Aşk Halleri...Lemaât'tan
"Parıltılar...لمعات...فخرالدين عراقى" Kitabından
ALTINCI PARILTI
Aşıkla sevgiliden her biri diğerinin aynasıdır
هركه كه درصفاى رخ يار
بنكرد
كردد همه جهان بجقيقت
مصورش
Âşık her ne zaman mahbubun yüzündeki
safaya bakarsa bütün cihanın nakışlarını hakikatiyle karşısında görünür.
چون باز در فضاى دل
خود نظر كند
بيند چو آفتاب رخ خوب
دلبرش
Bir de dönüp de kendi gönül sahasına
bakınca dilberinin güzel yüzünü güneş gibi görür, kâh bu onun şahidi kâh o
bunun meşhudu olur. Kâh bu onun nazırı kâh o bunun manzuru olarak görünür.
عشق مشاطه ايست رنك
آميز
كه حقيقت كند رنك برنک
مجاز
Aşk, saç tarayıp güzelliğe renk veren
bir süsleyicidir. Hakikati mecaz rengiyle gösterir.
تا بدام آورد دل محمود
بطراز و بشاته زلف اياز
Mahmud’un gönlünü tuzağa düşürmek için
kölesi Ayaz’m zülfünü tarayıp süsledi.
Kâh mâşuka has olan kemal hil’atini
âşıka giydirir ve güzelliğin süsleriyle bezer. Âşık kendine bakınca mâşuk ile
aynı renkte belki mâşukun olduğunu görür, aynı « سبحانى ما اعظم شانى وهل فى الدارين غيرى »
Kendi kendini takdis ederim. Benim şan
ve celâletim ne büyüktür. İki cihanda benden başkası var mıdır? demeye başlar [Bu sözü söyliyen Bayazid-i Bistamî’dir.
Hakikatte ise şanı azim olan Allah’tır. Bayazid-i Bistamî’ye Allah’a has olan
kemal hil’ati giydirildiği zaman aynasında beliren Allah’ın söylemiş olduğunu
yine kendisinden öğrenmiş oluyoruz] kâh
olur ki âşıkm kisvesini mâşuka giydirir. Asıl makamı olan kibriya ve istiğna
makamından ayrılır. Ve âşıka hulûs ve niyazda bulunarak der ki
« انى وحقى لك
محب فبحقى عليك كن لى محباً »
ben hakkıma yemin ederim ki senin
muhibbinim. 'Bana muhib olman için de senin üzerindeki hakkıma yemin ettiririm
yalvarırım. Kâh maşukun talebi âşıkın eteklerine sarılır.
«
الاطال شوق الابرار الى لقاءی»
Çok hayırlı ve iyi insanların benimle
mülâki olmak şevk ve iştiyakları çok uzadı, diye hasret çeker, kâh âşıkm şevki
mâşukun yakasından başını çıkarır Jllîf jl» Hakikaten benim onları görmek
iştiyakım daha şiddetlidir, der. Kâh mâşuk âşıkını gördüğünü anlatır, « رايت ربي بعين ربي
فقلت من انت قال انت انت»
Ben Rabbimi Rabbimin gözüyle gördüm. Sen
kimsin? dedim, sensiiı sensin, diye cevap verdiğini bildirir. Kâh âşık mâşukun
sözcüsü olur. «فأجره حتى.بسمع كلام الله»
Sığınan kimseye aman ver, ta ki Allah’ın
kelâmını işitsin; âyeti gösteriyor ki, hakka sığmanın işiteceği Allah kelâmiyle
Peygamberimiz salla'llâhü aleyhi ve sellem mütekellim olacağından
Peygamberimizin mübarek ağzından işitmiş oluyor.
YEDİNCİ PARILTI
Aşkın mutlak surette biitün mazharlarda belirmesi ye
bütün duygularda başgöstermesi
Aşk bütün varlıklarda sâridir. Bizzarur
bütün eşyanın mayasıdır. « وكيف ينكر العشق ومافى
الوجود الا هو» Aşk nasıl inkâr edilir? Varlık âleminde mevcut olan ancak
odur. « وما ظهر فمن الحب وبالحب ظهر والحب سار فيه»
Ne zuhur ettiyse ondan ve onunla zuhur
etmiştir ve muhabbet onda sâridir. Belki zuhur eden hep muhabbettir. Muhabbet
hiç kimseden ayrılmaz. Belki bir mahbubdan diğer bir mahbuba intikal eder. Bu
intikal eden mahabbetler, ilk mahbuba bağlanan ve bağlanması icabeden
muhabbetlerdir.
نقل فوأدك حيث سئت من الهوى ما الحب الا لحبيب الاول»
Muhabbet âleminde gönlünü istediğin
tarafa çevir! Hakiki muhabbet; ancak ilk mahbuba olan sevgidir. Her neyi
seversen ve her neye yüzünü çevirirsen bilmediğin halde sevdiğin ve yüzünü
çevirdiğin yine odur.
Tasavvufun
İlmî ve amelî yüksek bilginlerince mâsiva baştan başa İlâhî isimler ve
sıfatların tecellilerine mazhardırlar ve bunların sırrı bütün eşyada sâridir.
Bir insan hangi dinde olursa olsun neyi severse sevsin, neye taparsa tapsın o
seviş ve o tapış bilmediği halde yine Allah’a racidir. Mukaddes kitabımızda وقضى ربك ان لاتعبد وا الا ياه Rabbbin Allah ancak
kendine ibadet etmenize İlâhî kazasiyle hukmeyledi, buyuruyor « لاراد لقضائه
Allah’m kazasım reddedecek, hiçbir kuvvet yoktur. Bilinerek ve
bilinmiyerek bütün ibadetler ve sevgiler Allah’a racidir. Sofiyenin
büyüklerinden Mahmud-i Şebisterî, Gülşeni Râz manzumesinde:
اكركافر زبت آكاه كشتى
كجادر دين خود كمراه
كشتى
puta tapan kafir, putun
nasıl İlâhî bir Sirra mazhar olduğundan agâh olsaydı, yolunu kaybetmiş bir
azgın olurdu? diyor.
**
وكل مغرى محبوب يدين له جميعهم لك قد دانوا وما فطنوا
Hep birer mahbuba düşkündürler, onlara
boyun eğerler, bunların hepsi sana düşkündürler. Sana boyun eğiyorlar ama
bilmiyorlar.
ميل
خلق جمله عالم تا ابد
كر شناسندت وكر نه سوى
تست
جز ترا چون دوست نتوان
يافتن
دوستى ديكران بر بوى
تست
Cümle âlem halkının meyli; seni bilseler
de bilmeseler de ebediyete kadar hep sanadır. Senin gayretinle dostluk etmeye
güç yetmeyince başkalariyle dostluk etmek; her şeyden senin güzel kokun geldiği
içindir.
Allah’tan başkası dostluğa yakışmaz..
Belki yabancıyla dostluk imkânsızdır. Çünkü ne ile dostluk edilirse edilsin,
dostların birbirlerine karşı sevgileri arada mevcut bir münasebetin eseridir.
Münasebet ise güzellik ve iyiliktir. Bunlar: Allah’ın gayrına yakışacak
sıfatlar değildirler.
فكل مليح حسنه من
جمالها
معار له بل حسن كل
مليحة
Her melâhatli kimsenin
güzelliği onun cemalinden ariyet olarak alınmıştır. Bu belki her melâhatlinin
güzelliğidir ama şu kadar var ki esbap ve ehbabm çehreleri perdeleriyle
gizlenmiştir. Mecnun’un sevgide kıblegâhı, görünüşte Leylâ’nın cemali ise' de
hakikatte Leylâ: mutlak cemalin aynasından başka bir şey değildir. Bunun için
Peygamberimiz salla'llâhü aleyhi ve sellem
من عشق وعف وكتم و مات فقدمات شهيداً buyurmuştur. Şerefli hadîsin meali, bir adam
birine âşık olup da iffetini muhafaza etmekle beraber kimseye söylemez ve bu
aşk ile ölürse şehit olarak ölmüş olur, demektir, iffetin muhafazası ve aşkın
mektum tutulması karşılığı olarak şehitlik gibi
gayet muazzam bir mertebe ile mükâfatlandırılmış oluyor. iffet; aşkın
gayesi mecazi güzellik olmadığını ve mektum tutulması da mecazi güzellik
münasebetinin içyüzü hâkiki cemale raci olduğunu göstermektedir. Mecnun’un
Leylâ’daki güzelliği görüşü; mutlak olan güzelliğe raci bir görüşütür. Bu
güzlük bütün mazharlarda parlamaktadır. Ondan başkası hep çirkindir. « ان الله جميل يحب الجمال» Hakikaten Allah
güzeldir, güzeli sever. Şerefli hadîsteki güzelliğin Allah’ın gayrında
bulunamiyacağı bilinmese de bütün mazharlarda tecelli eden hep Allah’ın
güzelliğidir. Varlığı kendinden olmayan nereden güzel olabilir? Kendiliğinden
mahbub olan odur ki, Mecnun’un gözüyle Leylâ’nın cemalini görür ve onunla
dostluk eder.
مرد عشق توهم توئى كه
توئى
دأما بر جمال خود
نكران
Aşkın kahramanı yine sensin ki, sen
daima kendi cemalini görmektesin. Şu halde Mecnun’un görüşü; Allah’ın görüşüdür
ki, Leylâ’nın güzelliği aynasında mutlak güzelliği görmüş oluyor.
Böyle bir âşıkı ki, işitiyorsun güneşin
dolaştığı bütün kâinatta yoktur (heyhat heyhat). Böyle bir âşıkı bulabilmek
uzaktır uzak?
دعواى عشق مطلق مشنوز
نسل آدم
آنجاكه شهر عشق است
انسان چه كار دارد
Mutlak aşk dâvasını âdemoğlundan işitip
dinleme! Aşkın şehri olan bir yerde insanın ne işi olabilir?
Çünkü bir insanın böyle şehirde
bulunabilmesi; ancak beşeriyetten sıyrılıp fâni olmasına bağlıdır. Her neyi
görüyorsan Tanrı cemalinin aynasıdır. Şu halde her şey cemil olmaktadır. « الذى احسن كل شي خلقه » âyeti bu güzelliği
göstermektedir. Âyetin maeli: o öyle Allah’tır ki yarattığı her şeyi güzelleştirmiştir, demektir. Onun
içindir ki, yarattıklarının hepsiyle dostluk eder. Dikkat edersen kendi
kendiyle dostluk etmekte olduğunu görürsün. Mâşukun aynasında kendinden
başkasını göremez. Kime âşık olursa o kendisinden başka bir mâşuk değildir. « المؤمن مرآت ألمؤمن»
Mü’min mü’mînin aynasıdır, şerefli hadîsi bu hakikatleri beyan
etmektedir. Mü’min kelimesi iman sahibi kims'enin sıfatı olduğu gibi Allah’ın
güzel sıfatlarından biri dahi M’ümin'dir.
رو ديده بدست آركه هر
ذرهٔ خاك
جاميست جهانناى چون در
نكرى
Git! Öyle bir göz edinmeye çalış! Çünkü
toprağın her zerresi bir “câm-i cihannüma = içinde cihanı gösteren bir kadeh”tir.
O göz ile hangi zerreye baksan bütün cihanı o zerrede görürsün. O zaman
bilirsin ki: seven kendi zatının aynasında sevdiği mahbubunun yüzünü görür.
Çünkü mahbubun görünüşü mahbubun gözüyledir. « كنت
سمعه وبصره » Kutsi hadîsi gereğince Allah, sevdiği kulunun kulağı ve gözü
oluyor. Şu halde muhibbin gördüğü mahbubunun kendisidir. « فأنما نحن به وله واليه»
Biz ancak onunlayız ve onun içiniz ve
dönüşümüz yine onadır. Seven ve sevilen, arayan ve aranılan,
işiten ve işitilen zuhur itibariyle hep birdir. Çünkü zahir ve mazhar ıtlak ve
takayyüt itibariyle ayrı ayrı iseler de . zuhur itibariyle her ikisi birdir.
Zâhir olan mazhar mertebesinde mazharm aynıdır. Lâkin herkesin anlayışı böyle
incelikleri kavrıyamaz.
Yoksul fakir bir adam nasıl padişah
olabilir? Sivrisinek gibi gayet zayıf bir mahlûk; Süleyman Peygamberin bulunmuş
olduğu şanlı bir mertebede nasıl bulunabilir?
فى
عجيب ينست كه اين مرد كدا
چونكه سلطان هسرت
سلطانك شود
Bir yoksul dilencinin padişah olması
garip değildir. Garip olan şudur ki: padişah varken bu yoksul fakir nasıl
padişah olabiliyor!
بو العجب كارى وبس
نادر رهي
اين چو عين آن بود آن
كی شود
Çok tuhaf olan iş ve pek nadir bir gidiş
şudur ki : bu onun aynı olunca o nasıl oluyor ve ne oluyor?
SEKİZİNCİ PARILTI
Surî ve zevki tecellilerle; erginlerde görülen berki
tecellilerin ahvali
Sevgili, ya suret veya mâna veyahut
bunların fevkinde müntehilere erginlere has ihtisas ve berkî tecelli
aynalarından yüzünü muhibbine gösterir. Eğer mahbuE bir suretin kisvesiyle
cemalini muhibbine gösterip cilvelendirirse muhib, bu tecellide kuvvet
düşüncesiyle lezzet duyar. Bu müşahedede « رأيت ربي فى
احسن صورة» ben Rabbimi en güzel bir surette gördüm, şerefli
hadîsinin sırrı anlaşılmış olur ve muhibbine فأينما
تولوا فثم
وجه الله» hangi yana yönelirseniz Allah’ın zatı o
yandadır, âyetini gösterir.
جهانرا بلندى وپستى تويی
ندام چه ئى هرچه هستى تویی
Cihanın yukarısı aşağısı sensin.
Bilemiyorum nesin? Her ne varsa sensin! Bu tecellide:
يارى دارم جسم وجان
صورت اوست
چه جسم وجان جمله جهان
صورت اوسمت
هر صورت خوب و معنئ
پاكيزه
كاندر نظر تو آيد آن
صورت اوست
Sevdiğim bir yârim var, cisim ve can
onun suretidir. O cisim ve candır. Hattâ cümle cihan onun suretidir.
Görülebilecek her güzel yüz ve her pâk ve tertemiz 'mâna hep onun suretidir. Ne
demek istediği anlaşılır ve eğer mahbubun celâli: mâna perdesi içinden ruh
âleminde ansızın baskınla hücum edecek olursa muhib kendinden o kadar geçer ki,
ne resmi ne ismi kalır, ne de varlıktan bir zevk alabilir. Bu hal; mümkündeki
imkânın fâni oluşu ve ezelî bekanın ebedî görünüşüdür.
ظهرت لمن ابقيت بعد
فنائه
فكان بلا كون لائك
كنته
Fâni olduktan sonra ipka eylediğin
muhibbe zahir olmaktasın. Onun imkân âlemindeki 'varlığı kalmayınca onun yerini
tutmaktasın. Eğer mahbub, suret ve mâna perdelerini cemal ve celâlin önünden
kaldırıp atarsa perdesiz olarak muhibbine hep bunları söyler:
در شر بكوى يا تو باش
يا من
كاشكل بود كار ولايت
بدو تن
Bu şehirde söyle! Ya sen olmalısın ya
ben. Çünkü iki vali arasında vilâyetin işi altüst olur. Haydi yükünü topla!« اذا جاء نهر الله بطل نهر عيسا»[ İsa’nın nehri
Bağdat ülkesinde cereyan eden bir nehirdir. Etrafındaki ekinleri bu nehirden
irva ve İska ederler. Şiddetli yağmurlar yağmaya başlayıp da Dicle artınca
Isa’nın nehri hiç olur. Bu söz yerine göre misal olarak burada maneviyata
tatbik maksadiyle getirildi ]
Allah’ın nehri gelince İsa’nın nehri hiç
olur, meşhur meseldir.
Bir sivrisinek Süleyman Peygamberin
huzuruna gelerek rüzgârdan şikâyet ediyor. Rüzgârı getir dâvanıza bakalım
deyince, sivrisinek; bizim için rüzgârla bir arada bulunmak mümkün müdür, o
gelince biz burada kalabilir miyiz? diyor.
خلق را روى كي نماید
در كدام آيينه در ايد او
O, halka yüzünü nasıl gösterebilir ? O
hangi aynada görülebilir?
DOKUZUNCU PARILTI
Aşık ve mâşukun aynada karşılıklı bulunuşları ve
âşıkm şuhut mertebeleri
Mahbub muhibbin aynasıdır, kendi
kendisinden başkasını o aynada göremez.' Muhib dahi mahbubun aynasıdır. Kendi
isim ve sıfatlariyle bunların hükümlerinden başkasını mütalâa edemez. MuhibL
kendi nefsini hakiki vahdetle bir olduğu halde nisbî birçok evsaf ile mahbubun
aynını görünce ona şöyle hitabeder:
شهدت نفسك فينا وهى
واحدة
كثيرة ذات وأوصاف واسماء
Sen hakiki vahdetle bir tek olduğun
halde nisbî birçok vasıflar ve isimlerle görünüyorsun, der ve şunu söyler:
ونحن
فيك شهدنا بعد کثر تنا
عينا بها اتحد المرئ و
الرائ
Bir de sana bakışımızda kesretimizden
sonra tek bir zat görüyoruz. Gören ve görülen birleşiyor.
جام جهان نماى من روى
طرب فزاى تست
كر چه حقيقت من است
جام جهان نماى تو
Bana cihanı gösteren kadeh senin neşe
artıran yüzündür. Sana cihanı gösteren de benim hakikatimdir. Kâh bu onun kâh o
bunun aynası olur. Mahbub ayna olunca, muhib bakar, kendi içyüziyle mânaları,
zâhirî şekil ile şekillenmiş ise kendi gözüyle kendini görmüş olur. Çünkü
Allah’ın gözüyle görebilmesi için kulun zâhirî ve batını bütün kuvvetleri
olacak “Kurb-i Nevâfil” makamına henüz ermemiş demektir. Ve eğer muhib
misal âleminde madde’den münezzeh bir
ceset görüp de bunun ilerisinde başka bir şey olacağını sezerse mahbubun
gözüyle mahbubunun suretini görmüş olur. Muhibbin aynasında görülecek mahbubun
sureti aynanın şeklindeki görünüşlere göredir. Cüneyd-i Bağdadî’nin söylemiş
olduğu « لون الماء
لون انائه» suyun rengi, içinde bulunacağı kabın rengidir, hikmeti bu
halin bir misalidir. Ve eğer muhib mahbubun suretini aynada kendi şeklinden
başka görürse kendi aynasındaki tecellinin bütün suretleri kaplıyan bir tecelli
olduğu bilinmiş olur. Ve böyle bir tecelli « والله من
ورائهم محيط» Allah cümlesinin muhitidir, âyeti işaretiyle aynanın
hükümleriyle bağlı olmıyarak bu suretlerin muhiti olduğu görülür. îhlâs ehli
plân muhib şekil ye mânaya ait suretlerin âleminden içeri ayak atarsa yüksek
sıfatın talebinde bulunur. Şekil ve emsal ile mukayyet mahbuba baş eğmez.'
Görünüşünde bütün suretlerin mahviyle zâhirî ve manevî suretlerin aracılığı olmaksızın
aradığını bulur.
« انما يتبين
الحق عند اضمحلال الرسوم »
Hakk: ancak rüsum’un aradan kalkmasiyle
aşikâr olur.
در تنكناى صورت معنا
چه كونه كنجد
در بنكه كدايان سلطان
چه كار دارد
Suretin darlığı içine mâna nasıl sığar?
Fakirlerin pılı pırtı koydukları odada padişahın ne işi olabilir?
صورت پرست غافل معنى
چه دانن آخر
كويا جمال جانان پنهان
چه كا دارد
Surete tapan gafil böyle gizli mânaları
nasıl kavrıyabilir? Cananın gizli cemaliyle onun ne münasebeti ve ne işi
olabilir?
ONUNCU PARILTI
Mazharın özelliği yönünden zahirin ona lâyık
olabileceği ve zahirin zuhuru cihetinden mazhara neyin arız olabileceği bahsi
Zuhur, daima mahbubun ve gizlilik,
muhibbin sıfatıdır. Mahbubun sureti, muhibbin aynasında kendi hakikatleri
sebebiyle zâhir olunca zâhire bir hüküm vermiş olur. Nasıl ki suretin zuhuru,
zâhire aynada bir isim vermektedir. «ولدت امى اباها ان
ذا من أعجبات» Anam, babasını doğurdu. Bu bir ucubedir.
[ A’cubat, ucubenin cem’idir. Şiirin vezni
zaruretiyle tahfif edilmiştir. Ucube, görülmemiş bir şey demektir. Bu mısra bir
beytin birinci mısraıdır. Beytin aslı tasavvufta hal ehli olan Mansur
Hallacındır. İkinci mısraı şöyledir: « و اي طفل صغير
فى حجور المرضعات» Babam sütanaların kucaklarında küçük bir çocuktu. Müellif
kendince başka bir mânada birinci mısraı iktibas eylemiştir. Ana dediği
muhibbin ezelî İlâhî bilgisinde «ayn-ı sabite »sidir. Anasının babasından
maksat: mutlak varlıktır. Çünkü ilm-i gaybî tecellisiyle ayn-ı sabitesinin
taayyününden mutlak varlık hasıl olmuştur. Mutlak varlığın ayn-ı sabiteden doğmuş
olması: ilm-i gaybî tecellide ayn-ı sabitenin ahkâmiyle boyanması
itibariyledir. Meüellifin anlatmak istediği mâna budur. Fakat beytin asıl
nâzımı Mansur Hallac’ın maksadı; İsa Peygamberin dediği « لن يلج ملكوت السموات من لم يولد من امه فمرتین» anasından
iki kere doğmayan semavatın melekûtuna girebilecek yol bulamaz, cümlesindeki
ikinci doğuştur. Müellif, beytin birinci
mısraını iktibas etmiştir. Lemeat’m metnini yanlış yazanlardan bazıları metne ikinci mısraı da İlâve etmişlerdir.]
Bu makamda zâhir ve mazharm herbiri
diğer birer eser bırakmış ve bu eserlerle birbirinden ayrılmış olur. Ben, biz,
o, zamirlerinin mastarları meydana çıkar, sen ve o görülmeye başlar. Muhibbin
tecelliye kabiliyeti oldukça, mahbubun cemali de aynada yüzünün suretini gösterir,
lezzet, elem, gam ve sürür tezahür eyler ve havf ve sürür ve kabz ve bast gibi
haller birbirini kovalar. Fakat fânilikle tahakkuk edip de suret libasını
üzerinden kaldırır, atar, vahidiyet deryasına dalarsa ne azap, nenaîm ve ne
havf ve reça’yı duymaz. Havf ve reca mazi ve müstakbele aittir. O öyle bir
ahadiyet deryasına dalmıştır1 ki, hal içinde başka bir halde bulunmaktadır. Ne
geçmiş, ne gelecek zaman vardır. Bir adam bir tuz madenine düşse mahvolur
gider, vücudundan bir eser kalmaz. Ben azametli ve heyecanlı vahdet deryasını,
tuz madeni bataklığından aşağı göremiyorum. Esasen kopku, yâ şuhuda engel olan
perdeden veyahut perdenin kalkmasiyle beraber Tanrı yüzünün kutsal nurları
şiddetiyle yanmak endişelerindendir. Muhib bulunmakta olduğu bu makamda her iki
türlü endişeden uzaktır. Hicab denilen perde ancak iki şey arasında farz
olunabilir. Halbuki “istihlâk” makamında ikilik kalmamıştır. Tanrı yüzünün
tecellisi kuvvetinden yanacak bir şey de yoktur « من
هو النار كيف تخرق »
نيست را كعبه وكنشت يك
است
سايه را دوزخ و ببشت
يك است
Yok olana göre, Kâbe ve kilise; gölgeye
göre cehennem ve cennet birdir. « اذا طلع الصباح بنجم
راح تساوى فيه سكران وصاح» Deveran
eden bir yıldız ilesabah olunca sarhoş ve ayık birleşir ve müsavi olur. Nur,
nuru yakmaz. Belki ışığı mağlûp olan nur; ışığı daha şiddetli ve galip bir nur
içinde görünmez olur. Ebu Yezid Bistani’ye» كيف اصبحت
” nasıl sabahladınız? demişler.
لاصباح عندى ولا مسا
Benim yanımda ne sabah vardır, ne akşam,
diye cevap vermiştir.
اينجا كه منم نه
بامداد است نه شام
نه بيم نه اميد ونه
حال ونه مقام
benim içinde bulunduğum vaziyete göre ne
sabah var, ne akşam, ne korku, ne ümit, ne hal ve ne makam,
« انما الصباح
والمسا ولمن يتقيد بالصفة و انالاصفة لى»
sabah ve akşam kendi sıfatiyle bağlanmış
olan içindir. Benim ne zatım ne de sıfatım var. Muratlar ve istekler olmayınca
sıfat nasıl olabilir?
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar