Print Friendly and PDF

Aynü’l-Kudât-I Hemedânî’nin “Şekva’l-Garîb” İsimli Eserinin Türkçe Tercümesi

Bunlarada Bakarsınız

 



Hazırlayan: Mehmet Emin Bener


“Ey Allah ’ın kulları! Yaptığım ve söylediğim her şeyi gözeten birilerinin olması bana reva mıdır?”

Bu risâle, zamanın fitne vemusîbetleriyle imtihan edilmiş, gözkapakları uykusuz kalmış, her yastığa başını koyduğunda endişe, uzun ağlayışlar, feryât ve inlemelerin kendisine eşlik ettiği vatanından uzak düşmüş bir garibin, zamanın faziletleriyle meşhur saygın ve değerli ulemaya- ki Allah onların gölgesini insanların üzerinden eksik etmesin ve dünyanın her bölgesi onların ilminin nûru ile aydınlansın- yazdığı parıltıdır.

Kalbini öyle bir keder sarmıştır ki sıkıntılarını daha da arttırmıştır. Gönlü etrafa hüzün saçmakta ve içinde bulunduğu sıkıntı gönlünü daraltmaktadır. Kardeşlerinden ve sevdiklerinden uzak kalmanın özlemi ve ateşi kalbini yakmıştır. Gönlünde tutuşan kara sevdanın eseri her geçen gün daha da belirginleşip ortaya çıkıyor. Dökülen gözyaşları ile kendine arkadaşlık yapan yıldızları şöyle sesleniyor.

“Zindanı mı? Prangaları mı? Özlemi mi? Garipliği mi?(anlatayım)

Yoksa sevgiliden uzak kalmayı mı? işte bu çok zordur.”

Bununla beraber ne sıkıntılarını kendisiyle paylaşacağı ve arkadaşlarından gelen eziyetlerden dolayı kendisine sığınacağı bir dost ne de zamanın musibetlerini kendisine şikâyetedeceği ve kendisinin bu sıkıntılarına devâ olacağı bir kardeşi yoktur. O, gecelerini uykusuz geçirmekte ve gündüzleri de şu sözleri dile getirmektedir:

“Etrafıma defalarca bakıyorum ve sevdiğim hiç kimseyi göremiyorum

Etrafımda sevmediğim birçok kimse vardır.”

Gönlü çok daraldığında şu şiiri söylerdi:

“Uzun ayrılık beni gurbet ellere düşürdü ki

isteseydim karşılaştığım hiç kimse ile problem yaşamazdım

Ahmak gibi davranırdım ki beni görenler hamakatı benim karakterim sanırlardı.

Yok, eğer karşımdaki akıllı ise akıl yarışında onu yenerdim”

Ervend’in[1]yeşil ve ağaçlık alanlarını ve iffetli kadınlardan ilk defa süt emdiği Hemedân’ı hatırladığında gözyaşları süzülür ve ciğerleri parçalanır. Oraya duyduğu özlem ile muzdarip bir şekilde şöyle dile gelir:

“Keşke bilseydim acaba gözüm bir daha Hemadân’dan Ervend tepesinin zirvesini görecek mi?

Benim çocukluğum orada geçmiştir ve ilk defa orada süt emzirildim.”

Kardeşlerini düşündüğü zaman şu beyitleri tekrarlayıp dururdu.

“Keşke rüzgâr bize onların sözlerini getirseydi.

Ve bizlerlin sözlerini de onlara götürseydi

İçinde bulunduğumuz Hummâ hastalığından bizi çıkarmaya

Ve şifâ bulmaya vesile olurdu.”

Sonra da bir sevenin, kederli ve özlem doluşu sözlerini söyleyiverdi.

“Livâya geldiğimiz ilk günden beri bize yüz çeviren o mutluluk veren şeyler bir daha geri dönmedi.”

Gönül daraldığında sırrını saklamada sabır gösterememesinde hayret edilecek bir şey yoktur. Çünkü kederli insanın sıkıntıları artınca gözyaşları içindeki sırları ortaya çıkarır. İnsan güç yetiremediği şeylerden hesaba çekilmemelidir. Bu durumu şu sözlerle açıklayan kişi insaflı davranmıştır.

“Uzak kaldığım günler sevgimi sakladım.

Lâkin içimden gelen hasret iniltilerini saklayamadım

O iniltiler her yükseldiğinde

Neredeyse göğsümün tam ortasını parçalayacaktı.”

Rahmete nail olmuş kişi sıkıntıların kendisini kapladığı halde yanından kendisiyle teselli bulacağı bir dostu bulunmayandır. Beşşâr’ın dediği gibi

“Gönlümdekileri ömür ile paylaştım

Ve ona yudumladığım acılardan içirdim

içimdeki sırları ifşa edeceğim ve şikâyetlerimi kendisine anlatacağım kişinin

Güvenilir ve sırları muhafaza eden biri olması gerekiyordu.”

Kendine yol arkadaşı bulan kişiye yolun zorlukları ve sıkıntıları zor gelir mi? Ya da kendisini rahatsız edenlere üstün gelen kişiyi evinden ve yurdundan uzak kalması üzer mi? Zû’l-Kuruh’un (bir şairin lakabı) ruhunu teslim ederken söylediği sözleri görmüyor musun?

“Ey komşumuz ölüm yakındır. Ve ben o kemiklerin bulunduğu yerde ikamet edeceğim.

Ey komşumuz biz burada iki garibiz ve her garip diğerinin yakınıdır.

Sen bizim halimizi sorarsan aramızda bir muhabbet oluşur.

Fakat bizi kendi halimize terk edersen garip, garip kalmaya devam edecektir.”

Yine Tahmân b. Amr’ın, İbn Hucr’un şiirinden aktardığı bu sözü hatırladım.

“Ey dağlar keşke bilseydiniz sizin gölgeniz

Ve içtiğimde o tatlı soğuk suyunuz

Bendeki o şiddetli Humâ hastalığına şifa olurdu

Ben ve Absiy, Mescih denen mevkide evlerimiz birbirinden uzak iki garibiz

Cefâ çeken iki garibiz ki en büyük sıkıntımız bineklerimizin her yere hızlı bir şekilde gitmesidir.

Bizim gecelediğimiz ve bineklerimizin karşılaştığı yeri gören kişi, bizim ne kadar cesur olduğumuz bilir.

Bizim gözlerimizi yummamız fıtratımızdandır. Lakin bizler Mescih’te iki garibiz.”

Kendimi Irak’tan Hemedân’a doğru yol alan birkâfilenin arasında hissediyorum. Mâveşân vâdisinde dinlenmek için bir müddet konaklıyorlar. Oradaki vâdi ve tepeler yeşillendi. Ve bahar onlara tüm dünyayı kıskandıracak şekilde kendi süsünü giydirdi. Çiçekler mis gibi kokmakta ve nehirleri de tertemiz bir şekilde akmaktadır. Oradaki güzel bahçelere indiler ve yapraklı ağaçların altında gölgelendiler. Güvercinleri çıkardığı sesler ve bülbülün ötüşünü andıran bir sesle şu beyitleri tekrar etmeye başladılar.

“Ey Hemedân! Bulutlar sana can versin.

Ey Mâveşân Vâdisi! Yağmur taneleri seni sulasın”

Sonra kardeşlerimiz onları karşıladılar. Genç ihtiyar herkes onlara bizim halimizi sorar. Can boğaza dayandı. Ve gözyaşları içinde derler ki;

“Mahallenin kadınları, onlara ey topluluk Allah size uzun ömür versin. Bize kardeşimizin oğlundan haber verin, nerededir?

Allah onu korusun sizin ülkenizde asil insanları gözeten kerem sahibi biri var mı?

Ardınızda topraklarınızda bıraktığınız kişi içimizde özlemini sonsuz hissettiğimiz gençtir,

Yoksa Bağdat’ınız ona Ervend’i unutturdu mu? Kim Ervend’in karşılığında Bağdat’ı satın almışsa aldanmıştır,

Nefsim onlara fedâ olsun, eğer benim çektikleri mi duysalardı her biri boynundaki gerdanlığı atardı.”

Hz. Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  Vatanı sevmek imandandır?” Buyurduğu halde nasıl olurda ben vatanımı özlem duymayayım ve kardeşlerimi unutayım. Mâ’lum olduğu üzere vatan sevgisi insanın fıtratıyla yoğrulmuştur.

“ insanlara en sevimli gelen yer Men ’ac ile Harrat-u Leyla adındaki taşlık arazi arasında kalan yağmur gören bir bölgedir.

Orası çocukluğumun geçtiği ve tenimin toprak ile temas ettiği ilk bölgedir.”

Asil el-Huzâ-i Mekke’den gelip Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ’in huzuruna çıktığında, Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  Ona “Bize Mekke’yi anlat.” buyurdu. O da Mekke’yi anlatmaya başladı. “ Selem (Akasya) ağaçları sarmaşık hale geldi. Ve otlar ve yeşillikler her yeri kapladı.” Deyince Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  O’na “ ey Asîl Yeter! Bırak kalp şenlensin” buyurdu. Ardından Efendimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem) , Bilal-i Habeşi’nin şu beyitleri okuduğunu duydu.

“Keşke bilseydim, O vadi de etrafında yeşermiş o güzel kokulu bitkiler olduğu halde bir daha geceleyebilecek miyim?

Ve Mecenne’nin suyuna bir gün varabilecek miyim? Ve Oradaki siyah develeri ve havuzdaki suları görebilecek miyim? “

Bunun üzerine Efendimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  O’na dedi ki :“ Ey siyah kadının oğlu! Sen gerçekten özlem dolusun.Onlar gibi yüce insanlar eğer vatanlarını özlüyor ve kalplerde gizlediklerini ve muhabbetlerini dile getiriyorlarsa benim gibi zayıf tabiatlı biri gurbet, şiddetli sıkıntılar, hapis belası ve devamlı hüzünle imtihan edilmiş biri ne söylesin.

“Eğer ben ve kalbim demirden olsaydık onun bu şiddeti demiri eritirdi.

Eğer kargalar benim çektiğim sıkıntılara maruz kalsa ve benim gibi düşünceler dalsaydı tüyleri beyazlardı.”

Sıkıntılar bana yöneldikçe üzüntüm arttı. Göğsümden çıkan iniltiler bunları ifâde ediyordu. Bir türlü ferahlığa çıkamadım. Zaman’ın musibetleri bana taşıyamayacağım yükleri yükledi ki ben artık düşmanıma dost gözüyle bakıyordum. Başıma gelen sıkıntılar dağlara yüklenseydi parçalanırdı. Sağlam kayalıklara verilseydi ufalırdı.

Başıma gelen taşın başına gelse yarılırdı.

Rüzgârın başına gelse estiği bir daha duyulmazdı ”

Evet, her ne kadar bu sanat (Şiiri kast ediyor) ilim olarak görülse ve insan tabiatı ona daha çok meyletse de ve kulağa daha hafif ve hoş gelse de, ben onu buluğa erdikten sonra terk edip bıraktım ve dini ilimleri tahsil ederek sufîlerin yoluna sülûk edip onunla meşgul olmaya başladım. Bir sûfi için bir şeye sırt çevirdikten sonra tekrar ona yönelmek ne kötüdür. Malumdur ki ilimlerden derin anlayışa sahip olan ve ilmin sırlarına muttali olan kişinin harfleri yeni öğrenmeye çalışan aklı kıt kişilerle ilgilenmesi düşünülemez. Malumdur ki insan tabiatı alışkanlıklarını değiştirmeyi kabul etmez. Kim bunun için çalışırsa mağlup olur. Tabiatın kabul etmediği ve istemediği bir şeye kendisi nasıl rağbet eder? Şu beyitlerde bedevi kendi durumunu ifâde etmiştir. Çünkü kalbi şiddetli bir şekilde sahrayı istemektedir. Şehir halkı ona yazmayı öğretmeye çalışırken o, çöle duyduğu özlemi dile getirerek şöyle diyordu.

“Muhacirlerin yanına geldim, bana üç satır öğrettiler

Temiz deri parçaları üzerine yazılmış Allah’ın kitabını ve parça parça inen ayetleri öğrettiler

Bana alfabeyi çizdiler ve Sa’faz ve Kureyşiyat’ı[2]öğren dediler.

Ben nerede, heceler ve yazı yazmak nerede erkek evladın hazzı nerede kız çocuğu sahibi olmanın hazzı nerede.”

Şimdi asıl amacıma dönüyorum. Şu an aklıma gelmeyen ve takdir-i İlâhî’nin beni sınadığı musibetleri, bütün çıplaklığı ile hâlimin hakîkatini dile getirerek kendilerine ulaşanlara tatlı su kaynağa mesafesinde olan ve engin ve geniş lütuflarından insanların nasibini aldığı ilim ehlinin kitaplarını okuyorum. Onların dikkatlerini bana yöneltmelerini ve bu hüzünlü kalbin sesine kulak vermelerini talep ediyorum. Ebu’t- Temmâm et-Tâî’nin şu sözleriyle onlara sesleniyorum.

“Büyüklerimiz bize şefkat gösterin. Bizde şiddetli susuzluk var ve sizler kaynaklarsınız”

Kaderin başıma getirdiği musibetlerin bazılarını benden dinlemek için bana kulak vereni Allah (c.c.) korusun. Bu asrın âlimlerinden bir gurup beni 20 yıl önce yazdığım bir risâlenin içinde serpiştirdiğim bazı konulardan dolayı ayıpladılar ve eleştirdiler. Allah (c.c.) onları muvaffak kılsın her iki dünyada hayır yollarını onlara kolaylaştırsın kalplerinden kin ve nefreti söksün. Tüm işlerini istikamet üzere kılsın.

Benim o risâleyi yazmamdaki amacım tasavvuf ehlinin iddia ettiği durumların açıklanmasının akıl ötesi alana geçmeye bağlı olduğunu ve felsefecilerin bu durumları aklın dar sınırları içersinde düşündüklerinden dolayı inkâr ettiğini ortaya koymak içindi. Onların katında peygamber aklın en ileri derecesine ulaşan bir dâhiden ibarettir. Bu inanç peygamberlere iman noktasında bir şey ifâde etmez. Peygamberlik, Velâyetin ötesindeki alanda cereyan eden mükemmelliklerdir. Velâyet ise aklın idrakinin son nihayetidir. Velâyet alanından kastımız Velâyet makamındaki zatın akıl sahiplerinin aklıyla veya başka bir düşünme yoluyla ulaşması tasavvur edilemeyen manalara mukâşefe yoluyla ulaşmasıdır.

Hz. Ebubekir (r.a)’in ölüm döşeğindeyken hamile olan hanımının kız çocuğu doğuracağı bilmesi gibi. Çünkü O, Hz. Âişe (r.a.)’ye vasiyet ederken “O ikisi senin kız kardeşlerindir” dediğinde. Sadece Esma (r.a) bulunuyordu. Hz. Ebubekir (r.a)’e hanımının kız çocuğu doğuracağı mukâşefe yoluyla mâlum olmuştur. Yine O’na hastalığında “Sana bir hekim getirmeyelim mi?” diye sorulduğunda şöyle buyurdu “Yanımda tabiplerin tabîbi bulunuyor”” O dedi ki “ben istediğimi yaparım.” Burada da kendisinin vefat edeceği yine mükâşefe yoluyla kendisine bildirildiği anlaşılıyor.

Hz. Ömer (r.a.) minberde hutbe okurken Nihavend’de savaşan İslam ordusunun komutanı Sâriye’ye “Ey Sâriye, dağa çekil!” diye seslenmesi bu kabildendir. Hz. Ömer (r.a.)’in Medine’de bulunmasına rağmen Sâriye ve ordusuna muttali olması ve sesinin Sâriye’ye ulaşması da Hz. Ebubekir (r.a.)’in hem hanımının kız çocuğu doğuracağı ve hem de hastalığında vefat edeceğini bilmesi de akıl yoluyla bilinecek veya aklın yetisi ile ulaşılabilecek bilgi değildir. Ancak İlâhi bir nur ile aklın sınırlarının ötesine geçerek elde edilebilecek hakîkatlerdir. Bu basit bir şey değildir.

Yine bir gurup sahabe Hz. Osman (r.a.)’ın yanına girdiğinde -ki içlerinden birisi gelirken bir kadını süzmüştü- o şöyle demişti: “Sizden bazılarına ne oluyor ki yanıma gözlerinde zina eseriyle geliyor?” O kişi de Hz. Osman (r.a.)’a: “Hz. Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  ’tan sonra vahiy mi iniyor?” dediğinde, Hz. Osman (r.a.):“Hayır. Lakin bu kalp gözüyle görmedir. Delildir. Sağlam bir ferasettir” buyurdu. Sonra o kişiye: Sen Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ’in “Müminin ferasetinden korkun çünkü o Allah (c.c.)’ın nuruyla bakar.’ Buyurduğunu işitmedin mi?” dedi.

Hz. Ali (r.a.) şehit edildiği gün evinden çıktığında şu beyitleri tekrarlıyordu.

“Ölüm için hazırlıklı ol. Çünkü o seni bulacaktır.

Aniden geldiği zaman ölümden korkma.”

Heram Bin Heyyân Mekke’den yola çıkıp Üveys el-Karanî’yi ziyaret etmek için Kûfe’ye geldiğinde O’nu belli bir süre aradıktan sonra buldu. Selam verince Üveys el- Karanî “ Allah (c.c.)’ın Selamı senin de üzerine olsun. Ey Heram bin Heyyam” diyerek selamın aldı. Heram O’na bundan önce hiç görüşmediğimiz halde benim ve babamın ismini nereden bildin diye sorduğunda, Üveys el-Karanî “Habîr ve Âlim olan zat bana bildirdi. Nefsim senin nefsinle konuştuğunda ruhum senin ruhunu tanıdı. Ruhlar da cesetler gibi nefse sahiptir. Böylece müminler birbirlerini tanır buyurdu”

Bunları anlatmamdaki gaye burada getirdiğim örneklerin akıl yetisi ile bilinmeyeceğidir. Zamanın âlimleri benim bu düşüncemi eleştirip söylediğimi inkâr ettiler. Sandılar ki akıl ötesi alandan bahseden ve onun varlığını kabul eden kişi bütün insanların nübüvvete iman konusundaki inançlarına set çekmiş olur. Çünkü peygamberlere imana delalet eden akıldır. Ben peygamberliğe imanın ancak akıl ötesi alana geçmekle gerçekleşeceğini söylemiyorum. Bilakis peygamberliğin hakikatini kavramak ancak akıl ötesi alana geçmekle mümkün olur diyorum. Ve Velâyet makamı daha öncede ifâde ettiğim gibi akıl ötesi alandan ibarettir. Bir şeyine hakikatini kavramak başka onu itiraf edip tasdik etmek başkadır. Nasıl ki şiir zevkinden mahrum olan kişi şiiri yazın kişide hâsıl olan coşkuyu bildiği halde kendisi bu hakikatten haberdar değil ise akıl sahibi bir kimsenin akıl ötesi alanın hakikatini kavramadığı halde onu tasdik etmesi de mümkündür.

Bu zevatın eleştirdikleri ifâdelerimin hepsi Hüccet’ül İslam Ebu Hamid El Gazzâli’nin kitaplarında hem lafız olarak ve hem de mana olarak mevcuttur. Âlem’in yaratıcısı hakkındaki “O varlığın kaynağıdır”, “ O özdür”, “Hakîki varlıktır. Zâtı itibari ile O’nun dışındaki her şey batıldır ve yok olacaktır ve fenâ bulacaktır” ve “O kudretinin ezeliyyetinin gereği olarak öncesizdir”gibi ifâdelerim lhya-u Ulumi’d- Diride,Mişkât’ta Neel-Munkız"de mezkûr ifâdelerdir.

Bunlar İmam Gazali’nin telif ettiği eserlerdir. Bizim “Vücûd’un kaynağı ve manba’ı” sözümüzün anlamı “her şeyin” yaratıcısıdır manasındadır. Kim bunu başka şekilde yorumlarsa o yanlış söylemiş, sözün sahibinin kastını yansıtmamıştır. Kısa ve öz ifâdelere onları dile getiren kişinin kast ettiği şekilde açıklanır, söyleyeni sıkıntıya sokmaya çalışan hasmının kast ettiği anlamlar değil. Kişi kendi ifâdelerinin altında saklıdır, hasmının ifâdelerinde değil. Vücudun kaynağı ve “menba’ "ifâdesinin hem doğru hem de yanlış manalara yorumlanabileceğini inkâr etmiyorum. Ancak İmam Gazali şunu kast etmiştir.

“Bozguncular sana câhilâne bir şekilde geldiler.

Ben ise sana kesin bir bilgi ile geldim."

İnsaflı biri eğer benim yazdığım risaleler üzerine düşünürse hasmımın art niyetli oldukların anlayacaklardır. Çünkü hasımlarım eğer “varlığın kaynağı ve menba’ı” sözünden âlemin ezeliliğini (öncesizlik) anlıyorlarsa, o risâlede yaklaşık 10 sayfada âlemin hâdis(sonradan yaratılmış) olduğuna değinerek bunu kesin delillerleler ortaya koydum.

Buna ek olarak beni eleştirdikleri diğer bir konu da bir müridin kendisini delâlete sapmasından koruyacak bu sağlam yolda ona doğru yolu gösterecek ve hak yoluna onu yöneltecek bir şeye ihtiyacı olduğunu dile getirmemdir. Hz.Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  bununla ilgili olarak şöyle buyurmuştur : “Kim imamsız olarak ölürse cahiliye üzere ölmüştür”[3]Bayezid-i Bistâmî de şöyle buyurmuştur. “İmamı olmayanın imamı şeytandır”. Yine sûfî büyüklerinden Amr b. Sinân el-Menbecî şöyle buyurmuştur “Kim bir şeyhin elinde yetişmezse o boşuna çabalamaktadır.” Bununla beraber hakikat erbabı olan sûfîler “Şeyhi olmayanın dini yoktur” sözünde icma’ etmişlerdir. Benim bu hakîkatten murâdım ve kastım bu olmuştur.

Hasmım ise söylediklerimi her şeyin hakîkati ancak masum bir imam vasıtasıyla elde edilebilir denen Şiaların görüşleriyle kıyaslayıp o mezhebe ithaf ettiler. Bu sözlerimden bu zevat nasıl böyle bir yanlış anlam çıkardılar. O risalenin ikinci bölümü Allah’ın varlığını aklı ve nazari yönden kesin ve kati delillerle ispatlamayı konu edinmiştir. Malumdur ki beni nispet etmeye çalıştıkları o mezhebin sâlikleri akli ve nazari delerli reddeder. Onlar Ma’rifetullaha ulaştıran yolun ya peygamberlerden veya mâsum imamdan geçtiğini iddia ederler. Hasımlarım nasıl olur da bu şekildeki bu iftiraları mubah görebiliyorlar. Hâlbuki Hz. Resûlullah bununla ilgili şöyle buyurur: “Ey dilleriyle iman eden fakat kalplerine imanın ulaşmadığı topluluk! Müslümanların kusurlarını araştırıp onlar hakkında gıybet etmeyin. Kim Müslüman kardeşlerinin kusurlarını araştırıp ortaya dökerse, Allah’ta onun kusurlarını ortaya çıkarır. Ve Allah (c.c) kimin kusurlarını ortaya çıkarırsa evinde dahi olsa o kişiyi rezil eder.” Hz. Resûlullah “Kim gözleriyle görüp kulaklarıyla işittiklerini anlatırsa Allah onu bozgunculuğun Müslümanlar arasında yayılmasını isteyenlerden yazar. Ve onlar için acıklı bir azap vardır.” Buyurduğu halde bunlar bir Müslüman’ın hakkına girmeyi - bunun ötesinde bu kişi bir de âlim ise- nasıl mubah görebiliyorlar. Bu eleştirilerle yetinmeyerek her türlü çirkinliği bana nispet ettiler. İdarecileri bana karşı kışkırttılar. Ve beni rüsvâ etmeye çalıştılar.

“Bize mahallede en çirkin şeyleri yakıştırdılar ve bunları yaydılar.

Biz onlarla barış halinde idik şimdi ise savaş halindeyiz”

Faziletli insanların devamlı kıskanılması avam ve bazı âlimler tarafından çeşitli eziyetlere maruz kalmaları Allah (c.c.)’ın kadîm bir sünnetidir.

“Denildi ki Allah çocuk sahibidir ve peygamber (s.,a.v) kahindir

Ne Allah, ne de Rasûlü insanların iftiralarından güvende olmadılar ben nasıl güvende olayım.”

Farz edelim ki bu niyet sahipleri benim muğlâk ve kapalı ifâdelerimden itiraz edecek şeyler buldu. Peki, yorum gerektirmeyen çok açık ve net ifâdelerime hiç bakmadılar mı? Aklıma şu şiir geldi.

“Elinizle gökteki yıldızları mı yoksa hilâli mi perdeleyeceksiniz?

Aslanları inlerinde rahat bırakın. Kanlarınızı onların yavrularına bulamayın”

Kur’an-ı Kerim’de geçen “Yusuf ve kardeşlerinde dileyenler için ibretler vardır' âyetinde bu hakîkat dile getirilmişken ben neden bu olanları hayretle karşılıyorum bilmiyorum. Hz. Yusuf’un kardeşleri babalarının en çok sevdiği kişinin O olduğunu görünce onu kıskandılar. Bu kıskançlıkları onları Hz. Yusuf’u öldürmeye sevketti. Ve babalarının yanılgı içinde olduğunu iddia ettiler. Kur’an-ı Kerim’de şu şekilde buyrulur: “Dediler ki: Babamız apaçık bir yanılgı içindedir?” Eğer peygamberlerin çocuklarını kıskançlık hissi kardeşlerine ve babalarına bunları yapma cüretini veriyorsa bize yabancı olanların bize bunların katlarca fazlasını yapmasında hayret edilecek bir durum yoktur. Ebu Talip el-Mekkî bu konuda şöyle buyurur: Hz. Yusuf’un kardeşleri için Kur’an’da geçen “Yusuf ve kardeşi babamıza bizden daha sevimlidir?” âyetinden “Onlar zaten ona değer vermemişlerdi” âyetine kadar bazısı küçük bazısı büyük 40 küsur hata ve günah tespit ettim. Bazı âyetlerde iki bazısından üç ve bazısından dört hata çıkardım. Bunlar ince tetkikler yaparak çıkardığım gizli günahlardır. Haset hiç kimsenin kendisinden kurtulamadığı helake götüren büyük günahlardır. Bu, Hz. Resûllullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ’ın şu hadisinde sabittir. Üç şey vardır hiç kimse bunlardan kurtulmamıştır. Bunlar, zan, uğursuzluk ve kıskançlıktır.” Başka bir rivayette ise az da olsa kıskançlıktan kurtulma imkânının bulunduğu ifâde edilmiştir. Nitekim Hz. Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  “Üç şey vardır ki bunlardan kurtulabilenler azdır.” buyurarak önceden zikrettiği üç unsuru saymaktadır. Efendimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  başka bir hadisinde “Kıskançlık ateşin odunu yediği gibi sâlih amelleri yok eder” buyurmuştur. Yine başka bir hadisinde ise

“Altı Kişi Hesap Görülmeden Önce Altı Şey Yüzünden Cehenneme Girer;

 İdareciler Zulümden,

 Araplar Milliyetçilikten,

Önemli Şahsiyetler Kibirden,

Siyah Tenliler Cehaletten,

Tüccarlar İhanetten

Ve Âlimlerde Hasetten”

buyurmuştur. Yine başka bir hadisi şerifte Resûllullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  şöyle buyurmuştur “Haset neredeyse kadere galip gelecekti.” Bundan dolayı Allah-ü Teâlâ, Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ’eFelakSuresinde hasetten ve hasetçinin şerrinden kendisine sığınmasını emretmiştir. Hasetlik yapan ve onun bozuk gayesi için bir şey söyleyecek değilim. Çünkü faziletli insanlara karşı yaptığı düşmanlık ve bu ahlaki rezîlet ile sınanması ona ceza olarak yeter. Bu kötü ahlakın çirkinliği ve bunun ifsâd ettiği kişinin sapkınlığı için şair şöyle söylemiştir.

“Bana kıskançlıkla gelen kişiye sor: sen edebini kime karşı bozdun biliyor musun?

Sen bunu Allah’a karşı yaptın. Çünkü bana verdiğine sen razı olmadın.

Bana nimetlerini arttırarak ve sana istek yollarını kapatarak seni cezalandırmıştır. “

Beni kıskanmaları hayret edilecek bir şey değildir. Şâirin sözlerini görmüyor musun?

“Efendi olan kişinin kendisine sövülmesi ve kıskanılması onun için utanılacak bir durum değildir.

Çünkü kıskanılan kişi kutup yıldızı mesâbesindedir.”

Haset edilen kişinin hiçbir günahı yoktur. Allah ona lütfundan bağışlamıştır. Eğer böyle olmasaydı haset eden kişi neden onun gibi olmak istesin. Kendisiyle yarışanları ilmi ile geride bırakıp yıldızların üzerine ayaklarını basan ve böylece akraba olsun olmasın herkesin övünç kaynağı olan kişiyi haset eden kimse kınanmaz. Haset edenlere kin besleyip düşmanlık yapan kimse olgunluktan uzaktır. Şu beyitleri söyleyen kimse ne kadar güzel ifâde etmiştir.

“Sana verilen bir nimeti haset eden kişiyi mazur gör

Çünkü yükseklik eğer haset ediliyor ise güzeldir.”

Yokluk ve fena gibi sûfiyenin kullandığı ıstılahlardan dolayı peygamberlik iddiasında bulunduğumu iddia ettiler.

“Ümmü Cafer’e olan aşkımdan dolayı beni dövdüler

Her biri elindeki sopayla bana vurdu, hatta bana ellerindeki tasları dahi fırlattılar.”

Taassubun bu dereceye varması ne kadar da acı. Haset ne kadar çirkindir. Hele bu haslet bir âlimde bulunursa ve onu zikrettiğim gibi iftira ve bühtana sürüklerse daha da kötü olur. Sonra da bu kişi birMüslüman’a ve hatta bir âlime Peygamber Efendimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ’i yalanlayan Hiristiyan ve Mecusilerin dahi uzak durduğu ve kendilerine yakıştırmadıkları yanlış inanç ve sapkınlıkları nispet etmekten hayâ etmez. Bu sapkınlıkları ne peygamberlik müessesini inkâr eden Budistler, ne de peygamberlerle beraber onları gönderin Allah’ı inkâr eden zındıklar kabul eder.

“Kendilerinin müstahak olduğu kabahatleri bana ve sevdiğimin üzerine attılar. Allah geciktirmeden onlardan bunun intikamın alsın,

Muhammed’in rabbine yemin olsun ki biz aleni bir şekilde- ister iffet deyin ister daha güzel gördüğümüz için deyin- o işi terk ettik. ”

Bu üslup içinde kullanılan ifâdeler âlimlerin meclisinde bulunan ve faziletli insanların dizlerinin dibinde oturan (onların terbiyesinde yetişin) kişilere gizli değildir.Onlar, hak ile batıl olanı birbirinden ayırt edebilirler. Bu kişi bid’at görüşleri ve sonradan ortaya çıkmış batıl fikirleri ve bunun yanında Selefi Sâlihin üzerinde bulunduğu müstakim yolu ve onların sımsıkı sarıldığı temel prensipleri iyi bilir. Bu bağlamda kufinin söylediği şu söz ne kadar anlamladır. Bu beyitte cahil kasetçilerin faziletli insanlara karşı sarf ettikleri sözlerin hiçbir şekilde onlara zarar vermeyeceğini ifâde etmiştir.

“Sana bir nâkıstan benim aleyhimde bir söz ulaşırsa

O benim ne kadar faziletli olduğuma dair işârettir. ”

Şu beytin sahibi de sanki Mütenebbi’ye ve onun güzel beytine bakıp şöyle dile gelmiştir.

“Allah unutulmuş gizli kalmış bir faziletin ortaya çıkmasını murâd ettiğinde

Onu haset eden bir kişinin diline dolar.”

Âlimlerce mâlumdur ki her bir ilimle meşgul olan topluluğu kendi aralarında üzerinde ittifak ettikleri ıstılahları vardır. Her gurubun ıstılahları ancak o ilimle iştigal kişiler bilir. Örneğin gramerle iştigal eden kişi nesep ilmiyle iştigal eden kişilerin kullandığı ş’ab, kabile, bâtın, fahz, aşiret, imâret, tezyîl ve darbu’n-nisâ gibi ıstılahları bilemez. Nesep ilmiyleilgilenenler de nahivcilerin mu’rab, mebnî, mübtedâ, haber, fiil ve fâilden mürekkep cümle, marife ve nekre, lâzım ve müteaddî, müfred ve müdâaf, murahhem, mef’ulun lehu ve mef’ulun meâhı, munsarıf ve gayr-ı munsarıf isimler gibi ıstılahları bilemez. Tasrifi (sarf ilmiyle meşgul olan kimse) mütekellimin (kelam ilmiyle meşgul olan kimse) cevher, araz, tehayyüz ve cisim, kevn, hareket ve sükûn, ictimâh, ve kesb gibi ıstılahları bilmediği gibi mütekellim de tasrif ehlinin sülâsî, rubâî, ecvef, nâkıs, lefîf ziyâde, ibdâl ve idğâm ıstılahlarını bilemez. Ancak her iki ilimle ilgilenip bu ilimlerden mütehassıs olur ise bu iki ilmin ıstılahlarını bilebilir. Bunun gibi Fakîh muhaddislerin zayıf, metruk, garîb, azîz ve meşhur hadis gibi ıstılahlarını bilmediği gibi muhaddis de Fakîhlerin akit, şuf’a, ferâiz, devir, ilâ, zıhâr,ve kitâbet gibi ıstılahlarını bilemez. Bunun gibi muhasebeci de usulcülerin fer’ ve asl, illet ve hüküm, vâcib, mendub, mekruh, mahzûr ve mübah, muvassa ve mudayyek, muayyen ve muhayyer, mukayyed ve mutlak, has ve âmm, nâsih ve mensûh, taklîd ve ictihâd gibi ıstılahlarını bilemeyeciğini gibi usulcü de hussâbın (muhasebeciler) cem ’ ve tefrik, cizr ve kaab’ , esann ve meftuh, şey’ ve mal, mâlul, emvâl ve kâ’bu’l-kuâb gibi ıstılahlarını bilemez. Arûzî (aruz vezni ile meşgul olan kişi) mantıkçının mahmûl ve mevzu, selb ve icâb, hamlî ve şartî, darb ve şekil gibi ıstılahlarını bilmediği gibi mantıkçı da arûzî’nin sebeb ve veted, fâsıla ve bahr ve darb, tavîl ve medîd, basît ve mutakarrib gibi ıstılahlardan ne murâd ettiğini bilemez.

Bu kaideyi bu şekilde açık ortaya koymamdaki gaye her ilmin kendisine vâkıf olan sâlikleri vardır. Haîkatini belirtmek için onların ıstılahlarını anlayabilmek için onlara müracaât etmek gerekir. Bunun gibi sûfî de manalarına kendilerinden başka kimselerin vâkıf olamadığı kendilerin has ıstılahları vardır. Sûfîlerden kastım hakîki bir niyet ile Allah (c.c.)’a yönelen ve O’nun yolunda sebat etmek için çalışan topluluktur. Onlar için yolun başı düşmanla mücâhede ve zikre devam etmektir. “Bizim uğrumuzda cihâd edenleri elbette yolumuza ileteceğiz'’” âyetinde Allah Teâlâ’nın buyurduğu gibi bu gibi kimselerin istikâmet yoluna iletilecekleri vaadi verilmiştir. Sûfiyenin ilk tuttuğu yol olan mücâhedeyi sadece lafız olarak manasını bilen kişi nasıl olur da o ilim de derin bilgiye sahip olanların vakıf oldukları ıstılahlarda hüküm verebilir. Fıkıh’ın sadece ismini bilen kişinin, ancak büyük Fakîhlerin manalarını bildikleri lafız ve ıstılahlarda tasarruf edip görüş bildirmesi nasıl uygun düşebilir? Allah (c.c.)’ın yolunu tutan sâlikler geçmiş asırlarda özellikle hicri ilk asırda sûfî ismi ile tanınmıyorlardı. Sûfî lafzı hicri

III.    Yüzyılda şöhret buldu. Bağdat’da bu lafzın kendisi için kullanıldığı ilk kişi Abdek es-Sûfî’dir. O, Bişr Bin Hariz el-Hâfî ve Seri’ bin Müflis es-Sakâtî’den önce yaşamış meşâyihi büyüklerinin ilklerindendir.[4]

Mücâhede; fıkıh, tıp ve nahiv gibi müfred bir lafızdır. Bu ilimlerin tafsilatı ile kapsamlı bir şekilde bilmeyen kişi bu lafızların ıstılâhî manalarını da bilemez. Tek başına bir ilim olan mücâhede de sağlıklı bir bakış açısı olmadan manası kavranmaz. İmam Gazzâlî’nin İhyâ adlı eseri baştan sona bu ilmi ihtida etmektedir. Bildiğim kadarı ile Ebu Tâlib el-Mekkî’nin Kûtu’l Kulûb eseri dâhil İslam’ın ilk yıllarında bu ilim ile ilgili kitap tasnif edilmemiştir. Bu ilmi elde eden talebe onunla amel etmediği müddetçe bu ilmin ona faydası olmayacaktır. Tıp ilminde mahir bir hasta, tadı acı olan o ilacı içmediği müddetçe bilgileri ona fayda sağlamadığı gibi. Lâkin bu ilmi tahsil ettikten sonra Allah yolunda hakkıyla cihâd yaparsa Allah onu yoluna erdirecektir. Yine Kur’an- ı Kerim’de buyurulduğu gibi ””Eğer Allah’tan korunup emrine uygun yaşarsanız size furkân’ı (iyiyi kötüden ayırt eden bir anlayış) verir.” âyeti gereğince o kişiye bilmediklerini de öğretecektir. İbn-i Abbâs bu ayet ile ilgili olarak şöyle buyurmuştur. “Yani hak ile batılı birbirinden ayırt edecek bir nur veriri” Allah’ın şu buyruğu da bu manaya işaret eder. “O’na itaat edersiniz hidayete erersiniz.” Bununla beraber zikredeceğimiz bu ayet de aynı manaya delâlet eder. “Eğer o memleketin halkı iman edip sakınsalardı, elbette üzerlerine gökten ve yerden bolluk (kapılarını) açardı.”

Allah Teâlâ’nın “Hikmeti dilediğine verir ve kime hikmet verilmiş ise ona birçok hayır da (beraberinde) verilmiştir.” buyruğu ile işaret ettiğihakîkat hikmetin tâ kendisidir. Hikmet sadece sözlerden hâsıl olmaz bilakis o sükûttantevarüs eder. Nitekim bunula ilgili olarak Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  Bir kişi eğer vakar içerisinde sükût eder halde görürseniz ona yaklaşın (onunla dost olun) çünkü o hikmetle konuşturulur veya ona hikmet verilmiştir.” buyurmuştur. Mana olarak Zebur’da da geçtiği ifâde buyrulan başka bir hadiste ise “Hikmetin başı Allah korkusudur ”buyrulmuştur.

İslam Tarihi’nin her asrında bu ilimlerle ilgili konuşan bir cemâat muhakkak olmuştur. Bunlardan bazıları sülûk ilmi ile ilgili konuşmuş diğer bazılar ise vüsûl ilmi üzerine konuşmuştur. Yine bazıları tüm insanlara hitap etmiş iken diğer bazıları ise sadece bu yolun sâliklerine hitap etmiştir. Cüneyd el-Bağdâdî buyurur ki: “Tasavvuf da pirimiz Hz.Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ’dan sonra kalplerin ihtiva ettiği meziyetlere işaret eden ve detaylı olarak onların hakikatlerini ortaya koyan Hz. Ali b. Ebi Tâlib’dir.” Cüneyd el- Bağdâdî’ye Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) ve onun tasavvuf ilmine dair bilgisi sorulduğunda şöyle buyurdu: “Müminlerin emiri Hz. Ali (r.a.) kendisine ledünnî ilmin verildiği kişidir ki eğer o uzun süre savaş meydanlarında cihâd etme idi bu ilim ile ilgili kalplerin tatmin olacağı kadar kendisine bize nakiller ulaşırdı.” Yine Cüneyd el-Bağdâdî şöyle buyurdu: “Allah’ın, görünen şu gök kubbe altında kardeşlerimiz ve dostlarımızla üzerine konuştuğumuz şu ilimden -ki tasavvuf ilmini kast ediyor- daha şereflisini indirdiğini bilseydim ona yönelip koşardım.” Cüneyd el-Bağdâdî şu beyitleri çokça tekrarlardı.

“Tasavvuf ilmi öyle bir ilimdir ki onu ancak anlayışta üstün olanlar bilir

Onu yaşamayan onu bilemez bir ama nasıl güneş ışığını görebilir.”

Cüneyd el-Bağdâdî ve Ahmed b. Vehb ez-Zeyyâd tasavvuf ilimi hakkında konuşurlardı. Cüneyd el-Bağdâdî, Ahmed b. Vehb ez-Zeyyâd’dan çok istifâde eder ve onu kendisinden üstün tutardı. O vefat edinceye kadar Cüneyd el-Bağdâdî camide meclis kurup konuşma yapmamıştır. Ve Cüneyd el-Bağdâdî şöyle derdi: “Ahmed ez- Zeyyâd’ın vefatı ile beraber biz hakÎkat ilimlerini de kaybettik.” Ve yine bir defasında Cüneyd el-Bağdâdî şöyle buyurdu: “ Ebubekir el-Kesaîbenden bin meseleyi sordu, ben bunların insanların eline geçmemesini diledim.” Ebubekir sûfiyyenin büyüklerindendir. Cüneyd el Bağdâdî, onunla ilgli “Nehrevân köprüsünden bize Ebubekir El-Kesâî gibisi geçip gelmemiştir.” Buyurmuştur. Hiçbir dönemde sûfîlerin eksik olmadığının bilinmesi için bu ilimler hakkında konuşan topluluklardan bahsettim. Genelde bütün insanlara hitap eden kişilerden biri de Ebu Saîd Hasan bin Hasan el-Basrî’dir. Kendisini yaşadığı dönemde Kaderiye mezhebine nispet ederlerdi. Hâlbuki kendisi bu ithamdan insanların en uzağıydı. Şu sözleri söyleyen kişi ne kadar da doğru söylemiştir.

“Senin Vâil ’in Teğlib kabilesini hicvetmen onlara zarar vermez.

Ya da iki denizin birleştiği yere necaset atman onu necis yapmaz.”

Ebu Nuaym el-İsfehâni “Zebbu’l-Kader ‘ani’l-Hasan b. Ebi’l-Hasan ”isimli bir kitap telif etti. Ali b. Ebi Talib onu (kitabı) görünce hoşuna gitti ve onu övdü. Basra da ona bu konularda konuşmasına izin verdi. Onun hâricindekilerin bu konuları insanlara anlatmaları yasaklandı. Hz. Ali (r.a.): “Bu konulardan bahsetmek bid’attir. Biz İslam’ın ilk yıllarında bu konuları bilmezdik” derdi. Hasan-ı Basrî’nin sözü peygamberlerin sözüne yolu da sahabelerin yoluna benzerdi. Enes b. Mâlik e bir şey sorulduğunda o “Dostumuz Hasan’a sorun” derdi. Çoğunlukla amelleri ifsâd eden âfetlerden, kalbe gelen vesveselerden, dikkat edilmesi gereken gizli sıfatlardan ve nefsâni arzulardan bahsederdi. Ona, “Ey Ebu Saîd seni başkalarının konuşmadığı mevzulardan bahsederken görüyoruz. Sen bu ilmi nereden aldın?” diye soruldu. O da “Huzeyfe b. Yemân’dan” derdi. Huzeyfe de başka sahabelerden duyulmayan konulardan bahsederdi. Bunu ona sorduklarında o şöyle dedi: İnsanlar Hz. Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ’a hayır hakkında sorarlardı. Onlar “Ya Rasulullah! Şu veya bu ameli işleyene sevap olarak ne vardır;” diye sorarken. Ben “Şu veya bu ameli ne ifsâd eder?” diye şer hakkında soru sorardım. Hz. Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  benim amellerin âfetlerinden sorduğumu görünce bu ilmi sadece bana verdi.Hz. Huzeyfe “ Sır sahibi” diye isimlendirilirdi. Sahabeler arasında nifâk ile ilgili ilmi bilen tek kişidir. Nifâk, âlimlerimizin “nifâkın yetmiş kapısı vardır onların inceliklerini ve sırlarını ancak dinde derin anlayış sahipleri bilir” diye kast ettikleri şeydir. Hz.Ömer (r.a.), Hz.Osman (r.a.) ve sahabelerin diğer önde gelenleri ona - Hz.Huzeyfe’ye- herkesi kaplayacak genel ve özel fitneleri sorarlar ve o da bunlardan haber verirdi.

İnsanları irşâd etmek için konuşmalar yapan eski vaizlerden biri Ebu Sevvâr Hassaân b. Hureys el-Adevî bir diğeri ise Talk b. Habîb’dir. Sehtânî onun hakkında “Ben Talk’tan daha âbidini görmedim” buyurmuştur. O vaizlerden bir diğeri de Ferkad el- Sencî’dir. O, Hasan el-Basrî’nin bir sözüne karşılık “Bizim Fakîhlerimiz bu şekilde söylemiyor” dediğinde Hasan el-Basrî ona “Annen seni doğurmasaydı ey Fureykad! Sen gözlerinle hakîki bir fakîh gördün mü ki? Fakîh, Allah (c.c.)’ın emirlerini ve yasaklarını bilendir” buyurdu. Bir diğeri ise Ebu Âsım el-Müzekkirdir ki, Şam bölgesinin kadîm sûfîdendir. Bir diğeri ise Sâlih el-Murrî ki, Süfyan es-Sevrî onun meclisine gelip sözlerini beğeneri ve onun hakkında “O kavminin uyarıcısıdır” dediği kişidir. Bir diğeride Abdulazîz b. Süleymandır ki Muk’ad’a kendi meclisinde duâ buyurduktan sonra oradan ayrılarak ailesine gitti. Bir diğeri de Fadl b. İsâ er-Rakkâşîdir. Bir diğeri Ebu Ali Hasan el-Mesûhî’dir. Medine mescidinde halka hitap ederdi. Cüneyd el-Bağdâdî onun meclislerine katılır ondan istifâde ederdi. O vüsûl ilmiyle ilgili değil sülûk ilmiyle ilgili konuşurdu. Bir diğeri ise Ebu Şuayb el-Murâdî ki meşhur olan ismi Mukaffa’dır. Bazı mükâşefelerinde muhayyer bırakıldı da o balayı diğerlerinin cümlesine tercih etti. Bundan sonra da gözlerini ellerini ve ayaklarını kaybetti.

Sûfî büyüklerinden biri de Ebu Hamza el-Bağdâdî el-Bezzâz ismi ile tanınan Muhammed bin İbrahimdir. O tasavuffun bütün ilimleri ile ilgili konuşurdu. Ahmed bin Hanbel ona “şu veya bu onu hakkında sen ne dersin ey sûfî ?” diye fikrini sorardı. Bağdat’ta tasavvuf hakkında ilk konuşan kişi, O’dur. Daha sonra Tarsus’a gitmiş halk nazarında büyük bir kabul görmüştür. İnsanlar ona akın ettiler. Ancak sekr halinde iken ondan bazı sözler duyduktan sonra onun zındık olduğuna ve hülûl görüşünü benimsediği kanaatine sahip oldular. Sahip olduğu hayvanlara saldırıp “bunlar o zındığın hayvanları” diye bağırdılar. O, Tarsus’tan çıkarıldığında şu beyitleri okuyordu.

“Ey belde! Senin kalbimde korunmuş bir yerin var.

Sende iken bana karşı yapılan bütün kınamalar ve eziyetler bana hafif gelir.”

Meşhur Ebu Kâsım Cüneyd b. Muhammed’de büyük sûfîlerdendir. Cüneyd el- Bağdâdî’nin akranlarından Nasr b. Recâ’ da öyledir. Ebu Abdullah el-Belhî ve Bağdat mescidinde insanlara hitap eden Ebu Hasan b. Şem’un’da büyük sûfîlerdendir. Yine tasavvuf ilmiyle alakalı çok söz söyleyen Ebu Hüseyin Amr b. Osman el-Mısrî de onlardandır. Bunlara Basra da şevk, muhabbet ve tevekkül konularında ilk söz söyleyen Mûsâ el-Eşacc’cı da ekleyebiliriz. Allah Teâlâ onun gönlünü marifet ilimlerine açıncaya dek Basra’nın tasavvuftaki yolu zühd, ictihâd ve sükût idi.

Basra sûfîlerinden biri de Bağdat’ta insanları irşad için konuşan Fehrân er- Refâ’dır. Yine Mekke’de insanlara hitap eden Ebu Cafer es-Saydelânî de sûfî ileri gelenlerindendir. Meşhur sûfîlerden biri de sâliklerinin kendisine nispeten “Sâlimîler” olarak anıldığı ve Sehl b. Abdullah et-Tusterî’nin dostlarından olan Ebu Hasan b. Sâlim’dir. Ebu Ali el-Esvârî, Mekke sûfîlerinden Ebubekir b. Abdülazîz, Ebu Said el- Kalani en Nisâbûrî, zamanın vaizi olan Yahya bin Muâz, Râziyyân vâizi Ebu Osman Said b. Osman, Ebu Sırrî Mansur b. Ammar el-Bûşencî, Ebubekir eş-Şâşî, Ebu Saîd el- A’lam, Ebubekir ed-Debîlî ve yine bu ilimde güzel bir hitabeti olan ebul Abbâs Ahmed b. Muhammed ed-Dînevirî, Ebu Ubeyd et-Tûsî, asıl adı Muhammed b. Abdulvahhâb olan ve Horasan âlimlerininbüyüklerinden Ebu Ali Es-Sakafî de bu sûfîler arasında yer alır. O, “Bir kişi bütün ilimleri tahsil etse ve insanların saygınlığını kazansa dahi bir şeyhin gözetiminde riyazete çekilmese hakÎki manada âlim rütbesini kazanamaz.” buyurmuştur.

Ali et-Tayyân, Yumnî el-Kaseviyyân ve bu ikisini hemşerisi olan Ebu İshak İbrahim de genel olarak tüm insanlar hitap eden büyük sûfîlerdendir.

Bazıları ise genel olarak tüm insanlara değil de sadece kendi etraflarında bulunan bu yolun sâliklerine hitap ederlerdi. Amr b. Abdullah b. Kays ki imamların başı Hasan el-Basrî ve Malik bin Dinâr’ın övgüsünü kazanmış biridir. Kendisi hakîkat ilmine tutunan ve bu hakîkatleri dile getiren sûfîlerin büyüklerindendir. Bir diğer ise Eb’uş-Şa’sa Cabir b. Zeyd ki, İbn Abbâs onun hakkında “ Basra halkı Câbir’in yanına varıp tüm sorularını ona arz edip fetvâ isteseler onun bilgisi bütün bunlara kâfî gelir” buyurmuştur. Ebu İmran el-Cüvenî ki hikmet hakkında konuşurdu. “Kendi ayıbını bilmeyen ahmaktır” diyen Ebu Vâsile İyâz b.Muâviye, kurb, şevk ve muhabbetin en yüksek makamları hakkında konuşan Ebu Musâhir Riyâh el Kîsî, Fudayl bin İyâz, Ali b.

Medenî, Ahmed b. Vehb ez-Zeyyâd, Abdullah es-Sâih, Ali b. İsa, Ebu’l Hasen Semnûn b. Hamza, Ebu Said el-Kuraşî, Ebul Hasen b. Hudayk, Zekeriyya b. Muhârib, Ebul Hasen ve Ebu Ali el-Verrâk, Cüneyd el-Bağdâdî’nin dostlarından büyük sûfî Ebu Ali b. Zîzâ, Ebul Kasım ed-Dekkâk -ki Kalbe gelen ilhamlar konusunda konuşurdu.- bunlardandır.

Yine “Kim Allah’ın yasaklarına riayet etmez ise Allah da onu esirgemez” sözünün sahibi Ebu Muhammed el- Murta’iş el Horasânî de bu büyük sûfîlerdendir. Ebu Ali es-Sülemî , “Tasavuffun hakîkatlari gitti şartları kaldı öyle bir topluluk geldi ki dünyada rahatlığı istiyorlar ve bunun marifet olduğunu zannediyorlar. Allah tan geldik ve yine O’na döneceğiz” sözünün sahibi Ali el-Hammâl, Ebu Hâşim ez-Zâhid, Cüneyd el Bağdâdî’nin kendisine değer verdiği İbrahim b. Fatik, Ahmed bin Atâ er-Ruzbârî, ebul Feyz Zünnûn el Mısrî, asıl adı Abdurrahman b. Ahmed olan ve Dârânî diye bilinen Ebu Süleyman el-Absî ve kardeşi Dâvûd bin Ahmed, Sehl bin Abdullah et-Tusterî. Bu alanda ilim erbâbı tarafından bilinen bir risâlenin müellifi olarak bilinen Ebu Abdullah bin Mâlik, Ebul Edyân, Ebul Leys el-Mağribî, Basra’nın büyük sûfîden Ebu Said el- Fünûnî, Ebu Hâtim el Attâr, Cemil b. Hasan el- Atkî, asıl adı Muhammed b. İsmail olan Ebu Ca’fer el-Vesâvisî, Ebu Bişr b. Mansur, Osman bin Sahr el-Akîlî, Ebu Sa’id el- Usfurî, Süleyman el- Haffâr, Ebu Suvâbe el-Kuraşi, Ebu Ya’kup el-İbilî, Abdullah b. Affân, Ebu Abdullah el-Basrî, Muhammed b. EbiÂişe, Amr b. Osman el-Mekkî, Abdülaziz el Bahrânî, Ebul Hasan Ali b. Bâbeveyh, Ebubekir el Vâsıtî ve “Allah’ın öyle kulları vardır ki dünyada hüzünlü bir hayat sürmektedirler, ve büyük bir özlemle ahreti beklemektedirler. Kalp gözleri melekût âlemine bakmakta ve orada kendilerine Allah’ın rızasını kazandıracak işleri görmektedirler. Böylece bu yoldu büyük bir ciddiyetle çalışmalarını daha da arttırırlar. Onların dünyada rahtları yoktur. Lâkin yarın -Ahirette- gözleri aydın olacaktır.” sözünün sahibi Rebi’ b. Abdurrahman da büyük sûfîlerdendir.

Bununla beraber Ebu Abdullah es-Sindî -ki Bayezid-i Bistâmî’nin dostlarındandır- , Ebubekir ez-Zencânî, İbrahim b. Yahya et-Tebrizî, Ebu’l-Abbas es- Semmân, Hâtemü’l -Esamm, diye meşhur olmuş. Bayezid-i Bestâmi, Ebu Ahmed el- Gazzâlî en-Nisâburî, Cafer en-Nesevî, Ebul Hüseyn Ahmed b. Muhammed el Havârizmî, Abdullah b. Muhammed b. Münâzil, Ebu’n- Nasr Fethu’n- Nediy, Ebubekir et-Timistânî, Ebul Hüseyn b. Hind el-Fesevî, Ebu İshâk İbrahim ed-Debbâğ, Hasen b.Hameviyye, Ebubekir Muhammed b. el-Cevrî, Ebu Abdullah b.İbrahim el Huşû’î, Ebu Abdullah en-Neccâr ve İbnul Bettâ -ki bu ikisi Ali bin Sehl’in dostlarıdır- Ahmed b. Şuayb ve “mecnûn” lakabıyla bilinen Ubeyd. Bu saydığım zevâtın hepsi builimlerde -Tasavvuf- konuşan sûfîlerdir. Herbiri hicri III. yy.’dan önce vefat etmişlerdir. Bazılarının ise daha sonra vefat ettiği nakledilmiştir.

Kadınlardan bir topluluk ise hem erkek ve hem de kadınlara hitaben konuşmuşlardır. Bunlardan biri Râbiatu’l -Adeviyye’dir ki Süfyân es-Sevrî gibi büyük âlim ve sûfîler onun meclislerinde hazır bulunmuş sözlerini dinlemişlerdir. Ona öyle bir pâye verilmiştir. Bir seferinde Süfyân es-Sevrî’ye hitaben “Eğer dünya sevgisi sende olmasaydı ne kadar iyi bir adamsın” sözünü sarf eden o idi. O zamanın değerli şahsiyetlerinden Abdülvâhid b. Zeyd ona evlenme teklifi yapmıştı da Râbia onu reddetmiş ve ona darılmıştı. Kardeşleri onun için şefaatçi olduktan sonra Rabia’nın yanına gelmiş ve ondan şu sözleri duymuştu “Ey şehvet peşinde olan kişi git kendin gibi şehvet peşinde olan kişiyi iste.”

Bu sûfî bayanlardan biri de Şe’vânetü’l-İbliyye’dir. Bu hanım, âbidlere konuşurdu. Bir ara onu öyle bir Allah korkusu sardı ki onu yaptığı nafile ibadetlerden alıkoydu. Sonra müjdeleyeci bir rüya gördü ve eskiden yaptığı ibadetlere geri döndü.

Ağlamaktan gözlerini kaybeden Bahriyye de bu guruptandır. Erkek ve bayanlardan yaklaşık 500 talebesi bulunan Ebul Hayr et-Teynânî el-Akta’ın annesi ‘Anîde ve Ebu Osman’ın yanında yetişmiş Nişabur’un bayanlarına irşad için konuşan Ahmet b. Sırrî’nin Hanımı Âişe En-Nisâbûrriyye de bu sûfîlerdendir.

Son olarak Fâtıma bnt. Ebubekir el-Kettânî dir. Semnûn‘un muhabbetle ilgili sohbetini dinlerken heyecana gelip ruhunu teslim etti. Ve beraberinde üç adam da onun gibi vefat etti.

Bu ilimlerde eser vermiş en meşhur ve kadîmsûfîlerden bazıları ise şunlardır. Hâris b. Esed el-Muhâsibî, Ebu İshak b. Ahmet el-Havâs, Ebu’l Kâsım el-Cüneyd ki kendisi sûfîlerin efendisidir. Ali b. İbrahim eş-Şakîkî, Sehtu’l Askerî, Ebu Abdullah Muhammed b. Ali et-Tirmizî ki “Ben kitaplarımı belli bir tertip ve kasıt içinde yazmadım. Lâkin daraldığım zamanlar yazdığım eserlere bakıp teselli buluyordum.” Sözünün sahibidir.

Ve buna ek olarak Ebubekir Muhammed b. Ömer el-Verrak et-Tirmizî, Cüneyd’in yazıştığı ve asıl adı Ahmet bin Hemdan bin Ali bin Sinân olan Ebu Cafer en- Nisâburî, Ahmed bin Muhammed el-Farhakî, Ebu Abdullah Muhammed b. Yusuf el- Benn’a el-İsfehânî, Ebu Abdullah Muhammed b. Hafif, Ebu Nasr es-Serrâc et-Tûsî ve bu alanda bildiğim kadar ile ilk eseri vermiş olan Ebu Tâlib el-Mekkî de bu alanda eser veren sûfîlerdendir. Bu liste uzayıp gider.

Ben tekrar konuya dönecek olursam “Nasıl ki âlimlerden her bir tâifenin üzerinde ittifak ettikleri ıstılahları vardır. Ve bunların anlamlarına vâkıf olabilmemiz için o âlimlere müracaât etmemiz gerekiyor, sûfîde tasavuf ile ilgili ıstılahları vardır. Ve bunların hakîkatini anlamak için onların bilgisine ve açıklamalarına başvurulmalıdır. Bekâ, fenâ, adem, yokluk, kabz, bast, sekr, sahv, isbât, mahv, huzur, gaybet, ilim, marifet, vecd, keşf, makam, hâl, firâk, visâl, iskât, ittisal, cem’, tefrika, zevk, fehm, vüsûl, sülûk, şevk, üns, tecelli, ru’yet ve müşâhede gibi lafızlar bunlardandır. Örneğin “Falan kişi onsuz kaldı ve derisini çıkardı” denildiğinde insâf sahibi bir kişi bu sözleri duyduğunda bunları doğru anlamak için bu sözlerin sahibine müracaât etmesi gerekir. Ona “sen bu sözler ile neyi kastettin?” demelidir. Bu sözleri söyleyen kişi bu sözlerden neyi murad ettiğini açıklamadan önce onu zındıklıkla, ilhadla suçlamak cehâlettir. Sûfiyeden bir gurup kişi bazı âlimlere birkaç beyitten oluşan mektup yazdı ve ona kendi ıstılahlarından bazılarının anlamını sordu. Ben o mektupta şu beyitleri burada zikretmek için uygun buldum. O da şu beyittir;

“Birisi “O, o değildir. ” ve “ben ben değilim.” derse bununla neyi kast etmiştir?”

Bütün bunları anlatmamdaki gaye şudur ki benim gençlik yıllarımda yazdığım bir risaleyi bana düşmanlık yapan bazı hasetçiler vesile kılarak Bana eziyet etme yoluna gittiler.

O risâlede sûfiyenin sözlerinden bazılarını zikrettim. “Ezelî azamet hükümranlığının ışınları doğunca kâtip, fenâ oldu ve kalem kaldı.”, “Beni kadîm ve ezelî bir hüviyet kapladı, sonradan yaratılan hüviyetim kayboldu.”, “Kuş yuvasına uçtu”, “Onların ikisi arasında cereyan eden şeylerin zerresi dahi ortaya çıksa arş ve kürsî yok olurdu.” gibi sözlerimde bu kapsamdadır. Bu sözlerimden dolayı beni şiddetle kınadılar. Ve bunların, küfür, zındıklık ve peygamberlik davası olduğunu iddia ettiler. (ben burada sûfî anlattıklarından ve sözlerinden bazılarını zikredeceğim ki sûfıyenin bu lafızları kendi aralarında da kullandıklarına delil teşkil etsin) Bu sözler onların katında bilinir ve onlar bu sözleri kullanmakta bir mahzur görmezler. Kitapları da bu ifadelerle doludur. Bunlardan biri de Vasıtî’nin şu sözüdür. “Allah Teâlâ yarattıklarından rubûbiyetine işaret olanları varlık âleminde ortaya çıkardı. Sonra da bu ortaya çıkardığını gizledi. Onun zatından başka her şey yok olacaktır. Bütün yaratılanlar onun azamitene nispeten bir toz zerreciği gibidir, hakîkatte hiçbir kıymeti yoktur. Yaratılanların ona ulaşması ancak ilim yoluyla mümkün olabilir ki, onu kavradıkları kadarı ile onu ispat ederler.” Benim bu risalede bir bölümde ortaya koyduğum şu mana ile örtüşüyor ki ben orada şöyle yazmıştım. “Hakîkatte Allah Teala, “küll” (asıl) ve “kesîr” (çok) dir. Ve onun haricindekiler “cüz” ve “bir” (tek)dir. Yani bütün varlıkların O’nun bu azametine nispeti “cüz”ün “küll”e ve “bir”in “kesret”e nispeti gibidir. Çünkü bütün varlıklar O’nun kudret deryasından bir damladır. Ben burada Allah Teâlâ, parçalardan müteşekkil olan “çoktur” demiyorum, hâşâ. Allah parçalardan ayrılmaktan münezzehtir. Benim ifâdem sûfîCebrail, arş, kursi ve melekût âleminin hepsi onun ötesinde bulunana nispeten bir kum tanesi kadar ve bundan daha küçüktür.” Allah (c.c.)’ın âlemden büyük olması hâşâ parçalarının çokluğuyla değil bilakis zatının azametine göredir. Bu sözden maksat filozofların “Allah (c.c.) sadece bir şey yaratmıştır” iddiasına reddiyedir. Benim hakkımdaki ithamlar nasıl doğru olabilir ki. Hâlbuki bu risalenin birçok yerinde Allah Teâlâ’nın hiçbir şekilde iki veya daha çok olarak tasavvur edilemeyeceğini söyledim. Ve yine onlar bazı sözlerimde hakiki manada Allah’ı görme iddiası olduğunu iddia ederek Hz. Mûsâ (a.s)’nın bunu talep ettiğini ve kendisine Allah Teâlâ’nın “Beni göremezsin” dediğini hatırlatıyorlar. Fakat onlar sözlerimi böyle yorumlarken benim açık ve yorum götürmez “Allah (c.c.)’ı dünyada ister velî olsun ister peygamber Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ’in haricindeki hiç kimsenin görebileceği tasavvur edilemez” sözümü görmezden gelmişlerdir.

Lafzen aynı olmasa da mana itibari ile büyük sûfî sözlerine muvâfık düşen ruh ile ilgili sözler sarf ettim. Sûfiyenin ruh ile ilgili sözleri çoktur. Vâsitî şöyle buyurmuştur. “Allah, ruhu celâl ve cemâl sıfatlarından ortaya çıkarmıştır. Eğer onu bedenin içinde gizlemeseydi her kâfir ona secde ederdi. Akıl ve anlayışın nurları çıktığı zaman ruhun nuru içerisinde aynı yıldızların ve ayın güneşin ışığında kayboldukları gibi kaybolurlar.” Bunların yok olması mücerred manada bir yokoluş değildir. Bilakis onu idrâk eden zihinlerden gizlenmesi şeklinde tahakkuk eder.

Ebu Saîd el-Herrâs “Allah, dostlarının ruhlarını cezbetti. Ve kendisini zikredip bundan haz almaların sağladı.” buyurmuştur. Onun bu sözü benim risâlemdeki “Kuş yuvasına uçtu” sözümle örtüşmektedir. Ebu Tayyib es-Sâmirî “Mârifet nurların akımıyla hakîkatin âlemin sırları üzerine zuhur etmesidir.” Yine Vâsitî “Sırların üzerinde hakîkat zuhur edince artık orada ümit ve korkuya yer kalmaz” buyurmuştur. Bütün bu ifâdeler benim “Ezelî hüviyet onu kapladı” sözümden kastettiğim manadır.

Cüneyd El Bağdâdî “Sûfî eğer kalbinin derinliklerinden heyecana gelse (vecd hali), arş dâhil nereden geçerse orayı yakar. Arşın yanması onun yok olmasıdır.” Kim kendi benliğinden uzaklaşmış ise rabbi ile yakınlaşmıştır ki O’nun haricindeki her şey o kimse katından yanıp yok olmuştur. “Ene’l Hak” sırrı da budur. Ebu Saîd el-Harrâz’dan nakledilen şu kıssa da olduğu gibi. O şöyle buyurur. “Bir gün çölde yolumu kaybettim. O sırada görmediğim biri bana yüksek sesle şöyle seslendi.

“Eğer sen hakik vücud (gaybet) ehlinden olsaydın

Sen âlemde varolan tüm varlıklara, arşdan ve kursiden dahi gizli kalırdın. ”

Kim yalnız kaldığı zamanlarda Allah (c.c.)’ın yasaklarından sakınırsa bu durum o kişiyi bu zikrettiğimiz hale götürür. Ebu Muhammed el-Harîrî’nin buyuruduğu gibi “Sırf Allah rızasının haricinde hiçbir unsurun karışmadığı kulluk ile insan hürriyet kazanır. Hürriyet ile tecellî, tecelli ile de rü’yet gerçekleşir. Buradaki rü’yetten kasıt Hz. Mûsâ (a.s.)’ın Rabbinden talep ettiği rü’yet değil, bu tecrübeyi yaşayanların katında zâhir olan bir hakîkattir. Ve diğerinden ayrı bir şeydir. Yine el-Harîrî, “Kim kendisi ile Allah (c.c.) arasına murakabe ve takvayı koymazsa keşf ve müşâhedeye ulaşamaz.” Sözü ile bu hakîkate işâret eder. Ebubekir et-Tiflîsî ise “Tasavvuf hâldir. Ne akıl ve ne de kalp onu tam olarak kavrayabilir” buyurmuştur. Semnûn’un şeyhi Ebu’l Hasen şöyle buyurmuştur “Tasavvuf ne hâldir ne de zamandır. Bilakis o yok eden bir işâret ve yakıcı bir hakikattir.” Huldî, “Tasavvuf hâldir. Rubûbiyet gözü onda zahir olurken kulluk gözü yok olur gider” buyurmuştur. Bu ifâde benim kalp, akıl ve ilim yok oldu sadece katip kaldı” sözümle örtüşmektedir. Murte’iş “Tasavvuf öyle bir hâl ki sahibi iki hâl üzerinedir; hakka gitmiştir (yani ona ulaşmıştır), gittiğinden dahi haberi yoktur. Yani Hak Teâlâ vardır kişinin kendisi yok olmuştur.” buyurmuştur. Ebu’l Hasan el-Ensârî de “Tasavvuf, benim kendimden gâfil rabbimle beraber olmamdır.” buyurmuştur. Zünnûn el-Mısrî “Allah (c.c.)’ın öyle kulları vardır ki kalp gözleri ile perdelenmiş gayb âlemine bakarlar. Ruhları melekût âlemimin semalarında gezer. Ve sonrasında mutluluk meyvelerinin en hoş kokulusu olarak tekrar bedenlerine geri dönerler.” buyurmuştur. Bu ifâde benim “Kuş yuvasına uçtu sonra da kafese geri döndü” sözümden kastettiğim manadır. Yahya bin Muâz’ın meclisinde bir adam vecde gelir. O’na “Bu nedir?” dendiğinde, O “İnsânî sıfatlar kaybolup rabbânî hükümler ortaya çıktı” buyurdu. Ebu Faris el-Kurdî’ye tevhid hakkında soruldu. O da “Senin istidâtınla O’na baktığın şekilde değil de O’nun senin kalbinde tecelli ettiğidir.” Süleyman bin Abullah da şöyle buyurmuştur: “İçinde zikrullâh bulunan her nefes arşa bağlıdır.” Ebu Hâmid el- Ustuhrî’de “Ebu İshâk ez-Zâbilî’ye tasavvuf hakkında sordum. O da: “İnsânî gözünün ve benliğin alâmetlerinin yok olup gitmesidir.” buyurduğunu bildirmiştir. Habeşî b. Dâvûd da:“Tasavvuf Hak Teâlâ’nın mutlak bir şekilde tecelli etmesidir” buyurmuştur. Son olarak Yahya bin Muâz da bu konuda “Kim sevgili ile beraber başkasını da görüyorsa o hakîki manada sevgiliyi görmemiştir” buyurmuştur.

Bu risaledeki birçok ifâde ve söz bu prensipler üzerine kuruludur. Bu rivayetlerin her bir lafzının manasının tam anlaşılması için tasavvuf ilminde bir metot ve usulün oluşmasına ve bazı kaidelerin hazırlanmasına ihtiyaç duyulmuştur. Bütün bunları şimdi açıklayamayacağım. Çünkü bunun için yıkıntılardan uzak ve kalbin başka şeylerle meşgulolmayacak şekilde rahat olması lazım. Benim ise zihnim başka şeylerle meşguldür. Takdiri İlahi’nin başıma getirdiği tutukluluk ve diğer musibetler yüzünden ne yapacağımı bilmez bir haldeyim.

“Benim üzerime boşalan musibetler eğer gündüzlerin üzerine boşaltılsaydı

O gündüzler gecelere dönüşürdü ”

Bu risaleyi yazmamın sebebi hayatta iken güzel bir şekilde anılmak ve bunu mütalaâ edip okuyan kişilerin de ben öldükten sonra benim için Allah (c.c.)’tan rahmet dilemelerine vesile olması içindir. Eğer başıma gelen ve gelecekleri bilseydim o risâleyi telif etmeye yönelmezdim.

“Ben bir ağaç ektim ve onu budamayı ümit ediyorum ve bir gün meyvelerinin güzel olmasını umuyordum

Eğer benim beklediğimin aksine bir durum olursa meyvesinin acı olmasında benim bir günahım yok”

Eğer sûfilerden ve âlimlerden bazı kimseler bana yöneltilen bu suçlamalara özürlerinden dolayı cevap vermedilerse ben onları mazur kabul ediyorum. Bu uzun bir meseledir. Ve burada bunu açıklamam mümkün değil. Kalemi elime aldım ve ona dayanarak bana itiraz edenlerin sözlerine özür beyan ederek bu risale ile cevap verdim.

“Kim uzak olanın iyiliğini ümit ediyorsa

(bilsin ki) musibetler karşısında bir elin diğer elime itimât etti ”

Sûfiyye’nin kullandığı kavramlara art niyet ve inkâr penceresinden bakan bir kişi itiraz edecek geniş bir alan bulacaktır. Örneğin Maruf el-Kerhî bir adama hitaben “Allah (c.c.)’a benim için dua et ki insanlığın bir zerresini dahi olsa bana geri versin” demiştir. Zâhirine bakıldığında çirkin bir ifâdedir. Art niyetli biri bu ifâdeye bakıp bu zât kendini Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ’den üstün görüyor çünkü Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  “Ben ancak bir beşerim ve bir beşerin kına yaktığı gibi ben de kına yakıyorum” buyurmuştur. Maruf ise kendisinde beşeri sıfatlardan bir eser kalmadığını söylüyor, diyebilir. Aslında bu ifâde tahkîk ehli katında açık ve anlaşılır bir sözdür. Ancak bunu onların dışındakiler bu açıklıkta anlayamazlar. Çünkü her ilmin ince noktalarını onunla meşgul olan ve ömrünü onun hakîkatlerini anlamak için geçiren kişiler kavrar.

Tasavvuf ilmi, ilimlerin en değerlisi ve en zor anlaşılanıdır. Sûfîlerden başkası bu ilmin gizlisini ve açığını bilemez. Benim sunduğum müşkül ifâdeler ancak onların katında çözüm bulunur. Bundun dolayı beni suçlayanbu zevâtın tasavvuf ilminden haberleri olmadığı açıktır. Hz. Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  birçok sahih rivayette kendisinin, Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali gibi bazı sahabelerin cennet ehlinden olduklarını haber vermiştir. Sahih hadis kitaplarında Hz. Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ’den gelen uzun bir rivâyette şöyle buyurduğu haber verilmiştir: “Rabbimin huzurun girerim ve secdeye kapanarak ümmetime şefaat ederim.” Yine Sahihayn (Buhari ve Müslim)’de Hz. Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ’in minberde iken şöyle buyurduğu haber verilir: “Muhammed’in nefsini elinde tutana yemin ederim ki cennet ehlinden miyim yoksa cehennem ehlinden miyim bilmiyorum.” Bu -birbirine zıt gibi gözüken iki hadis-, bir problemdir. Fakat tasavvuf yoluna girmiş, şatahatı bilmeyen birinin katında bunun cevabı çok açıktır. Bayezid-iBistâmî’nin, Allah Teâlâ bütün kâinata hitap ederek. “Ey Bayezid! Bunların hepsi kullarımdır ama sen hariç buyurdu ve beni kulluktan çıkardı” sözünün zahirine bakıldığında art niyetli bir kimse, Hz. Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) : “Ben kulum” buyururken ve diğer bazı peygamberlerden gelen haberlerde her birinin “Beni rahmetinle kullarından eyle” diye dua ettikleri bize aktarıldığı halde nasıl olur da onların haricindeki biri çıkıp “Beni kulluktan çıkardı” demesi caiz olur? Derse buna nasıl cevap verilir? Bu tasavvuf yoluna girmemiş kişi için bir problem iken tasavvuf erbabının katında bunun cevabı güneşten daha açık ve zahirdir.

Şiblî’nin sözü, Bayezid’in sözünden daha açıktır. Bayezid’in az önce zikrettiğimiz sözünü duyduğunda Şiblî “Hak Teâla bana bundan daha fazlasını mükaşefe yoluyla gösterdi ve buyurdu ki bütün yaratılanlar kulumdur. Ama sen hariç.Çünkü sen, benim” buyurdu. Yine Şiblî’nin bu sözlerinden biri de kendisine “Senin sevindiğin anların oldu mu?” dendiğinde O:

“Allah (c.c.)’ı zikreden kimseyi görmediğim zamanlar sevinirim”

diye cevap verir. Eğer art niyetli bir kişi dese ki “bu küfürdür. Çünkü bütün peygamberler insanları Allah (c.c.)’a imana ve O’nu anmaya çağırmak için gönderildiler ve onlar, ancak bu davetleri karşılık bulduğu sevinirlerdi. Nasıl olur da Şiblî’nin “Ben Allah (c.c.)’ı kimse zikretmediğinde sevinç duyarım” demesi caiz olabilir? Yine Şiblî dualarında

“Allah’ım düşmanlarıma Adn cennetini nasip eyle. Beni ise bir göz açıp kapayana kadar dahi olsa senden ayrı bırakma”

derdi. Eğer art niyetli olan kişi Hz. Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  dualarında “Allah’ım senden cenneti istiyor ve cehennemden de sana sığınıyorum” derken nasıl olur da Şiblî’nin dediklerine hak verilebilir.

[Ben seninle olan bir şey istiyorum, demek istemiştir. Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve sellemin istemesi ümmetine dayanacakları bir manevi hal, Allah Teâlâ’yı kendine has kılmayı istemek ateşe sarılan oduna benzemektir. İhramcızâde İsmail Hakkı]

Birçok sûfîden gelen haberlerde “Kim Allah (c.c.)’a herhangi bir şey karşılığında ibadet ederse alçaktır” dedikleri nakledilmiştir. Yine Kuleyb es-Sincânî ki, bela ehlindendir. Şöyle buyurmuştur. “Eğer Hz. Eyyüp hayatta olsa idi onunda sabırda yarışırdım.” Art niyetli olan bir şahıs “Bu sözün sahibi peygamberlere nübüvvetlerinde meydan okumuştur ve bu küfürdür” derse sözün zâhirine bakılırsa haklı olmuş olur. Bütün bu anlatılardan daha hayret verici olan Şakîk-i Belhî ile ilgili anlatılan şu kıssadır. O sûfiyeden bazılarına ariflerin sıfatlarından sorduğunda biri şöyle cevap verdi. “Onlar kendilerine verildiğinde şükrederler, mahrum bırakıldıklarında ise sabrederler.” Şakîk Ona dedi ki “Bunları bizim Belh’teki köpeklerin sıfatlarıdır.” O kişi de sordu “Peki âriflerin sıfatı nedir?” Şakîk buyurdu ki “Mahrum bırakıldıklarında şükrederler kendilerine verildiğinde ise başkalarını kendilerine tercih ederler” bunun üzerine biri dese ki “Allah, Kur’an-ı Kerim’in birçok yerinde sabır ve şükür ehlini övüyor. Şakîk onları köpeklere eş tutuyor.” Bu sözün kalplere tesiri büyük olur. Ancak tasavvuf erbabının görüşlerini ve sözlü geleneğini bilenler bu hakîkatin farkındadırlar.

Vâsıtî Nişâbur’a girdiğinde Ebu Osman’ın dostlarına “Şeyhiniz size neyi emrediyordu?” diye sorar. Onlar “Taâtlere devam edip onlardaki kusurları görmeyi” dediler. O da “size saf Mecûsiliği emrediyormuş. Size yaptığınız taâtleri unutmayı ve o ibadetleri emredeni görmeye çalışmanızı emretseydi ya!” buyurdu. Buna itiraz eden kişi “Bu söz küfürdür. Çünkü o taâte devam etmenin saf Mecûsîlik olduğunu iddia etti. Hâlbuki bu ifâde Allah ve Resul’ünün buyruklarına aykırıdır. Çünkü Kur’an-ı Kerim baştan sona taâti ve taât ehlini övmektedir. ”diyebilir. Sadece sözün zahirine bakılırsa ve bu sözler yorumlanmayıp olduğu gibi değerlendirilirse bu kişi iddiasında haklı olur.

Bil ki tasavvufun birçok kısımları vardır. Her bir kısmı ile amel eden bir topluluk vardır. Bu ilmi bütünü ile kuşatan çok az kişi vardır. Bu kısımlardan birisi “sülûk ilmi” diye adlandırılır ki bununla ilgili ciltlerle kitap yazılmıştır.

Şiblî’nin “Otuz yıl boyunca sabah aydınlığına kadar geceleri hadis ve fıkıh yazma ile meşgul oldum. Kendilerinden bu ilimleri aldığım ve yazdığım zevata gidip ben Allah’ın fıkhını tahsil etmek istiyorum dediğimde kimse bana bir şey söylemedi.” Sözünde tasavvuftaki bu bölümlere işaret vardır. O risalede beni eleştirdikleri diğer bir konu da Allah’ın Peygamberler tarafından dahi tam olarak idrâk edilemeyeceğini söylememdir. İdrâk, kişinin bir şeyi tam anlamıyla eksiksiz bir şekilde kavraması, bilmesidir. Bu ancak Allah için tasavvur edilecek bir hakikattir. O halde Allah’ Allah’tan başka kimse tam anlamıyla bilemez. Cüneyd’in dediği gibi “Allah’ı hakkıyla takdir edemediler” ayetinden “O’nu hakkıyla bilemediler” manası kastedilmiştir. Hz. Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  da şöyle buyurmuştur. “ Eğer Allah’ı hakkıyla bilseydiniz dualarınızla dağlar yok olur, denizlerin üzerinde yürürdünüz. Ve Allah (c.c.)’tan hakkıyla korksaydınız beraberinde cahilliğin bulunmadığı bir ilme sahip olurdunuz. Fakat bu dereceye hiz kimse ulaşmamıştır. Denildi ki: “Sen de mi ya Resûlullah?” buyudu ki: ‘Evet ben de.” Allah kendisine erişilmekten münezzehtir Hz. Ebubekir es- Sıddîk şöyle buyurmuştur. “Yarattıklarına mârifetullaha ermeleri için onu tanımaktan âciz kalmalarından başka bir yol bırakmayan Allah (c.c.)’ın şânı ne yücedir.” Ahmet bin Atâ’da “Hiç kimse mârifetullaha eremez. Bu rubûbiyetinin hakikati ve samediyet sıfatının bir gereğidir.” Buyurmuştur.

Ebu Hasen en-Nûrî’ye “O, ancak akıl ile idrâk edilebildiği halde nasıl olur da akıl onu idrâk edemez?” diye soruldu. O da buyurdu ki “Sınırlı olan sınırsız olanı nasıl idrâk etsin” Ebu Abbas ed-Deynuri’ye “Allah (c.c.)’ı neyle tanıdın?” diye sorulduğunda o, “O’nu tanıyamayarak” diye cevap verdi. Zünnûn “Kim Allah’ı tanıdığını zannederse O’nu tanımamıştır. Kim O’nun zatının bilgisini elde ettiğini iddia ederse onu bulmamıştır. Ve kim O’nu bir şeye benzetirse O’nun hakikatini kavramamıştır” buyurmuştur.

Marifetullah ve O’nun hakîkatinin bilgisine ulaşmayı basar, sem’i, kelâm, irâde, hayat, kudret ve ilim gibi O’nun sıfatlarını bilmekten ibâret olduğunu sanan bir kişi için mârifatullaha ulaşmak zordur, güç bir iştir. Çünkü işin aslı böyle değildir. Tasavvuf erbâbı Allah (c.c.)’ı bilmek ile mârifetullah arasında büyük bir fark görürler. Vücud’u kadim olan Allah (c.c.)’ı bilmek kolaydır. “Allah ’ta (O’nun varlığında) şüphe var mı?” âyetinde buna işaret vardır. O’nun zâtının hakîkatini idrâk ve hakîkatinin bilgisini elde etmek Allah (c.c.)’tan başkası için mümkün değildir. Yukarıda ifâde ettiğimiz bütün sözler buna işâret etmektedir. Bu âlemin ezeli bir yaratıcısının varlığı bilgisi hakîkat ehli için müşkül bir durum değildir. Bilakis bu onların katında güneşin varlığından daha aşikârdır. Basîret sahibi olan kişilerin güneşin varlığı hakkında tartışmaları nasıl tasavvur dilebilir? Evet, ama olan kişinin kulaklarıyla duyuncaya kadar bu hakikatten şüphe duyması normal karşılanabilir. Bu durumda hakîki varlık olan zâtın varlığı hakkında nasıl şüphe duyulabilir! O’nun haricindeki her şey varlık âleminde O’nunla görünürler. O’nunla vücut bulurlar. Eğer O olmasaydı kesinlikle hiçbir şey var olmazdı. O’nun yokluğu düşünülürse -O ademiyetten münezzehtir.- Her şeyin varlığı batıl olur. Arifler şeylerden -yaratılmış varlıklar- yola çıkarak Allah (c.c.)’ı tanımaya çalışmazlar. Aksine Allah (c.c.)’ın nûru ile eşyaya bakarlar. Hz. Ebubekir’in buyurduğu gibi “Neye bakarsam bakayım O’nun öncesinde Allah (c.c.)’ı görüyorum.” Buradaki görme sûfiyenin ve Fakîhlerin farklı anlamlarda kullandıkları müşterek bir lafızdır. Ancak bizim buradaki gayemiz bunu açıklamak değildir.

Sûfiyenin şathiye dedikleri şiddetli coşku ve sekr halinde kişiden sadır olan garip kelimeler vardır. Bu halde bulunan kişi kendine hâkim olamamaktadır.

“Bana şarap verip şarkı söyleme dediler

Eğer, Şurûrî dağlarına bana içirdiklerini içirseler şarkı söylerlerdi”

Bayezid-i Bistami’nin dediği gibi “Yılanın derisinden ayrıldığı gibi bende benliğimden ayrıldım. Bir de baktım ki ben, O’yum.” Ve şu söz de ona aittir. “Allah’ım beni vahdaniyetinle süsle, bana benliğini giydir. Ve beni ahadiyetine çıkar. Ta ki bana yarattıkların baktığında seni görsünler, orada gördükleri sen olasın ve ben orada olmayayım.” Bununla ilgili misaller çoktur. Nitekim sûfîlerden manzum şeklinde ulaşan sözleri vardır. Bu bağlamda bazılarının dediği gibi

“Benimle senin aranda olan ben, benimle çekişiyor

Sen varlığınla beni aradan çıkar ”

Hz.Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ’den rivayet edilen bir hadis-i kutsîde de “ Kul bana nafileler ile yaklaşmaya devam eder ta ki onu severim. Onu sevince de onun duyan kulağı gören gözü ve konuşan dili olurum.”buyurulmaktadır.

Bu halde kendine hâkim olamadığı için coşkusuna yenik düşen kişi aklı ezelî olan Sultân’ın aydınlık nurunda yok olunca “Kendimi tenzih ediyorum. Benim şânım ne yücedir!” ve daha önce dile getirilen benzer laflar söylerse bundan dolayı suçlanmaz. Çünkü âşıkların sözlerinin üstü kapatılır, anlatılmaz(ifşâ edilmez).

Bir erkek kuş dişisine kur yapıp kendisi ile beraber olmasını istemiş. Fakat dişi kuş bunu kabul etmez. Bunun üzerine erkeği der ki “Ya bana itâat edersin ya da Hz. Süleyman’ın mülkünün altını üstüne getiririm.” Bunun üzerine rüzgâr o sözü Hz. Süleyman (a.a)’a götürdü. Hz. Süleyman (a.s.) da o kuşu huzuruna çağırdı. Ve bunu ondan sordu. O da “Ey Allah’ın peygamberi! Âşıkların sözü anlatılmaz” deyince Hz. Süleyman bu cevabı beğendi.

Bütün bu sorunlu ifâdeler risâlenin çeşitli bölümlerinde serpiştirilmiş bir şekildedir. Eğer bu ifâdelerin öncesine ve sonrasına bakılırsa itiraz edilecek hiçbir şeyin olmadığı anlaşılırdı. Allah (c.c.)’ın ayetleri ve Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ’ın hadislerinin farklı yerlerinde Allah (c.c.)’ın sıfatları ile ilgili öyle ifâdeler ve lafızlar var ki eğer bunlar - asıl bağlamlarından koparılıp bir araya getirilip zikredilse şüphe, kuruntu ve delâlet ehlinin yaptığı gibi yanılgıya düşülür ki bu kalplerde büyük bir tesir bırakır. Eğer her kelime illeti ile beraber uygun bir şekilde yerinde kullanılırsa, ne onu duyan kulak bunu yadırgar ne de fıtrat onu çirkin görür. Allah (c.c.) hakkında öyle mücmel ifâdeler var ki bunlar doğruya veya hataya yorumlanabilecek tarzdadır. istiva, nüzûl, gadap, rızâ, muhabbet, şevk, sevinme, gülme, hoşlanmama ve tereddüt etme gibi. Ve yine suret, yüz, göz, el, parmak, duyma ve görme gibi ifâdeler de bunlardandır. Allah-u Teâlâ’nın, Kur’an-ı Kerim’de “Kim Allah (c.c.) ’a güzel bir borç vermek isteri” Veya “Kullarının tövbesini kabul eder ve sadakaları da alır.” gibi buyrukları da bu kapsamdadır. Allah (c.c.)’ın Hz. Musa (a.s.)’ya “Hastalandım beni ziyaret etmedin, acıktım bana yemek vermedin”” buyurduğu Hz. Musa’nın sıkıntısından bir oturup bir kalktığı ve nihayetinde “Ya Rabbi! Sen hastalanır ve acıkır mısın?” dediği Allah’ın ise “Falan kulum hastalandı ve falan kulum acıkmıştı eğer onu doyursaydın, şunu da ziyaret etseydin beni onların yanında bulurdun” buyurduğu rivayet edilmiştir. Bu Hz. Dâvûd (a.s.)’a vahyedilenle örtüşen bir ifâdedir. Çünkü O, “Ya Rabbi seni nerede bulurum?” diye sorduğunda kendisine “Benim için kalbi kırılmış olanların yanında” buyrulmuştur. Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ’e indirilen Kur’an’da da “Allah takva sahipleri ve iyilik yapanlarla beraberdir” ve “Allah sadıklarla ve sabredenlerle beraberdir”” veya “Allah iyi iş yapanlarla beraberdir” buyrulmaktadır. Bu mücmel ifâdelerden dolayı birçok kişi delâlete sürüklenmiş bazıları ise dinden çıkmışlardır. Onlar şöyle dediler. “Madem ki nübüvvet haktır neden Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  Âlemin Yaratıcısı’nı bir cisme nispet edilecek sıfatlarla niteliyor. Çünkü cisme sahip olmak sonradan yaratılmışlığa delildir.” Bütün bunlar onların bilgilerinin eksikliğinden ve Arap dili konusundaki malumatlarının az olmasından kaynaklanıyor.

Nice gâib kişilerden doğru sözler sadır olmuş

O sözlerin âfeti ise sakat anlayışlardır.

Kur’an-ı Kerim bu kişiler için şöyle buyurmaktadır: “(O inkarcılar), ilmini kavrayamadıklarını ve hakîkati/yorumu kendilerine gelmemiş olan şeyi yalanladılar. ” Ve yine şu ayetler onlara dikkat çekiyor. “Fakat onlar bu (kuran) ile doğru yola girmedikleri için bu eski bir yalandır diyecekler.” Dinde derin anlayış sahibi olanlara bu âyetlerin yorumu ve hakîkati güneşten daha açıktır. Hâlbuki insanların bazıları bu ifâdelerde kayboldular ve ne yapacaklarını şaşırmış bir hale geldiler.

“Müşkülleri ancak İbn-i Hürrâ açıklayabilir.

Ölümün şiddetini görüyor sonra da onu ziyaret ediyor.

Eğer bu mücmel lafızların yorumuna ulaşmak kolay olsaydı neden Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  bu ümmetin âlimi Abdullah bin Abbas’a “Ya Rabbi onu dinde Fakîh kıl ve ona Kur’an’ın te’vilini öğret” şeklinde dua buyursun? Bu ilim umuma zor gelse de bu ilimde mütehassısa olan kişilerde kolaydır.

“Ben geceleri yeterince yatıyorum ve kafam çok rahat

Başkaları benim yazdıklarımı anlamak için uykusuz kalırlar ve bunları tartışırlar. ”

Hadis ve Kur’an-ı Kerim’de değişik yerlerde geçen bu mücmel ifâdeleri bir mülhid toplayıp bir araya getirse ve bir imamdan fetva telep ederek derse ki “Peygamberlik iddiasında bulunup da Allah (c.c.)’ın acıktığını, hastalandığını, öfkelendiğini, sevindiğini, güldüğünü, sevdiğini, nefret ettiğini, yarattıklarından borç aldığını ve onlardan sadaka kabul ettiğini, yüksekten aşağıya nüzul ettiğini, insana benzer bir suret taşıdığını bunun bir işareti olarak da yüzü, kulağı, gözü, eli, ve parmağı olduğunu iddia etse buna ne dersin?” İmam, bu mülhidin içinde gizlediği maksadın farkına varmadan bu ifâdeleri söyleyen kişilerin hakîkatten habersiz ve davasında bâtıl olduğunu söyleyebilir. İmam’ın verdiği bu hüküm o mülhidin ayrı ayrı yerlerde geçen bütün bu ifâdeleri bir araya getirerek onları doğru anlaşılması için beraber kullanıldıkları karinelerden soyutlayıp yanlış anlaşılacak bir şekilde sunması sebebiyledir. Bu lafızlardaki yanlış anlaşılmaları ortadan kaldıran karineler ise “O’nun bir benzeri yoktur.” ve “Hiç yaratan yaratmayan gibi olur mu?” buyruklarıdır. Mâdem bütün bu -yanlış anlaşılmaya ihtimali olan -ifâdeleri bir araya getirmek bu derece olumsuz bir tesir bırakıyor. O zaman bu lafızların, başka lafızlarla değiştirildiğinde nasıl bir tesir bırakacağını siz düşünün. Elbette nüzûlü hareketle, istivâyı istikrâr ile eli kol veya avuç ile, işitmeyi kulak veya kulak deliği ile, yüzü et veya kemik ile, nefsi beden ile değiştirdiğimizde yanlış anlaşılmalara neden olur. Fakat nüzûl, istivâ, el, vech ve diğer lafızlar Kur’an-ı Kerim ve hadislerde zikredildiği gibi ele alınıp değişim ve dönüşümden, cem’ (bu lafızların bir araya getirilmesi) ve tefrikten (bir birine bağlı ifâdelerin arasını ayırmak) ziyâde ve noksanlıktan kendisinden önceki ve sonraki ifâdeler ile bağı koparılıp onlardan tecrit edilmekten ve ona asıl manayı kazandıran karînelerden soyutlamaktan korunursa bu lafızlardaki kapalılık zayıflar ve yanlış anlaşılma giderilir.

Bütün bu lafızları bir sayfada toplayıp bir defa da zikretmekle ona doğru anlamı kazandıracak kelimelerle - ki bazen binlerce kelime buna ifâde etmekte yetersiz kalır - beraber zikredilmesi arasındaki farkı anlayamayacak kişi kastedilen manayı idrâk etmekten ne kadar uzaktır!

Mâlik b. Enes, Ebu Hanife, İmam Şâfiî, Ahmet b. Hanbel ve Süfyân-ı Sevri gibi büyük âlimler dahi kendi dönemlerinde kıskanılmış ve türlü eziyetlere maruz kalmışken bana ne oluyor da bu dönemde yaşayan âlimlerin beni yadırgamalarına şaşırıyorum. Nitekim sûfiyenin büyüklerinden olan Cüneyd-i Bağdâdî, Şiblî, Bayezid Bistami, Zünnun-u Mısri, Sehl bin Abdullah et-Tusteri, Ebu Hasen en-Nûrî ve Semnûn el- Muhibb gibileri de aynı âkıbete uğramışlar. Bu haylırlı zevâtın uğradığı sıkıntıları ihtiva eden kitaplar tasnif edilmiştir. Ben bunlardan bazılarını zikrettim fakat vakit dar olduğu için daha fazla uzatmak istemedim ve şu beyitleri misal olarak getirdim.

“Şimşek Necd’e doğru yöneldi, ben de ona dedim ki,

Ey şimşek! Ben senle ilgilenmiyorum. ”

Daha yirmili yaşlara gelmeden çocukluk yıllarımda elli ve altmış yaşındakilerin bırakın onlar gibisini yazmayı anlayamadıkları kitaplar telif ettim. Bu durumda kıskanılmam şaşılacak bir şey değildir.

“Beni haset ediyorlarsa onları kınayacak değilim.

Benden önce de fazilet sahibi insanlara haset edildi ”

Kim benim sözlerimin sıhhatine vakıf olmak istiyorsa yazdığım kitapları eline alır ve içine bakar. Sayfalarını çevirerek içindekileri tam manasıyla kavramak için bütünüyle inceler.

“Kıra’l ‘Aşi ila Mârifetu’l Averan ve’l E’âşi” isimli risalem ve yine “Er - Risaletu’l- A’laiyye” ve “El Muftelezu Mine’t-Tasrif - ki bu ikisi eserlerimin bir özetidirler -, “Amâli’l - İştiyâk Fî Leyâli’l- Firâk” lakaplı risalemle “Münyetü’l - Heysûb” isimli risalem - bu Hint hesap ilmi üzerinedir -, “Gayetu’l Bahs ‘an Mana’l Bahs” ve “Salvetu’l - Bazili’l- Emun Ala İbni’l - Lebun” isimli risale ile “Zubdetu’l - Hakaik” ismini verdiğim bu son yazdığım kitabım, eserlerimdendir. Ben bu kıtabı(Zübde) yazdığımda henüz yirmidört yaşındaydım. Takdirin imtihanından geçtiğim bu yıl otuzüç yaşıma ulaştım. Bu yaş, Allah-u Teâlâ’nın Kur’an- Kerim’de “nihayet erginlik çağına ulaştığı zaman” ayetinde ifâde buyurduğu gibi olgunluk yaşıdır. Kırk yaşına geldiğinde kişi tam olgunluğa erer. Aşk ile ilgili on gün içerisinde yazıp tamamladığım bin beyitten oluşan “Nuzhetu’l-Uşşak ve Nuzhetu’l-Muştak” ismiyle bilinen eserimde topladım. Şu beyitlerde onlardan bir demettir.

“Bir kadın ki Me ’ad kabilesinin en hayırlı anne ve babasının nesebindendir

Aslanlara benzeyen cengâverler tarafından korunmada

Keskin kılıçla ve uzun ve sivri uçlu mızraklarla

Tüysüz küheylanlar üzerinde asâletle düşman üzerine akın ederler.

Her birinin elinde zarif, sağlam ve uzun mızraklar...

Arkadaşlarım yataklarında uykudayken o (sevgili) geldi

Sa’dın iffetli hizmetçileri kendisine eşlik etmede

Zengin ve varlıklı bir adamı ziyaret etmek için

Dağları ve tepeleri tepeleyip geldiler.

Şan ve şeref elbiselerine bürünmüş olarak

Hoşça ve keyif dolu bie gece geçirdiler

Ve ben Hind’le yan yana, neşe içindeydim

Güzel kokular içindeyken onu öpüyorum

Dudaklarımla yanaklarındaki gülleri deriyorum.

Her biri on cilt olmak üzere geniş kapsamlı iki tane kitap yazımına niyet etmiştim. Bu kitapların biri edebiyat ile ilgili olacaktı ki ismini “El-Medhal İla’l- Arabiyya ve Riyâdat-u Ulûmiha’l-Edebiyye” diğerini ise “Tefsîr-u Hakaiki’l - Kur’an” olarak koymuştum. Daha sonra dinin öncelikleri ve farz-ı ayn olan bilgiler ile olan meşguliyetlerim bu iki kitabı yazmama engel oldu. İnsaf sahibi olup haset ve cehâletten uzak olan insanlardan benim durumumun hakikatini bilenler şu sıkıntılı durumda anlatmakta âciz olduğum davamın doğruluğunu bilirler. Şu anda bende olan göğüs daralması, fikir dağınıklığı ve diğer olumsuzluklar beni yeteri derecede delil getirmekten alıkoyuyor. İsteyen şu beyitlere dikkatin yöneltsin.

“Kudâa’ya(bir kabile ismi) sor: sözüme sadık kaldım mı? Yoksa velyeti alıp başa geçtiğimde sözümü bir tarafa mı bıraktım.

Nice ordu komutanlarını mızrağımla öldürdüm ve birçok harbe karıştım,

Onlar gibi nice kahramanlarla karşılaştım, hem onlara ölüm kadehinden içirdim ve hem de ben içtim,

Nice kardeşler var ki kendilerinden yardım dilenildiğinde icabet ederler, ben (savaş meydanlarında) atlatın ayaklarını kaydırmakla kabul gördüm,

Ben şerefi kayıtsız bir şekilde talep ediyorum, eğer ölürsem ölürüm, (diri) kalırsam da kalırım.”

Bu risalede zikredilmesi gereken konu selefin görüşlerinin hakikatleridir.- ki buna ihtiyaç duyulmaktadır- Ben bunu üç bölümde ele aldım. Çünkü imanın aslı Allah’a, Resûlüne ve Ahiret gününe imandan oluşur. Allah (c.c.)’a hamd, Hz. Muhammed Mustafa (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ’ya ve diğer peygamberlere salât-u selâm getirdikten sonra her bir asıl ile ilgili bir bölüm zikrettim. Allah (c.c.)fazlı ve ihsanıyla bizlerli hatâdan muhafaza etsin.

I.               BÖLÜM

Allah’a Ve Sıfatlarına İman Konusu

Bil ki Allah (c.c.) vardır ve yokluğu düşünülemez. Birdir, parçalara ayrılması tasavvur edilemez. O her şeyin sahibi çok cömert, çok esirgeyen, çok merhametli güç ve ikram sahibidir. Yüce isimlere sahiptir. Yarattıkları’nın kalpleri onun elinde (tasarrufunda)dir. Ve âlemlerin yuları kudretindedir. Her güç O’nun kudretine boyun eğdiğinden, Onu hiçbir şey işinden alıkoyamaz. (Zâtı itibari ile) eşsizdir.“Ze^”liğinde benzeri yoktur. “Bir”liğinde ise ortağı yoktur. Samediyyetinde (kimseye muhtaç olmamasında) misli yoktur. Birliğinde de eşi ve ortağı yoktur. Hem dünya hem de ahret O’nun güç ve kudreti altındadır. Zâtı itibari ile öncesizdir. O her şeyden önce vardır. Her şey son bulduktan sonra bâkî olarak kalacak, O’dur. O her türlü hamd ve övgüye layık ve her istediğini gerçekleştirecek güce sahiptir. Her şeye yakın olması itibari ile yücedir ve yüceliği itibari ile her şeye yakındır. Bâtınında zâhir olur ve zâhirinde bâtındır. Nurunun şiddetli bir şekilde parlak olmasından dolayı yaratılanlardan gizlenmiştir. O, Cebbâr’dır. O, Kahhâr’dır, kendi zatında kâimdir. Her şeye gücü yetendir. O’nun öncesi ve sonrası yoktur. O ilmi ile her şeyi kuşatmıştır. Dünya ve ahret de sonsuz cömertliği ile verdiği hayırlar ile taşmıştır. Gayb’ın anahtarları O’nun elindedir ve onları O’ndan başkası bilemez. Görünen bütün nimetlerin kaynağı, kesintisiz nimetleri sahibi ve güzel faziletlerin kaynağı O’dur. Yaratılanları güzel yapan

gücünde yüze olan eşsiz eserlerin sahibi, sınırsız cömert olan ezelden ihsan sahibi, ikramının çokluğuyla övgüye layık, zâhir ve görünen mülkün sahibi, O’dur. Yeri ve göğü yaratıp orada meydana gelecek her şeyde tasarruf sahibi, O’dur. Her şeyi takdir etti ve en güzel bir şekilde düzen koydu. Her zerrenin altında hayret verici sıralar vardır. Kulları emirlerine karşı gelerek kötülük yapmalarına rağmen O, onlara olan ihsanını arttırır. Kullar âsîlik yaparak O’nun öfkesini üzerlerine çekecek şeyler yaparken O, kullarına şefkat etmeye devam etmektedir. Nimetleri sayılamaz. O’nun mükemmelliğinin parlaklığına kendilerinde ve görünüp O’na işaret eden apaçık delillere bakmaya güç yettirmek mümkün değildir. Her şey O’nun azametine boyun eğmiştir. Yer ve gökler O’nun kudreti ve kabzasındadır. Kadîmdir ki O’nun evveli yoktur, bâkîdir ve sonsuzluğunun sınırı yoktur. Her zaman vardır ve O’nun için zevâl - yok olma - düşünülemez. Her hâlükârda Zât’ı ile mükemmeldir. Bütün mükemmel sıfatlarla muttasıf cemal ve celal sıfatlarıyla nitelenendir. Güzel isimlerin ve yüce sıfatların sahibidir. O ne cisimlere benzer ve ne de bölünme kabul eder. Zâtı ile ezelîdir. Sıfatları itibari ile ebedidir. O, gökleri ve yerleri yaratmadan öncede vardı. Şu anda da eksiksiz ve mükemmel sıfatlara sahiptir. Hem zâtı ve hem de sıfatları itibari ile diğer varlıklara benzemez. Bilakis tüm varlıklar O’nun kudret deryasından bir katre ve O’nun varlığına delalet eden birer âyettir. Toz zerreciği gibi bir miskal zerre dahi O’nun ezelî ilminden gizli değildir. Göklerin üzerinde bulunanlar hakkında bilgisi nasıl ise yerin altı ile ilgili bilgisi aynı derecededir. Bütün varlıkları dağlardaki bir kum tanesi veya denizlerdeki bir damla misâli ilmi ile kuşatmıştır. Hiçbir bakış O’nun iradesi dışında değildir ve hiçbir düşünce O’nun isteği dışında gerçekleşmez. O, ne isterse olur. Ve neyi istemezse o olmaz. Yaratılmış her varlığın, Allah (c.c.)’ın ezelde takdir ettiği ve o zamandan beri ilminde sabit olduğu gibi ne eksik ne fazla, ne erken ne de geç olması mümkün olmayan bir eceli vardır. O, her şeyi duyan ve her şeyi bilendir. Duyulan hiçbir şey ve görünen hiçbir şey O’ndan gizli kalmaz. Söylenen ve gizlenen sözler O’nun katında ayrım olmaksızın aynıdır, hepsine muttalidir. Ve kalbin açığa vurduğu ve gizlediği her şey O’nun katında açıktır. O’nun sıfatlarının mükemmelliğini idrak etmeyen anlayışlar zayıftır. O kavl-i kadîm ile konuşur. Kelâm’ı kendi Zâtında kâim hiçbir beşer sözüne benzemez. Muhkem olsun müteşâbih olsun bütün buyrukları böyledir. Bütün emir ve nehiyleri(yasakları) haktır. Vâdettiği ve korkuttuğu her şey gerçekleşecektir. Ona hakîki ve yakînî(her türlü şüpheden uzak) bir şekilde iman ediyoruz. O’nu şânı ne yücedir! O

Hayy(diri)’dır, ölmez. O Bâkîdir, fenâ bulmaz. Bütün mevcûdâtı görünür kılan ve ve yaratmada ortağı olmayandır. O’nun şânı ne yücedir! ( Ona işaret eden) deliller ve hükümranlığı çok açıktır. Verdiği nimetler sayılamaz. Kalpler O’nun güzelliğini ve azametini takdir edemez. Kim de O’nu her şeyi ile kavramak isterse O’nun yüceliği o kişiyi emeline ulaşmaktan alıkoyar. O azametinde ne yücedir! Cemâlinde eşsizdir. Nuru’nun aydınlığı her yeri kaplamıştır. Varlığında dâimdir. “Bir” ve “tek” liğinde yücedir. Onun öncesi ve sonrası yoktur. O yerin ve göklerin tek vârisidir. O Hayy(diri) ve Bâkîdir. Her hangi bir kimsenin, Onun mükemmelliğini tavsif etmesinden ve Sıfatları’nın hakîkatini açıklamasında yücedir.

II. BÖLÜM

Peygamberlere İman Konusu

Bil ki, Allah (c.c.), peygamberleri müjdeleyici ve uyarıcı olarak göndermiştir. Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ’i ise arap olsun acem olsun, siyah olsun beyaz olsun bütün insanlara göndermiştir. Onu açık mûcizelerle desteklemiştir. Ona gönderdiği şerî’at ile kendisinden öncekilere gönderilen hükümlerden istediğinin hükmünü kaldırdı, dilediğini de olduğu gibi sabit bıraktı. O, bütün peygamberlerin sonuncusu ve bütün insanların efendisidir.

“Heyhat! Zaman Onun gibisini bir daha doğurmaz,

Çünkü zaman Onun gibilerini vermede cimridir.”

Nübüvvet peygamberlerin, akıl yetisi ile ulaşılması düşünülemeyen bazı mükemmelliklere ulaşmasından ibâret bir makamdır. Akıllı olan kişiye düşen şey, bu katî ve açık delillere bakarak buna bu şekilde inanmaktır. Akıl sahibi birinin akıl yolu ile bu mükemmellikleri kavraması hâşâ mümkün değildir. Peygamberlik alanı velâyet alanının ötesidir. Velîlerin ulaşabildiği son nokta Peygamberler için başlangıç noktasıdır. Velâyetin alanı ise aklın alanının ötesindedir. Akıllı kimselerin ulaştıkları son nokta velîler için başlangıç noktasıdır. Kim ki filozofların görüşlerini kabul edip peygamberleri çok akıllı dâhi birer şahsiyetten ibaret görüp, getirdiği bütün emir ve yasakları bir hikmete binâen kendisinin ortaya koyduğunu iddia ederse o İslam dâiresinden çıkmış bir cahildir. Çükü paygamber kendi hevâsından konuşmaz, konuştuğu vahiydir. Hz. Resûlullah’tan sonra imâmet haktır. Bu makama ondan sonra Hz.Ebubekir, Hz.Ömer, Hz.Osman ve Hz.Ali gelmiştir. Bunu bize tevâtüren gelen ümmetin icmâsından(ittifâkından) biliyoruz. Daha gençliğimin ilk yıllarında bir kaside yazdım. Uzun bir ayrılıktan sonra sevgiliye kavuşma hâlinden daha tatlı bir şeydi. O kasidede Hz. Resûlullahı ve raşid halifeleri övdüm. Aslında böyle bir şey( Onlardan bahsederek) ile kendimi ve şiirimi övmüş oldum. Bu kasidem yetmiş beyitten oluşmaktadır. Bu beyitler de o kasidedendir.

“Ona doğru zayıf ve yogun develeri sürüyorum, bazen hızlı ve bazen yavaş bir yürüyüşle bu yolculuk onları neredeyse helak etti,

Boynu ve bedeni torprağa bulanmış ve hasta gözleri çapaklanmış, hasta olmuş,

Eğer bineklerim beni ona ulaştırmazsa, yemsiz ve susuz kalsınlar (helak olsunlar).”

III.                                BÖLÜM

Âhirete İman Konusu

Bil ki, kabir ahret yurdunun ilk evidir. Bize ulaşan haberlere göre orada Münker ve Nekîr’in sorgusu olacaktır. Zayıf akıllarımızla bunu kavramamız mümkün değildir. Âhiret’te meydana gelecek şeylerin çoğu ancak nübüvvet nûru ile idrak edilebilir. Velîler ve dinde derin anlayış sahibi olanlar az bir kısmını kavrar. Kabir ya cennet bahçelerinden bir bahçe veya cehennem çukurlarında bir çukurdur. Bizim bu çukurları veya Münker ile Nekîr’i görmeyişimiz ölününde bunları görmeyeceği anlamına gelmez. Çünkü biz şehadet ve mülk âlemindeyiz, ölü ise melekût ve gayb âlemindedir. Hz. Resûlullah onlar için “ Onlar öyle iki melektir ki, korkutucu mavi gözlüdürler. Yeri azı dişleri ile kazırlar. Ayakları ile uzun saçlarına basarlar. Gözleri yıldırım ve sesleri çakan şimşek gibidir.” buyurmuştur. Bunun üzerine Hz. Ömer “Ya Resûlullah benim bu aklım o zamanda bende olacak mı?” diye sorunca, Hz. Resûlullah “Evet” buyurdu. Hz. Ömer de “ O zaman ben onların hakkından gelirim” buyurdu. Sonra kabirdekiler tekrar çıkartılır ve ruhlar bedenlere iade edilir. İnsanlar çıplak ve yalınayak bir şekilde yürüyerek elli bin seneye denk gelen (bizim şimdiki zaman kavramımıza göre) bir günde haşredilirler. Akıllı bir kimsenin bu (aklen) mümkün olan şeyleri tasdik etmekten başka çaresi yoktur. Ancak bunlar akıl yetisi ile idrâk edilecek şeyler değildir. Akıl peygamberlere imanın gereğini ve onların hiçbir zaman yalan söylemeyeceğini idrak ederse o takdirde ahret olayları dâhil onların verdiği her habere de inanması gerekir. Bütün bunlar haktır. Örneğin, insanların iyi ve kötü amellerinin tartılacağı mîzân ve cehennemin üzerinde bulunan kılıçtan keskin ve kıldan ince olduğu bildirilen sırat köprüsü gibi. Bazı insanlar üzerinden kuş gibi uçarken bazı kimseler yürüyerek ve bazıları ise sürünerek onu geçecektir. Bazıları ise oradan cehenneme yuvarlanacaktır.

Cennet ve cehennem de öyledir. Orada ki (cehennem) eziyetler ki, en büyüğü cehennemde ebedi kalmaktır. Bunun yanında orada (cennet) tadılacak lezzetler ki, en güzeli Âlemlerin Rabbi’ne bakmak ve Onu (n cemalini) görmektir.

Kur’anda ve sahih sünnette bize ulaşan bütün haberlerin hak olduğuna inanıyor ve şeksiz bunları tasdik ederiz. Havz (-ı Kevser) de öyledir. Ondan bir defa su içen kimse bir daha susamaz. Baldan daha tatlı ve sütten daha beyazdır. Şefâat da haktır. Önce peygamberler sonra evliyâlar sonra âlimler sonra şehitler ve sonra bütün mü’minler şefâat edecektir. Hz. Resûlullah’ın buyurduğu gibi her mü’min şefâat edecektir. Selef-i Sâlihin’in ve vefat etmiş olan âlimlerin îtikâdı budur. Onlar bizim için örnektirler ve onların önderliğini kabul ediyoruz. Bende imanın prensiplerini birkaç beyitte şöyle ifâde ettim:

“Cehaletle bağlanarak değil, Akıl yolu ile Kadîm Varlığını ka’ti delillerle bildim.

Semî’, Basîr, Âlim. Mütekellim ve aynı zamanda Kadîr, Hayat Sahibi, Fazilet Sahibi bir Varlıktır.

Gökte ve yerde ne varsa hepsi onunla vardırlar, üzüntü ve kolaylık adına her şey ondandır.

Yerde ve gökte Vâhid ve Kayyûm olan Zât ’tan başka yaratan ve suret veren yoktur.

Hiç şüphem yoktur ki, bütün insanları öldürüp sonra da onları tekrar diriltecek O’dur. O (onların bedenlerini) çürüten yeniden yaratandır.

Ben boş konuşmuyorum değerli sözler sarf ediyorum, Hz. Resûlullah O’nun yarattıklarının en faziletlisidir.

Öldükten sonra olacak her şey peygamberlerin sonuncusu Muhammed Mustafâ’nın anlattıkları gibidir.

Vallahi bu benim ve şeyhlerimin ve benden öncekilerin i ’tikâdlarıdır.

Doğu ile batı arasında bulunan akıl sahibi bir Müslüman bunların herhangi birine itiraz edebilir mi?

Aşka gelip semâ yapanların Rabbine yemin olsun ki, elimde Allah ’a şöyle dua etmekten başka bir şey gelmiyor,

Ya Rabbi! Yeryüzünü onlardan (kendisine iftira atıp hakkında türlü ithamlarda bulunanları kastediyor), eğer onların (hakkımda) söyledikleri doğru ise(yeryüzünü) benim gibilerinden temizle.”

En iyisi ben göğsüm daralmış bir halde iken bu kadarıyla yetinip sözü daha fazla uzatmayayım. Ben ilmin hukukunu ayaklar altına alan, hakkımda uydurdukları şeylere dayanıp insaf ile hareket etmeyen ve Sultan’a gidip hakkımda iftiralar atıp beni karalayan, hırka sahibi ve mezheb âlimlerinden hakkımı zâyi edip gerektiği beni savunmayanları Allah (c.c.)’a havâle ediyorum. Şu beyitler onlar için ne kadar da uygundur:

“ Sakınılmayan bu yakınlık nedir? Ve (bununla beraber) bu merhametsizlik ne oluyor?”

Allah (c.c.) biliyor ki, ben onların istediklerini elde etmeleri ediyor ve gayelerine erişmeleri için onlara yardım ediyorum. Onlara hem elimle ve hem de dilimle yardımcı oluyorum. Onların yaptıkları kötülüklere iyilikle karşılık veriyorum. Yaralarını sarıyor ve esir olanlarını salıveriyorum. Yanlış yolda olanlarını doğru yola sevk etmeye çalışıyor, kıskançları onlardan savmaya çalışıyorum. Hedeflerini gerçekleştirmede yardımcı oluyor, cahillerine Allah (c.c.)’ın bana öğrettiklerinden öğretiyorum. Kulaklarını hiç duymadıkları güzel sözlerle ve kalplerini ise hikmetle dolduruyorum.

“Benim doğu ve batıyı aydınlatmaktan ve inançları sağlamlaştırmaktan başka suçum yoktur.”

Allah (c.c.), bana (yardımcı olarak) yeter. ( Ve yine O), konuşmayacakları ve mazeret bildiremeyecekleri o günde onları hesaba çekecektir. Verdiği tüm nimetlere karşılık Âlemlerin Rabbine hamd olsun. Salât (ve Selam) Hz. Muhammed ve temiz âline olsun. Allah bize yeter, O ne güzel Vekîldir.

***

 

 



[1]Elvend diye de isimlendirilir ki, Hemadân ’da bir dağdır

[2] Arapça alfabesi öğretilirken okunan kelimeler topluluğu.

[3]

[4] Aynü’l-Kudât, Şekva’l-Garîb, s. 18.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar