lik perdesini kaldırıp nefislerindeki ve ufuklardaki ayederi gösterdiği kimselerdir. Bu sayede (görülen her şeyin gerçekte) Hakk olduğunu, başkası olmadığını görürler. Onlar Hakk’a iman ederler. Daha doğru bir ifadeyle her yönden ve her surette Hakk’ı bilirler ve her şeyi ihata ettiğini öğrenirler. Dolayısıyla arif her şeyi Hakk’ta görür. Bu yönüyle Hakk her şeyi ihata eden bir zarftır. Nasıl böyle olmasın ki? Allah Teâlâ edDehr ismiyle buna dikkat çekmiş, O’nun dışındaki her şey bu Dehr’e dâhil olmuştur. Her kim bir şeyi görürse, onu Hakta görmüştür. Bu nedenle Hz. Ebu Bekir ‘Gördüğüm her şeyden önce Allah Teâlâ’yı gördüm’ demiştir. Çünkü o şey Hakk’a girene kadar onu görmemiştir ve bu durumda zorunlu olarak o şeyden önce Hakk’ı görür. Çünkü o şeyin Hakk’tan ortaya çıkışını görmüştür. Öyleyse Hakk, bütün varlıkların evi­dir, çünkü O, varlık demektir. Kulun kalbiyse Hakk’ın evidir, çünkü kalp Hakk’ı sığdırmıştır. Fakat söz konusu olan müminin kalbidir, başkasının değil!

Kim Hakkın eviyse Hakk da onun evidir

Hakkın varlığı, var olanların aynı

Müminin böyle bir genişliğe sahip olması, âlemin ve Hakkın sure­tinde yaratılmış olmasından kaynaklanır. Buna mukabil âlemdeki her­hangi bir parça Hakkın suretinde değildir. Bu nedenle Hakk müminin kalbini kendini sığdırabilecek kadar geniş olmakla nitelemiştir. Ebu Yezid el-Bestami arifin kalbinin genişliğinden söz ederken şöyle der: ‘Arş’, yani Allah Teâlâ’nın mülkü ve içermiş olduğu bütün cüzîler ve onların cevherleri, ‘yüz bin katıyla birlikte’ -ki burada sınırlama değil sadece sonsuzluğu ve ulaşılamazlığı bildirmemek için böyle bir ifade kullana­rak varlığa girenleri kastetmektedir‘arifin kalbinde bulunsaydı, arif onları fark edemezdi.’ Çünkü kalp kadimi sığdırırken hadisi (zamanda yaratılmış) nasıl mevcut olarak hissedebilir ki?’ Ebu Yezid’in ifadesi, dinleyenlerin anlayışı ölçüsünde, kalbin genişliğini anlatan bir ifadedir. Gerçekte şöyle demek gerekir: ‘Arifin kalbi Hakkı sığdırdığı için her şeyi de sığdırır.’ Çünkü Hakkın dışında hiçbir şey yoktur. Dolayısıyla var olan her şeyin sureti arifin kalbinde, yani Hakkı sığdıran kulun kalbindedir.

Arifin kalbi her suretin heyulası Her suret içifı bir heyula sanki kalp

Sen şunun ve bunun arasında

Hakk seni orada suru Olarak yerleştirmiş

Ebu Yezid’inkine benzer bir cümle Cüneyd-i Bağdadî tarafından söylenmiştir. Cüneyd ‘hâdis olan kadime bitiştiğinde geride izi kalmaz’ demiştir. Bununla birlikte Cüneyd’in cümlesi, Ebu Yezid’inkinden da­ha yetkindir. Çünkü hadisi kadime bitiştirdiğinde, iz ve eser hadise değil, kadime ait olur. Bu karşılaşmayla kendinde gerçek ortaya çıkar ki, o da bizim söylediğimizdir (eserin kadim’e ait olması). Çünkü ese­rin ve izin bilinmemesi mümkün değildir. Kadim ile karşılaşmazdan önce eser hadise nispet edilirken hadis kadimle karşılaştığında kadimde görülür. Buna mukabil hâdis, eserin kendisi olarak görülmüştür. Bu nedenle Cüneyd söylediğini söylemiştir.

Bu açıklamadan sonra Hz. İbrahim’in bu mesabede olduğundan kuşku duymayız. O ve bütün peygamberler, Hakk’ı sığdırmış kimse­lerdir. Allah Teâlâ onun sırtını Beyt-i Mamur’a dayandırmış, fakat oraya girmemiştir. Çünkü oraya girmiş olsaydı Beyt-i Mamur, Hakk’ı sığ­dırmış demek olurdu. Başka bir ifadeyle Hakk’ı sığdıran birini sığdır­mış olacağı için (dolaylı olarak) Hakk’ı da sığdırmış olurdu. Bu yo­rum, gerçek bir değil, işarî bir yorumdur. Çünkü Hz. İbrahim’in be­deni hiç kuşkusuz duvarlarla sınırlanmıştır. Burada onun ölümle birlik­te intikal ettiği berzahtaki suretini kastediyoruz.

Şiirde geçen ‘Onu kendimden boşaltırım’ ifadesine gelirsek, kaste­dilen, Kuran-ı Kerim’i okuyan hakkında Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in söylediği sözdür. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem kutsi bir hadiste Rabbinden şöyle aktarır: ‘Be­ni zikretmenin kendisini benden bir şey istemekten alıkoyan kimseye istediğinden daha iyisini vereceğim.’ Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Kuş­kusuz biz zikri indirdik.’581 Kastedilen Kuran’dır.. Başka bir ayette ise ‘Zikir ehline sorunuz582 denilir. Kastedilen yine Kuran ehlidir, çünkü Allah Teâlâ ‘Kitapta hiçbir şeyi ihmal etmedik5*3 buyurur. Kuran, her şeyi top­layan kitap demektir. Kim başkanın varlığına inanırsa, kalbini Hakk için boşaltması gerekir.

insanlar derece derecedir, çünkü Allah Teâlâ âlemin bir kısmını öteki­lerden üstün kılmıştır. Derecelendirmenin en faziletlisi, Allah Teâlâ’yı bilmek hususundaki derecelenmedir. Bakınız! Allah Teâlâ insana kendisine ait olan el-Ahir isminin menzilini vermişken kendisine O’nu bilmede el-Evvel ismini vermiş, meleği el-Evvel ve el-Ahir arasında ihata edilen kılmış­tır. Mertebeleri bilen, meleğin ve insanın Allah Teâlâ hakkındaki bilgisinin (derecesini) de öğrenir. Bu nedenle melek -ki o Ruhu’l-emin’direlEvvel isminden el-Ahir ilahi ismine yerleşmiş kâmil kul olan peygam­bere vahiy getirir. Bu durum ‘Allah Teâlâ şahittir’584 ayetinde belirtilir. Allah Teâlâ kendi birliğine şahit ederken kendisiyle başlamış, sonra melekleri, me­leklerden sonra bilgi sahipleri olan insanları zikretmiştir. Öyleyse ba­şında da sonunda da iş ve emir, Allah Teâlâ’ya aittir. Melek ise o ikisinin ara­sındadır. Varlığın durumu da böyledir: İlk olmak Hakk’a aittir. Sonra meleği yaratmış, ardından insanı yaratmış, ona halifeliği vermiştir. Hâlbuki meleğe halifelik vermemişti, çünkü ortadaki ihata edilmiş de­mektir. Meleğin insandan üstünlüğü, Allah Teâlâ katından ona getirdiği va­hiyle ortaya çıkar. Bu durum, akla ve dile göre, üstünlük hakkında ke­sin delil sayılmaz. Nitekim göklerin ve yerin yaratılışı da insanların ya­ratılışından ‘daha büyüktür (hâlbuki insan daha üstündür).’ Çünkü in­sanlar feleklerin hareketiyle ve unsurlarda gerçekleşen tekvini Kabul etmekle meydana gelirler. Öyleyse sadece özel yönler olduğu gibi hep­sini kuşatan bir yön vardır. Bir varlık bir açıdan diğerlerinden üstün iken başka bir açıdan da diğerleri üstündür. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

"Benden herhangi bir şey nedeniyle bir şey çıkmamıştır, çıkması da uygun değildir' Münazelesinin Bilinmesi

Bir şey nedeniyle zuhur etseydik o şey bizden başka olurdu Bizden başka olan yoktur! Peki zuhur nerededir ?

Sen varlığın kendisisin, başka değilsin Bu nedenle el-Gayûr llah’ım ben

Ey kulum! Baki olduğunu söyleme sakın Fani ve yok olucusun sen

Her vakit yeniden yaratılırsın Bu nedenle fena ve nüşûr sana ait

Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Kendisine zuhur edeceğim bir şey yok, çünkü ben her şeyin aynıyım. Öyleyse sadece varlık şeyliğine sahip ol­mayan bir şeye zuhur edebilirim. Beni ise ancak mümkünler sübût şey­liklerinde görebilirler. Ben onlara da zuhur etmedim, çünkü onlar sü­rekli madum iken ben ezeli olarak mevcudum. Benim varlığım, zuhu­rumun ta kendisiyken işin böyle olması kaçınılmazdır. Ortaya çıkan ve zuhur edenler şeylerdeki hükümler, benim isimlerime aittir; gerçekte ise mümkünlerin hakikatlerine aittir. Bunun yanı sıra varlık benden başka bir şey değildir. Öyleyse imkân hükümleri, bir hakikatte suretleri ayrıştırmıştır. Nitekim nazarî düşünce sahipleri, türlerin cinse, şahısla­rın türlere ayrılması hakkında böyle düşünür. Sen isimleri görürsün, ben ise onların müsemmasıyım; esma-i hüsna’yı kastediyorum. Eser onlara izafe edilir, gerçekte eser ve iz, mümkünlerin hakikatlerine ait­tir. Bu nedenle mümkünlerin isimlerinin suretlerine verilir.

Mümkünlerin isimleri arasında Allah Teâlâ’nın isimleri bulunur. Bu isim­lerin iki nispeti vardır: Birincisi Allah Teâlâ’ya, diğeri mümkünlerin suretlerine döner. Hakk, O’nun varlığında zuhur etmeleri itibarıyla değil, suret­leri olmaları itibarıyla mümkünlerin suretlerinde zuhur edici değildir.


Bir şey görülemeyecek kadar başka bir şeyin varlığına yalcın iken, o şeye gözükmesi ve zuhur etmesi mümkün değildir. Nitekim havada bu durum bilinir. Onu görmemizi engelleyen şey, havanın gözümüze olan aşırı yakınlığıdır. Biz havayı göremeyiz ve tabii olarak bize görünmesi mümkün değildir. Hava bizden uzaklaşmış olsaydı, hiç kuşkusuz ki onu görebilirdik. Hâlbuki suretlerin kendilerinde bulundukları cevher­den uzaklaşmaları imkânsızdır; uzaklaşsalardı, işin kendinde bulundu­ğu durumdaki gibi -çünkü suretler cevherde yok olucuduryok olur­lardı. Onlar £Sürekli bir yenilenme halindedirler.’585 Mümkünler, ilahi isimlere sahip olmaları itibarıyla, varlıkta bu suretleri birbirlerine verir­ler. Binaenaleyh söz konusu mümkünler herhangi bir sureti ancak elKail, el-Kadir, el-Halik, er-Rezzak, el-Muhyi, el-Mumit, el-Muiz, elMuzill gibi ilahi isimler vasıtasıyla izhar edebilirler. Müstağnilik ve iz­zete gelirsek, bunlar, ilahi zata aittir. Allah Teâlâ el-Gani ve el-Aziz’dir. Müstağniliğin O’na ait olması, bu suretleri verip zatının hakikatinin gereği olarak verdiği şeyi kabul etmemesinden kaynaklanır. İzzetin O’na ait olması ise, söz konusu suretlerin var olma hallerinde birbirlerinden elde edecekleri bilgiyi O’na vererek kendisinde etkide bulunamamaları demektir. Çünkü suretlere ilahi isimler vasıtasıyla elde ettikleri bu ilim­leri verenler, hakikatlerdir. ‘Ta ki bilelim...’586 ayetinin anlamı budur. Allah Teâlâ’nın bilen olduğunda kuşku yoktur. Hakk âlim iken mümkünlerin hakikatleri de bilen ve bilgi kazanandır. Bilgi ise suretlerin kendisi de­mektir ve onlar bilgiyi ilahi isimlerden kazanmışlardır, İlahi isimlere bilgiyi veren ise mümkünlerin hakikatleridir.

Buradan çokluk ve birliğin etken ve edilgenin, eserin ve âlemin Allah Teâlâ ile ilişkisi öğrenilir. Ayrıca ortaya çıkan suretlerin çeşitliliği, ortaya çıkan şey, kimin ortaya çıktığı, kimin gizli ve bâtın kaldığı buradan öğrenilir. el-Evvel ve el-Ahir, ez-Zahir ve el-Bâtın’ın hakikati buradan öğrenilir; bunlar esma-i hüsna sahibinin nitelikleridir.

Bu bölümde zikrettiğimiz hususu iyice öğrenmelisin, çünkü bu bölüm, kadrini sadece Allah Teâlâ’nın bilebildiği önemli konuları içeren son derece yararlı bir bölümdür. Bu bölümü anlayan kimse, kendisini ta­nır: Acaba suret midir, sureti veren midir? Yoksa zatı gereği yok olucu mümkünün sabit hakikati midir? Kendini bilen, zorunlu olarak, Rabbini de bilir. Bu bağlamda Hakk’ı ancak Hakk bilebilir. Burada bir ön­celik ve sonralık yoktur. Çünkü yokluk halindeki mümkün, Haklc’ın varlığına ait ezelilikten sonra gelmez. Ezel Hakk’ın varlığı nedeniyle bir olduğu gibi mümkünün yokluğu, sabidiği ve Hakk’ta taayyünü iti­barıyla zorunludur. Mümkün Hakk’ta taayyün edip başka bir mümkün­den ayrışmamış olsaydı, ‘hün’587 yani ol emrindeki hitap kendisine tah­sis edilemezdi. Bu konuyu anlayan, ‘kün’ emrini kimin söylediğini, ki­me söylendiğini ve neticesinde neyin/kimin meydana geldiğini, kef ile nun harflerinin hükmünü kimin kabul ettiğini de anlar.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır:

DÖRT YÜZ YEDİNCİ BÖLÜM

'Benden başkasına bakarsan şimşekten daha hızla benden uzaklaşırsın, bu benim değil, kendi zayıflığından kaynaklanır' Münazelesinin Bilinmesi

Namaz kılanın sağa sola dönmesi namazdan bir çalma Zaman dilediği şekilde onlarla oynar

Dehr’dir O, Meşiyet O’ndan Zamanın insanları insanların kendisi

Her şeyin isimlendirilen bir kisveye sahip Adamların kalpleri kisvenin kendisi

Ben O’nun sureti, sonra gizlenir Varlığımla gizlenir; çöplükteki sinekler gibi

Varlığımın suretiyle var olan tanımlar gibi Esas aslıyla onlardan yücelir

Şeyhimiz Ebu Muhammed Abdullah eş-Şekkaz’ın Endülüs’ün bir şehri olan Gırnata’da huzuruna girmiştim. Şeyh Bağa’dandı ve benim Allah Teâlâ yolunda karşılaştığım insanların en büyüklerindendi. Bana şöyle dedi: ‘Kardeşim! Adamlar dört kişidir. Birincisi ‘Biz senden önce adamlar gönderdik’ ve ‘Öyle adamlar ki ticaret ya da alışveriş onları Allah Teâlâ’yı zikretmekten engellemez’5 ayetinde zikredilenler, (İkincisi) ‘Allah Teâlâ’ya verdikleri söze sadık kalan adamlar589, (üçüncüsü) ‘İnsanlar arasında haccı ilan et, sana adamlar gelir590 ayetinde geçenlerdir. Burada binekli değil, yaya gelenler kastedilir. (Dördüncüsü ise) ‘Araf üzerinde adamlar vardır591 ayetinde geçenlerdir. Şeyh ‘dört adam’ diyerek, mertebeleri sınırlamıştı. Çünkü ‘adam’ darken, resul, nebi, veli ve mümin olmak üzere dört sınıf vardır. Bu dördün dışındakiler dikkate alınmaz, çünkü bir şey ancak -insanlık hakikati bakımından değilmanevi mertebesi bakımından dikkate alınabilir. İnsanlık her insanda tektir. Bu yönüyle insanlar -varlıklarına göre değilmenzillerine göre derecelenir ve giizel/iyi, daha güzel/daha iyi veya güzel/iyi olmayan diye ayrışırlar. Bu nedenle şeyh adamları zikrederken dörtten fazlasını zikretmemiş, onunla da ifade ettiğimizi kastetmiştir. Ayetlerde zikredilen adamlar bilhassa erkekler anlamında değildir. Kastedilen, erkek veya dişi olsun, insan türüdür. Ben ona ‘Sana rical olarak gelirler592 ayetinde kastedile­nin yaya yürüyenler olduğunu söylediğimde, şeyh şöyle demişti: ‘Adam taşınan olmaz zaten! Binekli olan, taşınandır.’ Buradan neyi kastettiğini anladım, çünkü o da Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in Burak üzerinde taşınarak isra yolculuğunu yaptığını biliyordu. Bu nedenle sözünü kendine bıraktım ve ona asıl üzere kalmanın yaratıklar için Allah Teâlâ’nın talep ettiği şey olduğunu belirtmedim. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘Ben seni daha önce bir şey değilken yarattım593 buyurur. Yani kendisine bir şey söy­lenmesi gereken mevcut bir şey değildin. Benim karşımda -daha önce yokluk halindeki gibiemirlerimi kabul edip itiraz etmemek üzere bu­lunmalısın. Allah Teâlâ ona belirlediği sınırlarda durmayı, kurallarına uymayı emreder. Mümkün konuşması belirlenmiş yerde konuşur. Bu durumda konuşan, kulun dili vasıtasıyla Hakk olur. Aynı durum, kulun bütün hareket, duruş, zahirî ve bâtınî hallerinde geçerlidir. Kendi varlığına bakarak, mevcut olduğunu söylemez. Aksine yokluk halinde de kendi­sini O’nun suretinde görür. İşte Hakk’ın kendisine hitap ederkenki muradı budur.

Binaenaleyh mümkün, asıl itibarıyla -müstakil değiltaşınandır. Çünkü zaman içinde yaratılmış olan (hadis), tercih olmaksızın, kendi başına var olamaz. Bu durumda onun ‘taşınan’ olması kaçınılmazdır. Bu nedenle bütün nebiler, İsra yolculuğu maddi ve bedenle gerçekleş­mişse, Burak üzerinde taşınmıştır. ‘Rüya’ denilen hayalî isra yolculu­ğundaysa, hiç kuşkusuz, kendisini binek üzerinde taşman olarak göre­bileceği gibi bazen kendisini binek üzerinde taşınıyor görmez. Fakat kendisini gördüğü surette taşındığını bilir. Çünkü bedeninin uyku es­nasında yatağmda ve evinde kaldığını bilmekteyiz. Bunu bilmelisin!

Şeyhin ‘bağımsızlık’ ve ‘binekli olmamak’ hakkındaki görüşüne ge­lirsek, bu, onun kendisinden çekindiği şeydir. Çünkü bu durum, daha önce zikrettiğimiz ihtilas (aşırmak) demektir. Burada kulu nefsi kendi­ni müstakil saymakla aldatmıştır, hâlbuki gerçekte müstakil değildir. Bu aldanma, onu Hakkın elinden almış, taşınmadığını zannetmiş, ken­dini bilememiş, kendini bilemeyince Rabbini bilememiştir. Burada ‘başka’ onun kendisine baktığı kendi nefsinden ibarettir. Böyle bir zanna düşmesi, üzerinde yaratılmış olduğu aslına dair bilgisindeki ek­sikliğinden kaynaklanır. Hiç kuşkusuz peygamberlerin mertebesi, nebilik, velilik ve iman olmak üzere, adamların (rical) mertebelerini içerir. Bununla birlikte onlar, taşınan kimselerdir. Onların varisleri de taşınır ve herkes kendinden bunu bilir. ‘Nefsinden’ dedik, çünkü iş gerçekte taşman olmayı gerektirir ki, bu durum zorunludur. Fakat bu hususta bilgisi olmayan insan, taşınmadığını zanneder. Bu nedenle ‘nefsinden bilir’ diye sınırladık. Allah Teâlâ ‘Sana rical olarak gelirler.594 der. Onları davet eden, Allah Teâlâ’dır. Allah Teâlâ onlara şöyle demelerini emretmiştir: ‘Ancak senden yardım dileriz.’595 Başka bir ayette ‘Allah Teâlâ’dan yardım isteyin ve sabredin596 buyrulur. Bütün mana, taşınandır, çünkü bağımsız değil­dir. İnsan müstakil ve bağımsız olsaydı, Allah Teâlâ’dan yardım ve yardımcı talep etmezdi.

Şeyhin zikrettiği ‘Onları ticaret veya alış veriş Allah Teâlâ’yı zikretmekten alı koymaz597 ayetine gelirsek, söz konusu insanlar ticaretlerinde sürekli Allah Teâlâ’yı zikredenlerdir. Çünkü ticaret Allah Teâlâ’yı zikretmekten ibaret olan belirlenmiş bir kurala ve tanıma göre yapılır. Hz. Ayşe Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in bütün vakitlerinde Allah Teâlâ’yı zikrettiğini söylemiştir. Bununla bir­likte Peygamber yaşlılarla ve küçüklerle şakalaşırdı. Bütün bunlar, Allah Teâlâ’yı bilen alime göre, O’nu zikretmektir, çünkü her şey, Allah Teâlâ’yı zikre­der. Allah Teâlâ’yı zikretmeyen bir şeyi gören insan, gerçekte onu görmemiş demektir. Çünkü Allah Teâlâ her şeyi varlığa zikredici olarak yerleştirmiştir. Ticaret ve alış veriş, ayette bahsedilen insanları Allah Teâlâ’yı zikretmekten alıkoymaz. Aynı şekilde ‘Adamlar vardır, Allah Teâlâ’ya verdikleri sözü yerine getirirler598 ayeti de böyle yorumlanır. Kastedilen Allah Teâlâ’nın onlardan aldığı misakla ilgilidir. Onlar, misakı yerine getirmiş, Allah Teâlâ da onlar hakkında ‘sözlerini tutmuşlardır’ buyurmuştur. Çünkü onlar, Allah Teâlâ’ya verdikleri sözü yerine getirirken aynı sözün kendilerinden alındığı in­sanların bir kısmını veya çoğunu sözlerini yerine getirmekten uzaklaş­tıran nefislere hakim iddialara baskın gelmiş kimselerdir. Öyleyse adam (racül), Allah Teâlâ’ya verdiği sözü yerine getirirken dürüst ve sadık davranan demektir. Nitekim Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem de, resul ve nebilerden misak alı­nırken Allah Teâlâ’ya verdiği söze sadık kalmıştır.

‘Araf üzerinde adamlar vardır...’599 ayetine gelirsek, onlar, menzille­ri itibarıyla adamların en büyükleridir, çünkü onlar bütün menzillere hakim ve muttalidirler. Şeyh ‘Araf derken iyilik ve günahları eşit kim­selere işaret etmemiş, Arafı ‘bütün mertebelere muttali olmak’ özelli­ğiyle dikkate almıştır. Çünkü burada Araf, cennet ile cehennem arasın­daki surdur. Onun bâtını rahmettir ki bu kısım cennete bakar; zahiri ise önünden azaptır; orası da ateşe bakan yöndür. Ateş onun önüne, yani mukabiline yerleştirilmiştir. Mukabil ise zıt demektir. Dolayısıyla sur, azabın mahalli yapılmamıştır. Allah Teâlâ onu rahmetin mahalli yaparak, ‘Bâtınında rahmet vardır600 buyurmuştur. Allah Teâlâ’nın kullarının dikkatleri­ni işlerin kendiliklerindeki hakikatlerine nasıl çektiğine bakınız! Fakat ‘İnsanların çoğu bilmez.’601 Araftakiler Allah Teâlâ’nın rahmetinin mahallinde bulunur. Bu durum -onlaruı henüz kendisine girmemiş olsalar bilecennete tamah etmelerine yol açar. Sonra onların yaratılmışların ma­kamları hakkında bilgileri olduğunu belirterek ‘Herkesi simalarından tanırlar602 buyurmuştur. Yani kendilerinde yarattığımız alamet vasıta­sıyla onları tanırlar demektir. Allah Teâlâ ‘Cennet ashabına nida ederler603 bu­yurur. Hâlbuki onlar henüz cennete girmemişlerdir, çünkü onlar, keşf makamındadırlar. Cennete girmiş olsalardı, oraya girip perdelenmek nedeniyle kendilerinden gizlenmiş olurlardı. Çünkü cennet onların keşf ettikleri şeyi ‘gizleyen yer’ demektir. Allah Teâlâ ‘Onlara selam olsun’604 buyu­rur. Bu bir karşılama selamıdır, çünkü onlar cennedikleri tanır. Bu se­lam, kendi yanlarından ayrılarak, cennederine gittikleri için uğurlama selamıdır. Ayette ‘Allah Teâlâ’dan yardım isteyin ve sabredin605 buyurur. Bu bağlamda Allah Teâlâ şöyle der: Ben kendisine şirk koşulanlar arasından şirk­ten en müstağni olanım. Bilindiği üzere, yardım istemek, amelde şirk ve ortak koşmak demektir. Amel, Hakk’a ait ise kul nerededir? Kula ait ise hiç kuşkusuz Hakk kendine ortak kılmıştır. Bu ölçüdeki bir ortaklık, fiil tevhidinden onu çekip alır. Kulun amelin ortaya çıktığı bir yer ol­duğunu bilen, kendisinin ve kabulün gerekliliğini de bilir. Ona Allah Teâlâ kulu ve ameli yaratmıştır denildiğinde, (bunu kabul edebilir). Kul, Kadir Hakk’ın kendisini var etmedeki kudretini kabul etmeseydi, bi­zim delilimiz var olmayacaktı. Mümkünün (kudreti) kabul etmesi ka­çınılmaz olduğu gibi söz konusu olan kulun yaratılışı ise, yaratmada ortaklık da kaçınılmazdır. Bunun yanı sıra amelde kulun var olması zorunludur. Her durumda sen ve O zorunludur! Şu var ki sen zayıflık özelliğiyle nitelenmişken Allah Teâlâ ‘Allah Teâlâ sizi zayıflıktan yarattı606 der. Çünkü mümkün her durumda kendinden tercihi uzaklaştıramaz. ‘Son­ra zayıflığın ardından güç yaratmıştır.’607 Bu güç, teklif ve yükümlülük için vardır. Bununla birlikte insan müstakil değildir ve bu nedenle Allah Teâlâ insana kendinden yardım istemesini emretmiştir. Yükümlünün amelde bir nispeti ve eseri olmasaydı, yükümlülük sahih olamayacağı gibi metanet ve kuvvet sahibinden yardım istemek de sahih ve geçerli olamazdı. İstersen (ameldeki ve yaratılıştaki) bu ölçüdeki ortaklığı ‘kesb’ diye isimlendirirsin, dilersen -anlamı bildikten sonra‘yaratma’ diye isimlendirebilirsin.

Keşif sahibi olan Allah Teâlâ ehline gelirsek, daha önce şunu açıklamış­tık: Bütün bunlar, varlık hakikatinde ortaya çıkan mümkünlerin hakikatlerinin hükümleridir. Söz konusu hükümler, mümkünün kendileriy­le nitelenmesi bakımından, Hakk’ın esma-i hüsnasımn eserlerinden meydana gelirler. Bu isimler Hakk için isim iken mümkünler için onun yokluk halinde nitelik ve sıfatlarıdır. ‘Yokluk halinde’ dedik, çünkü ha­kikati itibarıyla mümkünün varlığının tasavvur edilemeyeceğini açık­lamıştık. Mümkün suretlerin varlığıyla birlikte hükümlerin zuhurunu kabul edebilir. Onlar, mümkünlerin isimlerinin kendilerine tabi olduğu şeylerdir. Allah Teâlâ’nın güzel isimleri nitelik olmaları bakımından mümküne ait olduğu kadar var olan suretlere verilen kevnî isimler de varlık haki­katine (Hakk) ait isimlerdir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘De ki, onları isimlendi­rin.608 Ayet müşriklere karşı delil getirmek amacıyla söylenmiştir. İsimlendirmiş olsalardı, ‘şu taştır’, ‘şu ağaçtır’, ‘şu yıldızdır’ diyecekler­di. Hâlbuki bütün bunlar yaratılmış isimleridir. Sonra Allah Teâlâ bütün bunları açıklayarak, gerçeğin kendisinden öğrenilmesini istemiş ve şöy­le demiştir: ‘Bunlar sizin ve babalarınızın Verdiği isimlerdir. Allah Teâlâ onlar hakkında bir hüküm indirmemiştir.’609 Siz şekline bakarak bir varlığın taş, ötekinin ağaç veya yıldız veya Allah Teâlâ isminin kendilerine ait olmadığı mabutlardan birine ait bir isim olduğunu söylediniz. O halde Allah Teâlâ’dan başka, Allah Teâlâ’nın yaratıklarından kimse ‘Enellah (Ben Allah Teâlâ’m)’ deme­miştir. Bunun istisnası, metinlere yazılmış ‘Enellah’ cümlesini okuya­nın sözüdür. Böylece bu ifadenin anlamı ye onun terim olarak kulla­nıldığı dilde Hakk olduğu öğrenilir. Kâmil kul da o ifadeyi söyler; kâ­mil kul, Hakk’ın görmesi, duyması ve bütün güç ve organları olduğu kimsedir. Ebu Yezid el-Bestami ve benzerleri bu kısma girer. Onların dışındaki insanlar ise, ‘Enellah’ diyemez, sadece dilde kendilerine ait özel bir ismi söylerler, bunu bilmelisin.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

'Cumartesi günü beline bağladığın ciddiyet kemerini çözer, ben âlemden âlem benden fariğ kaldı' Münazelesinin Bilinmesi

Cinsleri yaratmayı tamamladık (fariğ), halkı biz yarattık Şahısları geride kalmış oluşmakta

Cömertlik ve nefesler vesilesiyle oluşmakta; yaratılış daimî Bir gayede sona ermez, belirlenmiş gayede

Uzak bir gayedir o, nihayetsiz, kendinden gayri Onun gerçek ve kesin hakkıdır nihayetsizlik                                                                                                               .

Ben başlangıcım, göreceğin bir dönüş yok

Çünkü Allah Teâlâ el-Vasi’dir, beni seçen Muhtar’dır O, anlayın!

Ben ilk maksadım, oluş bizim oluşumuz                    <

Son olan varlık yine benim, dikkat buyurun!

Her yönden ter temiz rızıkları yiyiniz Bizden dolayı yaratıldılar, siz Allah Teâlâ için olunuz!

Allah Teâlâ şöyle der: ‘Onlar Cumartesi gününde haddi aşanlardır.’610 Bu­rada -tefsir olarak değilişarî yorumla şöyle deriz: Onlar, rahatlık ne­deniyle haddi aşarlar. Bu nedenle o gün ‘Sebt (cumartesi)’ diye isim­lendirilmiştir. Allah Teâlâ âlemi altı günde yaratmış, yaratmaya pazar başla­mış, Cuma tamamlamış, bu esnada âlemi yaratmış olmaktan dolayı kendisine bir yorgunluk ilişmemiştir. Yedinci gün olunca -ki hafta yedi gündürâlemin yaratılışını tamamlamıştır. Bu yönüyle O’nun durumu, yorgun düşüp istirahat etmek üzere uzanmış bir kimsenin durumuna benzemiştir. Söz konusu kişi uzanarak, ayaklarından birini ötekinin üzerine koyup şöyle demiştir: ‘Ben hükümdarım.’ Nitekim peygam­berlerden gelen rivayetlerde böyle denilir. Cumartesi ‘sebt günü’ diye isimlendirilmiştir ve rahat ve dinlenme kastedilir. O gün ebediyet gü­nüdür. O günde dünya ve ahiretteki her türün bireyleri oluşur ve mey-


dana gelir. Bu bağlamda yedi gün vardır ve her günün Allah Teâlâ’nın kendi­siyle görevlendirdiği bir valisi ve yöneticisi vardır. Böylece iş cumartesi gününe ulaşır. Allah Teâlâ onun için de bir vali görevlendirmiştir. Onun gö­revi, tutmak ve sabit kılmaktır. Heba’da suretleri tutmak o valiye aittir. Ebediyet günü demek olan bu günün gündüzü, cennet ehline ait iken Cehennem ehline ait olan o günün gecesidir. Bu itibarla söz konusu günün gündüzünün akşamı gecesinin sabahı yoktur.

Sebti (diye bilinen) Muhammed Harun Reşid’den başka -ki mü­minlerin emiridirkimsenin bu güne dikkat çektiğini görmedim. Mek­ke’de Cuma günü namazdan sonra tavafa başlamıştım. Güzel görü­nümlü heybedi ve vakarlı bir adam gördüm. Önümde Kabe’yi tavaf ediyordu. Adamı görünce onu tanıyor muyum diye kendisine bakmaya başladım. Daha önce onu orada görmemiştim. Üzerinde yolculuktan geldiğini gösteren bir iz yoktu. Elbisesi temiz ve parlaktı. O esnada adamın bitişik iki adamın arasından geçtiğini gördüm. Adam onların arasından geçiyor, fakat onları ayırmadığı gibi adamlar da kendisinin farkında olmamışlardı. Ben de onun ayaklarını bastığı yerleri takip ederek, ayağını kaldırdığı yere ayağımı koymaya başladım. Dikkatimi kendine vermiş, kendisini yitirmeyeyim diye gözlerimi ondan ayırmı­yordum. Bir anda aralarından geçtiği bitişik iki adamın yanına geldim ve ben de tıpkı onun gibi aralarını açmadan onların arasından geçtim. Bu duruma şaşırmıştım. Yedinci tavafı tamamlayınca bulunduğu yer­den çıkmaya niyetlendi. Bunun üzerine kendisine selam verdim. Sela­mımı aldı ve bana tebessümle karşılık verdi. Ben de kaçırmak korku­suyla gözümü bir an bile ondan ayırmıyordum, çünkü onun bedene giren bir ruhanî olduğu zannına kapılmıştım. Gözün onu kayıt altında tuttuğunu biliyordum. Kendisine şöyle dedim: ‘Biliyorum ki, sen be­dene girmiş bir ruhsun.’ O da ‘doğru’ diye karşılık verince ‘Kimsin?’ dedim. ‘Ben Sebtî Harun er-Reşid’im’ dedi. Ona ‘Dünya hayatındaki günlerinde durumunun nasıl olduğunu sormak istiyorum?’ deyince ‘sor’ dedi. Şöyle dedim: ‘Duyduğuma göre senin ‘Sebtî (cumartesi adamı)’ diye isimlendirilmiş olmanın nedeni, haftanın diğer günlerinde yiyeceğin besini o günde kazanıyor olmandır.’ Şöyle dedi: ‘Sana ulaşan haber doğru! Gerçekten de öyle yapıyordum.’ Sordum: ‘Niçin çalış­mayı diğer haftanın günlerine değil de Cumartesi gününe tahsis ettin?’ Adam ‘Güzel bir soru sordun’ dedikten sonra şöyle devam etti: ‘Duy­duğuma göre, Allah Teâlâ âlemi yaratmaya Pazar günü başlamış, Cuma’da tamamlamış, Cumartesi olunca uzanmış ve ayaklarından birini öteki­nin üzerine koyarak ‘Ben hükümdarım!’ demiştir. Rivayederden bunu öğrendim. O esnada hayattaydım ve kendi kendime şöyle dedim: ‘Allah Teâlâ’ya yemin olsun ki, ben de böyle çalışacağım. Bu nedenle pazar gü­nünden başlayarak haftanın diğer altı gününde sadece Allah Teâlâ’ya ibadet etmek üzere meşgul oldum ve kendi kendime şöyle dedim: ‘Allah Teâlâ bu altı günde bize inayet buyurduğu gibi ben de o günlerde kendimi O’na ibadete adayacağım. O günlere nefsimin işini karıştırmam. Cumartesi olunca, haftanın diğer günlerinde ayakta kalmamı sağlayacak besinleri tedarik etmek üzere kendim için çalışacağım. Nitekim bize aktarıldığı­na göre, Allah Teâlâ o günde ayaklarından birini ötekinin üzerine koyar.’ ‘Ben hükümdarım’ ifadesi bir hadistir ve Allah Teâlâ bana bu konuda fetih ihsan etmiştir. Ona şöyle dedim: ‘Yaşadığın vakitte zamanın kutbu kimdi?’ Şöyle dedi: ‘Övünmek gibi olmasın, bendim.’ Ben de şöyle dedim: ‘Bana da öyle denilmişti.’ ‘Sana bu bilgiyi veren doğru söyle­miş’ diyerek ayrılmak üzere izin istedi, ben de ‘siz bilirsiniz’ diye karşı­lık verdim. Adam da sevgiyle ve dostça selamlayarak yanımdan ayrıldı. Arkadaşlarımın bir kısmı ve oradakiler beni bekliyordu. Çünkü onlar, Gazali’nin -Allah Teâlâ kendisine rahmet eylesinİhyau Uîumi’d-Din’ini oku­makla meşguldüler. Tavaf için iki rekât namaz kıldıktan sonra yanları­na geldim. Onlardan birisi olan Nebil b. Hazer b. Hazrun es-Sebti ba­na gelerek şöyle dedi: ‘Seni yakışıklı ve tanımadığımız bir adamla ko­nuşurken gördük. Adamı bu civarda görmemiştik. Seninle konuşan kimdi ve ne zaman geldi?’ Sustum ve adamın durumu hakkında bilgi vermedim. Sonra bazı kardeşlerime bilgi verdim. Onun halini anlattı­ğımda, kardeşlerim şaşırdı ve hayrete düştüler.

Allah Teâlâ sana ve bize yardım etsin, bilmelisin ki, Hakk’ın altı günde tamamladığı iş, cinslerin yaratılmasıydı. Türlerin bireylerinde ise böyle bir şey söz konusu değildir. Bu alanda yaratma işini tamamlamak za­manla gerçekleşir. Bu durum ‘Sizin için fariğ kalırız611 ayetinde belirti­lir. Burada haklarında ‘De ki O her gün bir iştedir612 denilen şe’nlerden bizim için fariğ kalmak kastedilir. Allah Teâlâ dünyada bizim için o şe’nlerden fariğ kalınca, bu kez şe’nler, Berzah’a ve ahiret diyarına gö­çer. Binaenaleyh iş, birinden ötekine olmak üzere, sürekli fariğ kalma­lar şeklinde devam eder. En sonunda her şeyi kuşatan rahmetin vakti gelir. Bundan sonra ferağ ve boş kalma geride kalmaz. Aksine iki yerde de sonsuza kadar olmak üzere, sürekli ve sabit bir varlık söz konusu­dur. O iki yer cennet ve cehennemdir. Gerçekte de durum öyledir. Allah Teâlâ’nın âlemden ‘fariğ’ kalması, zikretmiş olduğumuz bu ölçüde gerçek­leşir. Alemin O’ndan fariğ kalması, âlemin O’na delil olmaktan feragat­tir, başka bir yön söz konusu değildir. Allah Teâlâ hakkında bilgi vermeye gelirsek, bu durum süreklidir. Fakat ahirette talep olmaksızın bilgi ve­rilir. Orada tecelli gibi kabul de süreklidir. Öyleyse bilgi, sürekli, bana zuhur eder.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

DÖRT YÜZ DOKUZUNCU BÖLÜM

'İsimlerim senin üzerinde perdedir, onları kaldırırsan bana ulaşırsın' Münazelesinin Bilinmesi

Senin perden bizim isim ve niteliklerimiz Varlıklarımız oluşumuzdur ve deriz ki

Yüce devlet bize ait, başkasına değil Rabbimizden başkası yok, kızarız

O kimseye! iyi araştır söylediğini                            ,

O sözü söyleyen zalim ve cahil

Hakkındaki başka her söz sınırlı Benim her sözüm O’na yönelir

Benimle O’nun arasındaki perdeler kalkmaz Varlıktır budur, yol bulunmaz ona

Allah Teâlâ bize ve sana kendinden bir ruh ile, yardım etsin, bilmelisin ki, insan gerçekte bir kuldur ve yaratılış özelliği olan acizlik, zayıflık, en basit bir şeye muhtaçlık ve dikenden bile acı duymak gibi özellikleri kendinde bulur ve bütün bunları ‘zevk’ ederek öğrenir. Buna rağmen insan, başkanlık ve öne geçmek arzusunu izhar eder. Bir başkasına tesir etme imkânı bulunca, tesir eder ve kendinde bütün bunların arzu ve isteğini bulur. Çünkü Allah Teâlâ insanı kendi suretinde yaratmıştır: Allah Teâlâ ise izzet, büyüklük ve azamet sahibidir. Söz konusu özellikler, insanın üzerinde yaratılmış olduğu surete tabi hükümler oldukları için, kula da yayılmışlardır.

Allah Teâlâ adamları, ilahi surette yaratılmış olmalarının kendilerini yoksulluk, zillet ve kulluktan uzaklaştırmadığı insanlardır. Onlar, ilahi surette yaratılmış olmanın zorunlu gereği olan bu halleri kendilerinde bulduklarında, Hakkın kendileri için belirlemiş olduğu yerlerde o özel­likleri izhar ederler. Nitekim Allah Teâlâ büyüklüğü ve azameti kendisine ait bir nitelik yapmış, belirli yerlerde onunla zuhur etmişken buna karşılık kullarına tenezzül ve onlara sevme özelliğiyle de tecelli etmiştir. Bu esnada Allah Teâlâ sanki kullarına muhtaç gibidir ve kendisini onların yerine koyar. Hakk bu niteliğe sahip olduğu halde sizin suretlerinizde size te­nezzül etmiş ise, siz bu durumunuzla (yoksulluk ve zillet halinden) ayrılmamaya daha layıksınız. Bu esnada nefsinizde bulduğunuz ve ilahi suretin gücünden kaynaklanan kuvvete bakmamaksınız. Çünkü o kuv­vet -sizin değilO’nundur. Nitekim size tenezzül edişinde ortaya çıkan hal de -Allah Teâlâ’ya değilsize aittir. Allah Teâlâ’nın esma-i hüsnası sizde bulunup onlarla nitelenmemiş olsaydınız, sizde böyle bir durum ortaya çıkmaz­dı. Öyleyse isimlerini Allah Teâlâ’nın suretine irca etmelisiniz, kendinize de­ğil! O’ndan size indirilmiş şeyleri almalısınız, çünkü o sizin niteliğiniz ve sizin isminizdir. Böyle yaptığınızda, O’na ulaşmış olursunuz. Başka bir ifadeyle ‘yakınlığın ehli’ olursunuz. Çünkü Hakka yakın adına ya­kınlık veya Hakk ile oturmak ve O’nun âlemde müessir isimlerinden biriyle veya bir tenzih ismiyle sohbet etmek, sürekli değildir. Öyle bir insan, O’nun izzetini gördüğü için zelil olarak, müstağniliğini gördüğü için yoksullukla ve kudretinin nüfuzunu gördüğü için hazırlanarak Allah Teâlâ’nın huzuruna girer. Böylece kendisine göre yaratılmış olduğu ilahi suretin kendisine kazandırdığı bütün hükümlerden soyutlanır. İşte ta­savvuf yolunun efendilerinin yöntemi ve görüşü budur. Onlar, bu ko­nuda şöyle demişlerdir: ‘(Bu yolda) İki dost arkadaşlık yapmaz; sadık sıddîk olana arkadaş olabilir.’ Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem -iki kişi bile olsabirini başkan diğerini uyan yaparak insanları bir yere göndermiş­tir. Böyle olmasaydı, bozgun ortaya çıkar ve nizam dağılırdı. Bu du­rum, asıl hükmüne tabi bir hükümdür: Allah Teâlâ karşısında başka bir ilah olsaydı, varlıktaki nizam ve düzen bozulurdu. Nitekim Allah Teâlâ ‘O ikisinde Allah Teâlâ’dan başka ilahlar bulunsaydı, onlar bozulurdu613 buyurur. Kim Hakk ile sohbet etmek isterse, yaratılışının hakikati demek olan zillet ve muhtaçlıkla O’nun huzuruna girmelidir. Kim yaratılmış ile sohbet et­mek isterse, Rabbinin belirlediği şeriata göre sohbet etmelidir, yoksa Rabbinin suretiyle veya nefsinin suretiyle değil! Böyle yapmak yerine, şeriatın belirlediği davranışa göre başkasıyla sohbet etmek gerekir. Bu durumda insan her Hakk sahibine hakkını vererek Hakk’ın suretinde bir kul veya kulun suretinde Hakk olur. Bunlardan hangisi olursa olsun, böyle bir durumda üzerinde sorumluluk kalmaz.

Bütün bunlar Allah Teâlâ ehlinin görüşleri ve yöntemi olduğu için, Allah Teâlâ bize ihsan ettiği bilgide fazlalık ihsan etmiştir. Bunun yânı sıra biz, vardıkları görüşlerde onlara ortak olduk. Bu bağlamda Allah Teâlâ hepimize şunu öğretmiştir: Kulun kendisiyle nitelendiği vasıflar veya ona veril­mesini Hakk ettiği isimler ile kendisiyle nitelendiği ilahi isimler arasında fark yoktur. Gerçekte bütün isimler, ilahi isimlerdir. Allah Teâlâ ehlinin ken­disinde kulluğun gerektirdiğini söyledikleri bütün niteliklerle kul zu­hur ederken suret ona ait değil, Allah Teâlâ’ya aittir. Ona ait olan kendinden başka bir şey değildir; kendisi ve hakikati ise varlık sıfatını ancak Allah Teâlâ’dan kazanmıştır. O halde Allah Teâlâ onu bir isimle isimlendirdiğinde, o isim gerçekte Allah Teâlâ’ya aittir. Kul üzerinde yaratıldığı ilahi suretin gerek­tirdiği isimlerden ve kendi yaratılışından kaynaklanan isimlerden so­yutlanınca, geride kendinden başkası kalmaz. Bu esnada onun niteliği ve ismi yoktur, sadece kendi (aynı) geride kalmıştır. Böyle bir durum­da Allah Teâlâ katında ‘yakın’ birisi olur. Şeyhimiz Ebu Yezid el-Bestami ‘Şimdi ben sıfatı olmayan bir haldeyim’ derken bizim bu görüşümüze uygun bir görüş söylemiştir. Allah Teâlâ onu bu makama yerleştirdiğinde, geride herhangi bir niteliği kalmamıştır. Binaenaleyh kulun bütün özellikleri, Allah Teâlâ katından ödünç alınmıştır. Onlar, gerçekte Allah Teâlâ’ya aittir. Allah Teâlâ onlarla bizi nitelemiş, biz de edebin gereğiyle onları kabul etmişizdir. Bununla birlikte onların -bize değilAllah Teâlâ’ya ait olduğunu da biliriz. Bizim hakikatimiz, itiraz etmemeyi gerektirir. Yani bizim hakikatimiz, mutlak ve zorunlu teslimiyettir, yoksa onun niteliği olan teslim değildir. Gerçi bu da ona ait bir niteliktir. Kul kendi zatından başka bir şeye sahip olmayınca, zorunlu olarak, Hakk (bu soyutlanmay­la birlikte) kulun nitelikler olur ve ‘Sen benim gerçek kulumsun’ der. Bu durumda kul gerçekte Hakk vasıtasıyla duyar, O’nun vasıtasıyla gö­rür, O’nun vasıtasıyla bilir, O’nun vasıtasıyla yaşar, O’nun vasıtasıyla güç yetirir, hareket eder, O’nun vasıtasıyla durur, O’nun vasıtasıyla irade eder, O’nun vasıtasıyla kahreder, O’nun vasıtasıyla verir ve O’nun vasıtasıyla engeller. Kuldan ortaya çıkan veya kendisinden mey­dana gelen herhangi bir şey, kuldan değil, Hakk’tan meydana gelmiştir. Kulun kendinden başka bir şeyi yoktur. Onun bunu bilip bilmemesi durumu değiştirmez. Allah Teâlâ’yı bilenler, Allah Teâlâ’nın dışındaki eşya hakkındaİti bu kadar bilgiyle kurtuluşa ermişlerdir, yoksa onlar daha önce değil­ken bir Hakk ulaşmış değillerdir. Çalışanlar böyle bir iş için çalışmalı, yarışanlar böyle bir iş için yarışmalıdır.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

DÖRT YÜZ ONUNCU BÖLÜM

'Varış ancak rabbinedir' ve Benimle izzet bulun ki, mutlu olasınız' Münazelesinin Bilinmesi

Allah Teâlâ’nın ötesinde kimse için bir gaye yok Tereddütsüz gerçek bu

Hakkın makamıdır o, aşmayın sakın

Bu makamda başka her makam haram                          

Kardeşlerim! Ona ulaşınca dönün geri Bu öyle bir bilgi ki tereddüt yok onda

Siz O’ndan kendinize dönersiniz Sonra halk ve imam eşitlenir

O’nunla izzet bulun ki, mutlu olun İmanı’dan başka izzet sahibi yok

Gayelerinin gerçekleşmediği gördüklerinde Bir de hallerindeki süreksizliği, derler ki:

Hakk bizim varlığımızdan yüz çevirdi de ‘uyudu’

Dilde bunun için ‘uyku’ diye isimlendirildi bu hal

Allah Teâlâ şöyle der: ‘Ey Yesrib ehli! Sizin için bir makam yok, geri dö­nün:61* Başka bir ayette cDönüş Rabbinedir615 denilir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ise ‘Allah Teâlâ’nın ardında kimse için bir gaye yoktur’ demiştir. Allah Teâlâ ise ‘Allah Teâlâ onları arkalarından ihata etmiştir616 der. Sadece Allah Teâlâ ve biz varız! O bizi ardımızdan ihata edendir. O’nun ardında ise mutlak yokluktan başka bir gaye yoktur. Mutlak yoklukta ise Hakk ve halk bulunmaz. Bi­naenaleyh Allah Teâlâ bizi ihata edendir. Öyleyse bizim ardımız, her yönden O’na aittir. Bu ayete göre, biz O’nu asla göremeyiz. Çünkü bizim yü­zümüz, kendisinden çıktığımız merkez noktaya çevrilmiştir ve yüzle­rimizi ancak o noktaya çevirebiliriz. Bu itibarla merkez nokta, bizim kıblemiz ve imamımızdır. Bir varlığın niteliği böyle ise -ki iş dairedirarkamız, zorunlu olarak bizi ardımızdan ihata edene ait olur. ‘Varış Rabbinedir617 ayetine baktığımızda ise, ayette bizim yüzlerimiz değil, sırtlarımız kastedilmiştir. Çünkü biz geriye doğru çevreye yönelerek yürüdüğümüzde, Allah Teâlâ’nın bizi ardımızdan ihata ettiğini görürüz, çün­kü O varlıktır. Ardımızda olmasaydı, varışımız yokluğa olacaktı. Yok­luğa düşseydik, varlığımız ortaya çıkmayacaktı. Öyleyse bizim yokluk­ta bulunmamız imkânsızdır. Çünkü Allah Teâlâ -ki mutlak varlıktırbizi ar­dımızdan ihata eder ve biz O’na varırız. O halde Allah Teâlâ’nın varlığı ve bizi ardımızdan ihata etmesi, bizimle yokluk arasında perde olur. Öyleyse ‘Varış Rabbinedir618 ayeti ile ‘Allah Teâlâ arkalarından ihata edendir619 ayeti arasında uzlaştırılamayacak şekilde bir karşıtlık yoktur. Bu iki ayetin nasıl uzlaştırılacağı bellidir. Öyleyse âlem noktayla çevre arasındadır. Nokta ilk, çevre sondur. İlahi korama, her nerede olursak olalım, bize eşlik ederek bizi kendisine döndürür. İş ise dairevîdir. Onun görülüp sınırında durulacak ucu yoktur. İşte böyle bir keşif sahibi olan Mu­hammedi’ye ‘Sizin için bir makam yoktur’ denilir, çünkü iş dairevîdir. ‘Geri dönün.’ Alem sonsuza kadar varlık feleğinde yüzer durur, çünkü orada bir nihayet yoktur. Âlemin yüzü, kendisini var eden el-Evvel is­mine bakar dururken âlemin sırtı ise kuşatıcı el-Ahir ismine bakar du­rur; ardıyla o isme ulaşır. Çünkü âlem önünden gördüğü gibi ardından da görür. Fakat halin değişmesiyle idraki değişir. İhtilaf olmasaydı, herhangi bir varlık farklılaşmayacağı gibi fark da ortaya çıkmayacaktı.

Varlık bir değirmen, benim üzerimde döner

Ben onun kutbuyum ve tükenecek değilim

Yok olsaydım dönmezdi değirmen ve olmazdı zaten

Fakirlik âlemin niteliğidir, yoksuldur o

Ey gördüğü halde hakikati bilmeyen kişi!

Bil ki bütün işleri tecrübeyle bilirsin

Cem’farkı kendinden perdeler                                                                        ,

Cem’farka delil, o da görüyor zaten

Bir gruba şöyle denilmiştir: ‘Ardınıza dönün ve nur arayın.’620 Bu­nun üzerine onlara ‘Hakk’ denilmiştir, çünkü Allah Teâlâ onları arkalarından ihata etmiştir ve Allah Teâlâ nurdur. Onlar ile arasına bir sur çekmiş olma­saydı, kendilerine ‘Nur arayın’ denildiğinde aradıkları nuru bulacaklar­dı. Hâlbuki dünya hayatı, yükümlülükler vasıtasıyla nurları kazanma yeridir ve orası meşru amellerin yeridir. Başka bir ifadeyle dünya haya­tı, bir yükselme ve kazanma yeridir. Ahirete yöneldilderinde, bu kez

dünya arkalarında kalır ve onlara ‘Ardınıza dönün, nur arayın’ denilir. &  . .

Yani herkesin nuru ancak dünya hayatından meydana gelebilir. Bunun üzerine, onlar ile dünya hayatı arasına engelleme suru çekilir. Bu sur nokta ile çevre arasında dönüp durur. Cennet ehli, sur ve çevre arasın­dadır ve nur onların ardındadır. Surun onlara bakan iç tarafmda rah­met bulunur. Surun yüz tarafı ise onun dış yönü ve zahiridir ve çevre­ye bakar. Cehennem ehli nokta ile surun zahiri arasındayken onun za­hiri belirli bir süreye kadar azap içerir. Sur iki yer arasında bir perde­dir, yoksa iki nitelik arasında değil! Çünkü sur da kendiliğinde rahmet­tir. Onun kendisi ise iki diyar arasındaki ayrımdır. Azap surun ön tarafındadır, içinde değil! içinde ise rahmet bulunur. Azap surun içinde bulunsaydı, cehennemlikler için azap ebedi olurdu. Nitekim cennet ehli üzerinde rahmet ebedidir. Öyleyse sur ortadan kalkmayacağı gibi onun rahmet olması da ortadan kalkmaz. Bu durumda bâtında ve içte bulunan şeyin dışta ve zahirde gözükmesi kaçınılmazdır. Bu durumda surun zahirinin mukabilinde olan kimseyi rahmetin kuşatması kaçınıl­mazdır. Bu nedenle onlara ‘Nur arayın’ denilmiştir. ‘Rahmet arayın’ denseydi, o esnada surun varlığında onu bulacaklardı.

Cennet ehli ateştekileri görerek (içinde bulundukları) nimetin de­ğerini anlamak istediklerinde, söz konusu surun üzerine tırmanırlar, rahmete dalarlar ve cehennemlikleri görüp oradan kurtulmuş olmanın hazzını tadarlar. Bu haz öyle bir hazdır ki, onun benzerini cennet nimederi içinde bulamazlar. Çünkü korkudan sonra gelen güven insana daha önceki güvenden daha çok haz verir. Cehennem ehli ise rahmetin kendilerini kuşatmasından sonra onlara bakar. Bu durumda cehen­nemde olmakla birlikte haz alırlar ve cennette olmadıkları için Allah Teâlâ’ya hamd ederler! Bunun sebebi, cehennemliklerin o esnadaki mizaçlarıdır. Onlar, bu mizaçla cennete girselerdi, zorunlu olarak acı duyacak ve zarar göreceklerdi.

İşin gerçeğini anladıysan, nimetin (mizaca) yatkın olan şey demek olduğunu, buna mukabil azabın -hangi türde olursa olsunmizaca yak­tın olmayan şey demek olduğunu da anlamış olmalısın. Her nerede olursan ol, mizacına yatkın bir şey sana ulaşınca, nimet içinde olursun. Mizacına yatkın ve uygun olmayan bir şey ulaştığında, azap çekersin. Binaenaleyh mekânlar sahiplerine sevdirilmiştir. Cehennem, kendi eh­linin vatanıdır. Onlar, oradan yaratılmış ve tekrar oraya dönmüşlerdir.

Aynı şey, ehli için cennet için böyledir. Olar da oradan yaratılmış ve oraya dönmüşlerdir. Mertebenin hazzı, mertebe ehli için zatî ve zorun­lu bir durumdur. Bununla birlikte onlar, ameldeki aşırılık veya ihmalle ilgili geçici bir durum nedeniyle (bu hakikatten) perdelenmişlerdir. Onların halleri başkalaşmış, kendilerindeki hastalıklar mertebenin hazzından onları perdelemiştir. Bu hastalıkları onlara getiren ise bizzat kendileridir.

Öyle ki (cehennem ehli olan) o insanlar, acı çekmelerine ve hasta­lıklara maruz kalmalarına yol açan amelleri işlememiş olup kabirlerin­den kendi mekânlarının mizacına göre diriltilmiş ve sonra da cennet ile cehennem arasında serbest bırakılmış olsalardı, hiç kuşkusuz, balık su­yu tercih edip havadan kaçtığı gibi onlar da cehennemi seçerlerdi. Ba­lık kara canlıların hayat ilkesi olan havadan kaçarken kara canlıları da su canlılarının hayat ilkesi olan suda ölürler. Bunu bilmelisin!

Bu itibarla Hakk’ın karşısında sürekli kalamazsın, çünkü şöyle de­nilmesi kaçınılmazdır: ‘Onları köşklerine döndürün.’ Hâlbuki onları evlerine veya zevcelerine döndürün denilmemiştir. ‘Köşkler’ denilmiş olmasının anlaşılan bir sebebi vardır: Onlar köşklerine döndürülüp mülklerini gördüklerinde, artık o mülkte kul olarak gözükmeleri im­kânsızdır. Onlar köşklerinde hükümdar ve sahip olarak ortaya çıkar, aileleri onları yüceltir, nefislerinde bir izzet bulunur. Bu durumda ha­kikat onlara şöyle der: ‘Bu yerm size kazandırdığı izzet sizden değil, Allah Teâlâ’dan olmalıdır.’ Artık mülklerinde Allah Teâlâ’nın izzeti sayesinde aziz olurlar. İzzet asıl itibarıyla Allah Teâlâ’ya peygamberine ait iken müminlere ise -asıl itibarıyla değililahi bir hediye olarak ait olur. Bu bilgiyle Allah Teâlâ katında mutlu olurlar ve O’nu yeni bir tecellide bulurlar. Allah Teâlâ’yı bilenler sürekli tecelli içindedir, çünkü onlar, Allah Teâlâ’nın her suretin aynı olduğunu bilirler. Bununla birlikte onlar için Kesib’te genel tecelli var­dır. Bu tecelli, sürekli buldukları zevkten farklı başka bir zevk verir.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

Yirmi Sekizinci Sifir, dört yüz onuncu bölümün sona ermesiyle birlikte sona ermiştir.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar