Print Friendly and PDF

Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nden

 

BÜYÜ METİNLERİ

Osmanlı Hududunun Sonu Say Kalesi (Mısır)

“Büyücü avretleri meşhurdur. Ama büyücüleri Erzak cadıları gibi değildir. O memleketlerde insanı eşek gibi anırtırlar, küpleri, postları ve tenekeleri havada uçururlar.'” (Danışman (15), 1971: 163).

SİHİR METİNLERİ

Denizi Koruyan Sihirbazlar

“Tophane, Hristiyanlar zamanında bir orman olup içinde İskender Rûmî’nin bir manastırı vardı. Kefereler o manastırı yılda bir kere ‘Aya Aleksandra’ diye ziyaret ederler. İskender, Hint seferindeki birçok esirleri İstanbul’a getirerek Tophanede büyük bir mağara içine ellerini, ayaklarını hurma lifi ile bağlayıp hapsetmişti. Çoğu gulyabani gibi, korkunç beyaz devler, Elburz Dağları’nın sihirci oburları, Abaza vilayetindeki Sadşa Dağı’nın kadın sihirbazları olup, ellerine bağlanan tılsımlı iplerin kuvvetiyle kımıldayamazlardı. Bu kiliseyi ziyarete gelenler, bu sihirbazları da seyrederlerdi. Vakta ki kışın erbain (kışın şiddetli kırk günü) ve zemherî günleri gelirdi. Sihirbazlar İskender’in izniyle tılsımla yapılmış bakır gemilere binip yelkensiz deniz yüzünde göz kamaştırıcı şimşek gibi hareket ederek Makedonya, yani İstanbul şehrini muhafaza ederlerdi. Kırk gün sonra gelip gemileri limana bağlayarak hapse girerlerdi.”” (Danışman (2), 1969:134,135; Gökyay (1), 1996:185).

Sadi Çelebi’nin Sihirli Gösterisi

Sâdi Çelebi: Mertlik davası ile, Murat Han’ın huzurunda iri yarı bir bostancı ellerini ve ayaklarını bağlayıp bir meşin harar (çuval) içine koydu. Onun da ağzını bağlayarak Sarayburnu’ndan denize attılar. Çok vakit geçmeden deniz yüzüne çıkıp, burnu bile kanamamış olduğu hâlde padişahın huzuruna geldi. Yer öperek bir kese altın ihsan aldı ve çavuş zümresine katıldı.”” (Danışman (2), 1969: 336; Gökyay (1), 1996: 318).

Akka Sahrasındaki Sihirbazlık Gösterileri

“Bu Akkâ sahrasında, yetmiş seksen bin askerle dururken, bahsi geçen cengâver Cezayir kalyonlarından iki adet hizmetkârı ile bir pehlivan çıktı. Bütün askere, paşaya ve diğer âyana yeşil bayraklar ve hediyeler verip:

‘ibretle seyredilecek hünerlerim var. Hakikaten görülecek şeylerdir! ’ diye herkesi meydana çağırdı. Mağrip (kuzey batı Afrika) toprağında hasıl olmuş bir ulu âdemisi vardı. Üç gün öyle hünerler gösterdi ki, insan şaşırıp kalır. Bu üç günde âyan (bir memleketin ileri gelenleri) ve eşraftan iki kese kadar para topladı.

İlk Marifeti: Yüzlerce adamlara, kavun, karpuz, kabak, hıyar, turp gibi sebze ve bitki tohumları verip, herkese, elindeki tohumu yere sokup seyretmesini emretti. Tohumları yere soktular. Hemen hokkabaz, o tohumların üzerine bir yeşil tulum içinden bir çeşit su serpti. O anda bütün çekirdeklerden sebze gibi yeşillikler meydana gelip, biraz sonra ürünler kemalini buldu. Herkes ektiği yerden beşer, onar, kavun, karpuz, hıyar alıp birbirlerine vererek yediler. Bu hâle herkesin eli ağzında kaldı. Herkes şaşırdı.

İkinci Marifeti: Paşa askerinden bir nice alüfte (iffetsiz, namussuz kadın), aşüfte (iffetsiz kadın, aşifte), açık meşrepli levent makulesi (takım, çeşit, soy) olanlar, bu pehlivanı bir harar içine koyup, hararın ağzını öyle bağladılar ki, Süleyman’ın devleri gelse çözemezlerdi. Hokkabaz ise bir kere harar içinden ‘ya Allah’ deyince kendisini dışarıda buldu.

Üçüncü Marifeti: Halk üzerine bir afsun okuyup üfledi. Herkes birbiriyle öpüşmeye başladı.

Dördüncü Marifeti: Bir afsun daha okudu. Halk birbirlerini başsız görüp korkuştular.

Beşinci Marifeti: Bir afsun daha okudu. Halk birbirlerini biçimsiz durumda görerek bir hay huy ile olmayacak şakalar etmeğe başladılar. Ayıldıkları vakit bu hâle gülerek hayretler içinde kaldılar. Üç gün içinde bunun gibi ibret verici, akıl almayacak marifetler gösterdi. Sahra, adam deryası kesildi.

Üçüncü Günkü Marifeti: Evvela iki hizmetçisine daire çaldırıp kendisi de sema yaptı. ‘Bugünkü gün size, erenler, son marifetimi göstereceğim.’ diye, cebinden bir küçük kopuz kadar kırmızı ve yuvarlak bir top çıkardı ki, ucunda bir kınnab (ince sicim) ip bağlı idi. Meydana bir iri at kazığı kakıp, o topun ucundaki ipi kazığa bağladı. O topu eline alıp kazığa bağlı olan ipten çeke çeke on kulaç kadar ipi topun içinden çıkardı. Bu kere ‘ya Allah’ deyip, o topu kol kuvveti ile havaya attı. Top havada titreyip boşlukta kaldı. Toptan şu ses geliyordu:

‘Bütün dostlar birer akça vermeyince inmem!’

Herkes elinde olanı verdikten sonra topun dibine gidip:

‘işte akça. In aşağı!’ dedi. Top yine yerinde kaldı. Nihayet bütün halk, beraberce ipi çeke çeke indirmeye çalıştılar. On yerde ip, kangal kangal yığıldı. Üç fil yükü ip oldu. Hep bu ipler, havada olan toptan iniyordu. Bu kere kendisi hiddetlenip çırağına:

‘Var şu topu indir!’ dedi. Hemen bir esmer renkli çırak, toptaki ipe yapışıp ve cambazlık ederek, halkın gözü önünde ipten yukarı çıkıp, ta havada topun üstünde durdu. Hemen usta:

‘Bre topu indir, sen de in!’ diye ferman ide gördü. Ne hademe indi, ne de top! Onun için de yüz kuruş kadar para toplayıp:

‘İn aşağı!’ dedi. Yine inen yok. Bu defa da öbür çırağa:

‘Var şunlar ı aşağı indir!’ diye tembih edince, hemen kazıktaki ipe yapışıp gemici gibi gökyüzüne çıkıp öbür çırağın yanına vardı. O dahi orada kaldı. Bu hâli görenler hayrette kaldılar. Hemen sihirbaz:

‘Bre inin oğlancıklar!’ diye nice adamlarla ipe yapışıp çeke çeke üç kangal ip daha yığıldı. Oğlanlar ise havada rahat oturuyorlardı. Bu kere sihirbaz telaşa düşerek hiddetlenip:

‘Hoş, adam, pişman olursun. İşime engel olma sana, kıyarım!’ diye dalkılıç meydanda dolaşırdı. Ama bu sözlerden maksadının ne olduğunu kimse bilmezdi. Hemen sarığından bir kabak çekirdeği çıkararak yere dikti. Derhâl yeşil tulumdaki sudan döktü. Büyük ve kırmızı bir kabak meydana geldi. Yine:

‘Gel adam, benim marifetime engel olma!’ diye marifet meydanında dalkılıç gezerdi.

‘Bu kere, bu marifetimi de seyredin, ümmeti Muhammed!’ deyip ipin yanına geldi. Oğlanlara ‘gelin, inin’ deyip, nice akçe toplayıp ve halktan hançer, kontoş (bilhassa Tatar beylerinin giydikleri, geniş ve devrik kürklü bir yakası olan, dar yenli, uzun kollu üstlük) gibi birtakım elbise aldı, giyindi. Sarığını beline bağlayıp, elindeki kılıç ile yerden bitirdiği kabağa bir satır vurdu. Kabak iki parça oldu. O anda ipe yapışıp, örümcek gibi çıkarak, oğlanların yanına varınca dal satır olup:

‘Ben size inin demez mi idim? Niçin inmezdiniz? Ey ümmeti Muhammed, Allah’a ısmarladık, Endülüs diyarına bize yol göründü. Bu oğlanlar size Allah emaneti olsun. Bir hoşça vakit eylen!’ diyerek, ilk çırağının başlarını kesip aşağı attı. Bir de:

‘Benim sanatıma mâni olanın dahi başını bir hoşça gömünüz!’ dedi. Hava bir karardı. Yerde bağlı olan kazıklı ip koptu. Sihirbaz havada kayboldu, halk hayret içinde kaldı. İki çırağının kelleleri, cesetleriyle birlikte meydanda kaldı.

Bizim paşanın masraf kâtibi Rum Mehmet Ağa dahi başsız bulundu. Bütün halk gördüler ki, fakir Mehmet Ağa, Akkâ Kalesi içinde, Büyük İskender’in harabesinin bir yüksek yerinden bu sihirbazı seyredermiş. Kendisi de marifetli bir çelebi olduğu için, bütün elbiselerini ters giymiş ve ayağındaki pabucunu çıkarıp başına sokmuş. Bu suretle sihirbazın sihir ve simyasını hükümsüz yapmaya çalışıp dururken meydanda sihirbazın:

‘Adam! Benim marifetime engel olma! Sana kıyarım. Sonra pişman olursun!’ demesi onun için imiş. Hakikaten kabağı yerden bitirip, kılıç ile kesince, Mehmet Ağa İskender sarayından aşağıya düşmüş, ters elbiseleriyle fakir Mehmet Ağa’nın ölüsünü kaldırıp yıkayarak, Hazreti Salih yanına gömdüler.

İki çırağı da Akkâ kumluğuna gömdüler. Sabahleyin hamama gidenler gördüler ki, sırtlanlar iki çocuğun mezarından iki keçi leşi çıkarıp onları yerlermiş!

Meğer asla konuşmayan o iki çırak, simya ilmi kuvvetiyle hareket eden cansızlarmış.

Merhum masraf kâtibi Mehmet efendiye gadroldu. İşte bu Akkâ Kalesi’nde böyle bir garip hâl seyrettik.” (Danışman (4),1970: 306-309; Kahraman-Dağlı (3), 1999: 69-70).

Hz. Muhammed’e Sihir Yapılması

Nimeteyn-i Sagîreyn (Akkâ): Bu iki pınara neden ‘iki nimet’ denildiğini ‘Manzara-ı enhar ve uyun ve bi’r-i kermab’ (Nehirlerin, pınarlar ve sıcak su kuyularının manzarası) adlı tarih şöyle yazıyor:

‘Bizzat Hazreti Peygambere sihirbazlar sihir yapınca Cenab-ı Hakk’ın ilhamı ile Cenab-ı Peygamber Şam yakınında Busra şehrine ticarete geldi. Orada Bahîra adlı bir rahip vardı. Dedi ki:

‘Ya Muhammed, sende sihir eseri var. Durma var git Akkâ’da ‘Nimeteyn’ denilen iki pınar var. Birine Hazreti Mûsâ girip Firavunların sihrinden emin oldu ve Benî İsrail’i Mısır’dan kurtardı. Birine Hazreti İsa girip İsraillilerin elinden kurtularak göğe çıktı. Sen de o pınarlara gir yıkan ki Kureyş’in sihrinden emin olasın. Ya Muhammed! Akkâ’da pınarlar çoktur. Herhangi pınar sana ‘Ene nimeteynil Huld derse’ ona girip yıkan.’ dedi.

Hazreti Peygamber tarif veçhile besmele ile girip yıkandı. Hazreti Peygamber bu pınarda temizlendikten sonra kaya üzerine çıkıp ibadet etti. Orada mübarek başını kayaya koyduğu yer bellidir.” (Danışman (5),1970: 6; Kahraman-Dağlı (3), 1999: 71-72).

Nil Nehrinin Sihir İle Hamas Şehrine Getirilmeye Çalışılması

Ayn-ı Seccan: Gazze yakınında ‘Übülle ’ denilen yerde küçük bir sahra var. Bu sahrada beş adet güzel pınarlar akar. Bunlara ‘Ayn-ı Seccan’ derler. Buralarda pınarların kenarlarına yastık, tencere ve kazan kadar yuvarlak taşlar döşenmiştir. Bu taşlar arasında küçük bir ırmakçık da vardır. Suyun kenarında yüksek, yekpare taştan bir büyük küp vardır. İçi ağzına kadar tatlı su doludur. Bu küpten bir ordu asker on gün, on gece su taşısalar yine bir zerresi eksilmez. Her vakit su ile dolu durur. Suyunu almasalar yine ağız ağıza dolu durur. Asla taşmaz. Tuhaf hikmettir!

Asıl garibi şudur ki bu sudan yabani hayvanlar, kuşlar, hayvanlar içseler tüyleri dökülüp çıplak kalırlar. insanlar içse birçok dertlerine ilaç olur.

Diğer bir hikmeti: Bu büyük küpten kötü bir adam su almak istese bir katre su bulamaz. Temiz bir çocuk el uzatsa su ile dolu görür. Bu küpü buraya yakın Mermas şehri harabesinde gömülü olan Calinos hakîm tılsımla yapmıştır derler.

Diğer Acayiplik: Tarihçilerin söylediğine göre, Hazreti Peygamberin doğuşundan sekiz yüz seksen iki sene evvel Büyük iskender asrında bu Gazze yakınında deniz kıyısında Askalan şehrinden ta Kıbrıs vilayetine varıncaya kadar deniz içinde geniş bir yol vardı. Bütün kara ve deniz tüccarları, o caddeden gidip gelirlerdi. Hatta Mısırlıların Kıptîler asrında yapılan kilisenin büyük sütunlarını, bu geniş cadde üzerinde, camus (manda, su sığırı) ve develer ile çekip Mısır ’a getirmişlerdir. Sonra İskender asrında Hamalı bir Yahudi, Mısır’ın mübarek Nil nehrini sihir ile Hama şehrine getirirken, o şişe içindeki Nil suyu yere dökülüp göl meydana çıkınca, Kıbrıs yolunun yarısı battı. Diğer yarısı da İskender Karadeniz’i kesip Akdeniz’e karıştığı yerde batıp, günümüze kadar gemiciler Kıbrıs’tan gelirken o yolları denizde görüp sığlarından kaçıp gemilerini alarga ederek (açılarak, uzaklaşarak) geçerler.” (Danışman (5),1970: 21-22; Kahraman-Dağlı (3), 1999:80).

Çalık Kavak Köyü (Rumeli)’ndeki Sihirli Olaylar

O balkanda bütün hademelerimle bir Bulgar evine misafir olup ateş kenarında safa- yı hatırla otururken onu gördüm. Kapıdan içeri çirkin suratlı bir acuze saçlarını darmadağınık ederek girdi. Çekinmeden ateş başına oturup kendi dili ile birçok sövdü. Hakir öyle anladım ki dışarıda hademelerimiz biraz uygunsuz hâl ve tavırlar ve olmayacak teklifler etmişler olalar. Hademelerimi çağırıp tembih ettiğimde ‘Haşa bir şeyden haberimiz yoktur.’ dediler. Sonra bu acuzenin (cadı karı) yanına yedi adet gulam (köle, esir, kölemen) gelip çağıl çağıl Bulgarca söyleşerek ateşin etrafını sardılar. Hakire asla yer koymadılar. Garip temaşadır diye yek yakadan seyrederdim. Onu gördüm ki o acuze ocak başından kül alıp ötesine berisine sürerek elinde kalan külü dahi bir afsun okuyup ocak başındaki çıplak yatan kızlar ve oğlanların üzerine saçtı. Onların yedisi de birer iri piliç olup ‘çu çu’ demeye başladılar. Hemen elinde geride kalan külden kendi başına saçınca o an kendisi de bir büyük kuluçka tavuk olup gark gark diyerek kapıdan dışarı çıktı. Ardı sıra yedi piliçler dahi çıktılar. O an ‘Bre oğlan!’ diye can havliyle feryat ettiğimde gulamlarım uykudan uyanıp geldiler. Gördüler ki burnumdan kan boşanmış! ‘Bre bu ne hâldir, bir dışarı çıkın! Bir kütürtü oluyor’ dediğimde dışarı çıktılar. Gördüler ki atlar arasına mezkûr tavuk ve piliçler girdiğinden atlar boşanıp birbirlerini helak ediyorlar. Hâlbuki atlar tavuktan, hınzırdan hoşlanıp onlar da sıraca ve kızıl kurt marazları bulunmaz. Onun için nalbant dükkânları tavuksuz, değirmenler domuzsuz olmaz. Beride atlar birbirini helak ederken köyde reaya (bir hükümdar idaresi altında bulunan ve vergi veren halk) bu hâlden agâh olup (haberdar olup) atları bağladılar. Cadı tavuklar bir tarafa gittiler. Gulamımın gördüğü üzere - onun anlatmasıdır - der ki:

‘Onu gördüm ki bir kefere, hemen tavukların üzerine sepe sepe işediğinde o sekiz tavuk benî Âdem (Âdemoğulları, insanlar) olup yine o ihtiyar acuze oldu ve o işeyen, acuze ve gulamları döve döve bir tarafa götürdü. Ardı sıra baktık. Meğer gittikleri hane kiliseleri imiş. Hatunu papaza verip papaz dahi okuyarak aforoz mandeloş eyledi.’

Bu veçhile gulamıma yemin ettiler. ‘Antepli Müezzin Mehmet Efendi hademeleri, Mataracıbaşı hademeleri dahi görüp tavuğun insan olduğuna şahit oldular.’ dediler. O gece sabaha kadar korkumdan veya kanımın hareketinden burnumun kanı dinmedi. Ta vakit sabah oldukta kandan kurtuldum. Sonra müezzin ve mataracının hademelerine sordum ‘Vallahi akşam tavukların üzerine o Bulgar işeyince tavuklar adam oldu. isterseniz işeyen Bulgarı getirelim.’ dediler. Ben de:

‘Canım, haydi getirin.’ dedim. O an Bulgar gülerek:

‘Sultanım, o karı başka soydur, kış geceleri yılda bir kere öyle kara koncolos (umacı ve gulyabani gibi çocukları korkutmak için icat edilmiş hayali varlık) olurdu. Ama bu yıl tavuk oldu. Kimseye zararı yoktur.’ deyip gitti. İşte bu hakir mezkûr Çalık Kavak’ta böyle bir temaşaya düşüp gelip aklım başımdan gideyazdı.” (Danışman (5),1970: 255-257; Kahraman- Dağlı (3), 1999:210-211).

Bitlis’teki Sihirbazlık Gösterileri

Bir garip kıyafetli iğrenç manzaralı bir Kürt âdemi... Başında kuş yuvası olacak kadar uzun bir sarığı var. Ancak meşale topu olmaya layık sarı, kırmızı, beyaz, yeşil sakalı var. Ta kemerine inmiş, kendisi bir zayıf ata binmiş, eline iri bir yılan almış. Altındaki fakir at, şâh vefukaraya yılan ile kamçı vurur. Fakir beygir bir adım atar, ama öbür adımını ahirete atmak istiyor. Gözünün asla feri kalmamış. Ayakları güya nane çöpü gibi olmuş. Bütün kemikleri birer birer sayılır. Sağına soluna sersem olmuş gibi sarhoş hâlinde yürür. Elmacık kemiklerine ikişer torba asmış, o fakir at ise ahirete ayak basmış. Yine böyle iken o zayıf atın karnına kamçı vurur, kâh iner, kâh biner. Güya bu pis herif çeşitli oyunlar yapar. Bütün halk da buna güler.

Hanın Kurban Ali adlı bir gulamı herife bir altın verip:

‘Canım Molla Mehmet, şu küheylanı beraber koştur!’ dedi. Hakir:

‘Hey âşık... Bre o son koşusu ahirette olacak.’ dedim.

Hemen biricik yılandan kamçı ile zavallı ata çarpıp, dizgin devşirip, o sarp kayalık içine yalçın kayalara çıkıp, Han ile Paşa’nın yanından yıldırım gibi, o lağar at ile öyle geçti ki, bütün paşalar hayrette kaldılar. Han’ın askeri ise hayret değil, gülerlerdi.

Yine öte baştan beri başa doludizgin kayadan kayaya atını çökerterek, gök gürültüsü gibi geçip geriye, hanın askeri içine girdi. Hemen herifin yanına vardım. ‘Atı soluyor mu?’ diye atının yüzüne gözüne baktım. Ne gözünde nur var, ne soluk alır, ne durur. Bunda öyle bir alamet yok. Sübhanel Hallâk... Bu ne sırdır derken herif hakire hitap ile tebessüm ederek:

‘Kişi! Ne çoh bakmışsan. Satın mı alırsan? Mu menim (bu benim) atalarımdan beri kalmış atımdır. Paşan dahi istese men munu virmenem (ben bunu vermem) ve cihan hâlkı buna baha yetiştiremezler. ’ diye birçok lâf attı. Han ’ın çaşnigirbaşısı (yemeklerin tadına bakan kimse, sofracıbaşı) Mustafa dedi ki:

‘Evliya Çelebi! Sen bu zayıf atı ne sanırsın? Bu Han’ın külhanında (hamamlarda döşeme altında bulunan ve ısınmayı sağlayan kapalı, büyük ocak) yığılmış bir tomruk kütük parçası idi. Han, bu mollaya, alaya binmek için bir at vermediği gibi, Melek Ahmet Paşa alayına karşı benim alayımı küçültürsün, alaya gitme diye tembih etmişti. Hemen bu molla gidip, külhanda bu tomruğa bir afsun edip, tomruk bu şekilde bir at hâlini aldı. işte ona binerek böyle marifet göstererek saçmalıklarda bulundu. Ama Han çok gücendi. Çünkü sizin paşa bu atın simya ile meydana getirildiğini duyarsa, Han’ın simyacıları ve kimyacıları, sihirbazları var imiş der, bu yüzden, sonunu düşünerek Han çok üzülmüştür.’

Bunu işitinc e aklım gidip:

‘Bre canım çaşnigirbaşı, Peygamberi seversen sen ne dersin? ’ dedim. Çaşnigirbaşı:

‘Hazreti Sultan Evhadallah’ın temiz ruhu için böyledir. O molla yârandan bir kimsedir. Kâh bir sütun parçasına, kâh tekneye, kâh küpe, kâh posta, kâh böyle bir ağaç parçasına binip bir afsun eder. O at binip ne tarafa giderse gider. Kedi, koyun, köpek ve diğer canlı kısmından birisine binse Ali Düldül’ü gibi oynattırıp cirit oynatır.’ diye yemin etti.

‘Hakir buna inanmam. Elbette bu esrarı öğrenmem gerek.’ diye çaşnigirbaşına rica ettim. Çaşnigir:

‘Nola düş yanıma!’ deyip Molla Mehmet’in arkasından Han’ın yanına vardık. Hemen sihirbaz molla, o at ile bağın arka kapısından içeriye girip, kimse yok zannederek külhana doğru girince, hakir piyade olup, üç gulamım ile onu gördük ki. Attan inip, elindeki yılanı çakşırı (erkeklerin iç donu üzerine giydikleri, belden uçkurlu, diz kapağının altında birden darlaşıp bacağı saran, bazen paçalarına birlikte giyilen bir mest dikilmiş olan, çuhadan yapılma üst giyeceği, bir tür pantolon) içine koydu. Çömelerek yere oturdu. Bir anda yine çakşırından bir uçkur çıkarıp zayıf atın boğazına bağladı ve bir nara attı. O anda her taraf karardı. Anı gördüm ki, külhan meydanında bir dallı budaklı kütük göründü. Derhâl çaşnigirbaşı dedi ki:

‘Ey molla, rüzgâr süratli atı külhana bağladın!’

da dedi ki:

‘Han dedikleri pis, bir at vermedi. Ben de öyle ettim. Vallahi, billahi saray Fraşi Bağdo’ya binsem gerek idi. Ama Osmanlı alayı geldi. Beni lağlarlar diye bu tomruğa binmişem.’ diye asla inkâr etmedi.

‘Munlar (bunlar) kimdir?’ diye sordu. O da bizimle yeni tanışmıştı.

‘Hâfız-ı kelâm olup (Kur’anı ezberlemiş olup) Paşa’nın nedimi ve her vakit meclisinde olan kimsedir. ’ deyince, pek çok hoşlanıp bizimle yâran oldu. inşallah yeri gelince nice marifetlerini daha yazarız." (Danışman (6), 1970: 171-173; Dağlı-Kahraman (4), 2001: 45­46).

Bitlis Hanı Abdal Han’ın Ziyafetindeki Sihir Gösterileri

Bitlis Hanı Abdal Han, Bitlis’te olan Melek Ahmet Paşa’ya ziyafet verir.

“Yemekten sonraPaşa’ya dedi ki:

‘Hizmetimizde birkaç usta hünerli adamlarımız var. Eğer arzu ederseniz, meydana bakan alçak köşke teşrif buyurup seyredesiniz ki, bunların her biri simya ilminde tayy-i mekân ilminde pek seçme ustalardır.’

Bu rica üzerine bahtlı Paşa:

‘Nola görelim!’ diyerek meydana maksure (camilerde etrafı parmaklıklarla çevrilerek hükümdarlar için ayrılan yüksekçe yer) oturdu. Meydanın çevresinde kat kat adamlar toplanıp, seyrin başlamasını beklediler.

Acayip ve Garip İşler:

Evvela Acem hanından ‘Zengüzer Pehlivan’ adlı adam meydana siyah gövdeli kispetle (pehlivan pantalonu) gelip, Paşa’nın huzurunda yer öperek dua sırasında Peygamberi, cihar- yâr-i güzîni, on iki imamı, büyük Osmanlı hükümdarları ile Melek Ahmet Paşa’yı, Han’ı, bütün evlatlarını alıp duadan sonra elini yüzünü sürüp, ‘Destur, ey Eflâtun tedbirli vezir’ deyip şu beyti söyledi:

‘Ger hod deme ayıp hâ der in bende drest

Her ayıb ki, sultan bipesent ve hünerest’

Bir daha yer öperek meydanda öyle topuk vurup dolaştı ki, en asil atlar bile kendine yetişemezdi. Bu derece süratli zinde vücutlu idi. Bu dolaşmadan sonra seğirterek Paşa’nın huzuruna geldi, “ya Allah” deyip, bir tavus perendesi (çark gibi dönerek havada atılan takla) attı ki, havada üç kere dönüp, yine yerde durdu. O anda ‘ya Hay’ deyip, yine bir güvercin perendesi attı ki, havada dört kere döndü, vücudunun hiçbir uzvu görünmüyor, hemen bir yuvarlak top gibi dönüyordu. Yine yere ayak basınca kaşla göz arasında arkasına doğru bir çeşit takla atıp, havada üç kere öyle döndü ki, insanın yapacağı şey değildi. Sonra çarkıfelek gibi o meydanda baş, el, ayak ile araba tekerleği gibi dönünce insan kendisini fırıldak zannederdi.

Bu meydanda on altı arşın uzunluğunda bir köşe sarığı açık tutup, hemen yıldırım gibi seğirterek tülbent üzerine sıçrayıp, on altı arşınlık sarığı bir baştan öbür başa hareketle geçince tülbentte zerre kadar hareket görülmemiştir.

Bu pehlivan meydanda iki yerde üçer tane sürahi şişelerini birbiri üzerine koyup, karşı taraftan ‘ya Allah’ diye seğirterek bir perende atıp, hiç korkusuz bu sürahilerin üzerinde durdu. Ne kendisinde bir hareket, ne de şişede kırılmak görüldü. Sonra şişelerin üzerinden sıçrayıp yere basarak, tekrar aynı şişeler üzerine üçer şişe daha koydu ki, hepsi on iki şişe oldu. Bu şişeleri rüzgâr bile kımıldatıyordu. içleri boş Ceneviz şişeleri idi. Bir de, bunların altısı birbiri üstünde durunca bir adam boyu kadar yüksek oluyordu.

Hemen kırk elli adım kadar geriye gidip, at gibi eşinerek ve sonra yıldırım gibi şaklayarak, sert yaydan ok çıkar gibi seğirtip, şişelerin dibine gelince ‘ya Hay’ diye sıçrayıp, her ayağını bir tarafa koyarak, o iki sıra alıt şişelerin üzerinde durdu. Allah bilir ki, ne kendisinde, ne şişelerde hareketten eser görülmeyip hiçbiri kımıldamadı. O hâl ile Paşa’ya dua edip, yine sıçrayarak yer öptü ve bir tarafta durdu.

Başka Bir Acayiplik:

Evvelce Bitlis’e büyük alay ile giderken, çelimsiz ata binen Molla Mehmet meydana yine o kirli, pirli palas sarığı, keçe hırkasıyla geldi. Paşa’nın huzurunda biraz duadan sonra Kürt lehçesiyle ‘Meni (beni) bu siyaset ne çağırmışsız? Ziyafet meydanına çağırmasız kim, perişan esvabı vardır, dirsiz. Şimdi de menden marifet istersiz!’ diye hiddetlenip, nice türlü dil uzattı. Sonra:

‘Hayyalessalâ... Han ocağı dâim ola, Melek Ahmet Paşa kaim ola... Fisagors, Ebu Ali Sînâ ve birâderi Ebilhâris ruhu şâd ola!’ diyerek meydana bir çuval koydu. Hemen elini kaldırıp dedi ki:

‘Ey hazır olanlar ve yâran! Bilin, agâh olun! Eğer katı yürekli mert kişiler iseniz, beni seyretmekte ayak direyin. Ve illa bir ayak evvel çıkmağa acele edin!’ ve sonra anadan doğma çıplak olarak meydanda şallak mallak dolaştı. Sonra çuvalının yanına geldi. Ve dedi ki:

‘Canım Hanım. Melek Ahmet be canım! Huzurunuzda kim böyle çılbah (çıplak) gezmemiz edebi terk etmektir. Ama beni... sanırsız. Yok kişiler... Öyle değilim. Bütün yâran dikkatle baksınlar!’

Bu sözlerden sonra herkesin önünde dolaştı. Hakikaten ...yoktu. Önü, ardı tahta gibi idi. Ne hunsa idi, ne tavâşî (hadım)... Bu dolaşmadan sonra yine çuvalının yanına gelerek çuvaldan bir peştamal çıkardı. Beline kuşandı. Ama bu peştamal Yemen diyârının Aden hasırından olup, öyle sanatlı örülmüştü ki, güya sihirli idi. Bu kemeri beline bağlayınca Molla Mehmet meydanda koşmaya başladı. Kanatlı kuşlar bile evvela birkaç kere sekip, sonra havalanırlar. Molla Mehmet ise seğirtirken ayakları birden yerden kesilip havalanmaya başladı. Havada uçarken seyircilere; ‘Ey akıllılar, ey gafiller, ey falan’ diye görmediği, bilmediği paşa adamlarını, dedelerinin adlarıyla çağırıp selam vererek havada uçardı. Bütün halk ise hayran kalıp hoşlanırlardı. Havadan yere inerken dört beş adım kalarak döndü. Bazen ayakları yere dokunurdu. O sırada Molla Mehmet havada, belindeki peştamalını çıkardı. Sonra, yukarıdan halkın üzerine su dökmeye başladı. O kadar çok su döktü ki, herkes sırılsıklam oldu. Birçokları kaçarak kurtuldular. Bu hâlde Molla Mehmet aşağıya su dökerek havada bir saat dolaştı. Bir saat sonra yere inip durdu. Biraz evvel ıslananlar gördüler ki, ne su var, ne de ıslananlar var. Herkes kupkuru elbiseleriyle yine meydanda durmakta. Paşa ‘sübhanallah’ diyerek parmağı ağzında kaldı. O sırada Han, arkasında samur kürkünü çıkararak Molla Mehmet’e verdi ve dedi ki:

‘Ey Molla! Meni (beni) seversen acayip, korkunç, tehlikeli işler yap!’

Molla da:

‘Baş ve gözüm üzerine.’ dedi.

Başka Bir Acayip Marifet:

Molla Mehmet ‘Han’ım, saray meydanı kapılarını yukarı merdiven kapılarını kapasınlar. Ta ki, siz ve aşağıdaki seyirciler, seyir görsünler!’ dedi. Han da tembih edince bütün kapılar kapandı, dört tarafı kale duvarı gibi oldu. Molla Mehmet, çuvalının içinde bir parça çaput, pamuk ve şermut parçaları alıp hademelerle, kapıdan anahtar deliklerini bile kapadı. Yine meydana gelip, çuvalından bir bardak çıkararak, suyundan biraz içti. Bardak yine çuval içinde kayboldu. Sonra meydana o kadar fazla miktarda su döktü ki, meydan âdeta bir göl olmaya başladı. Herkes korku ve telaşa düşüp bir hay huy ve vaveyla koptu. Feryat ve figanın haddi payanı (sonu) yok. Kaçmak için hiçbir yer de yok. Her yer kapalı. Molla hemen çuvalının üzerine binerek, meydanda husule gelen göl içinde yüzmeye başladı. Halk gördüler ki boğuluyorlar. Hepsi bir ağızdan:

‘Kapıları açsınlar, bizi boğulmaktan kurtarsınlar!’ diye bağırmaya başladılar. Paşa:

‘Bu ne hâldir, hey Han? Senin konağında halk boğulsun mu?’ deyince Han, Paşa’nın elini öpüp:

‘Sultanım marifettir. Burada kimse helak olmaz, biraz sabreyleyin!’ dedi. Bütün halk gördüler ki, Han’dan, Paşa’dan hayır yok. Yüzmek bilenler hep anadan doğma soyunup denizde yüzer gibi saray meydanında yüzmeye başladılar. Kimi birbirinden yardım istemekte, kimi birbirini kucaklamış, kimi merdiven basamaklarında kat kat olmuş... Kimisi duvarlara tırmanmış, kimi birbiri üzerine çıkmış, kimi altta kalmış kelime-i şahadet getiriyor. Hülasa bu saray meydanında ağlayıp inleme, güya kıyamet gününden numune.

Ama hakir ile Paşa köşkten seyrederdik. Molla Mehmet’in suyu ancak odanın tabanına çıkardı. Fakat aşağıdakiler boğula yazdılar.

Hemen Molla Mehmet çuvalından bir tas çıkardı. Başka bir tasa vurunca tastan saat çanı gibi bir ses işitildi. Meydanda ne bir damla su kaldı, ne Molla Mehmet, ne bir eser.

Meydandaki o kadar adam çırılçıplak kalkıp kimi yarasa kuşu gibi sarayın pencerelerine sarılmışlar, kimi sarayın duvarına çıkmışlar. Böylece çıplak kalanlara Paşa ve Han ve diğer büyükler bakıp gülmekten kendilerini alamadılar ve şaşırıp kaldılar. Zavallı adamların kimi utancından yere çöker, kimi halk arasında gizlenip ‘bre elbisem, bre bıçağım, hançerim!’ diye feryat ederlerdi. Bu şekilde bir şaka olmuştur ki bin sene seyahat eden bile böyle bir harikulade bir manzara seyredemez.

Molla Mehmet yine Han ve Paşa huzurunda yer öpünce Han:

‘Paşa başı için olsun. Bir parça marifet daha göster. Bunlardan başka senden bir şey istemeyiz!’ deyince Melek Paşa dedi ki:

‘Hey Han! Gider (defet) şu sihirbaz melun gidiyi! Bütün adamlarımızın ödü patladı.’ Han eyitti ki (dedi ki):

‘Sultanım bir şey yoktur. ’

Paşa gördü ki Han’ın, bunu seyretmeye niyeti vardır, göz yumup:

‘Hele bir mâkulce marifet gösterse.’ dedi.

Başka Bir Acayiplik:

Molla Mehmet tekrar çuvalın yanına gelip, içinden bir alaca, nakışlı uçkur çıkararak, peştamalı altında biraz gizledikten sonra üstüne oturdu. Sonra yine uçkuru peştamalı altından çıkarıp bir afsun okudu. Uçkuru yine çuvala koydu. Onu gördük ki çuvalda bir gürültü, bir hareket görünüp, ağzından dışarı bir büyük yılan başı göründü. Dışarıya süzülüp kumlar üzerine, o sıcakta güneşe karşı yatıp kıvrıldı. Fakat soludukça büyümekte, gözleri meşale gibi yanmakta, dişleri fil dişi gibi olmakta, hayvan tüyü gibi tüyleri görünmekte idi. Bu hâl üzere meydanda yarım saat durup, vücudu fil gövdesi kadar oldu. Sonra sıcaktan uzanıp, uzun vücudunu göstererek gezindi, süründü.

Biraz dolaştıktan sonra yine Molla Mehmet’in yanına geldi. Molla Mehmet bu mahluka binmek isteyince yılan kendisine öyle bir kuyruk vurdu ki, Molla tepesi üzerine düşüp, meydanda ölü gibi kaldı. Bu kere seyirciler telaşa düştü. ‘Bu ejder Molla’ya bunu yaparsa bizim hâlimiz neye varır? ’ diye kaçışmaya başladı. ister istemez sarayın dağ kapısını kırıp kaçtılar. Hemen Molla Mehmet yerden kalkıp, çuvalından bir kırmızı davul çubuğu çıkarıp ejdere vurunca, derhâl sırtına binip başını ve dümenini havaya kırarak, saray meydanında gezer, ağzından ateşler saçarak, kuyruğuyla yerdeki kum ve toprağı deşip, kum ve tozlar göklere çıkardı.

Ejder böyle dolaşarak halkı birbirine kattı. Bir nice adam bundan bayıldı. Hatta zavallı ekmekçibaşının sarası tutup perişan oldu. Paşa bu acıklı hâli görüp:

‘Bre melun Molla Mehmet! Bre ha. Sen bunu unutma ha!’ diye bir haykırdı. Molla Mehmet anladı ki Paşa üzülmüştür, hemen ejderha ile bir kere dolaşıp ejderi ile Paşa köşkünün altına gelip:

‘Ey paşa, seni Allaha ısmarladım. Ya hu. Dualar.’ deyip yine ejderine binip Han’ın bağ kapısından dışarıya çıkıp, herkesin gözü önünde dağlara giderek kayboldu. Herkes yine meydana gelerek, hayretler içinde dedikoduya başladılar.

Simya İlminin Acayip Kerametleri:

Sonra Molla Mehmet’in çuvalı meydana geldi. Han dedi:

‘Getirin şu çuvalı! Molla Mehmet’in aletlerini seyredelim!’ Paşa:

‘Hey Han! Gider şu melunun şeylerini!’ dedi ise de Han:

‘Çığı çığı Paşa! Hele bir seyredelim.’ deyip, çuvalın ağzını açtılar. içinden şunlar çıktı: Koyun ve deve yününden alaca ince ipler, kendir tohumları, kutular içinde çeşitli ilaçlar, karaçalı dikenleri, kâfur (Uzak Doğu’da yetişen bir çeşit taflandan elde edilen ve hekimlikte kullanılan, beyaz yarı saydam, kolaylıkla parçalanan, ıtırı kuvvetli bir madde), âselbent (hekimlikte, özellikle buğu şeklinde üst solunum yolları rahatsızlıklarının tedavisinde, kokuların çabuk uçmasını önlediği için parfüm yapımında kullanılan ve akar amber denilen ağacın kabuklarının yarılması ile elde edilen vanilya kokulu reçine) , kara günlük, öd (öd ağacının kabuğundan ve odunundan yapılan tütsü), amber, zift, katran, pelyan, zakkum ve diğer türlü kâfurî mum dolu. Eski bezler, alaca bezler, Keşan kadifesi, Şam kutnusu parçaları ki asla bir para etmez. Hokkalar içinde türlü yağlar, macunlar, tatlılar, kavun, karpuz, hıyar, kabak çekirdekleri, daha bunun gibi nice çeşit yiyecek tohumları, kalay kumkumaları içinde mürekkep, rakı, sirke, şarap, neft, sandaloz, koyun ve keçi kelleleri ve paçaları, tüyleri tuzlanmış bir aslan kellesi, hesapsız, yılan, kertenkele, akrep, çıyan ölüleri, eşek, at, katır, deve, domuz ayakları ve dişleri, nice hokkalar içinde canlı sümüklü böcekler, Van Gölü’nde hâsıl olan türlü böcek haşaratı, hatta bir kurumuş adam kafası, kaplan, aslan, pars ve daha birçok hayvan derileri, samur, zerduva, kakım, vaşak derisine varıncaya kadar bütün hayvan postları mevcut idi. Ama birisi de beş para etmezdi. Hasılı bu çuval denizinde bütün varlıklardan birer parça vardı. Bu çuvalda olan ilaçlar, eczacı dükkânlarında bulunmazdı. Paşa dedi:

‘Canım Han, bu kadar münasebetsiz şeyleri bu gidi neyler? Şarabı, rakısı, sirkesi var?’

Han cevap verdi:

‘Sultanım, billahi üç yıldır bizdedir. Ömründe şarap, tütün, kahve içtiği görülmemiştir. Gece kanım (ayakta), gündüz saim (oruçlu)dir ki, her vakit Davut orucu tutar. Ömründe bıçak ile boğazlanmış, kanı akmış, canı çıkmış canlı eti yememiştir. Hiçbir vakit namazını kazaya koymamıştır. Ancak Mağrip diyarında Merankûş şehrinde (Marekeş olacak), bu simya ilmini öğrenip, siz sultanıma seyrettirmek için benim ısrarımla bir parça marifet gösterdi. Yoksa bunlar bir hayaldir. Bundan kimseye bir zarar gelmez.’

Paşa sordu:

‘Ya bu hayvan derilerini, canlı hayvanları mahpus edip neyler?’

Han cevap verdi:

‘Beli sultanım! Yahşi sordunuz. Onun yaptığı bütün işlerin ve simyanın aslı, yine Cenab-ı Hakk’ın kudretiyle halk olunmuş olan eşya ve varlıklardır. Yahut gördüğünüz bu şeylerdir ki lüzumuna göre marifet göstermek için kullanılır. Mesela hokkasından vücuduna bir yağ süründü, vücudunun bazı uzuvları görünmez oldu. Kırağı ve çiğ yağı süründü, kendini havada gösterdi. Kumkuma, ibrik ile halk üzerine su dökerdi. Yere afsunlu suyu döktükçe, halk kendilerini suda boğuluyor zannederek feryat eder ve soyunurdu. Sultanımın korkusundan ejderi ile beraber kaçıp, çuvalını burada bıraktı. Bu çuval içinde ne kadar hayvan postları varsa onları canlı gibi gösterebilir ki, Allah’ın ezelî sun’udur. işte onun için çuvalında her birinden birer parçayı, canı ve başı gibi muhafaza eder. ’ diyerek, Molla Mehmet’i meth eyledi. Paşa da:

‘Şu sihirbazın çuvalını kaldırın. Ben perende atan yiğitlerden hoşlanırım. ’ dedi. Bunun üzerine bunlar meydana gelip def ve kudümünü çaldı.

Başka Bir Seyir:

Han’ın sarayının damı, doğuda bütün damlardan yüksektir. Bilhassa onun aşağısında yalçın kayalardır ki kimse bakmaya cesaret edemez. iki Süleymaniye minaresi boyunda var. Bir iki gün evvel o gayya (içine düşülünce kolay çıkılamayan dertli, belalı yer) deresini nice yüz dağ yıkıcılar kayalarını kırıp, düz meydan hâline getirerek kum döşemişlerdi. Meğer pehlivan, maharetini göstereceğini bilip, o kayaları kırdırarak, Han’ın sarayı üstünde bir çuval fışkı ile dolu toprak koymuş imiş.

Pehlivan dedi ki:

‘Ey sultanım, yiğit vezir Melek Paşa! Bu âciz kulunun bir temennasını da edesin. Sarayın kayalar tarafına bakan şahnişinlerine (odanın sokak tarafına olan çıkıntısı, dışarıya doğru uzanan kısmı) varasın, ta ki ibret göresin!’

Hemen Paşa ve bütün seyirciler o tarafa varıp pehlivanın dostları def ve kudüm çalmaya başladılar. Pehlivan dam üstünde dua ederek:

‘Ey âşıklar. Bu marifet göstermek değildir, buna cambazlık derler. Duadan unutmayınız. Allah’a ısmarlamışım sizi. Siz de meni (beni) Allah’a ısmarlan. Her kim Muhammedi’dir, Muhammed’in gül yüzüne salavat. Allah onara!’ dedi. Nice bin adam da ‘Allah onara!’ deyince hemen zalim pehlivan altına adı geçen fışkı ve topraklı çuvalı alıp, sıkıca yapışıp kendini saray damından iki minare boyunca uçuruma atınca kuş gibi uçarken ‘ya Allah’ deyip feryat ederdi. Yere bir adam boyu kala hemen kıçının altındaki çuval üzerinde bir tavus perendesi atıp, Allah’ın emriyle sağ ve salim olarak ayak üstü yerde durdu. Ve yine hayır dua ederek, orada hazır bulunan bir ata binip, paşanın huzuruna gelerek yer öptü. Paşa kendisine bir kese kuruş ihsan etti. Yine Paşa, seyir için sarayın meydan köşküne geldi.

Başka Bir Marifet:

Yine hademeleri def ve kudüm vurup, pehlivan meydanda dönüp oyunbazlık ederken, cebinden bir çekiç ve uzun enser (çekiçle dövülerek yapılan demir çivi) çıkardı ve:

‘Hanım, eğer iznin olursa bu seksen arşın kadaryüksek olan duvarın yüzünden ta damına kadar çıkayım.’ dedi. Han ise:

‘Destur. Huda kolay getire.’ dedi. Cambaz duvarın dibine geldi. Hayır duadan sonra, elinin yetiştiği yerde duvara çaktığı enserin üstüne çıktı, oturdu. Hayli marifetler yaptı. Sonra bu enserin üstünde duvara yapışıp ayak üzerine kalkıp, belinden çekici ve ikinci çiviyi çıkarıp, iki tav arasına çaktı. Yine çekici beline sokup, örümcek gibi, o çivi üzerinde durup, onun üzerinde nice türlü oyunlar gösterdi. Garibi şu ki, çivilerin ikisi de birer buçuk ancak var. Üç parmaktan fazlası duvara girince, geride, marifet gösterecek yer pek küçük kalıyor!

Yukarıdaki çividen yılan gibi süzülüp baş aşağı olarak aşağıdaki çiviye sıkıca yapışıp yukarıda kalan çiviye, ayağının üst kısmını ve ayak parmaklarını çevirip çengel etti. Ve aşağıdaki çividen ellerini boşa bırakıp, baş aşağı, ayağı üstünde asıldı. Bu hâlde baş aşağı iken nice oyunlar gösterdi.

Yine belinden çekici çıkardı. Aşağıdaki çiviyi çıkarıp yine yukarıdaki çiviye süzüldü. Orada ayak üzeri kalkıp yine elinin yetiştiği yere o çiviyi çaktı. O kadar sanatlar gösterdi ki tarif olunamaz. Yine aşağıdaki çiviye baş aşağı süzülüp, asılıp, aşağıdaki çiviyi çıkarıp, yukarıdaki çivi üzerinde yine ayağa kalkıp, boyu hizasına duvara çivi çaktı. Onun üzerinde nice hünerler gösterdi. Bu çivinin yüksekliği, yerden dokuz adam boyu oldu.

Bu çivi üzerinde iken belinden tütün kesesini çıkarıp çivi üzerine keseyi koydu. Tepesi üzerinde durup ayakları havada hareket ederdi.

Acayip marifettir ki, insan vücudu bir çivi üzerinde bu şekilde hareket ede. Velhasıl, kırk yedi kere çivi çakıp, her birinde ayrı ayrı marifetler göstererek kırk yedi adam boyu yukarıda, ta tavana kadar çıktı. Pîrine hayır dua etti iki çiviyi bir yere kapıp çekici aşağıya attı ve:

‘Ey ümmeti Muhammed! Benim aletim, çekiç ve iki çivi idi. Şimdi ne çekiç kaldı ne çivi! Bu duvardan aşağıya artık inemem. işim Allah’a kaldı. Men özümü (ben kendimi) aşağıya atarım. Huda şahidim olsun kanım, katlim size helaldir. Ve bizi duadan unutmayınız.’ deyip, koynundan bir eldiven çıkararak ellerine giydi. ‘Bismillah, ya Allah’ diye damdan yere kendini öyle attı ki, gören akıllılar ‘eyvah katil olduk’ demeye başladılar. Meğer eline giydiği eldivenler tamamen ham ibrişimden Frenk malı sicim imiş. Bir ucu duvara çaktığı iki çivide bağlı imiş. Hemen yere ineceğine yakın elindeki eldiven ipini sıkıca tutup, vücudu duvara yapışıp, elindeki iple asılı kaldı. Bir perende atarak yere indi. Paşa huzurunda yer öpüp, Paşa da başına iki avuç altın saçtı.

Başka Manzara:

Bu ibret alınacak sanat eserlerini seyrederken Paşa efendimizin yanında diz dize oturmuş iki Hakkâri hâkiminin akrabasından âlim ve fâdıl (fazilet sahibi, erdemli) bir çelebi vardı. İsmi Molla Ali idi. O da Paşa’ya ve Han’a dedi ki:

‘Böyle hırsız ve harami mismarbaz (çivi oyuncusu) kementbaz (ip oyuncusu) haremin taş duvarına çıkarsa, gece hareme girip, haramzadelik etmez mi? Bunu fikir etmeyip, sırtına elbise ve kendisine bir kese kuruş verip, başına halis altın saçarsız. Men de atalarımdan gördüğüm marifetlerimi gösterem. Mene ne verirsiz görem!’

Bunu dedikten sonra köşkten aşağıya kendini ‘ya Hayy’ deyip attı. Sırtından samur kürkünü çıkarıp, meydanda serserice gezdi.

‘Bu cambaz duvarlara çakarak çıkar. Gör, imdi men de nice çıkaram.’ deyip, hemen karşı duvarın yüzüne el vurdu. Eli duvara yapıştı. Öteki elini de duvara attı. O da öylece yapıştı. Bu şekilde ‘ya Hayy’ diyerek yarasa kuşu gibi duvarın yüzüne yapışıp asılı gezerdi. Birkaç kere duvarın yüzünü dolaşarak Paşa’nın başı ucundaki duvarda köşke inip, yine diz dize kalınca Paşa’dan birçok özür diledi ve dedi ki:

‘Beyim, size bir diyeceğimiz yoktur! Hatta elli üç tarihinde Hakkâri’den Diyarbakır’a gelince böyle bir marifet göstermiştik. Allah’a hamdolsun şimdi de burada sizinle müşerref olduk.’

Sonra bir kese kuruş, birkaç hilat ve bir at ihsan ederek mektup ile Hakkâri Hanı ’na gönderdi.'’” (Danışman (6), 1970: 196-206; Dağlı-Kahraman (4), 2001: 76-81).

Simyager Molla Mehmet’in Sihirli Gösterisi

“Evvelce Melek Ahmet Paşa ile bu Bitlis şehrine girerken ‘Simyager Molla Mehmet’ adlı, Simya bilgisinde üstat bir zat vardı ki, bir hamamın kütüğüne binip at şekilli bir şey ile uçmuştu. Bir gün hakir, o Molla Mehmet ile Bitlis’in ... deresi adlı yerde, şehir çocuklarının kar ve buz parçaları üzerinde tahok, yani kızak kaydıklarını seyir temaşa edip, çocuklar birbirleriyle kucak kucağa gelip neşelenirken, her birerleri dereden aşağı ve yukarı kayıp marifet gösterirlerdi. Nice bin kimseler bu gençlerin böyle şen ve memnun güreş ettiklerini seyrederlerdi. Bu kere yanımda olan arkadaşım Simyager Molla dedi ki:

‘Evliya Çelebi, şu kızak kayan çocukların hangisini istersin ki, yokuş aşağı kızak kayıp dereye inince, yokuş yukarı kızağı ile yanıma gelip yüzünü seyredesin?’

Hakir:

‘Men (ben) şu iki eli mendilli ve kızakları ellerinde olanları isterim ki onları görem!’ dedim. Molla Mehmet:

‘Men (ben) de şu iki çocuğu isterim ki, başlarında ala mendilleri ve arkalarında şayaklar giyip, altlarında kızak kayarlar. Şimdi o dört ciğerkûşeleri de, kızaklarıyla aksine, yokuş yukarı bize doğru kaydırıp getirem. ’ dedi. Molla Mehmet yanımdan geriye dönüp, eteklerini başına örtüp bir şey okudu. Onu gördük ki oğlancıklar yokuş aşağı yıldırım gibi kayıp giderek baş aşağı dereye indiler. Hemen hakirin veMolla Mehmet’in bahsettiğimiz gulamların dördü de kızaklarıyla yokuş yukarı şadırvan çıkar gibi çıkıp önümüze geldiler. Meğer gulamlar Molla Mehmet’i bilirlermiş. Gelip el öptüler. Yine her biri kızaklarıyla âdet üzere yokuş aşağı, han bağı altındaki su değirmenleri altına kayıp gittiler.

Bütün âşıklar şaşırıp kaldılar.

Yine bir defa çocuklar birbiri arkası sıra katarlanıp kızak kayarken, beri yola gelmişlerken, göz kapayıp açıncaya kadar zamanda hepsi geriye, yokuş yukarı ve aksine kayıp yıldırım gibi geri döndüler. Halk bu işe hayran kaldı.

Han’ın emri ile Altı Kulaç adlı kişi, Molla Mehmet’i kafasına balta ile vururak öldürtür. Han, Evliya Çelebi’yi yanına çağırır ve burada yaptıklarını şöyle anlatır:

Han huzuruna çıkarak çeşitli şakalar ederek, Molla Mehmet’in cenaze namazına ‘sihirbaz kişi niyetine’ diyerek Türk lehçesiyle maskaraca ve güldürecek şekilde ve güldürecek şekilde, saçma sapan sözler söyledim.” (Danışman (7), 1970: 202-204; Dağlı-Kahraman- Sezgin (5), 2001: 10).

Bec Şehrinin Bedestan Çarşısındaki Sihirli Zanaat

İbret Alınacak Sanat: Bir çeşit mum şamdanı yaparlar. Her yarım saatte bir mumun fitilini kesmek için şamdan içinden gülünç bir Arap çıkıp mumun fitilini bir makas ile kesip yine şamdanın altında kaybolur.” (Danışman (11), 1970 : 67; Dağlı-Kahraman-Dankoff (7), 2003: 100).

Bec Şehrindeki Sihirbazlık Gösterileri

İbret Alınacak Büyük Marifetleri Beyan Eder: Ertesi gün konaklarımıza yakın olan kral validesi (Bec kralının annesi) bahçesinde büyük bir ziyafet verdi. Bir pehlivan kefere meydana geldi. Def ve kudüm çalıp iki gulamı oynarken, çıplak olarak birbirlerine sarılıp iki vücut bir oldu. İki baş, dört kol, dört ayak olarak dönerken havuz içine düşüp kayboldular. Sonra adam başlı ejderha gövdeli iki ejderha bahçede herkesi birbirine kattı. Ağızlardan çıkan ateşlerin ağaçların tepesindeki bayrakları yakardı. Bu iki ejderha meydanda birbirleri ile boğuşup çiftleştiler. Havuza düşüp havuzun suyunu halka saçtılar.

Bir Temaşa Daha: Usta pehlivan bir kere zekerini (erkeklik organı) eline alıp, havuz içine işedi. Derhâl havuzun suyu taşıp bağ içine yürüdü. Herkes ağaçlara çıkmaya başladı. Hakir hemen gördüm ki boğuluyoruz. Simya ilmidir diye aldırış etmedim ama tahammülüm de kalmayıp Paşa ile kral validesinin yanına vardım. Su oraya da gelmeye başladı. Sudan o kadar mahluklar peyda oldu ki, oynaşmalarını seyrettik.

Başka İbret Alınacak Bir Seyir: Pehlivan bir ağaçtan bir ağaca bir perde gerdi. Bir asa ile vurup ‘çıkın dışarı ’ deyince bir alay çeşitli devler ellerinde lobutlar, kalkan, mızrak ve silahlarıyla geçtiler. Sonra fil kulaklı, aslan pençeli, fil tabanlı, deve ayaklı gulyabaniler derya içinden geçerek gittiler. Sonra ecinni askeri yürüdü ki tarifi uzun olur. Gözleri yuvarlak, sıçan kulaklı, kedi kulaklı, adam, kuş ve balık başlı, aslan ayaklı... Gözleri önde değil yanda... Cinler birbirleriyle boğuşarak geçtiler.

Başka Bir İbret: Deniz kuruyup devler, gulyabaniler, ecinni ve ejderhalardan eser kalmadı. Mısır, Şam, Acem, Hint, Sint, Moskof, Tatar, Özbek ne kadar insan cinsi varsa hepsi bağda gezip her ağaç altında zevk ederlerdi. Ama konuşmazlardı.

Büyük Marifetli Bir Temaşa: Bu perdenin arkasından nice bin güneş parçası gulamlar, yüz binlerce sahanlarla fevkalade yemekler taşıyıp, heriflerin önlerine koydular. O kadar çok yemek yediler ki, tarifi imkânsız... Adamlarımızın birçoğu dayanamayıp bu yemeklerden yediler. Sonra paşa bunlara sordu:

‘Yemekler nasıldı?’ Onlar da:

‘Vallahi sultanım bir kokulu yemekti, çiğneyip ağzımızdan içeriye girdi. Ama şimdi hâlâ bir lokmasını yememiş gibi açız. ’ dediler. Sonra pehlivan gelip bir tüfek attı. Meydandakilerin hepsi derhâl perdenin arkasına çekildiler. Sonra yine meydanda oynayıp, havuz içine düşüp, havuzdan ejderha şeklinde çıkan gulamlar yeri sulayıp kabak, karpuz, kavun ve hıyar tohumları ektiler. Üstatları ekilen tohumların üstüne serpe serpe işedi. Derhâl ekilen şeyler yetişip herkes karpuz, kavun ve hıyarları yediler. Yirmi otuz kadar karpuz ve kavunu üstatları, kral validesine götürdü. Hıyardan yedi, Paşa bir şey yemedi. Üç yüz altın ihsan verdi. Tuhaf üstat imiş. Kendisinden sordum ve Mağrip’te, Kurtuba, Tanca, Telemsen şehrinde Şeyh Abdülhalik’ten bu marifetleri öğrenmiş. Hristiyanım dedi.” (Danışman (11), 1970: 91-93; Dağlı-Kahraman-Dankoff (7), 2003: 119).

Çanad Şehrindeki Kadınların İnsanlara Yaptıkları Sihirler

“Suyu havası güzel olduğundan mahbup ve mahbubeleri çoktur. Ama sihirbaz bunamış avretleri çoktur. Hatta gördüğümüzü bildirelim: Yedi yıldır sihirle eşek yaptıkları bir Tatar bir köşede saman ve ot yer. Ekmek de verseler yer. İnsanlara karışmaz, ağzından salyaları akar, adama aları aları bakar, hiç konuşmaz. Bazen asıl yurdu hatırına gelip eşek gibi segâh makamında Acem kerenayı (eskiden kullanıan bir çeşit nefesli saz) gibi anırdığı vakit işitenlerin dudağı çatlar.” (Danışman (11), 1970: 117; Dağlı-Kahraman-Dankoff (7), 2003: 144).

Pedsi Köyü’ndeki Sihirbazların Savaşları

“Pedsi Köyü ’ne geldik. Hatukay Çerkezi toprağında üç yüz evli köydür. Obur (Uyuz) Dağı eteğindedir. Bu dağ Abaza ile Çerkez arasında olup, yaz kış kar eksik olmaz.

Sihirbazların Acayip ve Garip Cenkleri: Hakir bu köyde iken 1076 senesi Şevvalinin yirminci gecesi gök gürleyip, yıldırımlar çakıp kıyametler koptu. Her taraf simsiyah kararmış iken birdenbire bir aydınlık gün oldu. Çerkezlerden sorduk ‘Vallahi yılda bir gece karakoncolos gecelerinde bizim Çerkez uyuzu ile Abaza uyuzları (erkek ve kadın sihirbazlar) gökyüzünde uçup birbirleriyle cenk ederler.’ dediler. Meğer uyuz demek, sihirbaz, cadı demek imiş. Dışarı çıkıp biz de seyrettik. Uyuz Dağı arkasından kökünden kopmuş ağaçlara, küplere, baltalara, hasırlara, araba tekerleklerine ve daha yüzlerce çeşit eşya üzerine binen Abaza uyuzları uçarak geldiler. Hemen Hapiş Dağı içinden yüzlerce saçları dağılmış, iri dişleri dışarı çıkmış, ağız ve burunlarından gemi direkleri gibi ateş saçılan, sığır leşleri, gemi direkleri ve deve ölülerine binip ellerinde urganlarla havalarda uçarak Çerkez uyuzları geldiler. Gökyüzünde iki taraf sihirbazları cenge başladılar. Tam altı saat cenk ettiler. Üzerimize keçe, hasır, at ve deve kelleleri, balta parçaları, araba tekerlekleri düşmeye başladı. Ürken atlarımızı zor zapt ettik. Yedi Abaza uyuzu ile yedi Çerkez uyuzu birbirlerinin boyunlarına sarılarak yere indiler. Abaza uyuzu, iki Çerkez uyuzunun gerdanından kanını emmiş. Ölmüşler. Ama beşi sağ idi. yedi Abaza uyuzunun beşi yine havalanıp gittiler. Çerkez’in kanını emen Abaza cadılarını Çerkezler ateşe yaktılar. Velhasıl iki taraf uyuzları o gece horozlar ötünceye kadar gökyüzünde cenk ettiler. Dehşetten gözümüze uyku girmedi. Horozlar ötünce bütün cadılar kayboldular. Sabahleyin yere çeşit eşya kırıkları, hayvan leşleri düştüğünü gördük. Hakir bu çeşit şeylere inanmazdım. Ama bizimle beraber olan askerin çoğu görüp şaşırdı.

Diğer Bir Acayip Temaşa: Bu diyarda taun olmaz. Karakoncolos gecesinde uyuzlar bir adamın kanını içip, uyuzluktan kurtulur. Ama gözlerinde uyuz alameti kalır. Hemen kanı içilen hastanın sahipleri uyuz mezarlarını arayıp görürler ki, uyuz mezarından çıkıp toprağı bozulmuş. Toprağı kazıp uyuzu bulurlar. Gözleri kan çanağı gibidir. Adam kanı içtiğinden gözleri kıpkırmızıdır. Hemen bunu mezarından çıkarıp göbeğine bir kazık çakarlar. Allah’ın emriyle uyuzun sihri batıl olur ve kanı içilen adam iyileşir. Eğer kanı emilen adamın kimsesi yoksa ölür gider. Göbeğine kazık çakılan uyuzu, hayatta olan başka bir uyuzun ruhu ona hulul etmesin diye ateşte yakarlar.

Başka Bir Uyuz İbreti: Uyuzu kimse gezerken bilmez. Ama vakti gelip kudurunca, yakaladığı birinin kanını emer. Adam günden güne hasta olur. Derhâl akrabaları, şehirleri, konakları gezip kan içmekten gözleri kan çanağına dönmüş olan uyuzu yakalayıp zincire bağlarlar. Üç günde uyuzluğu iyice belli olup ‘Falan adamın kanını ben içtim. Bunu, uyuz atlarımın yanına gömüldüğüm zaman vücudum çürümeyip, yine birkaç kere dirilip gökyüzünde cenk edip çok yaşamak için yaptım. ’ der. Derhâl göbeğine böğürtlen kazığı kakılır ve kanı, kanı içilen adamın yüzüne gözüne sürülür. Hasta iyileşir. Bu uyuz derdi hakikaten taundan berbattır. Moskof’ta, Leh ve Çeh’te olağandır, vesselam.” (Danışman (11), 1970 : 266-268; Dağlı-Kahraman-Dankoff (7), 2003 : 279-280).

Kalmuk Tatarları’nın Sihirleri

Ömer Ağa Çiftliği Menzili (Şefake Çerkezi Toprağında): Mehmet Giray Han’ın veziri olan Sefer Gazi Ağa’nın akrabası Ömer Ağa’nın çiftliğidir. Burada yedi gün kaldık. Sekizinci gün haber geldi ki, Kızıltaş Kalesi önü buz tutmuştur. Derhâl batıya iki gün gidip, Koban Nehri kenarına vardık. Gördük ne buz donmuş, ne gemi vardır. Şaşırdık kaldık. Meğer Çerkezler sekiz günden beri bizi beslemekten âciz kalıp, Koban dondu diye yalan söylemişler. Mecburen çadırları kurduk. Derken öyle şiddetli bir rüzgâr esti ki, bütün çadırlarımızı parçaladı ve havaya uçurdu. Arabaları baş aşağı etti. Hatta zavallı Mehmet Paşa vakarlı bir vezir iken bir araba altında gizlenmişti. Rüzgâr arabayı hareket ettirince Mehmet Paşa güçlükle kurtarabildi. Tatar gazileri ‘Sihre uğradık’ dediler. Akıllı Mehmet Paşa bütün içi ağalarına muavvezeteyn surelerini okumalarını tembih etti. Allah’ın emriyle rüzgâr sükûnet buldu. Burada koca bir köse Kalmuk Tatarı gelip, Paşa’ya dedi ki:

‘Paşa bana zararın dokunmaz mı? Yemin et.’ dedi. Paşa da Kur’an’a el vurup yemin etti. Benden ve benim hademelerimden sana kötülük yoktur diye yemin edince Kalmuk dedi:

‘Sultanım, şimdi sizin başınıza rüzgârın kızıl kıyametini koparıp, bu kadar arabaları ve bu kadar çadırları yer götürüp, kıyamet gösteren bendim. işte size marifetimin bir parçasını gösterdim. Eğer bu suyu karşı geçmek isterseniz, bana bir at, bir sadak, bir kürk don ve yüz kuruş verin. Şimdi yine kızıl kıyamet edeyim ve bu suyu dondurup, buz hâline getireyim. Cümleniz selametle karşıya geçip, açlıktan kurtulun.’ dedi. Zavallı Mehmet Paşa,

‘Bre medet öyle olsun.’ deyip, Kalmuk’un istediğini verdi. Kalmuk, atını alıp, bir tarafa bağladı. Bir orman içine gitti.

Tatar Kavminin Sihirlerinin Etkisi:

Kalmuk Tatarı büyük bir ağacın altına yestehledi. Sonra edepte ... üryan edip, havaya tuttu. Sonra doğruldu, birtakım acayip hareketler yaptı. Ayaklarını havaya kaldırdı. Ağaca dayadı. Baş aşağı durdu. Elini yerdeki bir şeylere sürüp, sonra alnına sürdü. Bütün bu hareketlerden sonra gördüm ki, doğu, batı ve kuzey tarafı kararıp güneş görünmez oldu. Gök gürültüsü, yıldırım ve şiddetli gürültüler başladı. Yine gördüm ki, Kalmuk ağaca dayadığı ayaklarını indirdi. Necasetinin yanında üç defa döndü. Bazen onu eliyle havaya attıkça yıldırımlar çakıp, kıyametler kopardı. Bizim asker donan nehirden karşıya geçmeye başladı. Kendisi de buz üstünden karşıya geçip geri geldi. Ama Allah şahittir, Muhammed Resulullah yeminiyle bu böyle olmuştur ki, bir anda Koban nehri gibi büyük bir nehir, bir ok boyu buz tutmuştur. Paşa da karşı tarafa geçip, bütün askerinin selametle karşıya geçmesini bekledi. Arkasından bütün iç ağaları, turna katarı, buz üstünde seğirte seğirte geçtiler. Kim ağır geçti ise, karşıya geçemeyip, buz altına düşerek, boğuldu. Bütün atları da birer birer karşıya geçti. Sonra boş arabalarla geçmeye başladık. Çünkü arabaların yüklerinin daha evvel piyadeler karşıya taşımışlardı. Bizim kölelerimiz de on sekiz baş atları ve atlı arabaları ile Kızıltaş Kalesi’ni geçtiler. Meğer geride divan efendisi ile yedi sekiz mutaassıp adam kalmış. Biz bu sihir ile meydana getirilen buzdan geçmeyiz diye geri kaldıklarından Paşa ‘Tiz geçsinler yoksa kendileri bilir’ deyince divan efendisinin araba içinde karşıya geçirdiler. Geçerken kimi muavvezeteyn, kimi esma-yı hüsna, kimi ya Dafi’, ya Hâfız, ya Rafi’, ya Allah okuyarak geçince divan efendisinin arabası buza geçti. Bir yandan buz üzerinde kalıp, divan efendisi zavallı İbrahim Efendi can havliyle kendini arabadan dışarı atıp, buz üstünde sürünerek karşıya geçti. Fakat altı mutaassıp Dağıstan Müslümanları, buz altına göçüp, boğuldular. Ve onar yoldaşları dahi okuyarak buza bastıkça batarak birkaçı kenara çıkıp, bir kaçı boğuldu. Meğer bu boğulanlar esma-yı hüsna ve muavvezeteyni sıdk ile okudukça, sihirle meydana gelen buzlar eriyip, bunlar suya batıp ölmüşlerdi. Bu sırada sihir yapan Kalmuk, Paşa’nın yanına gelip, kalpağını yere vurup ‘Vay benim emeklerim’ diyeferyat edip, ağladı ve ‘Şu geçenlere tembih eyleyin, geçerken Arapça okumasınlar. Seğirte seğirte geçsinler. Yoksa öğle vakti olunca artık benim sihirim bozulur.’ diye rica etti. Bütün asker derhâl beri tarafa geçti. Ama zavallı divan efendisi İbrahim Çelebi suya gark olmadan canını kurtarıp, Paşa’nın yanına gelip, ağlamaya başladı. Adamları efendiyi cansız bir tavuk gibi konağına getirdiler. Yatağa düştü. Bundan sonra Paşa da bütün askeri beri tarafa geçtikten sonra alay ile Kızıltaş Kalesi altına gelince top şenliği yaptılar. Paşa’nın kardeşi beyin hocası ve nice tiryakiler ‘Bre hay kahpe oğulları, bu kışta kıyamette top atıp bizim keyfimizi niye kaçırırsınız’ diye feryat ettiler ve Paşa’ya gelip,

‘Sultanım aziz başın için şu dizdarla ve topçuların boyunlarını vur.’ dediler. Paşa:

‘Vezirler gelirken top atmak kanundur. ’ dedi. Hoca efendi, ‘Kanunlarına falan edeyim’ deyip, konağa gitti.

Allah’ın Hikmeti:

Kale minaresinden müezzin ezan okumaya başlayınca donmuş buzlar top gibi kütleyip, paramparça oldu ve buzdan eser kalmadı. Bundan sonra Kalmuk hediyelerini alıp kayboldu. Paşa, Kızıltaş’ta on kurban kesti.” (Danışman (12), 1971: 47-49; Kahraman-Dağlı-Dankoff (8), 2003: 8-10).

Kalmuk Kavminin Yaptıkları Sihirin Etkisi

“Heyhat sahrasına çıkınca öyle bir karanlık çöktü ki, atlarımızın başlarını göremez olduk. Asker içinde feryat başladı. Gideceğimiz yeri kaybettik. Mehmet Paşa’nın oğlu kayboldu. Hemen hakir ‘Bre ümmet-i Muhammed, Fâtiha suresiyle, kulhuvallahu suresini okuyup, dört tarafınıza üfleyin.’ diye bağırdım. Bir saat sonra hava açıldı, beyi buldular. Meğer Ur ağzından çıkarken bizi gören melun Kalmuklar, sihir yapmışlar. Hava açılınca gördük ki, iki bin kadar Kalmuk Tatarı, çakallar gibi uluyarak gelirler. Asker onları tüfek ateşine tuttu. Sahraya doğru kaçtılar.'” (Danışman (12), 1971: 60; Kahrman-Dağlı-Dankoff (8), 2003: 21-22).

Serez’in Büyük Yaylağı’ndaki Sihirli Kaya

Bu yaylanın kıblesinde ‘Ayı kayası ’ denilen tılsımlı yekpare bir kaya vardır. Kaya içinde cevahir ve altından yapılmış bir ayı sureti vardır. Zemheride ayılar kırk gün ininde çile çekip, kırk birinci günü çıkarak bu kayaya gelir, panzehirini kusar gidermiş. Sonra sihirbazlar o ayı panzehirlerini alıp sihir yaparlarmış. Bu yayla Osmanlı eline geçince Megaribe kavmi bir marifet ile o tılsımlı ayıyı bozup, altın ve cevahirini alıp gider. Fakat her sene ayılar erbainden (kışın en soğuk zamanı sayılan kırk gün) sonra yine buraya gelirlermiş. Bu kaya çok yüksektir.”” (Danışman (12), 1971: 98; Kahraman-Dağlı-Dankoff (8), 2003: 61­62).

Simyacı Arap Köle

“[İnebahtı]

Hakir, Kördös Kalesi’nde elli altına Mağribîlerden bir siyah Arap gulam almıştım. Bir hafta yanımda hizmet etti. Ne yedi, ne içti, ne yattı, ne uyudu, ne güldü, ne konuştu. Ama bir işaret etsek derhâl o işi yapardı. Bu Inebahtı ’dan gideceğimiz sırada Arap öldü. Şu Arabı gömün diyerek Inebahtı ’dan kalkıp Zeban kasabasına gittik. ...

Bu sırada Inebahtı’dan gelen mektuplarda, orada bıraktığımız Arap kölenin ölüp gömüldüğünü bildirdiler.

Acayip Sergüzeşt:

Bir de halk ertesi gün görürler ki, dün gömdükleri bizim Arap köle, kefeni ile mezarın dışında yatıyor ve kefenin yırtılan bir yerinden, içinden bir keçi bacağı görünüyor. Bütün halk toplanırlar. Dedikodu çoğalır. Saçma sapan sözler söylenir ‘Evliya Çelebi dünya seyyahı, marifet ehli, simya ilmini bilen bir kimsedir. Demek ki keçiyi adam şekline sokup hizmet ettirdi. Kim bilir belki de bütün hademeleri insan kılığında çeşitli hayvanlardır. ’ derler. Sonunda Ebüssuudzade Mehmet Ağamız:

‘Bre hey adamlar, Evliya Çelebi yakınımızda Kastel Kalesi’ndedir. Çağıralım soralım’ der. Beni bu yüzden mektupla davet ederler. Derhâl Inebahtı ’ya gittim. Gördüm ki bütün şehir halkı mezarlıktadır. Ve hakikaten kefenin içindeki bir keçidir. Hayret ettim. Ne diyeceğimi şaşırdım. Dedim ki:

‘Ümmet-i Muhammed, vallahi ben bu Arabı Kördös’te Mağribî Araplarından elli altına aldım. Tam bir haftadır ne yedi, ne söyledi, ne uyudu, ne güldü ve ağladı. Ama bunu bu mezardan kim çıkarmış.’ dedim. Kimisi kurtlar, kimisi ayılar çıkarmıştır dedi. Ölüyü yıkayan kapıcı Ali Dede’yi çağırdım. O da şöyle söyledi:

‘Vallahi dün ben bu Arabı sünnet üzere yıkadım. Avret yerleri ve koltuk altları, başı hep tüylü idi. Gurebetir, öyle olur. Avret yerlerini tıraş etmemiş dedim ve kefenleyip musallada namazını kıldık. Sabahleyin de işte onu böyle keçi olarak gördük’ dedi. Tekrar keçiyi gömdüler. Ama ben hayrette idim. Herhâlde bana Arabı satan Mağripli simya ilmine vâkıf bir kimse idi. Doğrusu çok şaşılacak şeydi.” (Danışman (12), 1971: 285-286; Kahraman- Dağlı-Dankoff (8), 2003: 273-274).

Sihirle Meydana Gelen Yılanları Yutan Asa

Hazreti Musa Makamı (Kudüs): Bu kubbe içinde ve uzun bir dolapta, kırmızı keçeden kese içinde bir asa vardır. Dünya ağaçlarına benzemez. Cennet ağaçlarındandır. ... Hazreti Musa yedi sene Tih çölünde dolaşırken kavmi su istedi. Hazreti Musa bu asa ile bir taşa vurdu, yedi yerinden su fışkırdı. Sonra bu taşı torbaya koydular. Nerede su lazım olursa asa ile vurup su fışkırırdı. Hâlâ bu taş Şam’da Hazreti Isa mağarasında Isa makamındadır. Ziyaret edilir. Bu asa, Firavun’un sihirle meydana getirdiği yılanları yutardı.” (Danışman (13), 1971: 247-248; Dağlı-Kahraman-Dankoff (9), 2005: 242).

Hz. Muhammed’in Mucizesinin Müşrikler Tarafından Sihir Olarak Kabul Edilmesi

“Peygamberin nübüvvetinin onuncu senesinde Ebî Kubeys Dağı üzerinde inkârcılar peygamberden mucize istediler. ‘Ay iki parça olup yeninin yerinden girip çıksın.’ dediler. Peygamber de dua etti. Ay iki parça olup biri yeninden girip çıktı ve yine gökte birleşti. Bazı müşrikler iman etti. Bir kısmı ‘Hakikaten Muhammed usta sihirbazmışsın. ’ dediler.” (Danışman (14), 1971: 55; Dağlı-Kahraman-Dankoff (9), 2005: 403).

Sihirle Meydana Gelen Yılanları Yutan Asa 2

Mesâni Menzili: Hz. Musa ile Firavun’un cenk ettiği ve Musa’nın asasının, Firavun’un sihirli yılanlarını yuttuğu yerdir.” (Danışman (14), 1971: 78; Dağlı-Kahraman- Dankoff (9), 2005: 428).

Mısır’daki İlimler

“Hadis ilmi, tıp, feraiz (İslam hukukunda mirastan ve mirasın varislere intikal ve taksiminden bahseden ilim) , tefsir, fıkıh, hadis, tecvit, hıfz, tevhit, ledün (Allah’ın sırlarına ait manevi bilgi, gayb ilmi), beyan (belagat ilminin hakikat, mecaz, kinaye, teşbih, istiare gibi bahislerini öğreten kısmı), kelam, kemal, adap, sarf (dil bilgisi, gramer), nahiv (cümle bilgisi, sentaks), mantık, maâni (lügat ve sentaks meseleleri ile, sözün maksada uygunluğundan bahseden ilim), lugat, aruz, yazı, yıldızlar, cifr (başlangıcının Hazreti Ali’ye dayandığı rivayet edilen, harf, rakam ve semboller yolu ile gelecekte olacak şeyleri haber verdiğine inanılan ilim), kef, sim, simya, kimya, heyet (astronomi ilmi), hikmet, ziyc, danyal, ful, fal, cerr-i eskal, remil (bir takım nokta ve çizgiler ile gelecekten haber verme), vefk (tılsım, dua, muska), esma, teshir (büyü yapma, büyüleme) , davet, sarf (gramer, dil bilgisi), suruf (dil bilgisi kitapları), mare necat, tayy-i mekân, ihfa (gizleme, saklama), tabir, sihir, feraset (anlayışlılık, çabuk seziş) ilimleridir.” (Danışman (14), 1971: 159).

Mısır’ın Halkı

“Mısır’ın havası kuru olduğundan bütün halkı sevdavidir. Çoğunlukla halkı sihirli ve hilelidir.” (Danışman (14), 1971: 211).

(Mısır’daki Kuyular) Harut ile Marut’un İnsanlara Yıldız ve Sihir İlmini Öğretmeleri

“Biri Cisr-i Ebul Menca ki, ona halk ‘Nil kesimi halici’ derler ve ifna (yok etme, tüketme) denilen bir kuyu vardır. İlk defa gökten inen Harut ile Marut burada kuyu kazıp yıldızlara bakarlardı. Bütün Mısır halkı yıldız ilmini ve sihir ilmini bunlardan öğrendiler.” (Danışman (14), 1971: 221).

Kendini File Çeviren Sihirbaz (Fil Bürkesi-Mısır)

“Fil bürkesi denmesinin sebebi şu imiş: Firavun’un sihirbazlarından biri kendini fil şekline koyup bu bürke (küçük göl) kenarında otlarmış.” (Danışman (14), 1971: 224).

Sihirle Timsah Olan Kız

Nil Timsahının Garip Hikâyesi: Hakir Şellâl diyarında iken, ev sahibimiz Ebû Ceddullah garip bir hikâye anlattı. Şöyle ki:

‘Gençlikte balık avlarken bir timsah yanıma geldi. Ona balık verdim. Bana alıştı. Her gün yanıma gelirdi. Çok güzel bir timsahtı. Bir gün kumlar üzerinde oynamaya başladı, sonra sırt üzeri yattı. Fellâhların (ekinci, çiftçi) timsahlarla cima ettiğini bilirdim. Ben de bunu yaptım. Çok büyük lezzet duydum. Üç sene böyle geçindim. Bütün aşiret benim bu hâlimi bilirdi.

Bir gün bir Nil ceziresine (ada) gittim. Timsahım yine geldi. Biraz yuvarlanıp yanıma geldi ve can teslim etti. Bu sırada gördüm ki timsahın başı ve gövdesi güneş parçası gibi bir kız hâline geldi. Meğer Künuz Arapları şeyhinin kızı imiş. Sihirle timsah olmuş. Meğer ölmeye yakın zamanda sihir bozulur, yine eski hâlini alırmış. Bu da öyle oldu. Bu kızı halk ile beraber o adaya gömdük. Orada hazır olan o memleket halkından bazıları ‘Evet doğrudur’ dediler. Çünkü o diyarda timsah ile birleşmek ayıp değildir, yiğitliktir. Timsah ile cenk etmeyen genç sayılmaz. Timsah ve fil öldürene kız verirler.” (Danışman (14), 1971: 249).

Sihircilerin Pirleri

“Mısır fatihi Amr ibn As, Ebu Masrulgaffârî sihircilerin piridir.” (Danışman (15), 1971: 39).

Sihir Sahibi Şeyh Abdullah Magarevî

“Şeyh Abdullah Magarevî... Bu sultan sihir sahibi imiş. Mekke ile Mısır arasında hacılar zahmet çekmesin diye cinleri bu dağları [Cuşi Dağlarını] kestirmiş.” (Danışman (15), 1971: 49).

Beledi Halid’in Sihirbaz Kadınları (Mısır)

“Öyle ölesi, yaşlı, ihtiyar melun sihirbaz avretler vardır ki nice delikanlıların ayaklarını sihirle bağlamışlardır.” (Danışman (15), 1971: 148).

Cadı Vilayeti Ezrak Şehri (Mısır)

Burası cadı vilayeti olduğundan kadınların sihri isyaniyle âdemi eşek yaparlar. Nice kimseler bu derde tutulup anırarak gezerler. Hatta Haseki Paşa’nın bir müteferrikası sihre yakalanıp kahve ve bozahanelerde halk arasında eşek gibi anırırdı.” (Danışman (15), 1971: 161).

Apuska Kalesi’ndeki Sihirbazlık Gösterileri

“Vaktiyle büyük şehir imiş. Fakat kalesi ağaçtan dolmadır. Etrafı üç bin adımdır. Bu kale yanında Nil kıyısında bir çimenlikte çadırlarımız kuruldu. O gün melik divanında seyrettiğimiz acayiplikleri beyan eder.

İbret Alınacak Tuhaflık: Melik hakiri davet etti. Çadırına vardım. Çadırın önüne binlerce adam diz dize oturmuş, ortada büyük bir meydan var. Evvela on adet hanende ve sazende rehavi makamından fasıllar ettiler. Altı adet parlak ay gibi gulam sırmalı önlükler giyerek öyle raksettiler ki... Ellerinde fil dişinden kağıt gibi ince ince biçilmiş, beş on tanesini iple bağlayıp çalpara yerine kullanırlar.

Bunlardan sonra karşıdan bir kara kuru kadit (çok zayıf, bir deri bir kemik kalmış kimse) adam göründü. Başı ayağı açık. Avret yerine bir kispet giymiş, lades kemiğine benzer bir kadit, fakat çevik, ayarlık yüzünden belli. Acayip bir yürüyüşle melikin huzuruna geldi. ‘ya Hayy’ deyip, beş adam boyu havaya sıçrayıp yere inince melik önünde yer öptü. Hayli dua etti. Sonra ‘Ya Sudan sultanı, Hindistan’dan Portakal’a geldim. Şimdi mübarek yüzünü gördüm. Ama garibim, çıplağım, üşüyorum. Bir büyük ateş yaksınlar, ısınayım.’ diye yalvardı. Derhâl on fil yükü santa ve saç ağaçlarını yaktılar. Alevler göğü tuttu. Kadit adam biraz ısındıktan sonra sultanın huzuruna gelip,

‘Ya sultan, el ihsanu bittamam, Hak bereket versin ısındım. Şimdi de bir deve boğazlat da bir deveyi yiyip karnımı doyurayım.’ dedi.

Hemen semiz bir deve kestiler. Kadit adam kanını içti. Hayvanı kesenler devenin iç ve dış uzuvlarını ayrı ayrı koydular. Kadit adam devenin bir parça etini biraz kızartıp bir hamlede yedi. Sonra ciğer ve yüreğini yedi. Sonra kemiklerini balta ile kırıp kütür kütür yedi. Hemen ağzına koyarken yutardı. Devenin kelle ve paçalarını, bağırsaklarını, işkembesini piripakyedi. Yalnız işkembenin müzahrefatı (süprüntüler, pislikler) kaldı. Onlara da başlayıp yerken melik utanıp men etti. Sonra oynayarak melikin huzuruna gelip:

‘Ya sultanım karnım doymadı, çiğ et de karnımı ağrıttı. Müsaade et de senin malın olan ateşi yiyeyim, helal edin. ’ deyince melik gülerek ‘Helal olsun’ dedi. Hemen belindeki kispeti çıkarıp, alev alev yanan ateşin içne girerek oynamaya başladı. Kaş ve sakalından bir şey kalmadı. Tam ateşin ortasına oturup, ateşi yemeye başladı. Hakir hayret ettim, fakat dikkat ederdim. Ateşi ortasında ellerini koltuk altına sürüp ellerini bütün vücuduna sürerdi. O vakit vücudundan siyah bir duman çıkardı. Sonra kalkıp melikin huzuruna geldi. Saat tuttum. Bir saatte bir deveyi ve bütün ateşi yedi. Aklım perişan oldu. Sonra bu kadit, meydanda kalan biraz ateşin üzerine işedi. Herkes sidiğe gark olayazdı. Herkes kenarlara çekildi. Kadit adam melikin huzuruna gelip:

‘Ey melik, ömrün uzun, düşmanların yezit olsun. Bana bir at, beş deve yükü fil dişi, ve büyük kaküle ve beş küçük köle ihsan et. Yoksa bu Apuşka şehrini suya gark ederim.’ deyince melik emretti. Meydandaki sönmek üzere olan ateşe on fil yükü odun koyup yeniden yaktılar. Yine kadit adam sultanın huzuruna geldi.

‘Ey soylu sultan, yediğim ateş yüreğimi yaktı, ateşin buharı dibimden çıktı. Çok susadım. Bana Nil’den on tulum su getirttir.’ dedi. Derhâl getirdiler. Bu sırada meydana gayet şişman bir adam çıkıp tulumlarla suları zapt etti.

Başka Garip Şey:

Hemen şişman adam melikin huzuruna gelip,

‘Yedi gündür orucum. Bir katre su içmedim. Bu suların yarısını bana ver.’ dedi. Melik kabul edince, kadit adam ile şişman adam melik huzurunda kavgaya başladılar. Birbirlerine öyle fil ... vurdular ki vücutlarından kan aktı. Birbirlerini nerede ise öldüreceklerdi. Melikin silahlı adamları ayırdılar. Melik her birine beşer tulum su verilsin dedi. Şişman adam melik huzuruna gelip:

‘Aman padişahım, benim hararetim çoktur. Ateşimi gör. ’ deyip iki elini beline koyup sima ederek ağzından alevler çıkmaya başladı ve ‘Sultana ne kadar hararetli olduğumu gösterdim. On tulum suyu bana veriniz.’ dedi. Sultan da ona hükmedip kadit adama:

‘Sen de marifetini göster.’ dediler. Kadit adam meydana gelip, içtiği deve kanını, yediği deve etlerini parça parça çıkarıp halk önüne yığdı. Arada ateş de çıkardı. Ama fazla ateş çıkaramadı. Bu defa şişman adam:

‘Ya sultan, benim ateşim mi fazla,yoksa onun et kusması hareketi mi fazla?’ diye feryat etti. Oradaki seyircilerin de reyi ile melik on tulum suyu şişman adama hükmetti. Şişman adam on tulum suyu alıp, devenin arta kalan kemiklerini, müzahrefatını, postunu tamamen yedi. Sonra beş kırba su içti. Kadit adam,

‘Bre o adam ateşi kumdu. Ben ateşi çıkaramadım. Hararetim bende kaldı. Bu adam evvela su içip benimle kavga ederken vücuduma bilmem ne sürdü, ateşi çıkaramadım. Bana kıyman, helak olurum.’ diye feryat ederek bir köşeye çekildi. Şişman adam geride kalan beş tulum suyu da içip ‘Hele şükür, hararetim geçti.’ dedikten sonra, ‘Sultanım, bu pehlivana da beş tulum su ver ki, onun da hararet geçsin.’ dedi. Emir verildi. Fakat bir de gördük ki kadit adam simsiyah olup, hararetten kavrulmuş, ölmüş. Sultan,

‘Benim yüzümden öldü. Su vermedim.’ diye çok üzüldü.

Hakir teselli ettim. ‘Bunlar can pazarlarıdır. Canlarıyla oynarlar.’ dedim.

Şişman sihirbazı tekrar ortaya çağırdılar. Biraz ibret verici şakalar etsin dediler. Meydana geldi. ‘Ya sultanım’ dedi, ‘Öbür ateşperest idi. Yaptığı hep sihirdi. Ben ise Maliki mezhebindenim. Bu marifetleri hep riyazet (nefsi kırma, dünya lezzetlerinden sakınma) ile elde ettim.’ dedi. Sultan,

‘Fakat o senden usta pehlivan idi. Korkarım sen onu kıskandığın için öldürdün. ’ deyince şişman adam, ‘Ya sultan, eğer ona fazla muhabbetin varsa, bana ihsan eyle, onu huzurunda dirilteyim.’ dedi. Melik de yüz deve vermeyi taahhüt etti.

Gülünç Acayiplik:

Evvela bu şişman pehlivan bir Yörük ata binip, ölen pehlivanın boynuna bir ip takıp, atın kuyruğuna bağladı. Sonra meydanda süratle atı koşturdu. Ölünün cesedi perişan oldu. Bu naaş melikin huzuruna gelince melik, ‘Melun, dirilteceğim dedin, zavallının cesedini sürüdün.’ diye azarlayınca, ‘Sabreyle ya Sultan’ deyip, ölünün üzerine, sonra ağzına içtiği beş tulum suyu işedi. Ölünün karnı davul gibi şişip, guruldamaya başladı. Sultan:

‘Ya söylediğin gibi bu ölüyü dirilt yahut seni katlederim.’ dedi. Şişman pehlivan:

‘Ya sultan, bu ateşperesttir. Emret meydana ateş yaksınlar ve cesedi ateşe atsınlar.’ dedi.

(On bir satır noksandır.)

Üç kişi ölüyü şu beyitleri okuyarak ateşe attılar:

‘Nuc tüken kelne perende’, iki defa ‘Ni ni mihank debu’, iki defa ‘Ram ram ram ram ram’ diyerek naaşı ateşe attılar. Cayır cayır yandı. Ağzından sidik çıkıp kokusu yayıldı. Bu sırada şişman sihirbazın kaçtığını melike söylediler. Arkasından adam koşturulup yakalattı. Sultan:

‘Bre kâfir, sen bu pehlivanı diriltirim dedin. Sonra ateşperesttir diye ateşe attırdın. Hâlâ cayır cayır yanıyor. Vur şu kâfirin boynunu!’ diye emir verdi. Tam cellat başını keseceği sırada derhâl sıçrayıp üç adamı ile ateşin içine girdi ve ‘ram ram’ diyerek ateşi diriltmeye başladı. Bu sırada yanan ceset dahi kalktı. ‘Ram ram’ diye beraberce oynayarak ateşten çıkıp melikin huzurunda yer öptüler. Aklım perişan oldu. Vücutları hep yağa bürünmüştü. Kendi yağları mı yoksa terleri mi idi? Doğrusu mucize gibi bir şeydi. Melik yüz koyun, yüz sığır, altmış beşer adet fil dişi, üçer Habeşi köle verdi. Dua ettiler.

Hintli Duası: ‘Kaz kanaz no ebselamitem baş çekerim boki marti hun arzi kerem deretebkim yan tu mushabeti kelerti hun tatur tatur tatatur taboşka bo şakaybo yeboler kılarkı duaki temari ki temari izadakpenah çalti hun ey babababa garip dost men seyyahi âlem kara keşmir ve kaşan serendil hun men perişan melek ateşperest Hindu pecei lahari zevat makper ise aşık hun ey babababa garip dost ey vella baba ey vellahun.’

Bu duadan sonra yer öpüp gittiler. Benim hayret etmemden sultan pek memnun oldu. Ey dostlar, kırk iki senedir gezerim, ne harikulade şeyler gördüm, ama bu derecesini görmedim.” (Danışman (15), 1971: 190-194).

Fayyum Şehrindeki Kadınların Sihirleri

“Yusuf halicine bakan yüksek ve alçak kahvehaneler var ki, gece gündüz gelip geçen, gönül erbabının durağı ve bütün seyyahların, dervişlerin barınağı, bütün zariflerin, safa ehli dostların görüşecek bir yerleridir...Bazısında şarkıcı mahbubeler, fitne karıştırıcı mahbubeler var ki her birinin işveleri âdeta sihir gibidir.” (Danışman (15), 1971: 244-245).

TILSIM METİNLERİ

İstanbul’daki Deniz ve Kara Tılsımları

“Ya’fur müstakil olarak padişah olunca para sarf edip veziri ‘Revende’ adlı akılı kimsenin rey ve tedbiri ve hakimlerin, mühendislerin, mimarların en güzel fikirleriyle Sarayburnu denilen yerde, denize ait üç yüz altmış altı tane tılsımlar yaptılar. Her gün bir tılsım iş görüp, denizin dibinde olan balıklar, deniz kenarına gelip, bütün İstanbullular çeşitli balıkları avlayıp geçinirlerdi.

Bir o kadar da karaya ait tılsımlar yapıp her birini birer tepe üzerine yaptılar. Mesela Avretpazarındaki dikilitaşta Madyan oğlu Yanko’nun, Hindistan’a giden askerinin emsalsiz alayını açık saçık gösterir. Bu taşın içini oyup, minare gibi papazlar çıkıp İstanbul’a bir asi asker gelse çan çalarlardı. Derhâl ütün sayısız askerler hazır olurlardı. Nice bin acayip ve garip eserler ve tılsımlar yaptığı inşallah yerinde yazılır.” (Danışman (1),1969: 38; Gökyay (1), 1996:17).

Atmeydanı’ndaki Tılsımlar

“Atmeydanı ’nı divan yeri edinip orada zamanın acayip ve garip şeylerinden acayip tılsımlar ve garip şekilde binalar yapıp Hıristiyan adalet yeri edindi. Bütün vezirlerine ve vükelasına ferman edip İslambol içinde nice bin imaretler ve garip eserler, acayip resimler yaptılar.” (Danışman (1),1969: 40; Gökyay (1), 1996: 18).

Tavukpazarı’ndaki Tılsımlar

“Bu çeşit büyük kubbeler ve hastaneler, bilgi yurtları, misafirhaneler ve istirahat yeri, tımarhaneler ile Ayasofya etrafını süsleyip, Makedonya şehrini düzeltip, adı geçen bin bir kubbelerin ta ortasında ‘Tavukpazarı ’ denilen yerde göğe baş kaldırmış, somaki mermerden bir uğurlu direk yaptırıp, ta en üst kısmına beyaz ham mermer üzerine bir kuş heykeli yaptırdı. Her sene o kuş, vaktinde ötüp kanatlarını açınca, Allah’ın azameti, yedi iklimde ne kadar kuş varsa, bütün dünya bahçelerini istila edip gagalarına birer zeytin hediye ile Islambol’a gelip, adı geçen direğin dibinde olan kiler kubbesinin tepesindeki delikten zeytinleri bırakıp, hizmetlerini yapıp giderlerdi. Çok tuhaf bir tılsım tesiridir!

Ve bu zeytinleri bütün papazlar yiyip açlıklarını giderirler. Bu çeşit nice bin acayip tılsımlar olduğu yeri gelince yazılacaktır'” (Danışman (1),1969: 41; Gökyay (1), 1996: 18).

İstanbul’da Olan Garip ve Acâyip Tılsımlar

“Evvela Madyan oğlu Yanko asrında Vezendon Kral devrinde ve Kostantin vaktinde Islambol o kadar mamur olup insan deryası olduğunda yedi iklimden tam usta mimar ve mühendisler ve cerr-i eskal (ağır bir yükü kaldırma) ilminde kâmil olanlar, eski muallimler, tuhaf ilimlerde üstatlar, her memleketten getirilip, şehir halkının her türlü belalar ve semavî afetlerden muhafaza olunmaları için her üstat, Islambol’un yüksek noktalarından yirmi yedi yerde yirmi yedi tılsımlar yaptılar!

Evvela Yağfur ‘Avretpazarı ’ denilen yerde bin parça beyaz ham mermerden minare gibi içi boş, merdivenli bir direk yapıp, Madyan oğlu Yanko’nun Hindistan’ı, Loristan’ı, Moltan’ı deniz gibi askerle zapt etmeye gittiğini!? Askerlerin şekil ve resimlerini, adı geçen direğin dört tarafına nakşetmiştir ki, resimler adeta canlı zannolunur. Bu direğin en tepesinde yekpare beyaz mermer üzerinde bir yüksekçe yere bir peri çehreli heykel yaptı. Rivayete göre yılda bir kere bu heykel bir feryat koparıp, yeryüzünde ne kadar kuşlar varsa o heykelin etrafında dönerken nice bini yere konup, Rumlar yerlerdi. Sonra Kostantin zamanında bunun üstüne papazlar çıkıp, bir düşman görünürse haber verirlerdi.

Zamanla Resûl-i Ekrem’in doğuşunu haber veren büyük zelzelede bu sütun pare pare olup, tılsımlı olması dolayısı ile yıkılmayıp, günümüze kadar ayakta kalmış ve herkesçe seyredilmiştir.

Ikinci tılsım, Tavukpazarı’ndaki bin parça sütundur ki kırmızı renkli som mermerden yapılmış yüz zira’ boyunda bir yuvarlak sütundur. Bu da zelzele ile harap olmakla adam oyluğu kalınlığındaki çemberlerle sağlamlaştırılmıştır. Yapıldığı tarih, Iskender’den yüz otuz sene evvel ve Fahr-i Risalet Efendimiz’in hicretlerinin 970 senesine gelinceye kadar 2390 yıl olduğu malumdur. Bu sütunun tepesinde bir sığırcık olduğu, yukarıda bir münasebetle yazılmıştı.

Üçüncü tılsım, Altımermer’de altı adet yüksek sütun vardır. Her birini eski hükemâdan üstat rasatçılar yapmışlardır ki, biri Kavala Kalesi sahibi Filkos hakîmdir. O sütun üzerine tunçtan bir kara sineğin resmini yapıp her vakit o sinek timsalinden bir sinek sesi çıkar böylelikle Islambol içine asla sivrisinek giremezdi.

Dördüncü tılsım, Saraçhane başında göklere uzanmış yekpare bir sütun üzerine bir beyaz mermer sanduka içine büyük Pozantin’ in kızı gömülüdür ki karınca ve yılandan zarar gelmemesi için tılsımlı bir sütundur.

Beşinci tılsım, altı mermerin birinden ilahî Eflâtun bir sivrisinek sureti meydana getirip, Islambol’a sivrisineğin girmesini yasak etmiştir. Hâlâ tesiri vardır.

Altıncı tılsım, yine altı mermerin birinde Bokrat’a mensup bir leylek resmi vardı. Bu leylek rüzgârın çarpması ile ses verince, Istanbul’da ne kadar leylek varsa hepsi ölürdü. Hâlâ Islambol içinde leylek bulunmaz ve yuva yapmaz. Fakat Ebâ Eyyûb ve Üsküdar’da çoktur.

Yedinci tılsım, yine Altımermer’de Sokrat’a mensup bir horoz resmidir ki yirmi dört saatte bir kere feryat edip bütün horozları uyarıp onlara yol gösterirdi. Günümüzde Islambol’un horozları, diğer şehirlerin horozlarından evvel nâra vurup, bütün uyuyanları güya namaza davet ederler.

Sekizinci tılsım, Altımermer’de bir kurt resmidir. Istanbul koyunlarının sahralarda çobansız gezip, kurt şerrinden emin olmalarına hizmet ederdi.

Dokuzuncu tılsım, yine Altımermer’de bir sütun üzerinde tunçtan bir civan ve bir zamanın sevgilisinin birbirlerini kucaklamış durumda yapılmışlardır. Ne vakit şehir halkından bir karı koca kavga etseler, birinden birisi gelip o sureti kucaklarsa derhâl barışırlardı.

Onuncu acayip tılsım, Altımermer’de bir sütun üzerinde hakîm Calinus beyaz mermerden iki suret yapmış. Biri bir pîr-i fânî, beli bükülmüş durur. Onun karşısında bir bunak kadın ki, deve dudaklı, asık suratlı bir ihtiyar kadın, iki kat olmuş durur. Bir er ile avret (karı ile koca) geçinemeseler, birinden biri o putları kucaklasa derhâl birbirinden boşanırlarmış.

Işbu mermerler zelzele ile yıkılıp yerde gömülüdürler.

On birinci tılsım, Sultan Bayezit hamamının altında dört köşe bin parça bir yüksek sütun vardı. Yüksekliği seksen zira’ idi. Taun (veba) girmemesi için tılsımlı idi. Bu sütun durduğu müddetçe şehre taun girmezdi. Vaktâ ki Bayezit Hân, hamam yapmak için o sütunu devirdiler, o zaman Sultan Bayezit’in bir oğlu Davutpaşa bahçesinde taundan vefat etti. Mezarı kapının içinde bir sofa üzerindedir. Bundan sonra Islambol içini taun kapladı.

On ikinci tılsım, Eğrikapı yakınında Tekfur Sarayındaki ‘Mihalaki’ denilen hakîm tarafından yapılan siyah maden üzerine tunçtan yapılmış bir ifrit tasviri idi ki, yılda bir kere ateşler saçar. Onun ateşinden bir kıvılcım alanın ateşliği, sağ oldukça sönmezmiş.

On üçüncü tılsım, Zeyrek’te Yahya kilisesi bitişiğindeki mağara idi. Her sene kışın zemheri geceleri olunca nice koncoloz denilen cadılar çıkıp arabalara binip dolaşırlardı. Seher vakti olunca yine hepsi adı geçen mağara içinde kaybolurlardı.

On dördüncü tılsım, Ayasofya’nın güneyinde dört adet beyaz mermerler üzerine Azrâil, Isrâfil, Mikâil, Cebrâil’in tasvirleri idi. Bunlar dört tarafa (yani doğu, batı, kuzey, güney) dönük olarak konulmuşlardı. Yılda bir kere Cebrâil suretindeki kanat çırpıp bağırırsa, doğu tarafında bolluk olur derlerdi. Isrâfil suretindeki bağırırsa, batı taraftaki kıtlığa ve pahalılığa delalet derlerdi. Mikâil suretindeki bağırırsa, kuzey taraftan büyük bir kahraman çıkar, Azrâil suretindeki bağırırsa bütün âlemde taun çıkar diye itikat ederlerdi. Peygamberimiz zamanında olan büyük zelzele bunları baş aşağı etmiş. Yalnız hâlâ sütunları Çukurçeşme yakınında görünür. Dört tane mermer sütundur.

On beşinci tılsım, Atmeydanı’ndaki ‘Milyonbar’ denilen bir yüksek sütundur ki yüksekliği yüz elli zira’dır. Konstantin hükümdarlığı zamanındaki şehirlerin her birinden birer kıymetli taş getirtip, tepesine de bir mıknatıslı taş koyup, adı geçen taşları bir demir sütunun etrafına hendesece tanzim ettirmek suretiyle yaptırmış. Bu taşların sayısı üç yüz bin olduğuna göre, Konstantin’in idaresindeki şehirlerin adedi üç yüz bine ulaşıyor demektir.

Adı geçen demir mile dayanan mıknatıslı taşın sebebi, demiri çekme hassası olup, kıyamete kadar yıkılmaması içinmiş. Mimarı da sütunun dibinde gömülüdür ki, adı Odyarin’dir. Ayasofya’yı yapan mimarın oğludur.

On altıncı tılsım, yine Atmeydan’ında yekpare, dört köşe, kırmızı, bukalemun renkli bir taştır ki, Madyan oğlu Yanko zamanında büyük bir üstat tarafından yapılmıştır.

On yedinci tılsım, burma direktir. Bu direk üç başlı bir ejderha suretini gösterir. Başının birisini, bir yeniçeri yiğidi kılıç ile bir vuruşta kırmıştır. O tarihte kısmen tılsımı bozulup Islambol içine yılan, çiyan ve akrep gibi hayvanlar müstevli olmuştur. Yüksekliği on zira’dır. Diğer on zira’ı Sultan Ahmet Camii yapılırken yer altında kalmıştır derler.” (Danışman (1), 1969: 55-61; Gökyay (1), 1996: 23-26).

İstanbul’da Denize Ait Tılsımlar

Evvela Çatladıkapı ’da Güngörmez Sarayı yanında bir tılsım vardır. Dört köşe bir sütun üzerinde bir dev suretidir ki, ne vakit Akdeniz tarafından düşman gemileri görünse adı geçen tunç dev heykelinden bir ateş çıkıp gemileri yakardı.

ikinci tılsım, Kadırga limanında bakırdan bir gemi vardı. Yılda bir kere zemheri geceleri olduğu vakit, İslambol’un sihirbaz avretleri o bakır gemi ile sabaha kadar deniz yüzünde yüzerek Akdeniz’i muhafaza ederlerdi. Hatta Fatih Sultan Mehmet’in zamanında o gemi ele geçti derler.

Üçüncü tılsım, Bir bakır gemi daha Tophane tarafında hazır imiş. Yine zemheri gecesinde bütün sihirbazlar ve kâhinler bu bakır gemiye binip Karadeniz tarafında sihir ile gezip muhafaza ederlermiş. Muaviye oğlu Yezid (Emevilerden) Galata’yı zapt edip bu gemiyi parça parça etti derler.

Dördüncü tılsım, Sarayburnu’nda tunçtan yapılmış üç başlı bir ejderha vardı. Akdeniz’den, Karadeniz’den ve Üsküdar’dan gelen düşmanlara bu ejderha ateş saçıp bütün sandalları yakarmış.

Beşinci tılsım, Yine Sarayburnu’nda üç yüz sütun üzerinde üç yüz altmış türlü deniz mahlukunun şekil ve heykelleri vardı. Mesela Hamsin (erbain denilen kara kıştan sonra gelen elli günlük kış) ayında, hamsin balığı şeklinde olan suret ses çıkarsa, Karadeniz’de asla hamsi balığı kalmayıp, hepsi İstanbul’a gelip, kenara vurup, bütün İstanbul halkı hamsi balığı yiyerek geçinirlerdi.

Altıncı tılsım, erbainde kırk gün çeşitli balıklar, deniz dalgalanmadan tılsımların tesiriyle hepsi kenara vurup, Rumlara ganimet olurdu.

Bu tılsımlar Hazreti Peygamber’in doğduğu gece olan büyük zelzelede yıkılmıştır. Hâlâ sütunları Sarayburnu’nda Selimiye köşkünden ta Sinan Paşa Köşkü’ne gelinceye kadar deniz kenarına kaldırım gibi döşemişlerdir. Denizden kayıklarla geçenler görürler. Vakıa sütunlar yıkılıp yerle bir olmuştur ama, tılsımlı olan suretleri denize ait olup, yine denize düşmekle yine tesiri icra eder. Bu yüzden her sene bin, nice bin renkli balıklar, kenara çıkıp avlanırlar.

İstanbul Kalesi’ni, yirmi dört mil deniz çevirmiştir. Her mil başında da birer şeye tesir eden tılsımlar vardı. Bu yirmi dört mil denizi bir adam bir günde devreder ama, o gün uzun olmalı... Yani on beş saat olmalı.” (Danışman (1), 1969: 55-61; Gökyay (1), 1996: 23-26).

Ayasofya Camii’ndeki Tılsımlar

“Camide üç yüz altmış bir tane kapı vardır. Fakat yüz tanesi çok büyük kapılardır. Hepsi de tılsımlıdır. Kaç kere saysak bir kapı daha meydana çıkar. Ona da işaret koyup tekrar saysanız işaretsiz bir kapı daha bulursunuz. Tuhaf bir hâldir bu.

Kıble tarafın orta kapısı hepsinden daha büyük ve yüksekliği elli zıra ’ bir kocaman kapıdır. Bunun tahtalarının Hazreti Nuh’un Cudi Dağı ’ndaki gemisin enkazından olduğu da söylenmektedir. Bu orta kıble kapısı üzerinde sarı pirinç madeninden tabuta benzer uzun bir sandık içinde Kraliçe Sofya’nın cesedi mumya olarak durduğunu da söylerler. Birçok şahıslar bu sandığa el uzatmaya cesaret ettikleri zaman cami içinde büyük bir gürültü ve titreşme olmuş ki teşebbüslerinden vazgeçmeye mecbur olmuşlardır. Bir büyük tılsım da budur. Onun yukarısındaki küçük direklerin kemeri üzerinde mermer bir kitabe üzerinde Kudüs-ü Şerif’in kıble olduğu zamanki eski resmi konulmuştur. içi türlü türlü, çeşit çeşit cevahirle süslenmiştir. Bu da tılsımlı olup el sürmeye cesaret olunamaz'” (Danışman (1),1969: 130-131; Gökyay (1), 1996: 51).

Terler Direk Ziyaret Yeri’ndeki Tılsım

Bu tere bulanmış direk hakkında çeşitli dedikodular vardır ki yaz, kış, gece ve gündüz terleyip durmaktadır.

Caminin gerideki kıble kapılarının batı tarafının sonundaki kapının iç yüzündeki bucakta dört köşeli bir beyaz mermer direk konulmuştur ki, boyu on bir zira’dır. Alt kısmı bir insan boyu bakır kaplıdır. Yine böyle daima terler durur. Bir rivayete göre onun temelinde tılsımlı define vardır. Başka bir söylentide kalede kapatılmış kalan Ya Vedûd Sultan’ın yürekler yakıcı ahının sıcaklığından bu zamana kadar terler derler. Bir söylentide de Hazreti Peygamber’in ağız suyu ile (tükürüğüyle) yapılan harç bu direğin altında yapıldığı için onun nemli tesiri dolayısıyla terler denilir.

Terler direğin hassaları: Bir adam baş ağrısı çekerken bu direğin terinden sürerse Allah’ın emriyle iyileşir.

Diğer Hassası: Bir adam zahir (dizanteri) denilen hastalığa tutulup yüreğinden kan gitse bu direğin terinden yalarsa Allah’ın izniyle kurtulur.

Üçüncü Hassası: Bir adamı sıtma tutsa, bakırın deliklerinden parmakla toprak çıkarıp bağlarsa Allah’ın emriyle gasyan ederek hastalıktan kurtulur. Tecrübe edilmiştir.”” (Danışman (1),1969: 136-137; Gökyay (1), 1996: 56).

İstanbul’daki Esnaflardan Heykel ve Gümüş Kazanlar

Bunlar gümüş mühür ve tılsımlar kazıyan başka bir esnaftır. Usta olanları ta’lik, nesih, rık’a, reyhanî tılsımlar yazarlar. Pirleri Hazreti Ukâşe’dir. Hazreti Peygamberin sırtındaki nübüvvet mührünü görüp, masumlara, saralılara “Eûzü bi kelimâtillâhi’t-tâmat...” hırzını (vücudu korumak için, afetleri ve belaları def için yazılan muska, tılsım gibi şeyler) yazmaya ve sarı bakır üzerine kazmaya başlar.” (Danışman (2), 1969: 269); Gökyay (1), 1996: 274-275).

Humus Kalesi’ndeki Tılsımlar

“Eski zamanda hekimler, bu eski şehir içinde yeraltında yılan, akrep, çıyan ve diğer zehirli hayvanlar için tılsımlar gömmüşlerdir. Bugün de o tılsımların tesiriyle yılan ve akrep gibi muzır hayvanlar bulunmaz. Arada sırada görülse de, insana diş vursa tesiri olmaz. Bu Humus’un toprağından bir kişi, başka bir memlekete götürse, yılan, akrep, çıyanın soktuğu yere bu toprağı bağlasa, Allah’ın emriyle defolur.” (Danışman (4), 1970: 259; Kahraman- Dağlı (3), 1999: 43).

Sur Kalesi ve Şehrindeki Tılsımlar (Şam)

“Deniz kıyısında olup Büyük İskender yapısıdır derler.

Eski zamanda burada kum tılsımları olmak üzere bir büyük sütun varmış. Maanoğlu ‘define vardır’ diye bu sütunu yıktırınca kum, bu şehre girmeye başlamıştır.” (Danışman (4),1970: 296; Kahraman-Dağlı (3), 1999: 63).

Akkâ Şehrindeki Tılsımlar

“Şehrin dışında güzel ve küçük bir hamamı vardır. Günden güne bu hamamı kum bürümektedir. Çünkü Büyük İskender bu şehirde otururken, kum için tılsım yaptırmıştı. Şimdilerde o tılsım harap olduğundan şehre kum yürümektedir.” (Danışman (4),1970: 304; Kahraman-Dağlı (3), 1999: 68).

Ayn-ı Seccan’daki Tılsımlar

“Gazze yakınında ‘Übülle’ denilen yerde küçük bir sahra var. Bu sahrada beş adet güzel pınarlar akar. Bunlara ‘Ayn-ı Seccan’ derler. Buralarda pınarların kenarlarına yastık, tencere ve kazan kadar yuvarlak taşlar döşenmiştir. Bu taşlar arasında küçük bir ırmakçık da vardır. Suyun kenarında yüksek, yekpare taştan bir büyük küp vardır. İçi ağzına kadar tatlı su doludur. Bu küpten bir ordu asker on gün, on gece su taşısalar yine bir zerresi eksilmez. Her vakit su ile dolu durur. Suyunu almasalaryine ağız ağza dolu durur. Asla taşmaz. Tuhaf hikmettir!

Asıl garibi şudur ki bu sudan yabani hayvanlar, kuşlar, hayvanlar içseler tüyleri dökülüp çıplak kalırlar. insan içse birçok dertlerine ilaç olur.

Diğer bir hikmeti: Bu büyük küpten kötü bir adam su almak istese bir katre su bulamaz. Temiz bir çocuk el uzatsa su ile dolu görür. Bu küpü buraya yakın Mermas şehri harabesinde gömülü olan Calinos hakîm tılsımla yapmıştır derler.

Diğer Acayiplik: Tarihçilerin söylediğine göre, Hazreti Peygamber’in doğuşundan 882 sene evvel Büyük İskender asrında bu Gazze yakınında deniz kıyısında Askalan şehrinden ta Kıbrıs vilayetine varıncaya kadar deniz içinde geniş bir yol vardı. Bütün kara ve deniz tüccarları, o caddeden gidip gelirlerdi. Hatta Mısırlıların Kıptîler asrında yapılan kilisenin büyük sütunlarını, bu geniş cadde üzerinde, camus ve develer ile çekip Mısır’a getirmişlerdir. Sonra İskender asrında Hamalı bir Yahudi, Mısır’ın mübarek Nil nehrini sihir ile Hama şehrine getirirken, o şişe içindeki Nil suyu yere dökülüp göl meydana çıkınca, Kıbrıs yolunun yarısı battı. Diğer yarısı da İskender Karadeniz’i kesip Akdeniz’e karıştığı yerde batıp, günümüze kadar gemiciler Kıbrıs’tan gelirken o yolları denizde görüp sığlarından kaçıp gemilerini alarga ederek geçerler.” (Danışman (5), 1970: 21-22; Kahraman-Dağlı (3), 1999: 80).

Urfa Tekkeleri’nden Hazreti Halil İbrahim Asitanesi İmareti’ndeki Tılsımlar

“Hazreti Muhammed’in ana rahminden ayrıldıkları Mevlit ayının on ikinci pazar gecesinde -ki Medayin’de (İran’da) nâle-i kisrâ, Avsan şehrinde Aynülleben kurumuş, Mekke şehrinde Safa ile Merve arasındaki putlar baş aşağı olmuş, İskenderiye’deki ip sütun yıkılmış, Trabzon’da balık tılsımı sütunu batmış, Kostantaniyye’de karada ve denizde üç yüz altmış altı tılsımlar yıkılmış ve Ayasofya kubbesi ile Roma’da papa kubbesi ve daha buna benzer nice tılsımların yıkılmış bulunduğu, Peygamberin doğduğu gecedir- bu Urfa içindeki Nemrut’un ateş yaktığı yer de söndü.” (Danışman (5),1970: 44; Kahraman-Dağlı (3), 1999: 97).

Erciyeş Dağı’ndaki Tılsımlar

“Rivayete göre Yahya asrında Kayser Erciyeş bu şehri yapınca eski filozoflardan ‘Flaska’ adlı hakim bu yüksek dağa çıkıp yetmiş adet haşarat şeklini birer sütun üzerine kazıp her birini birer tılsım etmiştir. Onun için bu dağda zehirli hayvanat yoktur derler.” (Danışman (5), 1970: 76; Kahraman-Dağlı (3), 1999: 111).

Pertek Kalesi’ndeki Tılsım

Böyle denilmesinin sebebi oldur ki, Moğol dilinde Karakuşa ‘Pertek’ derler. Bunun kalesi üzerinde tunçtan bir kara kuş timsali olup her sene Nevruz gününde safir urup bütün makdisi Kürt kavimlerini bu şehrin pazarına toplamak için işaret verirmiş. Bunun için şehre ‘Pertek’ denmiştir. Hicretin on dokuzuncu senesinde Halid Bin Velid bu kale ile Diyarbakır havalisini fethettiğinde kuş timsalini yıkmıştır. Hâlâ o tılsımlı kuşun yeri kalenin tepesinde malumdur.” (Danışman (5),1970: 109; Kahraman-Dağlı (3), 1999:136).

Muş Şehrindeki Tılsım

“Allah’ın emriyle İskender’in Filkos namındaki hekiminin tılsımı sebebiyle Muş sahrasında asla sıçan olmaz.” (Danışman (5), 1970: 116; Kahraman-Dağlı (3), 1999: 141).

Tılsımlı Talih Çeşmesi (Sofya)

“Şefiî Çelebi:

‘Dinleyin ey vefalı kardeşler! Bu çeşme o ayn-i zülâldir ki her kim ömründe kan etmişse ve çocukluğunda başından fena bir iş geçmişse o adam su alıp içemez. Eğer temiz etekli ise tereddütsüz âb-ı hayattan içip safalanır. İçemeyen halktan utanır, halk arasında mahcup ve kötü anılır. Böyle çeşmeye gitmek câiz mi?’ dedikte, nice yâran:

‘Şefiî Çelebi, kırk gündür hane berduştur. Vatan-ı aslisine gidip haremine kavuşmak ister!’ diye Çelebi’ye tariz (dokunaklı söz söyleme, taşlama) ettiklerinde Şefiî hemen:

‘Doğuran kısrak utansın. Gitmeyen ihtiyar kocakarı olsun yürü, baba Yörük bize yol göster.’ diyerek talih çeşmesi yoluna düştü. Giderken yâranın çoğu ‘Yolları güç imiş, hayli uzun yol imiş’ diye söylenmeye başladılar. Sonunda o söylenen yere varıp atlardan inerek orada durduk.

Dostlarımızın Sergüzeşti: Onu gördük ki göğe baş uzatmış bir yalçın yalama ve mücella (cilalı, parlatılmış, parlak) kayada berrak bir su akmakta... Yâran birbirine teklif edip köşe, köşe müşavereye başladılar. Kimse cür’et edip su almaya varmadılar. Sonunda Şefiî Çelebi ‘Allah’a hamdolsun çocukluğumdan beri her cihetten kendimi masum ve temiz bilirim’ diye bismillah ile ileri varıp korkusuz o temiz sudan alıp içti. Müezzinzade Ali Çelebi cüret edip eline ağaç şekli verip su alayım derken hemen su kesilince bütün dostlar tebessüm edip ‘Bre sen günahkâr imişsin’ dediklerinde garip herifin yüzünde kan kalmayıp şaşırıp kaldı. ‘Ey şimdi ben aldım sizler alamazsınız’ diye yâran birbirleriyle mücadeleye düşüp kimi içelim, kimi bre gidelim demeye başladılar. Sonunda bütün dostlar ‘sır burada kala’ diye yemin edip çeşmeden su almaya başladılar. Şefiî Çelebi’nin biraderi varıp akarsuya el uzattığı gibi kesildi. Yine yâran gülüştüler. Ondan Şeyhzade Çelebi’nin Hımhım Mehmet Çelebisi çeşmeye on adım uzak kaldıkta çeşme kesildi. Hay bu daha günahkârmış diye yâran pek fazla güldüler. Sonra Resmî Çelebi bismillah ile varıp tereddütsüz içti. Muhzırzade vardığında kesildi, tekrar aktığında içti. Hemen bütün yâran buna bir netice veremediler. Bizim bir gulamımız dahi varıp pervasız içti. Hemen bütün yâran hakire döndüler. ‘Elbette siz de içiniz.’ diye ısrar ettiler. Hakir ‘Bre âşıklar, biz bir gûna alüfte ve aşüfte hezar aşina seyyah-ı âlemiz. Bu teklifi etmeyin. ’ diye rica ettikçe, yâran gülerek ısrar ettiler, ‘Elbette bizim mahiyetimize vâkıf oldun. Biz de seni görelim.’ diye cebir ve ısrar ettiler. Hakir dahi vakıa kendimi bilirim, ama yine içimde bir korku eseri vardı. Hemen büyük atam Türk Türkân Hoca Ahmet Yesevî Hazretleri’nin ruhâniyetinden imdat isteyip bismillah ile temiz sudan alıp içtim. Bütün yâran sevindiler. Sonra Saraç Mehmet Çelebi aldı, Allah’a şükretti. Bir kere de bizi getiren Yörük kocasına teklif ettiler. ‘Oğul benim talihim yoktur, belki su kesile’ sevdasıyla vardığında alamayıp döndü. Yâran birçok gülüştüler. Netice-i kelâm bu çeşmeden yetmiş kimse su içmek istediği hâlde ancak beş kişi içip diğerlerine müyesser olmadı. Bir garip ve acayip tılsımlı akarsudur. Kimse bu çeşmenin esrarına vâkıf olamayıp ertesi kırk birinci gün Sofya’ya girdik.” (Danışman (5),1970: 287-288; Kahraman-Dağlı (3), 1999: 228-229).

Divan Dağı’ndaki Tılsımlar (Bitlis)

“Kalenin karşısında ‘Divan Dağı ’ adıyla ünlü dağ vardır. Oradan Van deryası, Van Kalesi, Raholi sahrası, Muş Ovası, Deliklikaya deresi, velhasıl o kadar göğe baş uzatmış yüksek dağ değil iken, ona önünü kapatan büyük dağın arkasında olan sahra, köy ve kasabalar hep görülür. Bu yüksek dağ üzerinde gömülü olan tılsımları bugüne kadar tesirleri açıktır. Ama halkın bundan haberi yoktur.

ikinci ibret:

Taklaban mahallesi tarafında Abdal Han’ın bahçesi bağı arkasında bir dağda bir dağa duvar çekilip, deniz olmuştur ki, hakikaten görülecek şeydir. Şehir içinde kale dibinde Hâtuniye köprüsü başındaki büyük hanın içindeki bir yalçın kayada bir mağara vardır. Kapısı üç adam boyu kadar yüksektir. içinden bir gürültü duyulur. Ama kimse bu gürültünün ne olduğunu anlayamamıştır. Bu mağara, Makdisî tarihinin dediğine göre, kuşatma sırasında iskender askerini bozan arının çıktığı mağaradır. Bugün hâlen kapısı açıktır. Hatta Mihman- Kuli, Seyfi Ali adlı yâranlarımızla bu mağarayı seyrederken, han içinde zağar köpek leşi vardı. Seyfi Ali arkadaşımızın bir gulamı bu bir işlemez mağaradır, diye köpek leşini alıp, mağaranın içine nasıl attıysa, o anda köpek leşi dilim dilim, parça parça tekrar dışarıya atıldı. Hemen hakirin ödü kopa yazdı. Handan dışarıya kaçtım.'’” (Danışman (6), 1970: 183­184; Dağlı-Kahraman (4), 2001: 68).

Tılsımlarla Yapılan Divan Dağı

“Kale arkasında ‘Ayn-i İskender’ başı da bir gezinti yeridir ki, çimenlik bir lale bahçesinde ağaçlık bir düzlüktür. Bu gezinti yerlerinden biri de Divan Dağı’dır ki, ta tepesindeki duvarı, İskender, Bitlis’i fethetmek için yapmıştır. Küçük, faydalı bir duvardır. Tılsımlarla yapıldığından bu Divan Dağı’ndan yüksek dağların arkasındaki Güzeldere Dağları, Nemrut Dağları, Mutki Dağları, Muş Dağları, Güvar Dağları hep görünür ferahlık birer mesiredir.”” (Danışman (6), 1970: 209; Dağlı-Kahraman (4), 2001: 83).

Van Gölü’ndeki Tılsımlar

“Şerefname Tarihi sahibi Şeref Han der ki:

‘Bu bent (Bend-i Mâhî) yukarısındaki ziyaret yeri Büyük İskender ’in hâkimi imiş. ‘Bargiri’ denilen yerin su ve havasından hoşlanarak orada oturur. Kendisine ve halka geçinmek için, Van Gölü balıklarına tılsım yapar ve bu mahalde gömer. Onun için yılda bir kere bütün balıklar oraya varıp, tekrar geçişlerinde avlanırlar.”” (Danışman (6), 1970: 218; Dağlı-Kahraman (4), 2001: 88).

Bendi Mâhî, Van gölünü aşağı ve yukarı olmak üzere ikiye ayıran benttir.

Kâşan Şehrindeki Tılsımlar

Bu şehirde akrep çok olmakla bazıları ‘Gejdüm şehri’ derler. Öyle bir akrep olur ki her biri güya Rum denizinde olan yengeç hayvanı kadar olur. Kuyruğunu kaldırıp yerde olan haşaratı avlamaya gittiği vakit Keler gibi seyirtip avlar. Katırı tırnağından, deveyi tabanından soksa aman zaman vermez helak eder. Allah’ın hikmeti, Harun Reşit’in karısı bu şehri imar ederken cihanı dolaşan bir kâhin bulup, bu akrep için bir tılsım ettirerek ‘Navan’ denilen kilisede gömdürmüştür. O tılsım üzerinde vefk ilmine göre ‘Misafirim, misafirim’ diye yazılıdır. Hâlâ bir şehir adamı veya bir gurbet adamı bu şehre girerken üç kere ‘Misafirim, müsafirim’ diye bağırarak girse Allah’ın emriyle kendisine bir zarar gelmez.”” (Danışman (7), 1970: 115; Dağlı-Kahraman (4), 2001: 229).

Hermdad (Eski Bağdat) Şehrindeki Tılsımlar

“Hazreti Peygamber’in doğuşu sıralarında Nuşirevan birçok hazineler elde edip, bu eski Bağdat’ta Tâk-i Kisrâ’yı yaptırdı. Bu Tâk-i Kisrâ, bir emsalsiz yüksek köşk olup, bütün Irak sultanlarının yaylak yeri idi. Hazreti Peygamber saadetle Mekke-i Mükerreme’de ana rahminden ayrıldığı mübarek gecede bu Tâk-i Kisrâ yıkıldı, Urfa şehrindeki Nemrut ateş gedesi söndü. Trabzon’daki üç yüz tılsım yere geçti ve Kırım diyarında Kief Kalesi’nde tunçtan bir atlı suret yıkıldı. Velhasıl Peygamber’in doğduğu gece yetmiş bin alamet zuhur etti diye bütün müverrihler bildirmişlerdir.” (Danışman (7), 1970: 131; Dağlı-Kahraman (4), 2001: 239).

Bağdat Şehrindeki Tılsımlar

Bu Irak toprağında [Bağdat] nice bin adet büyük hazine ve cevahir defineleri, pek çok ağaçlıklar ve azizler vardır. Nice yüz adet tesiri kalmamış garip tılsımların eserleri vardır ki insan hayran olur.”” (Danışman (7), 1970: 173; Dağlı-Kahraman (4), 2001: 257).

Sünbüllü Baba Tekkesi (Tokat)’ndeki Tılsımlar

Hâlâ taze boyalı taş vardır. Bir tarafı oluk gibi kalmış, üzerine Arapça bir takım satırlar yazılmıştır. Dediklerine göre eski hekimler üç satır yazı ile tılsımlı harfler yazmışlar. Günde birer defa bu sert taşlardan süt akarmış. Bir saat sonra yine kesilirmiş. Hazreti Peygamber efendimiz dünyaya geldikleri vakit bu tılsımlar hükümden düşmüş. Hâlâ oluk durur.”” (Danışman (7), 1970: 240; Dağlı-Kahraman-Sezgin (5), 2001: 39).

Ak Kerman Kalesi (Balkanlar)’ndeki Tılsımlar

Bu kalenin doğu tarafında yani Karadeniz tarafında Kamerülkum tılsımları vardır. Cengiz oğullarından bu kale altına nice kere ordular gelip bozulmuşlardır.”” (Danışman (7), 1970: 283; Dağlı-Kahraman-Sezgin (5), 2001: 63).

Varad Kalesi Tılsımları

Varad’ın iç kalesi önünde nice adet cihangirlerin tılsımları var idi. Niceleri tunçtan at üzerine binmiş dururlardı. Kaçatlı Ali Ağa ‘Nedir bu cüzam put resimleri?’ deyip, bir kere at bırakıp, adı geçen tunç heykel üzerine öyle satır attı ki, o anda hıyar gibi o heykelin sağ kolunu düşürdü. Diğer halk dahi bu puta kılıç üşürdüler. Nicelerinin kılıçları parça parça oldu. Ama Ali Ağa’nın kılıcı eski Alman olduğundan nice putları parça parça ederdi. Bu heykellerin her biri altın ile yaldızlı idi. Her biri birer Rum haracı değerdi. Şebçırağ taşı gözler ve yirmişer kırat elmas tırnaklar ve kimisinin ellerinde tunçtan mücevher mineli topuzlarla salmalar, bellerinde kolçalar, omuzlarında kalkanlar ile süslenmişti. Kimisi at üzerine binmiş, kimisi piyade durup, onları gören canlı zannederdi. Her birinin boyları iki âdem boyunda idi. Bu şekilleri, esir olan papazlardan sual ettim, bunlar ne saadettir ki, bunlara bir şey tesir etmez, dedim.

Bir keşiş dedi ki:

‘Bunların evvela madenleri Acem diyarında Nahçivan’dan gelmiştir. Tunç, iki şeyden meydana gelir. Yarısı kalay, yarısı bakırdır. Tunç, sarı renkli olduğundan içine tutya konulunca sarı altın gibi tunç olur. Hâlâ bütün kâfir diyarında ve bizim bu Varad Kalesi’ne olan üç yüz adet toplarımız bu tertipte dökülmüş, altın gibi berrak ve sarıdırlar.

işte bizim Varad’da Ali Ağa’nın kılıçla vurduğu suretler, Nahçivan çeliği, tuncu olmakla ne ateşten ve ne eğeden korkusu olmayıp, hiçbir suretle bunları kırmak mümkün değil iken bu Ali Ağa nice çalım ile bu putları kılıçla çaldı diye o koca keşişin hayretten parmağı ağzında kaldı. Papazdan bunları put olup olmadığını, bunlara tapınılıp tapınılmadığını sordum. Bunun üzerine papaz:

‘Gerçi Macar kavmi Hıristiyan’dır, fakat putperest değildir. Kiliselerimizde haçtan başka bir eser kandiller ve çerağdan başka muteber şey yoktur. Bütün kapı ve duvarları inci gibi beyazdır. Ama Nemçe, Donkarkir, Danimarka’da yanındaki kiliselerin hep kapı ve duvarları resimler ve çeşitli asılı şeylerle doludur. ’ dedi. Hele hamdolsun bu Varad kiliselerinde asla put kalmayıp, hepsi Müslüman ibadet yeri oldu.” (Danışman (8), 1970: 279-280; Dağlı-Kahraman-Sezgin (5), 2001: 219-220).

Baba Lokman Ziyaret Yeri (Üsküp)’deki Tılsım

Bir de ta aşağı şehrin ‘Baba Lokman’ adında bir ziyaret yeri vardır. Filozoflardan bir zat imiş. Tılsım ilmi ile bir kaynak âb-ı hayat kuyu çıkarmış. Kevser gibi bir yumuşak sudur ki, bir damla içen hasta, hayat bulur. Bunun içinde nice balıklar öteye, beriye giderler. Birçok adamlar fala bakıp ‘Eğer benim işim hayır ile tamamlanırsa bu balıklar verdiğim ekmeği yesinler ve eğer işim rast gelmeyecekse, hayır ile tamamlanmayacaksa ekmeğimi yemesinler.’ derler. Allahın emriyle birçoğunu yerler, işi rast gelir, birçoğunun yanına bile gelmeyip yemezler, o kimsenin işi dahi rast gelmez.” (Danışman (9), 1970: 101-102, Dağlı- Kahraman-Sezgin (5), 2001: 299).

Bec (Viyana) Kalesi’ndeki Tılsımlar

Bu şehir içinde elbise yıkanmaz, yıkanırsa erir, gider. Karşı varoşta yıkanır. Hayvan boğazlanmaz, boğazlanırsa, taun olur. Hâlen sivrisinek, karasinek, yılan, çiyan, akrep, ısıtma (sıtma) olmaz. Karga, leylek, baykuş şehir içinde yoktur. Taşra varoşlarda vardır. Bu eşyaları eski hakîmler hep tılsım etmişlerdir.” (Danışman (11), 1970: 70; Dağlı-Kahraman- Dankoff (7), 2003: 102).

Güvercinlik Kalesi (Rumeli’de, Dimetoka’da)’ndeki Tılsımlar

“Yüksek kayalarda binlerce güvercin yuvaları olduğundan buraya güvercinlik demişlerdir. Eflâtun’un, bu kayalarda güvercin toplamak için tılsımları vardır derler. Ben görmedim. Yalan haramdır.”” (Danışman (11), 1970: 147; Dağlı-Kahraman-Dankoff (7), 2003: 169).

Kırım’daki Kamerelkam Tılsımları

“Kırım’da Eskiyurdda ziyaret yerlerinden biri de Muaz ibn Cebel’in amcası, Hz. Peygamber’in ashab-ı kiramından Mâlik Eşter’in kabri vardır. Hazreti Mâlik Eşter, Tebük gazasından sonra Yemen hududunda Yelemlem denilen yerde bir ejderhayı katlettiğinden ashap arasında ‘Mâlik Ejder’ denilmişti. Resulü Ekrem vefat edince başını alıp Evvela Erzurum’a, oradan Dağıstan’a gelip üç bin Arnavut’u Müslüman edip Kazan, Ejderhan ve ... Saray şehrine bu kadar diyarlar gezerek kırk bin adamı Müslüman etmiş ve Kırım’a gelmiştir. Kırım’da on bin adamı Müslüman etmiş ve elli yedi bin askerle Akkirman Kalesi altında Salsal adlı sapık kral ile kırk gün cenk eder. Kâfirleri Kamerelkam içine tıkar. Ecinni kavmi da Kameralkam tılsımlarından kurtulur. Bütün kâfirleri sara gibi ecinni tutar. Bin kâfir ölür. Salsal ile Mâlik Eşter karşı karşıya kalırlar.” (Danışman (11), 2003: 224; Dağlı-Kahraman- Dankoff (7), 2003: 242).

Serez (Selânik)’deki Tılsımlar

Beşiktepesi’nde Hazreti Îsâ’nın taştan beşiği vardı. Her hastanın derdine göre bir su çıkar, hastalar içerlerdi.”” (Danışman (12), 1971: 97; Kahraman-Dağlı-Dankoff (8), 2003: 60).

Serez’in Büyük Yaylağı’ndaki Tılsımlar

Bu yaylanın kıblesinde ‘Ayı kayası’ denilen tılsımlı yekpare bir kaya vardır. Kaya içinde cevahir ve altından yapılmış bir ayı sureti vardır. Zemheride ayılar kırk gün ininde çile çekip, kırk birinci günü çıkarak bu kayaya gelir, panzehirini kusar gidermiş. Sonra sihirbazlar o ayı panzehirlerini alıp sihir yaparlarmış. Bu yayla Osmanlı eline geçince Megaribe kavmi bir marifet ile o tılsımlı ayıyı bozup, altın ve cevahirini alıp gider. Fakat her sene ayılar erbainden sonrayine buraya gelirlermiş. Bu kaya çok yüksektir.'’” (Danışman (12), 1971: 98; Kahraman-Dağlı-Dankoff (8), 2003: 61-62).

Maşklor Panayırı’ndaki Tılsımlar

Bu Maşklor kasabasında kara ve sivrisinekten adam duramazken, bu panayır sırasında asla sineğin vücudu kalmaz. Yüzlerce insanın necaseti, hayvanların pisliği, binlerce kesilen koyun ve sığır kanlarının müthiş kokusu olması icap ederken, aksine, hiçbir kötü ve bir tek sinek olmaz. Pazar savulup kimse kalmayınca karasinek ve sivrisinek dünyayı tutup insanı helak eder. Eskiden böyle tılsım yapılmıştır.”” (Danışman (12), 1971: 128-129; Kahraman- Dağlı-Dankoff (8), 2003: 98).

Cuma Kasabası’ndaki Tılsımlar

“Maşklor panayırı günlerinde, Maşklor ’da sinek olmayıp, bu kasabada çok olur. Tılsım olduğu yazılmıştır.” (Danışman (12), 1971: 129; Kahraman-Dağlı-Dankoff (8), 2003: 98).

Ağriboz Adası’ndaki Tılsımlar

“Resulü Ekrem ’in veladetinden 889 sene evvel Ağriboz, İskender Zülkarneyn hükmünde idi. Bu ada, Karesi toprağına bitişik idi. Rum müverrih Yanyan’a göre, bu şehrin akıllı hâkimi, İskender’e der ki:

‘Bu yerimizin kara ile olan bitişik tarafını kesip bir ada hâline getirelim. Balık dalyanları kuralım. Kale kullarına ve padişahımıza nice hazine hasıl olur.’ İskender müsaade eder. Buranı hâkimi de kara ile bitişik olan dar yeri kesip denizi bir taraftan öbür tarafa akıtır ve oraya eskilerin ilmiyle bir tılsım yapıp, balıklar kesilen boğazdan geçerken dalyanlara girerler. Bu yüzden bu adaya 'İspariye’ demişler. Rumca ‘balık ağı’ demektir.”” (Danışman (12), 1971: 139; Kahraman-Dağlı-Dankoff (8), 2003: 110-111).

Atina’daki Tılsımlar

Bu şehir içinde toplanan bilginlerin her biri garip tılsımlar yapmışlar. Bu şehirde taun, yılan, çiyan, akrep, leylek, karga, pire, bit, tahtabiti, sivrisinek, karasinek olmazmış. Denizler içinde tılsımlar yapmışlar. Hazreti Peygamberin doğduğu gece, bu tılsımların hepsi tesirini kaybetmiştir. Ama şimdi yine bu şehirde sivrisinek, akrep, leylek ve karga olmaz.” (Danışman (12), 1971: 146; Kahraman-Dağlı-Dankoff (8), 2003: 119).

Deli Dağı’ndaki Tılsımlar (Atina’nın doğusunda)

“Bu Deli Dağı ’nın eteğinde eski bir manastır vardır. ‘Koçbaşı manastırı ’ derler. Nice binlerce bilgin, kendilerinin buraya gömülmesini vasiyet ederler. Çünkü lâşeleri asla çürümeyip, mağaralarında taze yatar. Eski bilginler bu mağaralar için tılsım yapmışlardır. Tenleri çürümez, kadid de olmaz. Bütün azaları yerli yerinde durur.” (Danışman (12), 1971: 148; Kahraman-Dağlı-Dankoff (8), 2003: 120).

Pondiko Kalesi’ndeki Tılsımlar

Bu şehirde bir sütun üzerine hakîmlerin biri altından bir sıçan yapıp koymuş. Bu tılsım yüzünden bu şehirde sıçan olmazmış. Fetih sırasında gazilerden biri sütunu yıkıp altın sıçanı koparıp almış. Bundan sonra bütün şehri sıçanlar istila edip yiyecekleri mahvettikleri gibi, atların yelelerini yiyerek tay hâline koymuşlar. Halkın saç, sakal ve bıyıklarını yiyip ihtiyarları delikanlı hâline gelmişler. Halk da şehri bırakıp kaçmış. Şehrin harap olmasının sebebi böyle olmuştur diye yazmışlar. Pondiko ‘sıçan’ demektir. Rumlar onun için bu adı koymuşlar.” (Danışman (12), 1971: 164-165; Kahraman-Dağlı-Dankoff (8), 2003: 138).

Moton (Modon) Şehrindeki Tılsımlar

Çarşı meydanı ile varoş kapısının iç tarafında somaki bir mermer sütun üzerinde bir mermer tabut ve içinde bir kral ölüsü vardır. Birçok kimseler içinde iksîr-i âzam (madeni altın yaptığı sanılan taş, kimya taşı) vardır derler. Ama Lâtin keferelerinin tarihlerine göre bu kalede yılan, çiyan, akrep ve sivrisinek olmamak için tılsımdır derler.” (Danışman (12), 1971: 171; Kahraman-Dağlı-Dankoff (8), 2003: 145).

Anapoli’daki Tılsımlar

Acayip Tılsımlar: Bu şehirde asla yılan, çiyan, akrep olmaz. Her sene kefal balığı gelip tılsımını ziyaret ederken avlanır. ... Yılda bir kere Kastel Kalesi önüne hesapsız kefal balığı gelir çünkü balık tılsımı vardır.” (Danışman (12), 1971: 189; Kahraman-Dağlı-Dankoff (8), 2003: 165).

Amiso Kalesi’ndeki Tılsımlar

“Havuzlar, şadırvanlar, fıskiyeler ve nice tılsımlar var.” (Danışman (12), 1971: 257; Kahraman-Dağlı-Dankoff (8), 2003: 241).

Karaköy Gölü’ndeki Tılsımlar

“Bir küçük göldür. Kapkara bir haliçtir. Vilayet halkı bu göl için tılsımlıdır derler. Acayip hikâyeler anlatırlar. Birçok define arayıcılar burada helak olmuşlardır. Yakın zamanda bir derviş gelip, bu göl kenarında tam kırk gün erbain çıkarıp ilim kuvvetiyle gölde bir damla su kalmaz ve korkunç bir derinlik meydana çıkar. Bu derin kuyunun dibinde bir demir kapı görünür. Kapı önünde altın kap kacak bulunur. Derviş bunlardan kendine lüzumu kadarını alıp gider. Bunun üzerine şehir halkı hâkime haber verip göle gelirler ve onlar da altın eşyalardan alırlar. Ve demir kapının deliğinden bakınca, içeride hesapsız mücevherler, yakut, mercan görürler ve hemen külünkler ile kapıyı kırmaya çalışırlar. Allah’ın büyüklüğü, bu derin mağaranın içinden bir su fışkırır. Hazineyi açmak isteyenlerin çoğu boğulur, bir kısmı kurtulur. Sonra o dervişi, elindeki kıymetli eşya ile Sultan Ahmet’e götürürler. Padişah bir kapıcıbaşı ile dervişi yine bu göle gönderir. Derviş yine kırk gün erbain çıkarır. Gölün suyu çekilir. Demir kapının önüne gelip eşyaya el atınca yeniden su fışkırır, derviş gark olur. Kapıcıbaşı güçlükle kurtulur. Böyle bir karaca gölceğizdir. içindeki balıklar bile karacadır.” (Danışman (13), 1971: 100-101; Dağlı-Kahraman-Dankoff (9), 2005: 69).

Bodrum Şehrindeki Tılsımlar

“Hâlâ bu viran şehirde bir büyük havuz vardır. Halk bunun için tılsımlıdır derler.” (Danışman (13), 1971: 108; Dağlı-Kahraman-Dankoff (9), 2005: 76).

Kuşadası Şehrindeki Tılsımlar

Kuşadası denilmesinin sebebi, her sene bu adaya yüz binlerce kuşun gelip ziyaret etmeden gitmemeleridir. Tılsımlı bir adadır.” (Danışman (13), 1971: 109; Dağlı-Kahraman- Dankoff (9), 2005: 77).

Eski Tarsus Kalesi’ndeki Tılsımlar

Etrafı hendektir ve üç kapısı vardır. Geribiz kapısı iki tarafında insanı şaşırtan tasvirler, çeşitli ve kufî yazılar ve yine Arabî ve Süryanî yazılar var. Bütün seyyahlar bu yazıları okuyup tılsımları çıkarmaya çalışırlar. Halk öyle zanneder ki, Me ’mun halife Mısır’dan define getirip bu kaleyi yaparak, kapısına tılsım etmiş ola.” (Danışman (13), 1971: 190; Dağlı-Kahraman-Dankoff (9), 2005: 166).

Zagzaga Şehrindeki Tılsımlar (Hz. Lut’un Şehridir)

Damamir Hamamı: Tuhaftır ki bir peştamal içinde bu suyun içine üç, beş veya yedi yumurta koysan pişirip çıkarınca biri kaybolup yumurtalar çift olur. Ama çift korsan yine çift çıkar. Hâlbuki peştamalda delik de yoktur. Bazıları Idris Nebi kâhinlerinden birinin tılsımıdır derler. Bir ecinni müekkili var derler. Tek yumurta konursa birisini o ecinniye gıda olur derler. Yahudiler çok girerler vesselam.” (Danışman (13), 1971: 262; Dağlı-Kahraman- Dankoff (9), 2005: 262).

Cebel-i Kepş’deki Tılsımlar

“Orada tılsımlı bir koç vardı. O koç eşinip gırgırsa Mısır’da koyun çok olurdu, o yüzden ‘Kepş Dağı’ derler.” (Danışman (14), 1971: 98; Dağlı-Kahraman-Dankoff (9), 2005: 361).

Mısır Kalesi’ndeki Tılsımlar

“Penceremizin altında iki adam boyunda bir kuş tasviri var, kanatlarını açmış, iki başı var.Derler ki, bu kuş hangi kuşun sesini verirse Mısır’da kuş olmaz derler. Hakikaten Mısır’da katiyen leylek olmaz. Saksağan, öğü, kartal, tavşancıl kuşları olmaz.

Akrep Tılsımları: Yukarı kalede akrep vardır âdeme vursa tesir etmez, birkaç saat sonra acısı geçer. Tılsımı; Sultan Kayıtbay’ın eski divanhanesinde kırk dört sütun vardır. Tatar konağı tarafındaki büyük kemerin sağ tarafındaki sütunun tepesinde bir demir çember kuşak vardır. Orada tunçtan bir akrep sureti kuyruğundan asılıdır.

Yılan Tılsımları: Akrep tılsımı olan sütunun karşısındaki sütunu kuşatmış bir alaca yılan sureti vardır. Yine o sütunda iki satır vefk yazısı vardır. Yılan tılsımıdır. Iç kalede olan yılan Şah Meran Kalesi’nde yoktur. Fakat kimseye zararları olmaz. Fakat korkunç hayvandır.

Çıyan Tılsımı: Bir de çıyan tılsımı sütun vardır. İki satır vefk vardır. Hâlen çıyandan zarar gelmez.

Humma yani Sıtma Tılsımı: Bu iç kalede asla humma-yı rubu ve humma-yı muhrika asla yoktur. Başka memleketlerden sıtmalı bir adam bu kalede üç gün kalsa kurtulur. Helvacı Mehmet Ağa’nın kapısı dibinde vefk yazılıdır.

Kulunç Tılsımı: Bir sütunda da kulunç vefki vardır.

Taun Tılsımı: Bir sütunda da taun vefki vardır. Ebû Ali Sînâ’nındır derler. Hiçbir diyara mahsus değildir. Ama ishal, zatülcenp (akciğer veya göğüs zarı iltihabı), lukve, şir pençe(en çok ensede ve sırtta çıkan çabuk genişleyen ve tehlikeli bir hâlde olabilen kan çıbanı) gibi çeşitli hastalıklardan ölürler. Ama yukarıdaki tılsımlar Allah’a şükür devamlıdır.

Her sütunda fen sahibi bir üstadın vefki vardır. Sarı sütunda ‘kaleden köle kaçmaya...’, bir sütunda ‘hırsız ev açmaya, bir köle ve hizmetçi ağasına hinayet etmeye kastederse eli kuruya’, bir sütunda ‘Mısır’da yangın olmaya’... Hele Allah’a şükür bu tılsım muattal (bırakılmış, kullanılmaz) değildir. Kırmızı somaki sütunda olan vefk odur. Bir sütunda ‘ayda dört kere yağmur yağa ’, bir sütunda ‘çocukların gözü karma karışık olmaya ’ ve daha nice vefkler vardır. Ama bazı Mağripli, Hintli define arayıcıları melunlar bu sütunlara kementlerle çıkıp tizap (kezzap) ve diğer şeyler sürerek o yazıları kazımışlardır. Ama define falan da bulamamışlardır. O zamandan beri Mısır’da pire, bit, tahta biti adamı kebap eder. Mısır’ın sivrisineği ile tahta biti hiçbir yerde yoktur ki, şehirden şehre tahta biti için şiirler yazarlar. Hatta tahta bitinden bir feryatname yazdım." (Danışman (14), 1971: 166-167).

Mısır Vezirleri Kalesi Sarayındaki Tılsımlar

“iki Kuduz köpek tılsımları. Emir Hüseyin köprüsü ile Musfî köprüsü ortasında köpek hamamı diye bir küçük hamamdır. Hamamın temellerinde iki adet tunçtan köpek timsalleri vardır. Birbirleri ile gece gündüz boğuşurlar. Onun için Mısır’da kuduz köpek olmaz." (Danışman (14), 1971: 168).

Mısır Veziri Sarayındaki Tılsımlar

“Şeyh Ahmet Mâlikî bir vefk edip, asla sivrisinek yoktur.” (Danışman (14), 1971: 169).

Bâb-ı Zuveyle’deki Tılsım (Mısır)

Emirülcüyuş bu kapıya bir tılsım yapmış. Kapının kanatları daima açık durur, ama kapısının eşiğindeki siyah taş -ki tılsımlıdır- oradan Mısır’ın içine hainlik, fenalık yapmak niyetinde olan bir kimse geçemezdi. Süvari ise atı sürçüp tepe üstü düşer. Aynı zamanda burası, Hazreti Musa ile Hızır Nebi’nin buluştukları yerdir. Melik Kamil zamanına kadar bu tılsımın hükmü vardı. Melik Kamil, Mısır’da Ezher Camii’ndeki eşkiyayı kırmak için bu kapıdan at ile girmek istediği vakit atı tekerlenip kendisi de yere yuvarlanınca, hiddetlenip bu kapının eşiğinde yüz adet koyun kurban eder. Tılsım bozulur. Siyah taşı çıkarır. Kapıya iki kanat yaptırıp takar.” (Danışman (14), 1971: 176).

Ezheri Kaaid Camii’ndeki Tılsım (Mısır)

“Cami yapıldığı vakit bir tılsım yapılmıştır ki leylek, serçe, kırlangıç, güvercin, çaylak gibi kuşlar yuva yapamazlar ve camiye giremezler.” (Danışman (14), 1971: 178).

Sultan Gavri Türbesi (Mısır)

“Bu tekke ve karşı camideki bir tılsım yüzünden sivrisinek, karasinek, tahta biti bulunmaz. Adam birkaç gün buraya devam etse piresi, biti, tahta biti hep ölür.” (Danışman (14), 1971: 183).

Bürketül Karun’daki Tılsım (Mısır)

“Beşgen şeklinde Karun yapısıdır. Dört tarafı mamur bahçelerdir. Hassa bir adam kırk gün girse uğursuzluktan kurtulur, eline mal girer. Hâlâ tılsımlı bir bürkedir.” (Danışman (14), 1971: 225).

Şevarib Bürkesi’ndeki Tılsım (Mısır)

“Ebû Şevârib adlı bir bey bu bürke üzerine bir saray yaptırdığında bu adı almıştır. Saralı bir adam yedi gün öğleyin girip yıkansa ve suyundan içse kurtulur. Öyle tılsımlıdır. Tecrübe edilmiştir.” (Danışman (14), 1971: 225).

Hac Bürkesi’ndeki Tılsım (Mısır)

Hala tılsımlıdır. Buradan bir tulum su alıp bir sene bekletseler lezzetine asla bozukluk gelmez.” (Danışman (14), 1971: 225).

Aynüş Şems Bürkesi’ndeki Tılsımlar (Mısır)

Tılsımları eskidir. Bunun üzerinde bir dört köşe sütun vardır. Dört tarafında tasvirler, acayip yazılar vardır.Velhasıl Mısır’daki on dört bürkenin her birinde bir tılsım vardır.” (Danışman (14), 1971: 226).

Ravza Adası’ndaki Tılsım (Mısır)

“Yılan ve çıyan olmaz, tılsımlıdır.” (Danışman (14), 1971: 238).

Timsah Hakkında Mikyas Tılsımı

“Rivayete göre bir padişahın Mikyas adlı bir kızı vardır. Bir gün kız Nil’de yüzerken bir timsah kapıp kaçmış. Padişah ah ve vah ederken evliyadan Şehy Ebubekir Batrâni dua eder. Timsah kızı geri getirip bırakır. Şeyh mermerden bir timsah yaptırıp bu Mikyas’ın olduğu yerde Nil’e atar. O zamandan beri bu Mikyas’tan aşağıya bir timsah geçse arkası altına gelip kenara çıkınca tepelerler. Onun için Mısır’da asla timsah yoktur.” (Danışman (14), 1971: 250).

Ayni Şems Şehri’ndeki Tılsım (Mısır)

Evvela, İstanbul’da Sultanahmet meydanındaki dört köşe yüksek yazılı taş gibi bir sütun vardır. Yüksekliği yüz ziradır. Dört tarafında Kıptî yazıları vardır. Tam tepesinde dört ayak üzerinde sarıklı bir insan şekli vardır. ‘Selim Han Mısır’a gele’ diye işarettir. Tılsımları hâlâ çözülememiştir.” (Danışman (15), 1971: 11).

İhram Dağları’ndaki Tılsımlar (Mısır)

“Bu ihramların dört tarafında kara taştan yapılmış tılsımlı binalar vardır.” (Danışman (15), 1971: 13).

Ebulhevl’in Tılsımları

“Küçük ihramın doğusunda hamam kubbesi kadar bir beyaz taştan kelledir. Kaşı, gözü, başı, dişi, kulakları var. Başı üzerinde yüz kişi oturabilir. Canlı gibidir, güya tebessüm eder durur. Gayet kaküller nakşedilmiş. Eski zamanda bu kelle, gelip geçen ile konuşurmuş. Mısır üzerine asi bir padişahın geleceğini, kıtlık olacağını, yağmur yağıp yağmayacağını, Nil’in ne kadar taşacağını velhasıl bütün beş adet bilinmeyenlerden haber verirmiş. Hatta Hazreti Musa’ya bunun konuştuğunu söylemişler. Gelmiş onun sözlerinden sonra, ‘Her şeyi söylersin, Allah’ın hak peygamberine de iman et.’ buyurmuşlar. ‘İdris peygamberi bilirim, başkasını bilmem.’ deyince, zaten gazaplı bir kimse olan Musa, asasıyla başa vurup, ‘Sus ya melun’ der. O günden beri konuşmaz. Asanın vuruluşundan başı, gözü yarıktır.

Bir rivayete göre de bir kadının malı çalınmış. Ebulhevl’e (Sfenks) sormuş, o da falan adam çaldı demiş. Kadın hâkime müracaat etmiş. Adamın evini basıp çalınan malları bulunca hırsız, Ebulhevl’in başının üstüne çıkıp edepte yağmur gibi işer. O zamandan beri tılsımı bozulup konuşmaz.” (Danışman (15), 1971: 14).

Ezher Camii’ndeki Tılsımlar

“Mısır’da Ezher Camii’nde güvercin, sinek, yılan, çıyan olmaz ve içine kuşlar girmez. Tılsımlıdır.” (Danışman (15), 1971: 14).

Mısır’daki Çeşitli Tılsımlar

Mısır’da Kepş Kalesi’ne yakın Sultan Cavli tekkesinin merdiveni altında yeşil bir yekpare mermer havuz vardır. Gemi gibidir. Vaktiyle bu taş gemiye dört kişi biner, Nil’de yıldırım gibi dolaşırmış. Beş kişi binse batarmış. Kâhinler öyle tılsım etmişler.

Kafor Ahşidi zamanına kadar böyle devam etmiş. Melik Kafor ‘Bre canım, taşın şanı suya batmaktır. Gemi ise dört âdem ile Nil’de gezilmektedir. Acaba aslı nedir?’ diyerek gemiyi Nil’den karaya çektiler. Gördüler ki, taş geminin altında bir satır İberî yazı ile bir balık resmi ve bu resim üzerinde bir vefk var. Melik Kafor bütün ulemayı topladı, yazıyı okuyamadılar. Bunun üzerine gemiyi yine Nil’e koyup içine dört adam bindi. Gemi derhâl battı. Meğer bu resmi bir insan görürse tılsımı bozulurmuş.

Ümmülkıyas Tılsımı: Mikyas havuzunun dört tarafında acayip yazı vardır. Onun tesiri ile Nil Kıptî tutunda taşar. Şeyh Batranî Hazretleri, bir timsah timsali yapıp Mikyas havuzuna koymuştur. Timsahın göğsüne bir vefk kazmıştır. O zamandan beri Nil mikyasından aşağı timsah geçmez. Geçerse karnı yukarı gelip ölür.

Yıldızlar Tılsımı: Babül Kasır ’da eskiden kilise olan bir medrese vardır. Orada tunçtan bir heykel vardı. ‘Ahir zaman peygamberi bu surette olup ümmetleri Mısır’a malik olalar. Fetih edecek âdemler, Muhammed’ten sonra on sekiz senesinde Ömerül Faruk veziri Amr ibn As ola’ diye beyaz mermer üzerine şöyle yazmışlardır:

‘Bu adem An Riyum, Azer oğulları Yerfenutun peygamberdir. Tunuminin, onun ismi Mevanis Muhammed’tir., Bistubis iki dünya sahibidir.’ diye Yunanca yazılmıştır. Amr ibn As Mısır’ı kuşatırken kefereler Hazreti Ömer’in mermer üstündeki suretini bozmuşlardır.

İç Kale Tılsımları: Kalavun divanhanesinin kırk sekiz sütunlarının her birinde bir vefk vardır.” (Danışman (15), 1971: 15-16 ).

Nehariyye Şehrindeki Tılsımlar

“Deluke avret bu şehri yapınca kendisine üç yüz altmış altı tılsım yapmıştır.” (Danışman (15), 1971: 73).

Nil Nehri’ndeki Tılsımlar

Nil kuzeye doğru akıp Reşit önünde Akdeniz’e dökülür. Ama Deluke Melik Nehariye önünde Nil’den bir kanal ayırıp, zorla baş yukarı güneye doğru akıtmış Farasdak önünden , Nehariye, Abyar ve Mahletül Merhum’a kadar gelir. Diğer kanallar gibi eş altı ay kurumaz. Deluke Melik tılsım yapmıştır derler.” (Danışman (15), 1971: 74).

Tılsımlı İskender Aynası

Emevilerden Mervan oğlu Abdülmelik’e İspanya kralı elçi göndermişti. Elçi melun suret-i haktan görünüp Müslüman ve Abdülmelik’in yanında en makbul kimse oldu. Ve ona:

‘İskenderiye ’de büyük defineler vardır. Bana inanırsan ben ilim kuvveti ile bu defineleri çıkarıp sana teslim ederim. Onunla hayır ve hasenat yapıp, bütün cihan padişahlarına asker çekip, Ispanya’yı harap edip, Konstantiniye’yiyaban edip oradan da nice defineler elde edip tarihlerde destan olursun.’ dedi. Abdülmelik tamahkâr ve saftı. Bu adama inanıp asker verdi. O da İskenderiye’ye gelip ilim kuvveti ile İskender aynası olan menarı (fener kulesi) yıkıp İskender aynasını aldı. Öyle ayna idi ki, denizden düşman gemileri gelse bu aynanın ateşi ile yakardı. Böyle bir tılsım idi. O menardan kırk milyon mal çıkardı. Daha nice defineler çıkarıp gemilere yükledi. İskenderiye’yi de harap edip doğruca Ispanya’ya gitti. Abdülmelik bunu işitince çok üzüldü ama ne fayda. İskenderiye’nin yıkılan yerlerini tamir ettirdi. Eskisinden âlâ imar ettirdi ama, İskender mezarı yok.” (Danışman (15), 1971: 89).

Galyon Limanı’ndaki Tılsım (İskenderiye)

“Limanın solunda büyük kale dibinde ‘Maymuncu Kayası’ denilen alçak bir kaya vardır. Bu kayada İskender aynası denilen tılsımlı ayna vardı ki, İspanya elçisi Emeviler zamanında alıp götürmüştü.” (Danışman (15), 1971: 96).

Cebeli Tayr’daki Tılsım (Mısır)

“Dağda büyük bir mağara vardır. Seher vakti bütün kuşlar bu mağaranın üzerinde yedi defa feryatlarla dönüp uçarlar. Sonra mağaranın önüde toplanıp, güya meşveret ederler. Sonra her cins kuşlardan birer tanesi mağaraya girer. İçeride ölünceye kadar mağara önündeki kuşlar uçmazlar.

Halkın kanaatine göre, eğer mağara içine giren kuşlardan hiçbiri asılıp kalmamış ise o sene Mısır’da kıtlık olacağına alamettir derler. Herkes yiyeceklerini anbarlara korlar. Asılı iki kuş bulunsa halkın tohumu ancak çıkar. Üç kuş bulunsa bolluk olur. Nil on altı arşın yükselir. Eğer dört kuş asılı ölü bulunsa Nil yirmi arşın taşıp bütün eminler, mültezimler (devlet gelirlerinden birinin toplanması işini götürü olarak üzerine alan kimse) zengin olur, asılı kuşlar beş olursa Nil yirmi iki arşın taşar, bütün reaya (Osmanlı Devleti’nde halkın vergi ve haraç veren, genellikle toprakla uğraşan gayri müslim kısmı) ve beraya (Osmanlı Devleti’nde halkın vergi ve haraç veren ve genellikle toprakla uğraşan Müslüman kısmı) bar olur. Kuş altı olursa Nil yirmi altı zira’ taşar, halk mahsüllerini anbarlardan kaldırmaktan aciz kalır, tecrübe edilmiştir. Sait fellahların itikadı böyledir. Kâhinlerin acayip bir tılsımıdır. Hâlâ bu tılsımın tesiri devam eder.” (Danışman (15), 1971: 142).

Şeyh İbn Abit Beledi’nin Güneyindeki Tılsım

Burada Reml tür’ası (suyun taştığı yer, kanal) binlerce köyü sular. Bu halicin başında bir sütun üstünde timsah tılsımı vardır. Timsah buraya gelince sırt üstü dönüp mürd (ölmüş) olur.” (Danışman (15), 1971: 143).

Eski Kus Şehrindeki Tılsım (Mısır)

"Kıptıler elinden Mikat bin Esved fethetmiştir. Fetihten sonra define ararken, bir sütun yıkarlar. Derhâl her tarafı akrepler istila eder. Asker kaçar. Emevilerden Abdülmelik asrına kadar harap yatar. Akrebi hâlâ çoktur ve insanı öldürür. Hakir yıkılan sütunu gördüm. Yeşil bir mermer üzerinde bir akrep resmi var.” (Danışman (15), 1971: 152).

Sınbad Şehrindeki Tılsım (Mısır)

Bu da eski büyük bir şehir imiş. Tam bir gün harabeleri üzerinde gittik. Tılsımlı sütunlar ve diğer harabeler var ki tarif edilemez.” (Danışman (15), 1971: 155).

Okut Kabilesi Menzili’ndeki Tılsımlar (Habeş)

Bu diyarda harami yoktur. Kurt da yoktur. Yalnız koyunlarını ukab kuşu kapmasın diye bir çoban tutarlar. Vefk ve tılsım bunlara mahsustur. Vefk ile dağlardan kurtları ve maymunları kaçırmışlardır.” (Danışman (15), 1971: 223).

Elvahı Kebir’deki Tılsımlar

Bu şehrin içinde ve dışında ve gezdiğimiz çölde pek çok tılsımlar, defineler gömülüdür.” (Danışman (15), 1971: 232).

Fayyum Şehrindeki Tılsım

Fayyum’un batı tarafından kum deryası gelmektedir. Çünkü, kum bir kere bu Fayyum’a gelip, kum tılsımını bozup, Yusuf şehrini günden güne harap etmeye sebep oluyor.” (Danışman (15), 1971: 247).

FAL METİNLERİ

YILDIZ BİLİMİ İLE İLGİLİ METİNLER

Yıldız Bilimi İle Geleceği Öğrenme

Konstantin’in Yıldız Bilimciliği

Kostantin’in bu kaleye (İstanbul Kalesi) bu kadar ehemmiyet vermesinin sebebi şu idi:

Kostantin yıldız ilminde zamanının en bilgisi idi. Bu ilmin kuvveti ile, ahir zaman peygamberinin çıkışından haberi vardı ve onun ikbal parlaklığının doğuyu ve batıyı kaplayacağını çok iyi bilirdi. Onun için kaleyi muhafaza maksadıyla mesut Seretan burcundan yapmaya başlamıştır'” (Danışman (1),1969: 48; Gökyay (1), 1996: 20).

Bizanslı Müneccimlerin Türkler ile İlgili Tahminleri

Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u kuşattığı sırada Bizans Kalesi’ni ele geçirmek için Türkler ile Bizanslılar muharebe yaparlar.

“Bütün papaz, keşiş ve patrikler adamlarını muharebeye teşvik edip, her bir kefereye vaatlerde bulunurlardı. Ve yıldız ilmi ile kalenin talihinin kuvvetini buldular. Şöyle buldular ki:

‘Ahir zamanda bir Muhammed gele... Nice bin kiliseleri yıka... Onun ümmetleri Antakya, Kudüs, Mısır ve İstanbul’u ala.. Ve karadan nice bin parça yelkenleri açılmış gemiler ile gele.. Başında kadı kovuğu ola. Katıra binip ayağında mavi çizme ola. O Muhammed gelip kiliseleri yıkalı, Mısır’ı, Antakya ve Kudüs’ü ümmetleri fethedeli sekiz yüz elli sene oldu. Karadan gemi yürüyüp bu kalenin zapt olunması mümkün değildir. Ve bu Muhammed (Fatih) o Muhammed değildir. Büyük Muhammedlerinden beri (Peygamberden beri) İstanbul on bir kere kuşatma görüp İstanbul’un zaptı Araplara müyesser olmayıp da bu Türk ’e mi müyesser olacak? ’ diye kısa akıllarınca nice boş laflar edip İmparator Konstantin’in hatırını teselli edip yine cenge devam ettiler.

Yine böyle iken kale içindekiler kudretlerini sarf edip cenk ettiler. Çünkü kalenin içinde meczuplardan ‘Ya VedûdSultan’ denilen bir budala vardı. Kale içinde ‘fetih olmasın’ diye Cenab-ı Hak’tan ricada bulundu ve duası kabul oldu. Günden güne kalenin fethi şiddetlendi. Nihayet on gün oldu. Fatih Sultan Mehmet bütün şeyhleri toplayıp:

‘Âya, hâl neye varır? Kale günden güne sağlamlaşıp fethi zayıfladı. ’deyince hemen Akşemsüddin Hazretleri:

‘Beyim, sen elem çekme! Bu kalenin fatihi sen olasın, diye şehzadeliğinde sana müjdelemiştik. Kale içinde Şeyh Maksut halifelerinden Ya Vedud adına mazhar düşmüş meczuplardan bir can vardır. O ölmeyince bu kalenin zapt olunmasının ihtimali yoktur. Ama elli günde vefat eder.’ diye İstanbul’un fethini saat ve dakikası ile tayin eyleyip, sonra sırrını döküp:

‘Hemen beyim sen yine çalış. Bu ilahî sırlar burada kalsın. İslam askerlerine bahşişler verip güzel sözler söyle.’ dedi.” (Danışman (1),1969: 95-96; Gökyay (1), 1996: 37).

Müneccimlerin Yıldız İlmi ile Dördüncü Sultan Mehmet Han’ı Tarifi

“Yıldızlar ilmi ve cefir ilminde,

‘İbrahim Han oğlu Yusuf adında bir padişah dünyaya gelip, Yusuf Aleyhisselam gibi güzelliğe malik ve bahtı açık bir hükümdar olup, doğuya ve batıya velvele salacak. Venedik, Nemçe (Avusturya), Leh, Çeh, Rus, yani Moskof diyarlarını harap edip Yusuf sıfatlı bir çalışkan padişah olacak!’ diye bütün cefir bilginleri bu hükümleri çıkarmışlardır.

Allah’ın hikmeti bu Mehmet Han (Dördüncü Mehmet) ana rahminde iken babası İbrahim Han:

‘Eğer bir erkek evladım olursa, müjde edenden başka, ilk olarak kimi görürsem ve kime rast gelirsem çocuğuma onun adını korum.’ diye taahhüt etmişti. Bir gün sabah namazı sırasında Kızlar ağası, Mehmet Han’ın dünyayı şereflendirdiği müjdesini getirince, hünkâr imamı Yusuf Efendi görünür. Hemen İbrahim Han:

‘Vallah şehzademin adını Yusuf koydum. Çünkü ahdim böyle idi ki, en evvel kimi görürsem onun adını koyayım. Allah’a binlerce defa şükürler olsun ki, böyle halkın kendisine uyduğu, bilginlerin büyüklerinden bir mübarek zat gördüm!’ deyip şehzadenin mübarek adını ‘Yusuf’ koydu. Yine genç şehzadenin kulağına Muhammed ezanını Yusuf Efendi okudu. Bu hâl üzere yedi saat mübarek adı ‘Yusuf’ olarak kaldı. Sonra musahibeler Padişah’ın damarına girip ‘adı Mehmet olsun’ diye rica etmeleri üzerine ‘Mehmet’ dediler. Fakat evvela kulağına ezanı Muhammedî okunduğu vakit ‘Yusuf’ adıyla anılmıştı. Allah’ın hikmeti cefircilerin istihracı üzere önce adı Yusuf olup, Allah’ın emriyle Hazreti Yusuf gibi cihan sevgilisi bir şanlı padişah oldu. Sakalı az, bıyıkları gür, usta binici, ava düşkün, cihat ve gazayı sever bir padişah idi.” (Danışman (1), 1969: 292-293; Gökyay (1), 1996: 114).

Yıldız Bilimci Asumânî Dede

Asumânî Dede Mezarı: Tarikat ehli bir meczup imiş. Her vakit gökyüzüne bakıp söylenir, çeşitli hâllerin vukua geleceğinden haber verirmiş. Selim Han, Acem seferine giderken ‘Yürü Selim! Ismailî imamlar yoluna çıldır çıldır demeden kurban edip gavrine var!’ buyururlar. Hakikat Selim Han, Şah İsmail’i Çıldır sahrasında bozup, askerini kılıçtan geçirdikten sonra Gavri üzerine gidip (Mısır hükümdarı) Mısır’ı fetheder. Âsumanî Dede Hazretlerinin inci tanesi sözleri doğru çıkar.” (Danışman (2),1969:177; Gökyay (1), 1996: 205).

Müneccimlerin Hazreti İbrahim ile İlgili Tahminleri

“Urfa Ziyaret Yeri: Evvela şehir içinde bir büyük ağaç kökü vardır ki ona ‘İbrahim ağacı makamı ziyaret yeri’ derler. Nemrut lain asrında Hazreti İbrahim dünyaya gelince bütün müneccimler ‘Ya Nemrut! Bu saatte bir çocuk doğdu, senin devletine, dinine ve canına kast idiserdir. Tiz onu buldurup öldür.’ diye baştan çıkarırlar. Nemrut, bütün şehri araştırıp anasından yeni doğmuş nice bin masumu o saatte katlettirir.” (Danışman (5), 1970: 50; Kahraman-Dağlı (3), 1999: 96).

Müneccimlerin Hükümdar Sincar ile İlgili Tahminleri

“Acem müverrihleri Sincar’ın adının konulmasında şöyle rivayet ederler:

İran hükümdarı Dârâ’nın bir güzel sesli cariyesi hâmile imiş. Müneccimler,

‘Bu cariye yarınki uğurlu günde doğurursa, doğacak şehzade kendi başına serbest olup cihangir hükümdar olur’ derler. Hemen Melik Dârâ’nın emriyle cariyeyi o gün doğurmaya bırakmazlar. Ertesi gün gayet güzel bir temiz çocuk doğar. Bu çocuk ana rahminde üç yüz on dört gün kaldığından adına ‘Sincar’ dediler. Dârâ öldükten sonra bu Sincar, müstakil hükümdar olup, babasının Rumlar elinde zebun ve haraç verir olmasının intikamını alarak, İran ve Turan’da birçok cenkler etmiştir.” (Danışman (6), 1970: 155; Dağlı-Kahraman (4), 2001: 47).

Erdel Hanlığının Veziri Kiminyanoş’un Yıldız İlmi ile Verdiği Bilgiler

Evliya Çelebi, Kırım Tatarları arasında “Erkek Macar Seferi” (1067) adı verilen harbe katılır. Erdel Hanı Rakoçi Kral ile harp edilir. Harbin sonunda Rakoçi Kral hakkında şu bilgileri verir:

“Melun Rakoçi Kral ‘Size imdat getireyim ’ diye nezaketle kaçınca yerine veziri Kiminyanoş, yaralı olarak yakalanarak zincire vuruldu.

Bu vezir bütün felsefe ilimlerine vâkıf olup, nice acayip ve garip ilimleri bilirdi. Gerdanında zincir, ayaklarında kol kalınlığında ayak bağı varken der idi ki:

‘Bu yaradan ve bu esirlikten kurtulup Rakoçi Kraldan sonra Erdel’e kral olsam gerek. Osmanlının ocağına kül dökerim. Ama ne çare... Yaşamam... Sizin Mehmet’iniz beni öldürür!’ derdi. Hakir dedim ki:

‘Ya bu gaip hükmü neden bilirsin? ’ Cevap verdi:

‘Yıldız ilmi ile bilirim.’

‘Ya niçin esir olacağını bilmeyip bu kadar kefere kırdırdın?’

‘Elbette kaza ve kader olacak idi ki, benim ve kralım Rakoçi üzerine uğursuzluk çöktü, sonunda dinimiz uğrunda kralımızı kaçırıp, kaza ve kader icabı yakalandım. Ayıp değildir. Olur. Zayiçe hâlidir.’ diye kendi kendine teselli ederdi.” (Danışman (7), 1970: 319,320; Dağlı-Kahraman-Sezgin (5), 2001: 77).

Gerçekten de Varat paşası Küçük Mehmet Paşa bir gün birdenbire bir ılgar ile Erdel içindeki ‘Advarhil’ adlı kaleye gidip, Kiminyanoş ve yedi bin adamını kılıçtan geçirir. Kiminyanoş’un dediği bu suretle meydana çıkmış olur.

Müneccimlerin Kaya Sultan ile İlgili Tahminleri

“Merhume sultanı kaldırtıp Eba Eyyübel Ensâri Camii’nde yüz bin adam feryat ederek namazını kılıp, imam iskelesinde bostancı başı kayığına cenazeyi koyup ulema, vükela, salihler ve vezirler, bin adet kayıklara bindiler. Ve tevhit ile kayıklar Kaya’yı götürdüler. O sırada hatırıma, yirmi sene evvel olmuş bir sergüzeşt geldi:

‘Melek Ahmet Paşa, Kaya’yı aldı. Zifaf gecesi Kaya, Melek’i yanına uğratmadı. Bir kerede Paşa’nın sakalının bir yanını yolmakla Paşa, sakalı tamam oluncaya kadar beş ay kubbe altına gidemedi. Meğer melun musahibeler (biri ile sohbette bulunan, konuşan, arkadaş), müneccim ve ceffarlar (cifirci, falcı) güya Sultan’ın talihine bakarak:

‘Sakın sultanım, sen Melek’ten hamile kalma. Sonunda onun zararını çekip doğururken şehit olursun.’ diye zavallı sultanı korkuttuklarından Paşa’yı yanına uğratmayıp tam yedi yıl kuru cerime çekip sultanın yanına varmadı. Bir gün valide sultan:

‘Kayam, sen hiç doğurmazsın. Paşan kubbe altındaki mansıbına gitmiyor. Niçin hamile kalmazsın?’ diye kendisini azarlayıp Melek Paşa ile yüzleştirir. Paşa’ya her bakımdan valide müsaade etmekle o gece Kaya Sultan hamile kaldı.

Ondan sonra Kaya Sultan dokuz ay on gün sonra dünyaya getirip ne öldü, ne de yüzünün nuru bozuldu. Sonunda Paşa’ya muhabbet edip bütün fesatçı musahibeleri meclisinden kovarak hep sohbeti Paşa ile idi. Ama sonunda evvelki tahmin sahiplerinin sözü üzere Melek’ten hamile kalıp doğururken şehit oldu.” (Danışman (8), 1970: 121; Dağlı- Kahraman-Sezgin (5), 2001: 134).

Hekim Ayanataca’nın Yıldız İlmi ile Murat Hüdavendigar Hakkında Verdikleri Bilgiler

Usturumca Kalesi:

‘Yunanlılar Ayanataca derler. Yenvan ve Latin tarihçisi Ban’ın rivayetine göre ilk yapıcısı İskender’in hocası Ayanataca’dır. Bu hekim öyle değerli bir üstat idi ki, onun bilgi kuvvetiyle İskender, ta Belh, Buhâra, İran, Turan ve Türkistan vilayetlerinin zapt edip, ulu padişah olan İran şahı Dârâ’yı ehil ve ayaliyle esir etti. Hekim Ayanataca, yıldız ilmi kuvveti ile,

‘Benim bu inci Ayanataca (Usturumca) şehrimi, 709 tarihinde Muhammediler alalar, Murat Bey adında Osmanoğlu hükmünde olacaktır. Ama o dahi bizim elimizde şehit olacaktır. ’ diye, Usturumca Kalesi ’nin doğu kapısı üzerine, dört köşe mermer üzerine yazarak, derin bilgisini anlatmıştır. ...

Nihayet bu Usturumca şehrini, Rum tekfurunun elinden Hüdavendigar Gazi fetih eyleyip, kale kapısındaki yazıları görünce ‘Üstü Rumca Kalesi’ diye ad korlar. Sonra Türkçe yazıyı Murat Gazi’ye gösterirler. Murat Han,

‘Elhamdülillah kalenin fethi, yazılan tarihte bu hakir Murat’a müyesser oldu. Ama elhamdülillah sıhhatteyim, şehit olmadım. Her müneccim yalancıdır. Gaybı Allah’tan başka kimse bilmez.’ buyurdu. Ama hakikaten Sultan Murat Gazi, Kosova cenginin sonunda Miloş Koblaki adlı kefere tarafından şehit edildi.” (Danışman (13), 1971: 26-27; Kahraman-Dağlı- Dankoff (8), 2003: 334-335).

Kaliman Adlı Kâhinin Yıldız İlmi ile Nuh Tufanı’nın Olacağını Tahmin Etmesi

“Nekravuş ’un evlatlarından Kaliman adında bir kâhin vardı. İlim kuvveti ile tufanın olacağını keşfedip Kufe’de Nuh’un yanına gidip ona iman etti.” (Danışman (14), 1971: 87).

Bizanslı Müneccimlerin Fatih Sultan Mehmet’in Karadan Gemiler Yürüteceğini Önceden Bilmeleri

“Fatih Sultan Mehmet, gemilerini Okmeydanı ’ndan aşağı tersane bahçesine indirmiştir. Bizans imparatoru Tekür sarayından bu gemileri görünce çok üzüldü. Çünkü vaktiyle yıldız ilmi vasıtası ile yazılmıştı ki, ‘Muhammed kavminden bir Mehmet gele. Başında kadı sarığı ola, katıra bine, sof giye, ayağında gök mavisi çizme ola, karadan gemiler yürüte gelip Konstantiniyye’yi ala...’ diye, Atmeydanı’ndaki dikili taşta yazılıdır.” (Danışman (14), 1971: 112).

Hoca Şemmas’ın Usturlap İlmi ile Mısır Sultanı Amr ibn As Hakkındaki Tahminleri

“[Amr ibn As] İskenderiye’ye gidip Hoca Şemmas’ın evinde misafir olur. Bir gün cirit meydanına seyre giderler. Cevkan oynarlarken bir top gelip Amr’ın başında durur. Meğer halkın kanaatine göre, top kimin başında durursa, o adam Mısır sultanı olur derlermiş. Hoca Şemmas, usturlab ilmi ile Amr’ın talihine bakıp, Mısır’a sultan olacağını anladı.” (Danışman (15), 1971: 88).

Müneccimlerin Hz. Musa ile İlgili Tahminleri

“Firavun ve kâhinlerin sözü ile anadan doğan masumları katlederlerdi. Çünkü kâhinler batın ilimleri ile Firavun’a,

‘Senin devletinin yıkılması bir oğlandan oliserdir. Hâlâ o oğlan ana karnındadır.’ derlerdi. Hazreti Musa doğunca,

‘İşte şimdi doğdu’ derlerdi. Firavun divane olup günahsız masumları katlederdi. Bilmezdi ki Cenab-ı Hak Firavun ’a, Musa’yı kendi sarayında yetiştirirdi! Allah dilediğini işler.” (Danışman (15), 1971: 252).

Yıldız Bilimi ile İlgili Çeşitli Bilgiler

Müneccimlerin Yaşadıkları Yer

“Beykoz kazası başkadır ki müneccimbaşıların meşrutasıdır (İlk sahipi tarafından satılmamak şartıyla mirasçılara bırakılan ev, tarla gibi şey. Camilerin imam, müezzin, hatip ve diğer hizmet sahipleriyle, hastane, imaret gibi müesseselerde çalışanların barınmalarına tahsis olunan yerler.).” (Danışman (1),1969: 124; Gökyay (1), 1996: 48).

Müneccim Şeyh Katip Selahaddin ve Eserleri

“Şeyh Kâtip Selâhaddin, Ankaralıdır. Yıldız ilminde güya muvahhid (tevhit eden) Fisagor idi. ‘Melheme’ ve ‘Tabirname’ gibi eserleri vardır.” (Danışman (2), 1970: 39; Kurşun-Kahraman-Dağlı (2), 1999: 228).

Şair Necmî

"Necmî, Caniklidir. Yıldız ilminden de anlaması nazikâne şiirlerine ışık vermiştir.'’” (Danışman (2),1969: 45; Gökyay (1), 1999: 142).

Yıldız Âlimi Ali Kuşçu

“Müneccim Kuyusu Mesiresi: Samsunhane yakınındadır. Burada Ali Kuşçu denilen bir yıldız ilmi bilgini, yıldızlara bakmak için rasat yeri olarak bir kuyu kazmıştır ki derinliği yüz beş kulaçtır. Sonra ulema birbirleriyle görüşüp, ‘Bu rasat hangi memlekette yapılırsa o şehri veba istila eder. ’ diye padişaha bildirip Ali Kuşçu’yu rasattan vazgeçirdiler.”” (Danışman (2),1970: 142; Gökyay (1), 1996: 189).

İstanbul ve İstanbul’a Bağlı Bulunan Askerler ve Esnaflar

Müneccimler: Yetmiş neferdir. Pirleri imam Ali’dir ki,

‘Ve’lkamere kaddernâhu menâzile hatta adeke’lurcûnil kadîm’ ayetini tefsir edip bu ilmi meydana getirmiştir. Şehit oldukları yer Kûfe ’dedir ki ibadet ederken o hazreti ‘İbn Mülcem’ melunu şehit etmiştir. Bu müneccim sınıfı taht-ı revan üzerinde usturlaplarını (güneş irtifa aleti), kıblenümalarını (kıbleyi gösteren alet) , mikatlarını, takvim ve zeyc kitaplarını (yıldızların yerlerini göstermek için düzenlenmiş olan cetvel) dizip müneccimbaşı hususi kavuğu ile kazaskerle at başı beraber geçer.

Remilciler: On beş dükkân, üç yüz neferdir. Bunlar da ulema sınıfından olduklarından kazasker alayı ile taht-ı revanlar üzerine talih tahtasını, kura ve remil tahtalarını meydana koyup, ‘Uğurlu ve mesut talih... Uğursuz talih... Maksat ve meramımızı görelim’ diye remilcilere mahsus kelimeler söyleyerek geçerler. Pirleri yine Hazreti Ali’dir ki ünlü remilcidir. Bu bilgi pek eskidir. Bu tarikin piri Hazreti Danyal idi ki, Cibril Aleyhisselam’dan öğrenip remil ile mucizesini göstermiştir.”” (Danışman (2), 1969: 222; Gökyay (1), 1996: 225­226).

Bazı Müneccimler

“Serdar-ı muazzam Yusuf Paşa, Sadrazam Kara Mustafa Paşa, Şeyhülislam yalnız kalıp Aristo tedbirli padişah sevgili Yusuf Paşa serdarının elini eline alıp bir köşeye vardılar. Şu şekilde konuştular:

Padişah:

‘Baka Yusuf! Ne tarafa sefere gidiyorsun?’

Yusuf Paşa:

‘Malta gazasına gidiyorum.’

Padişah:

‘inşallah hayy ve kayyum olan Allah’ın takdiri ile Girit adası gazasına seni memur eyledim. Olmaya ki bu sırrı başka adama çıtlatasın. Asla hiçbir kimsenin haberi olmasın. Ağzından ‘Malta gazasına memuruz’ sözünden başka bir cevap çıkmasın. Evvela yolun üzerinde olan Girit adasının önünden geçip Malta’ya doğru git. Sonra Mora adasında bir iki gün misafir olup, sonra oradan bir gece kalkıp Girit’e dön. Şafiî vaktinde adaya asker döküp evvela ‘Todori’ kalelerini fethedip bir sığınak yapacak yer eyle. Sonra ‘Hanya’ya ordu döküp, kuşatıp fetheyle. Sana nasihat ve vasiyetim budur. inşallah fetihten sonra zaferle gelirsin de sana karşılığını veririm. Emin ol ki Hakk’ın huzuruna alnın açık, yüzün ak gidersin. Ama soranlara ‘Malta’ya gidiyorum’ diyesin ki, diğer düşmanların seyir ve hareketinden haberi olmaya.’ dedi.

ibrahim Han, Yusuf Paşa’ya bu şekilde tembih ve nasihat ettikten sonra iki kat sırmalı hilat giydirip alnından öperek ‘Yürü! Âlemlerin rabbi olan Allah yardımcı ve dayanağın olsun.’ diye dualar etti. Yusuf Paşa dahi yer öpüp baştardaya geldi.

Müneccimbaşı Çelebi Efendi, müneccim Hasan Keferî, Müneccimik Efendi, Sadrettinzade Efendi ki, bunlar yıldız ilminde çok ileri gitmiş kimselerdir, keşifleri ile usturlap ilmi üzere uğurlu saati buldular. Serdar-ı muazzama dediler:

‘Sultanım! Bu an uğurlu gündür. Hareket buyurun!’

Bunu üzerine kaptan paşa ve serdar-ı muazzam Yusuf Paşa ‘Salya demir’ diye emredince yedi yüz yerden cengî harbiler çalınıp evvela baştardana gülbenk-i Muhammedî çekildi. Sonra bir yaylım tüfek ve bir yaylım top sesleri gökleri tutup denizin yüzü siyah barut yüzünden Karadeniz gibi siyah oldu.” (Danışman (3),1970: 147-148; Kurşun-Kahraman-Dağlı (2), 1999: 78).

Yıldız Âlimi Şair İmirülkays

“Kayseriye yakınındaki Ases Dağı ’nda ‘mahir şair imirülkays ’ vardır. Ol imirülkays’dır ki Peygamber zamanında Kureyş’in en belagatli şairi idi. ilm-i nücumda Ebi Leheb lainin öğrencilerinden ve onun akrabalarından idi.” (Danışman (5), 1970: 78; Kahraman-Dağlı (3), 1999: 113).

Yıldız Âlimi Kâtip Salâhaddin oğlu Ahmet Bican

“Bu azizin dahi evlatları gibi nice eserleri vardır. Bilhassa yıldız ilminde ‘Seb ’ül Mesânî’ adlı eseri, yedi gezegen gibi aşikâr bir kuyruklu yıldızdır. ‘Melheme, Tabirname’ adlı muhtasar kitapları, doktorluğa ait nice muteber risaleleri vardır.” (Danışman (8), 1970: 178;

Dağlı-Kahraman-Sezgin (5), 2001: 166).

Dobrovenedik Halkı

“Burası büyük iskele olduğundan ahalisi tüccardır. Yıldız ilminde maharetleri vardır.” (Danışman (10), 1970: 199; Kahraman-Dağlı (6), 2002: 263).

Bec Kilisesindeki Papazlar

Bin adet papaz vardır... Bunlar felsefe, riyazet, tıp, cerrahlık bilgilerine ve garip ilimlere maliktirler. Fakat feraiz ilmi yoktur. Hesap, hendese, yıldız ilmi, usturlap ilmi bunlardadır.” (Danışman (11), 1970: 73; Dağlı-Kahraman-Dankoff (7), 2003: 106).

Eski Kırım Tahtı Büyük Bahçesaray’ın Bilginlerinden Yıldız Âlimi Feyzi Çelebi

“Selim Giray efendimizin Feyzi Çelebisi, Kur ’an okumakta, yıldız ilminde emsalsizdir.” (Danışman (11), 1970: 215; Dağlı-Kahraman-Dankoff (7), 2003: 213).

Kırım’ın Kefe Eyaletinin Kazalarından Olan Kerç Kalesi’ndeki Deve Başlı Tasvir

“Kerç Kalesi: iki kapısı vardır. Doğuya açık olan kapının üzerinde ‘Mehmet Han oğlu Bayezit Han imar etti’ yazılıdır. Sol tarafında dört köşe bir mermer üzerinde dört ayaklı, kanatlı, deve başlı bir tasvir vardır ki, kâfirlerin yıldız ilminde bilgili olanları bu tasvirde nice rumuzlar etmişlerdir ki, bir zaman bu vilayete kuş gibi uçup seyirden Tatar kavmi develeriyle gele işaretini etmiştir.” (Danışman (11), 1970: 242; Dağlı-Kahraman-Dankoff (7), 2003: 261).

Mısır’daki Yıldız Âlimleri

Âdem’in yeryüzüne inişinden sonra ilk defa Mısır’a ayak basan Hazreti Âdem ve oğlu Şittir. Onun oğlu Enuş, oğlu Kınan, oğlu Mehail, onun oğlu da Hazreti Hud’dur. Onun oğlu Ahnuh’tur ki Hürmüzdür, melaikeler buna idris derler. Mehlail yıldız ilmi bundan yapılmıştır... İdris dünya seyyahı olup yıldız ilmini Mehlail’den öğrendi.

Şit evladından Melik Nekravuş ünlü kâhinlerin kâhini idi. [Nekravuş] ölünce yerine kardeşi Mısram geçti. Zamanının kâhini idi. Bu ilim ile bütün aslanları kendine hizmet ettirirdi.” (Danışman (14), 1971: 85).

Mısır Hanı Sultan Gavri’nin Yıldız Âlimlerine Talihini Sordurması

Selim Han çıkınca Sultan Gavri kendi talihinin kuvvetini yıldız bilginlerine ve Selim Han’ın talihini yoklatıp bütün kâhinleri, remilcileri, cifircileri, fal açanları, el falına bakanları, harf ilmi, şane ilmi, davet ilmi sahipleri Gavri’ye dediler:

‘Sana bu niyet ettiğin kimseden zarar gelir...” Gavri de başının çaresine bakıp, bütün kıymetli mal ve eşyasını İskenderiye Kalesi hazine sine doldurdu.” (Danışman (14), 1971: 145).

Mısır’daki İlimler

“Hadis ilmi, tıp, feraiz (İslam hukukunda mirastan ve mirasın varislere intikal ve taksiminden bahseden ilim) , tefsir, fıkıh, hadis, tecvit, hıfz, tevhit, ledün (Allah’ın sırlarına ait manevi bilgi, gayb ilmi), beyan (belagat ilminin hakikat, mecaz, kinaye, teşbih, istiare gibi bahislerini öğreten kısmı), kelam, kemal, adap, sarf (dil bilgisi, gramer), nahiv (cümle bilgisi, sentaks), mantık, maâni (lügat ve sentaks meseleleri ile, sözün maksada uygunluğundan bahseden ilim), lugat, aruz, yazı, yıldızlar, cifr (başlangıcının Hazreti Ali’ye dayandığı rivayet edilen, harf, rakam ve semboller yolu ile gelecekte olacak şeyleri haber verdiğine inanılan ilim), kef, sim, simya, kimya, heyet (astronomi ilmi), hikmet, ziyc, danyal, ful, fal, cerr-i eskal, remil (bir takım nokta ve çizgiler ile gelecekten haber verme), vefk (tılsım, dua, muska), esma, teshir (büyü yapma, büyüleme) , davet, sarf (gramer, dil bilgisi), suruf (dil bilgisi kitapları), mare necat, tayy-i mekân, ihfa (gizleme, saklama), tabir, sihir, feraset (anlayışlılık, çabuk seziş) ilimleridir.” (Danışman (14), 1971: 159).

Mısır’daki Kuyular ve Harut ile Marut’un İnsanlara Yıldız İlmini Öğretmesi

“Biri Cisri EbulMenca ki, ona halk ‘Nil kesimi halici’ derler ve ifna denilen bir kuyu vardır. İlk defa gökten inen Harut ile Marut burada kuyu kazıp yıldızlara bakarlardı. Bütün Mısır halkı yıldız ilmini ve sihir ilmini bunlardan öğrendiler.”(Danışman (14), 1971: 221).

Mısır Vezirlerinin Adiliyye’den Büyük Alay ile Mısır’a Girişinden Bir Gün Sonra Canpulatzade Hüseyin Paşa’nın Müneccimlere Uğurlu Saati Sorması

“Müneccim başının izni ile uğurlu saatte hareketle, Sultan Tumanbay mezarında bir Fatiha okur, sonra alaya gelir.” (Danışman (14), 1971: 272).

Mısır’daki Hermin Dağı

“Küçük ihram ki Kalimon hâkimin tufandan evvel yaptığı binadır, ondaki yazı şöyledir:

‘Sen yıldıza bakarsan bir iş işlersin. Bundan haberin yok ki yıldızları yaratan istediğini işler.’ ” (Danışman (15), 1971: 13).

Eski Taht Büyük Şehir Menuf

“ilk defa imar eden Nuh’un oğlu Ham’ın oğlu Baysar’dır... Bu Baysar’ın kaynatası Kalimon kâhin idi. Onun öğretmesi ile yer altından pek çok hazine ve define çıkarıp, ta Avsan, Sudan, Foncistan’a kadar yedi yüz parça şehir yaptı." (Danışman (15), 1971: 60).

KALE, ÜLKE VE ŞEHİRLERİN TALİHİ İLE İLGİLİ METİNLER

Kale Burçları

İstanbul Kalesi

“Kostantin ’in bu kaleye bu kadar ehemmiyet vermesinin sebebi şu idi:

Kostantin yıldız ilminde zamanının en bilgisi idi. Bu ilmin kuvveti ile, ahir zaman peygamberinin çıkışından haberi vardı. Ve onun ikbal parlaklığının doğuyu ve batıyı kaplayacağını çok iyi bilirdi. Onun için muhafaza maksadıyla mesut Seretan burcundan yapmaya başlamıştır.” (Danışman (1),1969: 48; Gökyay (1), 1996: 20).

Azak Kalesi

“Müneccimlere göre, Azak Kalesi, altıncı iklimde olup şehir elli altı arz, altı saatten çeyrek saat eksik tûl derecesidir. Talihi akrep burcu, Beyti Merih-i Mâi’de olduğundan halkı hiddetli, gazaplı, kan dökücüdür.” (Danışman (12), 1971: 35; Dağlı-Kahraman-Dankoff (7), 2003: 342).

Şehir Burçları

Tebriz

Azerbaycan müneccimlerinin kanaatine göre şehrin yapıcısı, ilk taşını koydurduğu zaman talihi akrep burcuna düşmüş. Sahibi, Merih burcu imiş. Dördüncü Sultan Murat harap ettiği gibi Timur ve Cengiz de bu şehri yakıp yıkmışlardır.” (Danışman (3),1970: 248; Kurşun-Kahraman-Dağlı (2), 1999: 128).

Konya

Şehir, beşinci iklimin ortasında olup, yaz ve kış ılıktır. Tarihçilerin ve müneccimlerin doğru rivayetlerine göre usturlap ilminde dairenin dörtte biri ilmi ile Konya’nın talih yüksekliği Zühre burcunda bulmuşlardır. Onun için saz, söz, ney, sema ve sefaya düşkünlerdir.'” (Danışman (4), 1970: 218; Kahraman-Dağlı (3), 1999: 20).

Urfa

“Urfa’nın talihi ay burcunda bulunmuştur.” (Danışman (5), 1970: 47; Kahraman- Dağlı (3), 1999: 94).

Kayseri

“Kayseriye şehrinin talihi imareti Sünbüle burcunda, Utarit beyti toprağında bulunmuştur.” (Danışman (5), 1970: 73; Kahraman-Dağlı (3), 1999: 109).

Erdebil (Irak)

“Talihi akreptir.” (Danışman (7), 1970: 71; Dağlı-Kahraman (4), 2001: 203).

Sehend (Irak)

“Talihi Akrep burcunda olduğundan cenk ve kavgadan azade kalmamıştır.” (Danışman (7), 1970: 76; Dağlı-Kahraman (4), 2001: 204).

Saray (Hazar’a iki mil kuzeyde İdil nehri kenarında büyük bir şehir)

“Eski müneccimlerin anlattığına göre yapılışının talihi Akrep burcu ve beyti Merih- i Mâi’de bulunmuştur. Onun için birçok kereler harap ve mamur olmuştur. içinde Merih gibi kılıç ve kan eksik değildir.” (Danışman (11), 1970: 307; Dağlı-Kahraman-Dankoff (7), 2003: 312).

Serez (Selânik)

“Terazi burcunda ve beyti Zühre-i havaide’dir.” (Danışman (12), 1971: 97; Kahraman-Dağlı-Dankoff (8), 2003: 59).

Selânik

“Şehrin talihi Hut burcunun Müşteri bey tindedir. Onun için balıkları çok olur.” (Danışman (12), 1971: 109; Kahraman-Dağlı-Dankoff (8), 2003: 74).

Atina

“Müneccimlerin rivayetine göre yirmi sekizinci örfi iklimdedir. Eskilerin rivayetine göre Atina şehrinin imar tarihi, Kavs burcu ve Müşteri evidir. Onun için ahalisi, çekilmiş yay gibi her tarafa gidip, müşteri avlayıp ticaret yaparlar. Beyt-i nâri’de bulundukları cihetle, ahalisi ateş parçası gibi hiddetli kudurmuş Kumlardır." (Danışman (12), 1971: 150; Kahraman-Dağlı-Dankoff (8), 2003: 122).

Anapoli (Mora paşasının hası ve voyvodalıktır)

“Müneccimlere ve usturlaba göre yirmi sekizinci örfi iklimdedir. Talihi Mizan burcunda beyti Zühre’de ve havaide bulunmuştur.'” (Danışman (12),1971: 189; Kahraman- Dağlı-Dankoff (8), 2003: 165).

Belgrad

Bu şehrin talihi Sünbüle burcu, Utarit beyti ve Türabit olup, ürünleri bol, halkı hâlim ve selimdir.”” (Danışman (13), 1971: 8; Kahraman-Dağlı-Dankoff (8), 2003: 310).

İlbasan (Rumeli’nde Arnavutluğun Gelincik Şehri Bu Elbasan Şehridir) “Talihi Mizan burcu, beyti Zühre ve havaide olup, halkı sevinçlidir.”” (Danışman (13), 1971: 17; Kahraman-Dağlı-Dankoff (8), 2003: 322).

Tekirdağ

“Şehrin talihi Mizan burcunda bulunup, beyti Zühre ve havai olduğundan halkı tartı ile itidal hesabı geçip, Zühre gibi zevk, şevk ve iş ve işrete meyillidirler.” (Danışman (13), 1971: 36-37; Kahraman-Dağlı-Dankoff (8), 2003: 349).

Mekke

“Yıldız talihli olmakla ahalisi zevk ve sefada, hayhuyda, saz ve sözdedir.”” (Danışman (14), 1971: 54; Dağlı-Kahraman-Dankoff (9), 2005: 401).

Ülke Burçları

Mısır

“Mısır’ın tabiatı zühredir. Halkı saz ve söze, zevk ve sefaya düşkündür.”” (Danışman (14), 1971: 297).

Yıldız talihinde Kevakibi Merih saatte bina olmadığı için içinde daima fitne, kavga, katil eksik değildir. Ama talihi gayet kuvvetlidir. Her vakit bolluktur.” (Danışman (15), 1971: 38-39).

Bahçe Burçları

Çengelköyü Kasabası’ndaki Has Bahçe

“Sarayları bilhassa içindeki Has Bahçe çok mükelleftir. Tumturaklı, parlak bir irem bağıdır. Fakat, Allah bilir bu bahçenin talihi Merih (Merkür) burcuna tesadüf etmiştir.” (Danışman (2), 1970: 167; Gökyay (1), 1996: 200).

FAL ÇEŞİTLERİ İLE İLGİLİ METİNLER

Kitap Falı

Hafız Şirazi Divanı ile Bakılan Fal

“940 tarihinde Süleyman Han Tebriz’in Evcanyaylasında otururken, Acem diyarını yağma etmeye seksen bin askerle Paşa’yı serdar edip gönderdi ki, Erdebil, Merâga, Küheran, Kâşan taraflarını talan ede. Şah dahi Osmanlının bu hareketinden haber alıp yetmiş bin askerle Halfeddin Han’ı başkumandan yapıp gönderdi. Her iki asker bu Sericem sahrası içinde durdular. Akkoyunlu beyzadelerinden Murat Bey, Horasan diyarından üç bin yiğit ile Osmanlı’ya yardımcı ve Acem’e kan içici düşman olarak geldi. Murat Bey karakolda gözcülük ederken, Acem askerinden bir korucu başı ele geçirip, serdar İbrahim Paşa huzuruna getirdi. İbrâhim Paşa dahi dili (esiri) söyletip, Şahın dahi geleceği haberini aldı. Hoca Hafız Şirazi Divanı ’nı açıp, fala bakarak şu beyit geldi:

Duşi ez Cenâbı asaf peyki beşâret âmed

Ve zi hazreti Süleyman usreti esâret âmed

Hemen yiğit serdarın şecâat ve cesâret damarları hareket edip, Süleyman Han’ın dahi ocak yaylağından asker üzerine imdada geleceği haberi gelir.” (Danışman (7), 1970: 67; Dağlı-Kahraman (4), 2001: 200).

“Peçevi Yiğitleri: Hepsi Müslüman ve Farisî okuyan kimseler olup, ellerinde Hâfız Divânı, Gülistan ve Bostan, Hayam ve Nizamî Divanları düşmez. Çoğunlukla düşman üzerine çeteye gitmek istedikleri vakit, Hâfız Divanı ’ndan fala bakarlar. Güzel bir beyit gelirse hemen Allah’a tevekkül edip, giderler. Allah’ın emriyle zaferle dönerler.” (Danışman (9), 1970: 300; Kahraman-Dağlı (6), 2002: 118).

Evliya Çelebi’nin Seyahatname ile Fal Bakılabileceğini Söylemesi

Evliya Çelebi eserini bitirdikten sonra ,

“Bir âdem tefeül murat edinse her sahifeyi açtıkça biemri Hayyi Kadir hasb-i hâline münasib bir şehir, kurâ ve kasabatlar gele” başlığı altında, sayfa numaralarını göstermeden son cildin bir fihristini yapar (Danışman (15), 1971: 287).

Resim Falı

“Tasvirci Falcı Esnafı: Bir kişidir, Mahmutpaşa çarşısında ‘Hoca Mehmet Çelebi’dir. Yaşlı bir zattır. Süleyman Han ’ın sohbetiyle müşerref olmuştu. Birçok padişahların, peygamberlerin, hesapsız kaleler önündeki muharebelerini, denizde gemilerin muharebelerini, eski ressamların sihirli, beğenilmiş kalemleriyle beyaz kâğıtlar üzerine yapılmış resimlerini dükkânına asar, gelip geçen, bir akçaya verip talih tutardı. O da bu resimlerden birini açardı. Muharebe mi gelir, Yusuf ve Züleyha mı gelir, Leylâ ile Mecnun mu gelir, Ferhat ile Şirin mi gelir, yahut geçmiş pehlivanların birbirleriyle güreşleri veya ıyşu işretleri mi gelir! Her ne gelirse ona münasip kendince beyitler söylerdi. Mesela Ferhat gelirse:

‘Bu fal issine geldi işte Ferhat

Çalışmakla olursun sen de dilşat’ derdi.” (Danışman (2),1969: 290; Gökyay (1), 1996: 292).

Bakla Falı

Edirne (1065 senesi): Hakir dedim ki,

‘Efendim, Ak Mehmet Paşa’nın da buraya gelmesini buyurmuştunuz. işte Edirne’ye yakın Havsa’da Sultanımın fermanını bekler.’ deyince Paşa,

‘Bir müneccim adamdır. Varsın İstanbul’da bir zaman fal açıp, bakla salıp, talihini yoklayıp, bir mansıp tedarik ede.’ diye beyaz üzerine yazdı.” (Danışman (12), 1971: 67; Kahraman-Dağlı-Dankoff (8), 2003: 28).

El Falı

Selim Han çıkınca Sultan Gavri kendi talihinin kuvvetini yıldız bilginlerine ve Selim Han’ın talihini yoklatıp bütün kâhinleri, remilcileri, cifircileri, fal açanları, el falına bakanları, harf ilmi, şane ilmi, davet ilmi sahipleri Gavri’ye dediler:

‘Sana bu niyet ettiğin kimseden zarar gelir.’

Gavri de başının çaresine bakıp, bütün kıymetli mal ve eşyasını İskenderiye Kalesi hâzinesine doldurdu.'” (Danışman (14), 1971: 145).

GELECEĞİ VE GERÇEĞİ ÖĞRENME İLE İLGİLİ PRATİKLER

Geleceği Öğrenmek ile İlgili Pratikler

Baba Lokman Ziyaret Yerindeki Balıklar ile Geleceği Öğrenme

Bir de ta aşağı şehrin ‘Baba Lokman’ adında bir ziyaret yeri vardır. Filozoflardan bir zat imiş. Tılsım ilmi ile bir kaynak âb-ı hayat kuyu çıkarmış. Kevser gibi bir yumuşak sudur ki, bir damla içen hasta, hayat bulur. Bunun içinde nice balıklar öteye, beriye giderler. Birçok adamlar fala bakıp, ‘Eğer benim işim hayır ile tamamlanırsa bu balıklar verdiğim ekmeği yesinler ve eğer işim rast gelmeyecekse, hayır ile tamamlanmayacaksa ekmeğimi yemesinler’ derler. Allah’ın emriyle birçoğunu yerler, işi rast gelir, birçoğunun yanına bile gelmeyip yemezler, o kimsenin işi dahi rast gelmez.”” (Danışman (9), 1970: 101-102; Dağlı- Kahraman-Sezgin (5), 2001: 299).

Camiülgarb’ın Avlusundaki Hurma Ağacı ile Geleceği Öğrenme

Avlunun ortasında bir hurmalık vardır. Allah’ın hikmeti, bu hurma ağacı taş olmuştur. Rivayete göre Hazreti Ali bu hurmaya düldülünü bağlayıp ‘taş gibi dur’ demiş olduğu için bu hurma taş olmuş derler. Yolcular bu ağaca on adım uzaklıkta durup, gözlerini kapayıp niyet tutarlar ve ‘eğer yurduma salimen varacaksam hurma ağacına doğruca varayım’ der. Ağaca doğru varamazsa daha birkaç gün kalır. Tecrübe edilmiştir. ‘Niyet taşı’ derler. On adım yerden gözünü yumup gelip el vurursa niyeti olur ve vuramazsa o niyetinden vazgeçmelidir. Tecrübe edilmiştir.

Bu caminin doğu tarafında elli adım ileride bir mermer direk vardır. Buna da bazı kimseler, ‘Bu taşa doğruca varırsam bu sene Kabe’ye gideyim’ der, gözü kapalı gider. Doğru varırsa Kabe’ye gider, varamazsa gidemez tecrübe edilmiştir.”” (Danışman (15), 1971: 94-95).

Cebeli Tayr [Mısır]’daki Mağaranın İçindeki Kuş Ölüleri ile Geleceği Öğrenme

Dağda büyük bir mağara vardır. Seher vakti bütün kuşlar bu mağaranın üzerinde yedi defa feryatlarla dönüp uçarlar. Sonra mağaranın önünde toplanıp, güya meşveret ederler. Sonra her cins kuşlardan birer tanesi mağaraya girer. içeride ölünceye kadar mağara önündeki kuşlar uçmazlar.

Halkın kanaatine göre, eğer mağara içine giren kuşlardan hiçbiri asılıp kalmamış ise o sene Mısır’da kıtlık olacağına alamettir derler. Herkes yiyeceklerini ambarlara korlar. Asılı iki kuş bulunsa halkın tohumu ancak çıkar. Üç kuş bulunsa bolluk olur. Nil on altı arşın yükselir. Eğer dört kuş asılı ölü bulunsa Nil yirmi arşın taşıp bütün eminler, mültezimler zengin olur, asılı kuşlar beş olursa Nil yirmi iki arşın taşar, bütün reaya ve beraya bar olur. Kuş altı olursa Nil yirmi altı zira’ taşar, halk mahsullerini ambarlardan kaldırmaktan aciz kalır, tecrübe edilmiştir. Sait fellahları itikadı böyledir. Kâhinlerin acayip bir tılsımıdır. Hâlâ bu tılsımın tesiri devam eder.” (Danışman (15), 1971: 142).

Mısır Halkının Tefeül Etmesi

“Ramazan hilali görünmeyip, sabahleyin bütün Mısır halkı Ramazan değildir diye oruçlarını yemiş iken kuşluk vakti, tercümanbaşı Mirza Kaşif ve bir çok kimseler, ‘Biz akşam ayı gördük’ diye şahitlik edince Osman Paşa, ‘Bre adamlar, ya bize ayı gördük diye niçin haber vermediniz. Bu kadar yüz bin Mısırlı orucu yedi’ diye Paşa gazaplandı. Tercüman Mirza Kaşif o yüzden azledildi. Ertesi gün öğle zamanı tellallar bağırıp, öğle vakti oruç tutturulduğundan Mısırlılar tefeül edip, kıtlık olur dediler. Ve yine öğle oldu.” (Danışman (15), 1971: 285).

Gerçeği Öğrenmek ile İlgili Pratikler

İtil Kabilesinin Zina Sonucu Doğan Çocukların Babalarını Tespit Etmeleri

“Mezhepsiz, gidişi kötü, leş yiyen, eşeğe binen bir kavimdir. Kendilerine sorulsa, ‘Hz. Hamza sülalesindeniz’ derler, ama oruç, namaz, hac ve zekatın ne olduğunu bilmezler. Bir avret ile yedi sekiz erkek birden evlenir. Bu kadından bir veled-i zina hasıl olsa babasını belli etmek ne kadar güç! Fakat haramzadeler bunun da kolayını bulmuşlar. Çocuğa bir elma veriyorlar, çocuk elmayı babalık iddia edenlerin hangisine vurursa, onu babasıdır diye hükmederler. Bundan sonra avret onun hükmünde olup, kimse ona karışamaz. Acem ülkesinde ‘Mum söndüren’ diye ünlü olan habis kavim bunlardır.” (Danışman (3),1970: 286; Kurşun- Kahraman-Dağlı (2), 1999: 146).

Kazvin (Irak) Şehrindeki Kuyu ile Suçluların Belirlenmesi

“Bir bağda eski bir su kuyusu vardır. Hâkimler, katil ve suçlu olduğu zannolunan kimseyi kuyunun kenarına bağlarlar. Eğer bir herif hakikaten suçlu ise kuyudan siyah bir duman çıkıp, kötü bir koku duyulur. Bunun üzerine herifi katlederler. Kuyudan duman falan çıkmazsa adamı salıverirler.

Yine Hazreti Danyal kilisesi yakınında bir bağda eski bir su kuyusu vardır. Hâkimler çalmış olan haramiyi bu suyun kenarına koyarlar. Eğer herif hakikaten hırsız ise kuyudan ‘budur budur’ diye bir ses işitilir. Günahsız ise kuyudan hiçbir ses gelmez. Herifi salıverirler.” (Danışman (79, 1970: 103; Dağlı-Kahraman (4), 2001: 220).

4.5. DİĞER METİNLER

Sen Roha Şehrindeki Sütun

“Burada ibret verici bir somaki sütun vardır ki doğu tarafında bir çeşit İbrani yazısı olup, bütün bilgi sahipleri ve seyyahlar gelip onu okurlar. Hazreti İdris aleyhisselamın yazısı olduğunu söylerler. Mısır’dan Kıptî kavmi bilginleri gelip yazıyı okumuş ve İdris’in yazısı olduğunu tespit eylemişler.

Burası tufandan evvel bina olunmuş büyük bir şehir iken sonradan harap olmuştur. Hâlâ Yahudi ve Kıptî kavimleri Hazreti İdris yazısı ile süslü olan sütuna bakıp içten ah ederler.

Bu harap şehirde kırık büyük hazine vardır derler. Ve bu dünyada kıyamet gününe kadar ne olacaksa bu sütunda yazılıdır diye Mağrip kavimleri hasret çekerler.” (Danışman (5), 1970: 57-58; Kahraman-Dağlı (3), 1999: 100).


KAYNAKÇA

AKTAŞ, Recep (1973); Islâm Dininin Yasak Ettiği Batıl inanışlar, İstanbul.

ALBAYRAK, Erol (2006); Erciş’te Eski Türk İnançlarının İzleri, Niğde Üniversitesi: Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi.

ALPTEKİN, Ali Berat (2005); Evliya Çelebi Seyahatnamesinden Seçmeler, Ankara.

Ana Britannica 1 (1990), İstanbul

ARAT, Reşid Rahmeti (1991); Eski Türk Şiiri, Ankara.

ARMAĞAN, Mustafa (2004); İlber Ortaylı ile Tarihin Sınırlarına Yolculuk, İstanbul.

ARSLAN, Arif (2002); Büyü, Fal ve Kehanet, İstanbul.

ATALAY, Besim (1998); Divanü Lûgat-it-Türk Tercümesi I, Ankara.

ATALAY, Besim (1998); Divanü Lûgat-it-Türk Tercümesi II, Ankara.

ATALAY, Besim (1999); Divanü Lûgat-it-Türk Tercümesi III, Ankara.

ATALAY, Besim (1999); DivanüLûgat-it-TürkDizini “Endeks”, Ankara.

AYDIN, Mehmet (1995); “Fal”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (12), İstanbul, 134-138.

BANARLI, Nihat Sami (1998); Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul.

Başlangıcından Günümüze Kadar Büyük Türk Klasikleri 1 (1985), İstanbul.

Başlangıcından Günümüze Kadar Büyük Türk Klasikleri 5 (1987), İstanbul.

BAYRI, M. Halit (1936); “Büyüler Hakkında”, Halk Bilgisi Haberleri, (63): 49-55.

BAYRI, M. Halit (1937); “Büyüler Hakkında”, Halk Bilgisi Haberleri, (64): 89-99.

BAYSUN, M. Cavid (1977); “Evliya Çelebi”, Milli Eğitim Bakanlığı İslam Ansiklopedisi (4), İstanbul, 400-412.

BEYDİLİ, Celal (2005); Türk Mitolojisi Ansiklopedik Sözlük, Ankara.

BORATAV, Pertev Naili (2003); Yüz Soruda Türk Folkloru, İstanbul.

BOYRAZ, Şeref (2006); Fal Kitabı Melhemeler ve Türk Halk Kültürü, İstanbul.

COŞKUN, Arif (1995); İslâm’a Göre Sihir, Cin Çarpması Teşhis ve Tedavi Usulleri, İstanbul.

ÇELEBİ, İlyas (1995); “İslâm’da Fal”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (12), İstanbul, 138-139.

ÇELİK, Ali (2005); Mânilerimiz ve Trabzon Mânileri, Ankara.

DAĞLI, Yücel-Seyit Ali Kahraman (2001); Evliya Çelebi Seyahatnamesi Topkapı Sarayı Bağdat 305 Yazmasının Transkripsiyonu-Dizini (4), İstanbul.

DAĞLI, Yücel-Seyit Ali Kahraman-İbrahim Sezgin (2001); Evliya Çelebi Seyahatnamesi Topkapı Sarayı Bağdat 307 Yazmasının Transkripsiyonu-Dizini (5), İstanbul.

DANIŞMAN, Zuhuri (1969); Evliyâ Çelebi Seyâhatnamesi I, İstanbul.

(1969); Evliyâ Çelebi Seyâhatnamesi II, İstanbul.

(1970); Evliyâ Çelebi Seyâhatnamesi III, İstanbul.

(1970); Evliyâ Çelebi Seyâhatnamesi IV, İstanbul.

(1970); Evliyâ Çelebi Seyâhatnamesi V, İstanbul.

(1970); Evliyâ Çelebi Seyâhatnamesi VI, İstanbul.

(1970); Evliyâ Çelebi Seyâhatnamesi VII, İstanbul.

(1970); Evliyâ Çelebi Seyâhatnamesi VIII, İstanbul.

(1970); Evliyâ Çelebi Seyâhatnamesi IX, İstanbul.

(1970); Evliyâ Çelebi Seyâhatnamesi X, İstanbul.

(1970); Evliyâ Çelebi Seyâhatnamesi XI, İstanbul.

(1971); Evliyâ Çelebi Seyâhatnamesi XII, İstanbul.

(1971); Evliyâ Çelebi Seyâhatnamesi XIII, İstanbul.

(1971); Evliyâ Çelebi Seyâhatnamesi XIV, İstanbul.

(1971); Evliyâ Çelebi Seyâhatnamesi XV, İstanbul.

DEVELLİOĞLU, Ferit (2000); Osmanlıca - Türkçe Ansiklopedik Lûgat, Ankara.

ERSOY, Mehmet Akif (1974); Safahat, (Hazırlayan: Ömer Rıza Doğrul), İstanbul.

EYUBOĞLU, İsmet Zeki (1987); Anadolu Büyüleri, İstanbul.

EYUBOĞLU, İsmet Zeki (1996); Cinci Büyüleri Yıldızname, İstanbul.

GÖKALP, Ziya (2005); Türk Töresi, (Hazırlayan: Yalçın Toker), İstanbul.

GÖKYAY, Orhan Şaik (1996); Evliya Çelebi Seyahatnamesi Topkapı Sarayı Bağdat 304 Yazmasının Transkripsiyonu-Dizini (1), İstanbul.

HACIYEVA, Maarife-Celal Tarakçı-Şahin Öztürk (1995); Azerbaycan Edebiyat Terimleri Sözlüğü, Samsun.

HAMAMİZADE İhsan (1931); “Trabzon Âdetleri”, HaklBilgisi Haberleri, 2(17): 102-103.

HANÇERLİOĞLU, Orhan (1975); İnanç Sözlüğü Dinler-Mezhepler-Tarikatler-Efsaneler, İstanbul.

HANÇERLİOĞLU, Orhan (1994); İslam İnançları Sözlüğü, İstanbul.

http://www.astromerkez.com/gizliilim.php?c=5&p=107&

http://www.geocities.com/haydarinyeri/html/hayvansa.htm7200623

http://www.nasihatler.com/nasihat oku.asp?haber = 241

http://www.sevde.de/islam_Ans/T7T2/120.htm

http://www.sihirevi.com/sihirbazliktarihi.htm

İLGÜREL, Mücteba (1995); “Evliya Çelebi”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (11), İstanbul, 529-533.

İNAN, Abdülkadir (2000); Tarihte ve Bugün Şamanizm Materyaller ve Araştırmalar, Ankara.

İslam Ansiklopedisi 10 (1988), İstanbul.

KADİRZADE, Kadir İbrahimoğlu (2005); Âdetler İnançlar ve Türklerin Soy Kütüğü Meselesi, (Türkiye Türkçesine Aktaran: Ahmet Doğan), Ankara.

KAHRAMAN, Seyit Ali-Yücel Dağlı (1999); Evliya Çelebi Seyahatnamesi Topkapı Sarayı Bağdat 305 Yazmasının Transkripsiyonu-Dizini (3), İstanbul.

KAHRAMAN, Seyit Ali-Yücel Dağlı (2002); Evliya Çelebi Seyahatnamesi Topkapı Sarayı Kütüphanesi Revan 1457 Numaralı Yazmanın Transkripsiyonu-Dizini (6), İstanbul.

KALAFAT, Yaşar (2004); Altay’lardan Anadolu’yaKamizm Şamanizm, İstanbul.

KARADENİZ, Fikret (1985); “Giresun’da Büyüsel İnanç Sistemi İçinde Gül ve Yastık Büyüleri”, Türk Folkloru, 7(75): 11-12.

KARADENİZ, Fikret (1985); “Giresun Yöresinde Toplumun Cin, Peri, Büyü, Cadı İnanç ve Masallarına Katılımı”, Türk Folkloru, 7(76): 5-7.

KARAMUK,         Gümeç; “Evliya Çelebi’nin Kültür Tarihindeki Yeri”,

http://www.history.hacettepe.edu.tr/archive/evliyacelebi.htm

KORKMAZ, Esat (2003); Eski Türk İnanışları ve Şamanizm Terimleri Sözlüğü, İstanbul.

KURŞUN, Zekeriya-Seyit Ali Kahraman-Yücel Dağlı (1999); Evliya Çelebi Seyahatnamesi Topkapı Sarayı Bağdat 304 Yazmasının Transkripsiyonu-Dizini (2), İstanbul.

KUTLUER, İlhan (1992); “İslam Literatüründe Burç”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (6), İstanbul, 422-424.

ÖRNEK, Sedat Veyis (1971); 100 Soruda İlkellerde Din, Büyü, Sanat, Efsane, İstanbul.

ÖRNEK, Sedat Veyis (1981); Sivas ve Çevresinde Hayatın Çeşitli Safhalarıyla İlgili Batıl İnançların ve Büyüsel İşlemlerin Etnolojik Tetkiki, Ankara.

ÖRNEK, Sedat Veyis (1995); Türk Halk bilimi, Ankara.

ÖZBEK, Yusuf (1994); İslâm Açısından Sihir, İstanbul.

ÖZSEVEN, Adil (1939); “Büyü, Fal ve Rüya Tabirleri”, Halk Bilgisi Haberleri, 8(93): 185­190, İstanbul.

ÖZTÜRK, İsmail (1982); “Gözdeğmesi (Nazar) İnancı ve Gözboncuğunun Tarihçesi”, Türk Folkloru, 4(39): 3-6.

PALA, İskender (1999); Ansiklopedik Divân Şiiri Sözlüğü, İstanbul.

ROUX, Jean-Paul (2002); Türklerin ve Moğolların Eski Dini, İstanbul.

Sahîh-i Buhârî Muhtasarı ve Tecrîd-i Sarîh Tercemesi ve Şerhi (8) (1984), (Müellifi: Zeynü’d-dîn Ahmed b. Ahmed b.Abdi’l-Lâtîfi’z -Zebîdî, Mütercimi ve Şârihi: Kâmil Miras), Ankara.

Sahîh-i Buhârî Muhtasarı ve Tecrîd-i Sarîh Tercemesi ve Şerhi (9) (1986), (Müellifi: Zeynü’d-dîn Ahmed b. Ahmed b.Abdi’l-Lâtîfi’z-Zebîdî, Mütercimi ve Şârihi: Kâmil Miras), Ankara.

Sahîh-i BuhârîMuhtasarı ve Tecrîd-i Sarîh Tercemesi ve Şerhi (12) (t.y.), (Müellifi: Zeynü’d- dîn Ahmed b. Ahmed b.Abdi’l-Lâtîfi’z-Zebîdî, Mütercimi ve Şârihi: Kâmil Miras), Ankara. SCOGNAMİLLO, Giovanni (2003); Astroloji ve Yıldız Bilimi, İstanbul.

SCOGNAMİLLO, Giovanni-Arif Arslan (2002); Doğu ve Batı Kaynaklarına Göre Büyü, İstanbul.

SCOGNAMİLLO, Giovanni-Arif Arslan (1999); Doğu ve Batı Kaynaklarına Göre Fal, İstanbul.

SERTOĞLU, Midhat (1986); Osmanlı Tarih Lûgatı, İstanbul.

SEZER, Sennur (1998); Osmanlı ’da Fal ve Falnameler, İstanbul.

Şemseddin Sami (1999); Kâmûs-ı Türkî, İstanbul.

ŞENTÜRK, Osman [1999]; Evliya Çelebi Seyahatname si’nde Folklorik Unsurlar, Niğde Üniversitesi: Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi.

TAN, Nail (1974); Evliya Çelebi Seyahatnamesi Folklorik Dizin Denemesi, Ankara.

TAN, Nail (2000); Folklor (Halk Bilimi) Genel Bilgiler, İstanbul.

TANPINAR, Ahmet Hamdi (1995); Edebiyat Üzerine Makaleler, (Hazırlayan: Zeynep Kerman), İstanbul.

TANYU, Hikmet (1995); “Büyü”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (6), İstanbul, 501-506.

Türk Ansiklopedisi 29 (1980), Ankara.

TÜRK DİL KURUMU (2000); Türkçe Sözlük (2 cilt), Ankara.

Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, Devirler/İsimler/Eserler/Terimler 8 (1998), İstanbul. ULLMANN, Manfred (1994); İslâm Kültür Tarihinde Maji, İstanbul.

UZUN, Mustafa (1995); “Falname”; Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (12), İstanbul, 141-145.

YILDIZ, Naciye (1995); Manas Destanı (W.Radloff) ve Kırgız Kültürü İle İlgili Tespit ve Tahliller, Ankara.

YÖRÜKAN,Yusuf Ziya (2005); Müslümanlıktan Evvel Türk Dinleri Şamanizm, Ankara.

YUSUF HAS HACİB (1994); Kutadgu Bilig, (Çev. Reşid Rahmeti Arat), Ankara.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar