Print Friendly and PDF

Allah’ın Nuru, Hz. Muhammed salla'llâhü aleyhi ve sellem ve İbİîsin Hakîkati

 

Hazırlayan: Mesut SANDIKÇI

Aynülkudât diğer temhîdlerden beri yapageldiği İslam ve İman’ın yeniden okunmasını onuncu temhîd’de Allah’ın nurunu ve Hz. Muhammed salla'llâhü aleyhi ve sellemin, iblîsin ve alemlerin nurunu açıklayarak noktalar.

Aynülkudât ilk olarak “Allah yerin ve göğün nurudur.”  âyetini ele alır. Aynülkudât mütekellimlerin Allah’tan başkasına nur denilemeyeceğini söylemelerini tasdik eder. Ama burada nurun gerçek anlamda Allah’a nispet edileceğini ama Allah dışındaki bir takım şeylere de mecazi olarak nur nispet edilebileceğini ifade der. İmam Gazâlî de Nur isminin ilk Nur’dan başkaları için sırf bir mecazdan ibaret olduğunu söyler. Çünkü O’ndan başkaları zatları itibariyle dikkate alındıklarında kendi zatları bakımından herhangi bir nura sahip olmayıp kendilerinin nuru ilk Nur’dan aldıkları bir nurdur. Dolayısıyla kendi zatları gereği bu nura sahip değillerdir ve bunlara izafe edilen nur mecâzidir.

Aynülkudât güneşin, ayın, ateşin, cevherin nuru gibi birçok nurdan bahsedebileceğimizi söyler. Bunlardaki nur ile Allah’a izafe edilen nur farklıdır. Allah yerin ve göğün nurudur sözü Allah’ın eşyayı var kılması anlamındadır. Bütün mevcudatın yokluktan varlık âlemine gelmesi bu nur ile mümkün oldu. Aynülkudât Allah’ın nurunu araz gibi düşünebileceğimizi söyler. Nasıl ki arazın var olması bir cevhere bağlıdır aynı şekilde Allah’ı da bir cevher olarak alırsak araz da O’nun nuru olacaktır. Allah’ın cevher olması kendi zatıyla kaim olduğu içindir. Cevher arazsız olmayacağı için Allah da arazsız olmayacaktır ve Allah’ın arazı da O’nun nuru olacaktır.

Hemedâni Nûr sûresinin 35. ayetinin devamı olan

“Nûrun temsili sanki bir kandil; içinde bir lamba, lamba bir cam içinde, camda sanki bir inci yıldızı, onun yakıtı Şarkta ve garpta bulunmayan mübarek bir zeytin ağacından tutuşturulur.”cümlesindeki kandili kulun canı, cam şişeyi de nur-ı Muhammed olarak görür.

Aynülkudât’a göre de ayette geçen misbâh yani lambanın hakîkatini anlamak için lâ- ilahe illallâh mertebesine erişmek gerekir. Kul ile yaratıcı arasında zücace (cam şişe) vardır. Buradaki ateş sâlik’in gönlünde bulunan, onu tutuşturan aşk ateşidir. Sâlik o ateşte ma’şûku için yanar. Aynülkudât’a göre bu ateşi ortaya çıkaran zeytin ağacı insanların zannettiği gibi dünyada değildir. Aynülkudât bu ağaçtan cennette dahi bulunmadığını söyler. Buradaki ağacın Allah’ın kendi nuru için bir teşbih olduğunu ifade eder. Yine buradaki ne şarkı var ne garbı var ifadelerinin ne ezeliyeti ve ne ebediyeti var manasında anlaşılması gerektiğini söyler. Aynülkudât bu yorumları yaparken aslında kendi yorumlan olarak değil de bunları kendi şeyhlerinden böyle işittiğini yani tasavvuf ehlinin genel bakışının bu yönde olduğunu ifade eder. Özellikle Aynülkudât bu konuda imam Gazâlî’nin Mişkâtü ’l-Envâr adlı eserinden istifade eder. imam Gazâlî bu ayetteki mişkâtın (kandil yuvası) insanın gözleri, kulakları ve burun delikleri olabileceğini söyler. Çünkü şahadet âleminde nurlar buradan çıkar. Zücacın (cam şişe) ise duyuların getirdikleri bilgileri kaydeden ve onları bir üst mertebe olan aklî ruha iletimini sağlayan hayali ruh olduğunu ifade eder. Aklî ruhu da ilâhî marifetlerin idrak edilmesini sağladığı için kandil ile ifade etmiştir.

Aynülkudât, mevcudatı var kılan ve hayat veren nur-ı ilâhî’yi izah etikten sonra ilk yaratılan nurun Hz. Muhammed’in nuru olduğunu ve bu nurdan da bütün varlık âleminin zuhur ettiğini söyler. Hz. Muhammed’in nuru Allah’ın izzetinin nurundan yaratıldı. iblisin nuru ise Allah’ın zulmetinin nurundan yaratıldı.

Aynülkudât tasavvuf tarihi içerisinde İblîs’i klasik İslam düşüncesinin dışına çıkıp savunan ilk mutasavvıfın Hasan Basrî olduğunu gösteriyorsa da Nicholson, iblîs’in savunulmasının ve onu tevhidin merkezine yerleştirilmesinin Hallac tarafından gerçekleştirildiğini söyler.  Hallac’dan sonra İblîs’in savunmasını yapan mutasavvıflar Ruzbihân Baklî, Senâî, Ahmed Gazâlî, Şeyh Ebu Kasım Gürgânî’dir. Ebu Kasım, İblîs’i “hocaların hocası” olarak tarif etmiştir. Bu şahıslar genellikle Hallacın iblis hakkında söyledikleri şeyi söylemişlerdir. Bu mutasavvıflardan sonra İblîs’in, en büyük savunuculuğunu Aynülkudât yapmıştır. R. A. Nicholsona göre de Aynülkudât iblis konusunda Hallaca göre daha kapsamlı ve kendine özgü düşünceler ortaya koymuştur. Aynülkudât bu düşünceleriyle kendisinden sonra gelen mutasavvıfları bu konuda etkilemiştir.

Yukarıda da belirtildiği üzere iblis Allah’ın zulmetinin nurundan tecelli etmiştir. Allah’ın cemal sıfatından tecelli eden Allah’ın rahmeti Hz. Muhammed üzerinden zuhura geldiği gibi Allah’ın celal sıfatından tecelli eden Allah’ın gazabı da iblis üzerinden tecelli etmiştir. Aynülkudât ve diğer sûfîlere göre iblis kendi küfründe mümin idi ve tam bir itikada sahipti. Kendi itikadında Allah’a sımsıkı bağlıydı. Allah’a olan aşkının aşırılığı yüzünden O’ndan başkasını ve başka şeyi tapılacak olarak görmedi.

ilk insan Hz. Âdem yaratıldığında Allah iblise “secde et” dedi. Fakat iblis secde etmedi. iblis Âdem’e secde etmeyi Allah’ın bir imtihanı olarak gördü. Çünkü Allah bu emirle onun kendisine olan bağlılığını ölçmek istedi ve böylece onu huzurundan kovarak ve kendisinde uzaklaştırarak ebedi bir aşka maruz bıraktı. Burada iblîs’in secde emrine uymayarak “ben topraktan daha üstünüm” demesini sûfiler iblîs’in Allah’ın huzurunda Âdem’den daha kıdemli olmasından ve ondan daha fazla Allah’a hizmet etmesinden ileri geldiğini söylemişlerdir.

Aynülkudât’a göre iblis’e nispet ettiğimiz kötülük asıl olmayıp izafidir. Nasıl ki Hz. Muhammed salla'llâhü aleyhi ve selleme nispet ettiğimiz hidayet asıl olmayıp mecâzi olduğu ve asıl hidayet ettiricinin Allah olduğunu bildiğimiz gibi iblis’e nispet edilen delalet de izafidir. Hz. Peygambere nispet edilen hidayet nasıl gerekliyse iblis’e nispet edilen dalalet de gereklidir. Çünkü nasıl ki beyazın olduğu yerde siyah vardır ve siyah olmadan beyazın layık olduğu değer hakkıyla ifade edilemiyorsa, aynı şekilde yer ile göğün ve araz ile cevherin birbirlerine olan durumlarında olduğu gibi hidayet ile dalaletin, Hz. Muhammed salla'llâhü aleyhi ve sellem ile iblisin birbirlerine olan durumu aynıdır. Yani ikisine biçilen değer aynı şekildedir.  Aynülkudât aşk konusunda da bu anlayışını sürdürür ve aşkın ikiye bölündüğünü ve birini bir cevân-merd olan Hz. Muhammed salla'llâhü aleyhi ve sellem aldığını ve diğerini de bir cevân-merd olan İblîs’in aldığını dile getirir. Hz. Muhammed bu aşkı kendi muvahhitlerine dağıttı ve onlar imana erdiler. İblîs’de bu aşkı kendi muvahhitlerine dağıttı ve onlar da kâfir oldular.

Böylece Hemedâni onuncu temhîdde Hz. Muhammed salla'llâhü aleyhi ve sellem’in ve İblîs’in hakîkatinin tespitini yaptıktan sonra mistik aşkın en üst derecesini yaptığı temhîdleri bitirmiş olur. Ayrıca Aynülkudât burada sergilemiş olduğu düşünceleriyle özellikle İblîs konusunda ortaya koyduğu düşüncelerle kendisinden sonraki sûfîleri etkilemiş olur.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar