Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nden
BÜYÜ METİNLERİ
Osmanlı Hududunun Sonu Say Kalesi (Mısır)
“Büyücü
avretleri meşhurdur. Ama büyücüleri Erzak cadıları gibi değildir. O
memleketlerde insanı eşek gibi anırtırlar, küpleri, postları ve tenekeleri
havada uçururlar.'” (Danışman (15), 1971: 163).
“Tophane,
Hristiyanlar zamanında bir orman olup içinde İskender Rûmî’nin bir manastırı
vardı. Kefereler o manastırı yılda bir kere ‘Aya Aleksandra’ diye ziyaret
ederler. İskender, Hint seferindeki birçok esirleri İstanbul’a getirerek
Tophanede büyük bir mağara içine ellerini, ayaklarını hurma lifi ile bağlayıp
hapsetmişti. Çoğu gulyabani gibi, korkunç beyaz devler, Elburz Dağları’nın
sihirci oburları, Abaza vilayetindeki Sadşa Dağı’nın kadın sihirbazları olup,
ellerine bağlanan tılsımlı iplerin kuvvetiyle kımıldayamazlardı. Bu kiliseyi
ziyarete gelenler, bu sihirbazları da seyrederlerdi. Vakta ki kışın erbain
(kışın şiddetli kırk günü) ve zemherî günleri gelirdi. Sihirbazlar
İskender’in izniyle tılsımla yapılmış bakır gemilere binip yelkensiz deniz
yüzünde göz kamaştırıcı şimşek gibi hareket ederek Makedonya, yani İstanbul
şehrini muhafaza ederlerdi. Kırk gün sonra gelip gemileri limana bağlayarak
hapse girerlerdi.”” (Danışman (2), 1969:134,135; Gökyay (1), 1996:185).
Sadi Çelebi’nin Sihirli Gösterisi
“Sâdi
Çelebi: Mertlik davası ile, Murat Han’ın huzurunda iri yarı bir bostancı
ellerini ve ayaklarını bağlayıp bir meşin harar (çuval) içine koydu.
Onun da ağzını bağlayarak Sarayburnu’ndan denize attılar. Çok vakit geçmeden
deniz yüzüne çıkıp, burnu bile kanamamış olduğu hâlde padişahın huzuruna geldi.
Yer öperek bir kese altın ihsan aldı ve çavuş zümresine katıldı.””
(Danışman (2), 1969: 336; Gökyay (1), 1996: 318).
Akka Sahrasındaki Sihirbazlık Gösterileri
“Bu Akkâ
sahrasında, yetmiş seksen bin askerle dururken, bahsi geçen cengâver Cezayir
kalyonlarından iki adet hizmetkârı ile bir pehlivan çıktı. Bütün askere, paşaya
ve diğer âyana yeşil bayraklar ve hediyeler verip:
‘ibretle
seyredilecek hünerlerim var. Hakikaten görülecek şeylerdir! ’ diye herkesi
meydana çağırdı. Mağrip (kuzey batı Afrika) toprağında hasıl olmuş bir ulu
âdemisi vardı. Üç gün öyle hünerler gösterdi ki, insan şaşırıp kalır. Bu üç
günde âyan (bir memleketin ileri gelenleri) ve eşraftan iki kese kadar
para topladı.
İlk
Marifeti: Yüzlerce adamlara, kavun, karpuz, kabak, hıyar, turp gibi
sebze ve bitki tohumları verip, herkese, elindeki tohumu yere sokup
seyretmesini emretti. Tohumları yere soktular. Hemen hokkabaz, o tohumların
üzerine bir yeşil tulum içinden bir çeşit su serpti. O anda bütün
çekirdeklerden sebze gibi yeşillikler meydana gelip, biraz sonra ürünler
kemalini buldu. Herkes ektiği yerden beşer, onar, kavun, karpuz, hıyar alıp
birbirlerine vererek yediler. Bu hâle herkesin eli ağzında kaldı. Herkes
şaşırdı.
İkinci
Marifeti: Paşa askerinden bir nice alüfte (iffetsiz, namussuz
kadın), aşüfte (iffetsiz kadın, aşifte), açık meşrepli levent
makulesi (takım, çeşit, soy) olanlar, bu pehlivanı bir harar içine
koyup, hararın ağzını öyle bağladılar ki, Süleyman’ın devleri gelse
çözemezlerdi. Hokkabaz ise bir kere harar içinden ‘ya Allah’ deyince kendisini
dışarıda buldu.
Üçüncü
Marifeti: Halk üzerine bir afsun okuyup üfledi. Herkes birbiriyle
öpüşmeye başladı.
Dördüncü
Marifeti: Bir afsun daha okudu. Halk birbirlerini başsız görüp
korkuştular.
Beşinci
Marifeti: Bir afsun daha okudu. Halk birbirlerini biçimsiz durumda
görerek bir hay huy ile olmayacak şakalar etmeğe başladılar. Ayıldıkları vakit
bu hâle gülerek hayretler içinde kaldılar. Üç gün içinde bunun gibi ibret
verici, akıl almayacak marifetler gösterdi. Sahra, adam deryası kesildi.
Üçüncü
Günkü Marifeti: Evvela iki hizmetçisine daire çaldırıp kendisi de
sema yaptı. ‘Bugünkü gün size, erenler, son marifetimi göstereceğim.’ diye,
cebinden bir küçük kopuz kadar kırmızı ve yuvarlak bir top çıkardı ki, ucunda
bir kınnab (ince sicim) ip bağlı idi. Meydana bir iri at kazığı kakıp, o
topun ucundaki ipi kazığa bağladı. O topu eline alıp kazığa bağlı olan ipten
çeke çeke on kulaç kadar ipi topun içinden çıkardı. Bu kere ‘ya Allah’ deyip, o
topu kol kuvveti ile havaya attı. Top havada titreyip boşlukta kaldı. Toptan şu
ses geliyordu:
‘Bütün
dostlar birer akça vermeyince inmem!’
Herkes
elinde olanı verdikten sonra topun dibine gidip:
‘işte akça.
In aşağı!’ dedi. Top yine yerinde kaldı. Nihayet bütün halk, beraberce ipi çeke
çeke indirmeye çalıştılar. On yerde ip, kangal kangal yığıldı. Üç fil yükü ip
oldu. Hep bu ipler, havada olan toptan iniyordu. Bu kere kendisi hiddetlenip
çırağına:
‘Var şu
topu indir!’ dedi. Hemen bir esmer renkli çırak, toptaki ipe yapışıp ve
cambazlık ederek, halkın gözü önünde ipten yukarı çıkıp, ta havada topun
üstünde durdu. Hemen usta:
‘Bre topu
indir, sen de in!’ diye ferman ide gördü. Ne hademe indi, ne de top! Onun için
de yüz kuruş kadar para toplayıp:
‘İn aşağı!’
dedi. Yine inen yok. Bu defa da öbür çırağa:
‘Var şunlar
ı aşağı indir!’ diye tembih edince, hemen kazıktaki ipe yapışıp gemici gibi gökyüzüne
çıkıp öbür çırağın yanına vardı. O dahi orada kaldı. Bu hâli görenler hayrette
kaldılar. Hemen sihirbaz:
‘Bre inin
oğlancıklar!’ diye nice adamlarla ipe yapışıp çeke çeke üç kangal ip daha
yığıldı. Oğlanlar ise havada rahat oturuyorlardı. Bu kere sihirbaz telaşa
düşerek hiddetlenip:
‘Hoş, adam,
pişman olursun. İşime engel olma sana, kıyarım!’ diye dalkılıç meydanda
dolaşırdı. Ama bu sözlerden maksadının ne olduğunu kimse bilmezdi. Hemen
sarığından bir kabak çekirdeği çıkararak yere dikti. Derhâl yeşil tulumdaki
sudan döktü. Büyük ve kırmızı bir kabak meydana geldi. Yine:
‘Gel adam,
benim marifetime engel olma!’ diye marifet meydanında dalkılıç gezerdi.
‘Bu kere,
bu marifetimi de seyredin, ümmeti Muhammed!’ deyip ipin yanına geldi. Oğlanlara
‘gelin, inin’ deyip, nice akçe toplayıp ve halktan hançer, kontoş (bilhassa
Tatar beylerinin giydikleri, geniş ve devrik kürklü bir yakası olan, dar yenli,
uzun kollu üstlük) gibi birtakım elbise aldı, giyindi. Sarığını beline
bağlayıp, elindeki kılıç ile yerden bitirdiği kabağa bir satır vurdu. Kabak iki
parça oldu. O anda ipe yapışıp, örümcek gibi çıkarak, oğlanların yanına varınca
dal satır olup:
‘Ben size
inin demez mi idim? Niçin inmezdiniz? Ey ümmeti Muhammed, Allah’a ısmarladık,
Endülüs diyarına bize yol göründü. Bu oğlanlar size Allah emaneti olsun. Bir
hoşça vakit eylen!’ diyerek, ilk çırağının başlarını kesip aşağı attı. Bir de:
‘Benim
sanatıma mâni olanın dahi başını bir hoşça gömünüz!’ dedi. Hava bir karardı.
Yerde bağlı olan kazıklı ip koptu. Sihirbaz havada kayboldu, halk hayret içinde
kaldı. İki çırağının kelleleri, cesetleriyle birlikte meydanda kaldı.
Bizim
paşanın masraf kâtibi Rum Mehmet Ağa dahi başsız bulundu. Bütün halk gördüler
ki, fakir Mehmet Ağa, Akkâ Kalesi içinde, Büyük İskender’in harabesinin bir
yüksek yerinden bu sihirbazı seyredermiş. Kendisi de marifetli bir çelebi
olduğu için, bütün elbiselerini ters giymiş ve ayağındaki pabucunu çıkarıp
başına sokmuş. Bu suretle sihirbazın sihir ve simyasını hükümsüz yapmaya
çalışıp dururken meydanda sihirbazın:
‘Adam!
Benim marifetime engel olma! Sana kıyarım. Sonra pişman olursun!’ demesi onun
için imiş. Hakikaten kabağı yerden bitirip, kılıç ile kesince, Mehmet Ağa
İskender sarayından aşağıya düşmüş, ters elbiseleriyle fakir Mehmet Ağa’nın
ölüsünü kaldırıp yıkayarak, Hazreti Salih yanına gömdüler.
İki çırağı
da Akkâ kumluğuna gömdüler. Sabahleyin hamama gidenler gördüler ki, sırtlanlar
iki çocuğun mezarından iki keçi leşi çıkarıp onları yerlermiş!
Meğer asla
konuşmayan o iki çırak, simya ilmi kuvvetiyle hareket eden cansızlarmış.
Merhum
masraf kâtibi Mehmet efendiye gadroldu. İşte bu Akkâ Kalesi’nde böyle bir garip
hâl seyrettik.” (Danışman (4),1970: 306-309; Kahraman-Dağlı (3), 1999:
69-70).
Hz. Muhammed’e Sihir Yapılması
“Nimeteyn-i
Sagîreyn (Akkâ): Bu iki pınara neden ‘iki nimet’ denildiğini ‘Manzara-ı
enhar ve uyun ve bi’r-i kermab’ (Nehirlerin, pınarlar ve sıcak su kuyularının
manzarası) adlı tarih şöyle yazıyor:
‘Bizzat
Hazreti Peygambere sihirbazlar sihir yapınca Cenab-ı Hakk’ın ilhamı ile Cenab-ı
Peygamber Şam yakınında Busra şehrine ticarete geldi. Orada Bahîra adlı bir
rahip vardı. Dedi ki:
‘Ya
Muhammed, sende sihir eseri var. Durma var git Akkâ’da ‘Nimeteyn’ denilen iki
pınar var. Birine Hazreti Mûsâ girip Firavunların sihrinden emin oldu ve Benî
İsrail’i Mısır’dan kurtardı. Birine Hazreti İsa girip İsraillilerin elinden
kurtularak göğe çıktı. Sen de o pınarlara gir yıkan ki Kureyş’in sihrinden emin
olasın. Ya Muhammed! Akkâ’da pınarlar çoktur. Herhangi pınar sana ‘Ene
nimeteynil Huld derse’ ona girip yıkan.’ dedi.
Hazreti
Peygamber tarif veçhile besmele ile girip yıkandı. Hazreti Peygamber bu pınarda
temizlendikten sonra kaya üzerine çıkıp ibadet etti. Orada mübarek başını
kayaya koyduğu yer bellidir.” (Danışman (5),1970: 6; Kahraman-Dağlı (3),
1999: 71-72).
Nil Nehrinin Sihir İle Hamas Şehrine
Getirilmeye Çalışılması
Ayn-ı
Seccan: Gazze yakınında ‘Übülle ’ denilen yerde küçük bir sahra var.
Bu sahrada beş adet güzel pınarlar akar. Bunlara ‘Ayn-ı Seccan’ derler.
Buralarda pınarların kenarlarına yastık, tencere ve kazan kadar yuvarlak taşlar
döşenmiştir. Bu taşlar arasında küçük bir ırmakçık da vardır. Suyun kenarında
yüksek, yekpare taştan bir büyük küp vardır. İçi ağzına kadar tatlı su doludur.
Bu küpten bir ordu asker on gün, on gece su taşısalar yine bir zerresi
eksilmez. Her vakit su ile dolu durur. Suyunu almasalar yine ağız ağıza dolu
durur. Asla taşmaz. Tuhaf hikmettir!
Asıl garibi
şudur ki bu sudan yabani hayvanlar, kuşlar, hayvanlar içseler tüyleri dökülüp
çıplak kalırlar. insanlar içse birçok dertlerine ilaç olur.
Diğer bir
hikmeti: Bu büyük küpten kötü bir adam su almak istese bir katre su bulamaz.
Temiz bir çocuk el uzatsa su ile dolu görür. Bu küpü buraya yakın Mermas şehri
harabesinde gömülü olan Calinos hakîm tılsımla yapmıştır derler.
Diğer
Acayiplik: Tarihçilerin söylediğine göre, Hazreti Peygamberin doğuşundan sekiz
yüz seksen iki sene evvel Büyük iskender asrında bu Gazze yakınında deniz
kıyısında Askalan şehrinden ta Kıbrıs vilayetine varıncaya kadar deniz içinde
geniş bir yol vardı. Bütün kara ve deniz tüccarları, o caddeden gidip
gelirlerdi. Hatta Mısırlıların Kıptîler asrında yapılan kilisenin büyük
sütunlarını, bu geniş cadde üzerinde, camus (manda, su sığırı) ve
develer ile çekip Mısır ’a getirmişlerdir. Sonra İskender asrında Hamalı bir
Yahudi, Mısır’ın mübarek Nil nehrini sihir ile Hama şehrine getirirken, o şişe
içindeki Nil suyu yere dökülüp göl meydana çıkınca, Kıbrıs yolunun yarısı
battı. Diğer yarısı da İskender Karadeniz’i kesip Akdeniz’e karıştığı yerde
batıp, günümüze kadar gemiciler Kıbrıs’tan gelirken o yolları denizde görüp
sığlarından kaçıp gemilerini alarga ederek (açılarak, uzaklaşarak) geçerler.”
(Danışman (5),1970: 21-22; Kahraman-Dağlı (3), 1999:80).
Çalık Kavak Köyü (Rumeli)’ndeki Sihirli
Olaylar
“O balkanda
bütün hademelerimle bir Bulgar evine misafir olup ateş kenarında safa- yı
hatırla otururken onu gördüm. Kapıdan içeri çirkin suratlı bir acuze saçlarını
darmadağınık ederek girdi. Çekinmeden ateş başına oturup kendi dili ile birçok
sövdü. Hakir öyle anladım ki dışarıda hademelerimiz biraz uygunsuz hâl ve
tavırlar ve olmayacak teklifler etmişler olalar. Hademelerimi çağırıp tembih
ettiğimde ‘Haşa bir şeyden haberimiz yoktur.’ dediler. Sonra bu acuzenin
(cadı karı) yanına yedi adet gulam (köle, esir, kölemen) gelip çağıl
çağıl Bulgarca söyleşerek ateşin etrafını sardılar. Hakire asla yer koymadılar.
Garip temaşadır diye yek yakadan seyrederdim. Onu gördüm ki o acuze ocak
başından kül alıp ötesine berisine sürerek elinde kalan külü dahi bir afsun
okuyup ocak başındaki çıplak yatan kızlar ve oğlanların üzerine saçtı. Onların
yedisi de birer iri piliç olup ‘çu çu’ demeye başladılar. Hemen elinde geride
kalan külden kendi başına saçınca o an kendisi de bir büyük kuluçka tavuk olup
gark gark diyerek kapıdan dışarı çıktı. Ardı sıra yedi piliçler dahi çıktılar.
O an ‘Bre oğlan!’ diye can havliyle feryat ettiğimde gulamlarım uykudan uyanıp
geldiler. Gördüler ki burnumdan kan boşanmış! ‘Bre bu ne hâldir, bir dışarı
çıkın! Bir kütürtü oluyor’ dediğimde dışarı çıktılar. Gördüler ki atlar arasına
mezkûr tavuk ve piliçler girdiğinden atlar boşanıp birbirlerini helak
ediyorlar. Hâlbuki atlar tavuktan, hınzırdan hoşlanıp onlar da sıraca ve kızıl
kurt marazları bulunmaz. Onun için nalbant dükkânları tavuksuz, değirmenler
domuzsuz olmaz. Beride atlar birbirini helak ederken köyde reaya (bir
hükümdar idaresi altında bulunan ve vergi veren halk) bu hâlden agâh olup
(haberdar olup) atları bağladılar. Cadı tavuklar bir tarafa gittiler.
Gulamımın gördüğü üzere - onun anlatmasıdır - der ki:
‘Onu gördüm
ki bir kefere, hemen tavukların üzerine sepe sepe işediğinde o sekiz tavuk benî
Âdem (Âdemoğulları, insanlar) olup yine o ihtiyar acuze oldu ve o
işeyen, acuze ve gulamları döve döve bir tarafa götürdü. Ardı sıra baktık.
Meğer gittikleri hane kiliseleri imiş. Hatunu papaza verip papaz dahi okuyarak
aforoz mandeloş eyledi.’
Bu veçhile
gulamıma yemin ettiler. ‘Antepli Müezzin Mehmet Efendi hademeleri, Mataracıbaşı
hademeleri dahi görüp tavuğun insan olduğuna şahit oldular.’ dediler. O gece
sabaha kadar korkumdan veya kanımın hareketinden burnumun kanı dinmedi. Ta
vakit sabah oldukta kandan kurtuldum. Sonra müezzin ve mataracının hademelerine
sordum ‘Vallahi akşam tavukların üzerine o Bulgar işeyince tavuklar adam oldu.
isterseniz işeyen Bulgarı getirelim.’ dediler. Ben de:
‘Canım,
haydi getirin.’ dedim. O an Bulgar gülerek:
‘Sultanım,
o karı başka soydur, kış geceleri yılda bir kere öyle kara koncolos (umacı
ve gulyabani gibi çocukları korkutmak için icat edilmiş hayali varlık) olurdu.
Ama bu yıl tavuk oldu. Kimseye zararı yoktur.’ deyip gitti. İşte bu hakir
mezkûr Çalık Kavak’ta böyle bir temaşaya düşüp gelip aklım başımdan gideyazdı.”
(Danışman (5),1970: 255-257; Kahraman- Dağlı (3), 1999:210-211).
Bitlis’teki Sihirbazlık Gösterileri
“Bir garip
kıyafetli iğrenç manzaralı bir Kürt âdemi... Başında kuş yuvası olacak kadar
uzun bir sarığı var. Ancak meşale topu olmaya layık sarı, kırmızı, beyaz, yeşil
sakalı var. Ta kemerine inmiş, kendisi bir zayıf ata binmiş, eline iri bir
yılan almış. Altındaki fakir at, şâh vefukaraya yılan ile kamçı vurur. Fakir
beygir bir adım atar, ama öbür adımını ahirete atmak istiyor. Gözünün asla feri
kalmamış. Ayakları güya nane çöpü gibi olmuş. Bütün kemikleri birer birer
sayılır. Sağına soluna sersem olmuş gibi sarhoş hâlinde yürür. Elmacık
kemiklerine ikişer torba asmış, o fakir at ise ahirete ayak basmış. Yine böyle
iken o zayıf atın karnına kamçı vurur, kâh iner, kâh biner. Güya bu pis herif
çeşitli oyunlar yapar. Bütün halk da buna güler.
Hanın
Kurban Ali adlı bir gulamı herife bir altın verip:
‘Canım
Molla Mehmet, şu küheylanı beraber koştur!’ dedi. Hakir:
‘Hey
âşık... Bre o son koşusu ahirette olacak.’ dedim.
Hemen
biricik yılandan kamçı ile zavallı ata çarpıp, dizgin devşirip, o sarp kayalık
içine yalçın kayalara çıkıp, Han ile Paşa’nın yanından yıldırım gibi, o lağar
at ile öyle geçti ki, bütün paşalar hayrette kaldılar. Han’ın askeri ise hayret
değil, gülerlerdi.
Yine öte
baştan beri başa doludizgin kayadan kayaya atını çökerterek, gök gürültüsü gibi
geçip geriye, hanın askeri içine girdi. Hemen herifin yanına vardım. ‘Atı
soluyor mu?’ diye atının yüzüne gözüne baktım. Ne gözünde nur var, ne soluk
alır, ne durur. Bunda öyle bir alamet yok. Sübhanel Hallâk... Bu ne sırdır
derken herif hakire hitap ile tebessüm ederek:
‘Kişi! Ne
çoh bakmışsan. Satın mı alırsan? Mu menim (bu benim) atalarımdan beri kalmış
atımdır. Paşan dahi istese men munu virmenem (ben bunu vermem) ve cihan hâlkı
buna baha yetiştiremezler. ’ diye birçok lâf attı. Han ’ın çaşnigirbaşısı
(yemeklerin tadına bakan kimse, sofracıbaşı) Mustafa dedi ki:
‘Evliya
Çelebi! Sen bu zayıf atı ne sanırsın? Bu Han’ın külhanında (hamamlarda
döşeme altında bulunan ve ısınmayı sağlayan kapalı, büyük ocak) yığılmış bir
tomruk kütük parçası idi. Han, bu mollaya, alaya binmek için bir at vermediği
gibi, Melek Ahmet Paşa alayına karşı benim alayımı küçültürsün, alaya gitme
diye tembih etmişti. Hemen bu molla gidip, külhanda bu tomruğa bir afsun edip,
tomruk bu şekilde bir at hâlini aldı. işte ona binerek böyle marifet göstererek
saçmalıklarda bulundu. Ama Han çok gücendi. Çünkü sizin paşa bu atın simya ile
meydana getirildiğini duyarsa, Han’ın simyacıları ve kimyacıları, sihirbazları
var imiş der, bu yüzden, sonunu düşünerek Han çok üzülmüştür.’
Bunu
işitinc e aklım gidip:
‘Bre canım
çaşnigirbaşı, Peygamberi seversen sen ne dersin? ’ dedim. Çaşnigirbaşı:
‘Hazreti
Sultan Evhadallah’ın temiz ruhu için böyledir. O molla yârandan bir kimsedir.
Kâh bir sütun parçasına, kâh tekneye, kâh küpe, kâh posta, kâh böyle bir ağaç
parçasına binip bir afsun eder. O at binip ne tarafa giderse gider. Kedi,
koyun, köpek ve diğer canlı kısmından birisine binse Ali Düldül’ü gibi
oynattırıp cirit oynatır.’ diye yemin etti.
‘Hakir buna
inanmam. Elbette bu esrarı öğrenmem gerek.’ diye çaşnigirbaşına rica ettim.
Çaşnigir:
‘Nola düş
yanıma!’ deyip Molla Mehmet’in arkasından Han’ın yanına vardık. Hemen sihirbaz
molla, o at ile bağın arka kapısından içeriye girip, kimse yok zannederek
külhana doğru girince, hakir piyade olup, üç gulamım ile onu gördük ki. Attan
inip, elindeki yılanı çakşırı (erkeklerin iç donu üzerine giydikleri,
belden uçkurlu, diz kapağının altında birden darlaşıp bacağı saran, bazen
paçalarına birlikte giyilen bir mest dikilmiş olan, çuhadan yapılma üst
giyeceği, bir tür pantolon) içine koydu. Çömelerek yere oturdu. Bir anda
yine çakşırından bir uçkur çıkarıp zayıf atın boğazına bağladı ve bir nara
attı. O anda her taraf karardı. Anı gördüm ki, külhan meydanında bir dallı
budaklı kütük göründü. Derhâl çaşnigirbaşı dedi ki:
‘Ey molla,
rüzgâr süratli atı külhana bağladın!’
da dedi ki:
‘Han
dedikleri pis, bir at vermedi. Ben de öyle ettim. Vallahi, billahi saray Fraşi
Bağdo’ya binsem gerek idi. Ama Osmanlı alayı geldi. Beni lağlarlar diye bu
tomruğa binmişem.’ diye asla inkâr etmedi.
‘Munlar
(bunlar) kimdir?’ diye sordu. O da bizimle yeni tanışmıştı.
‘Hâfız-ı
kelâm olup (Kur’anı ezberlemiş olup) Paşa’nın nedimi ve her vakit
meclisinde olan kimsedir. ’ deyince, pek çok hoşlanıp bizimle yâran oldu.
inşallah yeri gelince nice marifetlerini daha yazarız." (Danışman (6),
1970: 171-173; Dağlı-Kahraman (4), 2001: 4546).
Bitlis Hanı Abdal Han’ın Ziyafetindeki Sihir
Gösterileri
Bitlis Hanı
Abdal Han, Bitlis’te olan Melek Ahmet Paşa’ya ziyafet verir.
“Yemekten
sonraPaşa’ya dedi ki:
‘Hizmetimizde
birkaç usta hünerli adamlarımız var. Eğer arzu ederseniz, meydana bakan alçak
köşke teşrif buyurup seyredesiniz ki, bunların her biri simya ilminde tayy-i
mekân ilminde pek seçme ustalardır.’
Bu rica
üzerine bahtlı Paşa:
‘Nola
görelim!’ diyerek meydana maksure (camilerde etrafı parmaklıklarla
çevrilerek hükümdarlar için ayrılan yüksekçe yer) oturdu. Meydanın
çevresinde kat kat adamlar toplanıp, seyrin başlamasını beklediler.
Acayip
ve Garip İşler:
Evvela Acem
hanından ‘Zengüzer Pehlivan’ adlı adam meydana siyah gövdeli kispetle (pehlivan
pantalonu) gelip, Paşa’nın huzurunda yer öperek dua sırasında Peygamberi,
cihar- yâr-i güzîni, on iki imamı, büyük Osmanlı hükümdarları ile Melek Ahmet
Paşa’yı, Han’ı, bütün evlatlarını alıp duadan sonra elini yüzünü sürüp,
‘Destur, ey Eflâtun tedbirli vezir’ deyip şu beyti söyledi:
‘Ger hod
deme ayıp hâ der in bende drest
Her ayıb
ki, sultan bipesent ve hünerest’
Bir daha
yer öperek meydanda öyle topuk vurup dolaştı ki, en asil atlar bile kendine
yetişemezdi. Bu derece süratli zinde vücutlu idi. Bu dolaşmadan sonra
seğirterek Paşa’nın huzuruna geldi, “ya Allah” deyip, bir tavus perendesi
(çark gibi dönerek havada atılan takla) attı ki, havada üç kere dönüp, yine
yerde durdu. O anda ‘ya Hay’ deyip, yine bir güvercin perendesi attı ki, havada
dört kere döndü, vücudunun hiçbir uzvu görünmüyor, hemen bir yuvarlak top gibi
dönüyordu. Yine yere ayak basınca kaşla göz arasında arkasına doğru bir çeşit
takla atıp, havada üç kere öyle döndü ki, insanın yapacağı şey değildi. Sonra
çarkıfelek gibi o meydanda baş, el, ayak ile araba tekerleği gibi dönünce insan
kendisini fırıldak zannederdi.
Bu meydanda
on altı arşın uzunluğunda bir köşe sarığı açık tutup, hemen yıldırım gibi
seğirterek tülbent üzerine sıçrayıp, on altı arşınlık sarığı bir baştan öbür
başa hareketle geçince tülbentte zerre kadar hareket görülmemiştir.
Bu pehlivan
meydanda iki yerde üçer tane sürahi şişelerini birbiri üzerine koyup, karşı
taraftan ‘ya Allah’ diye seğirterek bir perende atıp, hiç korkusuz bu
sürahilerin üzerinde durdu. Ne kendisinde bir hareket, ne de şişede kırılmak
görüldü. Sonra şişelerin üzerinden sıçrayıp yere basarak, tekrar aynı şişeler
üzerine üçer şişe daha koydu ki, hepsi on iki şişe oldu. Bu şişeleri rüzgâr
bile kımıldatıyordu. içleri boş Ceneviz şişeleri idi. Bir de, bunların altısı
birbiri üstünde durunca bir adam boyu kadar yüksek oluyordu.
Hemen kırk
elli adım kadar geriye gidip, at gibi eşinerek ve sonra yıldırım gibi
şaklayarak, sert yaydan ok çıkar gibi seğirtip, şişelerin dibine gelince ‘ya
Hay’ diye sıçrayıp, her ayağını bir tarafa koyarak, o iki sıra alıt şişelerin
üzerinde durdu. Allah bilir ki, ne kendisinde, ne şişelerde hareketten eser
görülmeyip hiçbiri kımıldamadı. O hâl ile Paşa’ya dua edip, yine sıçrayarak yer
öptü ve bir tarafta durdu.
Başka
Bir Acayiplik:
Evvelce
Bitlis’e büyük alay ile giderken, çelimsiz ata binen Molla Mehmet meydana yine
o kirli, pirli palas sarığı, keçe hırkasıyla geldi. Paşa’nın huzurunda biraz
duadan sonra Kürt lehçesiyle ‘Meni (beni) bu siyaset ne çağırmışsız? Ziyafet
meydanına çağırmasız kim, perişan esvabı vardır, dirsiz. Şimdi de menden
marifet istersiz!’ diye hiddetlenip, nice türlü dil uzattı. Sonra:
‘Hayyalessalâ...
Han ocağı dâim ola, Melek Ahmet Paşa kaim ola... Fisagors, Ebu Ali Sînâ ve
birâderi Ebilhâris ruhu şâd ola!’ diyerek meydana bir çuval koydu. Hemen elini
kaldırıp dedi ki:
‘Ey hazır
olanlar ve yâran! Bilin, agâh olun! Eğer katı yürekli mert kişiler iseniz, beni
seyretmekte ayak direyin. Ve illa bir ayak evvel çıkmağa acele edin!’ ve sonra
anadan doğma çıplak olarak meydanda şallak mallak dolaştı. Sonra çuvalının
yanına geldi. Ve dedi ki:
‘Canım
Hanım. Melek Ahmet be canım! Huzurunuzda kim böyle çılbah (çıplak) gezmemiz
edebi terk etmektir. Ama beni... sanırsız. Yok kişiler... Öyle değilim. Bütün
yâran dikkatle baksınlar!’
Bu
sözlerden sonra herkesin önünde dolaştı. Hakikaten ...yoktu. Önü, ardı tahta
gibi idi. Ne hunsa idi, ne tavâşî (hadım)... Bu dolaşmadan sonra yine
çuvalının yanına gelerek çuvaldan bir peştamal çıkardı. Beline kuşandı. Ama bu
peştamal Yemen diyârının Aden hasırından olup, öyle sanatlı örülmüştü ki, güya
sihirli idi. Bu kemeri beline bağlayınca Molla Mehmet meydanda koşmaya başladı.
Kanatlı kuşlar bile evvela birkaç kere sekip, sonra havalanırlar. Molla Mehmet
ise seğirtirken ayakları birden yerden kesilip havalanmaya başladı. Havada
uçarken seyircilere; ‘Ey akıllılar, ey gafiller, ey falan’ diye görmediği,
bilmediği paşa adamlarını, dedelerinin adlarıyla çağırıp selam vererek havada
uçardı. Bütün halk ise hayran kalıp hoşlanırlardı. Havadan yere inerken dört
beş adım kalarak döndü. Bazen ayakları yere dokunurdu. O sırada Molla Mehmet
havada, belindeki peştamalını çıkardı. Sonra, yukarıdan halkın üzerine su
dökmeye başladı. O kadar çok su döktü ki, herkes sırılsıklam oldu. Birçokları
kaçarak kurtuldular. Bu hâlde Molla Mehmet aşağıya su dökerek havada bir saat
dolaştı. Bir saat sonra yere inip durdu. Biraz evvel ıslananlar gördüler ki, ne
su var, ne de ıslananlar var. Herkes kupkuru elbiseleriyle yine meydanda
durmakta. Paşa ‘sübhanallah’ diyerek parmağı ağzında kaldı. O sırada Han,
arkasında samur kürkünü çıkararak Molla Mehmet’e verdi ve dedi ki:
‘Ey Molla!
Meni (beni) seversen acayip, korkunç, tehlikeli işler yap!’
Molla da:
‘Baş ve
gözüm üzerine.’ dedi.
Başka
Bir Acayip Marifet:
Molla
Mehmet ‘Han’ım, saray meydanı kapılarını yukarı merdiven kapılarını kapasınlar.
Ta ki, siz ve aşağıdaki seyirciler, seyir görsünler!’ dedi. Han da tembih
edince bütün kapılar kapandı, dört tarafı kale duvarı gibi oldu. Molla Mehmet,
çuvalının içinde bir parça çaput, pamuk ve şermut parçaları alıp hademelerle,
kapıdan anahtar deliklerini bile kapadı. Yine meydana gelip, çuvalından bir
bardak çıkararak, suyundan biraz içti. Bardak yine çuval içinde kayboldu. Sonra
meydana o kadar fazla miktarda su döktü ki, meydan âdeta bir göl olmaya
başladı. Herkes korku ve telaşa düşüp bir hay huy ve vaveyla koptu. Feryat ve
figanın haddi payanı (sonu) yok. Kaçmak için hiçbir yer de yok. Her yer
kapalı. Molla hemen çuvalının üzerine binerek, meydanda husule gelen göl içinde
yüzmeye başladı. Halk gördüler ki boğuluyorlar. Hepsi bir ağızdan:
‘Kapıları
açsınlar, bizi boğulmaktan kurtarsınlar!’ diye bağırmaya başladılar. Paşa:
‘Bu ne
hâldir, hey Han? Senin konağında halk boğulsun mu?’ deyince Han, Paşa’nın elini
öpüp:
‘Sultanım
marifettir. Burada kimse helak olmaz, biraz sabreyleyin!’ dedi. Bütün halk
gördüler ki, Han’dan, Paşa’dan hayır yok. Yüzmek bilenler hep anadan doğma
soyunup denizde yüzer gibi saray meydanında yüzmeye başladılar. Kimi
birbirinden yardım istemekte, kimi birbirini kucaklamış, kimi merdiven
basamaklarında kat kat olmuş... Kimisi duvarlara tırmanmış, kimi birbiri
üzerine çıkmış, kimi altta kalmış kelime-i şahadet getiriyor. Hülasa bu saray
meydanında ağlayıp inleme, güya kıyamet gününden numune.
Ama hakir
ile Paşa köşkten seyrederdik. Molla Mehmet’in suyu ancak odanın tabanına
çıkardı. Fakat aşağıdakiler boğula yazdılar.
Hemen Molla
Mehmet çuvalından bir tas çıkardı. Başka bir tasa vurunca tastan saat çanı gibi
bir ses işitildi. Meydanda ne bir damla su kaldı, ne Molla Mehmet, ne bir eser.
Meydandaki
o kadar adam çırılçıplak kalkıp kimi yarasa kuşu gibi sarayın pencerelerine
sarılmışlar, kimi sarayın duvarına çıkmışlar. Böylece çıplak kalanlara Paşa ve
Han ve diğer büyükler bakıp gülmekten kendilerini alamadılar ve şaşırıp
kaldılar. Zavallı adamların kimi utancından yere çöker, kimi halk arasında
gizlenip ‘bre elbisem, bre bıçağım, hançerim!’ diye feryat ederlerdi. Bu
şekilde bir şaka olmuştur ki bin sene seyahat eden bile böyle bir harikulade
bir manzara seyredemez.
Molla
Mehmet yine Han ve Paşa huzurunda yer öpünce Han:
‘Paşa başı
için olsun. Bir parça marifet daha göster. Bunlardan başka senden bir şey
istemeyiz!’ deyince Melek Paşa dedi ki:
‘Hey Han!
Gider (defet) şu sihirbaz melun gidiyi! Bütün adamlarımızın ödü
patladı.’ Han eyitti ki (dedi ki):
‘Sultanım
bir şey yoktur. ’
Paşa gördü
ki Han’ın, bunu seyretmeye niyeti vardır, göz yumup:
‘Hele bir
mâkulce marifet gösterse.’ dedi.
Başka
Bir Acayiplik:
Molla
Mehmet tekrar çuvalın yanına gelip, içinden bir alaca, nakışlı uçkur çıkararak,
peştamalı altında biraz gizledikten sonra üstüne oturdu. Sonra yine uçkuru
peştamalı altından çıkarıp bir afsun okudu. Uçkuru yine çuvala koydu. Onu
gördük ki çuvalda bir gürültü, bir hareket görünüp, ağzından dışarı bir büyük
yılan başı göründü. Dışarıya süzülüp kumlar üzerine, o sıcakta güneşe karşı
yatıp kıvrıldı. Fakat soludukça büyümekte, gözleri meşale gibi yanmakta,
dişleri fil dişi gibi olmakta, hayvan tüyü gibi tüyleri görünmekte idi. Bu hâl
üzere meydanda yarım saat durup, vücudu fil gövdesi kadar oldu. Sonra sıcaktan
uzanıp, uzun vücudunu göstererek gezindi, süründü.
Biraz
dolaştıktan sonra yine Molla Mehmet’in yanına geldi. Molla Mehmet bu mahluka
binmek isteyince yılan kendisine öyle bir kuyruk vurdu ki, Molla tepesi üzerine
düşüp, meydanda ölü gibi kaldı. Bu kere seyirciler telaşa düştü. ‘Bu ejder Molla’ya
bunu yaparsa bizim hâlimiz neye varır? ’ diye kaçışmaya başladı. ister istemez
sarayın dağ kapısını kırıp kaçtılar. Hemen Molla Mehmet yerden kalkıp,
çuvalından bir kırmızı davul çubuğu çıkarıp ejdere vurunca, derhâl sırtına
binip başını ve dümenini havaya kırarak, saray meydanında gezer, ağzından
ateşler saçarak, kuyruğuyla yerdeki kum ve toprağı deşip, kum ve tozlar göklere
çıkardı.
Ejder böyle
dolaşarak halkı birbirine kattı. Bir nice adam bundan bayıldı. Hatta zavallı
ekmekçibaşının sarası tutup perişan oldu. Paşa bu acıklı hâli görüp:
‘Bre melun
Molla Mehmet! Bre ha. Sen bunu unutma ha!’ diye bir haykırdı. Molla Mehmet
anladı ki Paşa üzülmüştür, hemen ejderha ile bir kere dolaşıp ejderi ile Paşa
köşkünün altına gelip:
‘Ey paşa,
seni Allaha ısmarladım. Ya hu. Dualar.’ deyip yine ejderine binip Han’ın bağ
kapısından dışarıya çıkıp, herkesin gözü önünde dağlara giderek kayboldu.
Herkes yine meydana gelerek, hayretler içinde dedikoduya başladılar.
Simya
İlminin Acayip Kerametleri:
Sonra Molla
Mehmet’in çuvalı meydana geldi. Han dedi:
‘Getirin şu
çuvalı! Molla Mehmet’in aletlerini seyredelim!’ Paşa:
‘Hey Han!
Gider şu melunun şeylerini!’ dedi ise de Han:
‘Çığı çığı
Paşa! Hele bir seyredelim.’ deyip, çuvalın ağzını açtılar. içinden şunlar
çıktı: Koyun ve deve yününden alaca ince ipler, kendir tohumları, kutular
içinde çeşitli ilaçlar, karaçalı dikenleri, kâfur (Uzak Doğu’da yetişen bir
çeşit taflandan elde edilen ve hekimlikte kullanılan, beyaz yarı saydam,
kolaylıkla parçalanan, ıtırı kuvvetli bir madde), âselbent (hekimlikte,
özellikle buğu şeklinde üst solunum yolları rahatsızlıklarının tedavisinde,
kokuların çabuk uçmasını önlediği için parfüm yapımında kullanılan ve akar
amber denilen ağacın kabuklarının yarılması ile elde edilen vanilya kokulu
reçine) , kara günlük, öd (öd ağacının kabuğundan ve odunundan yapılan
tütsü), amber, zift, katran, pelyan, zakkum ve diğer türlü kâfurî mum dolu.
Eski bezler, alaca bezler, Keşan kadifesi, Şam kutnusu parçaları ki asla bir
para etmez. Hokkalar içinde türlü yağlar, macunlar, tatlılar, kavun, karpuz,
hıyar, kabak çekirdekleri, daha bunun gibi nice çeşit yiyecek tohumları, kalay
kumkumaları içinde mürekkep, rakı, sirke, şarap, neft, sandaloz, koyun ve keçi
kelleleri ve paçaları, tüyleri tuzlanmış bir aslan kellesi, hesapsız, yılan,
kertenkele, akrep, çıyan ölüleri, eşek, at, katır, deve, domuz ayakları ve
dişleri, nice hokkalar içinde canlı sümüklü böcekler, Van Gölü’nde hâsıl olan
türlü böcek haşaratı, hatta bir kurumuş adam kafası, kaplan, aslan, pars ve
daha birçok hayvan derileri, samur, zerduva, kakım, vaşak derisine varıncaya
kadar bütün hayvan postları mevcut idi. Ama birisi de beş para etmezdi. Hasılı
bu çuval denizinde bütün varlıklardan birer parça vardı. Bu çuvalda olan
ilaçlar, eczacı dükkânlarında bulunmazdı. Paşa dedi:
‘Canım Han,
bu kadar münasebetsiz şeyleri bu gidi neyler? Şarabı, rakısı, sirkesi var?’
Han cevap
verdi:
‘Sultanım,
billahi üç yıldır bizdedir. Ömründe şarap, tütün, kahve içtiği görülmemiştir.
Gece kanım (ayakta), gündüz saim (oruçlu)dir ki, her vakit Davut
orucu tutar. Ömründe bıçak ile boğazlanmış, kanı akmış, canı çıkmış canlı eti
yememiştir. Hiçbir vakit namazını kazaya koymamıştır. Ancak Mağrip diyarında
Merankûş şehrinde (Marekeş olacak), bu simya ilmini öğrenip, siz sultanıma
seyrettirmek için benim ısrarımla bir parça marifet gösterdi. Yoksa bunlar bir
hayaldir. Bundan kimseye bir zarar gelmez.’
Paşa sordu:
‘Ya bu
hayvan derilerini, canlı hayvanları mahpus edip neyler?’
Han cevap
verdi:
‘Beli
sultanım! Yahşi sordunuz. Onun yaptığı bütün işlerin ve simyanın aslı, yine
Cenab-ı Hakk’ın kudretiyle halk olunmuş olan eşya ve varlıklardır. Yahut
gördüğünüz bu şeylerdir ki lüzumuna göre marifet göstermek için kullanılır.
Mesela hokkasından vücuduna bir yağ süründü, vücudunun bazı uzuvları görünmez
oldu. Kırağı ve çiğ yağı süründü, kendini havada gösterdi. Kumkuma, ibrik ile
halk üzerine su dökerdi. Yere afsunlu suyu döktükçe, halk kendilerini suda
boğuluyor zannederek feryat eder ve soyunurdu. Sultanımın korkusundan ejderi
ile beraber kaçıp, çuvalını burada bıraktı. Bu çuval içinde ne kadar hayvan
postları varsa onları canlı gibi gösterebilir ki, Allah’ın ezelî sun’udur. işte
onun için çuvalında her birinden birer parçayı, canı ve başı gibi muhafaza
eder. ’ diyerek, Molla Mehmet’i meth eyledi. Paşa da:
‘Şu
sihirbazın çuvalını kaldırın. Ben perende atan yiğitlerden hoşlanırım. ’ dedi.
Bunun üzerine bunlar meydana gelip def ve kudümünü çaldı.
Başka
Bir Seyir:
Han’ın
sarayının damı, doğuda bütün damlardan yüksektir. Bilhassa onun aşağısında
yalçın kayalardır ki kimse bakmaya cesaret edemez. iki Süleymaniye minaresi
boyunda var. Bir iki gün evvel o gayya (içine düşülünce kolay çıkılamayan
dertli, belalı yer) deresini nice yüz dağ yıkıcılar kayalarını kırıp, düz
meydan hâline getirerek kum döşemişlerdi. Meğer pehlivan, maharetini
göstereceğini bilip, o kayaları kırdırarak, Han’ın sarayı üstünde bir çuval
fışkı ile dolu toprak koymuş imiş.
Pehlivan
dedi ki:
‘Ey
sultanım, yiğit vezir Melek Paşa! Bu âciz kulunun bir temennasını da edesin.
Sarayın kayalar tarafına bakan şahnişinlerine (odanın sokak tarafına olan
çıkıntısı, dışarıya doğru uzanan kısmı) varasın, ta ki ibret göresin!’
Hemen Paşa
ve bütün seyirciler o tarafa varıp pehlivanın dostları def ve kudüm çalmaya
başladılar. Pehlivan dam üstünde dua ederek:
‘Ey
âşıklar. Bu marifet göstermek değildir, buna cambazlık derler. Duadan
unutmayınız. Allah’a ısmarlamışım sizi. Siz de meni (beni) Allah’a ısmarlan.
Her kim Muhammedi’dir, Muhammed’in gül yüzüne salavat. Allah onara!’ dedi. Nice
bin adam da ‘Allah onara!’ deyince hemen zalim pehlivan altına adı geçen fışkı
ve topraklı çuvalı alıp, sıkıca yapışıp kendini saray damından iki minare
boyunca uçuruma atınca kuş gibi uçarken ‘ya Allah’ deyip feryat ederdi. Yere
bir adam boyu kala hemen kıçının altındaki çuval üzerinde bir tavus perendesi
atıp, Allah’ın emriyle sağ ve salim olarak ayak üstü yerde durdu. Ve yine hayır
dua ederek, orada hazır bulunan bir ata binip, paşanın huzuruna gelerek yer
öptü. Paşa kendisine bir kese kuruş ihsan etti. Yine Paşa, seyir için sarayın
meydan köşküne geldi.
Başka
Bir Marifet:
Yine
hademeleri def ve kudüm vurup, pehlivan meydanda dönüp oyunbazlık ederken,
cebinden bir çekiç ve uzun enser (çekiçle dövülerek yapılan demir çivi) çıkardı
ve:
‘Hanım,
eğer iznin olursa bu seksen arşın kadaryüksek olan duvarın yüzünden ta damına
kadar çıkayım.’ dedi. Han ise:
‘Destur.
Huda kolay getire.’ dedi. Cambaz duvarın dibine geldi. Hayır duadan sonra,
elinin yetiştiği yerde duvara çaktığı enserin üstüne çıktı, oturdu. Hayli
marifetler yaptı. Sonra bu enserin üstünde duvara yapışıp ayak üzerine kalkıp,
belinden çekici ve ikinci çiviyi çıkarıp, iki tav arasına çaktı. Yine çekici
beline sokup, örümcek gibi, o çivi üzerinde durup, onun üzerinde nice türlü
oyunlar gösterdi. Garibi şu ki, çivilerin ikisi de birer buçuk ancak var. Üç
parmaktan fazlası duvara girince, geride, marifet gösterecek yer pek küçük
kalıyor!
Yukarıdaki
çividen yılan gibi süzülüp baş aşağı olarak aşağıdaki çiviye sıkıca yapışıp
yukarıda kalan çiviye, ayağının üst kısmını ve ayak parmaklarını çevirip çengel
etti. Ve aşağıdaki çividen ellerini boşa bırakıp, baş aşağı, ayağı üstünde
asıldı. Bu hâlde baş aşağı iken nice oyunlar gösterdi.
Yine
belinden çekici çıkardı. Aşağıdaki çiviyi çıkarıp yine yukarıdaki çiviye
süzüldü. Orada ayak üzeri kalkıp yine elinin yetiştiği yere o çiviyi çaktı. O
kadar sanatlar gösterdi ki tarif olunamaz. Yine aşağıdaki çiviye baş aşağı
süzülüp, asılıp, aşağıdaki çiviyi çıkarıp, yukarıdaki çivi üzerinde yine ayağa
kalkıp, boyu hizasına duvara çivi çaktı. Onun üzerinde nice hünerler gösterdi.
Bu çivinin yüksekliği, yerden dokuz adam boyu oldu.
Bu çivi
üzerinde iken belinden tütün kesesini çıkarıp çivi üzerine keseyi koydu. Tepesi
üzerinde durup ayakları havada hareket ederdi.
Acayip
marifettir ki, insan vücudu bir çivi üzerinde bu şekilde hareket ede. Velhasıl,
kırk yedi kere çivi çakıp, her birinde ayrı ayrı marifetler göstererek kırk
yedi adam boyu yukarıda, ta tavana kadar çıktı. Pîrine hayır dua etti iki
çiviyi bir yere kapıp çekici aşağıya attı ve:
‘Ey ümmeti
Muhammed! Benim aletim, çekiç ve iki çivi idi. Şimdi ne çekiç kaldı ne çivi! Bu
duvardan aşağıya artık inemem. işim Allah’a kaldı. Men özümü (ben kendimi) aşağıya
atarım. Huda şahidim olsun kanım, katlim size helaldir. Ve bizi duadan
unutmayınız.’ deyip, koynundan bir eldiven çıkararak ellerine giydi.
‘Bismillah, ya Allah’ diye damdan yere kendini öyle attı ki, gören akıllılar
‘eyvah katil olduk’ demeye başladılar. Meğer eline giydiği eldivenler tamamen
ham ibrişimden Frenk malı sicim imiş. Bir ucu duvara çaktığı iki çivide bağlı
imiş. Hemen yere ineceğine yakın elindeki eldiven ipini sıkıca tutup, vücudu
duvara yapışıp, elindeki iple asılı kaldı. Bir perende atarak yere indi. Paşa
huzurunda yer öpüp, Paşa da başına iki avuç altın saçtı.
Başka
Manzara:
Bu ibret
alınacak sanat eserlerini seyrederken Paşa efendimizin yanında diz dize oturmuş
iki Hakkâri hâkiminin akrabasından âlim ve fâdıl (fazilet sahibi, erdemli) bir
çelebi vardı. İsmi Molla Ali idi. O da Paşa’ya ve Han’a dedi ki:
‘Böyle
hırsız ve harami mismarbaz (çivi oyuncusu) kementbaz (ip oyuncusu) haremin
taş duvarına çıkarsa, gece hareme girip, haramzadelik etmez mi? Bunu fikir
etmeyip, sırtına elbise ve kendisine bir kese kuruş verip, başına halis altın
saçarsız. Men de atalarımdan gördüğüm marifetlerimi gösterem. Mene ne verirsiz
görem!’
Bunu
dedikten sonra köşkten aşağıya kendini ‘ya Hayy’ deyip attı. Sırtından samur
kürkünü çıkarıp, meydanda serserice gezdi.
‘Bu cambaz
duvarlara çakarak çıkar. Gör, imdi men de nice çıkaram.’ deyip, hemen karşı
duvarın yüzüne el vurdu. Eli duvara yapıştı. Öteki elini de duvara attı. O da
öylece yapıştı. Bu şekilde ‘ya Hayy’ diyerek yarasa kuşu gibi duvarın yüzüne
yapışıp asılı gezerdi. Birkaç kere duvarın yüzünü dolaşarak Paşa’nın başı
ucundaki duvarda köşke inip, yine diz dize kalınca Paşa’dan birçok özür diledi
ve dedi ki:
‘Beyim,
size bir diyeceğimiz yoktur! Hatta elli üç tarihinde Hakkâri’den Diyarbakır’a
gelince böyle bir marifet göstermiştik. Allah’a hamdolsun şimdi de burada
sizinle müşerref olduk.’
Sonra bir kese
kuruş, birkaç hilat ve bir at ihsan ederek mektup ile Hakkâri Hanı ’na
gönderdi.'’” (Danışman (6), 1970: 196-206; Dağlı-Kahraman (4), 2001:
76-81).
Simyager Molla Mehmet’in Sihirli Gösterisi
“Evvelce
Melek Ahmet Paşa ile bu Bitlis şehrine girerken ‘Simyager Molla Mehmet’ adlı,
Simya bilgisinde üstat bir zat vardı ki, bir hamamın kütüğüne binip at şekilli
bir şey ile uçmuştu. Bir gün hakir, o Molla Mehmet ile Bitlis’in ... deresi
adlı yerde, şehir çocuklarının kar ve buz parçaları üzerinde tahok, yani kızak
kaydıklarını seyir temaşa edip, çocuklar birbirleriyle kucak kucağa gelip
neşelenirken, her birerleri dereden aşağı ve yukarı kayıp marifet
gösterirlerdi. Nice bin kimseler bu gençlerin böyle şen ve memnun güreş
ettiklerini seyrederlerdi. Bu kere yanımda olan arkadaşım Simyager Molla dedi
ki:
‘Evliya
Çelebi, şu kızak kayan çocukların hangisini istersin ki, yokuş aşağı kızak
kayıp dereye inince, yokuş yukarı kızağı ile yanıma gelip yüzünü seyredesin?’
Hakir:
‘Men
(ben) şu iki eli mendilli ve kızakları ellerinde olanları isterim ki onları
görem!’ dedim. Molla Mehmet:
‘Men
(ben) de şu iki çocuğu isterim ki, başlarında ala mendilleri ve arkalarında
şayaklar giyip, altlarında kızak kayarlar. Şimdi o dört ciğerkûşeleri de,
kızaklarıyla aksine, yokuş yukarı bize doğru kaydırıp getirem. ’ dedi. Molla
Mehmet yanımdan geriye dönüp, eteklerini başına örtüp bir şey okudu. Onu gördük
ki oğlancıklar yokuş aşağı yıldırım gibi kayıp giderek baş aşağı dereye
indiler. Hemen hakirin veMolla Mehmet’in bahsettiğimiz gulamların dördü de
kızaklarıyla yokuş yukarı şadırvan çıkar gibi çıkıp önümüze geldiler. Meğer
gulamlar Molla Mehmet’i bilirlermiş. Gelip el öptüler. Yine her biri
kızaklarıyla âdet üzere yokuş aşağı, han bağı altındaki su değirmenleri altına
kayıp gittiler.
Bütün
âşıklar şaşırıp kaldılar.
Yine bir
defa çocuklar birbiri arkası sıra katarlanıp kızak kayarken, beri yola
gelmişlerken, göz kapayıp açıncaya kadar zamanda hepsi geriye, yokuş yukarı ve
aksine kayıp yıldırım gibi geri döndüler. Halk bu işe hayran kaldı.
Han’ın emri
ile Altı Kulaç adlı kişi, Molla Mehmet’i kafasına balta ile vururak öldürtür.
Han, Evliya Çelebi’yi yanına çağırır ve burada yaptıklarını şöyle anlatır:
Han
huzuruna çıkarak çeşitli şakalar ederek, Molla Mehmet’in cenaze namazına
‘sihirbaz kişi niyetine’ diyerek Türk lehçesiyle maskaraca ve güldürecek
şekilde ve güldürecek şekilde, saçma sapan sözler söyledim.” (Danışman (7),
1970: 202-204; Dağlı-Kahraman- Sezgin (5), 2001: 10).
Bec Şehrinin Bedestan Çarşısındaki Sihirli
Zanaat
“İbret
Alınacak Sanat: Bir çeşit mum şamdanı yaparlar. Her yarım saatte bir mumun
fitilini kesmek için şamdan içinden gülünç bir Arap çıkıp mumun fitilini bir
makas ile kesip yine şamdanın altında kaybolur.” (Danışman (11), 1970 : 67;
Dağlı-Kahraman-Dankoff (7), 2003: 100).
Bec Şehrindeki Sihirbazlık Gösterileri
“İbret
Alınacak Büyük Marifetleri Beyan Eder: Ertesi gün konaklarımıza yakın olan
kral validesi (Bec kralının annesi) bahçesinde büyük bir ziyafet verdi. Bir
pehlivan kefere meydana geldi. Def ve kudüm çalıp iki gulamı oynarken, çıplak
olarak birbirlerine sarılıp iki vücut bir oldu. İki baş, dört kol, dört ayak
olarak dönerken havuz içine düşüp kayboldular. Sonra adam başlı ejderha gövdeli
iki ejderha bahçede herkesi birbirine kattı. Ağızlardan çıkan ateşlerin ağaçların
tepesindeki bayrakları yakardı. Bu iki ejderha meydanda birbirleri ile boğuşup
çiftleştiler. Havuza düşüp havuzun suyunu halka saçtılar.
Bir
Temaşa Daha: Usta pehlivan bir kere zekerini (erkeklik organı) eline
alıp, havuz içine işedi. Derhâl havuzun suyu taşıp bağ içine yürüdü. Herkes
ağaçlara çıkmaya başladı. Hakir hemen gördüm ki boğuluyoruz. Simya ilmidir diye
aldırış etmedim ama tahammülüm de kalmayıp Paşa ile kral validesinin yanına
vardım. Su oraya da gelmeye başladı. Sudan o kadar mahluklar peyda oldu ki,
oynaşmalarını seyrettik.
Başka
İbret Alınacak Bir Seyir: Pehlivan bir ağaçtan bir ağaca bir perde
gerdi. Bir asa ile vurup ‘çıkın dışarı ’ deyince bir alay çeşitli devler
ellerinde lobutlar, kalkan, mızrak ve silahlarıyla geçtiler. Sonra fil kulaklı,
aslan pençeli, fil tabanlı, deve ayaklı gulyabaniler derya içinden geçerek
gittiler. Sonra ecinni askeri yürüdü ki tarifi uzun olur. Gözleri yuvarlak,
sıçan kulaklı, kedi kulaklı, adam, kuş ve balık başlı, aslan ayaklı... Gözleri
önde değil yanda... Cinler birbirleriyle boğuşarak geçtiler.
Başka
Bir İbret: Deniz kuruyup devler, gulyabaniler, ecinni ve
ejderhalardan eser kalmadı. Mısır, Şam, Acem, Hint, Sint, Moskof, Tatar, Özbek
ne kadar insan cinsi varsa hepsi bağda gezip her ağaç altında zevk ederlerdi.
Ama konuşmazlardı.
Büyük
Marifetli Bir Temaşa: Bu perdenin arkasından nice bin güneş parçası
gulamlar, yüz binlerce sahanlarla fevkalade yemekler taşıyıp, heriflerin
önlerine koydular. O kadar çok yemek yediler ki, tarifi imkânsız...
Adamlarımızın birçoğu dayanamayıp bu yemeklerden yediler. Sonra paşa bunlara
sordu:
‘Yemekler
nasıldı?’ Onlar da:
‘Vallahi
sultanım bir kokulu yemekti, çiğneyip ağzımızdan içeriye girdi. Ama şimdi hâlâ
bir lokmasını yememiş gibi açız. ’ dediler. Sonra pehlivan gelip bir tüfek
attı. Meydandakilerin hepsi derhâl perdenin arkasına çekildiler. Sonra yine
meydanda oynayıp, havuz içine düşüp, havuzdan ejderha şeklinde çıkan gulamlar
yeri sulayıp kabak, karpuz, kavun ve hıyar tohumları ektiler. Üstatları ekilen
tohumların üstüne serpe serpe işedi. Derhâl ekilen şeyler yetişip herkes
karpuz, kavun ve hıyarları yediler. Yirmi otuz kadar karpuz ve kavunu
üstatları, kral validesine götürdü. Hıyardan yedi, Paşa bir şey yemedi. Üç yüz
altın ihsan verdi. Tuhaf üstat imiş. Kendisinden sordum ve Mağrip’te, Kurtuba,
Tanca, Telemsen şehrinde Şeyh Abdülhalik’ten bu marifetleri öğrenmiş.
Hristiyanım dedi.” (Danışman (11), 1970: 91-93; Dağlı-Kahraman-Dankoff (7),
2003: 119).
Çanad Şehrindeki Kadınların İnsanlara
Yaptıkları Sihirler
“Suyu
havası güzel olduğundan mahbup ve mahbubeleri çoktur. Ama sihirbaz bunamış
avretleri çoktur. Hatta gördüğümüzü bildirelim: Yedi yıldır sihirle eşek
yaptıkları bir Tatar bir köşede saman ve ot yer. Ekmek de verseler yer.
İnsanlara karışmaz, ağzından salyaları akar, adama aları aları bakar, hiç
konuşmaz. Bazen asıl yurdu hatırına gelip eşek gibi segâh makamında Acem
kerenayı (eskiden kullanıan bir çeşit nefesli saz) gibi anırdığı vakit
işitenlerin dudağı çatlar.” (Danışman (11), 1970: 117;
Dağlı-Kahraman-Dankoff (7), 2003: 144).
Pedsi Köyü’ndeki Sihirbazların Savaşları
“Pedsi Köyü
’ne geldik. Hatukay Çerkezi toprağında üç yüz evli köydür. Obur (Uyuz) Dağı
eteğindedir. Bu dağ Abaza ile Çerkez arasında olup, yaz kış kar eksik olmaz.
Sihirbazların
Acayip ve Garip Cenkleri: Hakir bu köyde iken 1076 senesi Şevvalinin
yirminci gecesi gök gürleyip, yıldırımlar çakıp kıyametler koptu. Her taraf
simsiyah kararmış iken birdenbire bir aydınlık gün oldu. Çerkezlerden sorduk
‘Vallahi yılda bir gece karakoncolos gecelerinde bizim Çerkez uyuzu ile Abaza
uyuzları (erkek ve kadın sihirbazlar) gökyüzünde uçup birbirleriyle cenk
ederler.’ dediler. Meğer uyuz demek, sihirbaz, cadı demek imiş. Dışarı çıkıp
biz de seyrettik. Uyuz Dağı arkasından kökünden kopmuş ağaçlara, küplere,
baltalara, hasırlara, araba tekerleklerine ve daha yüzlerce çeşit eşya üzerine
binen Abaza uyuzları uçarak geldiler. Hemen Hapiş Dağı içinden yüzlerce saçları
dağılmış, iri dişleri dışarı çıkmış, ağız ve burunlarından gemi direkleri gibi
ateş saçılan, sığır leşleri, gemi direkleri ve deve ölülerine binip ellerinde
urganlarla havalarda uçarak Çerkez uyuzları geldiler. Gökyüzünde iki taraf
sihirbazları cenge başladılar. Tam altı saat cenk ettiler. Üzerimize keçe,
hasır, at ve deve kelleleri, balta parçaları, araba tekerlekleri düşmeye
başladı. Ürken atlarımızı zor zapt ettik. Yedi Abaza uyuzu ile yedi Çerkez
uyuzu birbirlerinin boyunlarına sarılarak yere indiler. Abaza uyuzu, iki Çerkez
uyuzunun gerdanından kanını emmiş. Ölmüşler. Ama beşi sağ idi. yedi Abaza
uyuzunun beşi yine havalanıp gittiler. Çerkez’in kanını emen Abaza cadılarını
Çerkezler ateşe yaktılar. Velhasıl iki taraf uyuzları o gece horozlar ötünceye
kadar gökyüzünde cenk ettiler. Dehşetten gözümüze uyku girmedi. Horozlar ötünce
bütün cadılar kayboldular. Sabahleyin yere çeşit eşya kırıkları, hayvan leşleri
düştüğünü gördük. Hakir bu çeşit şeylere inanmazdım. Ama bizimle beraber olan
askerin çoğu görüp şaşırdı.
Diğer
Bir Acayip Temaşa: Bu diyarda taun olmaz. Karakoncolos gecesinde
uyuzlar bir adamın kanını içip, uyuzluktan kurtulur. Ama gözlerinde uyuz
alameti kalır. Hemen kanı içilen hastanın sahipleri uyuz mezarlarını arayıp
görürler ki, uyuz mezarından çıkıp toprağı bozulmuş. Toprağı kazıp uyuzu
bulurlar. Gözleri kan çanağı gibidir. Adam kanı içtiğinden gözleri
kıpkırmızıdır. Hemen bunu mezarından çıkarıp göbeğine bir kazık çakarlar.
Allah’ın emriyle uyuzun sihri batıl olur ve kanı içilen adam iyileşir. Eğer
kanı emilen adamın kimsesi yoksa ölür gider. Göbeğine kazık çakılan uyuzu,
hayatta olan başka bir uyuzun ruhu ona hulul etmesin diye ateşte yakarlar.
Başka
Bir Uyuz İbreti: Uyuzu kimse gezerken bilmez. Ama vakti gelip
kudurunca, yakaladığı birinin kanını emer. Adam günden güne hasta olur. Derhâl
akrabaları, şehirleri, konakları gezip kan içmekten gözleri kan çanağına dönmüş
olan uyuzu yakalayıp zincire bağlarlar. Üç günde uyuzluğu iyice belli olup
‘Falan adamın kanını ben içtim. Bunu, uyuz atlarımın yanına gömüldüğüm zaman
vücudum çürümeyip, yine birkaç kere dirilip gökyüzünde cenk edip çok yaşamak
için yaptım. ’ der. Derhâl göbeğine böğürtlen kazığı kakılır ve kanı, kanı
içilen adamın yüzüne gözüne sürülür. Hasta iyileşir. Bu uyuz derdi hakikaten
taundan berbattır. Moskof’ta, Leh ve Çeh’te olağandır, vesselam.” (Danışman
(11), 1970 : 266-268; Dağlı-Kahraman-Dankoff (7), 2003 : 279-280).
Kalmuk Tatarları’nın Sihirleri
Ömer Ağa
Çiftliği Menzili (Şefake Çerkezi Toprağında): Mehmet Giray Han’ın
veziri olan Sefer Gazi Ağa’nın akrabası Ömer Ağa’nın çiftliğidir. Burada yedi
gün kaldık. Sekizinci gün haber geldi ki, Kızıltaş Kalesi önü buz tutmuştur.
Derhâl batıya iki gün gidip, Koban Nehri kenarına vardık. Gördük ne buz donmuş,
ne gemi vardır. Şaşırdık kaldık. Meğer Çerkezler sekiz günden beri bizi
beslemekten âciz kalıp, Koban dondu diye yalan söylemişler. Mecburen çadırları
kurduk. Derken öyle şiddetli bir rüzgâr esti ki, bütün çadırlarımızı parçaladı
ve havaya uçurdu. Arabaları baş aşağı etti. Hatta zavallı Mehmet Paşa vakarlı
bir vezir iken bir araba altında gizlenmişti. Rüzgâr arabayı hareket ettirince
Mehmet Paşa güçlükle kurtarabildi. Tatar gazileri ‘Sihre uğradık’ dediler.
Akıllı Mehmet Paşa bütün içi ağalarına muavvezeteyn surelerini okumalarını
tembih etti. Allah’ın emriyle rüzgâr sükûnet buldu. Burada koca bir köse Kalmuk
Tatarı gelip, Paşa’ya dedi ki:
‘Paşa bana
zararın dokunmaz mı? Yemin et.’ dedi. Paşa da Kur’an’a el vurup yemin etti.
Benden ve benim hademelerimden sana kötülük yoktur diye yemin edince Kalmuk
dedi:
‘Sultanım,
şimdi sizin başınıza rüzgârın kızıl kıyametini koparıp, bu kadar arabaları ve
bu kadar çadırları yer götürüp, kıyamet gösteren bendim. işte size marifetimin
bir parçasını gösterdim. Eğer bu suyu karşı geçmek isterseniz, bana bir at, bir
sadak, bir kürk don ve yüz kuruş verin. Şimdi yine kızıl kıyamet edeyim ve bu
suyu dondurup, buz hâline getireyim. Cümleniz selametle karşıya geçip, açlıktan
kurtulun.’ dedi. Zavallı Mehmet Paşa,
‘Bre medet
öyle olsun.’ deyip, Kalmuk’un istediğini verdi. Kalmuk, atını alıp, bir tarafa
bağladı. Bir orman içine gitti.
Tatar
Kavminin Sihirlerinin Etkisi:
Kalmuk
Tatarı büyük bir ağacın altına yestehledi. Sonra edepte ... üryan edip, havaya
tuttu. Sonra doğruldu, birtakım acayip hareketler yaptı. Ayaklarını havaya
kaldırdı. Ağaca dayadı. Baş aşağı durdu. Elini yerdeki bir şeylere sürüp, sonra
alnına sürdü. Bütün bu hareketlerden sonra gördüm ki, doğu, batı ve kuzey
tarafı kararıp güneş görünmez oldu. Gök gürültüsü, yıldırım ve şiddetli
gürültüler başladı. Yine gördüm ki, Kalmuk ağaca dayadığı ayaklarını indirdi.
Necasetinin yanında üç defa döndü. Bazen onu eliyle havaya attıkça yıldırımlar
çakıp, kıyametler kopardı. Bizim asker donan nehirden karşıya geçmeye başladı.
Kendisi de buz üstünden karşıya geçip geri geldi. Ama Allah şahittir, Muhammed
Resulullah yeminiyle bu böyle olmuştur ki, bir anda Koban nehri gibi büyük bir
nehir, bir ok boyu buz tutmuştur. Paşa da karşı tarafa geçip, bütün askerinin
selametle karşıya geçmesini bekledi. Arkasından bütün iç ağaları, turna katarı,
buz üstünde seğirte seğirte geçtiler. Kim ağır geçti ise, karşıya geçemeyip,
buz altına düşerek, boğuldu. Bütün atları da birer birer karşıya geçti. Sonra
boş arabalarla geçmeye başladık. Çünkü arabaların yüklerinin daha evvel
piyadeler karşıya taşımışlardı. Bizim kölelerimiz de on sekiz baş atları ve
atlı arabaları ile Kızıltaş Kalesi’ni geçtiler. Meğer geride divan efendisi ile
yedi sekiz mutaassıp adam kalmış. Biz bu sihir ile meydana getirilen buzdan
geçmeyiz diye geri kaldıklarından Paşa ‘Tiz geçsinler yoksa kendileri bilir’
deyince divan efendisinin araba içinde karşıya geçirdiler. Geçerken kimi
muavvezeteyn, kimi esma-yı hüsna, kimi ya Dafi’, ya Hâfız, ya Rafi’, ya Allah
okuyarak geçince divan efendisinin arabası buza geçti. Bir yandan buz üzerinde
kalıp, divan efendisi zavallı İbrahim Efendi can havliyle kendini arabadan
dışarı atıp, buz üstünde sürünerek karşıya geçti. Fakat altı mutaassıp Dağıstan
Müslümanları, buz altına göçüp, boğuldular. Ve onar yoldaşları dahi okuyarak
buza bastıkça batarak birkaçı kenara çıkıp, bir kaçı boğuldu. Meğer bu
boğulanlar esma-yı hüsna ve muavvezeteyni sıdk ile okudukça, sihirle meydana
gelen buzlar eriyip, bunlar suya batıp ölmüşlerdi. Bu sırada sihir yapan
Kalmuk, Paşa’nın yanına gelip, kalpağını yere vurup ‘Vay benim emeklerim’
diyeferyat edip, ağladı ve ‘Şu geçenlere tembih eyleyin, geçerken Arapça okumasınlar.
Seğirte seğirte geçsinler. Yoksa öğle vakti olunca artık benim sihirim
bozulur.’ diye rica etti. Bütün asker derhâl beri tarafa geçti. Ama zavallı
divan efendisi İbrahim Çelebi suya gark olmadan canını kurtarıp, Paşa’nın
yanına gelip, ağlamaya başladı. Adamları efendiyi cansız bir tavuk gibi
konağına getirdiler. Yatağa düştü. Bundan sonra Paşa da bütün askeri beri
tarafa geçtikten sonra alay ile Kızıltaş Kalesi altına gelince top şenliği
yaptılar. Paşa’nın kardeşi beyin hocası ve nice tiryakiler ‘Bre hay kahpe
oğulları, bu kışta kıyamette top atıp bizim keyfimizi niye kaçırırsınız’ diye
feryat ettiler ve Paşa’ya gelip,
‘Sultanım
aziz başın için şu dizdarla ve topçuların boyunlarını vur.’ dediler. Paşa:
‘Vezirler
gelirken top atmak kanundur. ’ dedi. Hoca efendi, ‘Kanunlarına falan edeyim’
deyip, konağa gitti.
Allah’ın
Hikmeti:
Kale
minaresinden müezzin ezan okumaya başlayınca donmuş buzlar top gibi kütleyip,
paramparça oldu ve buzdan eser kalmadı. Bundan sonra Kalmuk hediyelerini alıp
kayboldu. Paşa, Kızıltaş’ta on kurban kesti.” (Danışman (12), 1971: 47-49;
Kahraman-Dağlı-Dankoff (8), 2003: 8-10).
Kalmuk
Kavminin Yaptıkları Sihirin Etkisi
“Heyhat
sahrasına çıkınca öyle bir karanlık çöktü ki, atlarımızın başlarını göremez
olduk. Asker içinde feryat başladı. Gideceğimiz yeri kaybettik. Mehmet Paşa’nın
oğlu kayboldu. Hemen hakir ‘Bre ümmet-i Muhammed, Fâtiha suresiyle,
kulhuvallahu suresini okuyup, dört tarafınıza üfleyin.’ diye bağırdım. Bir saat
sonra hava açıldı, beyi buldular. Meğer Ur ağzından çıkarken bizi gören melun
Kalmuklar, sihir yapmışlar. Hava açılınca gördük ki, iki bin kadar Kalmuk
Tatarı, çakallar gibi uluyarak gelirler. Asker onları tüfek ateşine tuttu.
Sahraya doğru kaçtılar.'” (Danışman (12), 1971: 60; Kahrman-Dağlı-Dankoff
(8), 2003: 21-22).
Serez’in
Büyük Yaylağı’ndaki Sihirli Kaya
“Bu
yaylanın kıblesinde ‘Ayı kayası ’ denilen tılsımlı yekpare bir kaya vardır.
Kaya içinde cevahir ve altından yapılmış bir ayı sureti vardır. Zemheride
ayılar kırk gün ininde çile çekip, kırk birinci günü çıkarak bu kayaya gelir,
panzehirini kusar gidermiş. Sonra sihirbazlar o ayı panzehirlerini alıp sihir
yaparlarmış. Bu yayla Osmanlı eline geçince Megaribe kavmi bir marifet ile o
tılsımlı ayıyı bozup, altın ve cevahirini alıp gider. Fakat her sene ayılar erbainden
(kışın en soğuk zamanı sayılan kırk gün) sonra yine buraya gelirlermiş. Bu
kaya çok yüksektir.”” (Danışman (12), 1971: 98; Kahraman-Dağlı-Dankoff (8),
2003: 6162).
“[İnebahtı]
Hakir,
Kördös Kalesi’nde elli altına Mağribîlerden bir siyah Arap gulam almıştım. Bir
hafta yanımda hizmet etti. Ne yedi, ne içti, ne yattı, ne uyudu, ne güldü, ne
konuştu. Ama bir işaret etsek derhâl o işi yapardı. Bu Inebahtı ’dan
gideceğimiz sırada Arap öldü. Şu Arabı gömün diyerek Inebahtı ’dan kalkıp Zeban
kasabasına gittik. ...
Bu sırada
Inebahtı’dan gelen mektuplarda, orada bıraktığımız Arap kölenin ölüp
gömüldüğünü bildirdiler.
Acayip
Sergüzeşt:
Bir de halk
ertesi gün görürler ki, dün gömdükleri bizim Arap köle, kefeni ile mezarın
dışında yatıyor ve kefenin yırtılan bir yerinden, içinden bir keçi bacağı
görünüyor. Bütün halk toplanırlar. Dedikodu çoğalır. Saçma sapan sözler
söylenir ‘Evliya Çelebi dünya seyyahı, marifet ehli, simya ilmini bilen bir
kimsedir. Demek ki keçiyi adam şekline sokup hizmet ettirdi. Kim bilir belki de
bütün hademeleri insan kılığında çeşitli hayvanlardır. ’ derler. Sonunda
Ebüssuudzade Mehmet Ağamız:
‘Bre hey
adamlar, Evliya Çelebi yakınımızda Kastel Kalesi’ndedir. Çağıralım soralım’
der. Beni bu yüzden mektupla davet ederler. Derhâl Inebahtı ’ya gittim. Gördüm
ki bütün şehir halkı mezarlıktadır. Ve hakikaten kefenin içindeki bir keçidir.
Hayret ettim. Ne diyeceğimi şaşırdım. Dedim ki:
‘Ümmet-i
Muhammed, vallahi ben bu Arabı Kördös’te Mağribî Araplarından elli altına
aldım. Tam bir haftadır ne yedi, ne söyledi, ne uyudu, ne güldü ve ağladı. Ama
bunu bu mezardan kim çıkarmış.’ dedim. Kimisi kurtlar, kimisi ayılar
çıkarmıştır dedi. Ölüyü yıkayan kapıcı Ali Dede’yi çağırdım. O da şöyle
söyledi:
‘Vallahi
dün ben bu Arabı sünnet üzere yıkadım. Avret yerleri ve koltuk altları, başı
hep tüylü idi. Gurebetir, öyle olur. Avret yerlerini tıraş etmemiş dedim ve
kefenleyip musallada namazını kıldık. Sabahleyin de işte onu böyle keçi olarak
gördük’ dedi. Tekrar keçiyi gömdüler. Ama ben hayrette idim. Herhâlde bana
Arabı satan Mağripli simya ilmine vâkıf bir kimse idi. Doğrusu çok şaşılacak
şeydi.” (Danışman (12), 1971: 285-286; Kahraman- Dağlı-Dankoff (8), 2003:
273-274).
Sihirle Meydana Gelen Yılanları Yutan Asa
“Hazreti
Musa Makamı (Kudüs): Bu kubbe içinde ve uzun bir dolapta, kırmızı keçeden
kese içinde bir asa vardır. Dünya ağaçlarına benzemez. Cennet ağaçlarındandır.
... Hazreti Musa yedi sene Tih çölünde dolaşırken kavmi su istedi. Hazreti Musa
bu asa ile bir taşa vurdu, yedi yerinden su fışkırdı. Sonra bu taşı torbaya
koydular. Nerede su lazım olursa asa ile vurup su fışkırırdı. Hâlâ bu taş
Şam’da Hazreti Isa mağarasında Isa makamındadır. Ziyaret edilir. Bu asa,
Firavun’un sihirle meydana getirdiği yılanları yutardı.” (Danışman (13),
1971: 247-248; Dağlı-Kahraman-Dankoff (9), 2005: 242).
Hz. Muhammed’in Mucizesinin Müşrikler
Tarafından Sihir Olarak Kabul Edilmesi
“Peygamberin
nübüvvetinin onuncu senesinde Ebî Kubeys Dağı üzerinde inkârcılar peygamberden
mucize istediler. ‘Ay iki parça olup yeninin yerinden girip çıksın.’ dediler.
Peygamber de dua etti. Ay iki parça olup biri yeninden girip çıktı ve yine
gökte birleşti. Bazı müşrikler iman etti. Bir kısmı ‘Hakikaten Muhammed usta
sihirbazmışsın. ’ dediler.” (Danışman (14), 1971: 55; Dağlı-Kahraman-Dankoff
(9), 2005: 403).
Sihirle Meydana Gelen Yılanları Yutan Asa 2
Mesâni
Menzili: Hz. Musa ile Firavun’un cenk ettiği ve Musa’nın asasının,
Firavun’un sihirli yılanlarını yuttuğu yerdir.” (Danışman (14), 1971: 78;
Dağlı-Kahraman- Dankoff (9), 2005: 428).
“Hadis
ilmi, tıp, feraiz (İslam hukukunda mirastan ve mirasın varislere intikal ve
taksiminden bahseden ilim) , tefsir, fıkıh, hadis, tecvit, hıfz, tevhit,
ledün (Allah’ın sırlarına ait manevi bilgi, gayb ilmi), beyan
(belagat ilminin hakikat, mecaz, kinaye, teşbih, istiare gibi bahislerini
öğreten kısmı), kelam, kemal, adap, sarf (dil bilgisi, gramer), nahiv
(cümle bilgisi, sentaks), mantık, maâni (lügat ve sentaks meseleleri
ile, sözün maksada uygunluğundan bahseden ilim), lugat, aruz, yazı,
yıldızlar, cifr (başlangıcının Hazreti Ali’ye dayandığı rivayet edilen,
harf, rakam ve semboller yolu ile gelecekte olacak şeyleri haber verdiğine
inanılan ilim), kef, sim, simya, kimya, heyet (astronomi ilmi),
hikmet, ziyc, danyal, ful, fal, cerr-i eskal, remil (bir takım nokta ve
çizgiler ile gelecekten haber verme), vefk (tılsım, dua, muska),
esma, teshir (büyü yapma, büyüleme) , davet, sarf (gramer, dil
bilgisi), suruf (dil bilgisi kitapları), mare necat, tayy-i mekân,
ihfa (gizleme, saklama), tabir, sihir, feraset (anlayışlılık,
çabuk seziş) ilimleridir.” (Danışman (14), 1971: 159).
“Mısır’ın
havası kuru olduğundan bütün halkı sevdavidir. Çoğunlukla halkı sihirli ve
hilelidir.” (Danışman (14), 1971: 211).
(Mısır’daki Kuyular) Harut ile Marut’un
İnsanlara Yıldız ve Sihir İlmini Öğretmeleri
“Biri
Cisr-i Ebul Menca ki, ona halk ‘Nil kesimi halici’ derler ve ifna (yok
etme, tüketme) denilen bir kuyu vardır. İlk defa gökten inen Harut ile Marut
burada kuyu kazıp yıldızlara bakarlardı. Bütün Mısır halkı yıldız ilmini ve
sihir ilmini bunlardan öğrendiler.” (Danışman (14), 1971: 221).
Kendini File Çeviren Sihirbaz (Fil
Bürkesi-Mısır)
“Fil
bürkesi denmesinin sebebi şu imiş: Firavun’un sihirbazlarından biri kendini fil
şekline koyup bu bürke (küçük göl) kenarında otlarmış.” (Danışman
(14), 1971: 224).
“Nil
Timsahının Garip Hikâyesi: Hakir Şellâl diyarında iken, ev sahibimiz Ebû
Ceddullah garip bir hikâye anlattı. Şöyle ki:
‘Gençlikte
balık avlarken bir timsah yanıma geldi. Ona balık verdim. Bana alıştı. Her gün
yanıma gelirdi. Çok güzel bir timsahtı. Bir gün kumlar üzerinde oynamaya
başladı, sonra sırt üzeri yattı. Fellâhların (ekinci, çiftçi) timsahlarla
cima ettiğini bilirdim. Ben de bunu yaptım. Çok büyük lezzet duydum. Üç sene
böyle geçindim. Bütün aşiret benim bu hâlimi bilirdi.
Bir gün bir
Nil ceziresine (ada) gittim. Timsahım yine geldi. Biraz yuvarlanıp
yanıma geldi ve can teslim etti. Bu sırada gördüm ki timsahın başı ve gövdesi
güneş parçası gibi bir kız hâline geldi. Meğer Künuz Arapları şeyhinin kızı
imiş. Sihirle timsah olmuş. Meğer ölmeye yakın zamanda sihir bozulur, yine eski
hâlini alırmış. Bu da öyle oldu. Bu kızı halk ile beraber o adaya gömdük. Orada
hazır olan o memleket halkından bazıları ‘Evet doğrudur’ dediler. Çünkü o
diyarda timsah ile birleşmek ayıp değildir, yiğitliktir. Timsah ile cenk
etmeyen genç sayılmaz. Timsah ve fil öldürene kız verirler.” (Danışman
(14), 1971: 249).
“Mısır
fatihi Amr ibn As, Ebu Masrulgaffârî sihircilerin piridir.” (Danışman (15),
1971: 39).
Sihir Sahibi Şeyh Abdullah Magarevî
“Şeyh
Abdullah Magarevî... Bu sultan sihir sahibi imiş. Mekke ile Mısır arasında
hacılar zahmet çekmesin diye cinleri bu dağları [Cuşi Dağlarını] kestirmiş.”
(Danışman (15), 1971: 49).
Beledi Halid’in Sihirbaz Kadınları (Mısır)
“Öyle
ölesi, yaşlı, ihtiyar melun sihirbaz avretler vardır ki nice delikanlıların
ayaklarını sihirle bağlamışlardır.” (Danışman (15), 1971: 148).
Cadı Vilayeti Ezrak Şehri (Mısır)
“Burası
cadı vilayeti olduğundan kadınların sihri isyaniyle âdemi eşek yaparlar. Nice
kimseler bu derde tutulup anırarak gezerler. Hatta Haseki Paşa’nın bir
müteferrikası sihre yakalanıp kahve ve bozahanelerde halk arasında eşek gibi
anırırdı.” (Danışman (15), 1971: 161).
Apuska Kalesi’ndeki Sihirbazlık Gösterileri
“ “Vaktiyle
büyük şehir imiş. Fakat kalesi ağaçtan dolmadır. Etrafı üç bin adımdır. Bu kale
yanında Nil kıyısında bir çimenlikte çadırlarımız kuruldu. O gün melik
divanında seyrettiğimiz acayiplikleri beyan eder.
İbret
Alınacak Tuhaflık: Melik hakiri davet etti. Çadırına vardım. Çadırın
önüne binlerce adam diz dize oturmuş, ortada büyük bir meydan var. Evvela on
adet hanende ve sazende rehavi makamından fasıllar ettiler. Altı adet parlak ay
gibi gulam sırmalı önlükler giyerek öyle raksettiler ki... Ellerinde fil
dişinden kağıt gibi ince ince biçilmiş, beş on tanesini iple bağlayıp çalpara
yerine kullanırlar.
Bunlardan
sonra karşıdan bir kara kuru kadit (çok zayıf, bir deri bir kemik kalmış
kimse) adam göründü. Başı ayağı açık. Avret yerine bir kispet giymiş, lades
kemiğine benzer bir kadit, fakat çevik, ayarlık yüzünden belli. Acayip bir
yürüyüşle melikin huzuruna geldi. ‘ya Hayy’ deyip, beş adam boyu havaya
sıçrayıp yere inince melik önünde yer öptü. Hayli dua etti. Sonra ‘Ya Sudan
sultanı, Hindistan’dan Portakal’a geldim. Şimdi mübarek yüzünü gördüm. Ama
garibim, çıplağım, üşüyorum. Bir büyük ateş yaksınlar, ısınayım.’ diye
yalvardı. Derhâl on fil yükü santa ve saç ağaçlarını yaktılar. Alevler göğü
tuttu. Kadit adam biraz ısındıktan sonra sultanın huzuruna gelip,
‘Ya sultan,
el ihsanu bittamam, Hak bereket versin ısındım. Şimdi de bir deve boğazlat da
bir deveyi yiyip karnımı doyurayım.’ dedi.
Hemen semiz
bir deve kestiler. Kadit adam kanını içti. Hayvanı kesenler devenin iç ve dış
uzuvlarını ayrı ayrı koydular. Kadit adam devenin bir parça etini biraz
kızartıp bir hamlede yedi. Sonra ciğer ve yüreğini yedi. Sonra kemiklerini
balta ile kırıp kütür kütür yedi. Hemen ağzına koyarken yutardı. Devenin kelle
ve paçalarını, bağırsaklarını, işkembesini piripakyedi. Yalnız işkembenin
müzahrefatı (süprüntüler, pislikler) kaldı. Onlara da başlayıp yerken
melik utanıp men etti. Sonra oynayarak melikin huzuruna gelip:
‘Ya
sultanım karnım doymadı, çiğ et de karnımı ağrıttı. Müsaade et de senin malın
olan ateşi yiyeyim, helal edin. ’ deyince melik gülerek ‘Helal olsun’ dedi.
Hemen belindeki kispeti çıkarıp, alev alev yanan ateşin içne girerek oynamaya
başladı. Kaş ve sakalından bir şey kalmadı. Tam ateşin ortasına oturup, ateşi
yemeye başladı. Hakir hayret ettim, fakat dikkat ederdim. Ateşi ortasında
ellerini koltuk altına sürüp ellerini bütün vücuduna sürerdi. O vakit
vücudundan siyah bir duman çıkardı. Sonra kalkıp melikin huzuruna geldi. Saat
tuttum. Bir saatte bir deveyi ve bütün ateşi yedi. Aklım perişan oldu. Sonra bu
kadit, meydanda kalan biraz ateşin üzerine işedi. Herkes sidiğe gark olayazdı.
Herkes kenarlara çekildi. Kadit adam melikin huzuruna gelip:
‘Ey melik,
ömrün uzun, düşmanların yezit olsun. Bana bir at, beş deve yükü fil dişi, ve
büyük kaküle ve beş küçük köle ihsan et. Yoksa bu Apuşka şehrini suya gark
ederim.’ deyince melik emretti. Meydandaki sönmek üzere olan ateşe on fil yükü
odun koyup yeniden yaktılar. Yine kadit adam sultanın huzuruna geldi.
‘Ey soylu
sultan, yediğim ateş yüreğimi yaktı, ateşin buharı dibimden çıktı. Çok susadım.
Bana Nil’den on tulum su getirttir.’ dedi. Derhâl getirdiler. Bu sırada meydana
gayet şişman bir adam çıkıp tulumlarla suları zapt etti.
Başka
Garip Şey:
Hemen
şişman adam melikin huzuruna gelip,
‘Yedi
gündür orucum. Bir katre su içmedim. Bu suların yarısını bana ver.’ dedi. Melik
kabul edince, kadit adam ile şişman adam melik huzurunda kavgaya başladılar.
Birbirlerine öyle fil ... vurdular ki vücutlarından kan aktı. Birbirlerini
nerede ise öldüreceklerdi. Melikin silahlı adamları ayırdılar. Melik her birine
beşer tulum su verilsin dedi. Şişman adam melik huzuruna gelip:
‘Aman
padişahım, benim hararetim çoktur. Ateşimi gör. ’ deyip iki elini beline koyup
sima ederek ağzından alevler çıkmaya başladı ve ‘Sultana ne kadar hararetli
olduğumu gösterdim. On tulum suyu bana veriniz.’ dedi. Sultan da ona hükmedip
kadit adama:
‘Sen de
marifetini göster.’ dediler. Kadit adam meydana gelip, içtiği deve kanını,
yediği deve etlerini parça parça çıkarıp halk önüne yığdı. Arada ateş de
çıkardı. Ama fazla ateş çıkaramadı. Bu defa şişman adam:
‘Ya sultan,
benim ateşim mi fazla,yoksa onun et kusması hareketi mi fazla?’ diye feryat
etti. Oradaki seyircilerin de reyi ile melik on tulum suyu şişman adama hükmetti.
Şişman adam on tulum suyu alıp, devenin arta kalan kemiklerini, müzahrefatını,
postunu tamamen yedi. Sonra beş kırba su içti. Kadit adam,
‘Bre o adam
ateşi kumdu. Ben ateşi çıkaramadım. Hararetim bende kaldı. Bu adam evvela su
içip benimle kavga ederken vücuduma bilmem ne sürdü, ateşi çıkaramadım. Bana
kıyman, helak olurum.’ diye feryat ederek bir köşeye çekildi. Şişman adam
geride kalan beş tulum suyu da içip ‘Hele şükür, hararetim geçti.’ dedikten
sonra, ‘Sultanım, bu pehlivana da beş tulum su ver ki, onun da hararet geçsin.’
dedi. Emir verildi. Fakat bir de gördük ki kadit adam simsiyah olup, hararetten
kavrulmuş, ölmüş. Sultan,
‘Benim
yüzümden öldü. Su vermedim.’ diye çok üzüldü.
Hakir
teselli ettim. ‘Bunlar can pazarlarıdır. Canlarıyla oynarlar.’ dedim.
Şişman
sihirbazı tekrar ortaya çağırdılar. Biraz ibret verici şakalar etsin dediler.
Meydana geldi. ‘Ya sultanım’ dedi, ‘Öbür ateşperest idi. Yaptığı hep sihirdi.
Ben ise Maliki mezhebindenim. Bu marifetleri hep riyazet (nefsi kırma,
dünya lezzetlerinden sakınma) ile elde ettim.’ dedi. Sultan,
‘Fakat o
senden usta pehlivan idi. Korkarım sen onu kıskandığın için öldürdün. ’ deyince
şişman adam, ‘Ya sultan, eğer ona fazla muhabbetin varsa, bana ihsan eyle, onu
huzurunda dirilteyim.’ dedi. Melik de yüz deve vermeyi taahhüt etti.
Gülünç
Acayiplik:
Evvela bu
şişman pehlivan bir Yörük ata binip, ölen pehlivanın boynuna bir ip takıp, atın
kuyruğuna bağladı. Sonra meydanda süratle atı koşturdu. Ölünün cesedi perişan
oldu. Bu naaş melikin huzuruna gelince melik, ‘Melun, dirilteceğim dedin,
zavallının cesedini sürüdün.’ diye azarlayınca, ‘Sabreyle ya Sultan’ deyip,
ölünün üzerine, sonra ağzına içtiği beş tulum suyu işedi. Ölünün karnı davul
gibi şişip, guruldamaya başladı. Sultan:
‘Ya
söylediğin gibi bu ölüyü dirilt yahut seni katlederim.’ dedi. Şişman pehlivan:
‘Ya sultan,
bu ateşperesttir. Emret meydana ateş yaksınlar ve cesedi ateşe atsınlar.’ dedi.
(On bir
satır noksandır.)
Üç kişi
ölüyü şu beyitleri okuyarak ateşe attılar:
‘Nuc tüken
kelne perende’, iki defa ‘Ni ni mihank debu’, iki defa ‘Ram ram ram ram ram’
diyerek naaşı ateşe attılar. Cayır cayır yandı. Ağzından sidik çıkıp kokusu
yayıldı. Bu sırada şişman sihirbazın kaçtığını melike söylediler. Arkasından
adam koşturulup yakalattı. Sultan:
‘Bre kâfir,
sen bu pehlivanı diriltirim dedin. Sonra ateşperesttir diye ateşe attırdın.
Hâlâ cayır cayır yanıyor. Vur şu kâfirin boynunu!’ diye emir verdi. Tam cellat
başını keseceği sırada derhâl sıçrayıp üç adamı ile ateşin içine girdi ve ‘ram
ram’ diyerek ateşi diriltmeye başladı. Bu sırada yanan ceset dahi kalktı. ‘Ram
ram’ diye beraberce oynayarak ateşten çıkıp melikin huzurunda yer öptüler.
Aklım perişan oldu. Vücutları hep yağa bürünmüştü. Kendi yağları mı yoksa
terleri mi idi? Doğrusu mucize gibi bir şeydi. Melik yüz koyun, yüz sığır,
altmış beşer adet fil dişi, üçer Habeşi köle verdi. Dua ettiler.
Hintli
Duası: ‘Kaz kanaz no ebselamitem baş çekerim boki marti hun arzi
kerem deretebkim yan tu mushabeti kelerti hun tatur tatur tatatur taboşka bo
şakaybo yeboler kılarkı duaki temari ki temari izadakpenah çalti hun ey
babababa garip dost men seyyahi âlem kara keşmir ve kaşan serendil hun men
perişan melek ateşperest Hindu pecei lahari zevat makper ise aşık hun ey
babababa garip dost ey vella baba ey vellahun.’
Bu duadan sonra
yer öpüp gittiler. Benim hayret etmemden sultan pek memnun oldu. Ey dostlar,
kırk iki senedir gezerim, ne harikulade şeyler gördüm, ama bu derecesini
görmedim.” (Danışman (15), 1971: 190-194).
Fayyum Şehrindeki Kadınların Sihirleri
“Yusuf
halicine bakan yüksek ve alçak kahvehaneler var ki, gece gündüz gelip geçen,
gönül erbabının durağı ve bütün seyyahların, dervişlerin barınağı, bütün
zariflerin, safa ehli dostların görüşecek bir yerleridir...Bazısında şarkıcı
mahbubeler, fitne karıştırıcı mahbubeler var ki her birinin işveleri âdeta
sihir gibidir.” (Danışman (15), 1971: 244-245).
İstanbul’daki Deniz ve Kara Tılsımları
“Ya’fur
müstakil olarak padişah olunca para sarf edip veziri ‘Revende’ adlı akılı
kimsenin rey ve tedbiri ve hakimlerin, mühendislerin, mimarların en güzel
fikirleriyle Sarayburnu denilen yerde, denize ait üç yüz altmış altı tane
tılsımlar yaptılar. Her gün bir tılsım iş görüp, denizin dibinde olan balıklar,
deniz kenarına gelip, bütün İstanbullular çeşitli balıkları avlayıp
geçinirlerdi.
Bir o kadar
da karaya ait tılsımlar yapıp her birini birer tepe üzerine yaptılar. Mesela
Avretpazarındaki dikilitaşta Madyan oğlu Yanko’nun, Hindistan’a giden askerinin
emsalsiz alayını açık saçık gösterir. Bu taşın içini oyup, minare gibi papazlar
çıkıp İstanbul’a bir asi asker gelse çan çalarlardı. Derhâl ütün sayısız
askerler hazır olurlardı. Nice bin acayip ve garip eserler ve tılsımlar yaptığı
inşallah yerinde yazılır.” (Danışman (1),1969: 38; Gökyay (1), 1996:17).
“Atmeydanı
’nı divan yeri edinip orada zamanın acayip ve garip şeylerinden acayip
tılsımlar ve garip şekilde binalar yapıp Hıristiyan adalet yeri edindi. Bütün
vezirlerine ve vükelasına ferman edip İslambol içinde nice bin imaretler ve
garip eserler, acayip resimler yaptılar.” (Danışman (1),1969: 40; Gökyay
(1), 1996: 18).
“Bu çeşit
büyük kubbeler ve hastaneler, bilgi yurtları, misafirhaneler ve istirahat yeri,
tımarhaneler ile Ayasofya etrafını süsleyip, Makedonya şehrini düzeltip, adı
geçen bin bir kubbelerin ta ortasında ‘Tavukpazarı ’ denilen yerde göğe baş
kaldırmış, somaki mermerden bir uğurlu direk yaptırıp, ta en üst kısmına beyaz
ham mermer üzerine bir kuş heykeli yaptırdı. Her sene o kuş, vaktinde ötüp
kanatlarını açınca, Allah’ın azameti, yedi iklimde ne kadar kuş varsa, bütün
dünya bahçelerini istila edip gagalarına birer zeytin hediye ile Islambol’a
gelip, adı geçen direğin dibinde olan kiler kubbesinin tepesindeki delikten
zeytinleri bırakıp, hizmetlerini yapıp giderlerdi. Çok tuhaf bir tılsım
tesiridir!
Ve bu
zeytinleri bütün papazlar yiyip açlıklarını giderirler. Bu çeşit nice bin
acayip tılsımlar olduğu yeri gelince yazılacaktır'” (Danışman (1),1969: 41;
Gökyay (1), 1996: 18).
İstanbul’da Olan Garip ve Acâyip Tılsımlar
“Evvela
Madyan oğlu Yanko asrında Vezendon Kral devrinde ve Kostantin vaktinde Islambol
o kadar mamur olup insan deryası olduğunda yedi iklimden tam usta mimar ve
mühendisler ve cerr-i eskal (ağır bir yükü kaldırma) ilminde kâmil
olanlar, eski muallimler, tuhaf ilimlerde üstatlar, her memleketten getirilip,
şehir halkının her türlü belalar ve semavî afetlerden muhafaza olunmaları için
her üstat, Islambol’un yüksek noktalarından yirmi yedi yerde yirmi yedi
tılsımlar yaptılar!
Evvela
Yağfur ‘Avretpazarı ’ denilen yerde bin parça beyaz ham mermerden minare gibi
içi boş, merdivenli bir direk yapıp, Madyan oğlu Yanko’nun Hindistan’ı,
Loristan’ı, Moltan’ı deniz gibi askerle zapt etmeye gittiğini!? Askerlerin
şekil ve resimlerini, adı geçen direğin dört tarafına nakşetmiştir ki, resimler
adeta canlı zannolunur. Bu direğin en tepesinde yekpare beyaz mermer üzerinde
bir yüksekçe yere bir peri çehreli heykel yaptı. Rivayete göre yılda bir kere
bu heykel bir feryat koparıp, yeryüzünde ne kadar kuşlar varsa o heykelin
etrafında dönerken nice bini yere konup, Rumlar yerlerdi. Sonra Kostantin
zamanında bunun üstüne papazlar çıkıp, bir düşman görünürse haber verirlerdi.
Zamanla
Resûl-i Ekrem’in doğuşunu haber veren büyük zelzelede bu sütun pare pare olup,
tılsımlı olması dolayısı ile yıkılmayıp, günümüze kadar ayakta kalmış ve
herkesçe seyredilmiştir.
Ikinci
tılsım, Tavukpazarı’ndaki bin parça sütundur ki kırmızı renkli som mermerden
yapılmış yüz zira’ boyunda bir yuvarlak sütundur. Bu da zelzele ile harap
olmakla adam oyluğu kalınlığındaki çemberlerle sağlamlaştırılmıştır. Yapıldığı
tarih, Iskender’den yüz otuz sene evvel ve Fahr-i Risalet Efendimiz’in
hicretlerinin 970 senesine gelinceye kadar 2390 yıl olduğu malumdur. Bu sütunun
tepesinde bir sığırcık olduğu, yukarıda bir münasebetle yazılmıştı.
Üçüncü
tılsım, Altımermer’de altı adet yüksek sütun vardır. Her birini eski hükemâdan
üstat rasatçılar yapmışlardır ki, biri Kavala Kalesi sahibi Filkos hakîmdir. O
sütun üzerine tunçtan bir kara sineğin resmini yapıp her vakit o sinek
timsalinden bir sinek sesi çıkar böylelikle Islambol içine asla sivrisinek
giremezdi.
Dördüncü
tılsım, Saraçhane başında göklere uzanmış yekpare bir sütun üzerine bir beyaz
mermer sanduka içine büyük Pozantin’ in kızı gömülüdür ki karınca ve yılandan
zarar gelmemesi için tılsımlı bir sütundur.
Beşinci
tılsım, altı mermerin birinden ilahî Eflâtun bir sivrisinek sureti meydana
getirip, Islambol’a sivrisineğin girmesini yasak etmiştir. Hâlâ tesiri vardır.
Altıncı
tılsım, yine altı mermerin birinde Bokrat’a mensup bir leylek resmi vardı. Bu
leylek rüzgârın çarpması ile ses verince, Istanbul’da ne kadar leylek varsa
hepsi ölürdü. Hâlâ Islambol içinde leylek bulunmaz ve yuva yapmaz. Fakat Ebâ
Eyyûb ve Üsküdar’da çoktur.
Yedinci
tılsım, yine Altımermer’de Sokrat’a mensup bir horoz resmidir ki yirmi dört
saatte bir kere feryat edip bütün horozları uyarıp onlara yol gösterirdi.
Günümüzde Islambol’un horozları, diğer şehirlerin horozlarından evvel nâra
vurup, bütün uyuyanları güya namaza davet ederler.
Sekizinci
tılsım, Altımermer’de bir kurt resmidir. Istanbul koyunlarının sahralarda
çobansız gezip, kurt şerrinden emin olmalarına hizmet ederdi.
Dokuzuncu
tılsım, yine Altımermer’de bir sütun üzerinde tunçtan bir civan ve bir zamanın
sevgilisinin birbirlerini kucaklamış durumda yapılmışlardır. Ne vakit şehir
halkından bir karı koca kavga etseler, birinden birisi gelip o sureti
kucaklarsa derhâl barışırlardı.
Onuncu
acayip tılsım, Altımermer’de bir sütun üzerinde hakîm Calinus beyaz mermerden
iki suret yapmış. Biri bir pîr-i fânî, beli bükülmüş durur. Onun karşısında bir
bunak kadın ki, deve dudaklı, asık suratlı bir ihtiyar kadın, iki kat olmuş
durur. Bir er ile avret (karı ile koca) geçinemeseler, birinden biri o
putları kucaklasa derhâl birbirinden boşanırlarmış.
Işbu
mermerler zelzele ile yıkılıp yerde gömülüdürler.
On birinci
tılsım, Sultan Bayezit hamamının altında dört köşe bin parça bir yüksek sütun
vardı. Yüksekliği seksen zira’ idi. Taun (veba) girmemesi için tılsımlı
idi. Bu sütun durduğu müddetçe şehre taun girmezdi. Vaktâ ki Bayezit Hân, hamam
yapmak için o sütunu devirdiler, o zaman Sultan Bayezit’in bir oğlu Davutpaşa
bahçesinde taundan vefat etti. Mezarı kapının içinde bir sofa üzerindedir.
Bundan sonra Islambol içini taun kapladı.
On ikinci
tılsım, Eğrikapı yakınında Tekfur Sarayındaki ‘Mihalaki’ denilen hakîm
tarafından yapılan siyah maden üzerine tunçtan yapılmış bir ifrit tasviri idi
ki, yılda bir kere ateşler saçar. Onun ateşinden bir kıvılcım alanın ateşliği,
sağ oldukça sönmezmiş.
On üçüncü
tılsım, Zeyrek’te Yahya kilisesi bitişiğindeki mağara idi. Her sene kışın
zemheri geceleri olunca nice koncoloz denilen cadılar çıkıp arabalara binip
dolaşırlardı. Seher vakti olunca yine hepsi adı geçen mağara içinde
kaybolurlardı.
On dördüncü
tılsım, Ayasofya’nın güneyinde dört adet beyaz mermerler üzerine Azrâil,
Isrâfil, Mikâil, Cebrâil’in tasvirleri idi. Bunlar dört tarafa (yani doğu,
batı, kuzey, güney) dönük olarak konulmuşlardı. Yılda bir kere Cebrâil
suretindeki kanat çırpıp bağırırsa, doğu tarafında bolluk olur derlerdi.
Isrâfil suretindeki bağırırsa, batı taraftaki kıtlığa ve pahalılığa delalet
derlerdi. Mikâil suretindeki bağırırsa, kuzey taraftan büyük bir kahraman
çıkar, Azrâil suretindeki bağırırsa bütün âlemde taun çıkar diye itikat ederlerdi.
Peygamberimiz zamanında olan büyük zelzele bunları baş aşağı etmiş. Yalnız hâlâ
sütunları Çukurçeşme yakınında görünür. Dört tane mermer sütundur.
On beşinci
tılsım, Atmeydanı’ndaki ‘Milyonbar’ denilen bir yüksek sütundur ki yüksekliği
yüz elli zira’dır. Konstantin hükümdarlığı zamanındaki şehirlerin her birinden
birer kıymetli taş getirtip, tepesine de bir mıknatıslı taş koyup, adı geçen
taşları bir demir sütunun etrafına hendesece tanzim ettirmek suretiyle
yaptırmış. Bu taşların sayısı üç yüz bin olduğuna göre, Konstantin’in
idaresindeki şehirlerin adedi üç yüz bine ulaşıyor demektir.
Adı geçen
demir mile dayanan mıknatıslı taşın sebebi, demiri çekme hassası olup, kıyamete
kadar yıkılmaması içinmiş. Mimarı da sütunun dibinde gömülüdür ki, adı
Odyarin’dir. Ayasofya’yı yapan mimarın oğludur.
On altıncı
tılsım, yine Atmeydan’ında yekpare, dört köşe, kırmızı, bukalemun renkli bir
taştır ki, Madyan oğlu Yanko zamanında büyük bir üstat tarafından yapılmıştır.
On yedinci
tılsım, burma direktir. Bu direk üç başlı bir ejderha suretini gösterir.
Başının birisini, bir yeniçeri yiğidi kılıç ile bir vuruşta kırmıştır. O
tarihte kısmen tılsımı bozulup Islambol içine yılan, çiyan ve akrep gibi
hayvanlar müstevli olmuştur. Yüksekliği on zira’dır. Diğer on zira’ı Sultan Ahmet
Camii yapılırken yer altında kalmıştır derler.” (Danışman (1), 1969: 55-61;
Gökyay (1), 1996: 23-26).
İstanbul’da Denize Ait Tılsımlar
“Evvela
Çatladıkapı ’da Güngörmez Sarayı yanında bir tılsım vardır. Dört köşe bir sütun
üzerinde bir dev suretidir ki, ne vakit Akdeniz tarafından düşman gemileri
görünse adı geçen tunç dev heykelinden bir ateş çıkıp gemileri yakardı.
ikinci
tılsım, Kadırga limanında bakırdan bir gemi vardı. Yılda bir kere zemheri
geceleri olduğu vakit, İslambol’un sihirbaz avretleri o bakır gemi ile sabaha
kadar deniz yüzünde yüzerek Akdeniz’i muhafaza ederlerdi. Hatta Fatih Sultan
Mehmet’in zamanında o gemi ele geçti derler.
Üçüncü
tılsım, Bir bakır gemi daha Tophane tarafında hazır imiş. Yine zemheri
gecesinde bütün sihirbazlar ve kâhinler bu bakır gemiye binip Karadeniz
tarafında sihir ile gezip muhafaza ederlermiş. Muaviye oğlu Yezid (Emevilerden)
Galata’yı zapt edip bu gemiyi parça parça etti derler.
Dördüncü
tılsım, Sarayburnu’nda tunçtan yapılmış üç başlı bir ejderha vardı. Akdeniz’den,
Karadeniz’den ve Üsküdar’dan gelen düşmanlara bu ejderha ateş saçıp bütün
sandalları yakarmış.
Beşinci
tılsım, Yine Sarayburnu’nda üç yüz sütun üzerinde üç yüz altmış türlü deniz
mahlukunun şekil ve heykelleri vardı. Mesela Hamsin (erbain denilen kara
kıştan sonra gelen elli günlük kış) ayında, hamsin balığı şeklinde olan
suret ses çıkarsa, Karadeniz’de asla hamsi balığı kalmayıp, hepsi İstanbul’a
gelip, kenara vurup, bütün İstanbul halkı hamsi balığı yiyerek geçinirlerdi.
Altıncı
tılsım, erbainde kırk gün çeşitli balıklar, deniz dalgalanmadan tılsımların
tesiriyle hepsi kenara vurup, Rumlara ganimet olurdu.
Bu
tılsımlar Hazreti Peygamber’in doğduğu gece olan büyük zelzelede yıkılmıştır.
Hâlâ sütunları Sarayburnu’nda Selimiye köşkünden ta Sinan Paşa Köşkü’ne
gelinceye kadar deniz kenarına kaldırım gibi döşemişlerdir. Denizden kayıklarla
geçenler görürler. Vakıa sütunlar yıkılıp yerle bir olmuştur ama, tılsımlı olan
suretleri denize ait olup, yine denize düşmekle yine tesiri icra eder. Bu
yüzden her sene bin, nice bin renkli balıklar, kenara çıkıp avlanırlar.
İstanbul
Kalesi’ni, yirmi dört mil deniz çevirmiştir. Her mil başında da birer şeye
tesir eden tılsımlar vardı. Bu yirmi dört mil denizi bir adam bir günde
devreder ama, o gün uzun olmalı... Yani on beş saat olmalı.” (Danışman (1),
1969: 55-61; Gökyay (1), 1996: 23-26).
Ayasofya Camii’ndeki Tılsımlar
“Camide üç
yüz altmış bir tane kapı vardır. Fakat yüz tanesi çok büyük kapılardır. Hepsi
de tılsımlıdır. Kaç kere saysak bir kapı daha meydana çıkar. Ona da işaret
koyup tekrar saysanız işaretsiz bir kapı daha bulursunuz. Tuhaf bir hâldir bu.
Kıble
tarafın orta kapısı hepsinden daha büyük ve yüksekliği elli zıra ’ bir kocaman
kapıdır. Bunun tahtalarının Hazreti Nuh’un Cudi Dağı ’ndaki gemisin enkazından
olduğu da söylenmektedir. Bu orta kıble kapısı üzerinde sarı pirinç madeninden
tabuta benzer uzun bir sandık içinde Kraliçe Sofya’nın cesedi mumya olarak
durduğunu da söylerler. Birçok şahıslar bu sandığa el uzatmaya cesaret
ettikleri zaman cami içinde büyük bir gürültü ve titreşme olmuş ki
teşebbüslerinden vazgeçmeye mecbur olmuşlardır. Bir büyük tılsım da budur. Onun
yukarısındaki küçük direklerin kemeri üzerinde mermer bir kitabe üzerinde
Kudüs-ü Şerif’in kıble olduğu zamanki eski resmi konulmuştur. içi türlü türlü,
çeşit çeşit cevahirle süslenmiştir. Bu da tılsımlı olup el sürmeye cesaret
olunamaz'” (Danışman (1),1969: 130-131; Gökyay (1), 1996: 51).
Terler Direk Ziyaret Yeri’ndeki Tılsım
“Bu tere
bulanmış direk hakkında çeşitli dedikodular vardır ki yaz, kış, gece ve gündüz
terleyip durmaktadır.
Caminin
gerideki kıble kapılarının batı tarafının sonundaki kapının iç yüzündeki
bucakta dört köşeli bir beyaz mermer direk konulmuştur ki, boyu on bir
zira’dır. Alt kısmı bir insan boyu bakır kaplıdır. Yine böyle daima terler
durur. Bir rivayete göre onun temelinde tılsımlı define vardır. Başka bir
söylentide kalede kapatılmış kalan Ya Vedûd Sultan’ın yürekler yakıcı ahının
sıcaklığından bu zamana kadar terler derler. Bir söylentide de Hazreti
Peygamber’in ağız suyu ile (tükürüğüyle) yapılan harç bu direğin altında
yapıldığı için onun nemli tesiri dolayısıyla terler denilir.
Terler
direğin hassaları: Bir adam baş ağrısı çekerken bu direğin terinden sürerse
Allah’ın emriyle iyileşir.
Diğer
Hassası: Bir adam zahir (dizanteri) denilen hastalığa tutulup yüreğinden
kan gitse bu direğin terinden yalarsa Allah’ın izniyle kurtulur.
Üçüncü
Hassası: Bir adamı sıtma tutsa, bakırın deliklerinden parmakla toprak çıkarıp
bağlarsa Allah’ın emriyle gasyan ederek hastalıktan kurtulur. Tecrübe
edilmiştir.”” (Danışman (1),1969: 136-137; Gökyay (1), 1996: 56).
İstanbul’daki Esnaflardan Heykel ve Gümüş
Kazanlar
“Bunlar
gümüş mühür ve tılsımlar kazıyan başka bir esnaftır. Usta olanları ta’lik,
nesih, rık’a, reyhanî tılsımlar yazarlar. Pirleri Hazreti Ukâşe’dir. Hazreti
Peygamberin sırtındaki nübüvvet mührünü görüp, masumlara, saralılara “Eûzü bi
kelimâtillâhi’t-tâmat...” hırzını (vücudu korumak için, afetleri ve
belaları def için yazılan muska, tılsım gibi şeyler) yazmaya ve sarı bakır
üzerine kazmaya başlar.” (Danışman (2), 1969: 269); Gökyay (1), 1996:
274-275).
“Eski
zamanda hekimler, bu eski şehir içinde yeraltında yılan, akrep, çıyan ve diğer
zehirli hayvanlar için tılsımlar gömmüşlerdir. Bugün de o tılsımların tesiriyle
yılan ve akrep gibi muzır hayvanlar bulunmaz. Arada sırada görülse de, insana
diş vursa tesiri olmaz. Bu Humus’un toprağından bir kişi, başka bir memlekete
götürse, yılan, akrep, çıyanın soktuğu yere bu toprağı bağlasa, Allah’ın
emriyle defolur.” (Danışman (4), 1970: 259; Kahraman- Dağlı (3), 1999: 43).
Sur Kalesi ve Şehrindeki Tılsımlar (Şam)
“Deniz
kıyısında olup Büyük İskender yapısıdır derler.
Eski
zamanda burada kum tılsımları olmak üzere bir büyük sütun varmış. Maanoğlu
‘define vardır’ diye bu sütunu yıktırınca kum, bu şehre girmeye başlamıştır.”
(Danışman (4),1970: 296; Kahraman-Dağlı (3), 1999: 63).
“Şehrin
dışında güzel ve küçük bir hamamı vardır. Günden güne bu hamamı kum
bürümektedir. Çünkü Büyük İskender bu şehirde otururken, kum için tılsım
yaptırmıştı. Şimdilerde o tılsım harap olduğundan şehre kum yürümektedir.”
(Danışman (4),1970: 304; Kahraman-Dağlı (3), 1999: 68).
“Gazze
yakınında ‘Übülle’ denilen yerde küçük bir sahra var. Bu sahrada beş adet güzel
pınarlar akar. Bunlara ‘Ayn-ı Seccan’ derler. Buralarda pınarların kenarlarına
yastık, tencere ve kazan kadar yuvarlak taşlar döşenmiştir. Bu taşlar arasında
küçük bir ırmakçık da vardır. Suyun kenarında yüksek, yekpare taştan bir büyük
küp vardır. İçi ağzına kadar tatlı su doludur. Bu küpten bir ordu asker on gün,
on gece su taşısalar yine bir zerresi eksilmez. Her vakit su ile dolu durur.
Suyunu almasalaryine ağız ağza dolu durur. Asla taşmaz. Tuhaf hikmettir!
Asıl garibi
şudur ki bu sudan yabani hayvanlar, kuşlar, hayvanlar içseler tüyleri dökülüp
çıplak kalırlar. insan içse birçok dertlerine ilaç olur.
Diğer bir
hikmeti: Bu büyük küpten kötü bir adam su almak istese bir katre su bulamaz.
Temiz bir çocuk el uzatsa su ile dolu görür. Bu küpü buraya yakın Mermas şehri
harabesinde gömülü olan Calinos hakîm tılsımla yapmıştır derler.
Diğer
Acayiplik: Tarihçilerin söylediğine göre, Hazreti Peygamber’in doğuşundan 882
sene evvel Büyük İskender asrında bu Gazze yakınında deniz kıyısında Askalan
şehrinden ta Kıbrıs vilayetine varıncaya kadar deniz içinde geniş bir yol
vardı. Bütün kara ve deniz tüccarları, o caddeden gidip gelirlerdi. Hatta
Mısırlıların Kıptîler asrında yapılan kilisenin büyük sütunlarını, bu geniş
cadde üzerinde, camus ve develer ile çekip Mısır’a getirmişlerdir. Sonra
İskender asrında Hamalı bir Yahudi, Mısır’ın mübarek Nil nehrini sihir ile Hama
şehrine getirirken, o şişe içindeki Nil suyu yere dökülüp göl meydana çıkınca,
Kıbrıs yolunun yarısı battı. Diğer yarısı da İskender Karadeniz’i kesip
Akdeniz’e karıştığı yerde batıp, günümüze kadar gemiciler Kıbrıs’tan gelirken o
yolları denizde görüp sığlarından kaçıp gemilerini alarga ederek geçerler.”
(Danışman (5), 1970: 21-22; Kahraman-Dağlı (3), 1999: 80).
Urfa Tekkeleri’nden Hazreti Halil İbrahim
Asitanesi İmareti’ndeki Tılsımlar
“Hazreti
Muhammed’in ana rahminden ayrıldıkları Mevlit ayının on ikinci pazar gecesinde
-ki Medayin’de (İran’da) nâle-i kisrâ, Avsan şehrinde Aynülleben
kurumuş, Mekke şehrinde Safa ile Merve arasındaki putlar baş aşağı olmuş,
İskenderiye’deki ip sütun yıkılmış, Trabzon’da balık tılsımı sütunu batmış,
Kostantaniyye’de karada ve denizde üç yüz altmış altı tılsımlar yıkılmış ve
Ayasofya kubbesi ile Roma’da papa kubbesi ve daha buna benzer nice tılsımların
yıkılmış bulunduğu, Peygamberin doğduğu gecedir- bu Urfa içindeki Nemrut’un
ateş yaktığı yer de söndü.” (Danışman (5),1970: 44; Kahraman-Dağlı (3),
1999: 97).
“Rivayete
göre Yahya asrında Kayser Erciyeş bu şehri yapınca eski filozoflardan ‘Flaska’
adlı hakim bu yüksek dağa çıkıp yetmiş adet haşarat şeklini birer sütun üzerine
kazıp her birini birer tılsım etmiştir. Onun için bu dağda zehirli hayvanat
yoktur derler.” (Danışman (5), 1970: 76; Kahraman-Dağlı (3), 1999: 111).
“Böyle
denilmesinin sebebi oldur ki, Moğol dilinde Karakuşa ‘Pertek’ derler. Bunun
kalesi üzerinde tunçtan bir kara kuş timsali olup her sene Nevruz gününde safir
urup bütün makdisi Kürt kavimlerini bu şehrin pazarına toplamak için işaret
verirmiş. Bunun için şehre ‘Pertek’ denmiştir. Hicretin on dokuzuncu senesinde
Halid Bin Velid bu kale ile Diyarbakır havalisini fethettiğinde kuş timsalini
yıkmıştır. Hâlâ o tılsımlı kuşun yeri kalenin tepesinde malumdur.”
(Danışman (5),1970: 109; Kahraman-Dağlı (3), 1999:136).
“Allah’ın
emriyle İskender’in Filkos namındaki hekiminin tılsımı sebebiyle Muş sahrasında
asla sıçan olmaz.” (Danışman (5), 1970: 116; Kahraman-Dağlı (3), 1999:
141).
Tılsımlı Talih Çeşmesi (Sofya)
“Şefiî
Çelebi:
‘Dinleyin
ey vefalı kardeşler! Bu çeşme o ayn-i zülâldir ki her kim ömründe kan etmişse
ve çocukluğunda başından fena bir iş geçmişse o adam su alıp içemez. Eğer temiz
etekli ise tereddütsüz âb-ı hayattan içip safalanır. İçemeyen halktan utanır,
halk arasında mahcup ve kötü anılır. Böyle çeşmeye gitmek câiz mi?’ dedikte,
nice yâran:
‘Şefiî
Çelebi, kırk gündür hane berduştur. Vatan-ı aslisine gidip haremine kavuşmak
ister!’ diye Çelebi’ye tariz (dokunaklı söz söyleme, taşlama) ettiklerinde
Şefiî hemen:
‘Doğuran
kısrak utansın. Gitmeyen ihtiyar kocakarı olsun yürü, baba Yörük bize yol
göster.’ diyerek talih çeşmesi yoluna düştü. Giderken yâranın çoğu ‘Yolları güç
imiş, hayli uzun yol imiş’ diye söylenmeye başladılar. Sonunda o söylenen yere
varıp atlardan inerek orada durduk.
Dostlarımızın
Sergüzeşti: Onu gördük ki göğe baş uzatmış bir yalçın yalama ve
mücella (cilalı, parlatılmış, parlak) kayada berrak bir su akmakta...
Yâran birbirine teklif edip köşe, köşe müşavereye başladılar. Kimse cür’et edip
su almaya varmadılar. Sonunda Şefiî Çelebi ‘Allah’a hamdolsun çocukluğumdan
beri her cihetten kendimi masum ve temiz bilirim’ diye bismillah ile ileri
varıp korkusuz o temiz sudan alıp içti. Müezzinzade Ali Çelebi cüret edip eline
ağaç şekli verip su alayım derken hemen su kesilince bütün dostlar tebessüm
edip ‘Bre sen günahkâr imişsin’ dediklerinde garip herifin yüzünde kan kalmayıp
şaşırıp kaldı. ‘Ey şimdi ben aldım sizler alamazsınız’ diye yâran birbirleriyle
mücadeleye düşüp kimi içelim, kimi bre gidelim demeye başladılar. Sonunda bütün
dostlar ‘sır burada kala’ diye yemin edip çeşmeden su almaya başladılar. Şefiî
Çelebi’nin biraderi varıp akarsuya el uzattığı gibi kesildi. Yine yâran
gülüştüler. Ondan Şeyhzade Çelebi’nin Hımhım Mehmet Çelebisi çeşmeye on adım
uzak kaldıkta çeşme kesildi. Hay bu daha günahkârmış diye yâran pek fazla
güldüler. Sonra Resmî Çelebi bismillah ile varıp tereddütsüz içti. Muhzırzade
vardığında kesildi, tekrar aktığında içti. Hemen bütün yâran buna bir netice
veremediler. Bizim bir gulamımız dahi varıp pervasız içti. Hemen bütün yâran
hakire döndüler. ‘Elbette siz de içiniz.’ diye ısrar ettiler. Hakir ‘Bre
âşıklar, biz bir gûna alüfte ve aşüfte hezar aşina seyyah-ı âlemiz. Bu teklifi
etmeyin. ’ diye rica ettikçe, yâran gülerek ısrar ettiler, ‘Elbette bizim
mahiyetimize vâkıf oldun. Biz de seni görelim.’ diye cebir ve ısrar ettiler.
Hakir dahi vakıa kendimi bilirim, ama yine içimde bir korku eseri vardı. Hemen
büyük atam Türk Türkân Hoca Ahmet Yesevî Hazretleri’nin ruhâniyetinden imdat
isteyip bismillah ile temiz sudan alıp içtim. Bütün yâran sevindiler. Sonra
Saraç Mehmet Çelebi aldı, Allah’a şükretti. Bir kere de bizi getiren Yörük
kocasına teklif ettiler. ‘Oğul benim talihim yoktur, belki su kesile’
sevdasıyla vardığında alamayıp döndü. Yâran birçok gülüştüler. Netice-i kelâm
bu çeşmeden yetmiş kimse su içmek istediği hâlde ancak beş kişi içip
diğerlerine müyesser olmadı. Bir garip ve acayip tılsımlı akarsudur. Kimse bu
çeşmenin esrarına vâkıf olamayıp ertesi kırk birinci gün Sofya’ya girdik.”
(Danışman (5),1970: 287-288; Kahraman-Dağlı (3), 1999: 228-229).
Divan Dağı’ndaki Tılsımlar (Bitlis)
“Kalenin
karşısında ‘Divan Dağı ’ adıyla ünlü dağ vardır. Oradan Van deryası, Van
Kalesi, Raholi sahrası, Muş Ovası, Deliklikaya deresi, velhasıl o kadar göğe
baş uzatmış yüksek dağ değil iken, ona önünü kapatan büyük dağın arkasında olan
sahra, köy ve kasabalar hep görülür. Bu yüksek dağ üzerinde gömülü olan
tılsımları bugüne kadar tesirleri açıktır. Ama halkın bundan haberi yoktur.
ikinci ibret:
Taklaban
mahallesi tarafında Abdal Han’ın bahçesi bağı arkasında bir dağda bir dağa
duvar çekilip, deniz olmuştur ki, hakikaten görülecek şeydir. Şehir içinde kale
dibinde Hâtuniye köprüsü başındaki büyük hanın içindeki bir yalçın kayada bir
mağara vardır. Kapısı üç adam boyu kadar yüksektir. içinden bir gürültü
duyulur. Ama kimse bu gürültünün ne olduğunu anlayamamıştır. Bu mağara, Makdisî
tarihinin dediğine göre, kuşatma sırasında iskender askerini bozan arının
çıktığı mağaradır. Bugün hâlen kapısı açıktır. Hatta Mihman- Kuli, Seyfi Ali
adlı yâranlarımızla bu mağarayı seyrederken, han içinde zağar köpek leşi vardı.
Seyfi Ali arkadaşımızın bir gulamı bu bir işlemez mağaradır, diye köpek leşini
alıp, mağaranın içine nasıl attıysa, o anda köpek leşi dilim dilim, parça parça
tekrar dışarıya atıldı. Hemen hakirin ödü kopa yazdı. Handan dışarıya
kaçtım.'’” (Danışman (6), 1970: 183184; Dağlı-Kahraman (4), 2001: 68).
Tılsımlarla Yapılan Divan Dağı
“Kale
arkasında ‘Ayn-i İskender’ başı da bir gezinti yeridir ki, çimenlik bir lale
bahçesinde ağaçlık bir düzlüktür. Bu gezinti yerlerinden biri de Divan Dağı’dır
ki, ta tepesindeki duvarı, İskender, Bitlis’i fethetmek için yapmıştır. Küçük,
faydalı bir duvardır. Tılsımlarla yapıldığından bu Divan Dağı’ndan yüksek dağların
arkasındaki Güzeldere Dağları, Nemrut Dağları, Mutki Dağları, Muş Dağları,
Güvar Dağları hep görünür ferahlık birer mesiredir.”” (Danışman (6), 1970:
209; Dağlı-Kahraman (4), 2001: 83).
“Şerefname
Tarihi sahibi Şeref Han der ki:
‘Bu bent
(Bend-i Mâhî) yukarısındaki ziyaret yeri Büyük İskender ’in hâkimi imiş.
‘Bargiri’ denilen yerin su ve havasından hoşlanarak orada oturur. Kendisine ve
halka geçinmek için, Van Gölü balıklarına tılsım yapar ve bu mahalde gömer.
Onun için yılda bir kere bütün balıklar oraya varıp, tekrar geçişlerinde
avlanırlar.”” (Danışman (6), 1970: 218; Dağlı-Kahraman (4), 2001: 88).
Bendi Mâhî,
Van gölünü aşağı ve yukarı olmak üzere ikiye ayıran benttir.
“Bu şehirde
akrep çok olmakla bazıları ‘Gejdüm şehri’ derler. Öyle bir akrep olur ki her
biri güya Rum denizinde olan yengeç hayvanı kadar olur. Kuyruğunu kaldırıp
yerde olan haşaratı avlamaya gittiği vakit Keler gibi seyirtip avlar. Katırı
tırnağından, deveyi tabanından soksa aman zaman vermez helak eder. Allah’ın
hikmeti, Harun Reşit’in karısı bu şehri imar ederken cihanı dolaşan bir kâhin
bulup, bu akrep için bir tılsım ettirerek ‘Navan’ denilen kilisede
gömdürmüştür. O tılsım üzerinde vefk ilmine göre ‘Misafirim, misafirim’ diye
yazılıdır. Hâlâ bir şehir adamı veya bir gurbet adamı bu şehre girerken üç kere
‘Misafirim, müsafirim’ diye bağırarak girse Allah’ın emriyle kendisine bir
zarar gelmez.”” (Danışman (7), 1970: 115; Dağlı-Kahraman (4), 2001: 229).
Hermdad (Eski Bağdat) Şehrindeki Tılsımlar
“Hazreti
Peygamber’in doğuşu sıralarında Nuşirevan birçok hazineler elde edip, bu eski
Bağdat’ta Tâk-i Kisrâ’yı yaptırdı. Bu Tâk-i Kisrâ, bir emsalsiz yüksek köşk
olup, bütün Irak sultanlarının yaylak yeri idi. Hazreti Peygamber saadetle Mekke-i
Mükerreme’de ana rahminden ayrıldığı mübarek gecede bu Tâk-i Kisrâ yıkıldı,
Urfa şehrindeki Nemrut ateş gedesi söndü. Trabzon’daki üç yüz tılsım yere geçti
ve Kırım diyarında Kief Kalesi’nde tunçtan bir atlı suret yıkıldı. Velhasıl
Peygamber’in doğduğu gece yetmiş bin alamet zuhur etti diye bütün müverrihler
bildirmişlerdir.” (Danışman (7), 1970: 131; Dağlı-Kahraman (4), 2001: 239).
“Bu Irak
toprağında [Bağdat] nice bin adet büyük hazine ve cevahir defineleri,
pek çok ağaçlıklar ve azizler vardır. Nice yüz adet tesiri kalmamış garip
tılsımların eserleri vardır ki insan hayran olur.”” (Danışman (7), 1970:
173; Dağlı-Kahraman (4), 2001: 257).
Sünbüllü Baba Tekkesi (Tokat)’ndeki Tılsımlar
“Hâlâ taze
boyalı taş vardır. Bir tarafı oluk gibi kalmış, üzerine Arapça bir takım
satırlar yazılmıştır. Dediklerine göre eski hekimler üç satır yazı ile tılsımlı
harfler yazmışlar. Günde birer defa bu sert taşlardan süt akarmış. Bir saat
sonra yine kesilirmiş. Hazreti Peygamber efendimiz dünyaya geldikleri vakit bu
tılsımlar hükümden düşmüş. Hâlâ oluk durur.”” (Danışman (7), 1970: 240;
Dağlı-Kahraman-Sezgin (5), 2001: 39).
Ak Kerman Kalesi (Balkanlar)’ndeki Tılsımlar
“Bu kalenin
doğu tarafında yani Karadeniz tarafında Kamerülkum tılsımları vardır. Cengiz
oğullarından bu kale altına nice kere ordular gelip bozulmuşlardır.””
(Danışman (7), 1970: 283; Dağlı-Kahraman-Sezgin (5), 2001: 63).
“Varad’ın
iç kalesi önünde nice adet cihangirlerin tılsımları var idi. Niceleri tunçtan
at üzerine binmiş dururlardı. Kaçatlı Ali Ağa ‘Nedir bu cüzam put resimleri?’
deyip, bir kere at bırakıp, adı geçen tunç heykel üzerine öyle satır attı ki, o
anda hıyar gibi o heykelin sağ kolunu düşürdü. Diğer halk dahi bu puta kılıç
üşürdüler. Nicelerinin kılıçları parça parça oldu. Ama Ali Ağa’nın kılıcı eski
Alman olduğundan nice putları parça parça ederdi. Bu heykellerin her biri altın
ile yaldızlı idi. Her biri birer Rum haracı değerdi. Şebçırağ taşı gözler ve
yirmişer kırat elmas tırnaklar ve kimisinin ellerinde tunçtan mücevher mineli
topuzlarla salmalar, bellerinde kolçalar, omuzlarında kalkanlar ile
süslenmişti. Kimisi at üzerine binmiş, kimisi piyade durup, onları gören canlı
zannederdi. Her birinin boyları iki âdem boyunda idi. Bu şekilleri, esir olan
papazlardan sual ettim, bunlar ne saadettir ki, bunlara bir şey tesir etmez,
dedim.
Bir keşiş
dedi ki:
‘Bunların
evvela madenleri Acem diyarında Nahçivan’dan gelmiştir. Tunç, iki şeyden
meydana gelir. Yarısı kalay, yarısı bakırdır. Tunç, sarı renkli olduğundan
içine tutya konulunca sarı altın gibi tunç olur. Hâlâ bütün kâfir diyarında ve
bizim bu Varad Kalesi’ne olan üç yüz adet toplarımız bu tertipte dökülmüş,
altın gibi berrak ve sarıdırlar.
işte bizim
Varad’da Ali Ağa’nın kılıçla vurduğu suretler, Nahçivan çeliği, tuncu olmakla
ne ateşten ve ne eğeden korkusu olmayıp, hiçbir suretle bunları kırmak mümkün
değil iken bu Ali Ağa nice çalım ile bu putları kılıçla çaldı diye o koca
keşişin hayretten parmağı ağzında kaldı. Papazdan bunları put olup olmadığını,
bunlara tapınılıp tapınılmadığını sordum. Bunun üzerine papaz:
‘Gerçi
Macar kavmi Hıristiyan’dır, fakat putperest değildir. Kiliselerimizde haçtan
başka bir eser kandiller ve çerağdan başka muteber şey yoktur. Bütün kapı ve
duvarları inci gibi beyazdır. Ama Nemçe, Donkarkir, Danimarka’da yanındaki
kiliselerin hep kapı ve duvarları resimler ve çeşitli asılı şeylerle doludur. ’
dedi. Hele hamdolsun bu Varad kiliselerinde asla put kalmayıp, hepsi Müslüman
ibadet yeri oldu.” (Danışman (8), 1970: 279-280; Dağlı-Kahraman-Sezgin (5),
2001: 219-220).
Baba Lokman Ziyaret Yeri (Üsküp)’deki Tılsım
“Bir de ta
aşağı şehrin ‘Baba Lokman’ adında bir ziyaret yeri vardır. Filozoflardan bir
zat imiş. Tılsım ilmi ile bir kaynak âb-ı hayat kuyu çıkarmış. Kevser gibi bir
yumuşak sudur ki, bir damla içen hasta, hayat bulur. Bunun içinde nice balıklar
öteye, beriye giderler. Birçok adamlar fala bakıp ‘Eğer benim işim hayır ile
tamamlanırsa bu balıklar verdiğim ekmeği yesinler ve eğer işim rast
gelmeyecekse, hayır ile tamamlanmayacaksa ekmeğimi yemesinler.’ derler. Allahın
emriyle birçoğunu yerler, işi rast gelir, birçoğunun yanına bile gelmeyip
yemezler, o kimsenin işi dahi rast gelmez.” (Danışman (9), 1970: 101-102,
Dağlı- Kahraman-Sezgin (5), 2001: 299).
Bec (Viyana) Kalesi’ndeki Tılsımlar
“Bu şehir
içinde elbise yıkanmaz, yıkanırsa erir, gider. Karşı varoşta yıkanır. Hayvan
boğazlanmaz, boğazlanırsa, taun olur. Hâlen sivrisinek, karasinek, yılan,
çiyan, akrep, ısıtma (sıtma) olmaz. Karga, leylek, baykuş şehir içinde
yoktur. Taşra varoşlarda vardır. Bu eşyaları eski hakîmler hep tılsım
etmişlerdir.” (Danışman (11), 1970: 70; Dağlı-Kahraman- Dankoff (7), 2003:
102).
Güvercinlik Kalesi (Rumeli’de,
Dimetoka’da)’ndeki Tılsımlar
“Yüksek
kayalarda binlerce güvercin yuvaları olduğundan buraya güvercinlik demişlerdir.
Eflâtun’un, bu kayalarda güvercin toplamak için tılsımları vardır derler. Ben
görmedim. Yalan haramdır.”” (Danışman (11), 1970: 147;
Dağlı-Kahraman-Dankoff (7), 2003: 169).
Kırım’daki Kamerelkam Tılsımları
“Kırım’da
Eskiyurdda ziyaret yerlerinden biri de Muaz ibn Cebel’in amcası, Hz.
Peygamber’in ashab-ı kiramından Mâlik Eşter’in kabri vardır. Hazreti Mâlik
Eşter, Tebük gazasından sonra Yemen hududunda Yelemlem denilen yerde bir
ejderhayı katlettiğinden ashap arasında ‘Mâlik Ejder’ denilmişti. Resulü Ekrem
vefat edince başını alıp Evvela Erzurum’a, oradan Dağıstan’a gelip üç bin
Arnavut’u Müslüman edip Kazan, Ejderhan ve ... Saray şehrine bu kadar diyarlar
gezerek kırk bin adamı Müslüman etmiş ve Kırım’a gelmiştir. Kırım’da on bin
adamı Müslüman etmiş ve elli yedi bin askerle Akkirman Kalesi altında Salsal
adlı sapık kral ile kırk gün cenk eder. Kâfirleri Kamerelkam içine tıkar.
Ecinni kavmi da Kameralkam tılsımlarından kurtulur. Bütün kâfirleri sara gibi
ecinni tutar. Bin kâfir ölür. Salsal ile Mâlik Eşter karşı karşıya kalırlar.”
(Danışman (11), 2003: 224; Dağlı-Kahraman- Dankoff (7), 2003: 242).
Serez (Selânik)’deki Tılsımlar
“Beşiktepesi’nde
Hazreti Îsâ’nın taştan beşiği vardı. Her hastanın derdine göre bir su çıkar, hastalar
içerlerdi.”” (Danışman (12), 1971: 97; Kahraman-Dağlı-Dankoff (8), 2003:
60).
Serez’in Büyük Yaylağı’ndaki Tılsımlar
“Bu
yaylanın kıblesinde ‘Ayı kayası’ denilen tılsımlı yekpare bir kaya vardır. Kaya
içinde cevahir ve altından yapılmış bir ayı sureti vardır. Zemheride ayılar
kırk gün ininde çile çekip, kırk birinci günü çıkarak bu kayaya gelir,
panzehirini kusar gidermiş. Sonra sihirbazlar o ayı panzehirlerini alıp sihir
yaparlarmış. Bu yayla Osmanlı eline geçince Megaribe kavmi bir marifet ile o tılsımlı
ayıyı bozup, altın ve cevahirini alıp gider. Fakat her sene ayılar erbainden
sonrayine buraya gelirlermiş. Bu kaya çok yüksektir.'’” (Danışman (12),
1971: 98; Kahraman-Dağlı-Dankoff (8), 2003: 61-62).
Maşklor Panayırı’ndaki Tılsımlar
“Bu Maşklor
kasabasında kara ve sivrisinekten adam duramazken, bu panayır sırasında asla
sineğin vücudu kalmaz. Yüzlerce insanın necaseti, hayvanların pisliği, binlerce
kesilen koyun ve sığır kanlarının müthiş kokusu olması icap ederken, aksine,
hiçbir kötü ve bir tek sinek olmaz. Pazar savulup kimse kalmayınca karasinek ve
sivrisinek dünyayı tutup insanı helak eder. Eskiden böyle tılsım yapılmıştır.””
(Danışman (12), 1971: 128-129; Kahraman- Dağlı-Dankoff (8), 2003: 98).
“Maşklor
panayırı günlerinde, Maşklor ’da sinek olmayıp, bu kasabada çok olur. Tılsım
olduğu yazılmıştır.” (Danışman (12), 1971: 129; Kahraman-Dağlı-Dankoff (8),
2003: 98).
“Resulü
Ekrem ’in veladetinden 889 sene evvel Ağriboz, İskender Zülkarneyn hükmünde
idi. Bu ada, Karesi toprağına bitişik idi. Rum müverrih Yanyan’a göre, bu
şehrin akıllı hâkimi, İskender’e der ki:
‘Bu
yerimizin kara ile olan bitişik tarafını kesip bir ada hâline getirelim. Balık
dalyanları kuralım. Kale kullarına ve padişahımıza nice hazine hasıl olur.’
İskender müsaade eder. Buranı hâkimi de kara ile bitişik olan dar yeri kesip
denizi bir taraftan öbür tarafa akıtır ve oraya eskilerin ilmiyle bir tılsım
yapıp, balıklar kesilen boğazdan geçerken dalyanlara girerler. Bu yüzden bu
adaya 'İspariye’ demişler. Rumca ‘balık ağı’ demektir.”” (Danışman (12),
1971: 139; Kahraman-Dağlı-Dankoff (8), 2003: 110-111).
“Bu şehir
içinde toplanan bilginlerin her biri garip tılsımlar yapmışlar. Bu şehirde
taun, yılan, çiyan, akrep, leylek, karga, pire, bit, tahtabiti, sivrisinek,
karasinek olmazmış. Denizler içinde tılsımlar yapmışlar. Hazreti Peygamberin
doğduğu gece, bu tılsımların hepsi tesirini kaybetmiştir. Ama şimdi yine bu
şehirde sivrisinek, akrep, leylek ve karga olmaz.” (Danışman (12), 1971:
146; Kahraman-Dağlı-Dankoff (8), 2003: 119).
Deli Dağı’ndaki Tılsımlar (Atina’nın
doğusunda)
“Bu Deli
Dağı ’nın eteğinde eski bir manastır vardır. ‘Koçbaşı manastırı ’ derler. Nice
binlerce bilgin, kendilerinin buraya gömülmesini vasiyet ederler. Çünkü
lâşeleri asla çürümeyip, mağaralarında taze yatar. Eski bilginler bu mağaralar
için tılsım yapmışlardır. Tenleri çürümez, kadid de olmaz. Bütün azaları yerli
yerinde durur.” (Danışman (12), 1971: 148; Kahraman-Dağlı-Dankoff (8), 2003:
120).
Pondiko Kalesi’ndeki Tılsımlar
“Bu şehirde
bir sütun üzerine hakîmlerin biri altından bir sıçan yapıp koymuş. Bu tılsım
yüzünden bu şehirde sıçan olmazmış. Fetih sırasında gazilerden biri sütunu
yıkıp altın sıçanı koparıp almış. Bundan sonra bütün şehri sıçanlar istila edip
yiyecekleri mahvettikleri gibi, atların yelelerini yiyerek tay hâline
koymuşlar. Halkın saç, sakal ve bıyıklarını yiyip ihtiyarları delikanlı hâline
gelmişler. Halk da şehri bırakıp kaçmış. Şehrin harap olmasının sebebi böyle olmuştur
diye yazmışlar. Pondiko ‘sıçan’ demektir. Rumlar onun için bu adı koymuşlar.”
(Danışman (12), 1971: 164-165; Kahraman-Dağlı-Dankoff (8), 2003: 138).
Moton (Modon) Şehrindeki Tılsımlar
“Çarşı
meydanı ile varoş kapısının iç tarafında somaki bir mermer sütun üzerinde bir
mermer tabut ve içinde bir kral ölüsü vardır. Birçok kimseler içinde iksîr-i
âzam (madeni altın yaptığı sanılan taş, kimya taşı) vardır derler. Ama
Lâtin keferelerinin tarihlerine göre bu kalede yılan, çiyan, akrep ve
sivrisinek olmamak için tılsımdır derler.” (Danışman (12), 1971: 171;
Kahraman-Dağlı-Dankoff (8), 2003: 145).
“Acayip
Tılsımlar: Bu şehirde asla yılan, çiyan, akrep olmaz. Her sene kefal balığı
gelip tılsımını ziyaret ederken avlanır. ... Yılda bir kere Kastel Kalesi önüne
hesapsız kefal balığı gelir çünkü balık tılsımı vardır.” (Danışman (12),
1971: 189; Kahraman-Dağlı-Dankoff (8), 2003: 165).
“Havuzlar,
şadırvanlar, fıskiyeler ve nice tılsımlar var.” (Danışman (12), 1971: 257;
Kahraman-Dağlı-Dankoff (8), 2003: 241).
“Bir küçük
göldür. Kapkara bir haliçtir. Vilayet halkı bu göl için tılsımlıdır derler.
Acayip hikâyeler anlatırlar. Birçok define arayıcılar burada helak olmuşlardır.
Yakın zamanda bir derviş gelip, bu göl kenarında tam kırk gün erbain çıkarıp
ilim kuvvetiyle gölde bir damla su kalmaz ve korkunç bir derinlik meydana
çıkar. Bu derin kuyunun dibinde bir demir kapı görünür. Kapı önünde altın kap
kacak bulunur. Derviş bunlardan kendine lüzumu kadarını alıp gider. Bunun
üzerine şehir halkı hâkime haber verip göle gelirler ve onlar da altın
eşyalardan alırlar. Ve demir kapının deliğinden bakınca, içeride hesapsız
mücevherler, yakut, mercan görürler ve hemen külünkler ile kapıyı kırmaya çalışırlar.
Allah’ın büyüklüğü, bu derin mağaranın içinden bir su fışkırır. Hazineyi açmak
isteyenlerin çoğu boğulur, bir kısmı kurtulur. Sonra o dervişi, elindeki
kıymetli eşya ile Sultan Ahmet’e götürürler. Padişah bir kapıcıbaşı ile dervişi
yine bu göle gönderir. Derviş yine kırk gün erbain çıkarır. Gölün suyu çekilir.
Demir kapının önüne gelip eşyaya el atınca yeniden su fışkırır, derviş gark
olur. Kapıcıbaşı güçlükle kurtulur. Böyle bir karaca gölceğizdir. içindeki
balıklar bile karacadır.” (Danışman (13), 1971: 100-101;
Dağlı-Kahraman-Dankoff (9), 2005: 69).
“Hâlâ bu
viran şehirde bir büyük havuz vardır. Halk bunun için tılsımlıdır derler.” (Danışman
(13), 1971: 108; Dağlı-Kahraman-Dankoff (9), 2005: 76).
“Kuşadası
denilmesinin sebebi, her sene bu adaya yüz binlerce kuşun gelip ziyaret etmeden
gitmemeleridir. Tılsımlı bir adadır.” (Danışman (13), 1971: 109;
Dağlı-Kahraman- Dankoff (9), 2005: 77).
Eski Tarsus Kalesi’ndeki Tılsımlar
“Etrafı
hendektir ve üç kapısı vardır. Geribiz kapısı iki tarafında insanı şaşırtan
tasvirler, çeşitli ve kufî yazılar ve yine Arabî ve Süryanî yazılar var. Bütün
seyyahlar bu yazıları okuyup tılsımları çıkarmaya çalışırlar. Halk öyle
zanneder ki, Me ’mun halife Mısır’dan define getirip bu kaleyi yaparak,
kapısına tılsım etmiş ola.” (Danışman (13), 1971: 190;
Dağlı-Kahraman-Dankoff (9), 2005: 166).
Zagzaga Şehrindeki Tılsımlar (Hz. Lut’un
Şehridir)
Damamir
Hamamı: Tuhaftır ki bir peştamal içinde bu suyun içine üç, beş veya
yedi yumurta koysan pişirip çıkarınca biri kaybolup yumurtalar çift olur. Ama
çift korsan yine çift çıkar. Hâlbuki peştamalda delik de yoktur. Bazıları Idris
Nebi kâhinlerinden birinin tılsımıdır derler. Bir ecinni müekkili var derler.
Tek yumurta konursa birisini o ecinniye gıda olur derler. Yahudiler çok
girerler vesselam.” (Danışman (13), 1971: 262; Dağlı-Kahraman- Dankoff (9),
2005: 262).
“Orada
tılsımlı bir koç vardı. O koç eşinip gırgırsa Mısır’da koyun çok olurdu, o
yüzden ‘Kepş Dağı’ derler.” (Danışman (14), 1971: 98;
Dağlı-Kahraman-Dankoff (9), 2005: 361).
“Penceremizin
altında iki adam boyunda bir kuş tasviri var, kanatlarını açmış, iki başı
var.Derler ki, bu kuş hangi kuşun sesini verirse Mısır’da kuş olmaz derler.
Hakikaten Mısır’da katiyen leylek olmaz. Saksağan, öğü, kartal, tavşancıl
kuşları olmaz.
Akrep
Tılsımları: Yukarı kalede akrep vardır âdeme vursa tesir etmez,
birkaç saat sonra acısı geçer. Tılsımı; Sultan Kayıtbay’ın eski divanhanesinde
kırk dört sütun vardır. Tatar konağı tarafındaki büyük kemerin sağ tarafındaki
sütunun tepesinde bir demir çember kuşak vardır. Orada tunçtan bir akrep sureti
kuyruğundan asılıdır.
Yılan
Tılsımları: Akrep tılsımı olan sütunun karşısındaki sütunu kuşatmış
bir alaca yılan sureti vardır. Yine o sütunda iki satır vefk yazısı vardır.
Yılan tılsımıdır. Iç kalede olan yılan Şah Meran Kalesi’nde yoktur. Fakat
kimseye zararları olmaz. Fakat korkunç hayvandır.
Çıyan
Tılsımı: Bir de çıyan tılsımı sütun vardır. İki satır vefk vardır.
Hâlen çıyandan zarar gelmez.
Humma
yani Sıtma Tılsımı: Bu iç kalede asla humma-yı rubu ve humma-yı
muhrika asla yoktur. Başka memleketlerden sıtmalı bir adam bu kalede üç gün
kalsa kurtulur. Helvacı Mehmet Ağa’nın kapısı dibinde vefk yazılıdır.
Kulunç
Tılsımı: Bir sütunda da kulunç vefki vardır.
Taun
Tılsımı: Bir sütunda da taun vefki vardır. Ebû Ali Sînâ’nındır
derler. Hiçbir diyara mahsus değildir. Ama ishal, zatülcenp (akciğer veya
göğüs zarı iltihabı), lukve, şir pençe(en çok ensede ve sırtta çıkan
çabuk genişleyen ve tehlikeli bir hâlde olabilen kan çıbanı) gibi çeşitli
hastalıklardan ölürler. Ama yukarıdaki tılsımlar Allah’a şükür devamlıdır.
Her sütunda
fen sahibi bir üstadın vefki vardır. Sarı sütunda ‘kaleden köle kaçmaya...’, bir
sütunda ‘hırsız ev açmaya, bir köle ve hizmetçi ağasına hinayet etmeye
kastederse eli kuruya’, bir sütunda ‘Mısır’da yangın olmaya’... Hele Allah’a
şükür bu tılsım muattal (bırakılmış, kullanılmaz) değildir. Kırmızı
somaki sütunda olan vefk odur. Bir sütunda ‘ayda dört kere yağmur yağa ’, bir
sütunda ‘çocukların gözü karma karışık olmaya ’ ve daha nice vefkler vardır.
Ama bazı Mağripli, Hintli define arayıcıları melunlar bu sütunlara kementlerle
çıkıp tizap (kezzap) ve diğer şeyler sürerek o yazıları kazımışlardır.
Ama define falan da bulamamışlardır. O zamandan beri Mısır’da pire, bit, tahta
biti adamı kebap eder. Mısır’ın sivrisineği ile tahta biti hiçbir yerde yoktur
ki, şehirden şehre tahta biti için şiirler yazarlar. Hatta tahta bitinden bir
feryatname yazdım." (Danışman (14), 1971: 166-167).
Mısır Vezirleri Kalesi Sarayındaki Tılsımlar
“iki Kuduz
köpek tılsımları. Emir Hüseyin köprüsü ile Musfî köprüsü ortasında köpek hamamı
diye bir küçük hamamdır. Hamamın temellerinde iki adet tunçtan köpek timsalleri
vardır. Birbirleri ile gece gündüz boğuşurlar. Onun için Mısır’da kuduz köpek
olmaz." (Danışman (14), 1971: 168).
Mısır Veziri Sarayındaki Tılsımlar
“Şeyh Ahmet
Mâlikî bir vefk edip, asla sivrisinek yoktur.” (Danışman (14), 1971: 169).
Bâb-ı Zuveyle’deki Tılsım (Mısır)
“Emirülcüyuş
bu kapıya bir tılsım yapmış. Kapının kanatları daima açık durur, ama kapısının
eşiğindeki siyah taş -ki tılsımlıdır- oradan Mısır’ın içine hainlik, fenalık
yapmak niyetinde olan bir kimse geçemezdi. Süvari ise atı sürçüp tepe üstü
düşer. Aynı zamanda burası, Hazreti Musa ile Hızır Nebi’nin buluştukları
yerdir. Melik Kamil zamanına kadar bu tılsımın hükmü vardı. Melik Kamil,
Mısır’da Ezher Camii’ndeki eşkiyayı kırmak için bu kapıdan at ile girmek
istediği vakit atı tekerlenip kendisi de yere yuvarlanınca, hiddetlenip bu
kapının eşiğinde yüz adet koyun kurban eder. Tılsım bozulur. Siyah taşı
çıkarır. Kapıya iki kanat yaptırıp takar.” (Danışman (14), 1971: 176).
Ezheri Kaaid Camii’ndeki Tılsım (Mısır)
“Cami
yapıldığı vakit bir tılsım yapılmıştır ki leylek, serçe, kırlangıç, güvercin,
çaylak gibi kuşlar yuva yapamazlar ve camiye giremezler.” (Danışman (14),
1971: 178).
“Bu tekke
ve karşı camideki bir tılsım yüzünden sivrisinek, karasinek, tahta biti bulunmaz.
Adam birkaç gün buraya devam etse piresi, biti, tahta biti hep ölür.”
(Danışman (14), 1971: 183).
Bürketül Karun’daki Tılsım (Mısır)
“Beşgen
şeklinde Karun yapısıdır. Dört tarafı mamur bahçelerdir. Hassa bir adam kırk
gün girse uğursuzluktan kurtulur, eline mal girer. Hâlâ tılsımlı bir bürkedir.”
(Danışman (14), 1971: 225).
Şevarib Bürkesi’ndeki Tılsım (Mısır)
“Ebû
Şevârib adlı bir bey bu bürke üzerine bir saray yaptırdığında bu adı almıştır.
Saralı bir adam yedi gün öğleyin girip yıkansa ve suyundan içse kurtulur. Öyle
tılsımlıdır. Tecrübe edilmiştir.” (Danışman (14), 1971: 225).
Hac Bürkesi’ndeki Tılsım (Mısır)
“Hala
tılsımlıdır. Buradan bir tulum su alıp bir sene bekletseler lezzetine asla
bozukluk gelmez.” (Danışman (14), 1971: 225).
Aynüş Şems Bürkesi’ndeki Tılsımlar (Mısır)
“Tılsımları
eskidir. Bunun üzerinde bir dört köşe sütun vardır. Dört tarafında tasvirler,
acayip yazılar vardır.Velhasıl Mısır’daki on dört bürkenin her birinde bir
tılsım vardır.” (Danışman (14), 1971: 226).
Ravza Adası’ndaki Tılsım (Mısır)
“Yılan ve
çıyan olmaz, tılsımlıdır.” (Danışman (14), 1971: 238).
Timsah Hakkında Mikyas Tılsımı
“Rivayete
göre bir padişahın Mikyas adlı bir kızı vardır. Bir gün kız Nil’de yüzerken bir
timsah kapıp kaçmış. Padişah ah ve vah ederken evliyadan Şehy Ebubekir Batrâni
dua eder. Timsah kızı geri getirip bırakır. Şeyh mermerden bir timsah yaptırıp
bu Mikyas’ın olduğu yerde Nil’e atar. O zamandan beri bu Mikyas’tan aşağıya bir
timsah geçse arkası altına gelip kenara çıkınca tepelerler. Onun için Mısır’da
asla timsah yoktur.” (Danışman (14), 1971: 250).
Ayni Şems Şehri’ndeki Tılsım (Mısır)
“Evvela,
İstanbul’da Sultanahmet meydanındaki dört köşe yüksek yazılı taş gibi bir sütun
vardır. Yüksekliği yüz ziradır. Dört tarafında Kıptî yazıları vardır. Tam tepesinde
dört ayak üzerinde sarıklı bir insan şekli vardır. ‘Selim Han Mısır’a gele’
diye işarettir. Tılsımları hâlâ çözülememiştir.” (Danışman (15), 1971: 11).
İhram Dağları’ndaki Tılsımlar (Mısır)
“Bu
ihramların dört tarafında kara taştan yapılmış tılsımlı binalar vardır.” (Danışman
(15), 1971: 13).
“Küçük
ihramın doğusunda hamam kubbesi kadar bir beyaz taştan kelledir. Kaşı, gözü,
başı, dişi, kulakları var. Başı üzerinde yüz kişi oturabilir. Canlı gibidir,
güya tebessüm eder durur. Gayet kaküller nakşedilmiş. Eski zamanda bu kelle,
gelip geçen ile konuşurmuş. Mısır üzerine asi bir padişahın geleceğini, kıtlık
olacağını, yağmur yağıp yağmayacağını, Nil’in ne kadar taşacağını velhasıl
bütün beş adet bilinmeyenlerden haber verirmiş. Hatta Hazreti Musa’ya bunun
konuştuğunu söylemişler. Gelmiş onun sözlerinden sonra, ‘Her şeyi söylersin,
Allah’ın hak peygamberine de iman et.’ buyurmuşlar. ‘İdris peygamberi bilirim,
başkasını bilmem.’ deyince, zaten gazaplı bir kimse olan Musa, asasıyla başa
vurup, ‘Sus ya melun’ der. O günden beri konuşmaz. Asanın vuruluşundan başı,
gözü yarıktır.
Bir
rivayete göre de bir kadının malı çalınmış. Ebulhevl’e (Sfenks) sormuş, o da
falan adam çaldı demiş. Kadın hâkime müracaat etmiş. Adamın evini basıp çalınan
malları bulunca hırsız, Ebulhevl’in başının üstüne çıkıp edepte yağmur gibi
işer. O zamandan beri tılsımı bozulup konuşmaz.” (Danışman (15), 1971: 14).
“Mısır’da
Ezher Camii’nde güvercin, sinek, yılan, çıyan olmaz ve içine kuşlar girmez.
Tılsımlıdır.” (Danışman (15), 1971: 14).
“Mısır’da
Kepş Kalesi’ne yakın Sultan Cavli tekkesinin merdiveni altında yeşil bir
yekpare mermer havuz vardır. Gemi gibidir. Vaktiyle bu taş gemiye dört kişi
biner, Nil’de yıldırım gibi dolaşırmış. Beş kişi binse batarmış. Kâhinler öyle
tılsım etmişler.
Kafor
Ahşidi zamanına kadar böyle devam etmiş. Melik Kafor ‘Bre canım, taşın şanı
suya batmaktır. Gemi ise dört âdem ile Nil’de gezilmektedir. Acaba aslı nedir?’
diyerek gemiyi Nil’den karaya çektiler. Gördüler ki, taş geminin altında bir
satır İberî yazı ile bir balık resmi ve bu resim üzerinde bir vefk var. Melik
Kafor bütün ulemayı topladı, yazıyı okuyamadılar. Bunun üzerine gemiyi yine
Nil’e koyup içine dört adam bindi. Gemi derhâl battı. Meğer bu resmi bir insan
görürse tılsımı bozulurmuş.
Ümmülkıyas
Tılsımı: Mikyas havuzunun dört tarafında acayip yazı vardır. Onun
tesiri ile Nil Kıptî tutunda taşar. Şeyh Batranî Hazretleri, bir timsah timsali
yapıp Mikyas havuzuna koymuştur. Timsahın göğsüne bir vefk kazmıştır. O
zamandan beri Nil mikyasından aşağı timsah geçmez. Geçerse karnı yukarı gelip
ölür.
Yıldızlar
Tılsımı: Babül Kasır ’da eskiden kilise olan bir medrese vardır.
Orada tunçtan bir heykel vardı. ‘Ahir zaman peygamberi bu surette olup
ümmetleri Mısır’a malik olalar. Fetih edecek âdemler, Muhammed’ten sonra on
sekiz senesinde Ömerül Faruk veziri Amr ibn As ola’ diye beyaz mermer üzerine
şöyle yazmışlardır:
‘Bu adem An
Riyum, Azer oğulları Yerfenutun peygamberdir. Tunuminin, onun ismi Mevanis
Muhammed’tir., Bistubis iki dünya sahibidir.’ diye Yunanca yazılmıştır. Amr ibn
As Mısır’ı kuşatırken kefereler Hazreti Ömer’in mermer üstündeki suretini
bozmuşlardır.
İç Kale
Tılsımları: Kalavun divanhanesinin kırk sekiz sütunlarının her
birinde bir vefk vardır.” (Danışman (15), 1971: 15-16 ).
Nehariyye Şehrindeki Tılsımlar
“Deluke
avret bu şehri yapınca kendisine üç yüz altmış altı tılsım yapmıştır.” (Danışman
(15), 1971: 73).
“Nil kuzeye
doğru akıp Reşit önünde Akdeniz’e dökülür. Ama Deluke Melik Nehariye önünde
Nil’den bir kanal ayırıp, zorla baş yukarı güneye doğru akıtmış Farasdak
önünden , Nehariye, Abyar ve Mahletül Merhum’a kadar gelir. Diğer kanallar gibi
eş altı ay kurumaz. Deluke Melik tılsım yapmıştır derler.” (Danışman (15),
1971: 74).
“Emevilerden
Mervan oğlu Abdülmelik’e İspanya kralı elçi göndermişti. Elçi melun suret-i
haktan görünüp Müslüman ve Abdülmelik’in yanında en makbul kimse oldu. Ve ona:
‘İskenderiye
’de büyük defineler vardır. Bana inanırsan ben ilim kuvveti ile bu defineleri
çıkarıp sana teslim ederim. Onunla hayır ve hasenat yapıp, bütün cihan
padişahlarına asker çekip, Ispanya’yı harap edip, Konstantiniye’yiyaban edip
oradan da nice defineler elde edip tarihlerde destan olursun.’ dedi. Abdülmelik
tamahkâr ve saftı. Bu adama inanıp asker verdi. O da İskenderiye’ye gelip ilim
kuvveti ile İskender aynası olan menarı (fener kulesi) yıkıp İskender
aynasını aldı. Öyle ayna idi ki, denizden düşman gemileri gelse bu aynanın
ateşi ile yakardı. Böyle bir tılsım idi. O menardan kırk milyon mal çıkardı.
Daha nice defineler çıkarıp gemilere yükledi. İskenderiye’yi de harap edip
doğruca Ispanya’ya gitti. Abdülmelik bunu işitince çok üzüldü ama ne fayda.
İskenderiye’nin yıkılan yerlerini tamir ettirdi. Eskisinden âlâ imar ettirdi
ama, İskender mezarı yok.” (Danışman (15), 1971: 89).
Galyon Limanı’ndaki Tılsım (İskenderiye)
“Limanın
solunda büyük kale dibinde ‘Maymuncu Kayası’ denilen alçak bir kaya vardır. Bu
kayada İskender aynası denilen tılsımlı ayna vardı ki, İspanya elçisi Emeviler
zamanında alıp götürmüştü.” (Danışman (15), 1971: 96).
Cebeli Tayr’daki Tılsım (Mısır)
“Dağda
büyük bir mağara vardır. Seher vakti bütün kuşlar bu mağaranın üzerinde yedi
defa feryatlarla dönüp uçarlar. Sonra mağaranın önüde toplanıp, güya meşveret
ederler. Sonra her cins kuşlardan birer tanesi mağaraya girer. İçeride ölünceye
kadar mağara önündeki kuşlar uçmazlar.
Halkın
kanaatine göre, eğer mağara içine giren kuşlardan hiçbiri asılıp kalmamış ise o
sene Mısır’da kıtlık olacağına alamettir derler. Herkes yiyeceklerini anbarlara
korlar. Asılı iki kuş bulunsa halkın tohumu ancak çıkar. Üç kuş bulunsa bolluk
olur. Nil on altı arşın yükselir. Eğer dört kuş asılı ölü bulunsa Nil yirmi
arşın taşıp bütün eminler, mültezimler (devlet gelirlerinden birinin
toplanması işini götürü olarak üzerine alan kimse) zengin olur, asılı kuşlar
beş olursa Nil yirmi iki arşın taşar, bütün reaya (Osmanlı Devleti’nde
halkın vergi ve haraç veren, genellikle toprakla uğraşan gayri müslim kısmı) ve
beraya (Osmanlı Devleti’nde halkın vergi ve haraç veren ve genellikle
toprakla uğraşan Müslüman kısmı) bar olur. Kuş altı olursa Nil yirmi altı
zira’ taşar, halk mahsüllerini anbarlardan kaldırmaktan aciz kalır, tecrübe
edilmiştir. Sait fellahların itikadı böyledir. Kâhinlerin acayip bir
tılsımıdır. Hâlâ bu tılsımın tesiri devam eder.” (Danışman (15), 1971:
142).
Şeyh İbn Abit Beledi’nin Güneyindeki Tılsım
“Burada
Reml tür’ası (suyun taştığı yer, kanal) binlerce köyü sular. Bu halicin
başında bir sütun üstünde timsah tılsımı vardır. Timsah buraya gelince sırt
üstü dönüp mürd (ölmüş) olur.” (Danışman (15), 1971: 143).
Eski Kus Şehrindeki Tılsım (Mısır)
"Kıptıler
elinden Mikat bin Esved fethetmiştir. Fetihten sonra define ararken, bir sütun
yıkarlar. Derhâl her tarafı akrepler istila eder. Asker kaçar. Emevilerden
Abdülmelik asrına kadar harap yatar. Akrebi hâlâ çoktur ve insanı öldürür.
Hakir yıkılan sütunu gördüm. Yeşil bir mermer üzerinde bir akrep resmi var.”
(Danışman (15), 1971: 152).
Sınbad Şehrindeki Tılsım (Mısır)
“Bu da eski
büyük bir şehir imiş. Tam bir gün harabeleri üzerinde gittik. Tılsımlı sütunlar
ve diğer harabeler var ki tarif edilemez.” (Danışman (15), 1971: 155).
Okut Kabilesi Menzili’ndeki Tılsımlar (Habeş)
“Bu diyarda
harami yoktur. Kurt da yoktur. Yalnız koyunlarını ukab kuşu kapmasın diye bir
çoban tutarlar. Vefk ve tılsım bunlara mahsustur. Vefk ile dağlardan kurtları
ve maymunları kaçırmışlardır.” (Danışman (15), 1971: 223).
“Bu şehrin içinde
ve dışında ve gezdiğimiz çölde pek çok tılsımlar, defineler gömülüdür.”
(Danışman (15), 1971: 232).
“Fayyum’un
batı tarafından kum deryası gelmektedir. Çünkü, kum bir kere bu Fayyum’a gelip,
kum tılsımını bozup, Yusuf şehrini günden güne harap etmeye sebep oluyor.” (Danışman
(15), 1971: 247).
YILDIZ BİLİMİ İLE İLGİLİ METİNLER
Yıldız Bilimi İle
Geleceği Öğrenme
Konstantin’in Yıldız Bilimciliği
“Kostantin’in
bu kaleye (İstanbul Kalesi) bu kadar ehemmiyet vermesinin sebebi şu idi:
Kostantin
yıldız ilminde zamanının en bilgisi idi. Bu ilmin kuvveti ile, ahir zaman
peygamberinin çıkışından haberi vardı ve onun ikbal parlaklığının doğuyu ve
batıyı kaplayacağını çok iyi bilirdi. Onun için kaleyi muhafaza maksadıyla mesut
Seretan burcundan yapmaya başlamıştır'” (Danışman (1),1969: 48; Gökyay (1),
1996: 20).
Bizanslı Müneccimlerin Türkler ile İlgili
Tahminleri
Fatih Sultan
Mehmet’in İstanbul’u kuşattığı sırada Bizans Kalesi’ni ele geçirmek için
Türkler ile Bizanslılar muharebe yaparlar.
“Bütün
papaz, keşiş ve patrikler adamlarını muharebeye teşvik edip, her bir kefereye
vaatlerde bulunurlardı. Ve yıldız ilmi ile kalenin talihinin kuvvetini
buldular. Şöyle buldular ki:
‘Ahir
zamanda bir Muhammed gele... Nice bin kiliseleri yıka... Onun ümmetleri
Antakya, Kudüs, Mısır ve İstanbul’u ala.. Ve karadan nice bin parça yelkenleri
açılmış gemiler ile gele.. Başında kadı kovuğu ola. Katıra binip ayağında mavi
çizme ola. O Muhammed gelip kiliseleri yıkalı, Mısır’ı, Antakya ve Kudüs’ü ümmetleri
fethedeli sekiz yüz elli sene oldu. Karadan gemi yürüyüp bu kalenin zapt
olunması mümkün değildir. Ve bu Muhammed (Fatih) o Muhammed değildir.
Büyük Muhammedlerinden beri (Peygamberden beri) İstanbul on bir kere
kuşatma görüp İstanbul’un zaptı Araplara müyesser olmayıp da bu Türk ’e mi
müyesser olacak? ’ diye kısa akıllarınca nice boş laflar edip İmparator
Konstantin’in hatırını teselli edip yine cenge devam ettiler.
Yine böyle
iken kale içindekiler kudretlerini sarf edip cenk ettiler. Çünkü kalenin içinde
meczuplardan ‘Ya VedûdSultan’ denilen bir budala vardı. Kale içinde ‘fetih
olmasın’ diye Cenab-ı Hak’tan ricada bulundu ve duası kabul oldu. Günden güne
kalenin fethi şiddetlendi. Nihayet on gün oldu. Fatih Sultan Mehmet bütün
şeyhleri toplayıp:
‘Âya, hâl
neye varır? Kale günden güne sağlamlaşıp fethi zayıfladı. ’deyince hemen
Akşemsüddin Hazretleri:
‘Beyim, sen
elem çekme! Bu kalenin fatihi sen olasın, diye şehzadeliğinde sana
müjdelemiştik. Kale içinde Şeyh Maksut halifelerinden Ya Vedud adına mazhar
düşmüş meczuplardan bir can vardır. O ölmeyince bu kalenin zapt olunmasının
ihtimali yoktur. Ama elli günde vefat eder.’ diye İstanbul’un fethini saat ve
dakikası ile tayin eyleyip, sonra sırrını döküp:
‘Hemen
beyim sen yine çalış. Bu ilahî sırlar burada kalsın. İslam askerlerine
bahşişler verip güzel sözler söyle.’ dedi.” (Danışman (1),1969: 95-96;
Gökyay (1), 1996: 37).
Müneccimlerin Yıldız İlmi ile Dördüncü Sultan
Mehmet Han’ı Tarifi
“Yıldızlar
ilmi ve cefir ilminde,
‘İbrahim
Han oğlu Yusuf adında bir padişah dünyaya gelip, Yusuf Aleyhisselam gibi
güzelliğe malik ve bahtı açık bir hükümdar olup, doğuya ve batıya velvele
salacak. Venedik, Nemçe (Avusturya), Leh, Çeh, Rus, yani Moskof
diyarlarını harap edip Yusuf sıfatlı bir çalışkan padişah olacak!’ diye bütün
cefir bilginleri bu hükümleri çıkarmışlardır.
Allah’ın
hikmeti bu Mehmet Han (Dördüncü Mehmet) ana rahminde iken babası İbrahim
Han:
‘Eğer bir
erkek evladım olursa, müjde edenden başka, ilk olarak kimi görürsem ve kime
rast gelirsem çocuğuma onun adını korum.’ diye taahhüt etmişti. Bir gün sabah
namazı sırasında Kızlar ağası, Mehmet Han’ın dünyayı şereflendirdiği müjdesini
getirince, hünkâr imamı Yusuf Efendi görünür. Hemen İbrahim Han:
‘Vallah
şehzademin adını Yusuf koydum. Çünkü ahdim böyle idi ki, en evvel kimi görürsem
onun adını koyayım. Allah’a binlerce defa şükürler olsun ki, böyle halkın
kendisine uyduğu, bilginlerin büyüklerinden bir mübarek zat gördüm!’ deyip
şehzadenin mübarek adını ‘Yusuf’ koydu. Yine genç şehzadenin kulağına Muhammed
ezanını Yusuf Efendi okudu. Bu hâl üzere yedi saat mübarek adı ‘Yusuf’ olarak
kaldı. Sonra musahibeler Padişah’ın damarına girip ‘adı Mehmet olsun’ diye rica
etmeleri üzerine ‘Mehmet’ dediler. Fakat evvela kulağına ezanı Muhammedî
okunduğu vakit ‘Yusuf’ adıyla anılmıştı. Allah’ın hikmeti cefircilerin
istihracı üzere önce adı Yusuf olup, Allah’ın emriyle Hazreti Yusuf gibi cihan
sevgilisi bir şanlı padişah oldu. Sakalı az, bıyıkları gür, usta binici, ava
düşkün, cihat ve gazayı sever bir padişah idi.” (Danışman (1), 1969:
292-293; Gökyay (1), 1996: 114).
“Asumânî
Dede Mezarı: Tarikat ehli bir meczup imiş. Her vakit gökyüzüne bakıp
söylenir, çeşitli hâllerin vukua geleceğinden haber verirmiş. Selim Han, Acem
seferine giderken ‘Yürü Selim! Ismailî imamlar yoluna çıldır çıldır demeden
kurban edip gavrine var!’ buyururlar. Hakikat Selim Han, Şah İsmail’i Çıldır
sahrasında bozup, askerini kılıçtan geçirdikten sonra Gavri üzerine gidip
(Mısır hükümdarı) Mısır’ı fetheder. Âsumanî Dede Hazretlerinin inci tanesi
sözleri doğru çıkar.” (Danışman (2),1969:177; Gökyay (1), 1996: 205).
Müneccimlerin Hazreti İbrahim ile İlgili
Tahminleri
“Urfa
Ziyaret Yeri: Evvela şehir içinde bir büyük ağaç kökü vardır ki ona
‘İbrahim ağacı makamı ziyaret yeri’ derler. Nemrut lain asrında Hazreti İbrahim
dünyaya gelince bütün müneccimler ‘Ya Nemrut! Bu saatte bir çocuk doğdu, senin
devletine, dinine ve canına kast idiserdir. Tiz onu buldurup öldür.’ diye
baştan çıkarırlar. Nemrut, bütün şehri araştırıp anasından yeni doğmuş nice bin
masumu o saatte katlettirir.” (Danışman (5), 1970: 50; Kahraman-Dağlı (3),
1999: 96).
Müneccimlerin Hükümdar Sincar ile İlgili
Tahminleri
“Acem
müverrihleri Sincar’ın adının konulmasında şöyle rivayet ederler:
İran
hükümdarı Dârâ’nın bir güzel sesli cariyesi hâmile imiş. Müneccimler,
‘Bu cariye
yarınki uğurlu günde doğurursa, doğacak şehzade kendi başına serbest olup
cihangir hükümdar olur’ derler. Hemen Melik Dârâ’nın emriyle cariyeyi o gün
doğurmaya bırakmazlar. Ertesi gün gayet güzel bir temiz çocuk doğar. Bu çocuk
ana rahminde üç yüz on dört gün kaldığından adına ‘Sincar’ dediler. Dârâ
öldükten sonra bu Sincar, müstakil hükümdar olup, babasının Rumlar elinde zebun
ve haraç verir olmasının intikamını alarak, İran ve Turan’da birçok cenkler
etmiştir.” (Danışman (6), 1970: 155; Dağlı-Kahraman (4), 2001: 47).
Erdel Hanlığının Veziri Kiminyanoş’un Yıldız
İlmi ile Verdiği Bilgiler
Evliya Çelebi,
Kırım Tatarları arasında “Erkek Macar Seferi” (1067) adı verilen harbe katılır.
Erdel Hanı Rakoçi Kral ile harp edilir. Harbin sonunda Rakoçi Kral hakkında şu
bilgileri verir:
“Melun
Rakoçi Kral ‘Size imdat getireyim ’ diye nezaketle kaçınca yerine veziri
Kiminyanoş, yaralı olarak yakalanarak zincire vuruldu.
Bu vezir
bütün felsefe ilimlerine vâkıf olup, nice acayip ve garip ilimleri bilirdi.
Gerdanında zincir, ayaklarında kol kalınlığında ayak bağı varken der idi ki:
‘Bu yaradan
ve bu esirlikten kurtulup Rakoçi Kraldan sonra Erdel’e kral olsam gerek.
Osmanlının ocağına kül dökerim. Ama ne çare... Yaşamam... Sizin Mehmet’iniz
beni öldürür!’ derdi. Hakir dedim ki:
‘Ya bu gaip
hükmü neden bilirsin? ’ Cevap verdi:
‘Yıldız
ilmi ile bilirim.’
‘Ya niçin
esir olacağını bilmeyip bu kadar kefere kırdırdın?’
‘Elbette
kaza ve kader olacak idi ki, benim ve kralım Rakoçi üzerine uğursuzluk çöktü,
sonunda dinimiz uğrunda kralımızı kaçırıp, kaza ve kader icabı yakalandım. Ayıp
değildir. Olur. Zayiçe hâlidir.’ diye kendi kendine teselli ederdi.”
(Danışman (7), 1970: 319,320; Dağlı-Kahraman-Sezgin (5), 2001: 77).
Gerçekten de
Varat paşası Küçük Mehmet Paşa bir gün birdenbire bir ılgar ile Erdel içindeki
‘Advarhil’ adlı kaleye gidip, Kiminyanoş ve yedi bin adamını kılıçtan geçirir.
Kiminyanoş’un dediği bu suretle meydana çıkmış olur.
Müneccimlerin Kaya Sultan ile İlgili Tahminleri
“Merhume
sultanı kaldırtıp Eba Eyyübel Ensâri Camii’nde yüz bin adam feryat ederek
namazını kılıp, imam iskelesinde bostancı başı kayığına cenazeyi koyup ulema,
vükela, salihler ve vezirler, bin adet kayıklara bindiler. Ve tevhit ile
kayıklar Kaya’yı götürdüler. O sırada hatırıma, yirmi sene evvel olmuş bir
sergüzeşt geldi:
‘Melek
Ahmet Paşa, Kaya’yı aldı. Zifaf gecesi Kaya, Melek’i yanına uğratmadı. Bir
kerede Paşa’nın sakalının bir yanını yolmakla Paşa, sakalı tamam oluncaya kadar
beş ay kubbe altına gidemedi. Meğer melun musahibeler (biri ile sohbette
bulunan, konuşan, arkadaş), müneccim ve ceffarlar (cifirci, falcı) güya
Sultan’ın talihine bakarak:
‘Sakın
sultanım, sen Melek’ten hamile kalma. Sonunda onun zararını çekip doğururken
şehit olursun.’ diye zavallı sultanı korkuttuklarından Paşa’yı yanına
uğratmayıp tam yedi yıl kuru cerime çekip sultanın yanına varmadı. Bir gün
valide sultan:
‘Kayam, sen
hiç doğurmazsın. Paşan kubbe altındaki mansıbına gitmiyor. Niçin hamile
kalmazsın?’ diye kendisini azarlayıp Melek Paşa ile yüzleştirir. Paşa’ya her
bakımdan valide müsaade etmekle o gece Kaya Sultan hamile kaldı.
Ondan sonra
Kaya Sultan dokuz ay on gün sonra dünyaya getirip ne öldü, ne de yüzünün nuru
bozuldu. Sonunda Paşa’ya muhabbet edip bütün fesatçı musahibeleri meclisinden
kovarak hep sohbeti Paşa ile idi. Ama sonunda evvelki tahmin sahiplerinin sözü
üzere Melek’ten hamile kalıp doğururken şehit oldu.” (Danışman (8), 1970:
121; Dağlı- Kahraman-Sezgin (5), 2001: 134).
Hekim Ayanataca’nın Yıldız İlmi ile Murat Hüdavendigar
Hakkında Verdikleri Bilgiler
“ Usturumca
Kalesi:
‘Yunanlılar
Ayanataca derler. Yenvan ve Latin tarihçisi Ban’ın rivayetine göre ilk yapıcısı
İskender’in hocası Ayanataca’dır. Bu hekim öyle değerli bir üstat idi ki, onun
bilgi kuvvetiyle İskender, ta Belh, Buhâra, İran, Turan ve Türkistan
vilayetlerinin zapt edip, ulu padişah olan İran şahı Dârâ’yı ehil ve ayaliyle
esir etti. Hekim Ayanataca, yıldız ilmi kuvveti ile,
‘Benim bu
inci Ayanataca (Usturumca) şehrimi, 709 tarihinde Muhammediler alalar, Murat
Bey adında Osmanoğlu hükmünde olacaktır. Ama o dahi bizim elimizde şehit
olacaktır. ’ diye, Usturumca Kalesi ’nin doğu kapısı üzerine, dört köşe mermer
üzerine yazarak, derin bilgisini anlatmıştır. ...
Nihayet bu
Usturumca şehrini, Rum tekfurunun elinden Hüdavendigar Gazi fetih eyleyip, kale
kapısındaki yazıları görünce ‘Üstü Rumca Kalesi’ diye ad korlar. Sonra Türkçe
yazıyı Murat Gazi’ye gösterirler. Murat Han,
‘Elhamdülillah
kalenin fethi, yazılan tarihte bu hakir Murat’a müyesser oldu. Ama
elhamdülillah sıhhatteyim, şehit olmadım. Her müneccim yalancıdır. Gaybı
Allah’tan başka kimse bilmez.’ buyurdu. Ama hakikaten Sultan Murat Gazi, Kosova
cenginin sonunda Miloş Koblaki adlı kefere tarafından şehit edildi.”
(Danışman (13), 1971: 26-27; Kahraman-Dağlı- Dankoff (8), 2003: 334-335).
Kaliman Adlı Kâhinin Yıldız İlmi ile Nuh
Tufanı’nın Olacağını Tahmin Etmesi
“Nekravuş
’un evlatlarından Kaliman adında bir kâhin vardı. İlim kuvveti ile tufanın
olacağını keşfedip Kufe’de Nuh’un yanına gidip ona iman etti.” (Danışman
(14), 1971: 87).
Bizanslı Müneccimlerin Fatih Sultan Mehmet’in
Karadan Gemiler Yürüteceğini Önceden Bilmeleri
“Fatih
Sultan Mehmet, gemilerini Okmeydanı ’ndan aşağı tersane bahçesine indirmiştir.
Bizans imparatoru Tekür sarayından bu gemileri görünce çok üzüldü. Çünkü
vaktiyle yıldız ilmi vasıtası ile yazılmıştı ki, ‘Muhammed kavminden bir Mehmet
gele. Başında kadı sarığı ola, katıra bine, sof giye, ayağında gök mavisi çizme
ola, karadan gemiler yürüte gelip Konstantiniyye’yi ala...’ diye,
Atmeydanı’ndaki dikili taşta yazılıdır.” (Danışman (14), 1971: 112).
Hoca Şemmas’ın Usturlap İlmi ile Mısır Sultanı
Amr ibn As Hakkındaki Tahminleri
“[Amr ibn As] İskenderiye’ye
gidip Hoca Şemmas’ın evinde misafir olur. Bir gün cirit meydanına seyre giderler.
Cevkan oynarlarken bir top gelip Amr’ın başında durur. Meğer halkın kanaatine
göre, top kimin başında durursa, o adam Mısır sultanı olur derlermiş. Hoca
Şemmas, usturlab ilmi ile Amr’ın talihine bakıp, Mısır’a sultan olacağını
anladı.” (Danışman (15), 1971: 88).
Müneccimlerin Hz. Musa ile İlgili Tahminleri
“Firavun ve
kâhinlerin sözü ile anadan doğan masumları katlederlerdi. Çünkü kâhinler batın
ilimleri ile Firavun’a,
‘Senin
devletinin yıkılması bir oğlandan oliserdir. Hâlâ o oğlan ana karnındadır.’
derlerdi. Hazreti Musa doğunca,
‘İşte şimdi
doğdu’ derlerdi. Firavun divane olup günahsız masumları katlederdi. Bilmezdi ki
Cenab-ı Hak Firavun ’a, Musa’yı kendi sarayında yetiştirirdi! Allah dilediğini
işler.” (Danışman (15), 1971: 252).
Yıldız Bilimi ile
İlgili Çeşitli Bilgiler
“Beykoz
kazası başkadır ki müneccimbaşıların meşrutasıdır (İlk sahipi tarafından
satılmamak şartıyla mirasçılara bırakılan ev, tarla gibi şey. Camilerin imam,
müezzin, hatip ve diğer hizmet sahipleriyle, hastane, imaret gibi müesseselerde
çalışanların barınmalarına tahsis olunan yerler.).” (Danışman (1),1969:
124; Gökyay (1), 1996: 48).
Müneccim Şeyh Katip Selahaddin ve Eserleri
“Şeyh Kâtip
Selâhaddin, Ankaralıdır. Yıldız ilminde güya muvahhid (tevhit eden) Fisagor
idi. ‘Melheme’ ve ‘Tabirname’ gibi eserleri vardır.” (Danışman (2), 1970:
39; Kurşun-Kahraman-Dağlı (2), 1999: 228).
"Necmî,
Caniklidir. Yıldız ilminden de anlaması nazikâne şiirlerine ışık vermiştir.'’” (Danışman
(2),1969: 45; Gökyay (1), 1999: 142).
“Müneccim
Kuyusu Mesiresi: Samsunhane yakınındadır. Burada Ali Kuşçu denilen bir yıldız
ilmi bilgini, yıldızlara bakmak için rasat yeri olarak bir kuyu kazmıştır ki
derinliği yüz beş kulaçtır. Sonra ulema birbirleriyle görüşüp, ‘Bu rasat hangi
memlekette yapılırsa o şehri veba istila eder. ’ diye padişaha bildirip Ali
Kuşçu’yu rasattan vazgeçirdiler.”” (Danışman (2),1970: 142; Gökyay (1),
1996: 189).
İstanbul ve İstanbul’a Bağlı Bulunan Askerler
ve Esnaflar
“Müneccimler:
Yetmiş neferdir. Pirleri imam Ali’dir ki,
‘Ve’lkamere
kaddernâhu menâzile hatta adeke’lurcûnil kadîm’ ayetini tefsir edip bu ilmi
meydana getirmiştir. Şehit oldukları yer Kûfe ’dedir ki ibadet ederken o
hazreti ‘İbn Mülcem’ melunu şehit etmiştir. Bu müneccim sınıfı taht-ı revan
üzerinde usturlaplarını (güneş irtifa aleti), kıblenümalarını
(kıbleyi gösteren alet) , mikatlarını, takvim ve zeyc kitaplarını (yıldızların
yerlerini göstermek için düzenlenmiş olan cetvel) dizip müneccimbaşı hususi
kavuğu ile kazaskerle at başı beraber geçer.
Remilciler:
On beş dükkân, üç yüz neferdir. Bunlar da ulema sınıfından olduklarından
kazasker alayı ile taht-ı revanlar üzerine talih tahtasını, kura ve remil
tahtalarını meydana koyup, ‘Uğurlu ve mesut talih... Uğursuz talih... Maksat ve
meramımızı görelim’ diye remilcilere mahsus kelimeler söyleyerek geçerler.
Pirleri yine Hazreti Ali’dir ki ünlü remilcidir. Bu bilgi pek eskidir. Bu
tarikin piri Hazreti Danyal idi ki, Cibril Aleyhisselam’dan öğrenip remil ile
mucizesini göstermiştir.”” (Danışman (2), 1969: 222; Gökyay (1), 1996: 225226).
“Serdar-ı
muazzam Yusuf Paşa, Sadrazam Kara Mustafa Paşa, Şeyhülislam yalnız kalıp Aristo
tedbirli padişah sevgili Yusuf Paşa serdarının elini eline alıp bir köşeye vardılar.
Şu şekilde konuştular:
Padişah:
‘Baka
Yusuf! Ne tarafa sefere gidiyorsun?’
Yusuf Paşa:
‘Malta
gazasına gidiyorum.’
Padişah:
‘inşallah
hayy ve kayyum olan Allah’ın takdiri ile Girit adası gazasına seni memur
eyledim. Olmaya ki bu sırrı başka adama çıtlatasın. Asla hiçbir kimsenin haberi
olmasın. Ağzından ‘Malta gazasına memuruz’ sözünden başka bir cevap çıkmasın.
Evvela yolun üzerinde olan Girit adasının önünden geçip Malta’ya doğru git.
Sonra Mora adasında bir iki gün misafir olup, sonra oradan bir gece kalkıp
Girit’e dön. Şafiî vaktinde adaya asker döküp evvela ‘Todori’ kalelerini
fethedip bir sığınak yapacak yer eyle. Sonra ‘Hanya’ya ordu döküp, kuşatıp
fetheyle. Sana nasihat ve vasiyetim budur. inşallah fetihten sonra zaferle
gelirsin de sana karşılığını veririm. Emin ol ki Hakk’ın huzuruna alnın açık,
yüzün ak gidersin. Ama soranlara ‘Malta’ya gidiyorum’ diyesin ki, diğer
düşmanların seyir ve hareketinden haberi olmaya.’ dedi.
ibrahim
Han, Yusuf Paşa’ya bu şekilde tembih ve nasihat ettikten sonra iki kat sırmalı
hilat giydirip alnından öperek ‘Yürü! Âlemlerin rabbi olan Allah yardımcı ve
dayanağın olsun.’ diye dualar etti. Yusuf Paşa dahi yer öpüp baştardaya geldi.
Müneccimbaşı
Çelebi Efendi, müneccim Hasan Keferî, Müneccimik Efendi, Sadrettinzade Efendi
ki, bunlar yıldız ilminde çok ileri gitmiş kimselerdir, keşifleri ile usturlap
ilmi üzere uğurlu saati buldular. Serdar-ı muazzama dediler:
‘Sultanım!
Bu an uğurlu gündür. Hareket buyurun!’
Bunu
üzerine kaptan paşa ve serdar-ı muazzam Yusuf Paşa ‘Salya demir’ diye emredince
yedi yüz yerden cengî harbiler çalınıp evvela baştardana gülbenk-i Muhammedî
çekildi. Sonra bir yaylım tüfek ve bir yaylım top sesleri gökleri tutup denizin
yüzü siyah barut yüzünden Karadeniz gibi siyah oldu.” (Danışman (3),1970:
147-148; Kurşun-Kahraman-Dağlı (2), 1999: 78).
“Kayseriye
yakınındaki Ases Dağı ’nda ‘mahir şair imirülkays ’ vardır. Ol imirülkays’dır
ki Peygamber zamanında Kureyş’in en belagatli şairi idi. ilm-i nücumda Ebi
Leheb lainin öğrencilerinden ve onun akrabalarından idi.” (Danışman (5),
1970: 78; Kahraman-Dağlı (3), 1999: 113).
Yıldız Âlimi Kâtip Salâhaddin oğlu Ahmet
Bican
“Bu azizin
dahi evlatları gibi nice eserleri vardır. Bilhassa yıldız ilminde ‘Seb ’ül
Mesânî’ adlı eseri, yedi gezegen gibi aşikâr bir kuyruklu yıldızdır. ‘Melheme,
Tabirname’ adlı muhtasar kitapları, doktorluğa ait nice muteber risaleleri
vardır.” (Danışman (8), 1970: 178;
Dağlı-Kahraman-Sezgin
(5), 2001: 166).
“Burası
büyük iskele olduğundan ahalisi tüccardır. Yıldız ilminde maharetleri vardır.” (Danışman
(10), 1970: 199; Kahraman-Dağlı (6), 2002: 263).
“Bin adet
papaz vardır... Bunlar felsefe, riyazet, tıp, cerrahlık bilgilerine ve garip
ilimlere maliktirler. Fakat feraiz ilmi yoktur. Hesap, hendese, yıldız ilmi,
usturlap ilmi bunlardadır.” (Danışman (11), 1970: 73;
Dağlı-Kahraman-Dankoff (7), 2003: 106).
Eski Kırım Tahtı Büyük Bahçesaray’ın
Bilginlerinden Yıldız Âlimi Feyzi Çelebi
“Selim
Giray efendimizin Feyzi Çelebisi, Kur ’an okumakta, yıldız ilminde
emsalsizdir.” (Danışman (11), 1970: 215; Dağlı-Kahraman-Dankoff (7), 2003:
213).
Kırım’ın Kefe Eyaletinin Kazalarından Olan
Kerç Kalesi’ndeki Deve Başlı Tasvir
“Kerç
Kalesi: iki kapısı vardır. Doğuya açık olan kapının üzerinde ‘Mehmet
Han oğlu Bayezit Han imar etti’ yazılıdır. Sol tarafında dört köşe bir mermer
üzerinde dört ayaklı, kanatlı, deve başlı bir tasvir vardır ki, kâfirlerin
yıldız ilminde bilgili olanları bu tasvirde nice rumuzlar etmişlerdir ki, bir
zaman bu vilayete kuş gibi uçup seyirden Tatar kavmi develeriyle gele işaretini
etmiştir.” (Danışman (11), 1970: 242; Dağlı-Kahraman-Dankoff (7), 2003:
261).
“Âdem’in
yeryüzüne inişinden sonra ilk defa Mısır’a ayak basan Hazreti Âdem ve oğlu
Şittir. Onun oğlu Enuş, oğlu Kınan, oğlu Mehail, onun oğlu da Hazreti Hud’dur.
Onun oğlu Ahnuh’tur ki Hürmüzdür, melaikeler buna idris derler. Mehlail yıldız
ilmi bundan yapılmıştır... İdris dünya seyyahı olup yıldız ilmini Mehlail’den
öğrendi.
Şit
evladından Melik Nekravuş ünlü kâhinlerin kâhini idi. [Nekravuş] ölünce yerine
kardeşi Mısram geçti. Zamanının kâhini idi. Bu ilim ile bütün aslanları kendine
hizmet ettirirdi.” (Danışman (14), 1971: 85).
Mısır Hanı Sultan Gavri’nin Yıldız Âlimlerine
Talihini Sordurması
“Selim Han
çıkınca Sultan Gavri kendi talihinin kuvvetini yıldız bilginlerine ve Selim
Han’ın talihini yoklatıp bütün kâhinleri, remilcileri, cifircileri, fal
açanları, el falına bakanları, harf ilmi, şane ilmi, davet ilmi sahipleri
Gavri’ye dediler:
‘Sana bu
niyet ettiğin kimseden zarar gelir...” Gavri de başının çaresine bakıp, bütün
kıymetli mal ve eşyasını İskenderiye Kalesi hazine sine doldurdu.”
(Danışman (14), 1971: 145).
“Hadis
ilmi, tıp, feraiz (İslam hukukunda mirastan ve mirasın varislere intikal ve
taksiminden bahseden ilim) , tefsir, fıkıh, hadis, tecvit, hıfz, tevhit,
ledün (Allah’ın sırlarına ait manevi bilgi, gayb ilmi), beyan
(belagat ilminin hakikat, mecaz, kinaye, teşbih, istiare gibi bahislerini
öğreten kısmı), kelam, kemal, adap, sarf (dil bilgisi, gramer), nahiv
(cümle bilgisi, sentaks), mantık, maâni (lügat ve sentaks meseleleri
ile, sözün maksada uygunluğundan bahseden ilim), lugat, aruz, yazı, yıldızlar,
cifr (başlangıcının Hazreti Ali’ye dayandığı rivayet edilen, harf, rakam ve
semboller yolu ile gelecekte olacak şeyleri haber verdiğine inanılan ilim),
kef, sim, simya, kimya, heyet (astronomi ilmi), hikmet, ziyc, danyal,
ful, fal, cerr-i eskal, remil (bir takım nokta ve çizgiler ile
gelecekten haber verme), vefk (tılsım, dua, muska), esma, teshir
(büyü yapma, büyüleme) , davet, sarf (gramer, dil bilgisi), suruf
(dil bilgisi kitapları), mare necat, tayy-i mekân, ihfa (gizleme,
saklama), tabir, sihir, feraset (anlayışlılık, çabuk seziş) ilimleridir.”
(Danışman (14), 1971: 159).
Mısır’daki Kuyular ve Harut ile Marut’un
İnsanlara Yıldız İlmini Öğretmesi
“Biri Cisri
EbulMenca ki, ona halk ‘Nil kesimi halici’ derler ve ifna denilen bir kuyu
vardır. İlk defa gökten inen Harut ile Marut burada kuyu kazıp yıldızlara
bakarlardı. Bütün Mısır halkı yıldız ilmini ve sihir ilmini bunlardan
öğrendiler.”(Danışman (14), 1971: 221).
Mısır Vezirlerinin Adiliyye’den Büyük Alay
ile Mısır’a Girişinden Bir Gün Sonra Canpulatzade Hüseyin Paşa’nın Müneccimlere
Uğurlu Saati Sorması
“Müneccim
başının izni ile uğurlu saatte hareketle, Sultan Tumanbay mezarında bir Fatiha
okur, sonra alaya gelir.” (Danışman (14), 1971: 272).
“Küçük
ihram ki Kalimon hâkimin tufandan evvel yaptığı binadır, ondaki yazı şöyledir:
‘Sen
yıldıza bakarsan bir iş işlersin. Bundan haberin yok ki yıldızları yaratan
istediğini işler.’ ” (Danışman (15), 1971: 13).
“ilk defa
imar eden Nuh’un oğlu Ham’ın oğlu Baysar’dır... Bu Baysar’ın kaynatası Kalimon
kâhin idi. Onun öğretmesi ile yer altından pek çok hazine ve define çıkarıp, ta
Avsan, Sudan, Foncistan’a kadar yedi yüz parça şehir yaptı." (Danışman
(15), 1971: 60).
KALE, ÜLKE VE ŞEHİRLERİN TALİHİ İLE İLGİLİ METİNLER
“Kostantin
’in bu kaleye bu kadar ehemmiyet vermesinin sebebi şu idi:
Kostantin
yıldız ilminde zamanının en bilgisi idi. Bu ilmin kuvveti ile, ahir zaman
peygamberinin çıkışından haberi vardı. Ve onun ikbal parlaklığının doğuyu ve
batıyı kaplayacağını çok iyi bilirdi. Onun için muhafaza maksadıyla mesut
Seretan burcundan yapmaya başlamıştır.” (Danışman (1),1969: 48; Gökyay (1),
1996: 20).
“Müneccimlere
göre, Azak Kalesi, altıncı iklimde olup şehir elli altı arz, altı saatten
çeyrek saat eksik tûl derecesidir. Talihi akrep burcu, Beyti Merih-i Mâi’de
olduğundan halkı hiddetli, gazaplı, kan dökücüdür.” (Danışman (12), 1971:
35; Dağlı-Kahraman-Dankoff (7), 2003: 342).
“Azerbaycan
müneccimlerinin kanaatine göre şehrin yapıcısı, ilk taşını koydurduğu zaman
talihi akrep burcuna düşmüş. Sahibi, Merih burcu imiş. Dördüncü Sultan Murat
harap ettiği gibi Timur ve Cengiz de bu şehri yakıp yıkmışlardır.”
(Danışman (3),1970: 248; Kurşun-Kahraman-Dağlı (2), 1999: 128).
“Şehir,
beşinci iklimin ortasında olup, yaz ve kış ılıktır. Tarihçilerin ve
müneccimlerin doğru rivayetlerine göre usturlap ilminde dairenin dörtte biri
ilmi ile Konya’nın talih yüksekliği Zühre burcunda bulmuşlardır. Onun için saz,
söz, ney, sema ve sefaya düşkünlerdir.'” (Danışman (4), 1970: 218;
Kahraman-Dağlı (3), 1999: 20).
“Urfa’nın
talihi ay burcunda bulunmuştur.” (Danışman (5), 1970: 47; Kahraman- Dağlı
(3), 1999: 94).
“Kayseriye
şehrinin talihi imareti Sünbüle burcunda, Utarit beyti toprağında bulunmuştur.”
(Danışman (5), 1970: 73; Kahraman-Dağlı (3), 1999: 109).
“Talihi
akreptir.” (Danışman (7), 1970: 71; Dağlı-Kahraman (4), 2001: 203).
“Talihi
Akrep burcunda olduğundan cenk ve kavgadan azade kalmamıştır.” (Danışman
(7), 1970: 76; Dağlı-Kahraman (4), 2001: 204).
Saray (Hazar’a iki mil kuzeyde İdil nehri
kenarında büyük bir şehir)
“Eski
müneccimlerin anlattığına göre yapılışının talihi Akrep burcu ve beyti Merih- i
Mâi’de bulunmuştur. Onun için birçok kereler harap ve mamur olmuştur. içinde
Merih gibi kılıç ve kan eksik değildir.” (Danışman (11), 1970: 307;
Dağlı-Kahraman-Dankoff (7), 2003: 312).
“Terazi
burcunda ve beyti Zühre-i havaide’dir.” (Danışman (12), 1971: 97;
Kahraman-Dağlı-Dankoff (8), 2003: 59).
“Şehrin talihi
Hut burcunun Müşteri bey tindedir. Onun için balıkları çok olur.” (Danışman
(12), 1971: 109; Kahraman-Dağlı-Dankoff (8), 2003: 74).
“Müneccimlerin
rivayetine göre yirmi sekizinci örfi iklimdedir. Eskilerin rivayetine göre
Atina şehrinin imar tarihi, Kavs burcu ve Müşteri evidir. Onun için ahalisi,
çekilmiş yay gibi her tarafa gidip, müşteri avlayıp ticaret yaparlar. Beyt-i
nâri’de bulundukları cihetle, ahalisi ateş parçası gibi hiddetli kudurmuş
Kumlardır." (Danışman (12), 1971: 150; Kahraman-Dağlı-Dankoff (8),
2003: 122).
Anapoli (Mora paşasının hası ve
voyvodalıktır)
“Müneccimlere
ve usturlaba göre yirmi sekizinci örfi iklimdedir. Talihi Mizan burcunda beyti
Zühre’de ve havaide bulunmuştur.'” (Danışman (12),1971: 189; Kahraman-
Dağlı-Dankoff (8), 2003: 165).
“Bu şehrin
talihi Sünbüle burcu, Utarit beyti ve Türabit olup, ürünleri bol, halkı hâlim
ve selimdir.”” (Danışman (13), 1971: 8; Kahraman-Dağlı-Dankoff (8), 2003:
310).
İlbasan (Rumeli’nde Arnavutluğun Gelincik Şehri Bu
Elbasan Şehridir) “Talihi Mizan burcu, beyti Zühre ve havaide olup,
halkı sevinçlidir.”” (Danışman (13), 1971: 17; Kahraman-Dağlı-Dankoff (8),
2003: 322).
“Şehrin
talihi Mizan burcunda bulunup, beyti Zühre ve havai olduğundan halkı tartı ile
itidal hesabı geçip, Zühre gibi zevk, şevk ve iş ve işrete meyillidirler.”
(Danışman (13), 1971: 36-37; Kahraman-Dağlı-Dankoff (8), 2003: 349).
“Yıldız
talihli olmakla ahalisi zevk ve sefada, hayhuyda, saz ve sözdedir.””
(Danışman (14), 1971: 54; Dağlı-Kahraman-Dankoff (9), 2005: 401).
“Mısır’ın
tabiatı zühredir. Halkı saz ve söze, zevk ve sefaya düşkündür.”” (Danışman
(14), 1971: 297).
“ Yıldız
talihinde Kevakibi Merih saatte bina olmadığı için içinde daima fitne, kavga,
katil eksik değildir. Ama talihi gayet kuvvetlidir. Her vakit bolluktur.”
(Danışman (15), 1971: 38-39).
Çengelköyü Kasabası’ndaki Has Bahçe
“Sarayları
bilhassa içindeki Has Bahçe çok mükelleftir. Tumturaklı, parlak bir irem
bağıdır. Fakat, Allah bilir bu bahçenin talihi Merih (Merkür) burcuna tesadüf
etmiştir.” (Danışman (2), 1970: 167; Gökyay (1), 1996: 200).
FAL ÇEŞİTLERİ İLE İLGİLİ METİNLER
Hafız Şirazi Divanı ile Bakılan Fal
“940 tarihinde Süleyman Han Tebriz’in Evcanyaylasında
otururken, Acem diyarını yağma etmeye seksen bin askerle Paşa’yı serdar edip
gönderdi ki, Erdebil, Merâga, Küheran, Kâşan taraflarını talan ede. Şah dahi
Osmanlının bu hareketinden haber alıp yetmiş bin askerle Halfeddin Han’ı
başkumandan yapıp gönderdi. Her iki asker bu Sericem sahrası içinde durdular.
Akkoyunlu beyzadelerinden Murat Bey, Horasan diyarından üç bin yiğit ile
Osmanlı’ya yardımcı ve Acem’e kan içici düşman olarak geldi. Murat Bey
karakolda gözcülük ederken, Acem askerinden bir korucu başı ele geçirip, serdar
İbrahim Paşa huzuruna getirdi. İbrâhim Paşa dahi dili (esiri) söyletip,
Şahın dahi geleceği haberini aldı. Hoca Hafız Şirazi Divanı ’nı açıp, fala
bakarak şu beyit geldi:
Duşi ez
Cenâbı asaf peyki beşâret âmed
Ve zi
hazreti Süleyman usreti esâret âmed
Hemen yiğit
serdarın şecâat ve cesâret damarları hareket edip, Süleyman Han’ın dahi ocak
yaylağından asker üzerine imdada geleceği haberi gelir.” (Danışman (7),
1970: 67; Dağlı-Kahraman (4), 2001: 200).
“Peçevi Yiğitleri: Hepsi Müslüman ve
Farisî okuyan kimseler olup, ellerinde Hâfız Divânı, Gülistan ve Bostan, Hayam
ve Nizamî Divanları düşmez. Çoğunlukla düşman üzerine çeteye gitmek istedikleri
vakit, Hâfız Divanı ’ndan fala bakarlar. Güzel bir beyit gelirse hemen Allah’a
tevekkül edip, giderler. Allah’ın emriyle zaferle dönerler.” (Danışman (9),
1970: 300; Kahraman-Dağlı (6), 2002: 118).
Evliya Çelebi’nin Seyahatname ile Fal
Bakılabileceğini Söylemesi
Evliya Çelebi
eserini bitirdikten sonra ,
“Bir âdem
tefeül murat edinse her sahifeyi açtıkça biemri Hayyi Kadir hasb-i hâline
münasib bir şehir, kurâ ve kasabatlar gele” başlığı altında, sayfa
numaralarını göstermeden son cildin bir fihristini yapar (Danışman (15), 1971:
287).
“Tasvirci
Falcı Esnafı: Bir kişidir, Mahmutpaşa çarşısında ‘Hoca Mehmet
Çelebi’dir. Yaşlı bir zattır. Süleyman Han ’ın sohbetiyle müşerref olmuştu.
Birçok padişahların, peygamberlerin, hesapsız kaleler önündeki muharebelerini,
denizde gemilerin muharebelerini, eski ressamların sihirli, beğenilmiş
kalemleriyle beyaz kâğıtlar üzerine yapılmış resimlerini dükkânına asar, gelip
geçen, bir akçaya verip talih tutardı. O da bu resimlerden birini açardı.
Muharebe mi gelir, Yusuf ve Züleyha mı gelir, Leylâ ile Mecnun mu gelir, Ferhat
ile Şirin mi gelir, yahut geçmiş pehlivanların birbirleriyle güreşleri veya
ıyşu işretleri mi gelir! Her ne gelirse ona münasip kendince beyitler söylerdi.
Mesela Ferhat gelirse:
‘Bu fal
issine geldi işte Ferhat
Çalışmakla
olursun sen de dilşat’ derdi.” (Danışman (2),1969: 290; Gökyay (1), 1996:
292).
“Edirne
(1065 senesi): Hakir dedim ki,
‘Efendim,
Ak Mehmet Paşa’nın da buraya gelmesini buyurmuştunuz. işte Edirne’ye yakın
Havsa’da Sultanımın fermanını bekler.’ deyince Paşa,
‘Bir
müneccim adamdır. Varsın İstanbul’da bir zaman fal açıp, bakla salıp, talihini
yoklayıp, bir mansıp tedarik ede.’ diye beyaz üzerine yazdı.” (Danışman
(12), 1971: 67; Kahraman-Dağlı-Dankoff (8), 2003: 28).
“Selim Han
çıkınca Sultan Gavri kendi talihinin kuvvetini yıldız bilginlerine ve Selim
Han’ın talihini yoklatıp bütün kâhinleri, remilcileri, cifircileri, fal
açanları, el falına bakanları, harf ilmi, şane ilmi, davet ilmi sahipleri
Gavri’ye dediler:
‘Sana bu
niyet ettiğin kimseden zarar gelir.’
Gavri de
başının çaresine bakıp, bütün kıymetli mal ve eşyasını İskenderiye Kalesi hâzinesine
doldurdu.'” (Danışman (14), 1971: 145).
GELECEĞİ VE GERÇEĞİ ÖĞRENME İLE İLGİLİ PRATİKLER
Geleceği Öğrenmek
ile İlgili Pratikler
Baba Lokman Ziyaret Yerindeki Balıklar ile
Geleceği Öğrenme
“Bir de ta
aşağı şehrin ‘Baba Lokman’ adında bir ziyaret yeri vardır. Filozoflardan bir
zat imiş. Tılsım ilmi ile bir kaynak âb-ı hayat kuyu çıkarmış. Kevser gibi bir
yumuşak sudur ki, bir damla içen hasta, hayat bulur. Bunun içinde nice balıklar
öteye, beriye giderler. Birçok adamlar fala bakıp, ‘Eğer benim işim hayır ile
tamamlanırsa bu balıklar verdiğim ekmeği yesinler ve eğer işim rast
gelmeyecekse, hayır ile tamamlanmayacaksa ekmeğimi yemesinler’ derler. Allah’ın
emriyle birçoğunu yerler, işi rast gelir, birçoğunun yanına bile gelmeyip
yemezler, o kimsenin işi dahi rast gelmez.”” (Danışman (9), 1970: 101-102;
Dağlı- Kahraman-Sezgin (5), 2001: 299).
Camiülgarb’ın Avlusundaki Hurma Ağacı ile
Geleceği Öğrenme
“Avlunun
ortasında bir hurmalık vardır. Allah’ın hikmeti, bu hurma ağacı taş olmuştur.
Rivayete göre Hazreti Ali bu hurmaya düldülünü bağlayıp ‘taş gibi dur’ demiş
olduğu için bu hurma taş olmuş derler. Yolcular bu ağaca on adım uzaklıkta
durup, gözlerini kapayıp niyet tutarlar ve ‘eğer yurduma salimen varacaksam
hurma ağacına doğruca varayım’ der. Ağaca doğru varamazsa daha birkaç gün
kalır. Tecrübe edilmiştir. ‘Niyet taşı’ derler. On adım yerden gözünü yumup
gelip el vurursa niyeti olur ve vuramazsa o niyetinden vazgeçmelidir. Tecrübe
edilmiştir.
Bu caminin
doğu tarafında elli adım ileride bir mermer direk vardır. Buna da bazı
kimseler, ‘Bu taşa doğruca varırsam bu sene Kabe’ye gideyim’ der, gözü kapalı
gider. Doğru varırsa Kabe’ye gider, varamazsa gidemez tecrübe edilmiştir.””
(Danışman (15), 1971: 94-95).
Cebeli Tayr [Mısır]’daki Mağaranın İçindeki
Kuş Ölüleri ile Geleceği Öğrenme
“Dağda
büyük bir mağara vardır. Seher vakti bütün kuşlar bu mağaranın üzerinde yedi
defa feryatlarla dönüp uçarlar. Sonra mağaranın önünde toplanıp, güya meşveret
ederler. Sonra her cins kuşlardan birer tanesi mağaraya girer. içeride ölünceye
kadar mağara önündeki kuşlar uçmazlar.
Halkın
kanaatine göre, eğer mağara içine giren kuşlardan hiçbiri asılıp kalmamış ise o
sene Mısır’da kıtlık olacağına alamettir derler. Herkes yiyeceklerini ambarlara
korlar. Asılı iki kuş bulunsa halkın tohumu ancak çıkar. Üç kuş bulunsa bolluk
olur. Nil on altı arşın yükselir. Eğer dört kuş asılı ölü bulunsa Nil yirmi
arşın taşıp bütün eminler, mültezimler zengin olur, asılı kuşlar beş olursa Nil
yirmi iki arşın taşar, bütün reaya ve beraya bar olur. Kuş altı olursa Nil
yirmi altı zira’ taşar, halk mahsullerini ambarlardan kaldırmaktan aciz kalır,
tecrübe edilmiştir. Sait fellahları itikadı böyledir. Kâhinlerin acayip bir
tılsımıdır. Hâlâ bu tılsımın tesiri devam eder.” (Danışman (15), 1971:
142).
“Ramazan
hilali görünmeyip, sabahleyin bütün Mısır halkı Ramazan değildir diye
oruçlarını yemiş iken kuşluk vakti, tercümanbaşı Mirza Kaşif ve bir çok
kimseler, ‘Biz akşam ayı gördük’ diye şahitlik edince Osman Paşa, ‘Bre adamlar,
ya bize ayı gördük diye niçin haber vermediniz. Bu kadar yüz bin Mısırlı orucu
yedi’ diye Paşa gazaplandı. Tercüman Mirza Kaşif o yüzden azledildi. Ertesi gün
öğle zamanı tellallar bağırıp, öğle vakti oruç tutturulduğundan Mısırlılar
tefeül edip, kıtlık olur dediler. Ve yine öğle oldu.” (Danışman (15), 1971:
285).
Gerçeği Öğrenmek ile İlgili Pratikler
İtil Kabilesinin Zina Sonucu Doğan Çocukların
Babalarını Tespit Etmeleri
“Mezhepsiz,
gidişi kötü, leş yiyen, eşeğe binen bir kavimdir. Kendilerine sorulsa, ‘Hz. Hamza
sülalesindeniz’ derler, ama oruç, namaz, hac ve zekatın ne olduğunu bilmezler.
Bir avret ile yedi sekiz erkek birden evlenir. Bu kadından bir veled-i zina
hasıl olsa babasını belli etmek ne kadar güç! Fakat haramzadeler bunun da
kolayını bulmuşlar. Çocuğa bir elma veriyorlar, çocuk elmayı babalık iddia
edenlerin hangisine vurursa, onu babasıdır diye hükmederler. Bundan sonra avret
onun hükmünde olup, kimse ona karışamaz. Acem ülkesinde ‘Mum söndüren’ diye
ünlü olan habis kavim bunlardır.” (Danışman (3),1970: 286; Kurşun-
Kahraman-Dağlı (2), 1999: 146).
Kazvin (Irak) Şehrindeki Kuyu ile Suçluların
Belirlenmesi
“Bir bağda
eski bir su kuyusu vardır. Hâkimler, katil ve suçlu olduğu zannolunan kimseyi
kuyunun kenarına bağlarlar. Eğer bir herif hakikaten suçlu ise kuyudan siyah
bir duman çıkıp, kötü bir koku duyulur. Bunun üzerine herifi katlederler.
Kuyudan duman falan çıkmazsa adamı salıverirler.
Yine
Hazreti Danyal kilisesi yakınında bir bağda eski bir su kuyusu vardır. Hâkimler
çalmış olan haramiyi bu suyun kenarına koyarlar. Eğer herif hakikaten hırsız
ise kuyudan ‘budur budur’ diye bir ses işitilir. Günahsız ise kuyudan hiçbir
ses gelmez. Herifi salıverirler.” (Danışman (79, 1970: 103; Dağlı-Kahraman
(4), 2001: 220).
4.5. DİĞER
METİNLER
“Burada
ibret verici bir somaki sütun vardır ki doğu tarafında bir çeşit İbrani yazısı
olup, bütün bilgi sahipleri ve seyyahlar gelip onu okurlar. Hazreti İdris
aleyhisselamın yazısı olduğunu söylerler. Mısır’dan Kıptî kavmi bilginleri
gelip yazıyı okumuş ve İdris’in yazısı olduğunu tespit eylemişler.
Burası
tufandan evvel bina olunmuş büyük bir şehir iken sonradan harap olmuştur. Hâlâ
Yahudi ve Kıptî kavimleri Hazreti İdris yazısı ile süslü olan sütuna bakıp
içten ah ederler.
Bu harap
şehirde kırık büyük hazine vardır derler. Ve bu dünyada kıyamet gününe kadar ne
olacaksa bu sütunda yazılıdır diye Mağrip kavimleri hasret çekerler.”
(Danışman (5), 1970: 57-58; Kahraman-Dağlı (3), 1999: 100).
AKTAŞ,
Recep (1973); Islâm Dininin Yasak Ettiği Batıl inanışlar, İstanbul.
ALBAYRAK,
Erol (2006); Erciş’te Eski Türk İnançlarının İzleri, Niğde Üniversitesi:
Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi.
ALPTEKİN,
Ali Berat (2005); Evliya Çelebi Seyahatnamesinden Seçmeler, Ankara.
Ana
Britannica 1 (1990), İstanbul
ARAT,
Reşid Rahmeti (1991); Eski Türk Şiiri, Ankara.
ARMAĞAN,
Mustafa (2004); İlber Ortaylı ile Tarihin Sınırlarına Yolculuk,
İstanbul.
ARSLAN,
Arif (2002); Büyü, Fal ve Kehanet, İstanbul.
ATALAY,
Besim (1998); Divanü Lûgat-it-Türk Tercümesi I, Ankara.
ATALAY,
Besim (1998); Divanü Lûgat-it-Türk Tercümesi II, Ankara.
ATALAY,
Besim (1999); Divanü Lûgat-it-Türk Tercümesi III, Ankara.
ATALAY,
Besim (1999); DivanüLûgat-it-TürkDizini “Endeks”, Ankara.
AYDIN,
Mehmet (1995); “Fal”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (12),
İstanbul, 134-138.
BANARLI,
Nihat Sami (1998); Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul.
Başlangıcından
Günümüze Kadar Büyük Türk Klasikleri 1 (1985), İstanbul.
Başlangıcından
Günümüze Kadar Büyük Türk Klasikleri 5 (1987), İstanbul.
BAYRI,
M. Halit (1936); “Büyüler Hakkında”, Halk Bilgisi Haberleri, (63):
49-55.
BAYRI,
M. Halit (1937); “Büyüler Hakkında”, Halk Bilgisi Haberleri, (64):
89-99.
BAYSUN,
M. Cavid (1977); “Evliya Çelebi”, Milli Eğitim Bakanlığı İslam Ansiklopedisi
(4), İstanbul, 400-412.
BEYDİLİ,
Celal (2005); Türk Mitolojisi Ansiklopedik Sözlük, Ankara.
BORATAV,
Pertev Naili (2003); Yüz Soruda Türk Folkloru, İstanbul.
BOYRAZ,
Şeref (2006); Fal Kitabı Melhemeler ve Türk Halk Kültürü, İstanbul.
COŞKUN,
Arif (1995); İslâm’a Göre Sihir, Cin Çarpması Teşhis ve Tedavi Usulleri, İstanbul.
ÇELEBİ,
İlyas (1995); “İslâm’da Fal”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi
(12), İstanbul, 138-139.
ÇELİK,
Ali (2005); Mânilerimiz ve Trabzon Mânileri, Ankara.
DAĞLI,
Yücel-Seyit Ali Kahraman (2001); Evliya Çelebi Seyahatnamesi Topkapı Sarayı
Bağdat 305 Yazmasının Transkripsiyonu-Dizini (4), İstanbul.
DAĞLI, Yücel-Seyit Ali Kahraman-İbrahim Sezgin (2001); Evliya
Çelebi Seyahatnamesi Topkapı Sarayı Bağdat 307 Yazmasının
Transkripsiyonu-Dizini (5), İstanbul.
DANIŞMAN, Zuhuri (1969); Evliyâ Çelebi Seyâhatnamesi
I, İstanbul.
(1969); Evliyâ Çelebi Seyâhatnamesi II,
İstanbul.
(1970); Evliyâ Çelebi Seyâhatnamesi III,
İstanbul.
(1970); Evliyâ Çelebi Seyâhatnamesi IV,
İstanbul.
(1970); Evliyâ Çelebi Seyâhatnamesi V,
İstanbul.
(1970); Evliyâ Çelebi Seyâhatnamesi VI,
İstanbul.
(1970); Evliyâ Çelebi Seyâhatnamesi VII,
İstanbul.
(1970); Evliyâ Çelebi Seyâhatnamesi VIII,
İstanbul.
(1970); Evliyâ Çelebi Seyâhatnamesi IX,
İstanbul.
(1970); Evliyâ Çelebi Seyâhatnamesi X, İstanbul.
(1970); Evliyâ Çelebi Seyâhatnamesi XI,
İstanbul.
(1971); Evliyâ Çelebi Seyâhatnamesi XII,
İstanbul.
(1971); Evliyâ Çelebi Seyâhatnamesi XIII,
İstanbul.
(1971); Evliyâ Çelebi Seyâhatnamesi XIV,
İstanbul.
(1971); Evliyâ Çelebi Seyâhatnamesi XV,
İstanbul.
DEVELLİOĞLU, Ferit (2000); Osmanlıca - Türkçe
Ansiklopedik Lûgat, Ankara.
ERSOY, Mehmet Akif (1974); Safahat, (Hazırlayan:
Ömer Rıza Doğrul), İstanbul.
EYUBOĞLU, İsmet Zeki (1987); Anadolu Büyüleri,
İstanbul.
EYUBOĞLU, İsmet Zeki (1996); Cinci Büyüleri
Yıldızname, İstanbul.
GÖKALP, Ziya (2005); Türk Töresi, (Hazırlayan:
Yalçın Toker), İstanbul.
GÖKYAY, Orhan Şaik (1996); Evliya Çelebi
Seyahatnamesi Topkapı Sarayı Bağdat 304 Yazmasının Transkripsiyonu-Dizini
(1), İstanbul.
HACIYEVA, Maarife-Celal Tarakçı-Şahin Öztürk (1995); Azerbaycan
Edebiyat Terimleri Sözlüğü, Samsun.
HAMAMİZADE İhsan (1931); “Trabzon Âdetleri”, HaklBilgisi
Haberleri, 2(17): 102-103.
HANÇERLİOĞLU, Orhan (1975); İnanç Sözlüğü
Dinler-Mezhepler-Tarikatler-Efsaneler, İstanbul.
HANÇERLİOĞLU, Orhan (1994); İslam İnançları Sözlüğü,
İstanbul.
http://www.astromerkez.com/gizliilim.php?c=5&p=107&
http://www.geocities.com/haydarinyeri/html/hayvansa.htm7200623
http://www.nasihatler.com/nasihat
oku.asp?haber = 241
http://www.sevde.de/islam_Ans/T7T2/120.htm
http://www.sihirevi.com/sihirbazliktarihi.htm
İLGÜREL,
Mücteba (1995); “Evliya Çelebi”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (11),
İstanbul, 529-533.
İNAN,
Abdülkadir (2000); Tarihte ve Bugün Şamanizm Materyaller ve Araştırmalar,
Ankara.
İslam
Ansiklopedisi 10 (1988), İstanbul.
KADİRZADE,
Kadir İbrahimoğlu (2005); Âdetler İnançlar ve Türklerin Soy Kütüğü Meselesi,
(Türkiye Türkçesine Aktaran: Ahmet Doğan), Ankara.
KAHRAMAN,
Seyit Ali-Yücel Dağlı (1999); Evliya Çelebi Seyahatnamesi Topkapı Sarayı
Bağdat 305 Yazmasının Transkripsiyonu-Dizini (3), İstanbul.
KAHRAMAN,
Seyit Ali-Yücel Dağlı (2002); Evliya Çelebi Seyahatnamesi Topkapı Sarayı
Kütüphanesi Revan 1457 Numaralı Yazmanın Transkripsiyonu-Dizini (6),
İstanbul.
KALAFAT,
Yaşar (2004); Altay’lardan Anadolu’yaKamizm Şamanizm, İstanbul.
KARADENİZ,
Fikret (1985); “Giresun’da Büyüsel İnanç Sistemi İçinde Gül ve Yastık
Büyüleri”, Türk Folkloru, 7(75): 11-12.
KARADENİZ,
Fikret (1985); “Giresun Yöresinde Toplumun Cin, Peri, Büyü, Cadı İnanç ve
Masallarına Katılımı”, Türk Folkloru, 7(76): 5-7.
KARAMUK, Gümeç; “Evliya Çelebi’nin Kültür
Tarihindeki Yeri”,
http://www.history.hacettepe.edu.tr/archive/evliyacelebi.htm
KORKMAZ,
Esat (2003); Eski Türk İnanışları ve Şamanizm Terimleri Sözlüğü,
İstanbul.
KURŞUN,
Zekeriya-Seyit Ali Kahraman-Yücel Dağlı (1999); Evliya Çelebi Seyahatnamesi
Topkapı Sarayı Bağdat 304 Yazmasının Transkripsiyonu-Dizini (2), İstanbul.
KUTLUER,
İlhan (1992); “İslam Literatüründe Burç”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam
Ansiklopedisi (6), İstanbul, 422-424.
ÖRNEK,
Sedat Veyis (1971); 100 Soruda İlkellerde Din, Büyü, Sanat, Efsane,
İstanbul.
ÖRNEK,
Sedat Veyis (1981); Sivas ve Çevresinde Hayatın Çeşitli Safhalarıyla İlgili
Batıl İnançların ve Büyüsel İşlemlerin Etnolojik Tetkiki, Ankara.
ÖRNEK,
Sedat Veyis (1995); Türk Halk bilimi, Ankara.
ÖZBEK,
Yusuf (1994); İslâm Açısından Sihir, İstanbul.
ÖZSEVEN,
Adil (1939); “Büyü, Fal ve Rüya Tabirleri”, Halk Bilgisi Haberleri,
8(93): 185190, İstanbul.
ÖZTÜRK,
İsmail (1982); “Gözdeğmesi (Nazar) İnancı ve Gözboncuğunun Tarihçesi”, Türk
Folkloru, 4(39): 3-6.
PALA,
İskender (1999); Ansiklopedik Divân Şiiri Sözlüğü, İstanbul.
ROUX,
Jean-Paul (2002); Türklerin ve Moğolların Eski Dini, İstanbul.
Sahîh-i
Buhârî Muhtasarı ve Tecrîd-i Sarîh Tercemesi ve Şerhi (8) (1984),
(Müellifi: Zeynü’d-dîn Ahmed b. Ahmed b.Abdi’l-Lâtîfi’z -Zebîdî, Mütercimi ve
Şârihi: Kâmil Miras), Ankara.
Sahîh-i
Buhârî Muhtasarı ve Tecrîd-i Sarîh Tercemesi ve Şerhi (9) (1986),
(Müellifi: Zeynü’d-dîn Ahmed b. Ahmed b.Abdi’l-Lâtîfi’z-Zebîdî, Mütercimi ve
Şârihi: Kâmil Miras), Ankara.
Sahîh-i
BuhârîMuhtasarı ve Tecrîd-i Sarîh Tercemesi ve Şerhi (12) (t.y.),
(Müellifi: Zeynü’d- dîn Ahmed b. Ahmed b.Abdi’l-Lâtîfi’z-Zebîdî, Mütercimi ve
Şârihi: Kâmil Miras), Ankara. SCOGNAMİLLO, Giovanni (2003); Astroloji
ve Yıldız Bilimi, İstanbul.
SCOGNAMİLLO,
Giovanni-Arif Arslan (2002); Doğu ve Batı Kaynaklarına Göre Büyü, İstanbul.
SCOGNAMİLLO,
Giovanni-Arif Arslan (1999); Doğu ve Batı Kaynaklarına Göre Fal,
İstanbul.
SERTOĞLU,
Midhat (1986); Osmanlı Tarih Lûgatı, İstanbul.
SEZER,
Sennur (1998); Osmanlı ’da Fal ve Falnameler, İstanbul.
Şemseddin Sami
(1999); Kâmûs-ı Türkî, İstanbul.
ŞENTÜRK,
Osman [1999]; Evliya Çelebi Seyahatname si’nde Folklorik Unsurlar, Niğde
Üniversitesi: Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi.
TAN,
Nail (1974); Evliya Çelebi Seyahatnamesi Folklorik Dizin Denemesi,
Ankara.
TAN,
Nail (2000); Folklor (Halk Bilimi) Genel Bilgiler, İstanbul.
TANPINAR,
Ahmet Hamdi (1995); Edebiyat Üzerine Makaleler, (Hazırlayan: Zeynep
Kerman), İstanbul.
TANYU,
Hikmet (1995); “Büyü”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (6),
İstanbul, 501-506.
Türk
Ansiklopedisi 29 (1980), Ankara.
TÜRK DİL KURUMU
(2000); Türkçe Sözlük (2 cilt), Ankara.
Türk Dili
ve Edebiyatı Ansiklopedisi, Devirler/İsimler/Eserler/Terimler 8 (1998),
İstanbul. ULLMANN, Manfred (1994); İslâm Kültür Tarihinde Maji,
İstanbul.
UZUN,
Mustafa (1995); “Falname”; Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi
(12), İstanbul, 141-145.
YILDIZ,
Naciye (1995); Manas Destanı (W.Radloff) ve Kırgız Kültürü İle İlgili Tespit
ve Tahliller, Ankara.
YÖRÜKAN,Yusuf
Ziya (2005); Müslümanlıktan Evvel Türk Dinleri Şamanizm, Ankara.
YUSUF HAS
HACİB (1994); Kutadgu Bilig, (Çev. Reşid Rahmeti Arat), Ankara.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar