YİRMİ SEKİZİNCİ SİFİR 3. Bölüm
ÜÇ YÜZ DOKSAN ALTINCI BÖLÜM
'Bilgileri ve ilimleri toplayanı kendimden
perdelerim' Münazelesinin Bilinmesi
Bu menzil Muhammedi mertebeden öğrenilir.
Dikkat edin! Bütün işler Allah Teâlâ’ya döner Sen ey dünya!
Bir aldanıştan ibaretsin
Takva ehli onun hilesinden emin değil bilseler bile Günahkârlar nasıl emin olsun
ki?
Hakkın sıfatı tuzağında âlemde Onun
tuzağı hakkında bir şuurumuz yok
O kendi halinde nitelenmiş olsaydı
Korkutucu ve müjdeleyen kendisine ait olurdu
Kendiliğinde
onları tasdik eden kimse Bakarız ki ölüm değirmeni üzerimizde dönmekte
Benim onda ve onun nezdinde bir
öğüdüm var ki Hatırlatır bana el-Habir’i
Onun vasıtasıyla kul dünyada ulaşır
Diriliş gününde Hakkın kemal niteliğine
O geçerken benim yarımımdadır Bunu
inkâr eden kimse zalimdir
Onun mizanı kendindedir Onu bilen
âlim ve kadir
Mesela fiilde Ahmet es-Sebtî gibi Allah
Teâlâ işlerin gemini eline vermiş
Kul ancak O’nun isimlerini izhar
eder O açıklayan ve bağışlayandır
Allah Teâlâ Ruhu’l-Kuds ile sana ve
bize yardım etsin, bilmelisin ki, kendinde Allah Teâlâ kulunun tanıyamayacağı
kadar yücedir. Bu bakımdan O’nu tanımak ve bilmek, imkânsızdır. Bizim
bilebileceğimiz yegâne şey, nispetler, mümkünler veya onlara nispet edilen
şeylerdir. O halde marifet, mümkünlerin zatlarıyla ilgili olduğu kadar bilgiler
de O’na nispet edilen şeylerle ilgilidir. Böylece düşünme ve nazarî inceleme
olmaksızın, zorunlu bir şekilde zadarı ve dış varlıkları biliriz. Nefis onları Allah
Teâlâ’nın kendisine yerleştirdiği bir güçle algılar ve onlara ait nispederi
öğrenir. Bu bilgi, onların nitelikleri veya haklarındaki hükümlere dair nazarî
delille veya masum peygamberin getirdiği haberle elde edilen bilgi demektir.
Bunun dışında, bu konudaki bilgilere ulaşmak mümkün değildir. Hüküm ve haberler
ise sonsuzdur. İncelemeye kalkan araştırmacı, onları bir araya getiremez,
dağıtır. Allah Teâlâ kullarından bir kısmının onları toparlamasmı istemiştir,
yoksa öğreninceye kadar bu çokluğu incelemelerini irade etmemiştir. Bunun yanı
sıra bazı kullarına onları öğrenmek üzere nazarî araştırmayı mubah kılmıştır.
Bu durum nazar hakkmdaki ifadesinde geçer ki, bu ayet, ‘ta ki onun Hakk olduğunu
öğrenirler’ ayetidir. Öyleyse bilgileri toplama hususunda kendinde bir dağılma
gören kimse Hakka delil oluşları bakımından bilgileri görmüş değildir. Bu
durumda o bilgiler Hakka delil oldukları bağlamdan insanı perdelerler. Böyle
bilgilere misal olarak aritmetik, geometri, matematik, mantık ve doğa
bilimlerini verebiliriz. Bu alanlardaki herhangi bir bilimde Allah Teâlâ’yı
bilmeye götüren bir yol ve delil vardır. Fakat insanların çoğu söz konusu
bilime Allah Teâlâ’yı gösteren yönü aramak üzere eğilmez. Bu durumda bilim
eleştirilir ve onun Hakka delil olduğu yön görülmez olur. Allah Teâlâ bazı
insanların dikkatlerini bütün bilinenlerin Allah Teâlâ’ya delalet yönlerini
aramaya çeker. Allah Teâlâ o delilleri bilinenlere taksim etmiştir. Onun
aradığı, Allah Teâlâ delil olacak husustur. Bu durumda onun bilinenlerde
dağılmış delilleri toplamasının Allah Teâlâ’dan perdelenmeye yol açacağından
kuşku duymayız. Başka bir ifadeyle herhangi bir yaratılmışın kabiliyetinde
olduğu kadarıyla Allah Teâlâ’dan öğrenebileceği yönden o bilgiler kendisini
perdeler. Onu bu bilgiye ulaştıracak yegâne yol, bütün bilinenleri ve bütün
âlemi zihninden uzaklaştırarak, boş bir kalple Allah Teâlâ karşısında huzur,
murakabe ve dinginlik haünde oturmasıdır. Kalbiyle Allah Teâlâ ismini zikreder
ve kendisini Allah Teâlâ’yı bilmeye ulaştıracak delil aramaz. Bu itibarla
kapıya bağlanıp zikrederek kapıyı çalması, Allah Teâlâ katından ona verdiği bir
rahmettir. Yani belirttiğimiz davranışa Allah Teâlâ’nın kendisini ulaştırması
ve bunu ona ilham etmesi Allah Teâlâ katından bir rahmettir. Böyle yaptığında Hakk
Hızır ve benzerlerinin talim işini iisdendiği gibi, müşahedeye ulaşacak
şekilde ona öğretim işini üsdenir ve Allah Teâlâ ona katından bilgi öğretir.
Bu bağlamda Allah Teâlâ Hızır hakkında ‘Ona
katımızdan rahmet verdik ve ledünden bilgi öğrettik’490 buyurur. ‘Ledün’ derken kastedilen,
Hızır ile Allah Teâlâ arasındaki özel yöndür. Bu yönüyle ‘özel yön’ bütün
yaratıklar ile Allah Teâlâ arasında sabittir. Çünkü sebeplerin sonuçlarda
(gerçek anlamda) müessir olması imkânsızdır (müessir özel yönden Hakk’tır).
Sebeplerin eddsi hakkında söylenen, Hz. İsa hakkında söylenmiş olan ‘zahir
dilidir.’ Hz İsa için ‘Ona üfler ve Allah Teâlâ’nın izniyle kuş olur’491 denilir. Senin üflemenle değil
demektir. Üfleme zahirde var olma sebebidir. Var olma ise gerçekte ilahi
izinden meydana gelebilir. (Her varlık ile Allah Teâlâ arasındaki) Özel yön,
kulların arasından peygamberlerin veya (hadiste belirtildiği üzere) ‘Hakka
yakın meleğin’ bile muttali olamadığı yöndür.
Melek veya peygamber veya veli gibi
bir şahsa Allah Teâlâ’nın en büyük inayeti, başka bir yöne değil, kendisini
‘özel yöne’ muttali kılmış olmasıdır. Nitekim Hızır Hz. Musa’ya şöyle
demiştir: ‘Ben Allah Teâlâ’nın bana öğrettiği ve senin bilmediğin bir bilgiye
sahibim.’ Çünkü Hızır o bilgiyi Allah Teâlâ ile kulu arasındaki ‘özel yön’den
(vech-i has) almıştı. Allah Teâlâ bir kuluna inayet ettiğinde, o özel yönü
kuldan başkası öğrenemez. Her yaratılmışın (Allah Teâlâ ile kendi arasında)
böyle bir yön vardır. Allah Teâlâ o yönden kendisine pek çok şey öğretir. Fakat
kulların bir kısmı bu bilgilerin özel yönden geldiğini bilemez. Özel yönden
gelen bilgiler, öncesinde fikir veya düşünmenin bulunmadığı tüm zorunlu
bilgilerdir. İnayet sahibi insan, Allah Teâlâ’nın o bilgiyi sahibine özel
yönden verdiğini bilir.
Sonra Hızır, Hz. Musa’ya şöyle
demiştir: ‘Sen de Allah Teâlâ’nın sana verip benim bilmediğim bilgiye
sahipsin.’ Hz. Musa kendi özel yönünü bilmiş olsaydı, o yönden kendisine gelen
bilgiyi de bilirdi; onu bilmiyorsa, Hızır onu öğrenmesi için Allah Teâlâ’ya
dua etmesine dikkatini çekmiştir. Bütün eşyayı bu özel yönden bildiğinde, o
bilgi bu müşahedeye eşlik eder. İlahi işler ve eşya Allah Teâlâ’dan meydana
gelir ve bu bilgi sahibi onlara bakar. Dolayısıyla âlemde gördüğü çokluk
kendisini engellemez. Bu durum Hz. Ebu Bekir’in ‘Gördüğüm her şeyden önce Allah
Teâlâ’yı gördüm’ ifadesinde dile getirilir. Bu söylemesinin nedeni, daha önce
söylediğimiz gibi, eşyanın yaratılış yoluyla Allah Teâlâ’dan çıkışını görmüş
olmasıdır. Hz. Ebu Bekir sürekli müşahede halindeyken eşyanın yaratılışı
gerçekleşmektedir. Bu sayede Allah Teâlâ’dan meydana gelen herhangi bir şeyden
önce bizzat Allah Teâlâ’yı müşahede eder. Bize ulaştığına göre, Allah Teâlâ ile
her bir yaratılmış arasındaki özel yöne (vech-i has) ve kendini müşahede
halinde bütünüyle Allah Teâlâ’ya veren birinin kalbinde o yönden gelecek
bilgilere Hz. Ebu Bekir’den başkası dikkat çekmemiştir. Fakat biz bu husustaki
bilgiyi Hz. Ebu Bekir’in uyarısından almadık, çünkü biz onun kastettiğini
anlamadık veya onun sözleri üzerinde düşünerek bu bilgiyi elde etmedik. Allah
Teâlâ bize inayet etmiş ve herhangi bir sebep olmaksızın ansızın bilgi bize
gelmiştir. Daha önce özel yön hakkındaki
I
bu bilgiyi bilmiyorduk. Bu nedenle
bize ansızın gelen bilgiyi yadırgadık ve ‘bu bilgi de nereden çıktı?’ dedik. Allah
Teâlâ bize özel yön kapısını açtığında, Hakk’tan özel yönden bize ait hususları
öğrendik. Bunun yanı sıra onun Allah Teâlâ’dan kendisinden var olan her
varlığa yönelik ‘özel yön’ olduğunu anladık. Bunun üzerine kapıya bağlandık ve
sekinet bulduk.
Özel yönün bilgisine ulaştığını iddia
eden insanın şeriatın edebine uyması gerekir. Bununla birlikte gerçekleşmesi
zorunlu ilahi takdirin ona nüfuz etmesiyle günah meydana gelebilir. Kişi öyle
bir davranışı günah ve şeriatın emrine aykırılık olarak görürse, onun özel
yönden bilgi aldığı bilinir. Şeriata aykırı davranışın ‘günah’ olmadığına
inanırsa, Allah Teâlâ’nın onu özel yöne muttali kılmadığını ve bu konuda ona
kapı açmadığını biliriz. Böyle bir insan, Allah Teâlâ’nın kendisine değer
vermediği biridir. Çünkü özel yönden bilgi alanlardan daha çok şeriat
karşısında edepli davranan ve -bir ümmi gibionun Hakk ve hakikat olduğuna inanan
başka kimse yoktur. Özel yönden bilgi alanlar, işleri oldukları hal üzere bilen
kimselerdir. Bu nedenle onlar, şeriatın emri ve teklifi karşısında kendi
paylarıyla onu getiren peygamberin ve onunla yükümlü sıradan insanın nasibinin
bir ve eşit olduğunu bilirler. Bu bağlamda teklif alanında kimsenin diğerine
bir üstünlüğü yoktur. Çünkü şeriat, başka bir nedenle değil, bizatihi kendisi
nedeniyle gelmiştir. Şeriatın genel hitabında herhangi birine haram olan bir
iş, bir tahsis olmaksızın, herkese haramdır. Özel yönden bilgi (aldığını iddia
eden insan), belirli bir şahıs hakkında haramın helal olduğunu ileri sürerse,
zahirde kınanır ve bütün âlimlere göre kâfir olur. Aynı zamanda özel yönden
bilgi aldığı iddiasında da yalancıdır. Çünkü özel yönün bilgilerinin en özeli,
şeriadarın getirdiği bilgilerdir. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem, kızı Fatma’nın üzerine eşi Hz. Ali’nin Ebu CehiPin kızını kuma getirmek
üzere evlenme teklifi yaptığı kendisine söylendiğinde şöyle demiştir: ‘Fatma
benden bir parçadır, onu üzen, beni üzer, onu sevindiren, beni sevindirir.
Fakat Allah Teâlâ’nın helal kıldığı bir şeyi haram ve helal kıldığı bir şeyi de
haram yapamam.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem kendisini bilmekle
birlikte özel yön ona haramı haram, helali helal olarak bıraktırmış, Hz.
Ali’nin Ebu Cehil’in kızıyla evlenmesini yasaklamamıştı, çünkü onunla evlenmesi
helaldi. Fakat şöyle demiştir: ‘Onunla evlenmek istiyorsa, kızımı boşamalıdır. Allah
Teâlâ’ya yemin olsun ki, Allah Teâlâ düşmanının kızıyla Allah Teâlâ
peygamberinin kızı aynı adamın eşi olamaz.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
kızım övmüş, Hz. Ali de niyetinden vazgeçmiştir. Özel yön (teklifin düştüğünü
ileri süren) tartışmacının iddia ettiği bir bilgiyi insana getirseydi, Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem bu konuda öncelikli olurdu. Hâlbuki öyle yapmamıştır.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem en yetkin keşif, en genel hüküm ve en
geniş pay sahibiydi, çünkü en büyük efendi O’dur.
Her şahsın özel bir vasfı olmalıdır.
Söz konusu vasfı ve niteliği ona Allah Teâlâ özel yönden vermiştir. Söz konusu
nitelilde Allah Teâlâ, hakkında Mutlu olmayacağı ve her şeyi kuşatan ilahi
rahmete eremeyeceği söylenenleri ahirette Mutlu kılar. (İlahi rahmet herkese
ulaşır), çünkü o rahmet, tahsis (özel) yönünden sudur etmiş, âlimi, cahili,
itaatkârı ve günahkârı kuşatmıştır. Allah Teâlâ bizi bütün hallerinde rahmetin
ulaştığı kişilerden etsin. Bu haldeyken O’na kavuşalım. Ayrıca özel yönü tanıdıktan
sonra şeriatın diliyle kınanmayanlardan etsin! Müçtehiderin ve şeriadarın bütün
hükümleri, özel yönden ortaya çıkmıştır. Herhangi bir kitaba veya delile
bakmaksızın, rüyanın (tabir) gücüyle yorumlanması bu özel yönden mümkün
olabilir. Onu elde etmek isteyen kimse, söylediğimiz şartlara uymalıdır.
‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru yola ulaştırır.’
ÜÇ YÜZ
DOKSAN YEDİNCİ BÖLÜM
"Güzel kelime ve salih amel O'na
yükselir' Münazelesinin Bilinmesi
Adamlar Allah Teâlâ
adamları
Arifler ve geride
kalanlar ve önde gidenler
Hiçbirisi hakikatini bilemez Ayetleri ve
sureleri birleştiren müstesna
O kişi ayak üzerinde Hakk
ile durur
Kimin kınadığını
veya övdüğünü dikkate almaz
Halifeliğimizde Allah Teâlâ’dan bize
gelmiştir Hükmün hatemliği:
Onu kimseye tahsis
etmemiştir
Bununla övünmek
istemeyiz yoksa eksik kalırdık
Veya bizi başka
haline getirirdi
Allah Teâlâ kendinden bir ruh ile
seni ve bizi desteklesin, bilmelisin ki, Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Kim
evinden Allah Teâlâ’ya ve peygambere hicret etmek üzere çıkarsa...’492 Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem şöyle der: ‘Kimin hicreti Allah Teâlâ’ya ise’, sonra şöyle der:
‘Fetihten sonra hicret yoktur.’ Kastedilen Mekke’nin fethidir, çünkü fetihten
sonra gidilecek bir yer yoktur.
Allah Teâlâ insan nefislerinin
evlerini bu doğal cisimler/bedenler yapmıştır. Allah Teâlâ onları yaratmış*
düzenlemiş ve insan nefislerinin yerleşmesi için itidale kavuşturmuştur. Söz
konusu nefisler, Allah Teâlâ’nın kelimelerindendir. Allah Teâlâ o nefisleri
bedenlere üfleyip oraya yerleştirdiğinde, kendisine sahibi olduğu bedeni
yönetme görevini bildirmiştir. Allah Teâlâ onun yaratılışına genel tedbir ve
yönetim bilgisini yerleştirmiş, sonra özel ve genel yönetiminde de vakitler
belirlemiş, bunun miktar ve tarzını şeriatın diliyle bildirmiş, bu ölçüler
doğanın terazisine uygun ve münasip olmuştur. Bu nedenle özel ve genel tedbir
övülmüştür. Bu meseleyi bilen doğa bilimciler, şöyle demiştir: ‘Bu bilginin
esası hakkında Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den daha güzel ve daha
kuşatıcı bir söz söylenmemiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle
der: ‘Mide ilacın evidir. Koruma ilacın başıdır, bütün hastalıkların esası üşümedir.’
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem yeme ölçüsünü belirleyerek midenin üçte
birini yemeye, üçte birini suya ve üçte birini de nefes almaya bırakmayı
emretmiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Ademoğluna belini
kendisiyle doğrultacağı birkaç lokma yeterlidir’ der. Bu düsturlar, beden
evinin yönetimiyle ilgilidir. Nefs-i natıka o evde Allah Teâlâ’nın hükmüyle
hüküm vermeyi sürdürür. En sonunda sırrına -Allah Teâlâ’nın hükmüne göre hüküm
vermiş olsa bilekendisi sabitken hüküm verenin gerçekte Allah Teâlâ olduğu
bilgisi açılır. Bu durumu müşahede ettiğinde, beden karanlığında sınırlı ve
hapis kalmaktan rahatsızlık duyarak uzaklaşmak ister. Allah Teâlâ’nın
kendisine amelinden hor ve zelil bir binek hazırladığını görür. Bu binek huysuz
bir binek değildir; katırdan küçük eşekten büyük berzahî bir binektir. Şeriat
onu Burak diye isimlendirmiştir, çünkü o havada şimşeğin doğması gibi doğa
âleminden doğmuştur. Bu nedenle Allah Teâlâ ona hızlı yürüme özelliği
vermiştir. Burak ayağını bir anda en ileri noktaya atabilir. Bu durumda nefs-i
natıka, beden şehrinden hicret etmek üzere çıkarak Mele-i a’la’nın melekût ve
ayetlerini basiret ve ibret gözüyle incelemeye başlar. Bu ayeder ona Allah
Teâlâ hakkında bilgi kazandırır. Varlıklar ve olgular âleminden uzaklaşarak
kendisine geldiğinde Hakk onu karşılar ve kendi yanında en hayırlı menzile
yerleştirir, daha önce bilmediği hususları ilahi hitap ile ve aradaki münasebet
nedeniylemeşiyet müşahedesiyle öğretir. Artık, Hz. Musa’nın kendisine ansızın gelen
tecelliyle bayılması gibi, hiç bir şey ansızın ona gelip o şeyin nezdinde
helale olmaz. Çünkü Allah Teâlâ ona Muhammedi surette tecelli etmiştir ve o da
Muhammedi surette Halck’ı görür. Muhammedi suret, Hakk’ın kendisinde
görülebileceği en kâmil ve yetkin surettir. Böylece Allah Teâlâ bu suret
vasıtasıyla kişiyi sadece Muhammedîlerin ulaşabileceği bir makama yükseltir.
Orası hüviyet menzilidir. Artık o sürekli gayb âlemini müşahede eder. Onun duyu
âleminde izi ve eseri kalmaz. Bu müşahede Abdulkadir Geylanî’nin en özel
arkadaşlarından birisi olan Bağdadı Ebu’s-Suud b. eş-Şibl’in müşahedesiydi.
Bu müşahede sahibi, hüviyet
sahibinden başkadır. Aksine onu melekût âleminde hükümdar olarak görür. Bu
bağlamda müşahede eden herkesin müşahede ettiği şeyin suretini giymesi gerekir.
Bu müşahede sahibi el-Melik’in suretiyle zuhur eder ve oluş âleminde tesir,
tasarruf, hüküm, iddia ve ilahi güçle zuhur ederek ortaya çıkar. Böyle
insanlara misal olarak Abdulkadir el-Cili ve Merakeşli Ebu’l-Abbas es-Sebtî’yi
verebiliriz. Onunla karşılaştım ve kendisiyle sohbet ettim. Ona cömertlik
terazisi verilmişti. Abdulkadir’e ise güç ve himmet verilmişti ve bu nedenle
işlerinde es-Sebtî’den daha kâmildi.
Bu makam sahipleri iki kısımdır: Bir
kısmı dilin edebine riayet eder. Onlara misal olarak Ebu Yezid el-Bestami ve
Süleyman edDineveri’yi verebiliriz. Bir kısmında ise Hakka ulaştığı için
şatahadar ortaya çıkar. Bunlara misal olarak Abdülkadir’i vb. verebiliriz. Bu
kişiler, hem cinsleri, benzerleri ve hatta makamda kendilerinden üstün olanlar
üzerinde baskın görünürler. Bu davranış tasavvuf yolunda edebe riayet edenlere
göre saygısızlıktır. Bu bağlamda Allah Teâlâ nedeniyle Allah Teâlâ’ya karşı
şatahat sözleri söylemek, hemcinslerine karşı şatahat ifadeleri söylemekten
daha üstün bir saygıdır. Çünkü Allah Teâlâ -bütün suretleri kabul ettiği
içinkendine karşı şatahat söylenmesini kabul eder. Hâlbuki insan hemcinsinin
kendisine karşı söylediği şatahatı kabul etmez. Çünkü o Allah Teâlâ katında
ilahi bir makama bağlıdır ve bu makam özel yöndendir ve bilinmeyen bir
makamdır. Ona karşı şatahat söyleyen kimse kaşıdı veya kendi gayretiyle olmadan
da yalan söyleyebilir. Buna mukabil Allah Teâlâ’ya karşı yalan söylenemez. Bu
yönüyle Allah Teâlâ, âlemdeki bütün suretleri kabul eden ‘tüm heyula’ gibidir.
Ona hangi suret nispet edilirse edilsin veya hangi sureti izhar edersen et, bu
nispeti yaparken doğru söylemiş olacağın gibi zuhur da doğrudur. Çünkü suretler,
O’nu izhar eder. Sınaî (yapma) heyula ise bu durumu kabul etmez. O sadece
belirli suretleri kabul eder. Bu bağlamda insan bazen ona neyi nispet edeceğini
bilemez ve sınaî heyulanın kabul etmeyeceği suretleri kendisine nispet eder.
İşte Allah Teâlâ’ya karşı ve menzil sahipleri olan Allah Teâlâ ehline karşı
şatahat söylemede durum böyledir.
Abdülkadir Geylani (el-Cilî), kendi
halinde, Hakkın suretiyle peygamber ve velilere karşı şatahat söyleyenlerdendi
ve bu nedenle dili masum değildi. Ben Allah Teâlâ’ya ve Allah Teâlâ ehline
karşı hayali bir mertebede şatahat söyleyen bazı insanlar gördüm. Biz böyle
insanlardan söz etmiyoruz. Çünkü onlar, Hakkın kapısından uzaklaştırılmış ve
doğruluk oturağından (makad-ı sıdk) kovulmuş kimselerdir. Onları, hallerinin
çoğunda meşru hükümleri ortadan kaldırmadıkları halde yükümlülük sebebi olan
akılları yerindeyken de hükümlere uymadıklarını görürsün. Kısaca Allah Teâlâ’ya
karşı naz yapmak, Allah Teâlâ’ya yalcın kimselere göre doğru bir davranış
değildir. Naz sahibi olmakla birlikte Allah Teâlâ’ya yakınlık iddia edenin
yalcınlık makamı hakkında bilgisi olmadığı gibi Allah Teâlâ’ya gerçek anlamda
ehil olma hakkında da bir bilgisi yoktur.
‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru yola ulaştırır.’
ÜÇ YÜZ
DOKSAN SEKİZİNCİ BÖLÜM
'İnsanlara öğüt veren beni tanımamıştır,
onlara hatırlatan beni tanımıştır, artık sen de o iki adamdan dilediğin ol' Münazelesinin Bilinmesi
Yaratıklar
Hakkın zatının gölgesi Bilinecek ve görülecek bir varlığı yok iken
O var olunca onunla var olunur, yürüyünce onunla yürünür
Onun kendisi o değildir ve
varlığı beşerdir
Varlığı olmayanın
varlığından hayrete düşülür
O kaybolsa,
fayda ve zarar olmaz
Bu söylediğimi aklı bilemez Onu
güneş ve ay bilebilir
Güneş dişi, dolunay ise hakim erkek
Üzerinde iyice düşünürsen anlayacaksın
İkisi arasında
çocuklar doğar
Onlar doğanlardan
başkası değildir, bari ibret al
Zatında sayı olan bire şaştım
Zuhurun sebebidir, kevn ve başka ondadır
Allah Teâlâ kendinden bir ruh ile
bizi ve seni desteklesin, bilmelisin ki, Allah Teâlâ şöyle der: ‘Onlara
Allah Teâlâ’nın ayetlerini hatırlat.’493 Bu bağlamda
yüce kitabında peygamberine emrettiği hususlardan birisi şuydu: ‘De
ki size bir şeyi öğüt veriyorum.’494 Allah Teâlâ şöyle der: ‘Veya
onlara acı bir azap gelecektir.’495
Bu münazelenin esası, zikredilen üç
ayete dayanır. Buna göre öğüt gafil âlimlere ait iken vaaz bütün insanlara
yapılamaz. Bu nedenle başta ‘insanlara vaaz eden beni tanımamıştır’ denildi.
Çünkü onlara vaaz eden kimse, benimle değil, benden olan bir şeyle kendilerine
vaaz edecektir. Aynı şekilde insanları korkutan da (benimle değil) benden
meydana gelen bir şeyle onları korkutmuştur. Bu bağlamda teşvik, korkutmanın
yerini alamaz. Çünkü teşvik, bana dair olabilirken korkutma benden meydana
gelen bir şeyden olabilir.
Ayette geçen ‘akım gün’, herhangi bir
zaman benzerini meydana getirmeyen gün demektir. Yani kendisinden sonra ondan
meydana gelebilecek günün bulunmadığı gündür. Çünkü dünyadaki her gün önceki
bir günün oğludur. Bu yönüyle o ikisi, gece ve gündüzün ikizleridir. Gece dişi
gün erkektir. Bunlar birleşir ve kendilerinden sonra gelen gündüz ile geceyi
doğururlar. Onların gelişiyle birlikte anne ve baba gider. Çünkü onlar hiçbir
zaman bir araya gelmezler. Gece gündüzü sarıp birbirlerine girdiklerinde, her
birisinde meydana gelen iş ve hadiselerin doğumu gerçekleşir; bunlar Hakk’ın
şe’nlerindendir. Gündüzde meydana gelen hadiselerin doğumu için gece erkek ve
gündüz dişi olur. Buna mukabil geceleyin meydana gelecek hadiseler için gündüz
erkek gece dişi olur, ikizin doğumu için gece dişi gündüz erkek olur, ikizler
ikinci gün ve onun gecesidir. Gece asildir. Gece karşısında
A
gündüz Adem karşısında Havva gibidir.
Sonra birleşme ve doğum gerçekleşir.
FASIL
Vaizin Yaptığı Birinci Vaaz
Bu vaaz, gayrete gelerek veya tazim
etmek amacıyla, Allah Teâlâ’nın emrettiği bir işi yerine getirdiğini görerek Allah
Teâlâ’yı ve peygamberini övmek üzere o makamda şöyle
demesidir: ‘Peygambere itaat eden, Allah
Teâlâ’ya itaat etmiştir.’496 Böyle
söylemekle Kitap ve Sünnete göre Allah Teâlâ için bir iş yapmış olursun. Yoksa
nefsinin hevasıyla veya doğal bir gayrede veya kevni bir yüceltmeyle bir şey
yapmış olmazsın. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur:
‘İçinizden birisini, yatağına uzanmışken bir hadisim kendisine geldiğinde
‘Bana Kuran okuyun’ dediğini görmeyeyim. Allah Teâlâ’ya yemin olsun ki, hadis
Kuran gibidir veya daha fazlasıdır.’ Burada ‘daha fazla’ derken hadisin
mertebesini yüceltmek amacı taşır. Çünkü Kuran-
1 Kerim kendisiyle Allah Teâlâ arasındadır ve bu aracılıkta
Cebrail vardır. Hadis ise Allah Teâlâ’dan peygamberine ulaşır. Bilindiği üzere,
isnat zincirindeki yakınlık uzaklıktan daha değerlidir. Bir tane bile olsa,
zincirdeki bir râvinin düşmesi, isnadı değerli kılar, çünkü râvinin aktardığı
haberdeki etkisi ve hükmü azalır. Bu yönüyle haberin aktaranın etkisini
taşıması kaçınılmazdır. Dolayısıyla haber aktarıldığı asıl halinde kalmayacağı
gibi bir insanın ‘bu falancanın sözüdür’ demesi o sözü aktaran veya duyanın
demesiyle aynı derecede doğru değildir. Bu durum dil ve lisanın değişmesinden
kaynaklanır. Çünkü mütercim konuşulan sözü tam aktarmak yerine ancak anladığını
aktarabilir. Sana bir sözü aktarılan kimseyle aynı dönemde yaşarken o sözden
anladığınla sana
sözü aktaranın anladığı bir
olmayabilir. İşin en nihayeti, bu dereceden benzerine inmiş olmasıdır. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘daha çok’ diye bir ifade kullanmış olmasının
nedeni, gerçekte durumun öyle olmasıdır. Bu nedenle hadis Kuran’dan ‘daha
fazla’ sayılmıştır. Kuran’ın vasıtayla geldiğini söyledik. Bunun delili ‘Onu
Cebrail indirdi'497 ve ‘De ki
onu Ruhu’l-kuds rabbinden indirdi’498, ‘Sana
vahyi indirilmezden önce Kuran’ı aceleyle okuma, de ki rabbim bilgimi arttır’499 ayetleridir. Son emirde kastedilen,
vasıtaların ortadan kalkmasıyla Allah Teâlâ’dan doğrudan ulaşan bilgilerle
bilgi artışıdır. O ise kendisine ‘Kuran’ denilmeyen hadistir.
Vaazda Kitabm veya Sünnetin dışına
çıkmamak gerektiği gibi anlamsız hususlara dalıp Yahudilerden,
Hıristiyanlardan ve tefsir kitaplaj
rında Allah Teâlâ’nın şanına veya peygamberlerin mertebesine
yaraşmayan i hususları
aktaran tefsircilerden nakil yapmamalıdır. Anlatılır ki, birisi \ meşhur
vaizlerden Mansur b. Ammar’ı ölümünün ardından rüyasında | görmüş ve ona şöyle
demiş: ‘Ey Mansur! Neyle karşılaştın?’ Mansur ' şöyle demiş: ‘Allah Teâlâ beni
önünde durdurup şöyle dedi: ‘Ey Mansur! / Bana neyle yaklaştın?’ Ben de cevap
verdim: ‘İnsanlara vaaz veriyor ve jj öğüt ediyordum.’ Allah Teâlâ şöyle dedi:
‘Ey Mansur! Zeynep ve Suad’ın | şiirleriyle mi bana yaklaşmak isteyip kullarıma
vaaz veriyordun?’ Sonra | da bana minberde okuduğum âşıkların sevgililerine
yazdıkları şiirleri hatırlattı. Bu durum bana ağır geldi. Sonra şöyle dedi:
‘Benim bir dostum senin meclisinde bulunmuş ve sen o mecliste şöyle demiştin:
‘Allah Teâlâ’m! İçimizden kalbi en katı, gözü en yaşsız olanımızı bağışla!’ Oradaki
velim ise şöyle demişti: ‘Allah Teâlâ’m! Bu niteliğe sahip her kim ise onu
bağışla!’ Baktım ve senden daha katı kalpli ve kuru gözlü kimse görmedim.
Velimin duasını kabul ettim ve seni bağışladım.’ Bir vaiz vaaz ederken, Allah Teâlâ’yı
hatırlatan şiirlerin dışında bir şiir okumamalıdır. Çünkü böyle şiirler, Allah
Teâlâ ehlinin söylediği ve söylenmesi ve dinlenmesi helal sözlerdir. Çünkü o, Allah
Teâlâ adının kendisinde anıldığı sözdür.
Vaiz Allah Teâlâ’ya dair ister övme
amaçlı ister nesebinden söz etmek üzere Allah Teâlâ’dan başkası adına yazılmış
bir şiir okumamalıdır. Böyle bir davranış, Allah Teâlâ’ya yaklaşmak üzere
necaset ile abdest almaya benzer. Çünkü yaratılmış hakkındaki bir söz, hiç
kuşkusuz Ki, yaratılmıştır. Allah Teâlâ kitabında bu konuya dikkat çekerek
şöyle der: ‘Niçin Allah Teâlâ’nın adı-
mtı üzerlerinde anıldığı şeyleri
yemiyorsunuz?’500 Başka
bir ayette 4Allah Teâlâ’nın adının zikredilmediği
şeylerden yemeyiniz, onlardan yemek günahtır’501 buyurur. Allah Teâlâ’dan başkası için
yazılmış şiirler, Allah Teâlâ’dan başkasına tahsis edilmiş demektir. Çünkü
niyetin eşyada bir etkisi vardır. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Onlar
dini bütünüyle Allah Teâlâ’ya tahsis ederek ibadet etmekle yükümlüdürler.’502 Ihlâs niyet demektir. Şair,
sevgilisini övmek ve tanıklığına göre ehil olmayan birini methetmeyi
amaçlamıştır. Kardeşlerimden biri bana bir mektup yazmış, mektupta beni o kadar
övmüştü ki, sadece lakap olarak altmış üç lakap saymış, ben de ona şöyle
yazmıştım: ‘Onların şahidikleri yazılacak ve hesaba çekileceklerdir.’ Ardından Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Allah Teâlâ’ya karşı kimseyi tezkiye etmem’
ifadesini yazdım. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bir insanı tezkiye
etmek yerine şöyle derdi: ‘Onun şöyle olduğunu zannediyorum.’ Allah Teâlâ
şöyle der: ‘Nefislerinizi tezkiye etmeyiniz. O
takva sahiplerini en iyi bilendir.’503 Bu sözleri söyleyen kişi,
başlangıçta hangi tarzda olursa olsun, Hakkın mertebesine (yaklaşmaya) niyet
etseydi, belki de o davranış Allah Teâlâ’ya yaklaşmaya vesile olurdu. Çünkü
ameller niyedere göredir ve herkes için ‘niyet ettiği şey vardır.’ Çünkü Allah
Teâlâ insanın içinde olan şeyleri bilir ve Allah Teâlâ’nın sırları kendinde
izhar edeceği gün vardır. Dine göre Allah Teâlâ’ya yakınlık sayılan her iş,
üzerinde Allah Teâlâ’nın adının anıldığı ve Allah Teâlâ’ya tahsis edilmiş
hususlardandır. Söz konusu şiir gazel tarzında yazılmış olup onda mekânlardan,
bahçelerden, bölgelerden söz edilse ve bunlar, ilahi marifederde ve bilgilerde
kendileriyle ilgili hususlara işaret etmek üzere kullanılmış olsa bir sorun
yoktur.
Bir insan çıkıp bunu inkâra kalksa,
bu hususta kendisine dayanacağımız bir ilkemiz vardır. Şöyle ki: Allah Teâlâ
kıyamet günü kullarına kendisinde inkâr edileceği bir surette tecelli edecektir,
insanlar o suretten kaçarak şöyle diyeceklerdir: ‘Senden Allah Teâlâ’ya
sığınırız. Sen bizim rabbimiz değilsin.’ Allah Teâlâ şöyle der: ‘Ben sizin
rabbinizim.’ Ki gerçekte de O’dur. Burada Allah Teâlâ’nın tecellisinde bir sır
vardır ki inançları ve inanç farklılıklarını öğrenmek üzere o sırrı
araştırmalısın. Aynı durum bu lafızlar için geçerlidir. Onlarda
isimlendirilenin sureti Allah Teâlâ’dan başkası olsa bile, durum söyleyenin
niyetinden başkadır. Çünkü Allah Teâlâ ona ancak bu konudaki niyetine göre
davranır ve söyleyenin hali söze yansır. Nitekim ‘söze ve söyleyene bak’
denilir ki, sözü söyleyenin hali kastedilir. Sözü söyleyen dost ise, söz kaba
bile olsa dosduk bildirir; söyleyen düşman ise hoş bile gelse sözü düşmancadır.
Biz de şiirlerimizde bunu söyledik. Bizim şiirlerimiz de farklı suretlerde
ilahi bilgileri anlatır. Kullandığımız suret ve formlar, cesaredendirme, övgü,
kadın isimleri veya nitelikleri, nehirler, mekânlar ve yıldızlar gibi hususlar
içerir. Bu konuda Mekke’de Tercümanü’l-Eşvak diye
isimlendirdiğimiz bir kitap yazmış, daha sonra onu Zeairu’l-A’lak
dediğimiz bir kitapta şerh etmiştik. Şerhi yazmamızın nedeni, bir Halep
fakihinin o kitapta söylemiş olduğumuz bütün şiirlerle ilahi bilgileri vb.
hususların kastettiğimiz hakkındaki ifademize tepki göstererek şöyle demesiydi:
‘Böyle yapmasının nedeni din (âlimi) olmasıdır. Dine böyle bir gazel ve şiiri
nispet etmek istememiştir.’ Böyle dediği için de Allah Teâlâ kendisine hayır
ihsan etsin. Çünkü böyle itirazlar ve eleştiriler, insanların yararlandığı bu
tarz şerhlerin yazılmasına yol açan sebeplerdir. Biz de o şerhi yazarak,
niyetimizin doğruluğu ve iddiamızın sahihliğini o fakih ve benzeri kimselere
göstermiş olduk. Fakih kitabın şerhini okuyunca, söylediklerine tövbe etti ve Allah
Teâlâ’ya yöneldi.
Bu bağlamda (iyi niyet sahibi olmanın
gerekliliği hakkında deriz ki): Bir adamı evlenme niyeti taşıdığı bir kadının
yüzüne bakarken görebiliriz ve o esnada adamın evlenme niyeti taşıdığından
haberimiz yoktur. Bu durumda insaflı davranıp bilmeden tepki göstermemeliyiz.
Onu böyle davranmaya sevk eden sebebi sorarız ve bize kadınla evlenme niyeti
taşıdığı söylenir. Belki bakan adam doktor, kadın hasta olabilir ve hastalık
nedeniyle yüzüne bakmak gerekebilir. Bize hastalık doktorun kadının yüzüne
bakmasını gerektirmiştir denilirse, bakılması helal hatta -peygamberin bu
konudaki emri nedeniyleibadet olan bir şeye baktığını anlarız. Binaenaleyh
böyle bir ihtimal var olduğu için, peşinen tepki göstermeyiz. Bu ihtimaller
ortadayken, yadırgayana tepki göstermek bakana tepki göstermekten daha iyidir.
Çünkü tepki ancak ihtimal bulunmayan durumlarda olabilir. Bu konu, gerçek
dindarların değil, dindarlık iddiasındaki insanların çoğunun hata yaptığı bir
konudur. Sağlam ve köklü dindarlar, tepsi göstermek söz konusu olduğunda
öncelikle kendilerine karşı ihtiyada davranırlar. Çünkü şartları değiştiren
durumlar olabilir. Allah Teâlâ bizi insanlara karşı iyi zan sahibi olmaya
teşvik etmiştir, yoksa kötü zannı teşvik etmemiştir. Dindar biri bu zanla
hareket ederek kimseye tepki göstermez. Ayette ‘bazı zanların günah olduğu’
zikredilmiştir. (Dindar düşünür ki) Belki böyle bir zan, yasaklanan
zanlardandır ve onun günah kısmı ‘söylenmesidir.’ Gerçekte zannın doğru
olması, durumu değiştirmez, çünkü Allah Teâlâ sadece ‘zan’ olması nedeniyle
sahibini cezalandırır. Zan sahibi bilmediği halde ihtimal dâhilindeki bir
hususu dillendirmiştir; hâlbuki bunu yapmaya hakkı yoktur. İnsanın kendisine
karşı kötü zan sahibi olması, başkasına karşı kötü zan sahibi olmasından daha
iyidir. Çünkü insan kendisi hakkında basirete sahipken başkası hakkında
basirete sahip değildir. Dolayısıyla insanın kendisi söz konusu olduğunda, kötü
zandan söz edilemez; çünkü insan kendini bilir. Biz sadece başkası hakkındaki
kötü zannıyla irtibatlandırarak ‘kendisi hakkında kötü zan sahibidir’ dedik.
Böyle bir ifade kullanmış olmamız, bir söz uyumundan kaynaklanır ve bu durumun
dinî hakikatler içinde de bir yorumu vardır. Şöyle ki: İnsan nefsinin bir
davranışını yadırgadığında, kendine kıyasla yadırgadığı bu davranışın
yadırganması gereken bir davranış olduğu hakkında bir bilgiye sahip değildir.
Aksine bu konuda bir zannı vardır. Öyleyse insanın kendi nefsine karşı kötü zan
beslemesi, daha doğrudur. Çünkü Allah Teâlâ’nın öyle kullan vardır ki, onlara
‘dilediğinizi yapın sizi bağışladım’ denilmiştir. Onlar ancak şeriatın
yapmalarına müsaade ettiği davranışı yerine getirmişlerdir. Bununla birlikte
onların böyle bir hitaba mazhar oldukları hakkında bilgileri olmayabilir ki bu
durum sahih bir hadiste zikredilmiştir. Demek ki bir insan Allah Teâlâ katında
kendisine mübah kılınmış bir işi yapmış, fakat kendisinin bundan ve bu durumda
olduğundan haberi yoktur. Hâlbuki Allah Teâlâ katında kendisine bu iznin
verildiği kimselerdendir. Bu nedenle insanın kendisine karşı su-i zan sahibi
olması ifadesini kullandık. Çünkü Hakkın yönünden böyle bir ihtimal bulunduğu
için, kendisi hakkında basirete sahip olmayabilir. Allah Teâlâ bir insanın bu
kavimden olup olmadığını öğrenmesini sağlayacak bir alamet yaratmıştır. Bu
bağlamda insanın kendi canının Allah Teâlâ katında başkasının canına göre
kıyaslanmayacak ölçüde değerli olduğu şer’î delille sabittir. Bu nedenle
intihar etmek, başkasını öldürmekten daha büyük günah sayılmıştır. Veya
insanın kendisine sadaka vermesi, başkasına sadaka vermesinden daha üstündür.
Öyleyse gerçek âlim, hem kendi nefsi hem de başkasının nefsi hakkında dinini
temize çıkartabilen (haklarını yerine getiren) kimsedir. Şimdiye kadar dine ve
bilgiye yönelen insanlar arasından böyle düşüneni görmedim. Bu bilgiyi
kullanmamızı sağlayıp onu ihmal etmemizi engelleyen Allah Teâlâ’ya hamdolsun! '
Bu konuları zikretmemiz Allah Teâlâ’nın
kulları için yararlı olmasaydı ve onlara nasihat teşkil etmeseydi, bölüm bunu
gerektirmiş olsa bile, bu konuda bu kadar geniş açıklama yapmazdık. Bu bölüm,
vaaz ve nasihat bölümüdür. Allah Teâlâ indirdiği vahiyde peygamberine şöyle
der: ‘Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel
öğütle (mevizeti’l-hasene) çağır.’504 Yani zikretmiş olduğumuz sözlerle
çağır! Bu ifadeler, tarafımızdan Allah Teâlâ’nın kullar ma yönelik bir
tavsiyedir. Biz bu konuşmada hikmet ile hükmü bir araya getirdik; çünkü onları
yerlerine yerleştirdik. Hâkim işi menziline yerleştiren ve hiçbir işe
mertebesini taşırmayan kimse demektir. ‘Güzel öğüt’, söyleyenin müşahede ederek
söylediği tavsiyelerdir. Çünkü (hasene kelimesinden türetilmiş) ‘ihsan’ görür
gibi Allah Teâlâ’ya ibadet etmek demektir. Peki O’nu gördüğünden emin olana ne
denir? Hiç kuşkusuz bu, daha güzel ve daha sağlam bir durumdur.
Bazen (vaaz edenin) sözü İkincidir
ki, bununla bir işi yerine getirmek üzere Allah Teâlâ için yardımlaşmak
kastedilir. Yardımlaşmanın tarzı şudur: Şeriat bir fiili kendinden meydana
geldiği kimse hakkında yadırgamış olabilir. Alim-müminin bu konuda Şâri ile beraber
hareket etmesi gerekir ve Şâri’e yardım eder. Bu durumda Şâri ile birlikte iki
kişi olurlar. Tek olmak ise bu tepki gösteren kimsenin inkârında ve vaazında
Şâri’e yardımcı olduğunu bilmemesidir. Bunu bilmeyerek şöyle der: ‘Bu konuda
yalnız kaldım.’ Hâlbuki o sadece şeriata yardımcıdır. Aynı zamanda bu kişi,
verdiği ilhamla kötülüğü yapana ‘yapma’ diyen meleğin de yardımcısıdır. Şeytan
da bu esnada ona ‘yap’ diye ilham eder. (Şeriatın bir insandan meydana
gelmesine tepki gösterdiği fiili yapana tepki gösteren) vaiz, melekle birlikte
ikinci İçişidir, çünkü melek, Allah Teâlâ’nın kendisine yasakladığı hususlarda
kulu kötülükten engellemekle yükümlüdür. İşte söz konusu insan, bu konuda
meleğe yardımcı olur ve Allah Teâlâ için bu işi yapan ikinci kişi haline
gelir. Bazen
Şâri’e yardımcı olur ki kastettiğimiz
peygamberdir. Böylece daha önce o fiili sahibinde kınarken ve bu konuda
kendisine nasihat ederken, şimdi daha önceki peygamberin nasihati karşısında
‘ikinci’ olur. Bir adam Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den kendisini
cennette refiki yapmasını istemiş, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ise
ona ‘çok secde yaparak nefsine karşı bana yardımcı ol’ demiş, yani ondan yardım
istemişti. Böyle bir durumda yardım istenen kimse, ikinci olmuştur: o ve
peygamber! Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘İyilik
ve takva hususunda yardımlaşın:505 Başka bir ayette ‘Allah
Teâlâ’dan yardım isteyin’506 denilir. Burada Allah
Teâlâ kendisini kullarıyla fiilde ortak kılmıştır. Allah Teâlâ’nın ancak bir
araç ve vasıtayla yaptığı işler bu konuyla ilgilidir. Bu meseleyi ancak Allah
Teâlâ’nın sırlarını ve hakikatleri bulundukları hal üzere bilenler anlayabilir.
Nefisten habersiz kalma! Sana
söylediğim kimselere (Allah Teâlâ’ya, meleğe ve peygambere) yardımcı ol ki,
akıbetin övülsün ve yardım ettiğin karşısında yardımdan pay alabilesin. Kul
şöyle der: ‘Ancak senden yardım isteriz.’507 Allah Teâlâ şöyle der: ‘Bu süre
benimle kulum arasında ikiye bölünmüştür; kuluma istediği verilecektir.’ Allah
Teâlâ’nın ‘benimle kulum arasında’ demiş olması, yardımın hüküm itibarıyla bir
kısmının Allah Teâlâ’ya bir kısmının kula ait olması demektir. Allah Teâlâ
namazın var olmasını irade buyurduğunda, hiç kuşkusuz ki, namazın kendisiyle
ortaya çıktığı mahallin bulunması şarttır.
FASIL
‘Onlara Allah Teâlâ’nın günlerini
hatırlat5 Ayetinin Yorumu
Allah Teâlâ ‘Onlara
Allah Teâlâ’nın günlerini hatırlat’508 buyurur. Bu günler, gerçekte, nefeslerin günleridir, çünkü onlar, ‘gün’ adı verilen en
kısa zamandır. Kastedilen ‘0 her gün bir iştedir’509 ayetini hatırlatmaktır. Bunlar, Allah
Teâlâ’nın günleridir ve sen onlardan gafilsin. ‘Kalbi
olan kimse için bu konuda öğüt vardır’510 ayeti de bu kapsamdadır. ‘O
her gün bir iştedir’511 ayetine
işaret vardır. Kalbin zikredilmesi, hallerde başkalaşmayı anlayan veya
hallerin kendisinin üzerinde başkalaştığını anlayan kimseye işaret eder.
Buradan Hakk’ın şe’nleri ve kendilerinde Hakk’ın her bir işte bulunduğu
günlerin hakikatleri öğrenilir. Şe’n bir şey iken kabiliyeder çok ve farklıdır;
şe’n, kabiliyederin değişmesi ve farklılığıyla onlarda değişir ve başkalaşır.
Başka bir ifadeyle şe’n, Allah Teâlâ’dan bir olarak çıkarken âlemin
suretlerinde çoğalır. Bu durum, pek çok aynada ve gölgelerde çoğalan şahsın
suretine benzer. Bu çokluk farklı ışıklarda kaynaklanır. Ayetin devamında ‘veya
kulak veren...’512
denilir. Yani kendisine ‘O her gün bir iştedir’513 ve benzeri ayeder okunurken kulak
veren ve ‘şahit olan’514 kişi kastedilir. Böyle bir insan
kendinde hallerin değişmesine şahittir ve böylece Allah Teâlâ’dan gelen bir
basirete sahiptir. Bunlar, kulun benzerlerine hatırlatması gereken Allah
Teâlâ’nın günleridir. Bunlar, nimet veya Allah Teâlâ’nın kendilerinde geçmiş
nesilleri cezalandırdığı intikam günleridir.
Bilmelisin ki, dünya hayatında
belalar nimederden daha çoktur. Çünkü Allah Teâlâ belanın bulunmadığı saf bir
nimet verdiğinde, onun hakkı olan şükrü yerine getirmelerini ve o nimeti var
etmek yoluyla Hakk edene izafe etmelerini ister. Bunun yanı sıra o nimeti Allah
Teâlâ’nın kullanılmasını istediği yerde kullanıp kullanmadıklarıyla ilgili
olarak kullarını hesaba çeker. Nimeüere böyle bir gözle bakan insan onlardan
nasıl haz alabilir ki? Musibet ve sıkıntılar demek olan belalar nimederin
içermiş olduğu yükümlülüğün bir benzerini içerir. Bu bağlamda belalar nedeniyle
insanlar, sabretmek, belanın kaldırılması için Allah Teâlâ’ya dönmek, rıza
haliyle -veya nefsi Allah Teâlâ’dan başkasına şikâyetten alıkoymak demek
olansabırla onları karşılamakla yükümlüdürler. Allah Teâlâ’yı başkasına şikâyet
etmek, son derece cahilce bir davranıştır. Çünkü şikâyette bulduğun rahadık
nedeniyle böyle yapmakla güçlüyü zayıfa şikâyet etmektesin. Hâlbuki şikâyet
edilemeyecek birisine şikâyet edersin, çünkü onun elinde bir şey olmadığını ve
belayı ancak sana indirenin kaldırabileceğini bilirsin. Bilirsin ki dünya
bela/imtihan yeridir ve dünyada nimeder bir an bile beladan yoksun kalmaz.
Nimetteki belanın en azı, nimet verenin nimete karşılık şükür istemesidir.
Nefse bundan daha ağır gelebilecek hangi yükümlülük vardır? Bu nedenle Allah
Teâlâ ‘Kullarım içinden şııkredenler azdır’515 buyurur. Çünkü onlar, nimederin
karşılığında şükrün zorunlu olduğu nimeder olduğunu bilmezler. Bu görüşümüzü ‘Bu
konuda sabreden ve şükredenler için ayetler vardır’516 ayeti destekler. Ayet gemideyken
şiddetli rüzgâr ve soğukla karşılaşanlar hakkındadır; içerdiği nimete karşı
şükür istenirken güçlük ve korkuya karşı sabır istenmektedir.
Allah Teâlâ’nın kelamını iyi düşün ve
anla ki, fayda bulasın! Allah Teâlâ ayeti akıllılara öğüt olsun diye indirmiş ve
şöyle buyurmuştur: ‘Derin akıl sahipleri öğüt alır.’517 Nasibin sadece dinlemek olmasın!
FASIL
Akîm/Kısır Gün
Akîm/kısır gün, kendinden bir şeyin
doğmasına imkân vermeyen demektir. Kısır benzerinin anne-babası değildir. O
günün akım diye isimlendirilmiş olması, ardında bir
günün bulunmayışından kaynaklanır. Haftanın günleri içinde Cumartesi akîm gün
olduğu gibi ebed de akimdir. Bu günün gündüzü cennetlikler için daima ışık iken
gecesi de cehennemlikler için sürekli karanlıktır. Bu nedenle büyük günah sahipleri
orada ölür; onlar cezaları tamamlandıktan sonra cehennemden cennete
çıkartılacak kimselerdir. Çünkü ehlinin dışındaki kimseler için cehennemde
sürekli kalmak yoktur. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem sahih bir hadiste
şöyle der: ‘Cehennem ehli orada ne ölür ne dirilir. Fakat insanlara günahları
nedeniyle bir ateş temas eder. Allah Teâlâ orada kendilerini öldürür.’ Böylece
insanlar cehennemde bir şekilde uyurlar, öyle ki, günah amelleri kendileriyle
yaptıkları organlara musallat olduğunda, ateşi hissetmezler. İman ise o ateşin
kalbe ulaşmasını engeller. Bu durum kalplerindeki tevhidin inayetinden
kaynaklanır. Öyleyse tevhit ilmi, uyurken insanın ölümü gibi, ateşte onları
öldürür. İman ise cehennem kapısında durur ve onları bekler. Allah Teâlâ
onları bu uykudan uyandırdığında, kömüre dönmüş bir haldedirler. Allah Teâlâ
onları çıkartır ve hayat nehrine batırır. Orada bir tohumun başakta yetişmesi
gibi biterler, sonra cennete girerler. Artık cehennemde dünya hayatında genel
itibarıyla Allah Teâlâ’nın bir olduğunu bilen kimse kalmaz.
Cennetliklerin cennette bir takım
ölçüleri vardır. Bu ölçülerle güneşin dünyada doğumuyla batımına kadarki
sürenin bitimini öğrenirler. Bununla birlikte cennette güneş yoktur. Güneşin
dolaşımıyla gerçekleşip güneşin doğumunun ve batışının meydana gelmesini
sağlayan hareket, cennetin üzerindeki Atlas feleğinde bulunur. Adas feleği cennetin
çatısıdır ve aynı hareket orada da mevcuttur. Cennetlikler, ‘burçlar’ diye
ifade edilen bu ölçülere keşif gözüyle bakarlar. Çünkü o felek ‘Burçlar
sahibi göğe yemin olsun ki...’518 ayetinde belirttiği üzere, Allah
Teâlâ’nın üzerine yemin ettiği göktür. Onlar bu ölçülerle dünyada ‘sabah’ ve
‘öğlen’ denilen vakitlerin tanımını ve hallerini öğrenirler. Dünyada bulundukları
zaman içinde onlar için ‘yatsı’ ve ‘akşam’ denilen vakitler ve o vakitlerde
halleri vardı. Bütün bu vakitleri (o ölçülerle) cennette hatırlarlar ve Allah
Teâlâ da onlara rızıklar getirir. Nitekim Allah Teâlâ ‘sabah,
akşam onların rızkı oradadır’519 buyurur. Kastedilen, onlar
tarafından bilinen bir vakitteki belirli ve özel rızıktır. Bunun dışında olan
ise kesintisiz ve sürekli yenilen yemeklerdir. Yemekteki bu süreklilik, bedeni
besleyen nimetin ta kendisidir. Fakat insanların çoğu onu bilmez. Onu sadece
doğa bilginleri bilebilir. Yemekteki süreklilik şu demektir: İnsan doymak için
yemek yer. Fakat yemek, gerçekte besin olmadığı gibi gerçekte yemek de
değildir. Böyle bir durumda yiyen insan, hâzinesinde mal biriktiren bir
vergidâr gibidir. Mide yemek ve içeceklerin toplandığı bir hazinedir. İnsan
mide hâzinesine yemek ve içecekleri yerleştirip elini sofradan çektiğinde, doğa
besinleri yönetmeye ve işlemeye başlar ve yemekler başkalaşırlar. İnsanın alıp
verdiği her nefeste yemek bedeni besler. Öyleyse insan sürekli beslenme
içindedir. Böyle olmasaydı, beslenenlerin yapısının düzenindeki hikmet
anlamsızlaşırdı. Hâlbuki Allah Teâlâ hikmet sahibidir. Hazine boşaldığında
vergidâr olan doğa, hâzineyi dolduracak besini aramaya çıkar. İş bu hal üzere
devam eder ve insanın beslenmesi böyle gerçekleşir. Öyleyse dünya ve ahirette
her nefes beslenme devam eder. Allah Teâlâ cehennemlikleri de bu şekilde yemek
ve içmekle nitelemiştir, fakat orası ‘bela’ diyarıdır. Böylece acıkarak yerler,
susayarak içerler. Cennetlikler -acıktıkları için değilhaz alarak yerler ve
içerler. Onlar acıkmazlar, çünkü ‘besin’ denilen şeylerin saklama hâzinesinde
saklama vaktinin bitmesiyle birlikte besin alırlar ve kendisini yönetecek şeyle
birlikte doğaya koşar. Dolayısıyla sürekli haz ve lezzet içindedir. Cennedikler
besini saklama hâzinesi hakkındaki açık bilgileri nedeniyle doğayı -acıkarak ve
muhtaç kalarakihtiyaçlarına yönlendirmezler. Cehennemlikler ise (mideleri
hakkında) perdelidirler ve haznelerindeki besin miktarını bilmezler, acıkırlar,
susarlar; çünkü onlar hakkında amaç, üzülmeleridir.
Bu açıklamalarla birlikte hazzın
bilgi ve acının bilgisizlik olduğu ortaya çıkmıştır. Dürülmüş olan güneş, ışığı
onların gözlerinden çekip alınmış bir halde, cehennemlikler üzerine doğar ve
batar. Cehennemlikler üzerinde güneşin doğması, dünyada güneş tutulması
esnasında insanların üzerine doğmasına benzer. Ay ve bütün gezegenler, feleklerinde
bu şekilde yüzerler, fakat insanların gözlerinde onların (ışıkları) sönmüş
görünür. Fakat işin kendinde olduğu duruma göre, Allah Teâlâ aydınlık
cisimleri görmek isteyenlerin gözlerinin ışığını söndürmüştür. Başka bir
ifadeyle perde (cisimlerin kendilerinde değil) insanların gözlerindedir.
Nitekim tutulma vaktinde de güneşin ışığını yitirmeyip sadece ayın kendisine
perde olduğunu biliriz. Gerçek böyle olmasaydı, gök bilimciler tutulmanın ne
zaman olacağını ve ne zaman biteceğini bilemezlerdi ki, onların söylediği
şekilde gerçekleşir.
Güneş tutulması Allah Teâlâ’nın
öğrettiği belirli ve kesin ölçü ve hesaplarla gerçekleşen işlerden olmasaydı,
öğrenmek isteyenler onun hareketini bilemezlerdi. Bu durum ‘Güneş tutuldu’
veya ‘Güneş ışığı gözlerimizden kayboldu’ dememizle çelişmez. Hal böyleyken,
‘tutulma’ veya ‘dürülme’ veya ‘ışığın sönmesi’ tabirlerini kullanmamızı
engelleyecek bir durum yoktur. Cehennemlikler yıldızların cisimlerinin
üzerlerine doğup battıklarını görür, fakat duman gizleyici olduğu için onların
ışıklarını göremezler. Bu yönüyle cehennemlikler şeriatın getirdiği hakikati
ve onun ışığını göremedikleri gibi cehennemde de yıldızların ışıklarını
göremeyecek şekilde kör olurlar. ‘Kim dünyada
kör olursa ahirette de kördür ve yolunu şaşırmıştır.’520 Böyle biri yolunu şaşırmıştır, çünkü
dünyada kendisini duymasa bile o yola sevk edecek bir mürşit bulabilirken
cehennemde onu doğru yola sevk edecek birini bulamaz. Çünkü orada yol yoktur!
Fakat onu kaçırdıklarına pişman edecek ve üzüntüsüne üzüntü, azabına azap
katacak kimseler bulabilir. Cehennem ehlinin gecesinin sabahı yokken cennet
ehlinin gündüzünün akşamı yoktur. Yani gece yoktur.
(Tekrar konuya dönersek) İnsanlara
vaaz verip kendi inancına göre onların faydalanacağını zanneden kimse, Allah Teâlâ’yı
tanımamıştır. Hâlbuki insanlara hatırlatan öyle değildir, çünkü sahip olduğu
şeye göre (ve kendini vesile bilerek) insanlara vaaz verir, hatırlatır. Bilir
ki dinleyenlerin bir kısmı bu vesileyle şifa ve deva bulurken bir kısmının
hastalığına hastalık katılır. Allah Teâlâ ‘Bir
sure indirildiğinde, iman edenlerin imanı artar’521 buyurur. Onlar hayrın gelmesiyle
sevinenlerdir. ‘Kalplerinde hastalık bulunanların
kinlerine kin katılır.’522 Gelen
sure aynı suredir, fakat mizaçlar değişiktir. Bu ayetin gerçek anlamını
doktorlar anlayabilir. Onlar, belirli bir taşm belirli bir hastalığın mizacına
iyi geldiğini başka bir mizaca hastalık verdiğini veya özel bir hastalıkta
hastalığı artırdığını bilirler. İlaçlar hakkında böyle bir bilgiye sahip
doktor, söz konusu ayeti en bilebilecek insandır. Güven ve korku verişte kalp
doktorlarının durumu da böyledir: Hakim iyileştirmek istediği hastaya güven
duyduğu yerden ve hakkında inanç sahibi olduğu kimsenin suretiyle yaklaşıp onu
Hakk’a layık surete Hakk vasıtasıyla derece derece götürür. Fakat âlemde ilahi
emir, bunun aksi bir tarzda gerçekleşmiştir. Çünkü Allah Teâlâ’nın meşiyet ve
iradesi, bütün insanları hidayet üzere toplamamak şeklinde tecelli etmiştir. Bu
noktada işin tarzı ve yöntemi Allah Teâlâ katında belli oldüğu gibi ehli de
yolu bilir ve kuşkuya kapılmazlar. Çünkü taş, bitki, hayvan veya yıldız gibi
herhangi bir yaratılmışa ilah olarak inanıp kendisine ibadet eden bir insanı
düşünelim: Görmüş olduğu bu ilah kendisine hakikati söylediğinde, ilahının sözü
nedeniyle hakikate döner. Nitekim ahiret hayatında onun (‘ben senden uzağım’
şeklindeki) sözüne dönecek ve ilahı ondan uzaklaştığı gibi kendisi de ilahından
uzaklaşacaktır. Allah Teâlâ dünya hayatında ibadet edilen o putu kendisine
ibadet eden hakkında konuşturabilirdi (ve put ‘ben senden uzağım’ diyebilirdi).
Fakat ezeli bilgi ve ezeli irade, âlemde farklılıklar bulunsun diye, bizi
bundan alı koymuştur. Böylece dünyada ve ahiretin bir kısmında iş böyle
gerçekleşir. Daha sonra iş, her şeyi kapsayan rahmet sayesinde, (Elest âleminde
gerçekleşen ve herkesin Allah Teâlâ’yı Rab olarak kabul ettikleri) misak
hükmüne döner.
‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru yola ulaştırır.’’
ÜÇYÜZ
DOKSANDOKUZUNCU BÖLÜM
• o
'içeri girenin boynu vurulur,içeri
girmeyen de yoktur' Münazelesinin Bilinmesi
Hakkın yaratıklardaki varlığı olmasaydı Kimse baki olmazdı? Baki kim
peki?
Dedim ki sen benim için müstağni isen Hüküm verilmeksizin
öne geçmelisin
Ne başkasıyım ne aynmızım Ben ilham vereni bilirim
Keşf olunmuş
hikmete bak
Hakk ile
nitelendiğinde Hakk’ta açılmış
Bu menzil, kendisinden kimsenin,
özellikle Allah Teâlâ’yı bilenlerin -ki onlar işleri olduğu hal üzere
bilenlerdirselamete çıkamadığı ‘ittihat’, yani bir olma menzilidir. Bununla
birlikte insanlar onu dile getirir. Bir kısmı ilahi emirle birliği söylerken,
bir kısmı vaktin ve halin gereğiyle söyler; bir kısmı söyler, fakat ne söylediğini
bilmez. Yaratılmışların halleri bu hususta farklı farklıdır. Nazarî düşünce
sahipleri böyle bir birliği imkânsız sayarlar, çünkü onlara göre, ‘ittihat’
demek iki zatın tek bir zata dönüşmesidir ki bu da imkânsızdır. Biz ve bizim
gibiler, iki zat değil, bir zat görürüz. Aradaki farklılık, nispet ve
yönlerdedir. Varlıkta hakikat bir iken nispeder yok olan şeylerdir ve farklılık
onlarda gerçekleşir. Böylece bir zat, iki farklı nispeti kabul eder. Allah
Teâlâ şöyle der. ‘Onu komşu edin ki Allah Teâlâ’nın
kelamını duysun.’523 Allah
Teâlâ kulunun diliyle şöyle der: ‘Allah Teâlâ kendini öveni duydu.’ Başka bir
kutsi hadiste ‘Ben onun kendisiyle duyduğu kulağı, kendisiyle gördüğü gözü,
dili, eli ve ayağı olurum’ denilir. Bu bağlamda yeterli ifade vardır, çünkü Allah
Teâlâ onların hükümlerini zikretmiştir. Bu bağlamda Allah Teâlâ ‘kendisiyle
tuttuğu, kendisiyle yürüdüğü, kendisiyle konuştuğu, kendisiyle duyduğu,
kendisiyle gördüğü ve bildiği (güçleri)’ demiştir. Bilindiği üzere, Hakk kendi
kulağıyla veya (başka bir mezhebe göre) zatıyla duyar. Her durumda Allah Teâlâ,
kendi hüviyetini kulunun duyması, görmesi,, eli ve diğer kısımları yapmıştır.
Diğer kısımları derken, ya kulun zatını veya sıfatını veya nispetini
kastetmekteyiz. İşte bu insanların hakkında kuşkuya kapıldıkları Hakkın
sözüdür. Melek de bunu bilmekle birlikte ‘Biz
senin övgünü tespih ediyoruz ve seni takdis ediyoruz’524 derken cin ‘Ben
Adem’den daha hayırlıyım’525 demiş. Peygamber ise şöyle der: ‘Ben
bana söylememi emrettiğin şeyi onlara söyledim.’526 İnsanların bir kısmı şöyle der:
‘Yoksa tekrar mı diriltileceğiz?’ Gökler, yeryüzü ve dağlar direnir ve emaneti
taşımaktan korkarak şöyle derler: ‘İsteyerek
geldik’527 Bütün
bunlar, âlemde sadece kendilerine fiili nispet edenler bulunduğunu gösterir.
Başka bir ifadeyle herkes, fiili kendisine nispet eder. Allah Teâlâ’yı bilen
âlimler ise -fiilin başkasına değilAllah Teâlâ’ya ait olduğunu bilirler. Allah
Teâlâ şöyle der: ‘Allah Teâlâ sizi ve amellerinizi
yarattı.’528 Böylece
Allah Teâlâ ameli onlara izafe etmişken kendisi amelin yaratıcısı ve var
edicisidir.
Bir insan el etek çekmişse her
şeyden İddianın ne işi olur onula
Gerçekte iş tek Hükümleri çoğalır
Hüdhüd şöyle der: ‘Ben onun ihata etmediği
şeyi ihata ettim.’529 Karınca ‘Ey karıncalar!
Evlerinize giriniz, Süleyman ve askerleri sizi çiğnemesin’530 der. Allah Teâlâ ise şöyle der: ‘O gün dilleri, elleri ve ayakları aleyhlerine şahitlik eder.’531 Bu organlar şöyle diyecektir: ‘Bizi her şeyi konuşturan Allah Teâlâ konuşturmuştur.’532 Başka bir ayette ‘Her şey O’nun
hamdini tespih eder’533 buyrulur. Allah Teâlâ fiil izafe etmediği hiçbir yaratılmış bırakmamıştır.
Bu menzile girenler üzerinde
hemcinslerinden herhangi birinin hatta herhangi bir yaratılmışın başkanlık
taslaması mümkün değildir.
Bu, bir hayal mertebesinde
gerçekleşen ilahi bildirimdir. Makamı ise nefsinin hükümlerinin mahiyetini
açıklar. Böylece herhangi birinin ona başkanlık taslamasını imkânsız görür. Bu
menzil âlemdeki nefislerin hükümlerini kendine bildirirse, herhangi birine veya
herhangi bir kimsenin onun üzerine başkanlık yapmaya kalkmasını imkânsız
görür. Çünkü gerçekte varlık birdir ve bir, kendi kendine başkanlık yapamaz. Bu
müşahede çetin bir müşahededir. Bütün âlem ondadır, fakat onu sadece müşahede
eden bilebilir.
Gerçeği olduğu hal üzere bilmeyenin Allah
Teâlâ’nın ‘Namazı kendim ile kulum arasında ikiye böldüm’ hadisinde zannettiği
şeyin gerçeği de bu makamdan öğrenilir. Böyle biri yokluktaki sabit hakikatinin
varlık kazanmış olduğunu zanneder. Bunun nedeni onu Hakkın varlığında görmüş
olmasıdır ve bu nedenle ona ‘ayn-ı (sabite)’ denilir. Bilmez ki varlık Hakk’ın
varlığıdır. Hüküm yoklukta sabit kalmakla birlikte mümküne aittir. Bazı
mümkünler varlıkla nitelendikleri hakkında böyle bir hayale kapılınca,
varlıkta Hakk’a ortak olduklarını zannetmiş, Hakk’ın varlığıyla birlikte
çokluk (cem’) makamının kendi adına geçerli olduğunu zannetmiştir. Gerçekte
varlık Hakk’ın varlığıdır, O’ndan başkası değildir! Allah Teâlâ böyle bir
insanı kendi mertebesine soktuğunda, boynunu vurur. Başka bir ifadeyle
çokluğunu ortadan kaldırır. Çünkü ‘boyun cemaat (cem’, çokluk) demektir.
Gerçek birliğin vermiş olduğu hükme göre, kendisine ‘çoğul’ denilen ortadan
kalkıp imkân halindeyken kendini bilmediğini öğrenince, bütün mümkünlerin bu
durumda kendisi gibi olduğunu anlar. ‘Gerçekte herkes bu menzile girer’ bu
demektir. O halde ancak mücerret bir birlik vardır. Onu bilen bilir, bilmeyen
bilmez. Bu hüküm, dışta, kendisine âlim veya cahil vb. isimlerle adlandırılan
mümküne ait özel isimle ortaya çıkar. İsimler ve hükümler mümkünlere ait iken
varlık Hakka aittir. Bunu bilmelisin.
‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru yola ulaştırır.’
'Benim için zahir
olan adma bâtın olurum, benim sınırımda durana ulaşırım' Münazelesinin
Bilinmesi
Zuhurum her mertebede Hakkın
bâtınlığı Haddim her matla’da Hakkın varlığı
Ben kendi başıma var olsaydım O olmazdı
Kendisi zuhur etmese ve genişleyen daralmış olsaydı (ben olmazdım)
Ey var olanların çadırı! Onlarla var
olmasaydı Ey onların mutluluğu! Onlarda doğma olsaydı
O şimşektir şu var
ki o taleptir
Gök gürültüsü ya da
yağmur onu tespit etmez
Allah Teâlâ bizi ve seni desteklesin,
bilmelisin ki, Allah Teâlâ hüviyetten söz ederken ‘O
Evveldir ve Ahir’dir (ilk ve son)’534 der. Sadece ben
ve O varım. O vardı, başka bir şey yoktu, sonra ben var oldum. Ben var olunca,
namazı benimle kendi arasında ikiye böldü. O halde sadece namaz kılan vardır. ‘Herkes
namazını ve tespihini bilmiştir’535 O benim duymam ve görmemdir (görme
gücümdür). Öyleyse O ancak kendine duyurdu. O halde O ‘İlk ve Sondur.’ Yoksa
ben değilim! Çünkü aracın hükmü, kullananla ortaya çıkar ki o da araçta iş
yapandır. Hüküm araca değil, kullanana aittir. Böylece o da araçta sanatkârdır.
Araç ile araçta sanatkâr olduğu gibi onu kabul etmesi itibarıyla ve hitabıyla
tecellisi bakımından da kendi nefsiyle fâil ve sâni‘dir.
Varlıklar çoğaldı emir ise bir
Varlıklar göründü, Allah Teâlâ şahit
Sadece Allah Teâlâ
var yok başkası
Tevhidi kabul
ediyorum, inkâr etmiyorum
■
Ben ‘Hamd
âlemlerin rabbi Allah Teâlâ’ya aittir’536 ifadesinde
varlığımla zuhur edince, Allah Teâlâ benim hitabımda gizlenir, imanımı duyarak
şöyle
der: ‘Kulum beni övdü.’ Böylece O’nun
son olması, ‘kul’ diye isimlendirilmiştir. Cevapta ise O Rabdir. Öyleyse ilk
olmak O’nu bana döndürmüştür. Çünkü Hakk bu sözü, ben söyleyene kadar
söylememiştir. Ben de O bana ‘ol’ diyene kadar var olmadım. Böylece ilk
dinleyen ben iken ilk söyleyen O oldu. Sonra ben ilk söyleyen, O ilk dinleyen
oldu. Böylelikle el-Bâtın ve ez-Zahir ortaya çıktı. O, her şeyi bilendir. Allah
Teâlâ her şeyi kendisiyle ve benimle bildi ve ancak benimle zuhur etti. Aynı
zamanda benimle el-Bâtın olur. İlk olmak benim vasıtamla sahih oldu, son olmak
benimle sabit oldu. Ben her şeyim! O benimle bilendir. Ben olmasaydım neyle
bilecekti ki? Ben O’na bilgiyi, O bana varlığı verdi. Böylece aramızdaki işler,
birbirine bağlandı. Allah Teâlâ bu durumu namazı benimle kendi arasında eşit
ölçüde taksim ederken kabul etmiştir. Çünkü namazın kendisine ait olduğu gibi
bana ait olduğunu bilir. Dolayısıyla, hem ben hem O gerekliyiz. Başka bir
ifadeyle hem vacip ve hem mümkün bulunmalıdır. Böyle olmasaydı, işlevsiz
kalırdı. Ben O’nun süsüyüm, O ise benim arzım! ‘Yeryüzündeki
şeyleri onun için süs yaptık*37 Benim
vasıtamla O’nun iktidarı ortaya çıkmış, hüküm ve iradesinin saltanatı benimle
işlemiştir. Ben olmasaydım, O’nun süsü ve ziyneti olmazdı.
Sonra Allah Teâlâ işi değiştirmiş, bu
kez beni arzı ve yeri yapmış, O benim için süs ve ziynet olmuş, bana imamlık
vermiştir. Fakat ben O’ndan başka üzerine imam olacak kimse bulamadım. Benim
imamlığım, beni süslediği şeyin ta kendisiyken O beni hüviyetiyle süslemiştir.
O benim duyma (gücüm), görme gücüm ve dilim, elim, ayağım ve destekçim! O beni
bütünüyle nur yapmış, nur ile beni süsleyerek ‘Yeryüzü
rabbiııin nuruyla aydınlamıştır’538 buyurmuştur.
Allah Teâlâ göklerin ve yerin nurudur. Sonra Allah Teâlâ yeryüzünün zelîl
olduğunu söylemiştir. O’nun izzeti altındayken benden daha zelili olabilir mi? Allah
Teâlâ âlemi yarattığında, neyi yarattığını bana bildirerek şöyle demiştir:
‘Aklını verip yaratıklarımdaki fiilimi düşün!’ Böyle diyerek yükümlü tuttu. Ben
de kendilerini izhar ettiği ve haklarında bilgimin olmadığı varlıklara
bakıyordum. Allah Teâlâ sınırlar belirledi, kullar ise onları aştı. Allah Teâlâ
söz buyurdu, sözü dinlenmedi, emir verdi, doğrudan emrine bağlanılmadı, yasak
koydu doğrudan yasağına uyan olmadı, söz söyledi itiraz edildi ve şöyle
denildi: ‘Yeryüzünde bozgunculuk yapacak birini nasıl yaratırsın?’ Böylece
onlar, düşüncelerini Allah Teâlâ’nın düşüncesinden üstün, bilgilerini de O’nun
bilgisinden kâmil saydılar. Bunun üzerine bana şöyle dedi: ‘Sen bana kendinin
zelil olduğunu ve senin zelil olmandan daha büyük bir zillet olmadığını
söylemiştin. Bir zelilin hor düşürdüğü kimseninkinden daha büyük bir zillet olabilir
mi? Melekler benim görevlendirdiğim halifeye karşı çıkmaktadır. Kendisine
yasakladığım halde bu melûn asi olmuştur. Ona secde etmesini emrettim, karşı
çıktı ve kendinden hayırlı olan birisinden daha hayırlı olduğunu iddia etti.
Kendi gözlerinle, benim büyüklüğümü itiraf edip iktidarımın her şeye nüfiız
ettiğini bilen ve yine de bana karşı çıkan, itiraz eden ve sınırlarımı aşan
birini gördün mü? Benim izzetim ve büyüklüğüm onların hali olsaydı, onunla
kendilerini süsler ve bütün bunlardan herhangi bir birisi meydana gelmezdi.
Hâlbuki onlar, kendinde hiçbir otun ve nebâtın bitmediği dolayısıyla süsü
olmayan kurak bir topraktır. Böylece onun bana kendimden geldiğini anladım.
Onların süsü benim! Böylece süsüm beni gördü. Onlar da beni yüceltti. Hâlbuki
beni ancak ziynetim yüceltmiştir. Bunun ardından itiraz eden şöyle dedi: ‘Bizim
bilgimiz yoktur.’ Kendisine yasak koyduğum kişi ise ‘Rabbimi! Kendimize
zulmettik’ dedi. Emrime karşı çıkan ise ‘Ben âlemlerin rabbi Allah Teâlâ’dan
korkarım’ dedi. Bu makam nerede o makam nerededir Rıdvan diyarı nerede,
Malik’in diyarı nerede? Bütün iş O’na döner. Aziz olanın ve zelil olanın işleri
hep O’na döner. Hadleri aşana ve kuralları ihlal edene muttali olunmasaydı,
onlara sınırlara dönmeyeceklerdi. Çünkü muttali olmak ancak yukarıdakinden
meydana gelebilir. Allah Teâlâ ise ‘dereceleri yükseltendir (en yukarda olan).’
Bu nedenle onlar korkmuş ve günahlarını itiraf etmişlerdir. Nitekim onların
cahil olup kendilerine zulüm yaparak Efendilerinin sınırlarını aşmaktan çekindiklerini
söylemiştik. Buna karşılık Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: ‘Ey
kendilerine zulüm yapan kullarım!’539 Kastedilenler, Efendilerinin
sınırlarını aşanlardır. ‘Allah Teâlâ’nın rahmetinden umut
kesmeyin.’540 Çünkü Allah
Teâlâ rahmeti nedeniyle onları var etmiş, yine bu nedenle ‘er-Rahman’ diye
isimlendirilmiştir. Allah Teâlâ o ismiyle Arş’a yerleşmiş, bütün
peygamberlerin en kâmili, en değerli ve peygamberliği en genel olanını herhangi
bir âlemi ayırmadan ‘âlemlere rahmet olarak’ göndermiştir. Böylece itaatkâr-günahkâr,
yalancı-birleyen ve ortak koşan, ‘âlem’ denilen bu hitaba dâhil olmuştur. Allah
Teâlâ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e ilahi mertebeye karşı gayret
makamını ve onun hakkı olan cezalandırma özelliğini verdiğinde, Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem Allah Teâlâ’nın kullarından belli bir grubun yok olması için
bir ay namazda kunut duaları okuyarak beddua etmiştir. Onlar, Allah Teâlâ’ya ve
peygamberlerine karşı çıkmış Ra’l, Zekvan ve Useyye kabileleriydi. Bunun
üzerine Allah Teâlâ Cebrail ile vahiy indirerek şöyle demiştir: ‘Ey Muhammed! Allah
Teâlâ sana seni beddua veya lanet et diye göndermediğini söylüyor. O seni
böyle insanlara merhamet et diye göndermiştir.’ Bu ifadeyle Allah Teâlâ
Peygamberine şöyle demiş olur: ‘Onlara yaptığın bedduayı hayır duaya tebdil
eyle.’ Bunun ardından Cebrail ‘Biz
seni âlemlere rahmet olarak gönderdik,’541
ayetini okumuştur. Yani onlara merhamet et diye seni gönderdik. Çünkü dua
ettiğinde, bana itaat etmelerini sağlayacaksın. Bana itaat ettiklerini
gördüğünde ise gözlerin parıldar ve mutlu olursun. Onlara lanet okuyup beddua
edersen ve bedduan kabul edildiğinde, sadece taşkınlıkları ve açık günahları
daha da artsın diye cezalandırılmalarını geciktirebilirim. Bütün bunlar, senin
onlara beddua etmenden kaynaklanır. Böylece onları cezalandırmamızı sağlayan
taşkınlıkta aşırı gitmelerini emretmiş gibi olursun. Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem Rabbi kendisine böyle bir edep verdiğinde şöyle demiş: ‘Beni Allah
Teâlâ terbiye etmiş, ne güzel terbiye etmiştir!’ Artık şöyle dua ederdi: ‘Allah
Teâlâ’m! Kavmime hidayet eyle, onlar bilmiyor!’
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem bir gece sabaha kadar sadece şu ayeti okuyarak namaz kılmıştır: ‘Onlara
azap edersen, onlar senin kulların! Bağışlarsan, Sen Aziz ve Hâkim’sin.’542 Bu ifade Hz. İsa’ya aittir. Allah
Teâlâ peygamberlerini kendisine hatırlatırken Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’e şöyle demiştir: ‘Onlar Allah Teâlâ’nın hidayet ettiği
kimselerdir, sen onların hidayetine uy!’543 Hz. İsa’nın hidayeti Hz Peygamber’in
sabaha kadar geceleyin okumuş olduğu bu ayetti. Bu makam nerede, Ra’l ve
Zekvan’a beddua ettiği makam nerede! ‘Allah
Teâlâ bütün günahları bağışlar.’544 Allah Teâlâ burada herhangi bir
günah belirlemediği gibi daha önceki ayette de belirli bir aşırılığı
zikretmemiştir. Nitekim Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’i gönderirken de
belirli bir âlemi ayırmamıştır. ‘O
Gafur ve Rahimdir’545 Burada
kapsam bildiren takı gelmiştir. Bununla birlikte iki diyar da dolacaktır.
Öyleyse rahmetin kapsayıcı olması kaçınılmazdı. Allah Teâlâ işler için belirli
süreler ve sayılı günler yaratmamış olsaydı, ölümle birlikte gerçekleşen göç ve
intikal, ilahi kuralları ihlal etmekten kaynaklanan cezaların tamamlanmasından
sonra onlar adına meydana gelecek rahmetin ta kendisi olurdu. Öyleyse onların
ilahi sınırları aşmış olmaları, ahiret hayatında cezalandırılmalarının
sebebidir. Bir kısmına da dünya hayatında cezalar uygulanır. Allah Teâlâ’nın
yaratıklarından herhangi biri doğduğu gibi mümin olarak ölür. Cezalandırılma
iki iman arasında meydana gelen şeye göre gerçekleşir. Çünkü Allah Teâlâ’nın
rahmeti her şeyi kuşatır ve onun içinde rahmet vardır. Bu nedenle baştaki
şiirde ‘Kim benim için zuhur ederse, ondan dolayı bâtın olurum’ demiştir. Çünkü
bir kimse Allah Teâlâ için zuhur ederse, O’ndan ayrılır. Ayrılmazsa, kendini
ayırmamış olur. Hakk ise onun zuhurunda gizlenmiştir. O halde fark halinde
olan, ‘bâtınında rahmet zahirinde azap bulunan surdur.’ İnsanlar bunun farkında
değildir.
Bu konu hakkında söz uzar gider, alt
konuları pek çoktur: Bu kadar ikaz, Allah Teâlâ’nın izniyle, ‘kalbi
olan kulak veren ve şahit olan kimse’546 adına yeterlidir.
‘Allah Teâlâ hakki
söyler ve doğru yola ulaştırır.’
DÖRT YÜZ BİRİNCİ BÖLÜM
'Ölünün ve dirinin beni görmeye imkânları
yoktur7 Münazelesinin Bilinmesi
Ölü ve diri bir
Benden hiçbir şeye sahip olmamada
Artık ne nur ne karanlık var onlarda Ne gölge ne başka bir
şey
Onların bana bakması diye bir şey yok
Varlıklarında onların neşirleri
dürülme
O’nun manasını anlamaları ise
İyice incelersen, görürsün ki körlük
Allah Teâlâ şöyle der: ‘Gözler
O’nu idrak edemez*47 Hz.
Musa’ya ise ‘Beni göremeyeceksin’548
buyurdu. Bir şeyi görmek, görenin menzil ve mertebesinin değerine göre
gerçekleşir. Öyleyse hiç bir şey kendinden başkasını görmemiştir. Hal böyle
olmasaydı, görmeler derecelenmezdi. Başka bir ifadeyle görmek (görenle değil
de) görülenle ilgili olsaydı, görmelerde bir farklılaşma olmazdı. Fakat Hakk
görenlerin kendilerini gördüğü bir tecelligah olduğu için, O’nu tecelli etmek ve
görünmekle nitelemişlerdir. Fakat gören kişinin Hakkın tecelligahında kendini
görmekle meşguliyeti, onu Hakkı görmekten perdelemiştir. Bu nedenle görenin
kendi sureti veya herhangi bir varlığın sureti ortaya çıkmadığında, O’nu
görebilir. Öyleyse bizi O’ndan perdeleyen şey, bizzat nefislerimizdir. Buna
mukabil kendimiz ortadan kalksak, yine O’nu göremezdik, çünkü O (ilah veya Rab
olarak) kalmazdı. Sonra biz ortadan kalkmış olsaydı, O’nu kim görecekti ki?
Bununla birlikte biz zail olmayız. O halde biz Hakk’ta kendi nefislerimizi,
suretlerimiz, kadrimizi ve mertebemizi görürüz. Her duruma göre biz, Hakkı
görmüş değiliz. Bu konuda sözü uzatarak ‘O’nu gördük’ desek doğru söylemiş
oluruz. Aynı şekilde, bir insanı gördüğümüzü söylesek, geçmiş bir insanı veya yaşayan
ve kendi zamanımızdaki bir insanı gördük derken doğru söylemiş oluruz. Fakat bu
durum, bir insan olmaları bakımından doğrudur, yoksa her bir insanın özel
şahsiyeti bakımından doğru değildir. Bütün âlem ve âlemdeki cüzîler, Hakkın
suretinde olduğu için, biz Hakkı gördüğümüzde, hiç kuşkusuz görmüş ve doğru
söylemiş oluruz. Varlıklar arasındaki ayrıma baktığımızda, doğru söylemiş
olmayız. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Deccal’den ve onun ilahlık
iddia etmesiyle ilgili bir hadisinde, herhangi birimizin ölmeden önce Rabbini
göremeyeceğini söylemişti. Çünkü gözdeki perde ancak ölümle kalkar. Kulda göz
Hakkın hüviyetidir ve senin gözün Hakkın gözü üzerindeki perdedir. O halde
Hakkı gören ve idrak eden, sen değil, Hakkın gözüdür.
Çünkü Allah Teâlâ ‘Gözler
O’nu idrak edemez, O gözleri idrak eder, O Latif ve Habir’dir’549
buyurur. Kulun gözü olan bir hüviyetten daha latifi yoktur. Kulun gözü ise Allah
Teâlâ’yı idrak edemeyeceği iki gözün ayrıştırılması mümkün değildir. El-Habir
‘zevk’ yoluyla bilgi elde eden demektir. Allah Teâlâ, kulun gözünde kulun gözü
olduğunu ‘zevk’ ederek bilendir ki gerçekte de -canlı da olsadurum böyledir.
Kuşkusuz Hakkın onlarm gözleri olması itibarıyla, ölü ve diri eşittir. Onlarda
ise hiç bir şey yoktur. Çünkü Allah Teâlâ’ya hiçbir şey yerleşemeyeceği gibi O
da hiçbir şeye yerleşmez. ‘O’nun benzeri
bir şey yoktur. O duyan ve gör
endir. ’550
Öyleyse her kulak ve göz Hakkın
hüviyeti: bu kesin
Bak görebilirsen gör Gördüğünü; sen
sayıyı görürsün
Onu itiraf edici ol Her taşkınlık ve
doğruda
DORT
YÜZ İKİNCİ BÖLÜM
'Kim bana galip gelirse, ona galip
gelirim, kime galip gelirsem o bana galip gelir, barışa gitmek en iyisidir'
Münazelesinin Bilinmesi
Kim Hakka galip gelirse yorgunluktan kurtulamaz
Her nefes yorgunluk içindedir o
Sen barışa yönel, savaşı bırak
Savaşsan bile, Allah Teâlâ’nın hileleri talepte bulunur
Ben sana nasihat ettim, kulak ver
sözlerime Helak olanlar harbe kalkışanlar
Sen uzak dur, senin diyetin dönen
felekler
Döner dururlar, razı olmadıkları
işle, nöbet hücumlarından kork
Ulvi âlem denemek üzere savaşmak
amacıyla gelse Sen barışa yönel ve ondan kaç
Ona yönel ve ‘ey emelimin sonu’ de
Bilmiyor musun: Bütün izzet gizlenmededir
Allah Teâlâ şöyle der: ‘Onlar
barışa yönelirse, onlara kanat aç ve Allah Teâlâ’ya tevekkül et.’551
Bilmelisin ki fikir sahipleri nezdinde şu husus sabittir: Allah Teâlâ’nın bazı
sıfat ve isimleri ve bu isimlerin mertebeleri vardır. Kul belirli bir tarzda ve
-nasla belirlenmiş bir şekildebelirli bir durumda onlarla nitelenebilir ve
ahlaklanabilir. Kul kendine belirlenen mertebeyi aşarsa, Hakk ile kavgaya
tutuşmuş, muduluğunu sağlayacak yakınlıktan kovulmuş olacağı gibi aynı zamanda
tardedilmeye müstehak olur. Bir kutsi hadiste ‘Büyüklük benim örtüm, azamet
izarımdır, onlardan birisi hakkında benimle kavga yapanı yok ederim’ denilir.
Bunun yanı sıra kulun da kendine layık isim ve sıfatları vardır. Bazen Hakk
aklın imkânsız sayacağı şekilde söz konusu özelliklerle nitelenerek kula ortak
olur. Akıllar imkânsız saysa bile, şeriadar bunu söylemiş, onlara iman etmek
zorunlu olmuştur. Allah Teâlâ kulun niteliklerini kendisi hakkında
kullanmışken, iman edildiği halde, onları benimsememek ve inkâr etmek nasıl
mümkün olabilir ki? Bunlara inanmayan insan, kâfirdir ve İslam’dan çıkmış
demektir; tevile kalkışan kişi de aldanmaya yakındır. Bununla birlikte biz o
özelliklerin Allah Teâlâ ile ilişkisini O’nun bildirmesiyle öğrenebiliriz. Öte
yandan Allah Teâlâ’nın isimlerinden bizim Allah Teâlâ adına imkânsız
saydıklarımızın O’nunla ilişkisini de bilemeyiz; fakat Allah Teâlâ bildirir,
biz de O’nun bildirmesiyle bu durumu öğreniriz. Öyleyse bütünü, yani bize ve
O’na ait olanlar, eşit derecededir.
Allah Teâlâ kendisi adına bir isim
belirler ve biz bu ismi O’nun hakkında imkânsız saydığımızda, bu durum ‘Hakka
karşı galip gelmek’ diye ifade edilmiştir. Bizim adımıza nitelikler belirleyip
onlarla nitelendiğinde, bu durum, ‘Hakk’ın galip gelmesi’ diye ifade edilir. Bu
hususta barışa yönelmek, bütününü Allah Teâlâ’ya bırakmak ve havale etmektir. O
halde Allah Teâlâ bize bu konuda bir şey vermemiştir. Hepsini bize verseydi,
nimet yoluyla kabul ederdik.
Bilmelisin ki, tartışmanın ve galip
gelmenin iki sebebi vardır: Birincisi ‘imamlık’ demek olan halifelik iken
diğeri ilahi surete göre yaratılmış olmaktır. Halife kendine halife atayanın
suretiyle ortaya çıkmış olmalarıdır. Dolayısıyla halife bütün ilahi isim ve
sıfatlan ihata etmelidir. Bunlar, halifenin üzerinde görevlendirilmiş olduğu
âlemin talep ettiği isim ve sıfadardır. Hal bunu gerektirince, Allah Teâlâ
‘şeriat’ dediği bir şeyi kendi katından insanlara indirmiş, söz konusu ilahi
isim ve sıfatların bağlamlarını açıklamıştır. Bu nedenle halife, o isimlerle
görünmeli ve bu isimlere göre Allah Teâlâ’dan bir ahit almalıdır. Âlemdeki
vekilin bütün isimlerle görünebilme hakkı vardır. Vekillerin bir kısmı, ilah
bir ahit olmaksızın, kendi başına mertebeyi elde etmiş, yönettiklerine karşı
adalede davranmış, bu hususta Allah Teâlâ’ya dayanmıştır. Böylelerinin durumu,
günümüzde, halife karşısındaki valilere benzer. Bir kısmı gayelerine uyan ve
uymayan hususlarda ‘duyduk’ ve ‘itaat ettik’ demiştir. Halife karşısında bu
insanlar, ilk görevlendirilişlerindeki gibi davranırlar. Bir kısmı, güzel
ahlaka göre hareket etmez veya halka karşı adil davranmaz. Böyle biri, güzel
ahlakın sınırlarıyla çatışan, Allah Teâlâ’nın peygamberleriyle kavga yaparak
Hakkın mertebesine baskın gelmek isteyen kimsedir. Bunlara misal olarak Hz.
Musa’nın karşısında Firavun vb. kimseleri verebiliriz.
Allah Teâlâ mutlak iktidar sahibidir,
fakat bir özelliği de, mühlet vermek, gücü yettiği halde bağışlamak -ihmal
etmedencezalandırmayı ertelemektir. Cezalandırdığında ise aşırıya gitmemek Hakkın
özelliğidir. Dünya hayatı, barış ve sulh zamanı, kaçanları telafi vakti olduğu
kadar Allah Teâlâ katında razı olunan işleri yerine getirmek üzere gayret yeridir;
razı olunan işler, indirilmiş şeriadara uygun hayırlar ve iyilikler diye
isimlendirilir. Şu var ki söz konusu imam, Allah Teâlâ tarafından emredilmesi
veya tavsiye edilmesi itibarıyla o özelliklerle nitelenmez, fakat örfe göre
güzel ahlak olmaları itibarıyla onlarla nitelenir. Allah Teâlâ o mekarim-i
ahlakın değerini bildirmiş, onlarla nitelenenleri övmüştür. Nitekim Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem doğum tarihinden söz ederken böyle hükümdarlardan
birisi olan Kisra’ya atıf yapar ve ‘Ben adil bir hükümdarın devrinde doğmuşum’
der. Böylece ona hükümdar demiş, indirilmiş bir şeriata göre hareket etmese
bile ‘adil’ diye nitelendirmiştir. Öyleyse adalet, Allah Teâlâ katında
gözetilen bir niteliktir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem o insanları
‘hükümdarlar’ diye isimlendirmiş olsa bile Allah Teâlâ açık bir nassla onları
halife atamamıştır. Böyle insanlar, perde ardından Hakk’ın vekilleridir. Onlar
hükümdarın sahip olması gereken özelliklerle hükümdar olup sahip oldukları
özellikleri Hakk’ın peygamberlerin diliyle gönderdiği şeriatlarında zikrettiği
yerlerde kullanmadıklarında, tartışmacı ve Hakk’a galip gelmek isteyen kişi
diye isimlendirilirler. Ne zaman üstün gelirse, galibiyet ona aittir; ne zaman
yenilirse, galibiyet Hakk’a aittir. Böylece savaş, onun lehinde ve aleyhinde
kayda geçer. Şiirde zikredilen barış, bir uyma olmaksızın, güzel ahlakın
kullanım yerlerinde Hakk’a uymaktır. Bütün bunlar, (Hakk tarafından bir ahit
almaksızın) kendi başına hükümdar olanla ilgilidir. Hakk’ın valileri olan
peygamberlerde ise salt adalet bulunur. Onlardan (Hakk’a karşı) itiraz veya
kavga ortaya çıkmaz.
Allah Teâlâ’nın kulları arasında
uygulanacak hükümleri ve şeriatı tatbik etmek üzere peygamberleri önlerine geçirip
vekil ve halife atadığı imamlar da vardır. Bunlar, iki kısma ayrılır: Bir kısmı
Hakk’a uyarak adil davranır ve kendileri için belirlenmiş şeriatı aşmazken
diğer kısım gönderilen şeriatı kabul etmekle birlikte Hakk’ın onları davet
ettiği kullanım yerlerine uymazlar. Bunun yerine Hakk’tan yüz çevirirler. Bu
imamlar, (şeriatı Kabul ettikleri için) adil ve (ve gereğine uymadıkları için)
zalim olduklarını bilirler. Böyle insanlar, dış görünüş itibarıyla, ‘galip
gelen’ ve ‘tartışan’ kimselerdir. Allah Teâlâ ise belki dönerler ve tövbe
ederler diye kendilerine mühlet verir. Bu mühlet vaktinde şeriatta belirlenmiş
hakikate karşı galibiyet onlaraymış gibi görünür. Söz konusu hakikat, Allah
Teâlâ’nın halife kıldıklarında görmekle razı olduğu hakikattir. Bazen de
şeriattaki Hakk ve hakikat onlara galip gelir. Bu durum, böyle bir yöneticinin
karşısına hakka ve doğru yola çağıran bir kavgacının bulunmasıyla gerçekleşir.
Böyle birisi zuhur ettiğinde, Hakk kullarına onunla birlikte savaşıp ona karşı
yükümlülükleri yerine getirmeyi ve ona yardım etmeyi ve zalimin eliyle
cezalandırmayı vacip kılar. İş söylediğimiz hal üzere devam eder. Ta ki Allah
Teâlâ’nın emri gelir ve gerçek hü-
küm uygulanır, iş tekleşir, rahmet
genelleşir, bütün iş daha önce olduğu gibi O’na döner. Artık bazı nispeder
ortadan kalkar, bir kısmı ise mahallin, mekânın ve işlerin kendisine döneceği
ve kendisinde bulunduğu yaratılışın özelliğine göre geride kalır. Çünkü
zamanın bir hükmü olduğu gibi mekânın ve halin bir hükmü vardır.
‘Allah Teâlâ doğruyu anlatır ve O
ayırıcıların en hayırlısıdır. ’552 Bu durumda kavga ve
galip gelme ortadan kalkarken barış ve selamet darü’sselam’da sonsuza kadar
devam eder. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru
yola ulaştırır.’
Halife kimdir: imameti Hakk’ın
suretinden kaynaklanan kişi İlahi isimler de destekler onu
Delilleri arzuya dayanan değildir
halife Bütün arzular ve heva ona yönelir
Mana bakımından
öncelik onun
Hakk ona yardım
etmez şeriat desteklemez
Hakk iddia eder,
kılıçlar destekler onu
Böyle biri
yalancıyken Hakk’ın yıldızı gözetler onu
DÖRT
YÜZ ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
'Kullarıma karşı delilim yok/onlardan
birine 'niçin yaptın?' desem, bana mutlaka 'sen yaptın der?' Münazelesinin
Bilinmesi
Allah
Teâlâ söyler, fakat hiç kuşkusuz,
ezeli bilgi vardır ve bilgide bir değişme söz konusu değildir.
Ben Hakk olunca, söz benim sözüm
Olmazsam, söz tartışmacının sözü
Açıfe delil her yerde benim Yakında ve uzakta ortaya çıkar
Gece sohbetine beni
çağırdığında
Sohbeti arzuladığım
için yataktan uzaklaştım
Bize ‘Hoş geldin,
sohbet arkadaşı’ dedi
Her şeyi toplayıcı
ve denklerden uzaklaşmış kişi
Dedim ki ‘Sen
olmasaydın toplayamazdım ben’
Hakkı ve halkı!
Sonra gözlerim yaşla doldu
‘Ağlıyorsun’ sen
dedi, dedim ‘haz yaşlarıdır onlar’
‘Senin sözlerin
kulaklarımı doldurunca akarlar’
Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah
Teâlâ sizi ve amellerinizi yar atmıştır. ’553
Bilmelisin ki, kerîm, kendisine ait hakkı bırakıp istenilmeden yapması gerekeni
cömerdiğinin gereğiyle yerine getiren demektir. Bazen mahrum bırakır ve
kendisinden talepte bulunulur. Bu sayede o hususta aracının kendi katındaki
değeri ve isteğine icabet etmekle kişiye yönelik cömertliği ortaya çıkar.
Allah Teâlâ’nın kulları İlciye
ayrılır: Bir kısmı şeytanın üzerinde otoritesinin bulunmadığı kullardır. Böyle
kullar ‘ihtisas’ kullarıdır. Onlar sadece Allah Teâlâ vasıtasıyla konuşan ve Allah
Teâlâ’yı duyan kimselerdir. Buna göre kesin delil, ona değil, Allah Teâlâ’ya
aittir. ‘De ki kesin delil Allah Teâlâ’ya
aittir.’554 Kulların
bir kısmı, Allah Teâlâ’dan aktarır ve O’ndan duyar. Bu kullar kesin delil
sahipleridir, çünkü Allah Teâlâ ‘O
arzusundan konuşmaz, onun konuştuk-, ları vahiydir’555 buyurur. Allah Teâlâ isteyen ve
icabet edendir. Kulların geneli ise Allah Teâlâ’nın peygamberine haklarında
şöyle dediği kimselerdir: ‘Kullarım sana beni sorduklarında,
Ben onlara yakınım, dua edenin duasına karşılık veririm.’556 Burada Allah Teâlâ herhangi birini
ayırmadan bütün kulları kendisine izafe etmiştir. Başka bir ayette ise ‘Ey
kendilerine zulmeden kullarım!’557 der. Burada da aşırı gitmede kayıtsız
olmalarına rağmen Allah Teâlâ onları kendisine izafe etmiş, onlara rahmetinden
umut kesmeyi yasaklamıştır. Bu ve benzeri ifadeler, İblis’in de Allah
Teâlâ’nın ihsanından kaynaklanan rahmetine tamah etmesine yol açmıştır. O’nun
rahmetinden umut kesmiş olsaydı, günahlarına günah katılacaktı. Allah Teâlâ
onun aşırılığı hakkında bizi yoksullukla korkutmasını zikreder. İblis bize
taşkınlığı emrederken Allah Teâlâ onun bizi korkuttuğu fakirliğe karşı ihsanını
lütfeder. Şeytan böyle yapmakla memurdur, çünkü Allah Teâlâ ona ‘Onlara
vaatte bulun’558 diye
emretmiştir. İblis, kendisinden aktarmış olduğu üzere, bu emrinde Allah Teâlâ’yı
tasdik ederken kuşkuyla O’nun emrine bağlanır. Bu emir ‘Onlara
vaatte bulun’559
ayetinde belirtilir. Allah Teâlâ ise taşkınlığın karşısına mağfiretini
yerleştirmiştir. Taşkınlığı emretmek bir taşkınlıktır. İblis, Hakk’ın mağfiret
vaadinin altına girmiş ve bu da onun tamahını artırmıştır. Bununla birlikte
onun yeri cehennemdir, çünkü İblis cehennem ehlindendir. Ateş ehlinden olup da
kendisine uyanların günahları onun üzerine yüklünse bile, İblis ancak belli bir
süre sonra sona erecek şeyleri yüklenmiş olur. Hâlbuki Allah Teâlâ’nın ihsanı
kesilmez, çünkü o ihsan, uygun karşılığın dışındadır. Allah Teâlâ’nın rahmeti
herhangi bir mahalle özgü olmadığı kadar herhangi bir yere özgü de değildir. O
her şeyi kuşatmıştır. Öyleyse rahmet diyarı, varlık diyarı demektir.
Zikredilen bu kulları Allah Teâlâ
kendisine izafeyle zikretmiştir ve O’na izafe edilmek şereftir. Böylece Allah
Teâlâ, rahmetinden umut kesmeyi yasaklamış olduğu ‘haddi aşan kullar’ ile
şeytanın otoritesinin nüfuz etmediği kullan kendisine izafede birleştirmiştir.
Allah Teâlâ söz konusu kullarını -herhangi bir vakit belirlemeksizinbütün
günahları bağışlamakla müjdelemiştir. Bu nedenle bazı kullar için mağfiret öne
geçerken bazı kullar için sonra gelir.
Sadece kul var ve O kulun Rabbi
Sadece rahim ve rahîm (merhamet
edilen) var
‘Rahîm’ merhamet edilen demektir. Bu
ifade katil, cerîh ve tarîd gibi ism-i meful kalıbındadır. ‘Allah
Teâlâ’nın kelimelerinde değişme yoktur.’560 Bunlar âlemin cevherleridir.
Değiştirme onlardan değil, Allah Teâlâ’dan kaynaklanır. ‘Bir
ayeti neshetsek veya unuttursak, daha hayırlısını veya benzerini getiririz’561 Bir ökumada ise biz onu unutursak
şeklinde gelmiştir. ‘Onlar günahlarını Allah Teâlâ’nın
iyiliğe çevirdiği kimselerdir.’562, ‘Kim Allah Teâlâ’nın nimetini
değiştirirse...’563
Kastedilen nimet, daha önce'Allah Teâlâ’nın müjdelemiş olduğu mağfiretin
herkesi kapsamasıdır. ‘Kendisine geldikten sonra...’564
‘Den sonra’ şart olsa bile, içinde istifham kokusu vardır. Cevapta şöyle der: ‘Allah
Teâlâ cezası şiddetli olandır.’565 Hâlbuki Allah Teâlâ nimetini değiştireni
cezalandıracaktır dememiştir. Allah Teâlâ gerçekte Şedidü’l-ikab’dır, yani
cezalandırırken şiddetle cezalandırır. Öyleyse ‘Allah
Teâlâ’nın nimetini kendisine geldikten sonra değiştiren’566 ayetini takdir edecek yoktur. Nimeti
değiştiren kişi, vaktin ihtiyacına göre daha hayırlı bir şeyle Allah Teâlâ’nın
nimetini değiştirir, çünkü hüküm vakte aittir. Veya benzeri bir nimet ile
değiştirir. Nesih tebdil demektir, ortadan kaldırmak demek değildir. Sonra
şöyle der: ‘Ben kulumun benim hakkımdaki zamandayım. Benim hakkımda iyi zanda
bulunsun.’ Her kim Allah Teâlâ’ya karşı iyi zanda bulunmazsa, emrine karşı
çıkmış ve Rabbini bilmemiş demektir. İblis’ten daha bedbaht birisi olabilir mi?
Bununla birlikte Allah Teâlâ onun (kendisine uyan) kâfirden uzaklaşacağını
söylemiş, onu âlemlerin Rabbi Allah Teâlâ’dan korkmak özelliğiyle
nitelemiştir. Bir ayette ‘Allah Teâlâ’dan ancak âlim kullan
korkar’567
buyrulur. Sonra ayet ‘Allah Teâlâ Aziz ve Gajur’dur’56*
diye tamamlanır. Yani Allah Teâlâ, kendisiyle kulları
hakkındaki genel mağfiretinin arasına perde teşkil edecek bir şeyden
etkilenmekten münezzehtir. Ayetteki isimler, mağfiret ve bağışlamanın
genelliğini bildirmek üzere, mübalağa kipinde gelmiştir. Bu mağfiret, farklı
tabakalarına göre günahkârlar için mutlak bir umuttur. Kendisine geldikten
sonra nimeti değiştiren hakkında söylediği Şedidü’l-ikab olması ise bu nitelikteki
birisine ‘ikab’ ile süratle ulaşması demektir. Ona ulaşarak değiştirdiği işte
değiştirmenin -ona değilAllah Teâlâ’ya ait olduğunu bildirir. Böylece ona ‘Her
şeyin melekûtunun O’nun elinde olduğunu’569 bildirir’. Çünkü Allah Teâlâ burada
‘ikab’ kelimesine acı sıfatını (elim) bitiştirmemiştir. Elem ve acı ikaba ve
azaba bitiştirilmediğinde, acı veren işin kendisinde, kelimenin başka bir
şekilde yorumlanma ihtimali vardır. Çünkü sadece elemden korkulurken bilhassa
haz arzu edilir. Elem ve hazzı kabul edenin kendisinde bulunduğu doğanın gereği
budur.
Allah Teâlâ Kuran’da kullarına
sayısız deliller vermiştir ki bunlar, Allah Teâlâ’nın kullarına öğretişinin bir
yönüdür. Bedbahtlık bedbahtın kendi aslından kaynaklanmış olsaydı, Allah Teâlâ
kullarına rahmeti böyle açmaz ve zikrettiği delilleri serdetmezdi. Bu durum ‘Allah
Teâlâ sana bilmediğini öğretti,
O’nun senin üzerindeki ihsanı
büyüktür’570 ayetinde belirtilir. İlahi ihsan ancak
günahkâr ve müsrifler hakkında büyük olabilir. İhsan sahipleri hakkında ise ‘İhsan
sahipleri üzerinde bir yol yoktur’571 denilir. Çünkü ilahi ihsan onlara
doğrudan ve sebepsiz gelmiş, bu sayede de onlar ‘muhsin’ yani ihsan sahibi (Allah
Teâlâ’yı görür gibi ibadet eden) olmuşlardır. Bu nedenle ilahi lütuf ve inayet,
ihsan sahibi olmayanlarda kalmıştır. ‘Allah
Teâlâ hakkı söyler ve doğru
yola ulaştırır.’
DÖRT
YÜZ DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
'Yönettiklerinin işini zorlaştıran
kimse, kendi devletini yok etmek üzere çalışmış demektir, onlara yumuşaklık
gösteren, hükümdar olarak kalır, kölesini öldüren
efendi efendiliğini öldürmüş demektir, bunun istisnası benim' Münazelesinin
Bilinmesi
Tamlama ve izafet bizi ve O’nu baki
kılar O’nun bizdeki hikmeti böyle işte
Kullar/kölelik olmasaydı, efendilik
olmazdı Kulları yöneten olmasa onlar mevali olmazdı
Kalıcılığım hakkında inandığımı
söyledi Dirilişte, nasıl idiysek öyle var edecek bizi
Hakk bir şeyi yok ederse izale eder
Bizi idare eden içindeyken nasıl yok
eder ki?
Onun varlığıyla Allah Teâlâ
Yaratan’dır
Yoksa ne kendiliğinde bir eseri olur
ne bizim Yaratıcımız
Allah Teâlâ şöyle der: ‘Hamd
âlemlerin rabbi Allah Teâlâ’ya aittir.’572 Hâlbuki burada kendisinin rabbi
dememiştir, çünkü bir şey, kendisine izafe edilemez. Bu ifade, Allah Teâlâ’nın
suretinde yaratmış olduğu kullarına dönük ilahi bir tavsiyedir. Allah Teâlâ
onların arasından dilediklerine büyük imamlığı vermiştir. Bu imamlık, dünya ve
içindeki olanlarla ilgilidir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Hepiniz
çobansınız, güttüklerinizden sorumlusunuz’ buyurur. Çobanlığın en yücesi büyük
imamlık iken en aşağısı insanın organlarından sorumlu olmasıdır. İkisinin
arasında ailesi, çocukları, öğrencileri ve köleleri üzerinde imam olanlar
gelir. Her insan ilahi surete göre yaratılmıştır ve bu nedenle imamlık bütün
insanlarda bulunur. İmam olmak bakımından hepsinin hükmü birdir. Yönettiği
mülk ise daha önce söylediğimiz üzere genişler veya daralır. Öyleyse imam,
yönettiklerinin hallerini her nefes kontrol edebilendir. Böyle bir imam, Allah
Teâlâ’nın kendisini üzerlerine vali yaptığı ve başlarına geçirdiği kimselerin
değerini bilen biridir. Bütün bunlarla da Allah Teâlâ’nın kendisinin üzerinde
gözeten olduğunu öğrenir. O Allah Teâlâ ki kendisini halife atamış, sonra da
bir konuya dikkatini çekmiştir; insan Allah Teâlâ’dan öğrenirse, bu meseleyi
anlar. Şöyle ki: Efendi yönettiklerine karşı eksiklik yaptığında, hiç
kuşkusuz, eksiklik ölçüşünce efendiliği de eksilmiş ve kendini görevden
azletmiş olur. Mesela kölesini azat eden kişi, köleden azat ettiğini azat etmiş
sayılırken kölede azat edilen kısmın dışında kölelik sürer. İmam (devlet
başkanı) oyun ve eğlencesiyle meşgul olup halkının haz ve eğlencelerine
katılarak bakmakla yükümlü olduklarının işlerine bakmaz ve yönettiği
insanların halleriyle ilgilenmezse, hiç kuşkusuz, bu davranışıyla kendini
azletmiş olduğu gibi hükümdarlık mertebesi de onu dışlamış demektir. Böyle bir
insanın üzerinde sorumluluk ve vebal kalacağı gibi başkanlık ve efendiliği de
yitirir. Allah Teâlâ onu efendiliğin iyiliklerinden mahrum bırakır. O da pişmanlığın
fayda vermediği yerde pişman olur. Çünkü bu konuda sorguya çekilmese ve kendi
haline bırakılmış olsaydı yine de sorun olurdu. Bunun istisnası Allah Teâlâ’dır,
çünkü Allah Teâlâ’nın mülkünden hiçbir şey eksilmez. Allah Teâlâ’nın bir kulu
ölüp berzah âlemine göçerse, bu kez Allah Teâlâ’nın orada ölen kişi üzerindeki
efendiliği sürer. Hâlbuki bir insanın kölesi öldüğünde, efendiliği ortadan
kalkar. Rububiyette bizimle Allah Teâlâ’nın arasında böyle bir
fark vardır. Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem ‘Allah Teâlâ bütün işlerde yumuşaklığı sever’ t A
• .
buyurur. Alim olan insan,
yumuşaklığı, yumuşak davrananı ve yumuşak davranılanı bilen kimsedir. Her
insan yumuşak davranan ve yumuşak davranılandır. Her insan bir açıdan köle bir
açıdan sahip ve efendidir. ‘Allah
Teâlâ bir kısmınızı diğerlerinden üstün yapmıştır.’573 Bu sayede insanlar birbirlerini
hizmetçi edinir. Allah Teâlâ ise ‘Dereceleri
yükseltendir.’57* Biz O’na ait olduğumuz gibi O da
bize aittir. Biz O’na ait olduğumuz gibi aynı zamanda kendimize de aidiz. Biz
O’na ve kendimize aidiz. O ise kendine değilbize aittir. ^
Bu bölümde ilahi bilginin bilinenlere
veya kudretin güç yetirilenlere, iradenin irade edilenlere izafesinden daha
çetin bir bahis yoktur. Buradaki güçlük, ilişmedeki hadisliktir. Başka bir
ifadeyle Kadir, Alim ve Mürid olması bakımından her sıfatın konusuna
ilişmesindeki hadislik bu güçlüğü ortaya çıkartan nedendir. Çünkü bilineler,
güç yetirenler ve irade edilenler, nihayetsiz şeylerdir. Allah Teâlâ da' sonsuz
olmaları itibarıyla onları bilgisiyle ihata eder. Durum işaret ettiğimiz
gibidir. Kelamcılar bu durumu öğrenince, ‘istirsal’ görüşünü dile
getirmişlerdir. Başka bir kelamcı, ilişmenin yenilendiği görüşünü ileri
sürmüştür. Allah Teâlâ bu makamda ‘Ta
ki, bilelim...’575 demiştir.
Bazı eski âlimler ise ilahi bilginin tafsilata ilişmeyeceğini ileri sürmüştür (Allah
Teâlâ cüzileri bilmez görüşü). Bunun nedeni, bu alandaki sonsuzluk kadar
sonsuzun varlığa girmeyişidir. Onlara göre Allah Teâlâ tafsilatı ‘tafsilat’
olması itibarıyla tam ve belirli bir şeyde değil, bir durumda tafsilat olarak
bilir. Bu konuda akıllar, fakir gücündeki çelişkiler nedeniyle, çelişkiye
düşmüşlerdir.
Bize göre bu meselede sorunu
çözebilecek olanlar, keşif, vecd ve ilham ehlidir. Onlara göre bilgi, bilen ile
bilinenler arasındaki bir nispettir (bağ). Bu yorumda sadece Hakkın zatı -ki
O’nun varlığıdırvardır ve O’nun varlığının başlangıcı ve sonu yoktur ki, bir
ucu olabilsin! Bilinenler ise O’nun varlığının iliştiği ve taalluk ettiği
şeylerdir. Böylece Allah Teâlâ’nın bilgisi varlık itibarıyla sonsuz olan
şeylere, yani sonsuz sayıdaki bilinenlere, güç yetirilenlere ve irade
edilenlere ilişmiştir. Bu konuyu düşünmelisin! Çünkü bu konu ince bir bahistir:
Allah Teâlâ varlığın kendisidir ve O
varlığa girip sonlu olmakla nitelenemez. Çünkü varlığa giren her şey sonludur. Allah
Teâlâ varlığın ta kendisidir, yoksa varlığa giren bir şey değildir! Çünkü O’nun
varlığı mahiyeti demektir. Hakkın dışındakilerin bir kısmı varlığa girer ve
var-
lığa girmekle sonlanır; bir kısmı varlığa girmez, dolayısıyla
sonlu olmakla nitelenmez.
Dikkatini çektiğim husus iyi
öğrenmelisin! Çünkü başka bir yerde bu bahsi bulamazsın. Güç yetirilenler
(makdurât) ve irade edilenler bu ölçüye göre değerlendirilir.
‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru yola ulaştırır.’
DÖRT
YÜZ BEŞİNCİ BÖLÜM
'Kalbini benim evim yapıp onu
başkalarından boşaltana ne vereceğimi kimse bilemez; kalbi Beyt-i mamur'a
benzetmesinler, çünkü orası -benim değilmeleklerimin
evidir ve bu nedenle dostum orada kalmadı' Münazelesinin Bilinmesi
Kalp senin evin
benim değil! Mamur kıl onu
Senin zikrettiğin bir şeyi zikretmiyorum ben .
Kendimi zikretmem
bir perde iken Senin beni zikretmen başka!
Senin beni
zikretmen en büyük mutluluk
Ben Seni zikredersem, zikir Senden
bize ait Sen bizim zikrettiğimiz bir şeyi zıkretmezsin
Halil’in meskeni Beyt’in zahiri
Kalbinden dolayı, sürekli tabi olursun
Ona yerleşmez ve onu imar etmez •
Hamd o Allah Teâlâ’ya ki O’nu ifade
etmez O, benim kalbimde onu tasvir eder
Allah Teâlâ bizi ve seni Ruhu’l-kuds
ile desteklesin, bilmelisin ki, Allah Teâlâ’nın rahmeti her şeyi kuşatmıştır.
O’nun rahmetinin bir yönü, kulu-
nun kalbini rahmetle yaratmış ve onu
rahmetinden daha geniş yapmış olmasıdır. Çünkü müminin kalbi Hakkı sığdırır.
Nitekim Allah Teâlâ şöyle der: ‘Beni yerin ve göğüm sığdıramadı, mümin kulumun
kalbi sığdırdı.’ Allah Teâlâ’nın rahmeti genişliğine rağmen Allah Teâlâ’ya
taalluk edememiş veya O’nu sığdıramamıştır. Çünkü rahmet Allah Teâlâ’dan olsa
bile O’na dönmez. Hâlbuki Allah Teâlâ kulunun kalbinin O’nu sığdırmasını
imkânsız saymamıştır. Çünkü (insandaki parçalar içinde) Allah Teâlâ’dan
öğrenen ve (hakikati) Allah Teâlâ’dan anlayan kalptir. Allah Teâlâ kalbe
kendisini bilmeyi emrederken, ona ancak yapabileceği bir işi emretmiştir.
Böylece Hakk kulun kalbinde bilinen ve akledilen olur. Hâlbuki Allah Teâlâ
merhamet edilen diye nitelenemez. Bu durum yaratıklarının rahmetinin O’na
ulaşamayacağını gösterir. Buna mukabil kalplerdeki takva O’na ulaşır. Nitekim Allah
Teâlâ ‘Fakat sizden olan takva Allah
Teâlâ’ya ulaşır’576
buyurur. Başka bir ayette Allah Teâlâ’nın şiarları kastedilerek -ki onlar bir
tür Allah Teâlâ’yı bilmedir‘onlar kalplerin takvasındandır’577
denilir. Başka bir ayette ‘Onların kendileriyle aklettikleri
kalpleri yok mu?’57S denilir. Allah Teâlâ’nın kalpleri
akledici diye yaratmış olmasının nedeni, kulun onun vasıtasıyla ilahi hitabı
anlayabilmesidir. Allah Teâlâ’nın kula hitap ettiği hususlardan birisi,
rahmeti her şeyi kuşatırken kulun kalbinin O’nu kuşattığıdır. Şu var ki burada
işaret etmekle yetinip açıklamayacağım bir sır vardır, şöyle ki: Allah Teâlâ
bilinmeyi sevdiğini söylemiştir. Sevginin gereği ise tanınan olmaktır. Bu maksatla
Allah Teâlâ âlemi yaratmış, onlara tanınmış, onlar da kendisini bilmiştir.
Öyleyse yaratılmışlar O’nu kendi düşünceleriyle değil, O’nun kendisini
tanıtmasıyla tanımışlardır. Bu durum ‘kalbi
olan veya kulak veren ve şahit olan kimse için işarettir.’579
Muhabbet, zevk bilgisiyken bizde olan
ise sevendir. Seven herkes sevginin gerektirdiği şeyi bilir. Buradan rahmetin
genelliği öğrenilir. Başka bir hadis, Allah Teâlâ’nın gazabının kulun O’nu
gazaba getirmesinden kaynaklandığını belirtir. Öte yandan Allah Teâlâ’nın
tercümanı olan peygamberlerin yaratıklar kıyamette kendilerinden şefaat
istediklerinde şöyle diyecekleri aktarılmıştır: ‘Allah Teâlâ bugün daha önce
hiç kızmadığı ve bir daha kızmayacağı şekilde gazaba gelmiştir.’ Bu gazap
intikamla ortadan kalkar. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Sadaka
Rabbin gazabını söndürür’ der. Allah Teâlâ kula sadaka verme imkânı ihsan
edendir. Bu durumda kuluna vermeyi nasip ettiği sadakayla gazabını söndüren
bizzat Allah Teâlâ’dır. Böyle ifadeler çoktur. Fakat Allah Teâlâ’nın kulları
nezdinde bu kadarı da O’ndan (olmak üzere yeterlidir). Biz bir ekleme yapmak
istemiyoruz, çünkü biz O’nu kendisinin bildirmesiyle tanıdık. Bu da
-yaratılmışın düşüncesinden değilO’nun bildirmesiyle meydana gelen bilgidir.
Allah Teâlâ kulun kalbini evi
edinmiştir, çünkü orayı kendisi hakkındaki marifetin mahalli yapmıştır. Kalp -nazarî
bilginin değilirfanı bilginin yeridir. Allah Teâlâ kalbi koruyarak başkasının
yerleştiği bir yer olmaktan sakınmıştır. Kul (farklı özellikleri) kendinde
toplayan varlıktır (kevn-i cami). Bu nedenle Hakk’ın o kul için farklı
surerierde, başka bir ifadeyle her bir şeyin suretinde tecelli etmesi gerekir;
çünkü kul her şeyi bilebilecek (kalbe) sahiptir. Eşyayı bilmenin yeri ise
kalpten başkası değildir. Allah Teâlâ, kulun kalbinin Rabbinden başkasının
gireceği bir yer olmasını kıskanır ve bunun için kendisinin her şeyin sureti
ve her şeyin aynı olduğunu öğretir. Böylece kulun kalbi de her şeyi kuşatır,
çünkü her şey, Hakk’tır. Kalp bu durumda Hakk’ı sığdırmış demektir. Binaenaleyh
herkim hakikati bakımından Hakk’ı bilirse, hiç kuşkusuz, her şeyi öğrenmiş
demektir. Hâlbuki herhangi bir şeyi bilen Hakk’ı bilmiş sayılmaz. Hatta kul,
bildiğini zannettiği şeyi bilmiyordur, çünkü onu bilseydi, onun Hakk olduğunu
bilirdi. Bir şeyin Hakk olduğunu bilmeyince, kulun o şeyi bilmediğini
söyledik. Allah Teâlâ (kendini sığdıran kalpten söz ederken) ‘müminin kalbi’
demiş, müminden başkasını zikretmemiştir. Çünkü Allah Teâlâ’yı bilmek, O’nun
bildirmesiyle gerçekleşebilir. Teorik/nazarî düşünceyle Allah Teâlâ
bilinemeyeceği gibi O’nun öğretişini müminden başkası da kabul edemez. Çünkü
mümin olmayan kişi, genel itibarıyla, Allah Teâlâ’nın bildirmesini kabul
etmez. Böyle bir insan, söz gelişi, Hakka dair verilen bilgiyi imkânsız
sayabilir. Bu bağlamda ‘imkânsız sayanlar’ kısımlara ayrılır: Bir kısmı
peygamberleri suçlayarak onların hayal gücünün otoritesi altında bulunduklarını
ileri sürer. Bu kısım, Allah Teâlâ’nın kendilerini saptırıp hidayet karşısında
körleştirdiği ve en çok zarara uğrayanlardır. Onlar hidayet yolunda kör
olanlardır. Hakikati bilselerdi durumun böyle olduğunu da anlarlardı. Onlar,
bilgisizlik ile dinden çıkmayı bir araya getirmiş, bu nedenle de mutluluktan
nasipleri yoktur. Allah Teâlâ hakkında böyle bir bilgiyi imkânsız sayan başka
bir grup şöyle der: ‘Peygamberler Allah Teâlâ’yı en iyi bilenlerdir. Bununla
birlikte onlar sözlerinde işin kendinde olduğu durumu ifade etmek yerine
insanların anlayış seviyelerine inmişlerdir. Çünkü gerçeği olduğu durumda ifade
imkânsızdır.’ Bu insanlar, kendisine ve peygamberlerine nispet ettiği
hususlarda Allah Teâlâ’yı ve peygamberi tekzip etmiş, bunu yaparken nazik
ifadeler kullanmış kimselerdir. Bu duruma şöyle bir misal verebiliriz: însan
saygı gösterdiği birinin dinleyenin onun söylediği durumda olmadığmı
zannedeceği konuşmalar yaptığını görür. Bu kişi ona ‘yalan söyledin’ demez,
sadece ‘efendim doğru söylüyor, gerçek öyle değildir; gerçek efendimin şu
şekilde söylediğidir’ der. Gerçekte bu kişi onu yalanlar ve nazik bir ifadeyle
onu cahil ilan eder. İşte tevile kalkanların davranışı böyledir.
Bir kısmı, peygamberin ifade ederken
insanların seviyesine indiğini söylemek yerine, şöyle der: ‘Bu sözle
kastedilen, sıradan insanların anladığı değil, şu ve şudur.’ Burada
zikrettikleri yorum, peygamberin vahyini kendisiyle getirdiği dilde mevcuttur.
Bu insanlar, hal itibarıyla^ önce zikredilenlere benzer. Bununla birlikte onlar
bu konuda kendi görüşleriyle Allah Teâlâ’ya hüküm dayatırlar ve ‘dilden
anlaşılan budur’ (diye) kesin hüküm verirler. Hâlbuki aşnı dilin mensuplarının
inandığı anlam söylediklerinden başkadır. Bu durumda gerçek anlamın her iki
yorumun birden olması imkânsız sayılamaz. Söz konusu tevilciler, Allah
Teâlâ’nın kendisine dair vermediği bir hükmü vermiş olmakla yanılmışlardır.
Onlar, sadece akıllarını kendisine bağlayıp sınırladıkları ve daralttıkları bir
ilaha ibadet etmişlerdir.
Bir kısmı şöyle der: ‘Geldiği haliyle
vahiydeki lafızlara iman ederiz, fakat anlamını bilmeyiz.’ (Bu insanlar
gerçekte şunu demiş olur): Biz lafza iman ederken vahyi duymamış kimseler gibi
oluruz ve aklın bize verdiği delile göre sözün zahirinden anlaşılan anlamı
imkânsız saymaya devam ederiz. Demek ki bu insanlar da nazik bir üslupla Allah
Teâlâ’ya hüküm dayatmaktadır. Başka bir ifadeyle onların davranışı, nazik bir
ifadeyle, Allah Teâlâ’ya karşı çıkmak demektir. Çünkü onlar, kendilerini ilahi
hitabı duymayanlar gibi kabul etmektedirler. Başka bir grup ‘(vahyin) lafzına Allah
Teâlâ’nın ve peygamberin lafız hakkmdaki bilgisine göre iman ederiz’ derler.
Bunlar, Allah Teâlâ bize abes sözle hitap etmiş diyenlerdir, çünkü (onların
anlayışına göre) Allah Teâlâ bize anlamadığımız bir şekilde hitap etmiştir.
Hâlbuki Allah Teâlâ şöyle buyurur ‘Biz gönderdiğimiz
her peygamberi kavminin diliyle gönderdik ki, onlara açıklasın.’580 Vakıa da böyledir. Allah Teâlâ’nın
da buyurduğu üzere, peygamber bize gelen vahyi bize açıklamıştır. Fakat söz
konusu tevilciler, müslüman olmalarına rağmen, peygamberin sözlerinin bir
beyan olduğunu kabule yanaşmamaktadır.
Üçüncü durum şudur: Onlar Allah
Teâlâ’nın basiret gözlerinden bilgisizlik perdesini kaldırıp nefislerindeki ve
ufuklardaki ayederi gösterdiği kimselerdir. Bu sayede (görülen her şeyin
gerçekte) Hakk olduğunu, başkası olmadığını görürler. Onlar Hakk’a iman
ederler. Daha doğru bir ifadeyle her yönden ve her surette Hakk’ı bilirler ve
her şeyi ihata ettiğini öğrenirler. Dolayısıyla arif her şeyi Hakk’ta görür. Bu
yönüyle Hakk her şeyi ihata eden bir zarftır. Nasıl böyle olmasın ki? Allah
Teâlâ edDehr ismiyle buna dikkat çekmiş, O’nun dışındaki her şey bu Dehr’e
dâhil olmuştur. Her kim bir şeyi görürse, onu Hakta görmüştür. Bu nedenle Hz.
Ebu Bekir ‘Gördüğüm her şeyden önce Allah Teâlâ’yı gördüm’ demiştir. Çünkü o
şey Hakk’a girene kadar onu görmemiştir ve bu durumda zorunlu olarak o şeyden
önce Hakk’ı görür. Çünkü o şeyin Hakk’tan ortaya çıkışını görmüştür. Öyleyse Hakk,
bütün varlıkların evidir, çünkü O, varlık demektir. Kulun kalbiyse Hakk’ın
evidir, çünkü kalp Hakk’ı sığdırmıştır. Fakat söz konusu olan müminin kalbidir,
başkasının değil!
Kim Hakkın eviyse Hakk da onun
evidir
Hakkın varlığı, var olanların aynı
Müminin böyle bir genişliğe sahip
olması, âlemin ve Hakkın suretinde yaratılmış olmasından kaynaklanır. Buna
mukabil âlemdeki herhangi bir parça Hakkın suretinde değildir. Bu nedenle Hakk
müminin kalbini kendini sığdırabilecek kadar geniş olmakla nitelemiştir. Ebu
Yezid el-Bestami arifin kalbinin genişliğinden söz ederken şöyle der: ‘Arş’,
yani Allah Teâlâ’nın mülkü ve içermiş olduğu bütün cüzîler ve onların
cevherleri, ‘yüz bin katıyla birlikte’ -ki burada sınırlama değil sadece sonsuzluğu
ve ulaşılamazlığı bildirmemek için böyle bir ifade kullanarak varlığa
girenleri kastetmektedir‘arifin kalbinde bulunsaydı, arif onları fark
edemezdi.’ Çünkü kalp kadimi sığdırırken hadisi (zamanda yaratılmış) nasıl
mevcut olarak hissedebilir ki?’ Ebu Yezid’in ifadesi, dinleyenlerin anlayışı
ölçüsünde, kalbin genişliğini anlatan bir ifadedir. Gerçekte şöyle demek
gerekir: ‘Arifin kalbi Hakkı sığdırdığı için her şeyi de sığdırır.’ Çünkü
Hakkın dışında hiçbir şey yoktur. Dolayısıyla var olan her şeyin sureti arifin
kalbinde, yani Hakkı sığdıran kulun kalbindedir.
Arifin kalbi her suretin heyulası
Her suret içifı bir heyula sanki kalp
Sen şunun ve bunun arasında
Hakk seni orada suru Olarak
yerleştirmiş
Ebu Yezid’inkine benzer bir cümle
Cüneyd-i Bağdadî tarafından söylenmiştir. Cüneyd ‘hâdis olan kadime
bitiştiğinde geride izi kalmaz’ demiştir. Bununla birlikte Cüneyd’in cümlesi,
Ebu Yezid’inkinden daha yetkindir. Çünkü hadisi kadime bitiştirdiğinde, iz ve
eser hadise değil, kadime ait olur. Bu karşılaşmayla kendinde gerçek ortaya
çıkar ki, o da bizim söylediğimizdir (eserin kadim’e ait olması). Çünkü eserin
ve izin bilinmemesi mümkün değildir. Kadim ile karşılaşmazdan önce eser hadise
nispet edilirken hadis kadimle karşılaştığında kadimde görülür. Buna mukabil
hâdis, eserin kendisi olarak görülmüştür. Bu nedenle Cüneyd söylediğini
söylemiştir.
Bu açıklamadan sonra Hz. İbrahim’in
bu mesabede olduğundan kuşku duymayız. O ve bütün peygamberler, Hakk’ı
sığdırmış kimselerdir. Allah Teâlâ onun sırtını Beyt-i Mamur’a dayandırmış,
fakat oraya girmemiştir. Çünkü oraya girmiş olsaydı Beyt-i Mamur, Hakk’ı sığdırmış
demek olurdu. Başka bir ifadeyle Hakk’ı sığdıran birini sığdırmış olacağı için
(dolaylı olarak) Hakk’ı da sığdırmış olurdu. Bu yorum, gerçek bir değil, işarî
bir yorumdur. Çünkü Hz. İbrahim’in bedeni hiç kuşkusuz duvarlarla
sınırlanmıştır. Burada onun ölümle birlikte intikal ettiği berzahtaki suretini
kastediyoruz.
Şiirde geçen ‘Onu kendimden
boşaltırım’ ifadesine gelirsek, kastedilen, Kuran-ı Kerim’i okuyan hakkında Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in söylediği sözdür. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem kutsi bir hadiste Rabbinden şöyle aktarır: ‘Beni zikretmenin
kendisini benden bir şey istemekten alıkoyan kimseye istediğinden daha iyisini
vereceğim.’ Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Kuşkusuz
biz zikri indirdik.’581 Kastedilen Kuran’dır.. Başka bir
ayette ise ‘Zikir ehline sorunuz’582 denilir. Kastedilen yine Kuran
ehlidir, çünkü Allah Teâlâ ‘Kitapta hiçbir şeyi ihmal etmedik’5*3
buyurur. Kuran, her şeyi toplayan kitap demektir. Kim başkanın varlığına
inanırsa, kalbini Hakk için boşaltması gerekir.
insanlar derece derecedir, çünkü Allah
Teâlâ âlemin bir kısmını ötekilerden üstün kılmıştır. Derecelendirmenin en
faziletlisi, Allah Teâlâ’yı bilmek hususundaki derecelenmedir. Bakınız! Allah
Teâlâ insana kendisine ait olan el-Ahir isminin menzilini vermişken kendisine
O’nu bilmede el-Evvel ismini vermiş, meleği el-Evvel ve el-Ahir arasında ihata
edilen kılmıştır. Mertebeleri bilen, meleğin ve insanın Allah Teâlâ hakkındaki
bilgisinin (derecesini) de öğrenir. Bu nedenle melek -ki o
Ruhu’l-emin’direlEvvel isminden el-Ahir ilahi ismine yerleşmiş kâmil kul olan
peygambere vahiy getirir. Bu durum ‘Allah
Teâlâ şahittir’584 ayetinde belirtilir. Allah Teâlâ
kendi birliğine şahit ederken kendisiyle başlamış, sonra melekleri, meleklerden
sonra bilgi sahipleri olan insanları zikretmiştir. Öyleyse başında da sonunda
da iş ve emir, Allah Teâlâ’ya aittir. Melek ise o ikisinin arasındadır.
Varlığın durumu da böyledir: İlk olmak Hakk’a aittir. Sonra meleği yaratmış,
ardından insanı yaratmış, ona halifeliği vermiştir. Hâlbuki meleğe halifelik
vermemişti, çünkü ortadaki ihata edilmiş demektir. Meleğin insandan üstünlüğü,
Allah Teâlâ katından ona getirdiği vahiyle ortaya çıkar. Bu durum, akla ve
dile göre, üstünlük hakkında kesin delil sayılmaz. Nitekim göklerin ve yerin
yaratılışı da insanların yaratılışından ‘daha büyüktür (hâlbuki insan daha
üstündür).’ Çünkü insanlar feleklerin hareketiyle ve unsurlarda gerçekleşen
tekvini Kabul etmekle meydana gelirler. Öyleyse sadece özel yönler olduğu gibi
hepsini kuşatan bir yön vardır. Bir varlık bir açıdan diğerlerinden üstün iken
başka bir açıdan da diğerleri üstündür. ‘Allah
Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’
"Benden herhangi bir şey nedeniyle
bir şey çıkmamıştır, çıkması da uygun değildir' Münazelesinin Bilinmesi
Bir şey nedeniyle zuhur etseydik o
şey bizden başka olurdu Bizden başka olan yoktur! Peki
zuhur nerededir ?
Sen varlığın kendisisin, başka değilsin Bu nedenle el-Gayûr llah’ım ben
Ey kulum! Baki olduğunu söyleme
sakın Fani ve yok olucusun sen
Her vakit yeniden yaratılırsın Bu
nedenle fena ve nüşûr sana ait
Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Kendisine
zuhur edeceğim bir şey yok, çünkü ben her şeyin aynıyım. Öyleyse sadece varlık
şeyliğine sahip olmayan bir şeye zuhur edebilirim. Beni ise ancak mümkünler
sübût şeyliklerinde görebilirler. Ben onlara da zuhur etmedim, çünkü onlar sürekli
madum iken ben ezeli olarak mevcudum. Benim varlığım, zuhurumun ta kendisiyken
işin böyle olması kaçınılmazdır. Ortaya çıkan ve zuhur edenler şeylerdeki
hükümler, benim isimlerime aittir; gerçekte ise mümkünlerin hakikatlerine
aittir. Bunun yanı sıra varlık benden başka bir şey değildir. Öyleyse imkân
hükümleri, bir hakikatte suretleri ayrıştırmıştır. Nitekim nazarî düşünce
sahipleri, türlerin cinse, şahısların türlere ayrılması hakkında böyle
düşünür. Sen isimleri görürsün, ben ise onların müsemmasıyım; esma-i hüsna’yı
kastediyorum. Eser onlara izafe edilir, gerçekte eser ve iz, mümkünlerin
hakikatlerine aittir. Bu nedenle mümkünlerin isimlerinin suretlerine verilir.
Mümkünlerin isimleri arasında Allah
Teâlâ’nın isimleri bulunur. Bu isimlerin iki nispeti vardır: Birincisi Allah
Teâlâ’ya, diğeri mümkünlerin suretlerine döner. Hakk, O’nun varlığında zuhur
etmeleri itibarıyla değil, suretleri olmaları itibarıyla mümkünlerin
suretlerinde zuhur edici değildir.
Bir şey görülemeyecek kadar başka bir
şeyin varlığına yalcın iken, o şeye gözükmesi ve zuhur etmesi mümkün değildir. Nitekim
havada bu durum bilinir. Onu görmemizi engelleyen şey, havanın gözümüze olan
aşırı yakınlığıdır. Biz havayı göremeyiz ve tabii olarak bize görünmesi mümkün
değildir. Hava bizden uzaklaşmış olsaydı, hiç kuşkusuz ki onu görebilirdik.
Hâlbuki suretlerin kendilerinde bulundukları cevherden uzaklaşmaları
imkânsızdır; uzaklaşsalardı, işin kendinde bulunduğu durumdaki gibi -çünkü suretler
cevherde yok olucuduryok olurlardı. Onlar £Sürekli bir yenilenme halindedirler.’585 Mümkünler, ilahi isimlere sahip olmaları
itibarıyla, varlıkta bu suretleri birbirlerine verirler. Binaenaleyh söz
konusu mümkünler herhangi bir sureti ancak elKail, el-Kadir, el-Halik,
er-Rezzak, el-Muhyi, el-Mumit, el-Muiz, elMuzill gibi ilahi isimler vasıtasıyla
izhar edebilirler. Müstağnilik ve izzete gelirsek, bunlar, ilahi zata aittir. Allah
Teâlâ el-Gani ve el-Aziz’dir. Müstağniliğin O’na ait olması, bu suretleri verip
zatının hakikatinin gereği olarak verdiği şeyi kabul etmemesinden kaynaklanır.
İzzetin O’na ait olması ise, söz konusu suretlerin var olma hallerinde
birbirlerinden elde edecekleri bilgiyi O’na vererek kendisinde etkide
bulunamamaları demektir. Çünkü suretlere ilahi isimler vasıtasıyla elde
ettikleri bu ilimleri verenler, hakikatlerdir. ‘Ta
ki bilelim...’586 ayetinin
anlamı budur. Allah Teâlâ’nın bilen olduğunda kuşku yoktur. Hakk âlim iken
mümkünlerin hakikatleri de bilen ve bilgi kazanandır. Bilgi ise suretlerin
kendisi demektir ve onlar bilgiyi ilahi isimlerden kazanmışlardır, İlahi
isimlere bilgiyi veren ise mümkünlerin hakikatleridir.
Buradan çokluk ve birliğin etken ve
edilgenin, eserin ve âlemin Allah Teâlâ ile ilişkisi öğrenilir. Ayrıca ortaya
çıkan suretlerin çeşitliliği, ortaya çıkan şey, kimin ortaya çıktığı, kimin
gizli ve bâtın kaldığı buradan öğrenilir. el-Evvel ve el-Ahir, ez-Zahir ve
el-Bâtın’ın hakikati buradan öğrenilir; bunlar esma-i hüsna sahibinin
nitelikleridir.
Bu bölümde zikrettiğimiz hususu iyice
öğrenmelisin, çünkü bu bölüm, kadrini sadece Allah Teâlâ’nın bilebildiği önemli
konuları içeren son derece yararlı bir bölümdür. Bu bölümü anlayan kimse,
kendisini tanır: Acaba suret midir, sureti veren midir? Yoksa zatı gereği yok
olucu mümkünün sabit hakikati midir? Kendini bilen, zorunlu olarak, Rabbini de
bilir. Bu bağlamda Hakk’ı ancak Hakk bilebilir. Burada bir öncelik ve sonralık
yoktur. Çünkü yokluk halindeki mümkün, Haklc’ın varlığına ait ezelilikten sonra
gelmez. Ezel Hakk’ın varlığı nedeniyle bir olduğu gibi mümkünün yokluğu,
sabidiği ve Hakk’ta taayyünü itibarıyla zorunludur. Mümkün Hakk’ta taayyün
edip başka bir mümkünden ayrışmamış olsaydı, ‘hün’587 yani ol
emrindeki hitap kendisine tahsis edilemezdi. Bu konuyu anlayan, ‘kün’ emrini
kimin söylediğini, kime söylendiğini ve neticesinde neyin/kimin meydana
geldiğini, kef ile nun harflerinin hükmünü kimin kabul ettiğini de anlar.
‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru yola ulaştırır:
DÖRT
YÜZ YEDİNCİ BÖLÜM
'Benden başkasına bakarsan şimşekten daha
hızla benden uzaklaşırsın, bu benim değil, kendi zayıflığından kaynaklanır' Münazelesinin Bilinmesi
Namaz kılanın sağa sola dönmesi namazdan bir çalma Zaman
dilediği şekilde onlarla oynar
Dehr’dir O, Meşiyet O’ndan Zamanın insanları insanların kendisi
Her şeyin
isimlendirilen bir kisveye sahip Adamların kalpleri kisvenin kendisi
Ben O’nun sureti, sonra gizlenir
Varlığımla gizlenir; çöplükteki sinekler gibi
Varlığımın suretiyle var olan
tanımlar gibi Esas aslıyla onlardan yücelir
Şeyhimiz Ebu Muhammed Abdullah
eş-Şekkaz’ın Endülüs’ün bir şehri olan Gırnata’da huzuruna girmiştim. Şeyh
Bağa’dandı ve benim Allah Teâlâ yolunda karşılaştığım insanların en
büyüklerindendi. Bana şöyle dedi: ‘Kardeşim! Adamlar dört kişidir. Birincisi
‘Biz senden önce adamlar gönderdik’ ve ‘Öyle
adamlar ki ticaret ya da alışveriş onları Allah Teâlâ’yı zikretmekten
engellemez’5™ ayetinde zikredilenler, (İkincisi) ‘Allah
Teâlâ’ya verdikleri söze sadık kalan adamlar’589,
(üçüncüsü) ‘İnsanlar arasında haccı ilan et,
sana adamlar gelir’590 ayetinde geçenlerdir. Burada binekli
değil, yaya gelenler kastedilir. (Dördüncüsü ise) ‘Araf
üzerinde adamlar vardır’591 ayetinde geçenlerdir. Şeyh ‘dört
adam’ diyerek, mertebeleri sınırlamıştı. Çünkü ‘adam’ darken, resul, nebi, veli
ve mümin olmak üzere dört sınıf vardır. Bu dördün dışındakiler dikkate alınmaz,
çünkü bir şey ancak -insanlık hakikati bakımından değilmanevi mertebesi
bakımından dikkate alınabilir. İnsanlık her insanda tektir. Bu yönüyle insanlar
-varlıklarına göre değilmenzillerine göre derecelenir ve giizel/iyi, daha
güzel/daha iyi veya güzel/iyi olmayan diye ayrışırlar. Bu nedenle şeyh adamları
zikrederken dörtten fazlasını zikretmemiş, onunla da ifade ettiğimizi
kastetmiştir. Ayetlerde zikredilen adamlar bilhassa erkekler anlamında
değildir. Kastedilen, erkek veya dişi olsun, insan türüdür. Ben ona ‘Sana
rical olarak gelirler’592 ayetinde kastedilenin yaya
yürüyenler olduğunu söylediğimde, şeyh şöyle demişti: ‘Adam taşınan olmaz
zaten! Binekli olan, taşınandır.’ Buradan neyi kastettiğini anladım, çünkü o da
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in Burak üzerinde taşınarak isra yolculuğunu
yaptığını biliyordu. Bu nedenle sözünü kendine bıraktım ve ona asıl üzere
kalmanın yaratıklar için Allah Teâlâ’nın talep ettiği şey olduğunu belirtmedim.
Bu nedenle Allah Teâlâ ‘Ben seni daha önce bir şey değilken
yarattım’593
buyurur. Yani kendisine bir şey söylenmesi gereken mevcut bir şey değildin.
Benim karşımda -daha önce yokluk halindeki gibiemirlerimi kabul edip itiraz
etmemek üzere bulunmalısın. Allah Teâlâ ona belirlediği sınırlarda durmayı,
kurallarına uymayı emreder. Mümkün konuşması belirlenmiş yerde konuşur. Bu
durumda konuşan, kulun dili vasıtasıyla Hakk olur. Aynı durum, kulun bütün
hareket, duruş, zahirî ve bâtınî hallerinde geçerlidir. Kendi varlığına
bakarak, mevcut olduğunu söylemez. Aksine yokluk halinde de kendisini O’nun
suretinde görür. İşte Hakk’ın kendisine hitap ederkenki muradı budur.
Binaenaleyh mümkün, asıl itibarıyla
-müstakil değiltaşınandır. Çünkü zaman içinde yaratılmış olan (hadis), tercih
olmaksızın, kendi başına var olamaz. Bu durumda onun ‘taşınan’ olması kaçınılmazdır.
Bu nedenle bütün nebiler, İsra yolculuğu maddi ve bedenle gerçekleşmişse,
Burak üzerinde taşınmıştır. ‘Rüya’ denilen hayalî isra yolculuğundaysa, hiç
kuşkusuz, kendisini binek üzerinde taşman olarak görebileceği gibi bazen
kendisini binek üzerinde taşınıyor görmez. Fakat kendisini gördüğü surette
taşındığını bilir. Çünkü bedeninin uyku esnasında yatağmda ve evinde kaldığını
bilmekteyiz. Bunu bilmelisin!
Şeyhin ‘bağımsızlık’ ve ‘binekli
olmamak’ hakkındaki görüşüne gelirsek, bu, onun kendisinden çekindiği şeydir.
Çünkü bu durum, daha önce zikrettiğimiz ihtilas (aşırmak) demektir. Burada kulu
nefsi kendini müstakil saymakla aldatmıştır, hâlbuki gerçekte müstakil
değildir. Bu aldanma, onu Hakkın elinden almış, taşınmadığını zannetmiş, kendini
bilememiş, kendini bilemeyince Rabbini bilememiştir. Burada ‘başka’ onun
kendisine baktığı kendi nefsinden ibarettir. Böyle bir zanna düşmesi, üzerinde
yaratılmış olduğu aslına dair bilgisindeki eksikliğinden kaynaklanır. Hiç
kuşkusuz peygamberlerin mertebesi, nebilik, velilik ve iman olmak üzere,
adamların (rical) mertebelerini içerir. Bununla birlikte onlar, taşınan
kimselerdir. Onların varisleri de taşınır ve herkes kendinden bunu bilir.
‘Nefsinden’ dedik, çünkü iş gerçekte taşman olmayı gerektirir ki, bu durum
zorunludur. Fakat bu hususta bilgisi olmayan insan, taşınmadığını zanneder. Bu
nedenle ‘nefsinden bilir’ diye sınırladık. Allah Teâlâ ‘Sana rical
olarak gelirler.594 der.
Onları davet eden, Allah Teâlâ’dır. Allah Teâlâ onlara şöyle demelerini
emretmiştir: ‘Ancak senden yardım dileriz.’595
Başka bir ayette ‘Allah Teâlâ’dan yardım isteyin ve
sabredin’596
buyrulur. Bütün mana, taşınandır, çünkü bağımsız değildir. İnsan müstakil ve
bağımsız olsaydı, Allah Teâlâ’dan yardım ve yardımcı talep etmezdi.
Şeyhin zikrettiği ‘Onları
ticaret veya alış veriş Allah Teâlâ’yı zikretmekten alı koymaz’597 ayetine gelirsek, söz konusu
insanlar ticaretlerinde sürekli Allah Teâlâ’yı zikredenlerdir. Çünkü ticaret Allah
Teâlâ’yı zikretmekten ibaret olan belirlenmiş bir kurala ve tanıma göre
yapılır. Hz. Ayşe Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in bütün vakitlerinde Allah
Teâlâ’yı zikrettiğini söylemiştir. Bununla birlikte Peygamber yaşlılarla ve
küçüklerle şakalaşırdı. Bütün bunlar, Allah Teâlâ’yı bilen alime göre, O’nu zikretmektir,
çünkü her şey, Allah Teâlâ’yı zikreder. Allah Teâlâ’yı zikretmeyen bir şeyi
gören insan, gerçekte onu görmemiş demektir. Çünkü Allah Teâlâ her şeyi varlığa
zikredici olarak yerleştirmiştir. Ticaret ve alış veriş, ayette bahsedilen
insanları Allah Teâlâ’yı zikretmekten alıkoymaz. Aynı şekilde ‘Adamlar
vardır, Allah Teâlâ’ya verdikleri sözü yerine getirirler’598 ayeti de böyle yorumlanır.
Kastedilen Allah Teâlâ’nın onlardan aldığı misakla ilgilidir. Onlar, misakı
yerine getirmiş, Allah Teâlâ da onlar hakkında ‘sözlerini tutmuşlardır’
buyurmuştur. Çünkü onlar, Allah Teâlâ’ya verdikleri sözü yerine getirirken aynı
sözün kendilerinden alındığı insanların bir kısmını veya çoğunu sözlerini
yerine getirmekten uzaklaştıran nefislere hakim iddialara baskın gelmiş
kimselerdir. Öyleyse adam (racül), Allah Teâlâ’ya verdiği sözü yerine
getirirken dürüst ve sadık davranan demektir. Nitekim Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem de, resul ve nebilerden misak alınırken Allah Teâlâ’ya
verdiği söze sadık kalmıştır.
‘Araf üzerinde adamlar vardır...’599 ayetine gelirsek, onlar, menzilleri
itibarıyla adamların en büyükleridir, çünkü onlar bütün menzillere hakim ve
muttalidirler. Şeyh ‘Araf derken iyilik ve günahları eşit kimselere işaret
etmemiş, Arafı ‘bütün mertebelere muttali olmak’ özelliğiyle dikkate almıştır.
Çünkü burada Araf, cennet ile cehennem arasındaki surdur. Onun bâtını
rahmettir ki bu kısım cennete bakar; zahiri ise önünden azaptır; orası da ateşe
bakan yöndür. Ateş onun önüne, yani mukabiline yerleştirilmiştir. Mukabil ise
zıt demektir. Dolayısıyla sur, azabın mahalli yapılmamıştır. Allah Teâlâ onu
rahmetin mahalli yaparak, ‘Bâtınında rahmet vardır’600 buyurmuştur. Allah Teâlâ’nın
kullarının dikkatlerini işlerin kendiliklerindeki hakikatlerine nasıl
çektiğine bakınız! Fakat ‘İnsanların çoğu bilmez.’601 Araftakiler Allah Teâlâ’nın
rahmetinin mahallinde bulunur. Bu durum -onlaruı henüz kendisine girmemiş
olsalar bilecennete tamah etmelerine yol açar. Sonra onların yaratılmışların makamları
hakkında bilgileri olduğunu belirterek ‘Herkesi
simalarından tanırlar’602 buyurmuştur. Yani kendilerinde
yarattığımız alamet vasıtasıyla onları tanırlar demektir. Allah Teâlâ ‘Cennet
ashabına nida ederler’603 buyurur. Hâlbuki onlar henüz
cennete girmemişlerdir, çünkü onlar, keşf makamındadırlar. Cennete girmiş
olsalardı, oraya girip perdelenmek nedeniyle kendilerinden gizlenmiş olurlardı.
Çünkü cennet onların keşf ettikleri şeyi ‘gizleyen yer’ demektir. Allah Teâlâ ‘Onlara
selam olsun’604 buyurur. Bu bir karşılama selamıdır,
çünkü onlar cennedikleri tanır. Bu selam, kendi yanlarından ayrılarak,
cennederine gittikleri için uğurlama selamıdır. Ayette ‘Allah
Teâlâ’dan yardım isteyin ve sabredin’605 buyurur. Bu bağlamda Allah Teâlâ
şöyle der: Ben kendisine şirk koşulanlar arasından şirkten en müstağni olanım.
Bilindiği üzere, yardım istemek, amelde şirk ve ortak koşmak demektir. Amel,
Hakk’a ait ise kul nerededir? Kula ait ise hiç kuşkusuz Hakk kendine ortak
kılmıştır. Bu ölçüdeki bir ortaklık, fiil tevhidinden onu çekip alır. Kulun
amelin ortaya çıktığı bir yer olduğunu bilen, kendisinin ve kabulün
gerekliliğini de bilir. Ona Allah Teâlâ kulu ve ameli yaratmıştır denildiğinde,
(bunu kabul edebilir). Kul, Kadir Hakk’ın kendisini var etmedeki kudretini
kabul etmeseydi, bizim delilimiz var olmayacaktı. Mümkünün (kudreti) kabul
etmesi kaçınılmaz olduğu gibi söz konusu olan kulun yaratılışı ise, yaratmada
ortaklık da kaçınılmazdır. Bunun yanı sıra amelde kulun var olması zorunludur.
Her durumda sen ve O zorunludur! Şu var ki sen zayıflık özelliğiyle
nitelenmişken Allah Teâlâ ‘Allah Teâlâ sizi zayıflıktan yarattı’606 der. Çünkü mümkün her durumda
kendinden tercihi uzaklaştıramaz. ‘Sonra
zayıflığın ardından güç yaratmıştır.’607 Bu güç, teklif ve yükümlülük için
vardır. Bununla birlikte insan müstakil değildir ve bu nedenle Allah Teâlâ
insana kendinden yardım istemesini emretmiştir. Yükümlünün amelde bir nispeti
ve eseri olmasaydı, yükümlülük sahih olamayacağı gibi metanet ve kuvvet
sahibinden yardım istemek de sahih ve geçerli olamazdı. İstersen (ameldeki ve
yaratılıştaki) bu ölçüdeki ortaklığı ‘kesb’ diye isimlendirirsin, dilersen
-anlamı bildikten sonra‘yaratma’ diye isimlendirebilirsin.
Keşif sahibi olan Allah Teâlâ ehline
gelirsek, daha önce şunu açıklamıştık: Bütün bunlar, varlık hakikatinde ortaya
çıkan mümkünlerin hakikatlerinin hükümleridir. Söz konusu hükümler, mümkünün
kendileriyle nitelenmesi bakımından, Hakk’ın esma-i hüsnasımn eserlerinden
meydana gelirler. Bu isimler Hakk için isim iken mümkünler için onun yokluk
halinde nitelik ve sıfatlarıdır. ‘Yokluk halinde’ dedik, çünkü hakikati
itibarıyla mümkünün varlığının tasavvur edilemeyeceğini açıklamıştık. Mümkün suretlerin
varlığıyla birlikte hükümlerin zuhurunu kabul edebilir. Onlar, mümkünlerin
isimlerinin kendilerine tabi olduğu şeylerdir. Allah Teâlâ’nın güzel isimleri
nitelik olmaları bakımından mümküne ait olduğu kadar var olan suretlere verilen
kevnî isimler de varlık hakikatine (Hakk) ait isimlerdir. Allah Teâlâ şöyle
der: ‘De ki, onları isimlendirin.’608
Ayet müşriklere karşı delil getirmek amacıyla söylenmiştir. İsimlendirmiş
olsalardı, ‘şu taştır’, ‘şu ağaçtır’, ‘şu yıldızdır’ diyeceklerdi. Hâlbuki
bütün bunlar yaratılmış isimleridir. Sonra Allah Teâlâ bütün bunları
açıklayarak, gerçeğin kendisinden öğrenilmesini istemiş ve şöyle demiştir: ‘Bunlar
sizin ve babalarınızın Verdiği isimlerdir. Allah Teâlâ onlar hakkında bir hüküm
indirmemiştir.’609 Siz
şekline bakarak bir varlığın taş, ötekinin ağaç veya yıldız veya Allah Teâlâ
isminin kendilerine ait olmadığı mabutlardan birine ait bir isim olduğunu
söylediniz. O halde Allah Teâlâ’dan başka, Allah Teâlâ’nın yaratıklarından
kimse ‘Enellah (Ben Allah Teâlâ’m)’ dememiştir. Bunun istisnası, metinlere
yazılmış ‘Enellah’ cümlesini okuyanın sözüdür. Böylece bu ifadenin anlamı ye
onun terim olarak kullanıldığı dilde Hakk olduğu öğrenilir. Kâmil kul da o
ifadeyi söyler; kâmil kul, Hakk’ın görmesi, duyması ve bütün güç ve organları
olduğu kimsedir. Ebu Yezid el-Bestami ve benzerleri bu kısma girer. Onların
dışındaki insanlar ise, ‘Enellah’ diyemez, sadece dilde kendilerine ait özel
bir ismi söylerler, bunu bilmelisin.
‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru
yola ulaştırır.’
'Cumartesi günü beline bağladığın ciddiyet
kemerini çözer, ben âlemden âlem benden fariğ kaldı' Münazelesinin Bilinmesi
Cinsleri yaratmayı tamamladık (fariğ), halkı biz yarattık Şahısları geride kalmış
oluşmakta
Cömertlik ve nefesler vesilesiyle oluşmakta; yaratılış daimî Bir gayede sona ermez, belirlenmiş gayede
Uzak bir gayedir o,
nihayetsiz, kendinden gayri Onun gerçek ve kesin hakkıdır nihayetsizlik .
Ben başlangıcım,
göreceğin bir dönüş yok
Çünkü Allah Teâlâ
el-Vasi’dir, beni seçen Muhtar’dır O, anlayın!
Ben ilk maksadım, oluş bizim oluşumuz <
Son olan varlık
yine benim, dikkat buyurun!
Her yönden ter temiz rızıkları
yiyiniz Bizden dolayı yaratıldılar, siz Allah Teâlâ için olunuz!
Allah Teâlâ şöyle der: ‘Onlar
Cumartesi gününde haddi aşanlardır.’610 Burada -tefsir olarak değilişarî
yorumla şöyle deriz: Onlar, rahatlık nedeniyle haddi aşarlar. Bu nedenle o gün
‘Sebt (cumartesi)’ diye isimlendirilmiştir. Allah Teâlâ âlemi altı günde
yaratmış, yaratmaya pazar başlamış, Cuma tamamlamış, bu esnada âlemi yaratmış
olmaktan dolayı kendisine bir yorgunluk ilişmemiştir. Yedinci gün olunca -ki
hafta yedi gündürâlemin yaratılışını tamamlamıştır. Bu yönüyle O’nun durumu,
yorgun düşüp istirahat etmek üzere uzanmış bir kimsenin durumuna benzemiştir.
Söz konusu kişi uzanarak, ayaklarından birini ötekinin üzerine koyup şöyle
demiştir: ‘Ben hükümdarım.’ Nitekim peygamberlerden gelen rivayetlerde böyle
denilir. Cumartesi ‘sebt günü’ diye isimlendirilmiştir ve rahat ve dinlenme
kastedilir. O gün ebediyet günüdür. O günde dünya ve ahiretteki her türün
bireyleri oluşur ve mey-
dana gelir. Bu bağlamda yedi gün vardır
ve her günün Allah Teâlâ’nın kendisiyle görevlendirdiği bir valisi ve
yöneticisi vardır. Böylece iş cumartesi gününe ulaşır. Allah Teâlâ onun için de
bir vali görevlendirmiştir. Onun görevi, tutmak ve sabit kılmaktır. Heba’da
suretleri tutmak o valiye aittir. Ebediyet günü demek olan bu günün gündüzü,
cennet ehline ait iken Cehennem ehline ait olan o günün gecesidir. Bu itibarla
söz konusu günün gündüzünün akşamı gecesinin sabahı yoktur.
Sebti (diye bilinen) Muhammed Harun
Reşid’den başka -ki müminlerin emiridirkimsenin bu güne dikkat çektiğini
görmedim. Mekke’de Cuma günü namazdan sonra tavafa başlamıştım. Güzel görünümlü
heybedi ve vakarlı bir adam gördüm. Önümde Kabe’yi tavaf ediyordu. Adamı
görünce onu tanıyor muyum diye kendisine bakmaya başladım. Daha önce onu orada
görmemiştim. Üzerinde yolculuktan geldiğini gösteren bir iz yoktu. Elbisesi
temiz ve parlaktı. O esnada adamın bitişik iki adamın arasından geçtiğini
gördüm. Adam onların arasından geçiyor, fakat onları ayırmadığı gibi adamlar da
kendisinin farkında olmamışlardı. Ben de onun ayaklarını bastığı yerleri takip
ederek, ayağını kaldırdığı yere ayağımı koymaya başladım. Dikkatimi kendine
vermiş, kendisini yitirmeyeyim diye gözlerimi ondan ayırmıyordum. Bir anda
aralarından geçtiği bitişik iki adamın yanına geldim ve ben de tıpkı onun gibi
aralarını açmadan onların arasından geçtim. Bu duruma şaşırmıştım. Yedinci
tavafı tamamlayınca bulunduğu yerden çıkmaya niyetlendi. Bunun üzerine
kendisine selam verdim. Selamımı aldı ve bana tebessümle karşılık verdi. Ben
de kaçırmak korkusuyla gözümü bir an bile ondan ayırmıyordum, çünkü onun
bedene giren bir ruhanî olduğu zannına kapılmıştım. Gözün onu kayıt altında
tuttuğunu biliyordum. Kendisine şöyle dedim: ‘Biliyorum ki, sen bedene girmiş
bir ruhsun.’ O da ‘doğru’ diye karşılık verince ‘Kimsin?’ dedim. ‘Ben Sebtî
Harun er-Reşid’im’ dedi. Ona ‘Dünya hayatındaki günlerinde durumunun nasıl
olduğunu sormak istiyorum?’ deyince ‘sor’ dedi. Şöyle dedim: ‘Duyduğuma göre
senin ‘Sebtî (cumartesi adamı)’ diye isimlendirilmiş olmanın nedeni, haftanın
diğer günlerinde yiyeceğin besini o günde kazanıyor olmandır.’ Şöyle dedi:
‘Sana ulaşan haber doğru! Gerçekten de öyle yapıyordum.’ Sordum: ‘Niçin çalışmayı
diğer haftanın günlerine değil de Cumartesi gününe tahsis ettin?’ Adam ‘Güzel
bir soru sordun’ dedikten sonra şöyle devam etti: ‘Duyduğuma göre, Allah Teâlâ
âlemi yaratmaya Pazar günü başlamış, Cuma’da tamamlamış, Cumartesi olunca
uzanmış ve ayaklarından birini ötekinin üzerine koyarak ‘Ben hükümdarım!’ demiştir.
Rivayederden bunu öğrendim. O esnada hayattaydım ve kendi kendime şöyle dedim:
‘Allah Teâlâ’ya yemin olsun ki, ben de böyle çalışacağım. Bu nedenle pazar gününden
başlayarak haftanın diğer altı gününde sadece Allah Teâlâ’ya ibadet etmek üzere
meşgul oldum ve kendi kendime şöyle dedim: ‘Allah Teâlâ bu altı günde bize
inayet buyurduğu gibi ben de o günlerde kendimi O’na ibadete adayacağım. O
günlere nefsimin işini karıştırmam. Cumartesi olunca, haftanın diğer günlerinde
ayakta kalmamı sağlayacak besinleri tedarik etmek üzere kendim için
çalışacağım. Nitekim bize aktarıldığına göre, Allah Teâlâ o günde ayaklarından
birini ötekinin üzerine koyar.’ ‘Ben hükümdarım’ ifadesi bir hadistir ve Allah
Teâlâ bana bu konuda fetih ihsan etmiştir. Ona şöyle dedim: ‘Yaşadığın vakitte
zamanın kutbu kimdi?’ Şöyle dedi: ‘Övünmek gibi olmasın, bendim.’ Ben de şöyle
dedim: ‘Bana da öyle denilmişti.’ ‘Sana bu bilgiyi veren doğru söylemiş’
diyerek ayrılmak üzere izin istedi, ben de ‘siz bilirsiniz’ diye karşılık
verdim. Adam da sevgiyle ve dostça selamlayarak yanımdan ayrıldı.
Arkadaşlarımın bir kısmı ve oradakiler beni bekliyordu. Çünkü onlar, Gazali’nin
-Allah Teâlâ kendisine rahmet eylesinİhyau
Uîumi’d-Din’ini okumakla meşguldüler. Tavaf için iki rekât namaz
kıldıktan sonra yanlarına geldim. Onlardan birisi olan Nebil b. Hazer b.
Hazrun es-Sebti bana gelerek şöyle dedi: ‘Seni yakışıklı ve tanımadığımız bir
adamla konuşurken gördük. Adamı bu civarda görmemiştik. Seninle konuşan kimdi
ve ne zaman geldi?’ Sustum ve adamın durumu hakkında bilgi vermedim. Sonra bazı
kardeşlerime bilgi verdim. Onun halini anlattığımda, kardeşlerim şaşırdı ve
hayrete düştüler.
Allah Teâlâ sana ve bize yardım
etsin, bilmelisin ki, Hakk’ın altı günde tamamladığı iş, cinslerin
yaratılmasıydı. Türlerin bireylerinde ise böyle bir şey söz konusu değildir. Bu
alanda yaratma işini tamamlamak zamanla gerçekleşir. Bu durum ‘Sizin için
fariğ kalırız’611
ayetinde belirtilir. Burada haklarında ‘De ki
O her gün bir iştedir’612 denilen şe’nlerden bizim için fariğ
kalmak kastedilir. Allah Teâlâ dünyada bizim için o şe’nlerden fariğ kalınca,
bu kez şe’nler, Berzah’a ve ahiret diyarına göçer. Binaenaleyh iş, birinden
ötekine olmak üzere, sürekli fariğ kalmalar şeklinde devam eder. En sonunda
her şeyi kuşatan rahmetin vakti gelir. Bundan sonra ferağ ve boş kalma geride
kalmaz. Aksine iki yerde de sonsuza kadar olmak üzere, sürekli ve sabit bir
varlık söz konusudur. O iki yer cennet ve cehennemdir. Gerçekte de durum
öyledir. Allah Teâlâ’nın âlemden ‘fariğ’ kalması, zikretmiş olduğumuz bu ölçüde
gerçekleşir. Alemin O’ndan fariğ kalması, âlemin O’na delil olmaktan feragattir,
başka bir yön söz konusu değildir. Allah Teâlâ hakkında bilgi vermeye gelirsek,
bu durum süreklidir. Fakat ahirette talep olmaksızın bilgi verilir. Orada
tecelli gibi kabul de süreklidir. Öyleyse bilgi, sürekli, bana zuhur eder.
‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru
yola ulaştırır.’
DÖRT
YÜZ DOKUZUNCU BÖLÜM
'İsimlerim senin üzerinde perdedir, onları
kaldırırsan bana ulaşırsın' Münazelesinin Bilinmesi
Senin perden bizim isim ve niteliklerimiz Varlıklarımız
oluşumuzdur ve deriz ki
Yüce devlet bize ait, başkasına değil Rabbimizden başkası
yok, kızarız
O kimseye! iyi
araştır söylediğini ,
O sözü söyleyen zalim ve cahil
Hakkındaki başka her söz sınırlı
Benim her sözüm O’na yönelir
Benimle O’nun arasındaki perdeler
kalkmaz Varlıktır budur, yol bulunmaz ona
Allah Teâlâ bize ve sana kendinden
bir ruh ile, yardım etsin, bilmelisin ki, insan gerçekte bir kuldur ve
yaratılış özelliği olan acizlik, zayıflık, en basit bir şeye muhtaçlık ve
dikenden bile acı duymak gibi özellikleri kendinde bulur ve bütün bunları
‘zevk’ ederek öğrenir. Buna rağmen insan, başkanlık ve öne geçmek arzusunu
izhar eder. Bir başkasına tesir etme imkânı bulunca, tesir eder ve kendinde
bütün bunların arzu ve isteğini bulur. Çünkü Allah Teâlâ insanı kendi suretinde
yaratmıştır: Allah Teâlâ ise izzet, büyüklük ve azamet sahibidir. Söz konusu
özellikler, insanın üzerinde yaratılmış olduğu surete tabi hükümler oldukları
için, kula da yayılmışlardır.
Allah Teâlâ adamları, ilahi surette
yaratılmış olmalarının kendilerini yoksulluk, zillet ve kulluktan
uzaklaştırmadığı insanlardır. Onlar, ilahi surette yaratılmış olmanın zorunlu
gereği olan bu halleri kendilerinde bulduklarında, Hakkın kendileri için
belirlemiş olduğu yerlerde o özellikleri izhar ederler. Nitekim Allah Teâlâ
büyüklüğü ve azameti kendisine ait bir nitelik yapmış, belirli yerlerde onunla
zuhur etmişken buna karşılık kullarına tenezzül ve onlara sevme özelliğiyle de
tecelli etmiştir. Bu esnada Allah Teâlâ sanki kullarına muhtaç gibidir ve
kendisini onların yerine koyar. Hakk bu niteliğe sahip olduğu halde sizin
suretlerinizde size tenezzül etmiş ise, siz bu durumunuzla (yoksulluk ve
zillet halinden) ayrılmamaya daha layıksınız. Bu esnada nefsinizde bulduğunuz
ve ilahi suretin gücünden kaynaklanan kuvvete bakmamaksınız. Çünkü o kuvvet
-sizin değilO’nundur. Nitekim size tenezzül edişinde ortaya çıkan hal de -Allah
Teâlâ’ya değilsize aittir. Allah Teâlâ’nın esma-i hüsnası sizde bulunup onlarla
nitelenmemiş olsaydınız, sizde böyle bir durum ortaya çıkmazdı. Öyleyse
isimlerini Allah Teâlâ’nın suretine irca etmelisiniz, kendinize değil! O’ndan
size indirilmiş şeyleri almalısınız, çünkü o sizin niteliğiniz ve sizin
isminizdir. Böyle yaptığınızda, O’na ulaşmış olursunuz. Başka bir ifadeyle
‘yakınlığın ehli’ olursunuz. Çünkü Hakka yakın adına yakınlık veya Hakk ile
oturmak ve O’nun âlemde müessir isimlerinden biriyle veya bir tenzih ismiyle
sohbet etmek, sürekli değildir. Öyle bir insan, O’nun izzetini gördüğü için
zelil olarak, müstağniliğini gördüğü için yoksullukla ve kudretinin nüfuzunu
gördüğü için hazırlanarak Allah Teâlâ’nın huzuruna girer. Böylece kendisine
göre yaratılmış olduğu ilahi suretin kendisine kazandırdığı bütün hükümlerden
soyutlanır. İşte tasavvuf yolunun efendilerinin yöntemi ve görüşü budur.
Onlar, bu konuda şöyle demişlerdir: ‘(Bu yolda) İki dost arkadaşlık yapmaz;
sadık sıddîk olana arkadaş olabilir.’ Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem -iki kişi bile olsabirini başkan diğerini uyan yaparak insanları bir
yere göndermiştir. Böyle olmasaydı, bozgun ortaya çıkar ve nizam dağılırdı. Bu
durum, asıl hükmüne tabi bir hükümdür: Allah Teâlâ karşısında başka bir ilah
olsaydı, varlıktaki nizam ve düzen bozulurdu. Nitekim Allah Teâlâ ‘O ikisinde
Allah Teâlâ’dan başka ilahlar bulunsaydı, onlar bozulurdu’613 buyurur. Kim Hakk ile sohbet etmek
isterse, yaratılışının hakikati demek olan zillet ve muhtaçlıkla O’nun huzuruna
girmelidir. Kim yaratılmış ile sohbet etmek isterse, Rabbinin belirlediği
şeriata göre sohbet etmelidir, yoksa Rabbinin suretiyle veya nefsinin suretiyle
değil! Böyle yapmak yerine, şeriatın belirlediği davranışa göre başkasıyla
sohbet etmek gerekir. Bu durumda insan her Hakk sahibine hakkını vererek
Hakk’ın suretinde bir kul veya kulun suretinde Hakk olur. Bunlardan hangisi
olursa olsun, böyle bir durumda üzerinde sorumluluk kalmaz.
Bütün bunlar Allah Teâlâ ehlinin
görüşleri ve yöntemi olduğu için, Allah Teâlâ bize ihsan ettiği bilgide
fazlalık ihsan etmiştir. Bunun yânı sıra biz, vardıkları görüşlerde onlara
ortak olduk. Bu bağlamda Allah Teâlâ hepimize şunu öğretmiştir: Kulun
kendisiyle nitelendiği vasıflar veya ona verilmesini Hakk ettiği isimler ile
kendisiyle nitelendiği ilahi isimler arasında fark yoktur. Gerçekte bütün
isimler, ilahi isimlerdir. Allah Teâlâ ehlinin kendisinde kulluğun
gerektirdiğini söyledikleri bütün niteliklerle kul zuhur ederken suret ona ait
değil, Allah Teâlâ’ya aittir. Ona ait olan kendinden başka bir şey değildir;
kendisi ve hakikati ise varlık sıfatını ancak Allah Teâlâ’dan kazanmıştır. O
halde Allah Teâlâ onu bir isimle isimlendirdiğinde, o isim gerçekte Allah
Teâlâ’ya aittir. Kul üzerinde yaratıldığı ilahi suretin gerektirdiği
isimlerden ve kendi yaratılışından kaynaklanan isimlerden soyutlanınca, geride
kendinden başkası kalmaz. Bu esnada onun niteliği ve ismi yoktur, sadece kendi
(aynı) geride kalmıştır. Böyle bir durumda Allah Teâlâ katında ‘yakın’ birisi
olur. Şeyhimiz Ebu Yezid el-Bestami ‘Şimdi ben sıfatı olmayan bir haldeyim’
derken bizim bu görüşümüze uygun bir görüş söylemiştir. Allah Teâlâ onu bu
makama yerleştirdiğinde, geride herhangi bir niteliği kalmamıştır. Binaenaleyh
kulun bütün özellikleri, Allah Teâlâ katından ödünç alınmıştır. Onlar, gerçekte
Allah Teâlâ’ya aittir. Allah Teâlâ onlarla bizi nitelemiş, biz de edebin
gereğiyle onları kabul etmişizdir. Bununla birlikte onların -bize değilAllah
Teâlâ’ya ait olduğunu da biliriz. Bizim hakikatimiz, itiraz etmemeyi
gerektirir. Yani bizim hakikatimiz, mutlak ve zorunlu teslimiyettir, yoksa onun
niteliği olan teslim değildir. Gerçi bu da ona ait bir niteliktir. Kul kendi
zatından başka bir şeye sahip olmayınca, zorunlu olarak, Hakk (bu soyutlanmayla
birlikte) kulun nitelikler olur ve ‘Sen benim gerçek kulumsun’ der. Bu durumda
kul gerçekte Hakk vasıtasıyla duyar, O’nun vasıtasıyla görür, O’nun
vasıtasıyla bilir, O’nun vasıtasıyla yaşar, O’nun vasıtasıyla güç yetirir,
hareket eder, O’nun vasıtasıyla durur, O’nun vasıtasıyla irade eder, O’nun
vasıtasıyla kahreder, O’nun vasıtasıyla verir ve O’nun vasıtasıyla engeller.
Kuldan ortaya çıkan veya kendisinden meydana gelen herhangi bir şey, kuldan
değil, Hakk’tan meydana gelmiştir. Kulun kendinden başka bir şeyi yoktur. Onun
bunu bilip bilmemesi durumu değiştirmez. Allah Teâlâ’yı bilenler, Allah
Teâlâ’nın dışındaki eşya hakkındaİti bu kadar bilgiyle kurtuluşa ermişlerdir,
yoksa onlar daha önce değilken bir Hakk ulaşmış değillerdir. Çalışanlar böyle
bir iş için çalışmalı, yarışanlar böyle bir iş için yarışmalıdır.
‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola
ulaştırır.’
DÖRT
YÜZ ONUNCU BÖLÜM
'Varış ancak rabbinedir' ve Benimle izzet
bulun ki, mutlu olasınız' Münazelesinin Bilinmesi
Allah Teâlâ’nın ötesinde kimse için
bir gaye yok Tereddütsüz gerçek
bu
Hakkın makamıdır o, aşmayın sakın
Bu makamda başka
her makam haram
Kardeşlerim! Ona ulaşınca dönün geri Bu öyle bir bilgi ki tereddüt yok
onda
Siz O’ndan kendinize dönersiniz
Sonra halk ve imam eşitlenir
O’nunla izzet bulun ki, mutlu olun
İmanı’dan başka izzet sahibi yok
Gayelerinin gerçekleşmediği
gördüklerinde Bir de hallerindeki süreksizliği, derler ki:
Hakk bizim varlığımızdan yüz çevirdi
de ‘uyudu’
Dilde bunun için ‘uyku’ diye
isimlendirildi bu hal
Allah Teâlâ şöyle der: ‘Ey
Yesrib ehli! Sizin için bir makam yok, geri dönün:61* Başka bir
ayette cDönüş Rabbinedir’615 denilir. Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem ise ‘Allah Teâlâ’nın ardında kimse için bir gaye yoktur’
demiştir. Allah Teâlâ ise ‘Allah Teâlâ onları arkalarından ihata
etmiştir’616 der.
Sadece Allah Teâlâ ve biz varız! O bizi ardımızdan ihata edendir. O’nun ardında
ise mutlak yokluktan başka bir gaye yoktur. Mutlak yoklukta ise Hakk ve halk
bulunmaz. Binaenaleyh Allah Teâlâ bizi ihata edendir. Öyleyse bizim ardımız,
her yönden O’na aittir. Bu ayete göre, biz O’nu asla göremeyiz. Çünkü bizim yüzümüz,
kendisinden çıktığımız merkez noktaya çevrilmiştir ve yüzlerimizi ancak o
noktaya çevirebiliriz. Bu itibarla merkez nokta, bizim kıblemiz ve imamımızdır.
Bir varlığın niteliği böyle ise -ki iş dairedirarkamız, zorunlu olarak bizi
ardımızdan ihata edene ait olur. ‘Varış
Rabbinedir’617 ayetine
baktığımızda ise, ayette bizim yüzlerimiz değil, sırtlarımız kastedilmiştir.
Çünkü biz geriye doğru çevreye yönelerek yürüdüğümüzde, Allah Teâlâ’nın bizi
ardımızdan ihata ettiğini görürüz, çünkü O varlıktır. Ardımızda olmasaydı,
varışımız yokluğa olacaktı. Yokluğa düşseydik, varlığımız ortaya çıkmayacaktı.
Öyleyse bizim yoklukta bulunmamız imkânsızdır. Çünkü Allah Teâlâ -ki mutlak
varlıktırbizi ardımızdan ihata eder ve biz O’na varırız. O halde Allah
Teâlâ’nın varlığı ve bizi ardımızdan ihata etmesi, bizimle yokluk arasında
perde olur. Öyleyse ‘Varış Rabbinedir’618 ayeti ile ‘Allah
Teâlâ arkalarından ihata edendir’619 ayeti arasında uzlaştırılamayacak
şekilde bir karşıtlık yoktur. Bu iki ayetin nasıl uzlaştırılacağı bellidir.
Öyleyse âlem noktayla çevre arasındadır. Nokta ilk, çevre sondur. İlahi korama,
her nerede olursak olalım, bize eşlik ederek bizi kendisine döndürür. İş ise
dairevîdir. Onun görülüp sınırında durulacak ucu yoktur. İşte böyle bir keşif
sahibi olan Muhammedi’ye ‘Sizin için bir makam yoktur’ denilir, çünkü iş
dairevîdir. ‘Geri dönün.’ Alem sonsuza kadar varlık feleğinde yüzer durur,
çünkü orada bir nihayet yoktur. Âlemin yüzü, kendisini var eden el-Evvel ismine
bakar dururken âlemin sırtı ise kuşatıcı el-Ahir ismine bakar durur; ardıyla o
isme ulaşır. Çünkü âlem önünden gördüğü gibi ardından da görür. Fakat halin
değişmesiyle idraki değişir. İhtilaf olmasaydı, herhangi bir varlık
farklılaşmayacağı gibi fark da ortaya çıkmayacaktı.
Varlık bir
değirmen, benim üzerimde döner
Ben onun kutbuyum
ve tükenecek değilim
Yok olsaydım
dönmezdi değirmen ve olmazdı zaten
Fakirlik âlemin
niteliğidir, yoksuldur o
Ey gördüğü halde
hakikati bilmeyen kişi!
Bil ki bütün işleri
tecrübeyle bilirsin
Cem’farkı kendinden perdeler ,
Cem’farka delil, o
da görüyor zaten
Bir gruba şöyle denilmiştir: ‘Ardınıza
dönün ve nur arayın.’620 Bunun üzerine onlara ‘Hakk’
denilmiştir, çünkü Allah Teâlâ onları arkalarından ihata etmiştir ve Allah
Teâlâ nurdur. Onlar ile arasına bir sur çekmiş olmasaydı, kendilerine ‘Nur
arayın’ denildiğinde aradıkları nuru bulacaklardı. Hâlbuki dünya hayatı,
yükümlülükler vasıtasıyla nurları kazanma yeridir ve orası meşru amellerin
yeridir. Başka bir ifadeyle dünya hayatı, bir yükselme ve kazanma yeridir.
Ahirete yöneldilderinde, bu kez
dünya arkalarında kalır ve onlara ‘Ardınıza dönün, nur
arayın’ denilir. & . .
Yani herkesin nuru ancak dünya
hayatından meydana gelebilir. Bunun üzerine, onlar ile dünya hayatı arasına
engelleme suru çekilir. Bu sur nokta ile çevre arasında dönüp durur. Cennet
ehli, sur ve çevre arasındadır ve nur onların ardındadır. Surun onlara bakan
iç tarafmda rahmet bulunur. Surun yüz tarafı ise onun dış yönü ve zahiridir ve
çevreye bakar. Cehennem ehli nokta ile surun zahiri arasındayken onun zahiri
belirli bir süreye kadar azap içerir. Sur iki yer arasında bir perdedir, yoksa
iki nitelik arasında değil! Çünkü sur da kendiliğinde rahmettir. Onun kendisi
ise iki diyar arasındaki ayrımdır. Azap surun ön tarafındadır, içinde değil!
içinde ise rahmet bulunur. Azap surun içinde bulunsaydı, cehennemlikler için
azap ebedi olurdu. Nitekim cennet ehli üzerinde rahmet ebedidir. Öyleyse sur
ortadan kalkmayacağı gibi onun rahmet olması da ortadan kalkmaz. Bu durumda
bâtında ve içte bulunan şeyin dışta ve zahirde gözükmesi kaçınılmazdır. Bu
durumda surun zahirinin mukabilinde olan kimseyi rahmetin kuşatması kaçınılmazdır.
Bu nedenle onlara ‘Nur arayın’ denilmiştir. ‘Rahmet arayın’ denseydi, o esnada
surun varlığında onu bulacaklardı.
Cennet ehli ateştekileri görerek
(içinde bulundukları) nimetin değerini anlamak istediklerinde, söz konusu
surun üzerine tırmanırlar, rahmete dalarlar ve cehennemlikleri görüp oradan
kurtulmuş olmanın hazzını tadarlar. Bu haz öyle bir hazdır ki, onun benzerini
cennet nimederi içinde bulamazlar. Çünkü korkudan sonra gelen güven insana daha
önceki güvenden daha çok haz verir. Cehennem ehli ise rahmetin kendilerini
kuşatmasından sonra onlara bakar. Bu durumda cehennemde olmakla birlikte haz
alırlar ve cennette olmadıkları için Allah Teâlâ’ya hamd ederler! Bunun sebebi,
cehennemliklerin o esnadaki mizaçlarıdır. Onlar, bu mizaçla cennete girselerdi,
zorunlu olarak acı duyacak ve zarar göreceklerdi.
İşin gerçeğini anladıysan, nimetin
(mizaca) yatkın olan şey demek olduğunu, buna mukabil azabın -hangi türde
olursa olsunmizaca yaktın olmayan şey demek olduğunu da anlamış olmalısın. Her
nerede olursan ol, mizacına yatkın bir şey sana ulaşınca, nimet içinde olursun.
Mizacına yatkın ve uygun olmayan bir şey ulaştığında, azap çekersin.
Binaenaleyh mekânlar sahiplerine sevdirilmiştir. Cehennem, kendi ehlinin
vatanıdır. Onlar, oradan yaratılmış ve tekrar oraya dönmüşlerdir.
Aynı şey, ehli için cennet için
böyledir. Olar da oradan yaratılmış ve oraya dönmüşlerdir. Mertebenin hazzı,
mertebe ehli için zatî ve zorunlu bir durumdur. Bununla birlikte onlar,
ameldeki aşırılık veya ihmalle ilgili geçici bir durum nedeniyle (bu
hakikatten) perdelenmişlerdir. Onların halleri başkalaşmış, kendilerindeki
hastalıklar mertebenin hazzından onları perdelemiştir. Bu hastalıkları onlara
getiren ise bizzat kendileridir.
Öyle ki (cehennem ehli olan) o
insanlar, acı çekmelerine ve hastalıklara maruz kalmalarına yol açan amelleri
işlememiş olup kabirlerinden kendi mekânlarının mizacına göre diriltilmiş ve
sonra da cennet ile cehennem arasında serbest bırakılmış olsalardı, hiç
kuşkusuz, balık suyu tercih edip havadan kaçtığı gibi onlar da cehennemi
seçerlerdi. Balık kara canlıların hayat ilkesi olan havadan kaçarken kara
canlıları da su canlılarının hayat ilkesi olan suda ölürler. Bunu bilmelisin!
Bu itibarla Hakk’ın karşısında
sürekli kalamazsın, çünkü şöyle denilmesi kaçınılmazdır: ‘Onları köşklerine
döndürün.’ Hâlbuki onları evlerine veya zevcelerine döndürün denilmemiştir.
‘Köşkler’ denilmiş olmasının anlaşılan bir sebebi vardır: Onlar köşklerine
döndürülüp mülklerini gördüklerinde, artık o mülkte kul olarak gözükmeleri imkânsızdır.
Onlar köşklerinde hükümdar ve sahip olarak ortaya çıkar, aileleri onları
yüceltir, nefislerinde bir izzet bulunur. Bu durumda hakikat onlara şöyle der:
‘Bu yerm size kazandırdığı izzet sizden değil, Allah Teâlâ’dan olmalıdır.’
Artık mülklerinde Allah Teâlâ’nın izzeti sayesinde aziz olurlar. İzzet asıl
itibarıyla Allah Teâlâ’ya peygamberine ait iken müminlere ise -asıl itibarıyla
değililahi bir hediye olarak ait olur. Bu bilgiyle Allah Teâlâ katında mutlu
olurlar ve O’nu yeni bir tecellide bulurlar. Allah Teâlâ’yı bilenler sürekli
tecelli içindedir, çünkü onlar, Allah Teâlâ’nın her suretin aynı olduğunu
bilirler. Bununla birlikte onlar için Kesib’te genel tecelli vardır. Bu
tecelli, sürekli buldukları zevkten farklı başka bir zevk verir.
‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru yola ulaştırır.’
Yirmi Sekizinci Sifir, dört yüz
onuncu bölümün sona ermesiyle birlikte sona ermiştir.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar