Print Friendly and PDF

Aynü’l-Kudât Hemedânî

 

Hazırlayan: Mehmet Emin Bener

Aynü’l-Kudât Hemedânî’nin Yaşadığı Dönem

Aynü’l-Kudât, İran coğrafyasının sosyal ve düşünce tarihinin çalkantılı ve heyecan verici bir döneminde doğdu  Onun doğduğu yıl olan 492/1098, Selçuklu yönetiminin (429/1038-590/1194), İran bölgelerinde ve ötesinde hâkimiyet tesis ettiği bir tarihe tekâbül etmektedir  Selçuklular, Maverâünnehir’den Mezopotamya’ya kadar doğu İslam İmparatorluğu’nun çoğu üzerinde kontrolü ele geçirmiş bulunuyordu  Soyağaçları itibarıyla Oğuz Türkleri’nin Kınık boyuna mensup olan Selçuklular, Hazar Denizi ve Aral Gölü’nün kuzeyindeki bozkırlardan İran Platosu’na köle ve paralı askerler olarak gelmişlerdi  İlk Beyleri olan I  Tuğrul (hak  yıl:429/1038-455/1063), Harezm’den Azerbaycan ve Bağdat’a kadar Gazneliler’in (hak  yıl: 366/977-582/1186) hakim oldukları bölgelerden çok önemli toprak parçası aldı ve ilk defa Selçuklu İmparatorluğu’nun hakimiyeti altında olan bir bölge teşkil etmiş oldu

Aynü’l-Kudât’ındoğduğu tarih olan (492/1098)’de Selçuklu Devleti’nin yaşı yarım asrı geçmiş bulunuyordu Aynü’l-Kudât’ın doğumu öncesi ve ilk gençlik yıllarında Selçuklular’ın hâkim olduğu toprakları Akdeniz’den Mezopotamya’ya kadar genişleten iki önemli sultandan birisi 1  Melikşah (hak yıl: 465/1072- 485/1092), diğeri de Sultan Sencer (hak  yıl: 511/118-552/1157) idi  Aynü’l-Kudât doğduğu sırada idare, I  Muhammed (hak  yıl: 498/1105-511/118) ile iktidar kavgasına tutuşan Nureddin Berkyaruk (hak yıl: 487/1094-498/1105)’un elinde bulunuyordu  Ancak Aynü’l-Kudât’ınHemedân’daki ilk gençlik ve öğrenim zamanı, doğrudan, tüm Selçuklu İmparatorluğu üzerinde hâkimiyet tesis etme iddiası ile babası I  Muhammed’in yerine geçen, ancak amaçlarına ulaşması Selçuklu ailesinin çok saygın bir üyesi olan amcası Sultan Sencer tarafından engellenen Muğîsüddîn II  Mahmud’un(hak yıl:511/1118-525/1131) idaresi altında geçti  Sencer, Mahmut’u cezalandırarak, çok uzun bir müddet İmparatorluğun doğusunda kalan topraklarda hâkimiyetini sürdürdü [1]

Muazzam ve neredeyse dizginlenemez olan iktidarlarına rağmen Sel­çuklu Sultanları, hâkim oldukları topraklarda yegâne güç sahibi değillerdi  Aynü’l- Kudât’ın doğup büyüdüğü siyasi ortamı tam olarak anlamamız için en azından saray bağlantılı olan diğer iki güç merkezini deburada zikretmemiz gerekir  Birincisi, Selçuklularda kurumsal bir otorite geleneğine sahip olan ve “Türk Hanımları” olarak ifâde edebileceğimiz sarayın etkin kadınlarıdır  İkincisi ise, Selçuklu hâtunlarıya da prenseslerinin bitmeyen iktidarlarıyla yakın bir rekâbet içinde olan İranlı vezirlerdir [2]

Meşhur bir devlet adamı olarak Selçuklu Devleti’nin hizmetinde bulunan efsanevî başvezir Nizâmülmülk (ö 485/1092)’ü ortaçağ İran’ın en parlak siyasi zekâsı olarak kabul edebiliriz  Nizâmülmülk, hem Selçuklular’ın siyasi ideolojilerinin oluşumunda hem de bürokratik ve idari resmi kuruluşları düzenlemede, faal bürokrasinin organize edilmesinde etkili olmuş bir vezirdir  Keza o Selçuklu hâkimiyetini tehdit eden İsmâilî hareketinin sindirilmesinde çok etkin bir rol oynar  Nizâmülmülk, hem Alparslan’a (hak  yıl: 455/1063-4641072) ve hem de Melikşah’a (hak  yıl:465/1072-485/1092) büyük bir kararlılıkla hizmet eder  Selçukluların siyasi/Dini meşruiyetinde onun en önemli başarısı çok-yerleşkeli Nizâmiyye Medreselerini kurmuş olmasıdır  Nizâmiye Medresesi’nin Bağdat yerleşkesinde ilmi yetkinliği tartışılmaz ve zamanının en önemli ilmi şahsiyeti olarak kabul edilen İmam Gazzâlî (Ö 505/1111) ders verir Aynü’l-Kudât Hemedânî, Gazzâlî’nin kitaplarını büyük bir iştahla okur  Gazzâlî’nin küçük kardeşi olan Ahmet Gazzâlî (ö 520/1126) de Aynü’l-Kudât’ın kısa süren trajik hayatının yarısında ona arkadaşlık eder [3]

Selçuklu İmparatorluğu ve hattâ İslâm âlemi genç sultan Melikşah ve dirayetli vezir Nizâmülmülk yönetimindeen şâşaâlı ve güçlü dönemini yaşar  Ancak her yükseliş bir yıkılışın habercisidir Gerileme, Sultan ile vezir arasındaki âhengin bozulmasıyla başladı  Yönetimin farklı unsurları ve bazı etkin taraflarıtenkitleri ve gayretleri ile Nizâmülmülk’ü Melikşah’ın gözünden düşürmeye çalışıyorlardı  Bu tenkit ve entrikalar Selçuklu Tarihi açısından bir dönüm noktası teşkil eder  Sultan’ın zevcesi Terken Hatunve veziri Tâcül-mülk Ebû’l Ganâim, Nizâmülmük’ün aleyhinde çalışan ve türlü sebeplerle onun etkinliğini sarsma peşinde olanların başlarında gelirler  Sultan’a âlim ve mutasavvıflara yılda verilen 300 000 dinarla ayrı bir ordu kurulabileceği fikrini ileri sürerler  Fakat Nizâmülmülk: “Ey Âlemin Sultanı! Orduna bunun birkaç mislini harcıyorsun  Bu askerlerinin okları bir milden öteye varmaz  Hâlbukiben sana öyle bir mânevi ordu vücûda getirdim ki, onların duaları ok gibi Arş’a ve Tanrı’ya kadaryükselir ” ifâdeleriyle maddî kuvvet gibi manevî kuvvetin de devlet için büyük ehemmiyet taşıdığını belirtir  Selçuklu devleti, kuruluşundan beri, Sultanları ve beyleri ile manevî âmilleri birinci plânda tuttuğu gibi Melikşâh da, bu haksız tenkitler karşısında, Nizâmülmülk’e daha çok destek veriyordu  Dolayısı ile Melikşah ve veziri arasında bu ana meselelerde ihtilaf çıkarkarmak mümkün değildi Aksine Nizâmülmülk’ün nüfûzu ve etkinliği de gün geçtikçe daha da artıyordu ”[4]

Bunun yanıda Melikşah ile Nizâmülmülk arasında gerginlik ortaya çıkaran iki durum vardır  İlki, Melikşah’ın zevcesi, Terken Hâtun’un ihtiraslarıdır  Diğeri ise Nizâmülmülk’e bağlı devlet adamlarının başlarına buyruk davranmaları idi  Terken Hâtun, çok akıllı ve sonsuz ihtiraslara sahip bir kadındır  Sâdece Sultan üzerinde değil devlet işlerinde de etkili bir kimsedir  Daima kendisine bağlı bir dîvâna, onun memurlarına, malî ve İdarî teşkilâta sahip olduğu gibi emrinde de 12 000 kişilik bir süvari kuvveti de vardı  Bundan başka Terken Hâtun’un devlet içerisinde birçok adamı bulunuyordu  O, Melikşâh’ın büyük oğlu Berkyaruk’u veliahtlıktan atıp dört yaşındaki kendi oğlu Mahmud’u Selçuklu tahtının vârisi yapmak ister; halîfeden olan ve Meh-melek’in oğlu bulunan torunu Câfer’i de halîfenin veliahdlığına getirmeye çalışır  Böylece halifelik ve sultanlık makamlarını elinde toplamak emeliyle uğraşır  [5] Meşrû olmayan bu iki hedefin karşısında en büyük engel olarak Nizâmülmülk’ü görüyor ve halîfeyi de zorluyordu  İki çetin işi birden başaramayacağını anlayınca da oğlunun veliahtlığı için halife ile anlaşmaya muvaffak oldu ve bu sebeple torununu Bağdad’a gönderir  Bu durumda Terken Hâtun,siyasi ve idarî gücü eline geçirmek için Nizâmülmülk’ü düşürmeye ve kendi veziri Tâc’ül-mülk’ü onun yerine geçirmeye çalışır  Böylece Nizâmülmülk, Îsmâilî olan suikastçı Ebu Tâhir tarafından öldürülmeden önce Melikşah’ın karısı Terken Hâtûn tarafından çeşitli entrikalarla sindirilir [6]

Aynü’l-Kudât Hemedânî doğduğu sırada Selçuklu idaresi Berkyaruk ve Mehmed Tapar’ın iktidar mücadelesi içerisinde geçer  Aynü’l-Kudât da ilk tahsil yıllarını Mahmud Tapar’ın bu iktidar mücadelesi yıllarında geçirir  Gençlik yıllarını ise Sencer iktidarı veII Mahmudidaresi altında olan Hemedân’da geçiren Aynü’l- KudâtHemedân’da kadılık yapar [7] Dolayısıyla o, Hemedân’da idari kadro ile ilişki içerisinde olur  Bu dönemde II  Mahmud’un idaresi altında bulunan Hemedân’da özellikle vezirler arasında bazı siyasi çekişmeler yaşanır  Aynü’l-Kudât da bu çekişmelerin kurbanı olarakortadan kaldırılır  Sebep olarak ta fikirleri bahane edilir

Aynülkudât yirmi yaşındayken imparatorluğun batısındaki topraklara hâkim olan I  Muhammed (hak  yıl: 498/1105-511/1118) vefat eder ve yerine oğlu Muğîsüddîn Mahmud geçer  Amcası Sultan Sencer bu sırada imparatorun üstünde olan bir konumda bulunuyordu  Hemedân’da Mahmud’un sarayında iki yüksek rütbeli bürokrat, birbiriyle taban tabana zıt nedenlerden dolayı da olsa Aynulkdât’la yakînen ilgileniyorlardı  Mahmud’un hazinedarı Azizüddîn el-Mustavfî (ö  525/1131), Aynü’l-Kudât’ın çok yakın arkadaşı ve güvendiği bir kimse idi  Diğer yandan el-Müstevfî’nin can düşmanı olan Abdülkasım Dergezînî de bu arkadaşlığa bağlı olarak ve “Düşmanım’ın dostu düşmanımdır” mantığı gereğince Aynü’l- Kudât’a düşman kesilmişti [8]

Dergezînî ve el-Müstevfî arasındaki düşmanlık sadece Selçuklu yüksek bürokrasisi arasında meydana gelen malum rekabetten değil aynı zaman da patlak veren finansal bir krizden de kaynaklanıyordu  Bu finansal kriz ayrıntılı olarak incelendiğinde, açıkça Sultan Sencer’ın yeğeni Mahmud’la olan politik hesaplarının bir sonucu olarak kendisiyle evlendirdiği kızı Mahmelek Hâtun’a verdiği büyük miktardaki çeyizlerle alakalı olduğu görülecektir  Mahmelek Hâtun, Mahmud’a bir erkek çocuk verdikten sonra oldukça genç bir yaşta vefat eder Sultan Sencer, Mahmud’a siyasi çıkarları gereği gelin olarak öteki kızını gönderir Ancak, ondan birinci kızı için verdiği büyük miktardaki çeyizi Horasan’daki sarayına iade etmesini istedi  Mahmud ikinci kuzenini gelin olarak kabul etmesine rağmen, tamamen ihtiyaçlarına harcayıp elden çıkardığı için çeyizleri amcası ve hükümdarı olan SultanSencer’e iade etmesi mümkün değildi  Müstevfî, Mahmud’un hazinedarı olarak bu çeyizlerin çarçur edildiğini bilenlerin başında geliyordu  Tam bu esnada Dergezînî araya girerek bu talihsiz vakayı kendi lehine ve hazinedarın aleyhine çevirmeyi başardı  Müstevfî derhal tutuklandı ve hapsedildi   Bundan sonra ise Aynü’l-Kudât için sıkıntılı zamanlar artık yakındır  Bu çekişmelerin masum kurbanı daha sonraları şehit edilecektir [9] [10] Bunları Aynü’l-Kudât’ın hayatını işlerken ele alacağız ama Aynü’l-Kudât’ın hayatınageçmeden önce biraz da dönemin ilmi yapısını ele alalım  Bu ilmi ortam bize Aynükudât’ın nasıl bir gelenek içerisinden geldiği hakkında bir fikir verecektir

Dönemin Kültürel ve Dini Yapısı

Selçuklular, Afrika dışında, bütün İslâm dünyasına ve fethedilen Anado­lu'ya hâkim olarak siyasî birliği kurdular  Tesis edilen medreseler, kütüp­haneler, zâviyeler ve bunlara, mensuplarına yapılan vakıflar sâyesinde bir ilim ve kültür ordusu meydana getirdiler  XII  Yüzyıl ve Aynü’l-Kudât’ın yaşadığı dönem medreselerin yaygınlaştırılması ve öğrenim merkezlerinin çokluğuyla İslam Medeniyeti açısından önemli bir dönemdir  Selçuklu Devletinin vezirleri, emirleri ve idarecileri dine önem veriyorlar ve her biri kendi gücü ve konumu nispetinde

medreseler yaptırıyorlar ve eğitim merkezlerini çoğaltıyorlardı [11]

İslâm’ın ve kendi devletlerinin iç ve dış düşmanlarını bertaraf ettiler  Bununla beraber müfrit Şiîlerle Sünnîler arasında olduğu gibi Sünnî mezhepler arasında da bazı gerginlikler devam etmiştir  Tuğrul Bey'in zamanında veziri Amîdü’l-Mülk, Sultanın mezhepler arasındaki felsefî esaslara yabancı bulunmasından faydalanarak, Eş'arîler'e karşı, daha ziyâde siyasî rakiplerini bertaraf etmek gayesiyle, giriştiği mücâdele onun azli ve Nizâmülmülk'ün yerine gelişi ile son buldu [12]Fakat bir müddet sonra da gerginlik Eş'arîler ve Hanbelîler arasında devam etmiştir

Filhakîka İmam Kuşeyrî'nin oğlu Ebû Nasr, 1077(469)'de Hac'dan dönerken Bağdad'a uğrayıp Nizâmiye'de vaazlar veriyor; Eş'arîlerin üstünlüğünü, Hanbelîlerin dar düşüncelerini ve tecsime vardıklarını izah ediyor; Yahudilerin, maddî menfaat mukabilinde de olsa, İslâm olmalarını memnûniyetle karşılıyordu  Bu tenkitlere dayanamayan mutaassıb Hanbelîler bu Yahudi mühtedîleri “rüşvetin müslümanı" diye alay mevzûu yapıyor ve Eş'arîlere saldırıp adam öldürüyorlardı  Vaziyeti öğrenen Nizâmülmülk, Nizâmiye müderrisi Ebû İshak Şirazî'ye mektup yazarak sultanın ve kendisinin, bir mezhebi himâye ve mezhebler arası bir tefrik siyaseti gütmediklerini bildirir  Nizâmiye'nin sadece ilmin korunması ve yükselmesi gayesiyle açıldığını, Ahmed bin Hanbel'in de imamlar arasında bulunduğunu hatırlattı ve bu münâsebetle de Halîfe’nin veziri Fahrü’d-Devle, 1078'de, azledildi  Bu durum karşısında bütün vaizler dîvanda toplanarak vaazlarında usûl ve mezhepler konusuna girilmemesi kararlaştırıldı ve 1080'de bu husus bir disipline alındı  Mezheb ihtilâflarının bulunduğu başka yerlerde ve meselâ Esterâbâd'da da Kadı’nınizni olmadıkça kimsenin vaazına müsaade edilmiyor ve böylece devlet mezhep mücadelelerini önlüyordu [13]

Selçuklular Sünnî mezhepler arasında olduğu gibi mûtedil Şiîlere karşı da bir tefrik siyaseti tâkip etmiyor; seyyidleri, şerifleri himâyesinde bulunduruyor; alevîlere hânekâh ve hattâ medreseler inşâ ediyorlardı  Böylece Halîfelere küfretmeyen mutedil şiîler, Alevî bir müellifin ifâdesiyle, “Cihâna hâkim Gazi Türkler” sâyesinde tam bir hürriyet ve himâyeye mazhar idiler [14]

Bu Dönemdeki İlmi Faaliyetler ve Entelektüel Yapı

Selçuklu sultanları, melikleri, beyleri ve hâtûnlarının âlimlere, din adamlarına, şâir ve sanatkârlara gösterdikleri saygı, onlara kurdukları müesseseler ve yaptıkları ihsanlar hayrete şâyân bir derecede ve kendi kudretleri ile mütenâsip bir seviyede idi  Tuğrul Bey ve Alparslan’ın âlimler ve din adamları karşısındaki tevâzuları ve saygıları hakkında yukarıda bir hayli misal verdik  Tuğrul Bey: Kendime bir köşk yapıp da yanında bir câmi inşâ etmezsem Allah ’tan utanırım”derken bu saygının dayandığını imanı belirtiyordu [15]O fethettiği şehirlere girerken ilk işi âlimleri ve din adamlarınıtevâzuyla ziyâret veya kabûl etmekti  Selçuklu devrinin azametini ve cihan hâkimiyeti şuûrunu daha fazla duyan Melikşâh ile İmamu’l-Haremeyn Ebu’l-Me’âlî Cuveynî arasında geçen bir hâdise, devletin ve sultanın haşmeti bahis mevzuu olduğu halde, âlimlerin ne derece yüksek bir mevkie sahip olduklarını gösteren güzel bir misaldir  Gerçekten, rivâyete göre, Melikşâh hilâlin gözükmesi üzerine bayram gününü ilân eder  Fakat Cuveynî, aksine ertesi günün Ramazan olduğuna ve oruç tutulması gerektiğine dair bir fetvâ verir  Sultan bu nâzik durum karşısında İmâmu’l-Haremeyn’i nezâketle saraya dâvet eder  Görüşme sırasında İmâmu’l-Harameyn: “Sultana ait işlerde fermana itâat vazifemizdir; lâkin fetvâya taallûk eden meselelerde de sultanın bize sorması gerekir”cevabını verir  Bu cevabı haklı bulan sultan, haşmetini düşünmeden, fetvâya uyar ve onu hürmetle yolcu eder  Nîşâburlu âlim Ali b  Hasan al-Sandalî, Tuğrul Bey’in Bağdad seferinden sonra, zâhidâne bir hayata başlamıştı  Bir Cuma namazında onunla karşılaşan Melikşâh ona kendisini ziyâret etmediğini hatırlatır  Sandalî Sultana bunun sebebi olarak“Sizin hükümdarların en iyisi olmanız, benim de âlimlerin en kötüsü olmamam içindir”cevabını verir ve bunu da: "Zira hükümdarların en iyisi âlimleri ziyâret eden, âlimlerin en kötüsü de hükümdarların ziyâretine koşandır”şeklinde izah ederek devrin mükemmel zihniyetini meydana koyar [16]

Nişâbûr’da Şâfıîler ile Hanefî'ler arasında çıkan bir mücâdele bir âsâyiş meselesi olduğu ve Sultan Sencer’in de ordusuyla şehrin yakınında bulunduğu halde müdahalede bulunmaması, âlimleri vasıta kılarak hâdiseyi yatıştırması ilim ve mezhepler arası münâsebetlere karışmamak endişesini gösterir  Bütün Selçuklu sultanları ve Türklerin kahir ekseriyeti gibi samimî bir Hanefî olan Sencer’in Gazzâlî’nin, İmâm-ı A’zâm Ebû Hanîfe aleyhinde konuştuğu rivâyeti münâsebetiyle aralarında vukûbulan mülakat da cidden kayda şâyândır  Bu rivâyet üzerine çok üzülen Sultan Sencer bizzat görüşmek üzere Gazzâlî’yi huzuruna dâvet etti  Dinî ve felsefî meseleler dolayısiyle buhranlı bir ruh hâleti içinde Tûs’da inzivâya çekilen Gazzâlî, Sultana yazdığı cevabında, hükümdarların huzûruna çıkmamağa yemin ettliğini bildirmekte; yeminini bozmamasını rica etmekte ve ancak emre uyarak Meşhed’e kadar gelebileceğini belirtmektedir  Böylece ordugâhda vukûbulan karşılaşmada Sultan, büyük âlimin gelişinde ayağa kalkar ve onu tahtında yanına oturtur  Gazzâlî, âlimlerin hükümdarlar huzûrunda duâ, senâ ve tavsiyelerle söze başlamaları âdet olduğunu dile getirir Ancak, riyâ karışması ihtimali karşısında kendisinin huzurda böyle hareket etmiyeceğini söyler Duâyı, ancak Allah (c. c )  ile yalnız kaldığı zaman yaptığını beyan etikten sonra Tuğrul Bey, Alp Arslan ve Melikşâh’dan bahsederek mühim fikir ve nasihatlerde bulunur [17]

İmam Gazzâlî, büyük fakîhİmâm-ı A’zâm aleyhinde konuşmasının imkânsız ve böyle bir rivâyetin yalan olduğunu bildirmiştir  Bu beyandan çok memnûn kalan ultan Sencer bütün Horasan ve Irak âlimlerinin hazır bulunup Gazzâlî’yi dinlemelerini arzû ettiğini ifâde eder  Ancak bu mümkün olmadığına göre büyük âlime bu konuşmaları yazmasını rica eder Birer nüshasını o memleketlere gönderip âlimlere ne derece hürmet gösterdiğinin bilinmesini istiyordu  Bundan başka, Sultan, Gazalî’nin inzivâda kalmasına râzı olmayarak kendisine medreseler inşâ edeceğini, derslerine başlayıp âlimlerin müşküllerini halletmesini ve ilmi yaymasını da rica ediyordu  Gazzâlî bizzat al-Munkızında söylediğine göre: "Zamanın pâdişâhı,Cenâb- ı Hakkın takdiri ile, derûnî bir arzû duydu ve bu Fetret’i (Bâtınîlerin ve filozofların İslâmiyeti sarsmalarını) kaldırmak için, itiraz kabul etmiyecek bir sûrette, Nişâbûr’a gidip derse başlamamı emretti” ifâdesiyle hâdiseyianlatır [18]Böylece Gazzâlî, on iki yıllık bir fâsıladan sonra, 1105(499)’de Nîşâbûr Nizâmiyesinde tekrar derslerine başladı  GazzâlîNasîhatü ’l-Mulûkadlı eserini de bu görüşme üzerine yazmıştı [19]

Dönemin Din Bilginleri

İslam Dünyasının fıkıh, tefsir, hadis, kelâm ve tasavvuf büyüklerinin çoğu Selçuklular zamanında yetişmiştir  Tasavvuf ilminin kaynak eserlerinden olan ve Türkçeye de tecüme edilener-Risâletü’l-Kuşeyriye ’nin müellifi sûfî Ebu’l-Kasım Kuşeyrî (ö  465/1072) ve oğlu, et-Teysîr adlı tefsîrin yazarı Ebu Nasr Abdu’r-Rahîm, Şâfiî Fakîhlerinden ve Bağdad Nizâmiyesi hocalarından Ebu İshâk Şirâzî (ö  475/1083) döenmin önemli şahsiyetlerindendir  Bunun yanında birçok eser sahibi ünlü mütekellim Ebu’l-Ma’âli Cüveynî (ö  477/1085), İslam dünyasının en büyük mütefekkirlerinden ve Bağdat Nizâmiyesi’nde baş müderrislik yapmış olan Muhammed Gazzâlî (ö  505/1111), İkinci Şâfiî diye anılan Amûl Nizâmiyesi hocası Fahru’l-İslam Abdu’l-Vâhid (ö  502/1108)’de dönemin en büyük âlimleridir

Hanbelî Fakîh, hadisçi ve ünlü sûfî Abdullah Ensâri (ö  502/1108), Mâverâünnehr’in büyük hanefî fakîhi ve tefsirci Pezdevî (ö  482/1089), fakîh, filozof ve şair olan ve İslam Düşünce Tarihinde önemli bir yeri olan Aynü’l-Kudât Hemedânî (ö  525/1130), mezhepler tarihi mütehassısı Muhammed Şehristânî (ö 548/1153), Mesâbîhü’s-Sünne yazarı İmam Beğavî (ö  510/1116), hem kendi zamanlarında ve hem de daha sonraki dönemlerde yüzyıllarca İslam ilim ve fikir hayatında tesirli olmuş büyük zatlardır [20]

Dönemin Dini Düşünce Yapısı

Bu dönem içinde farklı alanlarda yetişmiş büyük ilim adamları, zamanın Dini düşüncesinin oluşumunda da etkili olmuşlardır  Bu dönem için özellikle üç farklı düşünce yapısından bahsedilebilir  Bu düşünce yapıları üzerinde durmamız gerekirse şu şekilde bir tasnife gidebiliriz

Dönemin Fıkıh Merkezli Düşünce Yapısı

İslâmî-dinî gelenekte fıkıh merkezli bakış açısının ağır basarak yükseliş kaydetmesi, dört büyük fıkhî mezhebin bu dönemde iyice pekişipyerleşmiş olmasından bellidir  Selçukluların hâkim oldukları bölgelerde, Hanefi'ler, Şafiîler, Hanbelî ve Malikîlerden ibaret olan meşru ekollerin hepsi de var olup faaliyet halinde idiyseler de Hanefî'ler ve Şâfiler çoğunluktaydı ve imparatorluğun doğusunda yoğunlaşmış durumdaydılar  Batı’da ise yer yer Şiî cemaatlere rastlamak mümkündü  Şüphesiz İsmâilîler’in tüm İmparatorlukla saldırı faaliyetlerini sürdürdüklerini belirtmemiz gerekir  İki önemli Selçuklu vezirinden birisi olan Amîdü’l-Mülk Ebû Nasır el-Kundûrî (ö  456/1063) Hanefî mezhebine bağlı iken Nizâmülmülk Şâfiî idi  Sonuçta Selçuklu Beyleri ve vezirlerinin tesis ettikleri çok yerleşkeli Nizamiye Medresesi türünden fıkıh medreseleri, esasında Şafiî ve Hanefî fıkhına tahsis edilmiş medreselerdi  Selçuklu idaresi altında üç temel iktidar merkezi yani sultanlık, vezirlik ve hâtunluk, Hanefî ve Şafiî fıkhına tahsis edilmiş olan medrese kurmada ve bunların finansmanını sağlamada birbiriyle rekabet içindeydi [21]

Bu medreselerde, hepsi de fıkıh merkezli bir İslam düşüncesine kurumsal ve bilgisel güç veren çeşidi dersler ve konular okutuluyordu Kırâat, Tefsir, Fıkıh gibi ilimler kendi alanlarında meşhur âlimler yetiştirdi  Zemahşeri (ö 538/1143),Aeyy/'diye bilinen oldukça etkili ve Mutezile’nin teolojik görüşlerini savunan bir tefsir yazar  Sûfîler arasında es-Sülemî (Ö 412/1021) ve el-Kuşeyrî, en- Nisâbûrî (Ö 465/1072) de kendi bakış açılarına göre etkili tefsirler kaleme alırlar  520/1126’da el-Meybûdî kendi Sûfî kardeşlerine katılır ve güzel bir Farsça nesir ile âbidevî tefsirini yazar  Şiiler arasında ise Muhammed b  Hasan et-Tûsî (ö  460/1067) tek başına Şii fıkhının ana temellerini oluşturur  Diğer bir parlak Şii otorite olan Hasan İbn Fadl et-Tabersî (ö  548/1153) bu dönemde Mecme’u’l-Beyân adlı şâheser bir tefsir yazar [22]

Aynü’l-Kudât tarafından iştahla okunan İmam Gazzâlî’nin (ö 505/1111) fıkıh ve kelamla ilgili risâleleri, Selçukluların hâkim olduğu bölgelerde ve bunun ötesinde temel ders kitabı olarak okutuluyordu  İmam Gazzâlî Eş’arî okulunun temel kelâmî görüşlerini özetledi  Gazzâlî ayrıca ismâilîlere karşı bolca reddiye eserler kaleme alır  Fezâihu ’l-Bâtıniyye onun ismâilî görüşleri reddetmek için yazdığı en ünlü risâlesidir [23]

Aynü’l-Kudât’ın çok iyi tanıdığı ve kendisinden ders aldığı bu dönemin diğer büyük kelamcısı ve din tarihçisi de Abdülkerim eş-Şehristânî (ö  548/1153)’dir El- Milel ve ’n-Nihâl adlı eseri bu dönemde, dünya dinlerini hülasa eden ansiklopedik bir eser hüviyetini taşır  Şehristânî bir Eş’arî kelamcısıydı  Fıkhî konularda ise Şâfiî mezhebine yakın duruyordu  Horasan’da Sultan Sencer’in hizmetinde bulundu ve bu sırada Eş’arî Kelamı’yla ilgili el-Musâriâ adlı eserini yazdı  El-Milel ve’n-Nihâl gibi bir metnin üretilmesi ve Şehristânî’nin kuşatıcı evrensel görüşü, Selçuklu idaresi altındaki hoşgörünün bir işareti olarak yorumlanabilir  Bu dönem ayrıca İbnü’l-Cevzi (508/1114-597/1200)’nin Telbîs-u İblîs'ine de tanıklıketmiştir  Bu kitap, felsefî cazibe ve genellikle “Sufizm” adı altında dışlanan yaygın fenomen de dahil olmak üzere tüm sapık eğilimleri mahkûm eder  Her halükarda Aynü’l-Kudât’m zamanında fıkıh merkezli bakış açısının başarısının en nihaî göstergesi, Fahreddin er-Râzî (606/1209) gibi seçkin bir filozofun bile kelamın cazibesine kapılmasıdır [24]

İslâm felsefesi, tarihinin tüm diğer dönemlerinde olduğu gibi bu dönemde de fıkhın akıl merkezli düşünceye karşı yöneltiği saldırılardan nasibini alarak ağır darbeler yedi  Meşhur Sûfî Şeyh Şihabuddîn Ömer Sûhreverdî (ö  632/1234) de filozoflara karşıydı ve Keşfu’n-Nesâihi’l îmâniyye veKeşfu’l-Fezâihi ’l-Yûnâniyye adlı eserini yazdı  Kitabın adından da anlaşılacağı üzere o, “İmân’ın rehberliği”ni, “Yunanlılar’ın saçmalıkları”nın karşısına koydu  Ondan yaklaşık olarak bir asır önce Ebu Hâmid el-Gazzâlî (ö  505/1111) Tehâfütü’l-Felâsife’de filozofları tekfir etmek suretiyle mahkûm etti Gazzâlî’nin etki gücü o derece büyüktü ki, İbn-i Sina’nın dolaylı olarak öğrencisi olan ve bizzat Behmenyâr’ın öğrencisi olan Ebu’l-Abbas el- Lukarî’den felsefe dersleri alan İmâm Feridüddîn Ömer İbn Gaylân el-Belhî gibi bir kimse bile felsefeyi mahkûm etme kervanına katıldı

Dönemin Akıl Merkezli Düşünce Yapısı

Selçukluların hâkim olduğu toprakların dışında ise, felsefenin en büyük savunucusu olan Aynü’l-Kudât’ın ölümünden beş yıl önce doğan İbn Rüşd’ün (520/1126-595/1198) etkili sesi işitiliyordu Aynü’l-Kudât’ın zamanındaki felsefe karşıtı duygular şiire kadar uzanmış durumdaydı  Bu dönemin en ünlü iki şâiri olan Hâkânî ve Senâî, diğerleriyle birlikte Yunanlılar’a ve onların felsefelerine ve akılcı tavırlarına karşı içten gelen şiirler yazdılar  Peygamber’e ve dinine olan kayıtsız imanlarını, bu dünyadaki saadet ve öbür dünyadaki kurtuluş için gerekli olanların hepsini kapsayan hiyerarşinin en başına yerleştiriyorlardı [25]

Her şeyin Kur’an’dan tahrîc edilebilecek fıkhî-hukûkî bir cevabının bulunduğunu savunan fıkıh merkezli hareketin lehine olmak üzere akıl merkezli hareketlerin bu tür içsel mahkûmiyetlerle mahkûm edilmesi, Selçuklular döneminde Aynü’l-Kudât zamanında, güçlü siyasi bağlantıları bulunan kudretli filozofların bulunmadığı anlamına gelmez  Bu dönemde İmparorluğun doğu yakasında en meşhur olan filozoflardan birisi, İbn-i Sina’nın öğrencisinin (Behmenyâr) öğrencisi olan Ebu’l-Abbas Fadl İbn Muhammed el-Lukarî el-Mervezî’dir  Lukarî, İbn-i Sina felsefesinin en başta gelen savunucularından birisidir  Lukarî, İbn-i Sina felsefesini yakından okuyup inceleyen ve onun eserleri üzerine kapsamlı şerhler yazan tamamıyla yeni bir Meşşâî felsefesi kuşağının yetişmesine önayak oldu  İmparatorluğun batı yakasında ise, Ayn el-Kudât’ın memleketine yakın olan bir yerde Ebû Bekir el-Bağdâdî (ö 547/1152), Meşşâî felsefesinin konularım ele alan ve onun ilkelerinden bazılarını eleştiren eserler yazdı  Daha önce Yahudi olan Bağdadî, Abbasi halifesi Müsterşid’e karşı açtığı savaş sırasında Sultan Mes’ud tarafından yakalanmış, sonra da Müslüman olmuştur  [26]

Aynü’l-Kudât’tan bir kuşak sonra Şeyh Şihabuddîn Yahya Sühreverdî (549/1154-587/1191), kadîm İran kaynaklarını, Yeni-Eflatuncu ve yorumsamacı düşünceler bağlamında yeniden okumak suretiyle İbn-i Sina metafiziğinde çok temel bir değişim başlatarak işrâk ya da aydınlanma okulunu kurdu  Fikirlerini radikal bir biçimde ve cesurca dile getirmesi ve felsefesinin melez niteliği Halep’teki ulemâyı kızdırdı  Haçlılar’a karşı ulemânın desteğine ihtiyaç duyan büyük komutan Selahaddîn Eyyûbî, Sühreverdî’yi idâm ettirdi  Sühreverdî ile aynı kuşaktan olan ancak daha radikal bir eleştirel dil kullanan bir başka önemli felsefeci-kelamcı olan Fahreddîn er-Râzî (543/1148-606/1208), çok ciddi felsefî meseleleri ele alıp incelemede lbn Sina’dan aşağı kalmayan bir kimse olarak ün yaptı  Ondan bir kuşak sonra Hâce Nasîruddîn et-Tûsî Alamut’ta İsmâilîler’in hizmetinde iken Râzî’nin Şerh-i İşârât'ı için yazdığı şerhte, “Râzî’nin şerhi, şerh değil cerh(yaralama, eleştiri) ’tir ” diyerek İbn-i Sina’yı savundu [27]

Dönemin Tasavvuf Merkezli Düşünce Yapısı

Gazzâlî, Tasavvuf tarihimizde bir dönüm noktasıdır  Şöyle ki; O’nun geliştirip sistematize ettiği ehl-i sünnet tasavvufu, Gazzâlî’den sonra müessese bazında faaliyet göstermeye başladı  Bu yüzden bundan sonraki asırlar tasavvufun tarikat şeklinde müesseseleştiği çağlardır  Fakat bizim burada ortaya koymaya çalışacağımız nokta bu dönemde, tasavvufî tefekkürün en önemli simalarının belirgenleşmeye başladığı zaman olmasıdır [28]

İslâm’ın sadece fıkhî boyutuyla yorumlanmasına karşı çıktığı kadar,akıl hâkimiyetini de kabul etmeyen Sûfizm, Aynü’l-Kudât döneminin hem akıl merkezci hem de fıkıh merkezci yapısıma muhalefet etti  Sûfizm, filozofların akılmerkezciliğinin karşısına kendi akılcılık karşıtı söylemiyle çıkarken, fıkıhçıların fıkıh merkezli yaklaşımlarına karşı eleştirel bir yaklaşım sergilemiştir  Her ikisine karşı Sûfizm, içerisinde akılcı felsefenin ve fıkhın kategorilerine karşı, aşk ya da muhabbet, ,ışık, nâr(ateş) ve vahdet(birlik) gibi kavramların kullanıldığı, “dinî- sevgisel” bir öğreti geliştirdi [29]

Bu “dinî-sevgisel” bakış açısına göre Varlık, âşık olarak insanların Ma’şûk olan Allah (c.c )’tan ayrılmasına yol açan maddî, yaratma tarafından kesintiye uğratılan “ayrılmaz bir birlik” anlamına geliyordu  Yaratmanın amacı, bu şehevî arzunun varlıkta gerçekleştirilmesidir  Nihâî birleşme meydana gelinceye kadar (Oruç, dua, semâ, devr, ilahı, şiir v b ) çile ve zühd tecrübelerinde insan âşık olarak, ma’şûk olan Allah (c. c ) ’laberaberbulunmakve buna ilaveten onunla ahenk içinde olmak için elinden gelen gayreti göstermelidir [30]

Hallâc-ı Mansûr ve Bayezid-iBistâmî, bu fikirleri savunan sûfî kuşağının en başta gelenlerindendir  Bu dönemin en ünlü sûfî üstadları arasında, Şeyh Ebu Sâ’îd Ebu’l-Hayr (ö 440/1048), Şeyh Ebu’l-Kâsım el-Kuşeyrî (ö 465/1072), Hoca

Kutbuddîn el-Çiştî (Ö 527/1132) ve Hoca Abdullah Ensârî (ö  481/1088)’nin bulunduğunu görüyoruz  Bunlar’ın bazılarırisâleler ve menkıbeler kaleme aldı, diğer bazıları da güçlü tarikatlar kurdular  Sûfilerin güçleri, itibarları ve onlardan bazılarının sıradışı davranışları, özellikle de fıkıh merkezli düşünen Fakîhlerin kızmasına, kaygılanmasına ve düşman olmalarına yol açar  Ibnü’l-Cevzî, Telbîs-u İblîsi ’nin önemli bir kısmını sûfilerin ve uygunsuz olan davranışlarının mahkûm edilmesine ayırır [31]

XI  Yüzyıl ve Aynü’l-Kudat’ın da başlarında yaşadığı XII yüzyılda tasavvuf daha çok şiir ve edebiyatla birtakım rumuz, semboller, mecâz, kinâye, teşbih ve istiâre ile anlatılmaya çalışılmıştır  Özellikle de İran tasavvufunda bunları daha fazla görürüz  Bu dönemde tasavvuf ehlisünnet çizgisinde olup mezhebî tartışmalara girmemiştir  Hükümdarlar ve yöneticiler de Sûfîlere önem vermişlerdir [32] Tabii ki bunların istisnaları da olmuştur; mesela bizim üzerine çalıştığımız ve fikirlerinden dolayı katledilen Aynü’l-Kudât’ta bunlardan biridir

XI  asrın sonlarında ve XII  asrın başlarında “aşk”metaforu ile açıklanan tasavvuf anlayışın temsilcisi Aynü’l-Kudât’ın’ın da şeyhi olan Ahmed Gazzâlî’dir  Sevânihu’l-Uşşâk[33] adlı eseriyle tasavvuf anlamda ilk aşk risâlesini yazdı  Aynü’l- Kudât, Ahmed Gazzâlî ile karşılaşmasından sonra felsefî dili bırakır ve şeyhi Ahmed Gazâli’nin kullandığı dili kullanır  Aynü’l-Kudât’ın eserlerinde Hallac’ın, Bayezid- iBistâmî’nin ve Şiblî’nin sözlerinden alıntılar yapar ve bunları açıklamaya çalışır  Aşk, cezbe ve uzleti tercih eden başka bir sûfî de Bayezid-iBistâmî’den üveysi yolla feyz alan Ebu’l-Hasan Harakânî (ö  425/1034)’dir  Ayrıca Baba Tahir Uryân (ö  447/1055 )da tasavvuf aşk ve cezbeyi tercih eden sûfîlerdendir  Baba Tahir tasavvufheyecanını şiir ve rubâileriyle dile getirmiştir  Şeyh Ebu Sâîd Ebu’l-Hayr (ö  440/1048), âşık tabiatlı, celvet ehli bir mutasavvıftır  Dergâh ve tekkelerde âdâb ve erkânın ilk prensiplerini ortaya koyan kişi olarak bilinir  Esrâr-ı Tevhid adında bir eseri vardır [34]

İmam-ı Gazzâlî ve abidevî şahsiyet Abdülkerim Kuşeyrî (ö  465/1072) de bu dönemde yaşamıştır  Gazzâlî’nin îhyâ-ı Ulumiddîn adlı eseri önemli tasavvuf kitapları arasında sayılır  Kuşeyrî’nin ise er-Risâle adlı eseri tasavvuf klasikleri arasında en meşhurlardandır  Keşfü’l-Mahcûb adlı eserin sahibi Hucvîrî de Kuşeyrî nin çağdaşı ve arkadaşıdır  Diğer bir önemli sûfî de Abdurrahman Sülemî’dir (ö  412/1021)  İlk sûfî tabakâtı olan Tabakâtü’s-Sûfiyye'yi o yazmıştır  İmam Gazzâlî’nin pîrdaşı olan önemli bir sûfîyi Yusuf Hemedânî’yi de zikretmek gerekir  Hemedânî Ahmed Yesevî’nin şeyhidir ve ayrıca Nakşibendî silsilesinde yer alan Abdülhâlık Gucdüvânî’yi yetiştirmiştir Rütbetü-l hayât[35]adlı küçük ama önemli bir risâlesi vardır [36]

AYNÜ’L-KUDÂT HEMEDÂNÎ’NİN HAYATI

Doğumu ve Adı

Aynü’l-Kudât Hemedânî’nin tam adı Ebü’l-Me’âli Abdullah İbn Ebu Rekr Muhammed b  Ali b  Hasan b  Ali el-Miyâncî’dir [37]Hicri 492 tarihinde doğdu  [38]Bazı kaynaklarda da doğumu 490 h  olarak verilir [39] Kaynakların çoğu onun doğumunu Hemedân olarak verirken Sübkî[40] Horâsân ehlinden olduğunu söyler  Dahaçok “Aynü’l-Kudât Hemedânî” diye meşhur oldu  Şeyhi Ahmed Gazâli ona gönderdiği mektuplarda “Aynü’l-Kudât” sıfatını onun için kullanır  Aynü’l-Kudât da eserlerinde özellikle Temhidat'ta bu sıfatı kendi için kullanır  Babası ve dedeleri Miyânec kasabasından oldukları için Meyancî nisbesini kullandılar  Aynü’l-Kudât’ın babası ve dedesi de tanınmış kadıydı  Dedesi Ebü’l-Hüseyin Miyânec kasabasında şehit edilmiştir [41]Aynü’l-Kudât, babası ile sûfı meclislerine katılırdı [42]Aynü’l-Kudât’ın’ın gençlik yılları ve tahsil yılları hakkında kaynaklarda bilgi mevcut değildir  Ama tahsil hayatı ile ilgili kendisi eserlerinde bilgi vermektedir

Doğduğu ve Yaşadığı Çevre

Aynü’l-Kudât, Sübkî’nin Tabakâtu’ş-Şâfi’iyye’si haricindeki diğer tabakât ve tarih kitaplarının bildirdiğine göre Elvend dağının eteğinde Kuruçay, Abbasâbâd, Sûmîne gibi ırmaklarla sulanan ve aynı adı taşıyan bereketli bir ovada yer alan Hemedân’da doğmuştur  Hemedân tarihi derinliği bulunan kadîm bir şehirdir

Sâsânîler döneminde önemini kaybeden Hemedân, Nihâvend Savaş’ından sonra imzalanan barış antlaşması uyarınca İslam devletine bırakıldı  Ancak daha sonra halk isyan edip Müslümanları şehirden çıkardı  Bunun üzerine şehir Hz  Ömer’in vefatından altı ay sonra Cerîr b  Abdullah el Becelî tarafından ve bu defa savaş yoluyla tekrar ele geçirildi  Daha sonra sırasıyla Büveyhiler, Abbasiler, Harizmşahlar, İlhanlılar, Timurlar ve Osmanlılar’ın hâkimiyetine geçerek el değiştirdi  En sonunda ( 8 Ocak 1732)’de yapılan barış antlaşması ile tekrar İran’a bırakıldı [43]

XIII  y. y  müelliflerinden Zekeriyya el- Kazvînî, Cibal’in en büyük şehri olan Hemedân’ı havası güzel, tatlı su kaynaklarına ve bereketli topraklara sahip bir şehir olarak tanıtır  Halkı’nın güler yüzlü ve güzel ahlaklı, eğlenceye düşkün insanlar olduğunu söyler  Bununla beraber Hemedân bir ilim ve kültür şehri, aynı zamanda da çok önemli bir ticaret merkeziydi  Geniş İlhanlı İmparatorluğu’nun çeşitli noktalarından gelen ve Sultâniye şehrinde birleşen beş büyük ticaret yolu’nun “Şehrâh-ı cenûbî” adındaki birincisi Hemedân üzerinden Bağdat’a ulaşır ve buna Mekke yolu da denirdi [44]

Hemedânî nisbesiyle meşhur olan âlim ve mutasavvıfların önde gelenleri ise şunlardır: Muhaddis Ebu İshâk İbrahim b  Hüseyin el-Hemedânî, Bedîüzzamân el Hemedânî, muhaddis ve kadı Ebu Said Yahya b  Zekeriyya el-Hemedânî, Fahreddîn Irâkî, Baba Tâhir Uryân, mu’tez’ili âlim Kadı Abdülcebbâr ve şâfiî fakîh, sûfî ve şair Aynü’l-KudâtHemedânî

Gençlik Dönemi ve Şahsiyeti

Aynü’l-Kudât Hemedânî’nin hayatı hakkında kaynaklarda doyurucu ve tatmin edici bilgi bulunmamaktadır  Bizler hayatı hakkındaki bilgileri daha çok onun kendi eserlerinde bulmaktayız  Aynü’l-Kudât’ın Mektuplarında, Temhîdât’ta ve özelliklede Şekva’l-Garîbde -ki bu eserçok önemli bir savunma niteliğindedir- hayatı hakkında bilgiler vermektedir  Eski kaynaklarda Aynü’l-Kudât hakkında doyurucu bilgi bulunmamaktadır  Bununla beraberonun hakkındaki menkıbeler bu kaynaklarda dağınık bir şekilde yer alır

İmâduddin el İsfehâni Aynü’l-Kudât Hemedânî’nin keramet sahibi büyük velilerden ve önde gelen âlimlerden olduğunu dile getirir Dini konularda eser vermede İmam Gazzâlî’den sonra gelen bir önemli şahsiyetlerin başında geldiğini ve âlimlere cephe alan zamanın cahillerinin onu kıskandıklarını ve zamanın veziri Ebu’l-Kasım el-Derrgizînî’nin de kışkırtmasıyla onun çeşitli konulardaki görüşlerini farklı bir şekilde sunarak onu töhmet altında bıraktıklarından bahseder  Ona hiçbir müslümana yakıştırılamayacak şeyleri ona nispet edip, eziyet ettiklerini ve en sonunda vezirin onuHemedânda yani doğduğu topraklarda asılmasını sağladığını söyler [45]

Aynı müellif başka bir eserinde de onu şu ifâdelerle anlatmaktadır:

“Âlimlerin en önde gelenlerinden idi  Fazilet ve dehası sayesinde darb-ı mesel haline gelmişti  Biri dehası ile övülecek ise ona benzetilirdi  Gazzâlîden sonra güneş ondan daha faziletli birinin üzerine doğmamıştır  İmam-ı Gazzâlî’nin kitaplarını açıklar mahiyette risâleler yazmıştır  O eserlerde geçen mücmel ifâdeleri en güzel bir şekilde açıklayarak ortaya koymuştur  Tasavvuf erbâbı ola büyük şahsiyetlerin sözlerinin hakîkatlerini kavramış ve bu konularda söz söyleyecek kıvama ve olgunluğa erişmiştir  Kalpler onun sözleri ile teskin olur, onu ziyaret etmek büyük bir ganimet bilinir ve bereket vesilesi sayılırdı  Kendisi,‘’kutub’’ derecesine yükselmiş Allah Dostlarından biridir  Onun zamanında ilim ehline benzeyen bazı zevat, onu kitaplarındaki bazı ifâdeleri bir araya getirip, hakiki bağlamlarında kopararak sadece zahirlerine hamledip ona akıl almaz iftiralarda bulunurlar  Ona karşı kin besleyen vezir Dergizînî nihayetinde onu yakalatıp kanının akıtılmasına yol bulmak için Bağdada gönderir, daha sonra da öldürülmesi için hakkında fetvâ çıkartır  Bundan sonra da onu tekrar Hemedân ’a getirtmek suretiyle onu astırır  ”59

Aynü’l-Kudât’ın özellikle Hemedân’daki hayatı ve çevresi ile ilgili çok az bilgiye sahibiz  Kendi dönemine yakın olan kaynaklardaki dağınık halde bulunan ve belki taslak bir biyografinin çıkmasını sağlayabilecek olan göndermelerle karşılaştırıldığında birbirlerinden beslenen menkıbevî türden muazzam bir kaynak yığını vardır  Bunların, hayat hikâyesi için herhangi bir faydası olmamasına karşılık Aynü’l-Kudâtın hem hikâye üslubu hem de kurumsal olarak “İran mistik geleneğine” âidiyetinin ortaya konulması bakımdan önemlidir [46] [47]

Menkıbevî olarak kendisinden nakledildiği iddia edilen kesitlerden birisi şudur:

Bir gün Hemedân’ın ileri gelen âlimleri sohbet ediyordu  Bir ara babam vecde gelip, keşflerini, manevî âlemde gördüklerini anlatmaya başladı  Bunun yanı sıra, orada bulunmayan Ahmed Gazzâlî’yi gördüğünü, elbisesinin rengini, hatta o anda orada sohbeti dinlemekte olduğunu ve kendisini kimsenin görmediğini söyledi  Orada bulunanlardan birisi aşka gelip: “Benim ölüme olan arzum çok fazlalaşı” dedi  Ben de “Mademki ölümü çok istiyorsun, öyleyse öl! ” dedim  O kimse birden tuhaflaştı ve ölüverdi  O sohbette zamanın müftüsü de hazır bulunuyordu  Bana dönerek: “Diriyi öldürdüğün gibi ölüyü de diriltebilir misin?’’ dedi  Ben de : “Ölen kimdir?’’ diye sordum  Dediler ki: ‘’ Fakîh Mahmud’dur ’’ Ellerimi açıp : “Ya Rabbi! Bu Fakîh Mahmud kuluna can ver ! ’’ deyince, Allah-u Teâlâ ’nın izniyle tekrar dirildi [48]

Onun bazı sohbetlerinden nakledilen sözlerinden bir kaçını burada zikretmek istiyoruz:

Tâlib, maksûdunun (sevdiğinin) yolunda olmalıdır  Aynı zamanda ihlâslı olmalıdır  Zira ihlâs bu yolun ilk şartlarındandır  Peygamber Efendimiz (salla'llâhü aleyhi ve sellem) buyurdular ki: Kim ihlâs üzere olursa, onun kalbine hikmet menbâları (nurları) akar [49]

Kalp, Allah (c. c )  ’ın evidir  Hz  Dâvûd (a s ), “Ya Rabbi! Seni nerede arayayım?” deyince, cevap olarak: “Ben, benim için kalpleri kırılmış, benim için kalpleri harap olmuşların (evliyanın) yanındayım  ” buyruldu  Yine bu manadaki bir kudsî hadiste buyrulur ki : ‘’Yere ve göğe sığmam, ancak mü’min kulumun kalbine sığarım [50]

Yetişmesi ve İlmi Kişiliği

Aynü’l-Kudât sûfî, şâir ve hekimdi  Aynı zamanda fıkıhçı ve kelâmcıydı  Yetenek ve zekâda dönemin nadir kişilerindendi [51] Gençlik yıllarında güçlü bir eğitim aldı  Bütün ilimleri, sarf, nahiv, edebiyat, mantık, fıkıh, hadis, tefsir, ulûm-u insan, kelâm ve hikmet okudu [52]bOlağanüstü kabiliyetleri sonucu bu ilimlerde genç yaşında derinleşti  Öyle ki dönemin âlimleri tarafından kıskanılır oldu  Şekvada dönemin âlimlerinin kendisine olan kıskançlıklarından ve garazlarından bahseder  Hatta dönemin fıkıh âlimleri Aynü’l-Kudât’ın katli için fetvâ verirler  Aynü’l-Kudât bu yetişme döneminde birçok âlimden dersler aldı  Ömer Hayyâm ve Şeyh Hameveyh’ten kelâm, matematik, astronomi, felsefe ve edebiyat dersleri okudu  Tasavvuf ilmine de alakası vardı ve babasıyla meşâyihin sohbetlerine gider ve kendi deyimiyle raks ederdi  Tasavvufta da iki önemli şeyhinden bahsetmek mümkündür  Biri ümmî olan Şeyh Bereke ve diğeri ise onu buhranlardan kurtaran İmam Gazzâlî’nin kardeşi Ahmed Gazzâlî’dir [53]

Aynü’l-Kudât Hemedânî yaşadığı asrın, kendi iç imkân ya da imkânsızlıklarından kaynaklanan güç ve enerji dolu bir ürünüydü  Yaşadığı dönemin siyasi olaylarının içinde yer alarak düşünme ve yazma alanında yetkin bir noktaya yükseldi  Felsefe alanında uzmanlaştı ve daha sonra da akılcılığı reddetti  Ayrıca hem teorik hem de pratik fıkıh/hukuk alanında uzmanlaştı ancak sonradan dinin sadece fıkhî bir yoruma hapsedilmesinin yanlış olduğunu söyledi  Zamanındaki sûfî duyarlılığa ve uygulamalara iştirak etti ve güç temeline dayalı sadece rasyonel ve fıkhı olan bilgilere muhalefet etmek için sahip olduğu “Dini-sevgisel”öğretilerin kendisine sağladığı avantajlardan tam olarak yararlandı  Onun ironik bir biçimde ortaya koyduğu dönüştürücü tutkuları, tüm bu farklı söylemleri aşarak bir anlatım edimine, düşünceye karşı sunduğu ve hikâye dışı bir alana taşıdığı “hakîkati anlatma” nın gizemli arzusuna, has kılan üstadâne bir ıronik yazı biçimine ulaştı [54] [55]

Zübdetü’l-Hakâik adlı eserinde, Aynü’l-Kudât’ın gençlik yıllarında yaşadığı fikri dönüşüm ve yazma serüvenini anlatır  Daha çok erken sayılabilecek yaşlarda yazma faaliyetine başlar  Miladî 1118’de ilk risâlesi el-Alâiyye’yi yazar  Bu risâlede tevhîd, nübüvvet ve ahiret bahislerini anlatır ve bunu geleneksel anlayışla yazdığını belirtir 68el-Alâiyye risâlesinden sonra 21 yaşında arkadaşlarının isteği üzerine Gâye risâlesini yazar  Bu risâlede de nübüvvet bahsini işler ve bu risâleyi felsefi bir tarzda kaleme alır  Yirmidört yaşında ise Zübdetü’l-Hakâik’i yazar [56] [57] Bu risâlede Aynü’l- Kudât’ın fıkhî ve felsefi dili bırakıp tasavvufî bir dil kullanır  Bu üç risâlede aynı konuları işlemesine rağmen kullandığı dili değiştirmesi yani fıkhî bir dille başlayıp felsefî ve daha sonra da tasavvufî bir dile geçmesi onun fikri bir dönüşüm içinde olduğunu gösterir

Aynü’l-Kudât’ın, fikrî ve itikadî buhranların içine düşmüştü  Bu fikrî ve itikadî buhranlardan kurtulmak ve maksadına erişebilmek için kelâmî kitapları okumaya başladı  Bu ilimde okumalarını sürdürdü  Fakat kelâmda elde ettiği bu derinlemesine bilgi onu buhranlardan yine kurtarmamıştı  Aksine iyice yolunu kaybetmişti  Aynü’l-Kudât, İmam Gazzâlî’nin eserlerini dört sene okur ve mütalaa eder  Gazzâlî’nin eserleri Aynü’l-Kudât’ın’ın buhranlardan kurtulmasını sağlar  Bu kitapları mütalaa esnasında anlatamayacağı bir takım haller de yaşadığını söyler  Bu dört senenin sonunda maksadına ulaştığını zanneder  Fakat ikinci kısa bir buhran dönemi daha yaşar  Bu minval üzerindeyken Ahmed Gazzâlî’nin Hemedân’a gelmesi Aynü’l-Kudât’ın için adeta bir dönüm noktası olur  Ahmed Gazzâlî ile yaklaşık yirmi gün görüşür  Bu buluşma ile Aynü’l-Kudât’ında hakîkat perdeleri açılır  Artık bütün şüphelerden kurtulur  Hakîkat’in inceliklerine vakıf olur [58] Aynü’l-Kudât’ın daha sonra da Ahmed Gazzâlî ile beş yıl boyunca mektuplaştı  Ahmed Gazâli bazı vakitlerde Hemedân’a gidip Aynü’l-Kudât’ın’la ilişkisini devam ettirmiştir  [59] Mektuplarında da Ahmed Gazzâlî’ye “efendim, rehberim ve sultanım” diye hitap ederek ona olan bağlılığını ifâde etmiştir

Aynü’l-Kudât lakabından da anlaşılacağı üzere kadıların gözbebeğiydi  İlminin derinliği ve bu işte yetenekli olması dolayısıyla bu ismin kendisine verildiği anlaşılmaktadır  Günlük hayatını nasıl yaşadığını, nelerle meşgul olduğunu, kadılık sürecini tam olarak ayrıntılı bilmesek de onun mektuplarında hayatına ilişkin bir takım işaretler bulabiliyoruz  Aynü’l-Kudât ilminin derinliği ve zekâsının keskin olması hasebiyle erken yaşlarda kadı olmuştur  Anlaşıldığı kadarıyla, tutuklanıp Bağdat’a götürülmesini saymazsak Hemedân’dan dışarı çıkmamış ve hayatını burada kadılık yaparak geçirmiştir

Aynü’l-Kudât kadılıkla uğraşmasının yanında ilim ve sûfî meclislerine katılırdı  Bu meclislerde raks ettiğini söyler  Bu meclislerin bir günde altı yedi farklı meclisler olduğunu ve bunlara iştirak ettiğini ifâde eder  Bunun yanında Aynü’l- Kudât yazma faaliyetlerini de bir yandan sürdürmekteydi  Günde dört beş makale veya mektup yazdığı bunların her birinin de yetmiş satıra yakın olduğu oluyordu  Mektuplarında, yazdığı mektubu hangi vakitte yazdığını birçok kez ifâde eder  Bazılarını ikindi vaktinden sonra, bazılarını sabaha yakın, bazılarını da Ebu’l Fecr’in evinde yazdığını söyler [60]

Tasavvuf yoluna girerek Ahmed Gazzâli’ye intisap ettikten sonra, bihassa kelamî ve itikadı konulardaki fikirlerini pervasızca ortaya koyması, devrin mutaassıp kelam ve fıkıh âlimleri’nin ondan şüphelenmelerine ve neticede bazı delil ve iddialar ileri sürerek onu zındıklıkla suçlamalarına ve tekfir etmelerine sebep oldu  Aleyhindeki iddia ve ithamlara aldırış etmeyen Aynü’l-Kudât, bütün bunları devrindeki cahil Fakîh ve kelamcıların saçmalığı olarak kabul eder ve onların yaptıkları kötülükleri görmezlikten gelemeyeceğini söyler  Çok sevdiği Hallac-ı Mansur’un katline sebep olan şathiyeleri çeşitli şekillerde tefsir ve te’vil etmesi aleyhinde faaliyet gösteren geniş bir zümrenin oluşmasına zemin hazırlamıştır  Bununla beraber olağanüstü tesirli hitabeti sayesinde aralarında Azîzüddîn-i Müstevfî gibi devlet adamlarının da bulunduğu çok sayıda mürid edinmiştir [61]

Vefatı

Aynü’l-Kudât’ın’ın erken yaşta şehit edilmesi siyasetle olan ilişkileri nedeniyle olacaktır  Daha öncede söylediğimiz gibi Aynü’l-Kudât’ın müridi sayılan Azîzüddîn Müstevfî’nin kendisini çekemeyen Selçuklu döneminin önemlibürokratlarından Dergezînî tarafından çeşitli siyasi hesaplaşmalar yüzünden tutuklanmasıyla Aynü’l-Kudât için de acılı günler başlamıştır

Azîzüddîn-i Müstevfî II  Mahmud’un hâzineden sorumlu veziriydi  Müstevfî, Aynü’l-Kudât’ın yakın dostu olup ona çok bağlıydı  Aynü’l-Kudât’ın da şöhreti ve nüfuzu gittikçe artmaktaydı  Aynü’l-Kudât’m şöhretinin artması ve Müstevfî ile ilişkilerinin son derece iyi olması Hemedân sarayında bulunan Müstevfî’nin rakibi olanKıvâmüddin Dergezînî’yi korkutuyordu  Bundan dolayı Dergezînî bir şekilde siyasi rakibini bertaraf etmek için fırsatlar kolluyordu  Dergezînî bu fırsatı Sultan Sencer ve II  Mahmud’un arasında çıkan finansal bir kriz nedeniyle yakalayacaktır [62]

Sultan Sencer, yeğeni Mahmud ile olan politik hesaplar nedeniyle kızı Mahmâlik Hâtunu Mahmud ile evlendirir  Sencer kızının peşine de yüklü çeyiz verir  Mahmud’un Mahmâlik Hâtun’dan bir erkek çocuğu olur ve Mahmâlik Hâtun vefat eder  Sencer yine bir takım politik hesap nedeniyle ikinci kızını da Mahmud ile evlendirir  Fakat Sencer, ilk kızının için peşin verdiği yüklü miktardaki çeyizini Mahmud’dan geri ister  Mahmud bu paraları geri veremez çünkü bu paralar bir şekilde kullanılmıştır  Hâzineden sorumlu olan Müstevfî de tabi bu paraların çarçur edildiğini bilir  Tam bu sırada Dergezînî devreye girer ve işin suçlusunun zorunlu olarak hazine işlerinden sorumlu olan Müstevfî olacağını söyler  Böylece Müstevfî tutuklanarak hapsedilir [63]

Müstevfî’nin tutuklanmasıyla Aynü’l-Kudât için o korkunç süreç başlar  Dergezînî, Müstevfî’ye olan kin ve nefreti ve düşmanımın dostu düşmanımdır mantığıyla hareket ederek Aynü’l-Kudât’ı da bir şekilde ortadan kaldırmaya uğraşır  Fakat Aynü’l-Kudât’ı siyaset üzerinden değil de din üzerinde yargılamayı düşünür ve bunu da başaracaktır  Çünkü Aynü’l-Kudât, Dergezînî’nin işini kolaylaştıracak sözler söylüyor, Mansur Hallac’ın ve Bayezıd-ı Bistâmî’nin sözlerini savunuyor ve onların bu sözlerini çeşitli şekillerde yorumluyor ve açıklamaya çalışıyordu

Tasavvuf ehli genellikle tasavvufun aşk, cezbe, sekr hallerini ön plana çıkardıkları için her dönemde onları eleştiren Fakîhler olmuştur  Aynü’l-Kudât ta bu eleştirin en şiddetlilerinden nasibini almıştır Degezînî de Fakîhlerin bu tutumunu görünce onlardan Aynü’l-Kudât’ın eserlerinden ilhadlığa mesnet olacak sözleri çıkarmalarını ister  BöyleceAynü’l-Kudât ilhadlıkla itham edilir  Dergezînî durumu Sultan Mahmud’a iletir ve tutuklanması için ondan izin alır  Aynü’l-Kudât tutuklanarak Dergezînî tarafından Bağdat’a gönderilip hapse attırılır  Aynü’l-Kudât bir müddet Bağdat ta hapishanede tutulur  Burada kendine yapılan ithamlara cevap vermek için “Şekva ’l-Garîb i yazar ve kendisini suçlayan âlimlere gönderir  Fakat bu yazdıkları işe yaramaz ve Dergezînî tarafından Hemedân’a geri götürülerek burada 525 yılında 7 Cemâdiyelâhir/16 Mayıs1131 gecesi yakılarak öldürülür  Cesedi medresenin kapısında birkaç gün asılı tutulur [64]

Aynü’l-Kudât, mutaassıp İslam anlayışına şiddetle karşı çıkmıştır.  Özellikle kendi döneminde yaşayan mutaassıp âlimler ve onların takipçileri ile çok uğraşmıştır

Onun bu tutumu kendisine nefretle bakmalarına zemin hazırlamıştır  Onun bu anlayışa karşı başkaldırısı o zamanki âlimler ile halkın arasında da bir çekişmeye sebep olmuştur  Bütün bu olanlardan sonra Aynü’l-Kudât başına bir şeylerin geleceğini hissetmiş olacak ki, bir mektubunda şöyle söylemiştir:

   Ve bir başka sarhoş kesim geldi, zunnar bağladılar ve sarhoşluk lafları etmeye başladılar  Kimilerini öldürdüler ve kimilerini de onun gayretine müptela kıldılar  Nitekim bu biçareye olan olacak  Fakat ne zaman olacağını bilmiyorum  Henüz uzaktır    

Ey azîz, günler böyle çetin yakıcı geçiyor  Kendi varlığımdan bile endişe içindeyim ve inleyip yanmaktayım  Başka faydası olacak bir şey yok [65] [66]

İsfehânî,Harîdetu’l-Kasr ve Cerîdetu Ehli’l-‘Asr adlı eserinde Aynü’l- Kudât’tan bahsederken, onun zamanın en büyük velîsi olduğunu ve hatta abdâllardan olduğunu söyler  Tasavvuf ilmine olan vukûfiyetinden bahsettikten sonra zamanın âlimleri ve Fakîhleri tarafından kıskanıldığını ve ona karşı tuzaklar kurulduğunudile getirdikten sonra vefatı ile ilgi şu çarpıcı ifâdeleri kullanır:

Âlim kisvesine bürünenler onu kıskandılar ve telif ettiği kitaplardan bazı alıntılar yapıp işlerine geldiği gibi yorumladılar  Ona bu ifâdelerden kastını sormadan hükümlerini verdiler  Zaman’ın zalim ve acımasız veziri onu Bağdat’a sürgüne gönderir ve zindana attırır  Maksadı kanının akıtılması için oradaki âlimlerden fetvâ koparmaktır  Orada istediğini aldı ve onu tekrar Hemedân’a getirilmesi için emir verir  O’nun yanında bulunan yardımcıları da Hz  Isa’ya komplo yapan Yahudilere benziyorlardı  Fakat Allah (c. c )  ona ihanet eden kişiyi kendisine benzeterek Yahudilerin tuzağından kurtarmıştı  Hakîkat şu ki, vezir onu astırdı fakat kendisi de bir yıl sonra aynı âkibet’e uğradı 9

Yine Aynü’l-Kudât katledilmeden önce bir kâğıda öleceği günü yazar ve kâğıdı mühürletir  Dostlarına kâğıdı filan tarihte açmalarını söyler  Filan tarih dediği ölüm tarihiyle aynı güne gelir ve kâğıtta ölümüne işaret eden şu şiiri yazar:

“Biz şahadetten gelen ölümü dua ile istedik

Üç değersiz şeyi de

Dostun elinden gelse bile

Biz ateş, neft ve kamış istedik  [67]

Aynü’l-Kudât asılmak için darağacına götürünce dudaklarında şu âyet-i kerîme dökülüyordu:

“Zulmedenler de nasıl bir inkılâp ile döndürüleceklerini (devrileceklerini) bileceklerdir  [68]

Aynü’l-Kudât’ın Hocaları

Aynü’l-Kudât daha gençliğinde ileri derecede bir ilme sahipti  Nitekim daha otuz yaşına varmadan kadı oluşu buna delildir  Bu onun çok yüksek istidâtlara sahip olduğunu ve dönemin önemli âlimlerinden dersler almış olduğunu gösterir  Beyhâkî, Mecmû’u’l-Edeb adlı eserinde Ömer Hayyâm, Ahmed Gâzzâlî ve Muhammed b  Hamaveyh’i Aynü’l-Kudât’ın üstâdları arasında sayar  [69] Aynü’l-Kudât, Ömer Hayyâm ve Muhammed b  Hamaveyh’ten kelâm, matematik, astronomi, felsefe ve edebiyat dersleri okumuştur  Bunların dışında kendi eserlerinde bahsettiği şeyhleri Şeyh Bereke ve Muhammed Ma’şûk ve Ahmed Gazzâlî’den de manevî ilimler almıştır

Aynü’l-Kudât, İmam Gazzâlî, kardeşi Ahmed Gazzâlî ve Muhammed Hameveyh’i ilm-i zâhir ve ilm-i bâtını bilenler olarak zikreder [70] Şeyh Bereke ve Ahmed Gazzâlî, Aynü’l-Kudât’ın hayatında çok önemli bir konuma sahiptirler  Çünkü Aynü’l-Kudât’ın hakîkat ilmini elde etmesinde rol oynayan kişilerdir  İmam Gazzâlî’nin de Aynü’l-Kudât’ın fikri oluşumunda önemli katkıları olmuştur  Fakat Aynü’l-Kudât, İmam Gazzâlî’ye yetişememiştir  Ahmed Gazzâlî ve Bereke’nin dışında Muhammed Ma’şûk ve Şeyh Fethâ’dan da istifâde etmiş ve onların sohbetlerine katılmıştır  Şimdi bunların hayatlarına ve Aynü’l-Kudât’ın hayatındaki yerlerine kısaca bakalım

Ahmed Gazzâlî

Ahmed Gazzâlî, kardeşi MuhammedGazzâlî’den birkaç sene sonra Tûs’ta doğdu  Ahmed Gazzâlî’nin babası fakr ehli ve derviş biriydi Çocuklarının iyi yetişmesi ve vâiz olmalarını isterdi  Ahmed Gazzâlî, babasının arzu ettiği şekilde vâiz oldu  İmam Gazzâlî, Gîylân ve Nişâbûr’a ilim tahsili için gider  Ahmed Gazzâlî ise memleketinde gördüğü eğitimden sonra sûfî meclisleri ve derviş halkalarına katılır  Şeyh Ebu Bekr en-Nessâc’ın hizmetine girer  Hayatının büyük bir kısmını dolaşarak geçirmiş ve gittiği yerlerde vaazlar vermiştir  İmam Gazâli’nin aksine o uzlet ve halveti seçer  İmam Gazzâlî’ye halvete girmesini sürekli tavsiye ederdi  Sonra İmam Gazzâlî’nin “el-Munkızu mine’d-Dalâl adlı eserinde de belirttiği gibi medrese hayatını bırakıp uzlete girer  İmam Gazzâlî Bağdat’ta medreseden ayrıldıktan sonra Ahmed Gazzâlî Bağdat’ta onun yerine bir süreliğine ders verir  Ahmed Gazzâli Bağdat’tan ayrıldıktın sonra yine halvete çekilmiş ve camilerde halka vaaz vermeye devam etmiştir  Vaazlarında alışıldık anlayışının dışında bazı düşünceleri serdetmesi neticesinde tepki ve eleştirileri üzerine çekmiştir  Özellikle Yusuf Hemedânî ve İbnü’l-Cevzî, Ahmed Gazzâlî’ye çok sert eleştiriler yöneltmişlerdir  Bunun ötesinde Ahmed Gazzâlî’nin söylediklerinin saçma olduğunu söylemişlerdir  Ahmed Gazzâlî Rey, Hemedân, Kazvîn ve Bağdat arasında dolaşmış ve en sonunda Kazvîn’de 520/1126’da vefat etmiştir [71]

Ahmed Gazzâlî, İran’ın kuzeydoğusunda ortaya çıkan “sekr”, “aşk”,“vecd” ve “kalenderlik” olarak ifâde edilen tasavvuf anlayışın

temsilcilerindendir Kendisinden önce Hallâc, Bayezid-iBistâmî, Şiblî ve Deylemî gibi tasavvufta aşkmeşrebini seçmiş kişilerin takipçisiydi [72]Bu meşrebe Horasan erenleri de denir  Bu tasavvuf anlayışına fütüvvet ve kalenderlik anlayışı da girmiş, his ve heyecandanbeslenen bir tutuma ağırlık veren bir anlayışa bürünmüştür [73]

Ahmed Gazzâlî’ye kadar “aşk” konusu sistematik olarak ele alınmamış ve o döneme kadar aşk entelektüel seviyede veya sadece Allah’a olan aşk olarak işlenmiştir  İlk defa Ahmed Gazzâlî“aşk” meselesini Sevânihu’l-Uşşâk adlı eserle sistematik ve metafizikselolarak ele alır  Bu eser, âşıkların kalplerindeki sırlar ve aralarındaki gizli konuşmaların düz yazıya dökülmüş şeklidir  [74]Ahmed Gazzâlî’de aşk, âşık ile ma’şûk arasında karşılıklı bir ilişkidir  Aşk, ikisi arasında bir sırdır ve onlar birbirini karşılıklı olarak seyretmektedirler [75]

Âlemde olan her şeyi “aşk” ile açıklayan Ahmed Gazzâlî, ilahi güzelliklerin“gözle görülen güzeller” şeklinde tecelli ettiğine inanır  Bu konudaki düşünceleri onu, Hallâc’tan itibaren çeşitli şekillerde kendini gösteren İblis’i mazur hatta haklı görme fikrine götürmüştür  O, İblisin Âdem’e secde etmemesini ebedî bedbahtlığı göze alarak yüce mâşuku Allah (c. c ) ’tan başkasına secde etmeme şeklinde açıklar  Onun anlayışına göre İblis, Allah (c. c ) ’a o kadar büyük bir aşkla bağlı idi ki, cehennemde ebedî olarak azap görme pahasına olsa bile, O’ndan başkasına secde etmedi ve gerçek bir muvahhid olduğunu böylece gösterdi  Sevânih adlı eserinde “İblisteki aşkın konusu, sıfatları yüce olan maşuktur’ diyen Ahmed Gazzâlî’nin “İblisten tevhiddersi almayan zındıktır ’’ dediği nakledilir [76]

Ahmed Gazzâlî’nin bu tasavvuf anlayışı ve Sevânih adlı eseri kendisinden sonra müridi Aynü’l-Kudât, Senâî, Ruzbihân Baklî, F  Attâr ve Fahreddin İrâkî’yi etkilemiş[77], Mevlânâ ve İbn Farîz’de zirveye çıkmıştır  Ahmed Gazzâlî’nin en iyi savunucusu Aynü’l-Kudât’dır diyebiliriz  Aynü’l-Kudât’ın özellikle “Temhîdât adlı eserinde şeyhi Ahmed Gazzâlî’nin etkileri büyük oranda görülür  Sevânih zor bir metin olduğundan Temhîdat kadar okunmamış ve meşhur olmamıştır  Ahmed GazzâlîSevânih’i birkaç dostunun isteğiyle yazdığını ve bu kitapta yazılanları ancak aşk ehli olanların anlayabileceğini vurgular  Fakat Temhîdât halkın okuyup anlayabileceği rahat bir kitaptır

Aynü’l-Kudât’ın hayatında Ahmed Gazzâlî’nin çok önemli bir yeri vardır  Çünkü daha önce de belirttiğimiz gibi kendisi buhranlar geçirdiği dönemde Hemedân’da Ahmed Gazzâlî ile karşılaşır ve onunla görüştüğü bu yirmi gün gibi kısa bir zaman dilimi kalbindeki manevi perdelerin kalkması için yeterli olmuştur  Daha sonraları Aynü’l-Kudât yine hocası ile görüşmeye devam etmiş ve vefat edinceye kadar da birbirleriyle mektuplaşmışlardır  Aynü’l-Kudât böylece Ahmed Gazzâlî üzerinden “aşk”ı ve “heyecan”ı ön plana çıkaran bir tasavvuf anlayışına bağlanmış oldu

Şeyh Bereke Hemedânî

Aynü’l-Kudât’ın önemli şeyhlerinden biri olan Şeyh Bereke hakkında tezkirelerde bilgilere yer verilmemiştir  Hakkında bilgi veren kaynaklar da Aynü’l- Kudâtın eserlerinde verdiği bilgilerden daha fazla bir bilgi verilmez  Mesela Molla Câmî Nefehâtü’l-Üns’de Aynü’l-Kudât’ın verdiği bilgilerin ötesinde bir şey aktarmaz [78]

Şeyh Bereke Hemedân’da yaşamıştır  Aynü’l-Kudât eserlerinde ondan çokça bahseder  Fakat doğum ve ölümü hakkında kesin bir bilgi vermez  Yaklaşık 520/1127-524/1130 yılları arasında vefat ettiği anlaşılıyor [79] Aynü’l-Kudât520/1127 yılında yazdığı bir mektubunda Bereke’nin seksen yıldır seyrü sülük içinde olduğunu söyler  Pûrcevâdîburadan hareketle Bereke’nin yaklaşık 480/1088 yılında dünyaya geldiğini söyler [80]

Aynü’l-Kudât onun yirmi yaşından önce yüce makamlara ulaştığını ve daha sonrasında seksen yıl sülûk ettiği haberini vermiştir  [81]Buradan yola çıkarak biz onun çok küçük yaşlarda tasavvufa girdiğini söyleyebiliriz

Aynü’l-Kudât, Şeyh Bereke’nin Fâtihâ ve bir kaç sûrenin dışında Kur’an’dan bir şey bilmediğini aktarır  Hatta onun okuma yazma bilmeyen bir ümmî olduğunu söyler  Fakat onun Kur’an’ı en iyi bilenlerden olduğunu ve kendisinin dahi Kur’an’ı ondan öğrendiğini ve bunun tefsir yolu ile değil ona hizmet etme yoluyla olduğunu bildirmiştir [82] Burada Kur’ân’ı asıl bilenlerin ve Kur’ân ehli olanların onun zâhirî manasını değil de bâtınî manasını bilenler olduğunu vurgular Peygamber Efendimiz(salla’llâhü aleyhi ve sellem)  zamanında müşrikler de Arapça bildikleri halde Kur’ân’ın bâtınî manasını idrâk edemediler  Hz Peygamber Efendimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ’e zâhirî olarak yaklaştılar ve küfredenlerden oldular  Oysa bazı sahabîler birkaç sûre bildikleri halde Kur’ân’ın hakîkî anlamına vâkıf oldular [83]Aynü’l-Kudât Kurân’ın bâtınî manasının idrâk edilmesinin tefsir ilimlerini okuyarak değil de hizmet edilerek olabileceğini dile getirir  Ve kendisinin de Bereke’nin yanında kaldığını onun maneviyâtından istifâde ettiğini söyler

“Yedi seneden az veya çok Bereke ’nin yanında kaldım  Bu zaman zarfında ondan uzaklaşmaya gönlüm varmadı ’’[84]

Aynü’l-Kudât’ın gençlik yıllarında Şeyh Bereke yaşlı idi  Aynü’l-Kudât onunla tam anlamıyla şeyh-mürid ilişki içerisinde olmamıştır Aynü’l-Kudât, Bereke’den kurb makamında bir yakınlık kuramadı  Kendisi bunun iki sebebinden bahseder  Biri Aynü’l-Kudât’ın genç olması ve diğeri de ona bağlanmayı engelleyecek kadar Bereke’nin yaşlı olmasıydı [85]Yinede Aynü’l-Kudât onun yanma sık sık gider, onun manevî atmosferinden istifâde ederdi  Nitekim Zübdetü’l-Hakâîk adlı eserini yirmi dört yaşında onun yanında onun manevî ilhâmı altında üç veya dört gün gibi kısa bir süre içerisinde yazdığını dile getirir [86]

Aynü’l-Kudât mektupların daha başka birçok yerinde Şeyh Bereke’den bahseder  Bazen muhatabının selamını Bereke’ye ilettiğini söyler  [87] Bazen de kendisinin selamını Bereke’ye iletmesini muhatabından ister [88] Aynü’l-Kudât, Şeyh Bereke’ye aşırı bağlıydı ve onun ölümü üzerine de iki ay dışarı çıkmadığını ve yazma işiyle uğraşmadığını, arkadaşlarının mektuplarına bile cevap vermediğini belirtir [89]

Muhammed b  Hamaveyh

Hamaveyh hakkında kaynaklardaki bilgi yok denecek kadar azdır  Abdurrahman CâmîNefehâtü’l-Üns ’ündeHamaveyhin, Ebu’l Hasan Bestî'nin talebelerinden olduğunu söyler  Onun hem zâhir ve hem de bâtın ilimlere sahip olduğunu dile getirir  Aynü'l-Kudât'ın bir mektubundan alıntı yaparak Onun şu sözlerini aktarır: “Hamaveyh İmam Ehu Hâmid Gazâli ve kardeşi Ahrned Gazzâlîgibi hem zâhir ve hemde bâtın ehlindendir İlimde ve ehl-i tarikte ne derece olduğunu bilmiyorum  Salevâtü't-Tâlibîn adlı tasavvufa dair bir kitabı vardır [90]

Aynü’l-Kudât’ın Eserleri

En verimli olacağı dönemde daha otuz üç yaşında idam edilen Aynü’l-Kudât, bu kısa ömrüne rağmen birçok eser yazmıştır  Bu eserlerin haricinde birkaç risâle kaleme almıştır  O daha çok erken yaşlarda yazma faaliyetlerine başlamıştı  Yazdığı eserlerden bazılarını Şekvâ’da zikreder [91]

Bazı risâleleri arkadaşlarının isteği üzerine yazmıştır  Bunların hâricinde dostlarıyla devamlı yazışıyordu  Bu mektuplar bize onun düşünce yapısı ile ilgili önemli fikirler vermektedir  Yine Şekvâ’da bildirdiği kadarıyla onun her biri on ciltten oluşan hacimli iki eser yazmayı planlamıştı [92] Belki ömrü vefa etseydi birçok eser ortaya koyacaktı

Üzülerek belirtmeliyiz ki, yazdığı risâlelerin birçoğu günümüze ulaşmamıştır  Günümüze sadece dört eseri ulaşabilmiştir  Birde kendisine atfedilen eserler vardır  Her ne kadar kendisine nispet edildiyse dahi bu eserlerin kendinine âit olduğu kesinlik kazanmamıştır Onun için bizler eserlerinin tanıtıldığı bu bölümde eserlerini kendisine âit olanlar ve kendisine nispet edilenler olmak üzere iki gurupta ele almayı uygun gördük  Şimdi bu eserlerin tanıtımına geçelim

Kendisine Ait Eserler

Zübdetü’l-Hakâik

Aynü’l-Kudât’ın yirmi dört yaşında yazdığı [93] [94] bu eser günümüze kadar ulaşan eserlerinin en tanınmışı olup, tam adı Zübdetü’l-Hakâik fi Keşfi ’d-Dekâik’ tir  Aynü’l-Kudât bu eserin hemen girişinde bu eseri yazma gayesini ve amacını dile getirmiştir

Bu eserin giriş kısmında da ifâde edildiği gibi bu dönemde Aynü’l- Kudât buhranlar yaşıyordu  Bu buhranları gidermek için kendini derin okumalara ve ilmî çalışmalara vermişti  Bu okumalar onu buhranlardan uzaklaştırmamıştı  Bunun üzerine İmam Gazzâlî’nin eserlerini okumaya başladı  Ruhen ve zihnen bir dönüşüm geçirdiği dönemlerde arkadaşları ondan inancın temel prensipleri hakkında yazı yazmasını istiyordu  O ise kendisini hem ilim tahsiline vermişti, hem de zihnini kurcalayan problemlerle uğraşıyordu  Bunun için kendisinde yazma gücünü bulamıyordu  Bunu şöyle ifâde ediyordu: “Kalbim kıyısı olmayan dalgalı deniz gibiydi, tüm başlangıçlar ve sonlar orada boğulmuştu ”11 Arkadaşlarından biri ona kendileri için bir risâle yazması gerektiğini ve bunun artık kaçınılmaz ve bundan başka bir umutlarının kalmadığını söyleyince, nihayet arkadaşları ve havas için bir risâle yazmaya kara verir ve kısa zaman zarfı içinde Zübde ’yi yazar [95]

Aslında Aynü’l-KudâtZübdetü’l-Hakâik’te, daha önce kaleme aldığı Gâye isimli eserinde ele aldığı konuları işlemiştir  Bunlar Allah’ın zâtı, nübüvvet ve ahiret konularıdır  Fakat Gâye ’den farklı olarak bu konuları Zübde’de yüz fasıla yaymıştır  Ayrıca Gâye’deki yazma metodunun aklî ve felsefi olduğunu ve ilmel yakîn ilim ehli için yazdığını Zübde’de ise aynı konuları işlediğini fakat buradaki dilin daha özel, aklî açılımların kendilerine yeterli olmayan kimseler için yazdığını ve burada yazdıklarının bu kimseleri hakke’l-yakîne götüreceğini söyler [96] Buradan Aynü’l- Kudât’ın ilk yazdığı risâleler de kullandığı dil ile Zübde’de kullandığı dil tamamen birbirinden farklıdır  Örneğin ilk yazdığı eser olan el-Alâiyye daha çok halkın anlayacağı bir dille, sonraki eser Gâye ise ilim ehlinin anlayabileceği felsefî ve aklî bir dille yazılmış, Zühde ’de ise aklî alan bırakılıp akıl ötesi bir alana geçilmiştir [97]

Bu eserinde Aynü’l-Kudât, Allah (c. c ) ’ınZâtı ve Sıfatları, yine Allah (c. c ) ’ın Esmâsı ile Sıfatları arasındaki fark, insan aklının Allah(c. c ) ’ın varlığını bilmede yetersiz kaldığı, Allah (c. c ) ’ın ilim sıfatının enginliği ve sınırsızlığı, Allah (c. c ) ’ın cüz’iyyâtı bilmesi, nübüvvet ve velâyetin hakîkatleri, akıl, basiret, aşk ve ahretin hakîkati gibi konulardan bahseder  Öncelikle kelâm ve felsefenin görüşlerini anlattıktan sonra bunların hakîkatlerini anlamak için aklî delillerinin yeterli olmadığını bunun ancak akıl ötesi bir idrâk ile mümkün olacağını söyler

Özet bir metin olan Zübde’de Aynü’l-Kudât, felsefenin aklî eğilimlerinin hâkimiyetine karşı Dini-sevgisel bilgi anlayışının mükemmel ve ayrıntılı bir şekilde tanzîm edilmesinden ibarettir  İslam’ın temel inanç esasları ile ilgili yazmış olduğu son kitabı olduğu için Zübde, yazarının teorik cesaretinin ve yaratıcı hayal gücünün tarihî şahididir  Zübde, sadece kendi zamanında geliştirilen felsefî ve fıkhî geleneklere dâhice tanıklık etmekle kalmıyor, aynı zamanda ve daha da önemlisi nazarî görüşlerini formülleştirirken sergilediği eşsiz analiz kapasitesine de tanıklık etmektedir  Gerçekten de Zübde, ‘’anlamada’’ fenomenolojik duyarlık diyebileceğimiz yeni bir bakış açısı getiren, radikal ve farklı bir bilgi anlayışı lehine devrimci bir manifestodur [98]

Zübdetü’l-Hakâik’in nüshaları Tahran Üniversitesi Kütüphanesi (nr  1047 ve 1048), Kahire’de Mecâmî’-i Tal’a ve Timur kütüphanesi (nr  175), Berlin Kütüphanesi(nr  1728) ve İstanbul Süleymaniye Kütüphanesinde (Cârullah, nr  2078), Şehit Ali Paşa (2801)’da bulunmaktadır

Süleymaniye kütüphanesinde Zübdetü’l-Hakâik'in tercümeleri gözükmektedir  Fakat bu tercümeler Zübdetü’l-Hakâik tercümesi olmayıp Aynü’l- Kudât’in diğer kitabıTemhîdât’ın tercümeleridir  Aynü’l-KudâtZühde'yi Arapça olarak yazmıştır  Temhîdât'ı da Farsça olarak yazınca Temhîdât, Zübde'nin Farsça tercümesi zannedilmiştir  Bundan dolayı Süleymaniye Kütüphanelerindeki Temhîdâttercümelerinin kayıtları Zübdetü’l-Hakâik diye geçer [99]

Temhîdât

Aynü’l-Kudât Temhîdât adlı eserini ömrünün sonlarına doğru farsça olarak yazmıştır  Aynü’l-Kudât zindan’da yazdığı ve bizimde ileriki bölümlerde tahlîlini yapacağımız Şekva’l-Garîb adlı savunmasında belli başlı eserlerini sıralarken Temhîdât’ı zikretmez  Afif Useyrân ve Zerrinkûb gibi araştırmacılar, onun kendini itham edenlere daha fazla malzeme vermemek için böyle davrandığını söylerler  Hâmid Debâşî bu fikirde değildir  Debâşî, Aynülkdât’ın eseri zikretmemesinin sebebi olarak onun Temhîdât’ı bir kitap formatında görmemesidir [100]Aynü’l-Kudât bu eseri zikretmeyince Temhîdât diğer eseri Zübde’nin tercümesi olarak görülmüştür  Hâlbuki bu eser Zübde’den sonra kaleme alınmıştır  Bu eserinde Muhammed Gazzâlî’nin, kardeşi Ahmed Gazzâlî’nin ve İbn Sînâ gibi büyük düşünür ve sûfîlerin etkileri görülür  Özellikle şeyhi Ahmed Gazzâlî’nin aşk üzerine yazdığı Sevânihu’l-Uşşâk adlı eserinin etkisi açıktır  Ahmed Gazzâlî’nin bu eseri çok remizli ve anlaşılması zor olduğundan halk tarafından okunmamıştır  Fakat Temhîdat daha anlaşılır olduğunda gerekli ilgiyi görmüş ve okunmuştur

Temhîdât on temhîdden oluşur  Burada ilim, ilham, sülük, insan fıtratı, mârifet, İslam’ın beş şartı, aşk, ruh ve kalp, iman, küfür, semâ-arz, Ahmed- İblîs gibi konular işlenir  Bunun yanında yine Şekvâ’da kendisinden bahsedilmeyen diğer bir eser Mektûbât ile uslup noktasında aynîlik kazanır  Bu ortak özellikler ise şunlardır:

Tahkiye bakımında aynıdırlar  Yani Temhîdât'ın bölümleri, neredeyse tamamen Mektûbât ’m “mektuplar” ına benzemektedir

Her ikisi de kitap biçiminde değildir  Yani her iki eserde yer alan “bölümler” ya da “mektuplar”dan her birinin bağımsız birer eser olarak okunması mümkündür

Her iki eserde İslam’da hakîkatın metafiziksel bir söylemle anlatımına hakim olan tahkiyeden radikal bir biçimde ayrılmakta ve sürekli bir şekilde bağımsız,bireysel ve özerk başka bir şeye indirgenemeyen ve kendisinin bilincinde olan bir üslup ve metod aramaktadır [101]

Temhîdâtın bir anlamda, farklı bir ifade içinde Zübde gibi çok geniş ve şiirsel olduğu varsayımı yanlış bir görüştür  Temel tahkiye stratejileri itibariyle hem Temhîdâtve hem de Mektûbât,Zübde den temelde farklıdırlar

Temhîdât’ın etkileri Osmanlı topraklarına kadar ulaşır ve XVI  y y ’da tercüme edilir  Fakat bu eser Temhîdât adı altında değilde Tercüme-i Zübdetü’l- Hakâik veya Tercüme-i Kenzü’l-Hakâik adı altında çevrilir  Muhtemelen daha öncede ifade ettiğimiz üzere Zübdetü’l-Hakâik adlı eser ile aynı zannedilmiştir  Ve bundan dolayı da çevirisi bu isimlerle olmuştur [102]

Temhîdât nüshaları Süleymaniye Kütüphanesi (Şehit Ali Paşa, nr  2703, Fatih nr  2626), Paris Milli Kütüphanesi (nr  36) , Tahran Üniversitesi (nr  1237) ve Tahran Milli Kütüphanesinde (nr  928) bulunmaktadır  [103] Çiştî şeyhlerinden Hintli Muhammed Gîsûdırâz tarafından tercüme ve şerh edilmiştir/ŞerA-i Temhîdât, nşr  Hâfız Seyyid Atâ Hüseyin, Haydarâbad, 1324/1906)  Gîsûdırâz’ın bu tercümesi ve şerhini Bîcâpûrlu Mîrân Hüseyn Şah (ö  1669) Urduca’ya tercüme etmiştir  Temhîdât Gîsûdırâz şerhiyle birlikte İran’da Afif Useyran tarafından tahkik edilip basılmıştır  Christiane Tortel ise Temhîdât'ı 1992 yılında Fransızcaya çevirmiştir [104]

Mektûbât

517/1123 ve 525/1130 tarihleri arasında Aynü’l-Kudât sayısını kesin olarak bilemediğimiz birçok mektup yazmıştır Temhîdât’ın bir yerinde o, arkadaşlarına ve tanıdıklarına çok sayıda mektup yazdığını söylemektedir  Ayrıca Şeyh’i Amed Gazzâlî ile de mektuplaşmıştır  Nasrullah Pûrcevâdî de bu ikisi arasındaki mektupların tenkitli basımını yapmıştır [105]

Bu eserdeki mektuplarda izlediği tahkiye stratejileri diğer eserlerin den çok farklıdır ve bunların kendilerine özgü bir hitabetleri vardır  Bu mektuplar Aynü’l- Kudât’ın şahsi ve cemiyet içindeki hayatına dair bir takım anlayışlar içerirken, temelde bunlar belli başlı konuları ele alan kısa risâlelerdir  Aynü’l-Kudât bir konuyu özellikle seçmekte ve bununla alakalı, sadece bir tane değil bir dizi mektup kaleme almaktadır  Ayrıca bu mektuplarda, sadık ve faal iki arkadaşı olan Kâmilü’d-Devle ve Azîz el-Müstevfî gibi tarihi şahsiyetlerden de bahsetmektedir  Ancak bu durum, söz konusu tarihi şahsiyetlerin bu mektupların yegâne konusu olduğu anlamına gelmez[106] Bilakis bu mektuplarda felsefe, kelâm ve tasavvufla ilgili birçok konu işler  Bazen bir konuyu ele alır ve onu birkaç mektupta uzun uzun işler  Namaz ve namazdaki niyetin namazın şartından veya rükünlerinden olup olmadığı, kudret ve irade, mârifet, zâtullah, isim ve sıfatlar, aşk, İblis, tevhîd, nübüvvet, pirin gerekliliği gibi konuları mektuplarında işlemektedir [107]

Aynü’l-Kudât, mektuplarında uzun ve zengin ve farklı entelektüel faaliyetlerin tarihinde sıra dışı bir Müslüman ilim adamı olarak ulaşabildiği başka örneklere benzemeyen bir tahkiye üslûbu oluşturmayı başarmıştır  Bu mektupların en başta gelen tahkiye özelliği, şahsi mektupların tercih edilmiş retorik seçkiler olmalarıdır  Bunlar çok özel içeriklere sahip olan mektuplar olup, miras olarak devraldığı tüm bilgi birikiminden bahseden ve bunu haklı kılan bir anonimlik metafiziğine meydan okur ve onu tahrip eder [108]

Hiç şüphesiz mektup yazmak, İslâmî gelenekte ya da İran entelektüel geleneğindeyeni bir durum değildir  Bu tür bir anlatım üslûbuna hem önceki dönemlerde ve hem de daha sonraki dönemlerde rastlamaktayız  Aynü’l-Kudât kuşağının meşhur entelektüellerinden Ebu Hâmid Muhammed Gazzâlî’nin kardeşi ve Aynü’l-Kudât’ın sık sık buluştuğu, hayran olduğu ve mektuplaştığı Ahmet Gazzâlî fiilen Aynü’l-Kudât’a mektuplar yazmıştır  Gerçekten de Mekâtibü’l-‘Urefâ cinsinden Ayn el-Kudat’ın mektupları ile aynı olan mektuplar vardır  Bizâtihi Ebu Hâmid el-Gazzâlî Selçuklu Beyleri’ne siyasi konularda ve devlet işlerinde onlara verdiği nasihatleri içeren birçok mektup yazmıştır  Ancak Aynü’l-Kudât’ın mektuplarında, diğerlerinde bulunmayan sadece ona özgü olan birtakım özellikler vardır  Mektuplarda kendi şahsi sesinin tedriciliği, aynı zamanda ısrarcılığı, öznelliğin, zamansallığın verdiği kendine güven ve tam bir bilinç, daha da önemlisi sesindeki tahkiye özelliği vardır  Ayn el-Kudat bilinçli olarak hikâyelerinde mevcuttur  Onun dışında başka birisi böylesine bir merkezi duruşu kabul etmez [109]

Aynü’l-Kudât’ın mektuplarında ben bilincinin önde olduğu anlatımlarındaki zamansallıkta merkezî olan unsur eşine ender rastlanacak bir biçimde kendi hareketi konusunda tamamen kararsız olmasıdır  Öyle ki tam da onun bu kararsızlığı içinde önüne tüm tahkiye faaliyetlerinin imkânı açılır  Aynü’l-Kudât kendi anlatma faaliyetinin zamansallğını hikâye üslûbunda ifşâ ederken, aslında tüm anlatma faaliyetlerinin zamansal gerçekliğini ifşâ etmiş olmaktadır  Böylelikle de, zaman dışılığın metafiziği gerisine gizlenmiş olan zamansal bir faaliyet olan tüm hakîkati anlatma faaliyetlerini açıklamış olmaktadır [110]

Aynü’l-Kudât’ın mektuplarına yedinci /onüçüncü asırdan başlayıp artarak devam eden ve aktif sûfilerin onu kendilerine mâletme çabası içerisinde olduklarını gösteren bir ilginin olduğunu görürüz  Yedinci /onüçüncü yüzyıl, Celâleddin-i Rûmî (ö  672/1273) ve İbn-i Arabî (ö  638/1240) gibi şahsiyetlerin yaşadığı ve mistik (tahayyül) düşüncenin zirvede olduğu bir yüzyıldır  Rûmî’den sonra, Türk mutasavvıfları arasında Aynü’l-Kudât’ın mektuplarına karşı yoğun bir ilginin olduğu görülmektedir

Aynü’l-Kudât’ın mektupları onüçüncü yüzyıldan başlayarak mecmuâ hâlinegetirilmeye başlanmıştır  Oluşturulan en eski mecmuâ da Tahran’daki Sipahsalar Kütüphanesinde (nr  3875) bulunan 1240 istinsah tarihli mecmuâdır  [111] Nüshaları Süleymaniye Kütüphanesi (Şehit Ali Paşa, nr  1418, Cârullah, nr  1100), Paris Milli Kütüphanesi (nr  35), British Muziem Kütüphanesi (nr  16823), Tahran Ünv  (nr  51-2-3) ve Tahran Milli Kütüphanesi’nde (nr  2177) bulunmaktadır  Süleymaniye Kütüphanesinde bulunan birçok nüsha tarihsiz olup bazılarında 127 mektup (Murad Buhari) gözükürken bazılarında 67 mektup (Carullah, nr  1100) gözükmektedir  Ali Nakî Münzevî ve Afîf Useryân tarafından

1969 yılında tenkitli neşri yapılmıştır [112] [113]

Şekva’l-Garîb

Belki ilk bakışta küçük bir risâle olarak algılansa da, Şekvâ bütün eserlerinin bir hülâsâsı ve özeti mahiyetindedir.  Bu risâlede tasavvufa dâir felsefi ve metafiziki okumalar ve yorumlar göze çarpar  O, bu eserinde kelâm ve felsefenin akli düzeye indirgemeci tavrının ötesine, rasyonel düşünmeden tamamen farklı bir alan olan akıl- ötesi alana geçerek İslam düşüncesini kendine hâs bir yorum tarzı ile ortaya koymaya çalışmıştır  Aynü’l-KudâtHemedânî, bu alana geçilmesini “infitâhu ‘ayni’l-basîra” (basiret gözünün açılması) veya “infitâh-u ‘ayni’l ma’rife”(marifet gözünün açılması) şeklide ifâde eder

Aynü’l-Kudât dönemin uleması tarafından kendisine yöneltilen ithamlar yüzünden tutuklanıp hapse atıldıktan sonra kendi düşüncelerini savunmak için bu eseri kaleme almıştır  Bu eseri Bağdat’ta hapishanede yazdığı sırada otuz üç yaşındaydı  Genç yaşında olmakla birlikte fikrî olgunluk bakımından o dönemde onu eleştiren ve kendisinin ifâdesi ile ancak bir mülhid için kullanılabilecek ifâdeleri kendisine yakıştıran zevat’tan daha ileride idi  Biz bu olgunluğu yazdığı risâlede fark edebiliyoruz  Fıkıh ulemâsının kendisine yönelttikleri suçlamalara iç burkan çetin itiraflarla cevap verir  Subkî bu savunma için: " Eğer bu eser taşa okunsa taş bile çatlardı  126, demiştir

Aynü’l-Kudât bu esri Arapça olarak kaleme alır  Eserin nüshaları Alman Tübinggen Kütüphanesi (nr  2076) ve Tahran Melik kütüphanesindedir (nr  4657)  Eserin ilk tahkik ve neşri uzun bir girişle Muhammed b Abdülcelîl tarafından 1930 yılında İran’da yapılmıştır, Celîl bu eseri notlandırarak Fransızca’ya tercüme etmiştir  Daha sonra Afif Useyrân Musannefât-ı Aynü’l-Kudât (Tahran, 1962) adlı eserin içinde neşretmiştir  Kasım Ensârî de eseri Farsça’ya Difâyyât-ı Aynü’l-Kudât (Tahran, 1961) diye tercüme etmiştir  A  J  Arberry ise İngilizce’ye A sûfîmartyr: the apologia of Ain al-Qudat al-Hamadhânî (London,1969) ismiyle çevirmiştir [114]

Tezimizin ikinci bölümünde hem bu eserin muhtevasından ve hem de Aynü’l- Kudât’ın itham edildiği konuların neler olduğundan bahsedeceğimiz için burada sözü daha fazla uzatmayacağız

Aynü’l-Kudât’ın yukarıda zikrettiğimiz ve kısaca tanıttığımız bu dört eserin haricinde günümüze ulaşmayan birçok risâlesi vardır Şekva’l-Garîb" te bu risâlelerin isimlerini zikretmekte ve bu risâlelerin genel manada muhtevalarından çok kısa bir şekilde bahsetmektedir  [115] Bununla beraber daha öncede ifâde ettiğimiz gibi tasarladığı halde proje aşamasında kalan ve yazılamayan iki önemli eseri bulunduğunu da hatırlatmak gerekir

er-Risâletü’l-Alâiyye

Aynü’l-Kudât’ın yazdığı ilk risâle özelliğini taşımaktadır  Yaklaşık olarak 512/1118 tarihinde kaleme almıştır  el-Alâiyye risâlesini, Müslüman fıkıhçıların fıkıh temelli anlatımlarını ifâde etmek için kullanılan “Selef-i Sâlihîn’in takip ettiği geleneksel tarzda” yazdığını, bir başka deyişle bu risâlede kelamın üç temel meselesi olan tevhid yada Allah (c. c ) ’ın birliği, İslam inancının ikinci dogması olan nübüvveti ve Müslüman inancının üçüncü temel ilkesi olan kıyamet konusunu fıkhî bir üslupla ele aldığını söylemektedir [116]

Aynü’l-Kudât’ın bize kadar ulaşmayan bu risâlenin tahmini olarak yeniden inşâ edilen içeriğinden çıkarılabilecek iki önemli sonuç şudur: Birincisi, Aynü’l- Kudât’ın ilgilendiği en temel meseleler İslam’ın üç doktrinal temeli idi: Bir olan Kâdir-i Mutlak olan Allah (c. c ) ’a iman (tevhid), Allah(c. c ) ’ın iradesini insanlara iletmek için peygamberlerin aracılığının gerekliliği (nübüvvet) ve insanların yaratıcıları ile karşılaştıkları ve dünyadaki işlerinden dolayı hesaba çekildikleri hüküm gününe (meâd) mutlak iman  İkincisi ise daha önce de değindiğimiz gibi kronolojik olarak Aynü’l-Kudât’ın elimizde mevcut olan ilk eseri Zübde, gerçekte İslamın temel doktrinlerini anlatma ile meşgul olurken yazdığı üç kitaptan sonuncusudur  O bu anlatım sürecine el-Alâiyyerisâlesinde fıkhî bir anlatım üslûbu ile başlamış ve Gâye’de aklî bir anlatım tekniği benimsemiş, nihayet ZübdGde Dini- sevgisel bir anlatım tarzını tercih etmiştir

Gayetü’l-Bahs ‘an Me’âni’l-Ba’s

Aynü’l-Kudât’ın henüz 21 yaşında iken Arapça olarak yazdığı bir risâledir  El-Alâiyye’den bir yıl sonra onun bir devamı niteliğindedir  Muhammed Gazzâlî’nin vefatından sekiz yıl sonrasına denk gelen bir tarihte kaleme alınmıştır  Gazzâli eserlerinin çoğunu h 5 /m 11  y y ’da yazmış olmasına karşın, onun âbidevî varlığı h 6 / m 12  y y ’da kendini göstermeye başlamıştır  Hakîkaten çağının entelektüel bir temsilcisi olarak Aynü’l-Kudât, Gazzâlî’yi büyük bir şevkle okuduğuna kendisi şahitlik etmektedir [117]

Kendisi Gaye’nin yazılışını Zübde'mn giriş kısmında anlatır  Arkadaşları’nın özellikle peygamberliğin ve gökleri ve yeri yaratan Allah (c. c ) ’ı niteleyen sıfatların hak olduğuna iman konusunu ele alan bir kitaba çok büyük ihtiyaçlarının olduğunu görünce ve bunun zorunluluğunu fark edince beklide kendisinden kaynaklanan bir gecikme ile bunu yazmaya karar verdiğini dile getirir [118] Buradan da anlaşıldığı üzere bu risâlede kelam ile ilgili konuları ele almış ve bu risâleyi seçkin arkadaşları için aklî ve burhanî olarak yazmıştır

Âmâlî’l-İştiyâk fî Leyâlî’l-Firâk

Eser Arapça olup edebî bir mahiyet arz eder [119]

Risâle-i Cemâliyye

Aynü’l-Kudât bu risâleyi Şahzâde Cemâleddin Şerefüddevle’ye yazmıştır  Bu risâleyi farsça olarak yazmıştır  Üç fasıldan oluşmaktadır  Peygamberler’in gönderilmesi ve Kur’an’ın zaruretinden bahseder [120]

Hakâiku’l-Kur’ân

Aynü’l-Kudât bu eseri on ciltlik bir Kur’ân tefsiri olarak tasarlamıştır [121] Ne yazık ki ömrü bunu yazmaya vefâ etmemiştir

Nüzhetü’l-Uşşâk ve Nehzetü’l-Müştâk

On günde yazdığını dile getirdiği Arapça tasavvufî bir aşk şiiridir  Dr  Rahim Fermeneş bu şiirleri Ahvâl ve Âsâr-ı Aynü’l-Kudât adlı eserinde yayınladı [122]

Salvetü’l-Bâzi’il-Emûn ‘alâ İbni’l-Lebûn

Aynü’l-Kudât£e£vâ’da[123] düşüncelerinin daha iyi anlaşılması için müracaât edilebilecek eserlerinden birisi olarak zikrettiği fakat günümüze ulaşamadığından muhtevasına tam olarak vâkıf olamadığımız eserlerdendir

Kıra’l-Âşî ilâ Mârifeti’l-Avrân ve’l-E’âşî

Bu eser de bir önceki eser gibi günümüze ulaşmamakla beraber Aynü’l- Kudât’ın düşüncelerinin daha iyi anlaşılması için referans olarak işaret ettiği eserl[124]erdendir

el-Medhal ile’l-‘Arabiyye ve Riyâzatü Ulûmihe’l Edebiyye

Aynü’l-Kudât edebî ilimler ve Arapçaya dair meseleleri on cilt halinde bu eserde yazmayı düşünmüş[125] fakat başına gelen musibetlerden dolayı buna muvaffak olamamıştır

el-Müftelez Mine’t-Tefsîr

Bu eser Arapça sarf ilmine dair kaleme alınmıştır [126]

Minyetü’l-Heysûb

Bu risâle Hint matematiğine dair kaleme alınmış bir eserdir [127]

Yukarıda isimleri verilen eser ve risâleler Aynü’l-Kudât’a aidiyetlerinde şüphe bulunmayan ve kendisinin de isimlerini Şekvâ’da zikrettiği eserlerdir  Fakat maalesef bu eserlerin çoğu günümüze ulaşmadığı için sadece Aynü’l-Kudât’ın diğer eserlerinde tanıttığı kadarıyla içeriklerine dair bilgimiz vardır  Bazılarının ise içeriği hakkında dahi bilgimiz yoktur

Bunun yanında Aynü’l-Kudât’a nispet edilen bir takım eserler vardır  Bu eserleri de zikretmek istiyoruz:

Kendisine Nispet Edilen Eserler

Yazdânşinâht

Rahman Kerîmî tarafından 1948 yılında basılan bu risâle yanlışlıkla Aynü’l- Kudât’a isnat edildi  Baba Efdâl-i Kâşî ve Sühreverdî-yi Maktûl’e de izâfe edilen bu eserin Aynü’l-Kudât’a ait olmadığı Afîf Useyrân tarafından ortaya konulmuştur [128]

Levâih

Rahim Fermeneş, Aynü’l-Kudât’a ait olduğunu düşündüğü bu risâleyi yayınlamıştır ( Tahran, 1377 )  Fakat Afîf Useyrân bunun Aynü’l-Kudât’a ait olmadığını tespit etmiştir [129]Levâih adlı eser, Ahmed Gazzâlî’nin Sevânih’i örnek alınarak yazılmıştır [130]

Gâyetü’l-İmkân

Bu eser de Rahîm Fermeneş tarafından Aynü’l-Kudât’a nispet edilmiştir  Eser Tâceddîn Üşnühî’ye de nispet edilir [131]

Şerh-i Kelimât-ı Baba Tâhir

Bu eser Cevat Maksûd tarafından Aynü’l-Kudât’ın hayatının anlatıldığı uzun bir girişle 1975 yılında yayınlanmıştır [132] Yine Afîf Useyrân tarafından bu eserin Aynü’l-Kudât’a ait olmadığı tespit edilmiştir  Büyük Selçuklu Devletinin ilk hükümdarı Tuğrul Bey zamanında yaşayan sûfî-şâir Baba Tâhir Uryan’ın veciz sözlerinin şerhi olduğu anlaşılmıştır



[1]Debâşî, a g m ,s 21

[2]Bkz  Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk İslam Medeniyeti, Ötüken Yayınları, İstanbul 2005, s  306-311

[3] Debâşî, ag m ,s 21-22

[4]Bkz  Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk İslam Medeniyeti, Ötüken Yayınları, İstanbul 2005, s 213-214

[5]Turan,a g e , s 215

[6] Debâşî,a g m s 22

[7] Debâşî, a g m , s  21

[8] Debâşî, a g m , s  22

[9] Debâşî, a g m ,s 23

[10]Debâşî bunun üzerine şöyle bir açıklamada bulunur: Yukarıda tutarlı bir bütünlük içinde anlatılan olaylar serisi aslında bizim kaynaklarımızda dağınık olarak verilmektedir  Çok hayati bir öneme haiz olduğunu söyleyebileceğimiz bir delilin parçası el- Kummî (1984): 20-2  Kummî’nin,

584/1118 tarihinde kayda geçirdiği el- Müstevfî ve Dergezînî arasında vuku bulan bu rekabet çekişmesi, olaydan bahsettiği eserini 725/1324 yılında kaleme alan Kirmânî tarafından da doğrulanmaktadır (1959): 74-7  Ancak tüm bu olaylar, el-Müstevfî’nin yeğeni olan ve bu rekâbet çekişmelerine gözleriyle şahit olan el-İsfahânî ile de karşılaştırılabilir (1900): 109-15

[11] Zebihullah Safâ, İran Edebiyatı Tarihi,(çev  Hasan Almaz), Nüsha Yayınları, İstanbul 2005, s 142

[12]Turan, a g e , s  310 ; M Şerafettin Yaltkaya, Selçuklular Devrinde Mezâhip, DFİFM, 13-14, S  19, s  101-106

[13]Turan, a g e , s  312

[14] Turan, a g e , s  314

[15]Turan,a g e , s 324 ; İmamu’d-Din Bundan, Nusretu’l-Fetre ve Kusratu’l-Fıtra, nşr Th  Houtsma, Lieden 1889  Trk  ter  K Burslan, İstanbul 1943

[16]Turan, a g e ,s 324 ; Muhyiddin Kuraşî, Tabakâtu’l Hanefiyye, Haydar-âbâd, 1332, c I, s 375

[17] Turan, a g e , s  325

[18] Turan, a g e , s  326

[19]Turan, a g e , s 326;Abbas İkbal,Mekâtib-i İmam Gazzâlî, Tahran 1333, s  3-12;İbn Hallikân, Vefeyyâtü’l A’yân ve Enbâ-u Ebnâi’z-Zaman, Dar-u Sâder, Beyrut 1937,c I,s 587; M  Şerefeddin, “Sultan Sancar ve Gazzâlî”,İlahiyat Fak  Mec S  1  s  42-51; Kasım Kufralı, “Gazzâlî,DİA IV, s 749-750

[20] İbrahim Kafesoğlu, Selçuklu Tarihi , Milli Eğitim Basımevi , İstanbul 1972, s 169

[21] Debâşî, a g m , s 24

[22] Debâşî, a g m , s 24

[23] Debâşî,a g m , s 24

[24] Debâşî, a g m ,s 25

[25] Debâşî, a g m ,s 26

[26] Debâşî, a g m ,s 26

[27] Debâşî, a g m , s 26

[28] Hasan Kamil Yılmaz, Ana Hatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatler, Ensar Neşriyat, İstanbul 2002, s

126

[29]Debâşî, a g m , s  29

[30]Debâşî, a g m ,s  28

[31] Debâşî,a g m ,s 27

[32] Yılmaz, a g e , s  125

[33]Ahmed Gazâlî’nin bu risâlesi Türkçe’ye "Âşıkların Halleri” ismiyle çevrilmiştir  Bkz  Ahmed Gazâlî, Âşıkların Halleri, çev  Turan Koç-Mehmed Çetinkaya, Hece Yayınları, Ankara 2008  Gazâlî’nin bu risâlesine birkaç Farsça şerh yazılmıştır

[34] Kasım Ganî, Târîhu’t-tasavvufi’l-İslâmî, trc Sadık Neş’et, Mektebetu’n-Nahdatu’l-Mısriyye,

Kahire 1970, s 670

[35] Bu eser Türkçe’ye çevrilmiştir  Bkz  Yusuf Hemedânî,Rutbetu’l-Hayat, çev  Necdet Tosun,

(Hayat Nedir), İnsan Yayınları, İstanbul 2008

[36] Yılmaz, a g e ,s 122-125

[37] Imâdüddîn el-İsfehânî, , Harîdetü’I-Kasr ve Cerîdet-u Ehli’l-Asr, thk  Adnan Muhammed Al-i

Ta'me, Ayine-i Miras, Tahran 1999, c  3, s  137; Sübkî, Tabakdtü’ş-Şâfı’iyye, thk  Muhmûd Muhammed Tanâhî-Abdülfettah Muhammed el-Hulv, Matbaatu İsa el-Bâbî el-Halebî, Kahire 1964, c  7, s  128; Emîn Ahmed Râzî, Heft Iklîm, thk, Cevâd Fazıl, Kitap Furûşi Ali Ekber-Kitap Furûşî Edebiyye, Tahran 1341, c  2, s  532;Rızâ Kalî Han Hidâyet, Riyâzü’l-Arifîn, thk  Mihr Ali­yi Gurgânî, Kitabfuruş-i Mahmudi, Tahran 1344, s  108

[38] Aynü’l-Kudât Hemedânî, Temhîdât, thk  Afif Useyrân, İntişârât-ı Menûçehrî, Tahran 1386, s  45;

Abdülhüseyn Zerrinkub, Custecu der Tasavvufîntişârât-t Emir Kebîr, Tahran 1386, s 198

[39] Ali Nâki Münzevî, Nâmehâ-i Aynü’l-Kudât, Nâşir-i Esâtîr, Tahran 1377, c  3, s  24

[40] Sübkî,Tabâkâtu’ş-Şâfi’iyye, thk  Mahmud Muhammed Tanâhî-Abdülfettah Muhammed el-Hulv,

Matbaat-u İsa el-Bâbî el- Halebî, Kahire 1964 c VII, s 128

[41] Y E Bertels, Tasavvuf ve Edebıyât-ı Tasavvuf,çev  Sirûs Azâdî, Intişârat-ı Emîr Kebîr, Tahran

1977, s  415

[42] Aynü’l-Kudât Hemedânî, Temhîdât, s  250

[43]Tahsin Yazıcı, Hemedân, DİA, 1998, c  XVII, s  184-185

[44]Yazıcı, a g m, s 184

[45]Bkz İmâduddîn el- İsfehânî, Tarih-i Âli Selçuk, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut 2004, s  137-138

[46] İmâduddîn el-İsfehânî, Haridatu’l-Kasr ve Ceridetu’l-Âsr, s  138

[47] Debâşî, a g m ,s  20

[48] Türkiye Gazetesi, Aynulkudât el-Hemedânî, İ A A,Türkiye Gazetesi Yayınları,c  6, s  2504

[49]Türkiye Gazetesi, a g m , İ A A, s  2506

[50]Türkiye Gazetesi, a g m , İ A A  s  2507

[51] Zerrinkûb, a g e ,s  192

[52] Aynü’l-Kudât Hemedânî, Difâ ’iyyat ve Güzide-i Hakâyık, çev  Kasım Ensârî, İntişârât-ı

Menûçehrî, Tahran 1385, s  2

[53] Sandıkçı, a g e ,s 12-13

[54] Debâşî,a g m , s 29

[55] Aynü’l-Kudât, Difâ’iyyat ve Güzide-i Hakâyık, s  81

[56] Aynü’l-Kudât, Difâ’iyyat ve Güzîde-i Hakâyık , s  5,83 , Aynü’l-Kudât , Şekvâ’l-Garib, s  40

[57] Debâşî, a g m ,s  35

[58] Aynü’l-Kudât, Difâ’iyyat ve Güzîde-i Hakâyık, s 84-85

[59] Zerrinkûb, a g e ,s 199

[60]Ali Nakî Münzevî, Nâmehây-i Aynü’l-Kudât, NAşir-i Esâtîr, Tahran 1377,c III, s  91

[61] Süleyman Uludağ-Nurettin Bayburtlugil, Aynü’l-Kudât el-Hemedânî, DİA, C II, s  281

[62] Debâşî,a g m , s 22; Süleyman Uludağ-Nurettin Bayburtlugil, a g m ,DİA, C II, s  281

[63] Münzevî, a g e ,c III, S  98; Cevat Maksut, Ahvâl ve Âsâr Ve Du Beyhthâyi Baba Tahir-i Uryan,

Encümen-i Âsâr, Tahran 1999; Debâşi, a g m , s  23

[64] İsfehânî,Harîdetu’l-Kasr ve Cerîdet-u Ehli’l-‘Asr c III, s  138; Sübkî,Tabakâtu’ş-Şâfi’iyye,

c VII, s  129; Hidâyet,Riyâzü’l-Ârifîn, s 109; Safâ, İran Edebiyetı Tarihi, s 258; Maksut, Ahvâl ve Âsâr ve Du Beythâyi Baba Tâhir-i Uryân, s  223-229; Münzevî, c  III, s  118-20; Emin Ahmed Râzî, Heft İklimthk  Cevâd Fâzıl,Kitap Furûşi Ali Ekber-Kitap Furûşi Edebiyye, Tahran 1341, s  53; Debâşî, s  23

[65] Safa, a g e ,s 257

[66] İsfehânî, a g e ,c III, s  138

[67]Râzî , a g e ,c II, s  533

[68] Şuarâ, 26/227

[69] Münzevî,a g e , c  III, s  37

[70] Münzevî,a g e , c II, s  51

[71] Hayatı için bkz  Haşmetullab Riyâzî, Âyât-ıHüsn ve AşkŞerh-i Sevanihü'l-Uşşak, Kitabhane-i

Salih,Tahran 1369,c  1 s  134-6; Zerrinkûb, Custecu Der Tasavvuf, s  105; Süleyman Uludağ, Ahmet Gazâlî, s  70; Henry Corbin, İslamFelsefesi Tarihi, çev  Hüseyin Halemi, İletişim Yayınları, İstanbul 2008, s  348-53

[72] Annemarie Schimmel,İslam ’ın Mistik Boyutları, çev  F rgun Kocabıyık, Kabalcı Yayınevi,

İstanbul 2004, s  312; Julian Baldtck, Mistik İslam, çev  Yusuf Sait Müftüoğiu, Birey Yayıncılık, İstanbul 2002, s  102

[73] Turan Koç- Mehmed Çetinkaya, “Giriş”Ahmed Gazâlî, Âşıkların Hâlleri, s  6

[74] Koç-Çetinkaya,a g e , s 9

[75] Schimmel, a g e , s 312

[76] Uludağ, Ahmed Gazzâlî, D İ A,s 70

[77] Koç-Çetinkaya, a g e ,s  6

[78] Abdurrahman Câmî, Nefehâtü’l-Üns, çev  Kâmil Canddoğan-Sefer Malak, Bedir Yayınları,

İstanbul 1971, s  479

[79] Nasrullah Pûrcevâdî, Aynü’l-Kudât ve Üstadân-ı Û, İtişârât-i Esâtîr, Tahran 1384, s  103

[80] Pûrcevâdî, a g e , s 104

[81] Münzevî, a g e , c II, s  459

[82]Münzevî ,Nâmehây-i Aynü’l-Kudât, c II, s  50

[83] Useyrân, Şerh-i Hâl-i Aynü’l-Kudât, s  2

[84] Münzevî,a g e , c  I, s  145

[85] Useyrân, a g e , c II,s  62

[86] Münzevî,a g e , c  II, s  459

[87] Münzevî, a g e ,c  I, s  357

[88] Münzevî,a g e , c  I, s  266

[89] Münzevî, Nâmahây-i Aynü’l-Kudât, c  II, s  113

[90] Abdurrahman Câmî, Nefahâtü’l-Üns, s  477

[91] Aynü’l-Kudât, Şekvâ’l-Garîb, s  40

[92] Aynü’l-Kudât, a g e , s 41

[93] Aynü’l-Kudât, Difâ’iyyat ve Güzîde-i Hakâyık, s 81

[94] Aynü’l-Kudât, a g e ,s 83

[95] Aynü’l-Kudât, a g e ,s  81

[96] Aynü’l-Kudât, a g e ,s  82

[97] Debâşî, a g m ,s  35

[98] Debâşî,a g m , s  45

[99] Sandıkçı, a g e ,s  28

[100] Debâşî, a g m ,s  46

[101] Debâşî, a g m ,s  46

[102] Sandıkçı, a g e ,s  28

[103] Nüshalar için daha ayrıntılı bkz  Aynü’l-Kudât, Temhîdât,thk  Afif Useyrân, İntişârât-ı Menûçehrî, Tahran 1386

[104] Sandıkçı, a g e ,s  28

[105] Debâşî,a g m , s  47

[106] Debâşî, a g m ,,s  47

[107] Sandıkçı, a g e ,s  29

[108] Debâşî, a g m ,s  49

[109] Debâşî, a g m , s  50

[110] Debâşî,a g m , s  50

[111] Debâşî,a g m , s  47

[112] Sandıkçı,a g e , s  29

[113] Useyrân, Musannefât-ı Aynü’l-Kudât, s  33

[114] Süleyman Uludağ - Nurettin Bayburtlugil, a g m , s  281

[115] Aynü’l-Kudât, Difâ’iyyat ve Güzîde-i Hakâyık, s  57-58

[116] Debâşî,a g m , s 35

[117]Aynü’l-Kudât, Zübdetü’l-Hakâik, s  6

[118] Aynü’l-Kudât, a g e , s  3

[119] Sandıkçı, a g e , s  31

[120]Maksud, Ahvâl ve Âsâr ve Du Beythây-i Baba Tâhir Uryân, s  204

[121]Aynü’l-Kudât, Şekva’l-Garîb, s  41

[122] Maksud, a g e ,s  204

[123]Aynü’l-Kudât, Şekva’l-Garîb, s  40

[124] Aynü’l-Kudât, a g e , s  40

[125]Aynü’l-Kudât, a g e , s  41

[126] Aynü’l-Kudât, a g e , s  40

[127] Aynü’l-Kudât, a g e ,s  40

[128] Useyrân, Musannefât-ı Aynü’l-Kudât, s  36-39

[129] Useyrân, a g e , s  39-43

[130] Maksud, a g e ,s  206

[131] Uludağ-Bayburtlugil, a g m ,s  282

[132] Debâşî,a g m , s  75

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar