Gadir-i Hum
İmâmiyye Şiası’nda İmamet Delili Olarak Gadir-i Hum
Hazırlayan: RUMEYSA ALBAYRAK
İslam
Tarihinde Hz. Peygamber’den sonra başlayan siyasi ve itikâdî tartışmalar bir
takım fikri süreçleri beraberinde getirmiş farklı fırka ve mezheplerin ortaya
çıkmasına yol açmıştır. Bunlar arasında günümüzde hala varlığını sürdürmekte
olan Şiîlik, İslam düşünce geleneği içinde önemli bir yere sahiptir. Gulat ve
azınlıkta olan fırkalar dışında Şiî ekol içerisinde İmâmiyye Şia’sı Hz.
Peygamber’den sonra yönetici olarak Müslümanların başına geçmesi gereken
kişinin Ali ve onun soyu olduğunu iddia etmiştir. İmametin nas ve tayinle
olduğu fikrinden yola çıkarak bir takım ayetleri Ali’nin velayeti hususunda
delil olarak görmüşler ve bu ayetleri hadislerle yorumlayarak imamet doktrinini
temellendirmişlerdir.
İmamet dâhil
inanç sistemini imamlardan gelen ahbârla açıklayan Şiî âlimler ahbârî geleneği
sürdürseler de gaybet döneminin uzaması sonucu imamlarla kesilen irtibat ortaya
çıkan yeni sorunların çözümünde yetersiz kalmaya başlamıştır. Bu kaygıları
gidermek adına ortaya çıkan usûlî çizgi, ahbarın yeterli olmadığı görüşünden
yola çıkarak Şiî-İmâmî doktrinleri aklî izahlarla temellendirmeye çalışmıştır.
Özellikle Şiî inanç geleneğinde dinin asıllarından kabul edilen imametin nas ve
tayinle olduğu fikrinden hareketle bir takım ayetler Ali’nin velayetine delil
gösterilmiş ve bu ayetler hadislerle desteklenmiştir. Gadîr hadisesinde Hz.
Peygamber’in sarfettiği; “Ben kimin mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır.”
sözleri bu hadislerin başında gelmektedir. Gadîr-i Hum mevkiinde geçen bu olay
Şiî âlimlerce Maide Suresi’nin üçüncü ve altmış yedinci ayetlerinin nüzul
sebebi olarak görülmüştür. Bahsi geçen ayetlerin Ali’nin imametine dair
indiğini ifade eden ibareler İmâmî âlimler tarafından imametin nas ve tayin ile
olduğu iddiasına delil gösterilmiştir. Ahbârî çizgiyi temsil eden bu rivayetler
Usûlî âlimlerin aklî izahlarına da temel olmuş gözükmektedir.
Belâzürî’nin
Ensâbü'l-Eşrâf Eserinde Gadîr-i Hum
Tam adı
Ebü’l-Hasen Ahmed b. Yahyâ b. Câbir b. Dâvûd olan Belâzürî’nin doğum yeri ve
tarihi bilinmemektedir. Farsça’dan Arapça’ya tercümeler yapmasından dolayı
çağdaş araştırmacılar onun İran asıllı olduğunu söylemektedirler. Dedesi
Câbir’in, Abbâsî Halifesi Hârûnürreşîd zamanında Mısır haracına bakan Hâsib’in
kâtibi olduğu dışında ailesi hakkında bilgi yoktur. Künyesi de kaynaklarda
Ebü’l-Hasan, Ebü’l-Abbas ve Ebû Cafer şeklinde farklı olarak geçmektedir.
Hayatı ile ilgili olarak kaynaklarda bulunan bilgilerin büyük bir kısmı Abbâsî
halifeleri ve vezirleriyle olan münasebetleri hakkındadır. Halife Mütevekkil-
Alellah’ın huzurunda yapılan ilmî ve edebî sohbetlerde bulunmuş ve onun on yıl
kadar nedimliğini yapmıştır. Halife Müstaîn-Billâh da Belâzürî’ye yakınlık
göstermiş ve ihtiyaçlarını karşılamak üzere ihsanlarda bulunmuştur. Halife
Mu‘tez oğlu Abdullah’ın eğitim ve öğretimini ona bırakmıştır. Mu‘temid-Billâh
zamanında hayatının en sıkıntılı ve kötü günlerini yaşayan Belâzürî genellikle
kabul edildiğine göre 279’da (892-93) Bağdat’ta seksen yaşlarında vefat
etmiştir. İbnü’n-Nedîm, onun hâfızasını kuvvetlendirmek için hindistan cevizine
benzer bir meyve olan belâzür içtiğini ve bundan dolayı hâfızasını kaybedip
perişan bir halde akıl hastanesinde öldüğünü söylemektedir. Bazı kaynaklar ise
bu olayın dedesi Câbir ile ilgili olduğunu ve Belâzürî nisbesinin kendisine bu
sebeple verildiğini kaydetmektedir.[1]
Ensâbü’l-Eşrâf,
Belâzürî’nin zamanımıza intikal eden iki eserinden biridir. Adında geçen
“eşrâf’ kelimesiyle bugün anlaşıldığı gibi Ehl-i Beyt mensuplarını değil kavmi
arasında ileri gelen meşhur şahsiyetleri kastettiği kabul edilmektedir. Nitekim
IV. yüzyılın sonlarında ortaya çıkmış olan Ehl-i Beyt anlamına karşın Belâzürî
ve ondan önceki müellifler zamanında eşrâf, Hz. Ali - Hz. Fâtıma’nın soyundan
gelenlere has bir terim olarak kullanılmamaktaydı. Belâzürî’nin bir halifenin
dönemine ait olayları ele alırken tarihçilerin ve tabakat müelliflerinin takip
ettiği usule bağlı kalarak geniş ufuklu bir tarihçi olduğunu ispat ettiği
Ensâbü’l-eşrâf, tabakat, ensâb ve ahbâr üslûplarının birleştirilmesinden
meydana gelmektedir. Eserine Hz. Peygamber’in hayatını anlatarak başlayan
Belâzürî’nin siyerden sonra tekrar Hz. Peygamber’in nesebine döndüğü ve
Resûlullah’ın amcalarından ve onların çocuklarından bahsettiği bölümde önce öz
amcası olan Ebû Tâlib ile oğlu Ali’yi, daha sonra onun çocukları ve torunlarını
ele aldığı kısım bulunmaktadır. Bahsedilen kısmın ilk bölümü Hz. Ali’nin şehid
edilmesiyle, ikinci bölümü Muhammed b. Hanefiyye’nin hal tercümesiyle sona
ermektedir. Eserin bu kısmı Muhammed Bâkır el-Mahmûdî tarafından iki cilt
olarak yayımlanmıştır (Beyrut 1974-1977).[2]
Çalışmamızda ele aldığımız Gadîr-i Hum hadisesinden Belâzürî, bu bölümde
bahsetmektedir.
Belâzürî’nin
eserinde Gadîr-i Hum olayı ile ilgili ulaşabildiğimiz dört rivayet mevcuttur.
Arka arkaya zikrettiği bu rivayetlerden ilkinde Berâ’ b. Âzib’den naklettiğine
göre Hz. Peygamber Haccetü’l-veda dönüşü Gadîr-i Hum’da Ali’nin elini
kaldırarak insanlara seslenmekte ve onlara kendisinin müminlerin nefislerine kendilerinden
daha evla, eşlerinin de onların anneleri konumunda olup olmadığını sormaktadır.
Müminlerden onay aldıktan sonra Ali’yi kastederek; “Ben kimin mevlâsı isem o da
onun mevlâsıdır” ifadesini kullanmakta ve Ali’nin yanında olana yardımcı
olması, düşmanı olana ise düşman olması için Allah’a dua etmektedir.”[3] Yine Berâ’ b.
Âzib’den naklettiği diğer rivayette Hz. Peygamber, haccetü’l-veda’dan sonra
Gadîr-i Hum’da “Allah benim mevlâm, ben de tüm müminlerin mevlâsıyım” dedikten
sonra “Ben kimin mevlâsıysam Ali de onun mevlâsıdır. Allah’ım ona yardımcı
olana yardım et, düşman olana sen de düşman ol.”[4]
demektedir.
Belâzürî’nin
Zeyd b. Erkam’dan aktardığı üçüncü rivayette Haccetü’l- veda’dan sonra Gadîr-i
Hum’da Peygamber, “Muhakkak ben çağrıldığım şeye icabet ettim. Allah benim
mevlâm ve ben de tüm müminlerin mevlâsıyım. Size sarıldığınızda yoldan
sapmayacağınız iki şey bırakıyorum: Allah’ın kitabı ve ıtretim olan Ehl-i Beyt.
O ikisi havzda benimle beraber olacaklardır.” dedikten sonra Ali’nin elini
kaldırarak “Ben kimin velisi isem Ali de onun velisidir. Allah’ım ona yardımcı
olana yardımcı düşman olana düşman ol.”[5]
demektedir.
Aktardığı son
rivayette Büreyde b. Husayb’dan naklettiği Peygamber’in “Ben kimin mevlâsıysam
Ali de onun mevlâsıdır. Allah’ım ona yardımcı olana yardım et, düşman olana
düşman ol.”[6] sözleri mevcut olmakla birlikte
Hz. Peygamber’in bu sözleri nerde ne zaman söylediğine dair bir ifade
bulunmamaktadır. Ard arda sıralanan rivayetlerin üçünde Gadîr-i Hum ibaresi
kullanılmakta ve birbirileriyle paralel olan; Peygamber’in Ali hakkında
sarfettiği “Ben kimin mevlâsıysam Ali de onun mevlâsıdır.” ifadeleri yer
almaktadır. Belâzürî’nin naklettiği bilgiler göz önünde bulundurulduğunda Gadîr
hadisesi Hz. Peygamber’in veda haccı dönüşü durakladığı Gadîr-i Hum denen yerde
gerçekleşmiştir. O, burada Ali’nin elini kaldırarak insanlara “Ben size sizden
daha evlâ değil miyim, ben kimin mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır.”
demiştir. Bazı rivayetlerde ise insanlara Allah’ın kitabı ve Ehl- Beytine
sıkıca sarılmalarını istediği “sakaleyn” hadisini söyledikten sonra “Ben kimin
mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır.” sözlerini sarfetmiştir.
Araştırmamızın konusu Gadîr-i Hum hadisesinden bahseden en eski
meşhur tarihçi Belâzürî gözükmektedir. Ölüm tarihinin 279 olduğu dikkate
alındığında Şia’ya dair itikâdî konuların atfedildiği Süleym b. Kays’tan (ö.
76/ 695) sonra çalışmamızda Gadîr gününden bahseden en eski âlim Belâzürî’dir.
Onun Abbasiler döneminde yaşayan bir âlim olduğu ve Bağdat gibi bir şehirde
eğitim aldığı göz önünde tutulduğunda Ali hakkında aktardığı rivayetlerin
çerçevesi anlam kazanmaktadır. Eserinin nesep-tarih kitabı olması da buna katkı
sağlamış olmalıdır. Nitekim ensâb ile birlikte ahbâr usulüyle telif ettiği
eserinde Abbâsî halifelerinin sarayında katıldığı ilmî ve edebî sohbetlerden de
pek çok bilgi elde etmiş, çeşitli bölgelerde, bilhassa Irak, Suriye
şehirlerinde ve Medine’deki âlimlerden derlediği şifahî rivayet ve bilgileri
nakletmiştir.[7] Bununla birlikte Belâzürî, Gadîr-i Hum
hadisesinden sadece Hz. Peygamber’in veda haccından ayrıldıktan sonra Gadîr-i
Hum denen yerde Ali’ye hitaben “Ben kimin mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır.”
sözlerini aktarmıştır. Bunun dışında Gadîr-i Hum’da Hz. Peygamber’in bu sözleri
velayete binaen sarfettiğine dair bir ibare bulunmamakta ve herhangi bir ayetin
nüzulü üzerine söylendiğinden bahsedilmemektedir.
Ya’Kûbî’nin
Târîhu'l-Ya'kûbî Eserinde Gadîr-i Hum
Tam adı, Ahmed
b. Ebî Ya’kûb İshak b. Cafer b. Vehb b. Vâdıh el- Abbâsî’dir. III. yüzyılın
başlarında Bağdat’ta doğmuştur. Yaygın kanaate göre Fars asıllıdır. Doğuda ve
batıda birçok İslam şehrine yolculuklar yapmış olan Ya’kûbî tercih edilen
görüşe göre 292 senesinde vefat etmiştir. Şiî bir aileye mensup olması onun Şiî
olduğu görüşüne ağırlık kazandırmaktadır. Nitekim eserlerinde İmâmî görüş
çizgisine uygun bir yol takip etmiştir. Ali ve Hasan dışında kimseyi halife
kabul etmeyerek Ebubekir, Ömer ve Osman’ın Ali’nin hakkını gasp etmekle
suçlamakta; onların dönemlerinden “eyyam” olarak bahsetmektedir. Ali’nin diğer
üç halife’den üstün olduğuna dair rivayetler ile Ali’nin vasi olduğunu belirten
nakiller aktarmaktadır. Emevî ve Abbâsi dönemini mülk ve saltanat olarak
değerlendirmekte ancak Abbâsîler’e daha müsamahakâr bir tavır göstermektedir.[8]
Târîhu’l-Ya’kûbî,
Ya’kûbî’nin bilinen en meşhur eseridir. İslam tarihi yazıcılığının ilk
örneklerinden biri olması Gadîr-i Hum rivayetlerinin incelenmesi açısından önem
arzetmektedir. Eserinin bize ulaşan kısmının Haccetü’l-veda bölümünde Hz.
Peygamber’in veda hutbesine yer veren Ya’kûbî burada Peygamberin hutbesi ve
sonrasında yaşanılanları anlatmaktadır. Veda hutbesinin sonunda Peygamber
müminlere kendilerine sıkıca sarıldıklarında yoldan sapmamaları için Allah’ın
kitabı ile ıtretini yani Ehl-i Beytini bıraktığını söylemektedir. Bunun üzerine
Hz. Peygamber Mekke’den ayrılmadan '“Bugün size dininizi tamamladım...”
ayeti nazil olmuştur. Medine’ye doğru yola çıkıp Cuhfe yakınlarında Gadîr-i Hum
denen yere geldiklerinde, Zilhicce’nin 18’i idi. Peygamber burada insanlara
seslenmiş ve “Ben size kendinizden daha evla değil miyim?” demiştir. “Evet”
cevabını alınca “Ben kimin mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır.” diyerek
Allah’a Ali’nin yanında olanın yanında olması, düşman olana ise düşman olması
için dua etmiştir.[9]
Ilımlı bir
yaklaşıma sahip olmakla birlikte İmâmiyye’ye mensup olduğu kabul edilen
Ya’kûbî’nin, aktarımında İmâmî çizgiye paralel bir anlatımın izlerine
rastlanılmaktadır. Bununla birlikte verilen bilgide Veda Haccı’nda Peygamber’in
hutbesini yaptıktan sonra inen “Bugün size dininizi tamamladım.”
ayetinin velayete binaen inmiş olduğuna dair bir ifade görülmemektedir.
Medine’ye dönüş yolunda Peygamber’in Gadîr-i Hum denen yerde duraklaması ve Ali
hakkında sarfettiği sözler Şia dışındaki mezheplerin genel kabulüne ilişkin
belirgin bir zıtlık barındırmamaktadır. Nitekim Ya’kûbî, veda haccında “Bugün
size dininizi tamamladım.” ayetinin nazil olmasından bahsetmesine rağmen
Şiî inancın Peygamber’in velayetin ilanını geciktirmesi
üzerine bir uyarı niteliğinde indiğini iddia ettiği “Ey Peygamber! Rabbinden
sana indirileni tebliğ et...” ayetini mevlâ hadisi ile birlikte
zikretmemektedir. Şiî rical kaynaklarının kendisinden bahsetmemiş olmasına
rağmen İmâmiyye’ye mensup olan Yakûbî Maide Suresinin 3. ayetini doğrudan
Gadîr-i Hum ile ilişkilendirmemekte aynı surenin 67. ayetinden hiçbir şekilde
bahsetmemektedir.
Hatîb el-Bağdâdî’nin Târîhu Bağdâd Ev
Medîneti's-Selâm'ında Gadîr-i Hum
Tam
adı Ahmed b. Ali b. Sabit b. Ahmed b. Mehdî b. Sabit olan müellifin künyesi
"Ebu Bekir" olup "el-Hatîb el-Bağdadî" diye meşhur
olmuştur. Kaynakların çoğunluğuna göre h. 392/1002 yılında Derzîcan’da
doğmuştur. Hadis alanında ön plana çıkan Hatîb el-Bağdâdî’nin bu yönde
gelişmesinde babasının etkisi büyüktür. Sadece yaşadığı dönemin değil aynı
zamanda bütün hadis tarihinin en büyük simalarından olan el-Bağdadî hakkında
övgü dolu pek çok söz vardır. Kendisinden hadis yazmış olan Ebu Ali el-Beredânî
(ö. 498/11 04), "el-Hatîb, belki de kendisi gibisini görmemiştir"
derken İbn Mâkûlâ (ö. 475/1 082)
da onun için "Hadis
konusunda
bilgi, ıtkan ve zabt açısından tanıdığımız otoritelerin sonuncusudur.
Bağdatlılar, ed-Dârekutni''den sonra onun gibisini yetiştiremediler"
demektedir. İbnü'1-Cevzî (ö. 597/1200), bilgi azlığından dolayı cerh sebebi
olmayan şeylerle ravileri cerh etmesi, Ahmed b. Hanbel ve ashabına karşı
taassubu, mevzu hadisler rivayet etmesi sebebiyle kendisini tenkit etmesine
rağmen, "Hadis ilmi onda son buldu. Mükemmel eserler verdi. Bu kitaplara
bakınca onun kadrini ve ed-Dârekutî gibi kendisinden daha büyük hafızların bile
nail olamadığı şeylere nail olduğunu anlıyoruz." diyerek değerini itiraf
etmektedir.[10]
Hatîb
el-Bağdâdî, tahsilini tamamladıktan sonra yirmi yıldan fazla bir süre bütün
vaktini Târîhu Bağdâd’ı yazmaya ayırmıştır. İlim tahsili için çeşitli yolculuklar
yapan el-Bağdâdî, Dımeşk’ten döndükten sonra Bağdat’ta 7 Zilhicce 463 (5 Eylül
1071) tarihinde Nizâmiye Medresesi’nin yanındaki evinde vefat etmiştir.[11]
Tam adı Târîhu
Bağdâd ev Medîneti’s-Selâm olan eseri Hatîb el-Bağdâdî otuz yaşlarında iken
telif etmeye başlamış eserini ve yirmi yıl sonra 444’te (1052-53)
tamamlamıştır. Hatîb el-Bağdâdî eserini telif ederken ensâb ve tabakat
kitaplarından umumi tarihlere, ricâl kitaplarından edebiyat kaynaklarına kadar
çok geniş bir yelpaze teşkil eden ve bir kısmı günümüze ulaşmayan eserlerden
faydalanmıştır. Kitaplarından alıntı yaptığı müelliflerin sayısı 180
civarındadır. Ayrıca hocalarından nakillerde bulunmuş, kendi bilgi, gözlem ve
düşüncelerine de yer vermiştir. Halife ve sultanlar, emîrler, kumandanlar,
vezirler, eşraf, Arap dili ve belâgat âlimleri, kıraat âlimleri, müfessirler,
muhaddisler, kelâm âlimleri, fukaha ve müctehidler, kadılar, zâhidler ve
mutasavvıflar, vâizler, matematik, astronomi, mantık, tıp ve mûsiki âlimleri,
kâtipler ve hattatlar, edipler, şairler ve tarihçiler, okçular ve süvariler,
esnaf ve sanatkârlar gibi toplumun her kesiminden kişilerin biyografisine yer
verilen eserde[12] Gadîr-i hum zikri geçen
ulaşabildiğimiz tek bir rivayet bulunmaktadır. Zilhiccenin 18’inde tutulan
orucun altmış sene tutulan oruca denk geldiğini izah eden rivayette bugünün
Gadîr-i Hum günü olduğu belirtilmektedir. Ebu Hureyre’den nakledildiğine göre,
Zilhicce 18’de tutulan oruç; altmış yıl yutulan orucun sevabına denktir. O gün
Gadîr-i Hum günüdür ve bu günde Peygamber Ali’nin elini kaldırarak: “Ben
müminlerin velisi değil miyim?” diye sormuş, insanlar evet cevabını
verdiklerinde “Ben kimin mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır.” demiştir.
Peygamber’in sözleri üzerine Ömer b. Hattâb: “Müjde sana Ya Ali! Benim ve tüm
müminlerin mevlâsı oldu.” diyerek Ali’yi kutlamış ve '“Bugün size dininizi
tamamladım...” ayeti nazil olmuştur. Rivayetin devamında ise Recep ayının
27’sinde tutulan orucun sevabının altmış sene tutulan oruca eşdeğer olduğu
çünkü bu günün Peygamber’in risaletinin ilk günü olduğu belirtilmektedir.
el-Bağdadî bu hadisin tek bir kişiden rivayet olunduğunu dile getirmektedir.[13] Bunun dışında mevlâ hadisinin
geçtiği üç rivayet daha nakleden Bağdadî’nin bu nakillerinde Peygamber’in “Ben
kimin mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır.” sözlerinin Gadîr-i Hum’da geçtiğine
dair bir ibare yer almamaktadır. Söz konusu rivayetlerden biri yalnızca
Peygamber’den; “Ben kimin mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır.”[14] ifadesini içeren bir hadis
olarak aktarılırken diğer rivayetlerde buna ek olarak “Allah’ım ona yardım edene yardım et, düşman olana düşman ol.” ibareleri de
mevcuttur. Ancak Hatîb, bu rivayetleri zayıf olarak nitelendirmektedir.[15]
İbn
Asâkir’in Târîhu Medîneti Dımaşk'mde Gadîr-i Hum
Tam adı Ali b.
el-Hasan b. Hibetullah b. Abdullah b. el-Hasan Ebu'l-Kasım ed-Dımeşki eş-Şafii
olan İbn Asâkir h. 499 senesinde Dımeşk’te doğmuştur. Fatımî ve Batınî
İsmailîler’in şiilik propagandası yaptıkları bir dönemde, sünni bir aile olan
Tuğteginlilerin atabeyliğini yaptığı Dımeşk'te büyümüştür. Ailesinin ilimle
uğraşıyor olması onun ilmi kişiliğine küçük yaştan itibaren katkı sağlamış ve
bülûğa erdiğinde hadisleri nakledebilme icazeti almıştır. İlim için çeşitli
seyahatlerde bulunmuş, fakihliğinin yanı sıra döneminin en büyük muhaddisi sayılmıştır.
Nitekim Atabeg Nureddin Zengi (1146-1174)'nin kendisi için inşa ettirdiği
Darü'l-Hadis en- Nûriyye'de vefatına kadar müderrislik yapmıştır. Kuruluşundan
itibaren bu medresenin başında bulunan Ibn Asakir, şiiliğe karşı sünni
geleneğin öğretilmesi ve yayılması için çaba sarfetmiştir. İbn Asakir, 571/1176
yılında Receb ayının II 'inde Pazartesi gecesi Şam'da vefat etmiştir.[16]
Müellifin en
hacimli eseri olan Dımeşk Tarihi, Hatîb el-Bağdadî'nin “Tarihu Bağdad”
adlı eserine, takip edilen usul açısından çok benzer, ancak ondan daha
kapsamlıdır. Aynı zamanda İbn Asâkir'in tarihçi olmaktan çok hadisçi, hatta
asrının muhaddisi olarak anılması onun eserine yansımış ve rivayet ettiği
haberleri senetleriyle birlikte vererek, hadis metodunu tarih rivayetçiliğine
tesir ettirmiştir.[17]
İbn Asâkir,
eserinin Ali b. Ebi Talib’e ayırdığı bölümünde Gadîr-i Hum’un anıldığı pek çok
benzer rivayeti nakletmektedir. Bu rivayetlerin geneli sadece peygamberden
Gadîr gününde işitildiğine şahit olunan; “Ben kimin mevlâsı isem Ali de onun
mevlâsıdır.”[18] cümlesinden oluşmaktadır. Bazı
rivayetlerde buna ek olarak; “Ben size sizden daha evla değil miyim?” ile
“Eşlerim anneleriniz konumunda değil mi?” sorusu ve Peygamber’in ufak
farklılıklarla Ali için “Allah’ım onun yanında olanın yanında ol, ona düşman
olana düşman ol, ona yardım edene yardım et, ondan nefret edenden nefret et.”
şeklinde ettiği duaları eklenmektedir.[19]
Bir rivayette ise Hz. Peygamber mevlâ hadisi ile menzile hadisini Gadîr-i
Hum’da birlikte zikretmektedir.[20] Bununla birlikte İbn Asâkir,
Peygamber’in bahsi geçen bu sözleri Gadîr-i Hum denen yerde değil de Veda
Haccı’nda söylediğine dair bir rivayet de aktarmaktadır.[21]
İbn Asâkir, “Bugün
size dininizi tamamladım...” ayetinin Gadîr-i Hum’da indiğine dair üç
rivayet daha aktarmaktadır. Bunlardan ikisi Hatîb Bağdadî’de yer alan ve
Zilhicce 18’de tutulan orucun sevabından bahsedilen Ebu Ebu Hureyre hadisidir.
Buna göre Hz. Peygamber “Ben kimin mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır.”
dedikten sonra Ömer b. Hattab Ali’yi, kendisiyle birlikte tüm müminlerin
mevlâsı olmasından dolayı tebrik etmiş ve “Bugün size dininizi tamamladım.”
ayeti nazil olmuştur.[22] Bundan farklı olarak İbn
Asâkir, Gadîr-i Hum gününde Hz. Peygamber’in velayeti ilan ettiğini bunun
üzerine “Bugün size dininizi tamamladım.” ayetinin indiğini sarih
şekilde belirten başka bir rivayeti eserine almıştır.[23]
İbn Asâkir’in
yer verdiği rivayetler bir bütün olarak ele alındığında Gadîr hadisesi Zilhicce
18’de yaşanmıştır. Hz. Peygamber veda haccı dönüşü Maide Suresi’Nin 67. ayeti
tarafından uyarılınca Gadîr-i Hum denen yerde insanlara “Ben kimin mevlâsı isem
Ali de onun mevlâsıdır.” demiş, Ömer b. Hattab, Ali’yi herkesin mevlâsı oldun
diyerek tebrik etmiş bunun üzerine “Bugün size dininizi tamamladım.”
ayeti nazil olmuştur. Ancak yer verdiği bazı rivayetlerde Peygamber’in mevlâ
hadisi olarak bilinen sözleri veda haccında sarfettiği ifade edilmektedir.
Kendinden önceki tarih kaynaklarında rastlamadığımız ancak İbn Asâkir’in
rivayetlerinde mevcut olan bir diğer farklılık ise Maide Suresi’nin “Ey
Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et...” mealindeki 67. ayetinin
Gadîr-i Hum günü Ali b. Ebî Talib hakkında indiğini ifade eden nakildir. Gadîr
gününe dair Peygamber’in söylediklerine dair herhangi bir ayrıntıya girilmeden
aktarılan bu rivayette Ebu Said el-Hudrî şöyle demektedir: “Ey Peygamber!
Rabbinden sana indirileni tebliğ et...” ayeti Peygamber’e Ali hakkında
Gadîr-i Hum günü nazil olmuştur.”[24]
Eserinde aralarında çok az fark bulunan rivayetleri
tekrarlaması, senedde zayıf râvilerin mevcudiyetine rağmen onların naklettiği
haberleri kaydetmesi, rivayetler hakkında bir değerlendirmede bulunmaması,
biyografilerde bazen ölüm tarihlerinden hiç söz etmemesi, hacimli olması
yüzünden eserini gözden geçirip tashih edememesi, muhaddislerin zayıf veya
güvenilir olduğunu belirttiği halde rivayetlerini tashih etmemesi, Dımaşk’la
ilgili mevzû hadislere ve İsrâiliyat’a yer vermesi gibi sebeplerden ötürü[25] eleştirilen İbn Asâkir’in Gadîr-i Hum hakkında aktardığı
rivayetlerde de birbirinden farksız yahut benzer birçok hadisi tekrarladığı
görülmektedir. Bir değerlendirme yapmadan aktardığı Gadîr-i Hum hadisleri Şiî-
İmâmî ekolün naklettiği rivayetlerle paralel niteliktedir. Şia’nın imamet
inancına dayanak gösterdiği ayetleri, mevlâ hadisi ile ilişkilendiren birçok
rivayetle aktarması kendisinden önceki meşhur tarih kitaplarında görülmeyen bir
durumdur. Hâlbuki İbn Asâkir’in, Fatımî ve Batınî İsmailîler’in şiilik
propagandası yaptıkları bir dönemde Şiiliğe karşı Sünnî geleneğin öğretilmesi
için çaba sarfetmiş olduğu bilinmektedir. Onun Şia’nın doktrinlerine temel
alarak öne sürdüğü rivayetleri aktarması ilerleyen zamanda ideolojik bakış
açısıyla doldurulan boşlukların rivayetlerde yerini aldığının göstergesidir.
İbnü’l-Esir’in
Üsdü'l-Gâbe Eserinde Gadîr-i Hum
Tam adı
Ebü’l-Hasen İzzüddîn Alî b. Muhammed b. Muhammed eş-Şeybânî el-Cezerî olan Ali
İzzüddin İbnü'l-Esir; en büyükleri Ebü's-Saadat Mecdüddin Mübarek b. Muhammed
İbnü'l-Esir (ö. 606/1210), en küçükleri Ziyaüddin İbnü'l-Esir Ebü'l-Feth
Ziyaüddin Nasrullah b. Muhammed İbnü'l-Esir (ö. 637/1239) olan ve üçü de kendi
alanlarının seçkin âlimleri arasında yer alan ve İbnü'l-Esir diye tanınan
Cizreli âlim kardeşlerin ortancasıdır. Tarihçi ve hadis hafızı Ali İzzüddin
İbnü'l-Esir, Büyük Selçuklular'ın idaresi zamanında, Cezirat-i İbn Ömer'de
(şimdiki adıyla Cizre) doğmuş, eğitim almak için Musul'a ailesiyle birlikte 21
yaşında iken göç edinceye kadar orada yaşamıştır. İbnü'l-Esir, ilmi tahsilini
Cizre'den sonra Musul'da devam ettirmiş, ilmi maksatlarla ve resmi görevler
vesilesiyle Kudüs'e ve sık sık Bağdat'a seyahatlerde bulunmuştur. Kaynaklar
onun Suriye'de Selahaddin Eyyûbi'nin bazı seferlerine tarihçi olarak iştirak
ettiğini, daha sonra Halep ve Dımeşk'te bir süre ikamet ettiğini
kaydetmektedir. El-Kâmil fi 't-Târih ve Üsdü '1-Gâbe gibi eseriyle
şöhrete kavuşmuş, hadiste hafızlık derecesine ulaşmış; siyer, edebiyat, ensab
ve eyyamü'l-Arab'da üstat olan İbnü'l-Esir 630/1233 yılında Musul'da vefat
etmiştir.[26]
Sahabelerin
hayatına dair telif ettiği bu eser İbnü’l Esir’in tabakat kitaplarında gördüğü
eksiklikleri gidermek amacıyla yazdığı bir eserdir. Kendisinin ifade ettiğine
göre, İbnü'l-Esir, Kudüs'e yapmış olduğu bir seyahat esnasında oradaki
muhaddislerin kendisine, ilimlerin ashabın isimlerini zikreden kitaplar telif
ettiklerini, ancak bazı kişilerin isimleri, nesepleri, sahabi olup olmadığı,
Hz. Peygamber'i görüp sohbetinde bulunup bulunmadığı gibi hususlarda farklı
görüşler serdettiklerini, dolayısıyla bu konuda doğru olan görüşü bilmeyi arzu
ettiklerini ifade ederek kendisini böyle bir eser yazmaya teşvik etmişlerdir.
İbnü'l-Esir kitabında esas aldığı ilkeleri ve belirlediği şartları ve metodunu,
okuyucunun kitabından daha rahat istifade etmesi için açıklamıştır. O, ele
aldığı sahabilerin sadece isimlerini zikretmekle kalmamış, onların
özelliklerini, fiziki görünüşlerini (şemail) ve varsa rivayet ettiği hadisleri
de belirtmiştir.
İbn Esîr, Üsdü’l-Gâbe’de
Gadîr-i Hum olayına dair rivayetlere yer vermektedir. Müellifin eserde
ulaşabildiğimiz paralel ifadelerle naklettiği üç rivayette Gadîr-i Hum ibaresi
yer almaktadır. Bunlardan Cünda b. Damre’ye ayırdığı kısımda aktardığı rivayete
göre Hz. Peygamber, Ali’yi kasten yalanlayanın yerinin cehennem ateşi olduğunu
belirtmiş ve Haccetü’l-veda’dan ayrıldıktan sonra Gadîr-i Hum denen yere
geldiğinde Ali’nin elini kaldırıp insanlara hitap ederek “Ben kimin mevlâsı
isem Ali de onun mevlâsıdır. Allah’ım ona dost olana dost ol, düşman olana
düşman ol.” demiştir.[27] Amir b. Leyla b. Damre’nin yer
aldığı bölümde geçen başka bir rivayette Peygamber son haccından ayrılıp Cuhfe
yakınlarındaki Gadîr-i Hum’a geldiğinde hiçbir peygamberin kendisinden önceki
peygamberin ömrünün yarısından fazla yaşamadığını ve kendisinin de yakında
Allah’ın davetine icabet ederek müminlerin yanından ayrılacağını söyledikten
sonra aynı şekilde Ali’nin elini kaldırarak: “Ben kimin mevlâsıysam Ali de onun
mevlâsıdır. Allah’ım ona dost olana dost ol, düşman olana düşman ol.”
demektedir. İbnü’l Esîr bu rivayeti verdikten sonra hadisin “garib” olduğuna dair
görüş aktarmaktadır.[28] Abdurrahman b. Abdurrabbi
el-Ensarî’yi ele aldığı bölümde Hz. Peygamber’den direk bir nakilde
bulunmamakla birlikte Hz. Ali’nin Gadîr günü Peygamber’in söylediklerini işiten
kimseleri sorması üzerine bazı kişiler dışında kimsenin şahitlik yapmadığı
zikredilmektedir. Hz. Peygamber’in sözlerini işittiklerine şahitlik yapan
kimselerin isimleri tek tek verilmekte ve işittikleri hadis nakledilmektedir.
Sahabeden bu şahısların zikrine göre Hz. Peygamber şöyle söylemiştir: “Allah
benim ve tüm müminlerin mevlâsıdır. Ben kimin mevlâsı isem Ali de onun
mevlâsıdır. Allahım ona dost olana dost, düşman olana düşman ol. Onu seveni se,
ona kin besleyene kin besle. Ona yardım edene yardım et.”[29]
Bunun dışında mevlâ hadisinin zikredildiği dört rivayete daha yer veren
İbnü’l-Esîr’in nakillerinde Hz. Peygamber’in Ali hakkındaki sözlerini Gadîr-i
Hum’da yahut başka bir yerde söylediğine dair bir ifade bulunmamaktadır. Bu
nakillerin üçünde Peygamber’in sözleri zikredildikten sonra Ali’nin şahitlik
etmelerini istemesi üzerine Kûfe’de bazı kimselerin buna şahitlik yaptığı
ifadesi mevcuttur.[30]
İbn
Kesîr’in el-Bidaye Ve'n-Nihaye Eserinde Gadîr-i Hum
Tam adı
Ebü’l-Fidâ’ İmâdüddîn İsmâîl b. Şihâbiddîn Ömer b. Kesîr b. Dav’ b. Kesîr
el-Kaysî el-Kureşî el-Busrâvî ed-Dımaşkî eş-Şâfiî olan İbn Kesîr, 701’de
(1301-1302) Busrâ’nın Müceydilülkarye köyünde dünyaya gelmiştir. Ağabeyi
Kemâleddin Abdülvehhâb onun öğrenimiyle yakından ilgilenmiş; ilk fıkıh
derslerini de ondan almıştır. Daha sonra Burhâneddin İbrâhim b. Abdurrahman
el-Fezârî ve Kemâleddin İbn Kâdî Şühbe’den fıkıh okudu. Genç yaşta yazdığı Ahkâmü’t-tenbîh
adlı eserini hocası Burhâneddin el-Fezârî’ye arzedip onun takdirini
kazandı. Zehebî, İbnu'r-Radi ve İbn Teymiyye (ö. 728/1328) gibi âlimlerden ilim
alarak kendini yetiştirmiştir. Hadis, Fıkıh, Tarih ve Tefsir sahalarında
yazdığı eserler sağlığında dahi insanlar arasında dolaşmıştır. Öğrenimini
tamamladıktan sonra hatip, müderris, kıraat âlimi, müftü ve mahkeme heyeti
üyesi olarak çeşitli görevlerde bulunmuştur. Yönetim aleyhindeki her türlü
isyana karşı olan İbn Kesîr, hemen her konuda ılımlı bir politika takip
edilmesinden yanaydı. Hz. Ebû Bekir, Ömer ve Osman’a küfür ettiği ve Emeviyye
Camii’nde Sünnîler’le birlikte namaz kılmayı reddettiği için Mâlikî kadısı
tarafından kırbaç cezasına çarptırılan Hilleli bir Şiî, daha sonra
Dârüssaâde’de toplanan mahkeme heyeti tarafından idam cezasına mahkûm edildi Bu
mahkeme heyetinin üyeleri arasında İbn Kesîr de bulunmaktaydı. İbn Teymiyye’nin
etkisinde kalarak Hanbelî kelâmını benimsemiş, hilâfetin Kureyşîliğini
savunması dışında diğer dinî-siyasî konularda onun görüşlerine bağlı kalarak
Şiîliğe karşı sert bir tavır takınmıştır. Hayatının sonlarına doğru gözlerini
kaybeden İbn Kesîr 26 Şâban 774’te (20 Şubat 1373) Dımaşk’ta vefat etmiştir.
Vasiyeti uyarınca Dımaşk’ta Bâbünnasr dışındaki Sûfiye Mezarlığı’na hocası İbn
Teymiyye’nin yanına defnedilmiştir. [31]
Genel tarih
mahiyetinde olan bu eser, başlıca kaynaklardan sayılmaktadır. Yaratılıştan
başlayarak, müellifin hayatının son senelerine kadar olan devri ihtiva eder.
Bazı siyasi olayları hadislerle aktaran İbn Kesîr, hadislerin kaynağını
genellikle zikretmiş, fakat aynı konuda çok sayıda hadis varsa kaynağı
tekrarlamaya gerek görmemiştir. Hadisin senedi zayıfsa onu takviye eden başka
bir hadisi kaydetmekle yetinen müellif, “Zayıf zayıfı takviye eder” prensibiyle
hareket ettiği halde bazen buna uymamıştır. Zaman zaman Şia’nın görüşlerine de
değindiği bu telifinde Hz.
Peygamber’in
Gadîr-i Hum’da bir hutbe verdiğine dair hadislere bir başlık ayırmıştır.[32]
İbn Kesîr’in
eserinde verdiği bilgide Cuhfe yakınlarında Mekke ile Medine arasındaki Gadîr-i
Hum’da Hz. Peygamber bir hutbe irad etmiştir. Müellife göre peygamber bu
hutbesini Hz. Ali’nin fazileti ve üstünlüğünü beyan etmek, ırzının sağlam ve
temizliğini; Yemen civarında beraberinde bulunduğu kimselerin onun hakkında
söylediği olumsuz sözlerin dayanaksız olduğunu belirtmek üzere yapmıştır.
Zilhicce’nin 18’inde bir ağacın altında verdiği hutbede Ali’nin faziletini,
adaletini, güvenilirliğini ve kendisine olan yakınlığını bildirerek Ali
hakkındaki şüpheleri gidermiştir.[33] Bu konu ile ilgili hadisleri
aktararak sahih ve zayıf olanları belirtmek suretiyle Gadîr-i Hum rivayetlerini
aktaran İbn Kesîr, konuyla ilgili birçok hadis nakletmektedir. Hadisler
birbirine paralel olarak, Gadîr-i Hum’da Hz. Peygamber’in Ali’yi kastederek
“Ben kimin velisi isem Ali de onun velisidir.” ifadelerini içermektedir.
Aktardığı bazı rivayetlerde Peygamber’in bu ifadesini açıklığa kavuşturan
ifadelerle nakletmektedir. Buna göre: Ahmed b. Hanbel’den naklettiği bir
hadiste Peygamber: “Ali bendendir, ben de ondanım. Borcumu ya ben ya da yerime
Ali öder.” demektedir.[34] İbn Kesîr bu rivayeti
zikrederek kanaatimizce hadislerdeki veli kelimesinin Şia’nın anladığı gibi
olmadığını delillendirmeye çalışmaktadır.
İbn Kesîr’den
önceki tarihçilerin yer verdiği, Zilhicce 18’de tutulan orucun sevabıyla ilgili
Ebu Hureyre hadisini eserine alan müellif rivayeti naklettikten sonra bu
hadisin münker hatta yalan olduğunu ifade etmektedir. Bu hadisin belirttiği;
“Bugün size dininizi tamamladım...” mealindeki ayetin Gadîr’de gerçekleşen olay
üzerine inmiş olması, Buhari ve Müslim’de yer alan sahih hadislere ters
düşmektedir. Keza Maide Suresinin üçüncü ayeti olan bu ifade Gadîr-i hum’dan
birkaç gün önce Arefe günü nazil olmuştur. Yine hadisin bahsettiği; Gadîr günü
tutulan orucun sevabının altmış aylık oruca denk gelmesi de doğru olamaz.
Nitekim yine sahih hadislere göre ramazan ayı orucu on aylık oruca denktir. Şu
halde bir günlük oruç altmış aylık oruca denk gelemez.[35]
Gadîr-i Hum ile ilgili rivayetleri nakleden İbn Kesîr, başlığı Hz. Peygamber’in
Ali dışındaki üç halife ile Talha, Zübeyr, Abdurrahman b. Avf gibi sahabelerden
razı olduğunu[36] ifade eden bir hadis zikrederek
sonlandırmakta böylece Şiî inancın yaklaşımını eleştirmektedir.
Tarih
kaynaklarının Gadîr-i Hum hadisesine yer verdiği görülmekle birlikte en eski
tarihçiler olan İbn Hişam (ö. 218/833) ve İbn Sa’d (ö. 230/845) eserlerinde
Gadîr-i Hum’dan bahsetmemektedir. Şiî geleneğin iddia ettiği üzere İbn Cerîr
et- Taberî’nin (ö. 310/923)
eserlerinde de Gadîr-i Hum ibaresine yer vermediği
görülmektedir.
Gadîr hadisesinden bahseden en eski tarihçi Belâzürî’dir. Bununla birlikte
Belâzürî ve Gadîr-i Hum’dan bahseden diğer tarihçiler hadiseyle ilgili Hz.
Peygamber’in burada söylediği; “Ben kimin mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır.”
ifadelerini aktarmakta ancak velayetle bir bağlantı kurmamakta, hadisenin
yaşanmasına neden olan ayetlerin nüzulünü imametle ilişkilendirmemektedirler.
İSLAM DÜŞÜNCESİNDE İMAMET ANLAYIŞI
Bu
bölümde İslam düşünce tarihinde mezheplerin İmamet anlayışı hakkında bilgi
verilecektir. Ayrıca tezimizin ana konusu İmamiyye Şiîliğinin imamet anlayışına
dayalı olduğu için Şiiliğin Ahbârî ve Usûlî farklılaşması ile birlikte imametle
ilgili genel delilleri üzerinde durulacaktır.
İmamet
sözlükte öne geçmek, kastetmek, yönelmek, öncülük etmek, imam olmak, hidayet ve
irşad etmek anlamlarına gelmektedir.[37]
İbn Hazm’a
göre imamet, ümmetten kimsenin itirazı olmaksızın, ancak Müslümanların işlerini
yönetmek üzere görevlendirilen bir kimse için kullanılabilir. Nitekim Hz.
Peygamber, her hangi bir konuda veya seriyyede yahut seferde Müslüman olan bir
kimseyi emir-yönetici olarak isimlendirmiştir. Özetle imamet yahut Müminlerin
emiri ifadesi Müslümanların tamamından sorumlu olan kimse için kullanılan bir
kavramdır.[38]
İmametin
gerekliliğine inanan İbn Hazm, Kur’an ve sünnetin imametin gerekliliği yönünde
hususlar belirttiğini ifade etmektedir. Söz konusu naslardan biri, “Allah’a,
Peygamber’e ve sizden olan ulûl-emre itaat edin” (Nisa/59) mealindeki
ayettir. Bununla birlikte; “Allah hiç kimseye gücünün yeteceğinden başka yük
yüklemez” (Bakara/286) şeklindeki Kur’an ayeti insanları güçlerinin yetmeyeceği
şeyler noktasında sorumlu tutulmayacaklarını garantilemektedir. Nitekim
zalimleri engelleme, mazlumları savunma, kısası gerektiren durumlar ya da görüş
ayrılıklarında, kuralların uygulanması durumu gerekmektedir. Bunu
sağlayabilecek olan, Kur’an’ın hükümlerini ve hadlerinin yerine getirilmesini
sağlayacak olan bir imamın varlığıdır. Dahası tüm bunların sorunsuz
uygulanabilmesi yöneticinin tek bir kişi olmasını da gerektirmektedir.[39]
Ehl-i
Sünnet, Mürcie, Mu’tezile, Şia ve Hâricîler arasında imametin gerekliliği
hususunda görüş birliği vardır. Onlara göre Allah’ın ahkâmını tatbik eden,
Resulullah’ın getirdiği şeriatın hükümleriyle yöneten adil bir imama ümmetin
itaat etmesi vaciptir. Bu görüşe Hâricîler’in bir grubu olan Necedât katılmamış
ve bunu “İnsanların bir imama uyması için zorlama yapılmaz, ancak aralarında
hak ile hükmetmeleri gerekir.” fikri ile temellendirmişlerdir. İbn Hazm’ın
belirttiğine göre bu gruba mensup kimse kalmamıştır. İmametin gerekli olduğunu
kabul eden gruplar, dünyada aynı zaman diliminde iki imamın olmasının mümkün
olamayacağı konusunda da ittifak etmişlerdir. Ancak
Muhammed b. Kerrâm es-Sicistanî
(ö.255/869) ve
Ebu’s-Sabbâh es-Semerkandî ile ikisinin taraftarları aynı anda iki veya ikiden
fazla imamın bulunabileceği kanaatindedirler. Onlara göre Sakîfe günü Ensar’ın
Muhacirûn’a teklif ettiği “Bir imam sizden olsun, bir imam bizden” sözü ile Ali
ve Muaviye’nin aynı anda yönetici olmuş olmaları bu kanaatlerine delildir.[40]
İmametin
gerekliliğini kabul edenler daha sonra imamın Kureyşliliği meselesinde ihtilafa
düşmüşlerdir. Ehl-i Sünnet, Şia’nın tamamı, Mu’tezile ve Mürcie’nin bir kısmı
imametin ancak Kureyş’ten olması gerektiği fikrini savunmuşlardır. Hâricîler
ile Mu’tezile ’nin çoğunluğu ve Mürcie’nin bir kısmı ister Kureyş’li ister
Arap, isterse bir kölenin oğlu olsun Kur’an ve Sünnet ile hüküm veren herkesin
imametinin mümkün olduğu görüşünü benimsemişlerdir.[41]
İmametin Kureyş’ten olduğu hususunda ittifak edenler de Kureyş’ten kime ait
olacağı noktasında ayrılmışlardır. Bir kısım imametin Kureyş’in tamamının hakkı
olabileceğini savunurken bazıları Abbas b. Abdülmuttâlib soyunda hemfikir
olmuş, bazısı Hz. Ali soyuna bazısı Cafer b. Ebû Tâlib soyuna ait olduğu
görüşünü savunmuşlardır.[42] İmametin Ali soyuna ait
olduğunu kabul edenler kendi aralarında ikiye ayrılmış birincisi Hz.
Peygamber’in Ali’yi imam olarak duyurduğu ancak sahabenin Hz. Peygamber’den
sonra Ali’ye karşı haksızlık etmede birleştiklerini iddia etmiştir. İkincisinin
görüşüne göre ise Hz. Peygamber Ali’nin hilafetini
duyurmamıştır. Ancak Ali, Hz. Peygamber’den sonra insanların
en faziletlisi ve imamete layık olanıdır.[43]
Hükümete karşı
fiilen başkaldırma, itaatsizlik, hurûc anlamında siyasi bir tavırla doğmuş olan
Hâricîlik, adını da bu tavırdan almaktadır.[44]
Onlara göre başkaldırının sahabenin zamanında ilk imamlara/raşit halifelere
karşı ya da tabiin dönemi veya herhangi bir devrin herhangi bir imamına karşı
olması arasında bir fark bulunmamaktadır.[45]
Ancak Hâricî perspektifin, imamet nazariyesini kelâmî bir çerçevede ele alıp
tespit ettiği söylenememektedir. Onların konuya dair görüşlerini münakaşa ve
münazara tarzında gelen rivayetlerden öğrenmekteyiz.[46]
Hâricîler Hz.
Ali’yi önce tahkim konusunu kabul etmeye zorlamışlar sonrasında gelişmelerden
memnun olmayarak neden hakem tayin edildiğini, hükmün sadece Allah’a ait
olduğunu ileri sürerek Ali’ye karşı çıkmışlardır. Hâricî fırkalardaki ortak
hareket noktası; Ebu Bekir ve Ömer devirlerini ideal görüp onları onaylamaları
(tevelli), ilk altı yıldan sonra Hz. Osman’ın, Tahkim Hadisesi’nden sonra da
Hz. Ali’nin küfre girdiğini söyleyerek onlardan teberrî edip uzaklaşmış
olmalarıdır. Onlara göre imam, sünnete aykırı uygulamalarda bulunduğunda ona
karşı ayaklanmak bir gereklilik olarak görülür.[47]
Hz. Ali hakeme başvurduğu için kâfirdir görüşünde hemfikir olsalar da onun
küfrünün şirk olup olmaması noktasında ihtilafa düşmüşlerdir.[48] Tahkimden istedikleri sonucu
alamayıp başarısızlığa uğradıktan sonra Ali’ye karşı isyan eden ve Nehrevan’da
sayıları on iki bin olan Muhakkime’ye göre imamet, Kureyş’ten olmayan bir kimse
için de geçerlidir. Kendi görüşleri ile görevlendirdikleri, insanlara karşı
adaletle hükmeden ve zulümden kaçan herkes imam olabilir. Bu özellikleri
taşıyan bir imama karşı çıkan olursa onlarla savaşılmalıdır. Şayet imam yönetim
şeklini değiştirir ve haktan ayrılırsa görevden uzaklaştırılması ve öldürülmesi
bir zorunluluktur. Evrende hiçbir imam olmamasını mümkün
gören bu grup; ihtiyaç duyulursa imam seçilebileceğini, imamın hür, köle,
Nabatlı veya Kureyşli olmasında bir fark bulunmadığını ifade etmiştir. Cemel
ashabı, Muaviye ve Şam ehli ile savaşıp mallarını ganimet olarak almasından
dolayı ve Nehrevan’da Hâricîlerle savaşıp mallarını gasp ettiği ve onları esir
aldığı için Hz. Ali’yi lanetlemişlerdir.[49] Diğer bir grup olan Ezarika da tahkim sebebîyle Hz. Ali ve iki
hakemi tekfir etmiştir.[50] Ali’yi öldürmesi hususunda İbn Mülcem’i tasvip eden bu fırka, Hz.
Osman, Talha, Zübeyr, Hz. Aişe, Abdullah b. Abbas ve onlarla olan Müslümanları
da tekfir etmişler ve ebedi cehennemlik olduğunu söylemişlerdir.[51] Hâricîliğin diğer bir kolu olan İbadiyye de imametin
Kureyş’e ait olduğunu reddetmektedir. İmamların Kureyş’ten olması gerektiğini
ifade eden hadisi de reddeden İbadiyye’ye göre devlet başkanını belirlemek dini
bir sorumluluktur. İmamın en başta gelen görevi Kur’an’ın bütün hükümlerini
yerine getirmek ve her koşulda adaleti sağlamaktır. İmamette soy bir ayrıcalık
olmamakla birlikte adil olmayan imama karşı çıkmak câizdir.[52] Hâricîlere göre inanmanın gereği tam anlamıyla Allah’ın kitabı ve
şeriatının hâkim olacağı bir devleti gerçekleştirmektir.[53]
“Ayrılan,
uzaklaşan, bir köşeye çekilen” anlamlarına gelen Mu’tezile kelimesinin, ilk
dönemlerde yaşanan siyasi olaylarda “tarafsız kalan kimseler”i ifade etmek için
kullanıldığı bilinmektedir. Hz. Ali halife olunca Sad b. Ebî Vakkas, Abdullah
b. Ömer, Üsame b. Zeyd, Zeyd b. Sâbit gibi sahâbîler ona açıkça karşı
çıkmadıkları gibi yanında da yer almayarak tarafsız kalmayı tercih etmişlerdir.
Kays b. Sa’d, Hz. Ali’ye yazdığı mektupta “Benim tarafımda mu’tezili (tarafsız)
kişiler var, insanların işleri düzeltilsin diye kendilerini oldukları durumda
bırakmamı istiyorlar.” demektedir. Hz. Hasan’ın hilafeti Muâviye’ye devredip
ona biat etmesi üzerine her ikisinden uzaklaşarak evlerine ve mescitlere
kapananlara bu adın verildiği görülmektedir.[54]
Mu’tezile ismi ilk kez Ali dönemindeki kargaşa ve kaos ortamında hiçbir tarafı
tutmayan kimseler için kullanılmış olsa da bu dönemde itikâdî farklılaşmayı
ifade etmemekte, hicrî ikinci asrın başlarından itibaren, büyük günah işleyenin
durumu, tevhit, insanın kendi fiillerinin yaratıcısı olması gibi konularda,
aklı ön plânda tutarak toplumun diğer kesimlerinden biraz daha farklı ve özgün
görüşler ileri süren bir grup insanı tanımlamada kullanılmaktadır. Ancak
hilafet tartışmalarının yol açtığı ayrılıklar, diğer ekollerin ortaya çıkışında
gösterdiği etkiyi aynı şekilde Mu’tezile’de de göstermiştir. Hz. Ali’nin
hilafetinden sonraki mücadeleler sonucunda ivme kazanan kader anlayışı ile
Emevîler dönemindeki idarenin tutum ve yönetimindeki haksız uygulamalar ve
bunların Allah’ın kaderiyle meydana geldiğini iddia etmeleri Mu’tezile’yi
düşünsel çabalara yöneltmiştir.[55] İmamet eksenli
tartışmalar sonucu ortaya çıkan bu fikri yönelmeler imametin başlıca meselelerden
biri olmasına neden olmuştur. Nitekim Mu’tezile imameti fazlaca tartışma konusu
yapan mezheplerden birisidir.[56]
İmametin
gerekliliğini aklî delillerle tespit edilen vaciplerden saymayan Mu’tezile ’nin
bu görüşü imameti aklî bir zorunluluk olarak gören İmâmiyye’ye karşı
geliştirdiği anlaşılmaktadır. Mu’tezile’ye göre imametin gerekliliği bazı
naslara dayanarak, ümmetin bu konu üzerinde fikir birliğine varmış olmasından
kaynaklanmaktadır. Yoksa İmâmiyye’nin iddia ettiği gibi imametin gerekliliğini
ortaya koyan aklî bir gerekçe yoktur. Bununla birlikte imamet kurumunun
yokluğunda insanlığın zarar göreceği düşüncesi bazı Mu’tezilî âlimleri aklî
gerekçelerin varlığını kabul etmeye yöneltmiştir. Ancak onların burada
bahsettiği aklî zorunluluk İmâmîler’in Allah’a atfettikleri zorunluluk değil
insanlara ait olan bir sorumluluktur. Oysa İmâmiyye, imametin gerekliliğini
Mu’tezile’ye ait bir kavram olan “aslah” ile açıklamaktadır. Bu yaklaşıma göre
Allah kullarının menfaatlerine dair olan şeyleri yapmak zorundadır. İnsanlığın
kendisini doğru yolu gösterecek bir peygambere ihtiyacı olması dolayısıyla
Allah’ın peygamberler göndermesinin zorunlu olması bunun bir örneğidir.
İmâmiyye bu prensipten yola çıkarak tıpkı peygamberler gibi imamların da
insanlığın menfaati için gerekli olduğunu savunmuş ve bunun Allah için vacip
olduğunu iddia etmiştir. Ancak imametin aklî bir zorunluluk olduğunu ileri
süren Mu’tezilî âlimler, görüşlerini aslah prensibi ve buna eşlik eden lütuf
nazariyesi ile açıklamamakta, aksine uygulaması insana ait bir sorumluluk
olarak gördükleri imameti zararı uzaklaştırma mantığı çerçevesinde izah
etmektedirler. Bu da imamın belirlenmesi aşamasının, Mu’tezile açısından,
insanın sorumluluğuna bırakılması gereken bir gereksinim olduğunu
göstermektedir.[57]
İmametin nas
yahut seçim ile olması gerektiği tartışmalarına dâhil olan Mu’tezile’nin bu
hususta kendi içinde farklılaşmasının izleri iki ekole ayrılmasında
görülmektedir. Basra ve Bağdat ekolü olarak iki grup olan Mu’tezile’nin bu iki
ekolünü birbirinden ayıran en önemli husus; Bağdat ekolünün Hz. Ali’yi diğer
sahabeye üstün tutan ve Ali oğullarına yakın olan bir siyasî tavrı
benimsemeleridir. Mehdî ve Hârûn Reşîd zamanında Mu’tezile’nin önemli bir
kısmı, iktidarda olması gereken en faziletli grup olarak gördükleri Ali
oğullarının muhalefette kalması ve devlet tarafından dışlanmaları nedeniyle,
mevcut devleti de meşru gösteren mefdûlün imameti anlayışına yönelmişlerdir.
Bağdat ekolünün İmamet’ül-mefdul görüşü, imamete uygun olanlar arasında fazilet
sıralamasında ikinci plânda kalanın imametini kabul esasına dayanmaktadır. Bu
anlayışın temelinde Hz. Ali’yi üstün görme kanaati yatmaktadır. Daha çok Bağdat
Mu’tezilesi’nin benimsediği bu görüşe göre, Hz. Ali imamete en layık ve fazilet
sıralamasında en üstün olmasına rağmen dönemin şartları gereği imamet makamına
gelememiştir ancak diğer halifeler de meşrudur. Mefdûl imama cevaz verenler Ebu
Bekir ve Ömer’in imametinde şüpheye düşmemektedirler. Onlara göre sahabe de
mefdûlün imametini caiz görmüştür. Basra ekolü ise en erdemli kişinin imamete
getirilmesini öngören efdaliyet prensibini benimsemiştir. Hz. Peygamber’den
itibaren gelen hilafet sıralamasının kabulü ve onların en faziletli oldukları
fikrini esas almışlardır. Efdalin imameti fikri, Amr b. Ubeyd, Dırâr b. Amr,
Ebu’l-Hüzeyl ve İbrâhim Nazzâm gibi şahıslarca öne sürülmüştür.[58] Devlet yönetiminde fadıl
imamın görevlendirilmesi gerektiği fikrini benimseyen bu grup, iki durum
dışında mefdûlun fadıla tercih edilmeyeceğini ifade eder. Bunlardan ilki
Ümmetin mefdulü, -toplum hoş görmediği ve benimsemediği halde- işi zorla
üstlenerek kendisini veli tayin eder ve fâdılın önüne geçer. İkincisi; İşi
üzerine alan kimse, ümmet için uygun olmayan hükümleri tercih etmesiyle fâdıl
olmaktan ayrılır ve mefdûla döner.[59]
İmametin yolunun davet, ortaya çıkmak ve bu talebî ilan etmek
(hurûc) olduğunda Hz. Peygamber’in ashabının ittifak ettiğini söyleyen[60] ve Mu’tezile’nin imamet teorisini kapsamlı bir şekilde açıklayan
Kâdî Abdülcebbâr, akıl açısından imametin nas ya da seçimle olması arasında bir
fark olmadığını söylemektedir. Ona göre akıl ile imametin nasla olacağı hükmüne
ulaşılamaz. Ayrıca devletin temini için atanan diğer memurların ataması da
menfaat doğrultusundadır. Bu nedenle onların atamasıyla imam tayini arasında
bir fark olmadığından memurların atanmasında aranmayan aklî zorunluluk imamda
da aranmamalıdır. Şia’nın, Ali’nin imameti hakkında delil getirdiği nasları
tahlil eden Kâdî Abdülcebbâr, bu delillerin imameti ispattan uzak olduğunu ve
tevatür derecesinde bir açıklıkta olmadığını belirtmektedir.[61]
Bir görüşe
göre Hz. Ali’yi fazilet itibariyle birinci dereceden dördüncü dereceye
koymaları yahut geciktirmeleri sebebîyle bu isimle anılan Mürcie,[62] Hz. Osman sonrası gelişen
siyasi olayların ve bunların doğurduğu sonuçların İslam toplumunda meydana
getirdiği derin ayrılıklara karşın İslam’ın ilk dönemlerinde ortaya çıkmıştır.
Bu fırka, uzlaşmacı fikirleriyle bilinmektedir. Emevîler ve Haşimoğulları
arasındaki mücadele insanları taraf tutma mecburiyetinde bırakmış olsa da bazı
kimseler Müslümanlar arasındaki birliği korumak adına tarafsız kalmayı tercih
etmişlerdir. Bu tutum daha sonra Müslümanlar arasındaki savaşlarda ölenlerin
günah durumunun Allah’a bırakılmasıyla İrcâ denilen itikâdî bir boyuta ulaştı.
Müslümanların arasındaki birlik ve beraberliği koruma adına ayrılıkları tasvip
etmeyen Mürcie, olaylarda yer alanlarla ilgili olarak, onlara yetişemedikleri,
olayları bizzat yaşamadıkları ve kimin haklı olup olmadığı hususunda kesin bir
kanıta sahip olmadıkları için verilecek hükmü Allah’a bıraktılar. Bununla
ilgili olarak ilk dört halifeden Ebu Bekir ve Ömer’i, haklarında ümmet
tarafından bir tartışma olmadığı için savunur ve onlara
karşı dostluklarını sürdürürler. Osman ve Ali için ümmetin bu ikisi konusunda
ikiye ayrılmalarından dolayı onlar hakkında verilecek hükmün Allah’a
bırakılması gerektiğini savunurlar.[63] Dolayısıyla Mürcie, imamet meselesinde çok fazla ön plana
çıkmamış ve hilafetle ilgili tartışmalarda yer almamayı tercih etmiştir.[64] Bununla birlikte belirttikleri kanaatlerde seçilecek halife veya
valinin meşruiyetini halktan alması gerektiğini iddia etmekte ve bunu
“Müslümanlar tarafından şura ile seçilmesi” ya da “herkesin razı olacağı
birisine beyat edilmesi” şeklinde ilkeleştirildikleri görülmektedir. Kitap ve sünneti
iyi bilip, şer’i hükümleri bu iki kaynağa göre yürütmesi beklenen imamın,
Mürcie’nin çoğunluğuna göre Kureyş’ten olma şartı yoktur. Bütün Mürciîler
olmasa da genelde yöneticileri, küfrü gerektirmeyen bir sapıklık içine düşmüş
mümin ve Müslüman olarak kabul etmeyi sürdürmüşler fakat onlardan uzaklaşarak
Allah’tan onlar için af dilemenin yanlış olduğunu iddia etmişler hatta bazen
beyatlarını bozmuşlardır.[65]
İmameti dinin
asıllarından saymayan ve onu furuattan kabul eden Ehl-i Sünnet,[66] imametin gerekliliği fikrini
savunmaktadır. Şer’i bakımdan imameti gerekli gören Ehl-i Sünnet bu görüşünü
Hz. Peygamber’in; “Kim zamanının imamını tanımadan ölürse cahiliye ölümü
üzerine ölmüş olur.” hadisine dayandırmaktadır.[67]
Sahabe de Peygamber’in ölümünden sonra imamet meselesini önemli bir görev
olarak benimsemiş ve bu konuda karara varmıştır. Aynı zamanda Ehl-i Sünnet,
devlet başkanının yokluğunda meydana gelebilecek zararları gidermenin
imkânsızlığından yola çıkarak devlet başkanı atamanın zorunluluğu üzerinde
durmuştur. Toplumdaki haksızlıkların önlenmesi, oluşacak fitne ortamının
engellenmesi ve dünya düzeninin korunması açısından imametin gerekliliğini
savunmuştur.[68]
İmametin
gerekliliği ve Kureyşliliği meselesinde Şia ile hemfikir olsa da Ehli
Sünnet’in imamet meselesini özellikle Hâricîler ve Şia’ya tepki olarak ele
aldığı görülmektedir. Nitekim İbn Hazm, Şia’nın, imametin vasiyetle olduğu
fikrini reddetmekte, mertebe ve konumların mirasla bırakılabileceğinin imkânsız
olduğunu savunmaktadır. Ona göre dinde buna dair bir bilgi bulunmamakla
birlikte Peygamber şayet böyle bir miras bırakabilseydi hayatı boyunca göreve
getirdiği kimselere bu konumları miras bırakmış olmalıydı ki böyle bir durum
söz konusu değildir.[69] Ayrıca Ehl-i Sünnet, imamın
bazen koşullara bağlı olarak insanlardan gizlenebileceği ama manevi gücünü
kullanmaya, Allah önünde müminler için şefaatte bulunmaya, İslam’ı ve kâinatı
korumaya devam edeceği şeklindeki Şiî inanca da karşı çıkarak bunun mümkün
olmayacağını söylemiştir. Çünkü Ehl-i Sünnet’e göre, Müslüman toplumun
ihtiyacı, şer’i ahkâmı uygulayacak ve koruyacak, fey gelirlerini paylaştıracak,
yetimleri evlendirecek, ordulara liderlik edecek, hak ve hukukun korunmasını
sağlayacak özetle temel görevleri yapacak, görülebilir bir imamın varlığına
ihtiyaç vardır.
Bakıllanî’ye
(ö. 403/1013) kadar olan dönemde, Ali’nin imametine nasla delil getiren Şia’ya
karşılık Ebu Bekir hakkında nas olduğu iddiasında bulunan Ehl-i Sünnet,[70] imameti belirlemenin yolu
olarak Şia’nın nas ve tayin fikrine karşılık seçim prensibini benimsemiştir.
Buna göre; devlet başkanının bir önceki imamın atamasıyla yahut seçmeye yetkin
kişiler tarafından bir akit/sözleşme ile göreve getirilmesi gerektiği görüşü
benimsenmiştir.[71] Seçiciler topluluğunun akdi
gerçekleştiğinde buna herhangi bir icmâ şartı aranmamakta; imamete uygun
birisine bir şekilde akit gerçekleştiği takdirde o kimse yönetici kabul
edilmekte ve halkın kendisine itaati vacip olmaktadır. Eşarîler buna Hz. Ebu
Bekir’in halife olmasını gerekçe göstermektedirler. Onun halife olduğu haberi
uzak diyarlarda bulunan sahabeye henüz ulaşmadığı halde, Ebu Bekir hemen göreve
başladığı bilinmektedir.[72]
Ehl-i Sünnet’e
göre imamın kendisinden beklenen dinî ve dünyevî görevleri yerine getirebilmesi
için fazilet sahibi olması gerekmektedir. İlk dört halife döneminde, fazilet
şartının ideal biçimde, sıralamaya uygun olarak gerçekleştiğini düşünen Ehl-i
Sünnet için Peygamberden sonra ümmetin ilim ve fazilet yönünden en üstün kişisi
Hz. Ebu Bekir’dir. Ondan sonra sırasıyla Ömer, Osman ve Ali gelmektedir. Bu
tarihsel sıralama aynı zamanda fazilet ve üstünlük sıralamasıdır. Bununla
beraber Ehl-i Sünnet imamet makamına gelecek olan kişinin yeterli ehliyet ve
liyakatte olup olmadığına bakmış ve bazı nitelikler belirlemiştir. Buna göre
imamın, din ve dünya işlerini yerine getirebilmek için dini meselelerde
müçtehit olması, Kureyşli olması, adil, akil-baliğ ve hür olması gerekmektedir.[73]
İmametin Kureyş soyundan olması gerektiğini savunan Ehl-i
Sünnet, bu meseleyi farklı boyutlarıyla ele almaktadır. İmam Mâturîdî
“İmamların Kureyş’ten olması” rivayetini ele alırken hilafetin Kureyş’e
tahsisinin diyâneten değil siyaseten doğru olduğunu söylemektedir. Kureyşliliğe
dair rivayet, ister Hz. Peygamber’in sözü olsun ister sahabe böyle istemiş
olsun bu dini olmaktan çok siyasi ve sosyolojik bir tercihtir. İmamet dini bir
yönü olmakla birlikte daha çok idari ve siyasi bir konudur. Bu yüzden imamın
takvalı olmasının yanı sıra küçük düşürülmemiş ve nefret edilmeyen bir nesebe
mensup olmasına ihtiyaç vardır; imametin kendilerini güçlü ve saygın olarak
bildikleri bir soya verilmesi de bundandır.[74] Eşarîler de yöneticilerin Kureyş’ten olması fikrine teorik açıdan
olumlu yaklaşmakla birlikte, bunun imamet için kesinlik ifade eden bir şart
olmadığı görüşündedirler.[75]
Zeyd b. Ali b.
Hüseyin b. Ali b. Ebî Tâlib’e bağlılıklarından dolayı bu adı alan Zeydiyye,
imametin Fatıma evladında devam edeceğini belirterek, başkalarının imam
olmasının mümkün olmayacağını ileri süren fırkadır. Ehl-i Beyt davasının
propagandasını yapan ve Hz. Hüseyin’in intikamını alma vaadinde bulunan
Tevvâbûn ve Muhtar es-Sakafi hareketlerinin başarısız olması, Ehl-i Beyt
taraftarlarının belli bir süre sessiz kalmalarına ve geri plana çekilmelerine
neden olmuştur. Yarım asır süren bu sessizliğin ardından Ehl-i Beyt
mensuplarından Zeyd b. Ali, Emevîlere karşı bir isyan başlatarak bu sessizliği
sonlandırmış ve imametin Ehl-i Beyt mensuplarının hakkı olduğu halde gasp
edildiği dolayısıyla da geri alınması gerektiği fikrine dayalı bir inançla hareket
etmiştir.[76]
Siyasi
görünümlü bir mezhep olan Zeydiyye, İmâmiyye ile aynı kökten gelmesine rağmen
imametle ilgili düşüncede onlardan farklılaşmıştır. Ali’nin üstünlüğü ve imam
olması gerektiği fikrinde onlarla beraber olmakla birlikte, İmâmiyye’nin nas
iddiasına katılmamaktadır.[77] Zeydiyye, Hz. Peygamber’in
Ali’yi nas olmadan ve isimlendirerek değil de vasfen yani nitelendirerek
belirttiği kanaatindedir. Sadece Zeydiyye’nin Carudiye kolu, Hz. Peygamber’in
Ali’yi nasla birlikte vasıflarını da sayarak belirttiği inancını taşımaktadır.
Onlara göre insanlar kusurlu olmalarından dolayı bu vasıfları anlamamışlar ve
aramaya da teşebbüs etmemişler, kendi iradeleri ile Ebu Bekir’i seçmişlerdir.[78]
Zeyd b. Ali,
dedesi Ali’nin Cemel ve Sıffin’de yaptığı savaşlarda haklı ve isabetli olduğu
inancı taşımasına rağmen Vasıl b. Ata’nın öğrencisi olmuş ve onun taraftarları
Mutezîli görüşleri benimsemişlerdir. Bununla bağlantılı olarak Zeydî imamet
düşüncesinde Mu’tezîlî izlere rastlamaktayız. Örneğin, Mu’tezîlî imamet anlayışında
yer alan efdaliyet fikri Zeyd’in düşünceleri arasında yer almıştır. Ona göre
daha üstün olan (efdal) varken daha az faziletlinin (mefdûl) imameti caizdir.
Ali ashabın en üstünü olmasına rağmen sahabenin Ebu Bekir’i halife olarak kabul
edip benimsemesi onun imam olmasının önünü açmıştır. Ayrıca Ali’nin Hz.
Peygamber ile beraber yaptığı savaşlarda Kureyş’in kanını kılıcına bulaştırmış
olmasından dolayı kavmin ona olan husumeti devam etmekteydi. Bu nedenle hilafet
işinin sevilen ve sayılan biri olarak Ebu Bekir’e verilmiş olması doğru bir
harekettir.[79]
Zeydiyye’ye
göre Fatıma neslinden olan, âlim, cesur ve cömert olan kimseler imamet davası
ile ortaya çıktıklarında, ister Hasan, isterse Hüseyin neslinden olsunlar,
onlara itaat etmek vaciptir. Ayrıca imamet özelliklerini kendinde bulunduran
iki imamın iki ayrı yerde ortaya çıkması caiz görülmüş, onların her ikisine de
itaat vacip kabul edilmiştir.[80] İmâmiyye’nin iddia ettiği gibi
imamın gizli ve masum olduğu fikri onlara göre kabul edilebilir değildir.[81]
İsmâîlîlik,
İmâmiyye’nin, Cafer es-Sadık’ın halefi konusundaki tartışmalardan doğan bir alt
grubu olarak mezhepler arasında yerini almıştır.[82]
Cafer es-Sadık’ın ölümünden sonra taraftarları altı alt gruba ayrılarak
bunlardan ikisi Cafer es-Sadık’ın en büyük oğlu İsmail’in imameti etrafında
görüşler ileri sürmüşlerdir. Muhammed b. İsmail’i yedinci ve son imam tanıyarak
“kaim” olarak zuhur etmesini bekledikleri dönemde İsmailî davetin liderliği
beklenen gizli İmam/Kâim ile Şiası arasında aracı konumunda görülen hüccetler
tarafından yürütülmekteydi. Sonrasında İsmailî liderliğin başına hüccet olarak
geçtiği anlaşılan Ubeydullah el-Mehdi’nin aleni bir şekilde kendisinin ve
selefleri konumundaki diğer hüccetlerin imametini ilan etmesi ve Muhammed b.
İsmail’in Mehdi/Kâim olarak tekrar zuhur edeceği görüşünü reddetmesi, mevcut
imamet anlayışında köklü bir değişikliğin göstergesi olarak karşımıza
çıkmaktadır. Böylece iki gruba ayrılmış olan İsmâîlîler’den bir kısmı
Ubeydullah’ın öğretide yaptığı değişiklikleri kabul ederek imametin Cafer es-
Sadık’ın soyundan devam ettiği ancak Ubeydullah ve önceki merkezi liderliğin
imam olduğu görüşünü benimsediler. Diğer grup ise ki bunlar Karmatîler olarak
bilinen gruptur, önceki öğretiye sadık kalmayı tercih ederek Muhammed b.
İsmail’in Mehdi olduğu ve yakın zamanda geri döneceği inancına bağlı kalmaya
devam etmişlerdir.[83]
İsmâîliyye,
Hz. Muhammed’in Gadîr-i Hum’da Ali b. Ebî Tâlib’i imam nasbettiğini dolayısıyla
risâletinin sona erdiğini ve Ali’ye geçtiğini iddia etmektedir.[84] İmâmiyye gibi imamın Allah’ın
bizzat tayini ve Hz. Peygamber’in veya önceki masum imamların bildirmesiyle
bilinebileceğini söyleyen İsmâîliler, imameti dinin aslından kabul edip,
zorunlu bir kurum olarak görürler.[85]
İmamları Ulû’l Azm risâleti ile ilişkilendirirler ve nâtık adını verdikleri her
devirde yeni bir şeriat getiren peygamberlerin Ulû’l-Azm olarak bilinen; Âdem,
Nuh, İbrahim, Musa, İsa ve Muhammed peygamberler olduğunu söylerler. Onlara
göre bu peygamberlerin şeriatlerinde gizli olan batınî bilgileri vasi denilen
vekiller tevil etmekteydi ki bunlar sırasıyla; Şîs, Sam,
İsmail, Harun (veya Yuşa), Şemunu’s-Safâ ve Ali b. Ebî Tâlib’dir. Her devrin
vasisi kendisine gönderilen peygamberin risâletini sonlandırmaktadır. Bu
vasilere atanan etimmâ adı verilen imamlar bulunmakta ve onların asıl
görevleri, zahiri manadan batıni manaya geçip hakikate ulaşılmasını
sağlamaktır.[86]
İMÂMİYYE ŞİA’SININ FARKLILAŞMA
SÜRECİ
Hz. Ali, Hasan
ve Hüseyin zamanında siyasi bir taraftarlık olarak ortaya çıkıp giderek Şia
adıyla özel bir grup hüviyetini kazanan, Keysaniyye ve Zeydiyye'nin
ayrılmasıyla Râfıza olarak da anılan fırka, Ca'fer es-Sadık'tan sonra bir ekol
olma sürecine girmiştir. Mezhebin kimlik kazanmasında ve şekillenmesinde en
büyük etkiye sahip imamet anlayışı; Ali’nin karizmatik kişiliği, vasilik ve
onun tayini meselesi ile gaybet ve mehdilik inançları çerçevesinde temel konuma
oturmuş, bununla birlikte mezhebin ayrışma noktalarını da oluşturmuştur.[87]
Cafer b.
Sadık’a kadar imamların kimler olacağı konusunda ittifak etmiş olmasına rağmen
onun ölümünden sonra oğullarından hangisinin imam olması gerektiği hususunda
ayrılığa düşmüş olan İmâmiyye, birçok alt gruba ayrılarak ana grubu
İsnâaşeriyye adı altında korumuştur. İmam Hasan el-Askerî ez-Zekî’nin ölümünden
sonra yerine on ikinci imam Muhammed el-Kâim el-Muntazar’ın geçtiğini ve onun
imamların sonuncusu olup Mehdi olarak geri döneceğine inananları temsil eden bu
grup, Şia’nın günümüze ulaşan mensuplarının çoğunluğunu teşkil ettiği kolu
olarak bilinmektedir.[88]
On iki imam
inancını benimsemiş İmâmiyye mezhebine dair en erken tanımlamalar Hasan b. Musa
en-Nevbahtî’nin Kitabu Fıraku’ş-Şia’sı ve Sa’d b. Abdillah el-Kummî’nin Kitab’ul
Makalat ve’l-Fırak adlı eserlerinde geçmektedir. Onlar İmâmiyye fırkası
mensuplarını, Hasan el-Askeri’nin öldüğüne, arkasına bir varis bıraktığına ve
bunun belirli bir zamana kadar gaybette kalıp gelecek bir zamanda ortaya
çıkacağına inanan grup olarak tanımlamaktadırlar.[89]
Tehlike anında imamın gaybete gidebileceğini savunan İmâmiyye,[90] erken dönemde bu gaybetin bir insanın yaşama süresinden uzun
olacağına dair referansta bulunmamakta ancak daha sonra İbn Bâbeveyh gibi
âlimlerce, “Allah tarafından bu ömrün uzatıldığı” açıklaması yapılmaktadır.
Yine erken dönemde iki gaybetin imkânına dair bir ifade olmadığı gibi imamların
sayısının on iki olacağına dair bir görüş de belirtilmemektedir.[91] Bu anlamda İmâmî doktrinlerin ortaya çıkma aşamasında, nazari
yönün ağır bastığı ve tarihi gerçekliğin arka planda kaldığı anlaşılmaktadır.[92]
İmâmiyye mezhebinin
imamet doktrinini şekillendirme aşamasında Ahbârî, Usûlî ekoller olarak iki
farklı çizgide kendini göstermiş olması, imamların gaybeti hususunda yaşanan
tartışmaların temelinde ortaya çıkmıştır. Şia tarafından dini emirlerin
yaşanması ve İslami bir toplumun devamlılığının imamların varlığına bağlanmış
olması her dönemde bir imamın gerekliliğini zorunlu kılmış dolayısıyla bir
önceki meşru imamın halefinin kim olacağı daima tartışma mevzusu olmuştur. İşte
bu tartışmalarda ileri sürülen, halefin kim olacağı yönündeki görüşlerden biri;
aslında imamın ölmediği, gaybette olduğu ve bir zaman sonra geri döneceği
fikridir. Kaybolma, gizlenme anlamına gelen gaybet, İmâmiyye ekolünde on ikinci
imamın insanlar arasından ayrılıp gizlendiği yönündeki inancı temsil
etmektedir. Hicri 260 yılında Muhammed b. Hasan’ın, babasının ölümünden sonra
evlerinin mahzenine girerek gözden kaybolmasıyla başlayan ve 329’a kadar süren
dönem küçük gaybet yani Gaybet-i Sugra olarak adlandırılmaktadır. İmâmiyye’ye
göre bu dönemde on iki imamla toplum arasındaki irtibatı sefir denen kişiler
sağlamaktaydı. İmamlardan aldıkları emir ve tavsiyelerle irtibatta oldukları
toplulukların meselelerini halletmeye çalışan sefirlerden dördüncüsü Ali b.
Muhammed es-Semerrî'nin kendisinden sonra halef bırakmayarak 329 yılında ölmesi
üzerine küçük gaybet dönemi sona ermiş ve bu tarihten günümüze kadar olan süre
Gaybet-i Kübra yani büyük gaybet olarak isimlendirilmiştir. Böylece on ikinci
imamın gizlenmesinden itibaren başlayan yaklaşık bir asırlık süreçte İmâmiyye
Şia’sının temel inanç esasları da belirlenmiş olmaktadır. İmamların sayısının
on iki olduğu, son imamın önce küçük gaybet dönemine sonra da kendisiyle
irtibat kurulamayan büyük gaybet dönemine girmesi, onun hala sağ olduğu ve
Mehdi olarak geri döneceği düşüncesi bu dönemde oluşan inançlardır.[93]
Gaybet
inancının ne zamanda ortaya çıktığı hususu, ilk dönemlerde ortaya konan
eserlerde bir açıklığın olmaması nedeniyle bizzat İmâmî âlimler arasında dahi
ihtilaf konusu olmuştur. Azınlıkta olmakla birlikte bir kısmı bu inancın büyük
gaybetten sonra ortaya çıktığını ileri sürerken, çoğunluk kısım bunun çok daha
önceden bilindiğini iddia etmektedir.[94]
Özellikle
Hasan el-Askeri’nin ölümü döneminde on iki imam Şiî doktrinlerinin henüz
olmadığı İmâmî kaynakların kendisinden anlaşılabilmektedir. Örneğin Kummî
(329/941) imamların faziletleri ile ilgili rivayetleri bir araya topladığı Besâiru’d-Derecât
adlı eserinde gaybet veya on iki imamla ilgili herhangi bir rivayet
aktarmamaktadır. Onun hocalarından olup özellikle Kitabu’l-Mehâsin adlı
eseriyle tanınan Ebu Cafer Ahmed b. Muhammed b. Halid el-Berkî’de (274/887 veya
280/893) de bu esaslara ilişkin rivayetler yer almamaktadır. İki eser de küçük
gaybetin başlamasından önce yahut kısa bir süre sonra derlenmiş olduğundan bu
çalışmalarda on iki imam inancının bulunmadığı tespit edilebilir bir durumdur.
Bu da on iki imamı kapsayan düşüncenin henüz bir İmâmî prensip olarak formüle
edilmemiş olduğunu göstermektedir. Buna karşın gaybet inancının ortaya konup
şekillenmesinde ve İmâmî doktrinlere temel oluşturmasında Ahbâr geleneği
âlimlerinin etkisi fazlaca hissedilmektedir. Erken dönem eserlerinde kesinlik
arz etmeyen bu doktrinler sonraki dönemlerde rivayetlerle delillendirilmeye
çalışılmıştır. Nitekim İbn Bâbaveyh’in Kitabu’l-Hisâl’i özellikle on iki
imamla ilgili temel rivayetleri kapsayan uzun bir bölüme sahiptir. Bunun
dışında yukarıda adı geçen ilk dönem âlimlerinden El-Berkî, Hızır’ın Ali, Hasan
ve Hüseyin ile karşılaşıp onlara imamların isimlerini verdiği meşhur Îmamî
rivayeti aktarırken imamların isimlerinden bahsetmediği halde İbrahim
el-Kummî’nin Tefsiri’nde (307/ 919) bu isimlerin hepsini zikrettiği
görülmektedir. Bu süreç, eserinde İsnaaşerî Şiî teorisiyle ilgili tüm temel
malzemelere ulaşılabilen Kuleynî’nin Usûlü’l-Kâfı’si ile zirveye ulaşmış
bulunmaktadır.[95]
Ancak ilim adamlarının Kuleynî’nin bu eseri derlemesinden
sonra bile İsnaaşerî Şiî prensiplerine yönelik kendi içlerinden gelen
direnmelerle uğraşmak zorunda kaldığı görülmektedir.[96] Ahbârîlerin delil olarak getirdiği rivayetler konusunda İmâmî
âlimlere kaşı gelen itirazlara, Mu’tezile’den etkilenmiş olan Şiî müellif
Müfîd, usûlî bir farklılaşma geliştirerek cevaplar verme yoluna gitmektedir.
İmâmiyye içerisinde, Hasan el-Askeri’nin yerine bırakacak olan evladını dost ve
düşmanlarından gizlemiş olduğu iddiasını doğru bulmayıp bu sebeple mezhepten
ayrılan insanlar bulunmaktaydı. Müfîd ise gaybet meselesini açıklarken bu
iddiayı kendinden önceki İmâmî âlimlerin yaptığı gibi nakli rivayetlerle
delillendirme teşebbüsünde bulunmamıştır. O, bu rivayete gelen itirazları
sosyal gerçeklikten hareketle cevaplandırma yoluna gitmiştir. Nitekim Mehdî’nin
gizlenmesi onun düşmanlarının varlığına binaen kabul edilir bir durumdur.
Müfîd’e göre buna benzer haller bazı kral ve yöneticilerin uygulamalarında
karşılanabilecek şeylerdir.[97]
Şiî-İmâmî
düşünce yapısında Ahbârî ve Usûlî anlayışın ortaya çıkışı çeşitli faktörlerin
etkisi göz önünde bulundurulmak suretiyle belirli bir olaya
dayandırılamamaktadır. Bununla birlikte bu iki ekol, imamın gaybeti sonrasında
Şiî inancı benimseyen kimselerin karşılaştıkları sorunları gidermeye ve ortaya
çıkan yeni ihtiyaçlara cevap vermeye yönelik iki farklı bakış açısının
geliştirdiği tezahürler olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu anlamda gaybette olan
imamın devam eden kuşatıcı fonksiyonunun (otoritesinin), aklî çıkarımlara
gereksinim bırakmadan, dinin canlılığını sürdürebileceği kabulü Ahbârî anlayışı
temsil etmektedir. Toplumun ihtiyaçlarını gidermek için imamlardan gelen
ahbârın yeterli görülmesi yani nakil ve rivayetlere bağlanma diyebileceğimiz
Ahbârîlik akla karşı sergilediği menfi tutumla ön plana çıkmaktadır. Özellikle
ilk dönem Ahbârî âlimleri ulemanın otoritesini dahi inkâr eden konumdadır.
Böyle bir tutum sergilemelerinde imamın gaybetinin ilk yıllarında olması
sebebiyle yokluğunun uzun sürmeyeceği kanaati ön plana çıkmaktadır.[98] Bu süreçte İmâmiyye ulemasının
neredeyse hepsinin en önemli hedefi, on iki imamdan gelen ahbârı doğru bir
şekilde kaydedip doktrin ve uygulamada ortaya çıkan meselelere dayanak olması
açısından bunların isnatlarını tespit etmeye çalıştığı görülmektedir. Zayıf,
mürsel, ve şâz olanına dikkat etmeksizin ahbârdan faydalanıp, bundan zahir
mananın dışında bir mana çıkarmanın olanaksızlığını ve Kitab’ın zahirinin
huccet olmadığını onu sadece imamların anlayabileceğini ileri süren bir
anlayışla hareket etme amacı gütmektedirler. İşte sadece ahbârla
ilgilenmelerinden ve akla karşı bir tutum sergilemelerinden dolayı bu gruba
ahbâriyye denilmektedir.[99]
IV/X. yüzyılın sonlarına kadar Kuleynî,
Mes’ûdî, Nu’manî ve Sadûk gibi âlimler tarafından gaybet mevzuuna dair ahbâra
dayalı gösterilen izahlar yeterli görülmemiş bunun üzerine bazı İmâmî âlimler
Mu’tezile ’nin akılcı metotlarından istifade ederek akılcı yöntemlere
sarılmışlar ve kendilerini savunabilmek için kelam ilminden faydalanmışlardır.
Bu konuda öncülüğü Şiî müellif Şeyh Müfîd üstlenmiştir. Ancak Nevbahtî
ailesinin katkıları ile birlikte Müfîd’den önce İbnü’l Cüneyd ve İbn Ebû Akîl
Usûlî anlayışın ilk temsilcileri olarak kabul edilmektedir. Karmaşık
problemlere aklî yöntemlerle cevap arayan bu ekol Şeyh Müfîd’le birlikte
şekillenerek sistematik bir hale bürünmüş ve hicri beşinci asırdan itibaren
Şiî-İmâmî gelenekte hâkim düşünce olarak varlığını sürdürmüştür.[100]
İMAMİYYE ŞİA’SINDA İMAMETİN
DELİLLERİ
İmamiyye Şia’sının İmamet delillerini akli ve nakli olmak
üzere iki kısımda ele alabiliriz.
İmâmiyye
Şia’sına göre iman, usûlud-din’den olan imamete inanmakla tam olmaktadır.
Nübüvvetin lütuf olması gibi imametin varlığı da bir lütuftur. Her çağda
peygamberlerin görevlerini üstlenmiş, insanlara hidayet konusunda önderlik
edecek bir imamın mevcudiyeti gerekli olduğundan bu bir lütuf olarak
görülmektedir. İmamet nübüvvetin devamıdır. Dolayısıyla nasıl peygamber
gönderilmesinin zorunluluğundan bahsediliyorsa, imamın tayini de bir
zorunluluktur. Bu açıdan imam ya Allah’ın nassı ile yahut da kendinden önceki
imamın beyanı ile belirlenmektedir.[101]
Bununla birlikte imamet dinin aslı olduğundan, asılları bilmek aklın
vazifelerindendir ve bu hususta taklit kabul edilemez. Tevhidin ve nübüvvetin
akılla bilinmesi gibi imamet de ancak akıl yoluyla bilinir.[102]
İmamet
nazariyesiyle ilgili olarak ortaya çıkan problemler ve değişen şartlar,
ilerleyen zamanda İmâmî mensubu âlimleri aklî izahlar yaparak teoriyi yeniden
yorumlamaya yöneltmiştir.[103] Bu bağlamda İmâmiyye
Şia’sının ortaya çıkmasında ve imamet anlayışının teşekkül etmesinde önemli rol
oynayan yukarıda bahsettiğimiz Usûlîlik, imamet noktasında akli delillerle karşımıza
çıkmaktadır. Bu ekol Ahbârî düşüncenin karşı konumunda; zaman ve şartların
getirdiği ihtiyaçlar doğrultusunda hareket ederek fıkıh ve kelâmda aklı esas
alıp istidlâl metodundan istifade etmek suretiyle oluşturulan aklî düşünce
sisteminin temsili konumundadır. [104]
Ahbârî olarak
bilinen ekolün mensupları akla karşı takındıkları menfii tutumlarıyla
tanındığından, bu âlimlerce dini konularda bilgi edinmenin ve çözüm yolu
aramanın doğru yolu imamların nakilleri yoluyla gerçekleştirilmektedir.
Dolayısıyla bu dönemde hedeflenen amaç imamlardan gelen rivayetleri en doğru
şekilde tespit edip, dinin anlaşılması noktasında dayanak olarak kullanmaktır.
Ancak Hicri dördüncü asrın ortalarından itibaren “Gaybet-i Kübra’nın
başlamasıyla birlikte, imamın ahir zamana dek ortaya çıkmayacağı düşüncesi
kabul edilmiş olmaktaydı. Dolayısıyla çözülmesi gereken problemlerin
sorumluluğunu hisseden âlimler zamanla akılcı fikirleri ön plana çıkarmaya
başlamış gözükmektedirler.[105] Nitekim İmâmiyye mezhebinin
Kuleynî’den sonra en önemli âlimlerinden ve Ahbârî dönemin meşhur isimlerinden
biri olarak kabul edilen Şeyh Sadûk (ö. 381/991), daha önceki Ahbârîler’den
farklı bir yöntem izleyerek, Gaybet döneminin de uzamasıyla birlikte gerek Şia
bünyesinden gerekse dışarıdan gelen itiraz ve tenkitlere cevap vermiş, aklı
müstakil bir delil kabul etmese de bazı akli izahlarda bulunmaktan uzak
durmamıştır.[106] Şeyh Sadûk’un Kum
Hadisçileri’nin aktardığı Kur’an’ın tahrifiyle ilgili rivayetleri reddederek
elimizdeki Kur’an nüshasının tam ve noksansız olduğunu savunması, rivayetleri
tenkid ederek onları akli süzgeçten geçirmesi bunun örneği olarak karşımıza
çıkmaktadır.[107] Şeyh Sadûk, İmâmî anlayışı
savunurken hem Zeydiyye ve İsmâîliyye’ye hem de Mu’tezile ’ye karşı cevaplar
vermiş ve onları tenkit etmiştir. İmametin nas ile tayini meselesine ağırlık
vermiş, imametin Hz. Hüseyin evladının dışına çıkmayacağı hususunda vurgu
yapmıştır.[108]
Ahbârın
nakledilmesiyle gaybet döneminin uzamasından kaynaklı sorunlara cevap
verilemeyeceğinin anlaşılması ve akli delillerden faydalanma yoluna başvurarak
inanç sistemini savunma yoluna gidilmesi gerekliliği, Şeyh Sadûk’un öğrencisi
olan Şeyh Müfîd’de Şeyh Sadûk’tan çok daha belirgin bir şekilde gözlenmektedir.[109] Müfîd’in akıl konusundaki
tutumundan bahsedilecek olursa gelenekçilere karşı bir tutum sergilediği
görülmektedir. Aynı zamanda o, kıyası reddetmekle birlikte re’y ve içtihada da
karşı çıkmış ve aklı, nassı anlamada ancak bir vasıta olarak görmüştür. Bu
sebeple Müfîd için denilebilir ki gelenekçi olan Şeyh Sadûk ile tamamen
rasyonalist olup Basra Mu’tezile sini takip eden öğrencisi Murtazâ arasında
orta yolu benimsemiştir. Öncüllerde ve sonuçlarında, aklın, vahyin yardımına
ihtiyacı olduğunu vurgulamıştır. Doğru sonuçlara ve ahlaki sorumluluklar
hakkındaki ilk prensiplere ulaşabilmek için, aklın vahye olan ihtiyacını
belirtmekle birlikte, müminin imanının nispeten de olsa akli bilgiden uzak
olmaması gerektiğini vurgulamaktadır. Ona göre gözü kapalı yapılan imanın
sıhhati tartışılır. İşte bu sebeple gâib imamın müntesiplerinin çoğunun
inançları sırf taklide dayalı olduğundan onlara güvenemediği için ortaya
çıkmadığını söylemektedir.[110]
Dolayısıyla
Usûlî anlayışın kurucusu kabul edilen Müfîd, imametin gerekliliği meselesini
nakli delillerin yanı sıra akılla da izah etmeye çalışmıştır. Örneğin Kuleynî
ve Sadûk’ta imam tayiniyle alakalı olarak henüz “lütuf’ konusuna temas
edilmediği halde, lütuf nazariyesine dayanan Bağdat Mu’tezile si’ne yakın
çizgideki Müfîd, imama olan ihtiyacı, bu kavram ve prensiple izah etmektedir.
Lütfu “teklifle
sorumlu olan kişinin kendisiyle itaate yakın olduğu ve günahlardan uzak durduğu
şey” olarak tanımlayan Şeyh Müfîd, lütuf ve aslah prensibini şu şekilde
açıklamaktadır: “Allah, mükellef oldukları müddetçe din ve dünyaları konusunda
kulları için aslah/en hayırlı olan şeyleri yapar ve onların salahını ve
menfaatlerini dikkate alır. Şüphesiz Allah zengin kıldığı bir kimse hakkında
tedbir hususunda aslah olanı yapmıştır. Aynı şekilde O’nun fakir kıldığı,
iyileştirdiği ve hasta yaptığı kimseler hakkındaki söz de böyledir. Lütuf
prensibini kabul edenlerce gerekli görülen şey, cömertlik ve kerem açısından
Allah’a vaciptir. Mu’tezile ’nin iddia ettiği gibi Allah’ın adaletinin bunu
gerektirmesi ve yapmadığı takdirde zâlim olması gibi değildir. Cömertlik ve kerem
açısından nübüvvetin gerekliliği gereği imameti de gerekli gören Şeyh Müfîd’e
göre hikmet konusunda imametin gerektirdiği özellikler o kişi de toplandığı
için Allah’tan bir lütuftur.[111]
Burada
Müfîd’in imamet anlayışının iki esasa dayandığı görülmektedir. Birincisi,
Allah’ın adalet ve lütuf sıfatlarıdır. Buna göre Allah, insanlara peygamberler
göndererek nasıl onlara lütufta bulunmuşsa aynı şekilde peygamberden sonra onun
halefi olmak üzere imamlar tayin ederek bu lütfunu devam ettirmiştir. İkincisi
ise insanların maslahatına uygun olduğu için Allah’ın onlara elçiler göndermesi
vacip olduğu gibi peygamberlerin de kendi haleflerini Allah’ın irade ve
tercihiyle atamaları da vaciptir.[112]
İmametin
gerekliliği hususunda akli çıkarımlarına ek olarak Şeyh Müfîd, halkın şeriat
noktasında imama muhtaç olduğunu ve bunun bir gereklilik olduğunu
söylemektedir. Buna göre farz namazların ikamesi, zekât, hac ve cihat gibi
şer’i pek çok emrin yerine getirilmesi için imama ihtiyaç vardır. Sosyal açıdan
yanılabilecek olan halkın hata etmesi imametin gerekliliklerinden bir
diğeridir. Onların hatalarını düzeltip doğru yola ulaşmalarını sağlayacak
birilerine ihtiyaçları vardır. İnsanlar arasında adaletle hükmedecek ve hadleri
yerine getirecek bir imamın varlığı, Şeyh Müfîd’e göre, sosyal açıdan bir
zorunluluk olarak ifade edilmektedir.[113]
Bütün bunlara rağmen rivayet ağırlıklı eserleri dikkate alındığında Şeyh
Müfîd’in aklen izahı güç rivayetlere yer verdiği, kendi rivayet kültürüne akli
çıkarımlar yaparak onları aklîleştirmeye çalıştığı şeklinde görüşler mevcuttur.[114]
Şeyh Müfîd
hakkındaki bu tespitler dikkate alındığında onun Ahbârîlik ve Usûlîlik arasında
bir geçiş oluşturduğu görülmektedir. Onun aklı ön plana koyan Usûlîliğin
kurucusu rolünü oynadığı göz önünde tutulduğunda imametin gerekliliğine dair
yapmış olduğu akli izahlar yaşanan değişikliğin bir göstergesi olarak
gözükmektedir. Nakil ve rivayet kültüründen, aklî istinbat ve tahlil
metotlarına geçiş noktasında imametin sadece ahbârla açıklanmaya
çalışılmasından ziyade akılcı çıkarımlara başvurulması noktasında Şeyh Müfîd’in
çabaları önem arz etmektedir. Diyebiliriz ki Şeyh Müfîd, vahiy ve aklı
birleştirme yoluna giderek imamet doktrinini ortaya koymuştur.
Hocası Şeyh
Müfîd’e göre çok daha rasyonel bir çizgide olan ve İmâmiyye Şia’sı içinde akla
en fazla yer vererek onu müstakil bir delil olarak kabul eden Şeyh Murtazâ (ö.
432/1044)’nın imameti ispat noktasında akla diğer İmâmî âlimlere göre farklı
bir değer biçtiği görülmektedir. Ona göre aklın delalet ettiği hususlarda nakli
bir delil getirmek zorunlu dahi değildir. Ancak yine de onun akılcılığının da
rivayetleri tevil etme çabasının gölgesinde kaldığı görülmektedir.[115] O, Mu’tezile ’nin İmâmî
doktrine yönelttiği itirazlara cevap verme noktasında Müfîd’den daha da ileriye
gitmiş, Kur’an’ın tahrifini reddetmekle kalmayıp tertibinde bile değişikliğe
gidilmediğini iddia etmiştir. Bu, onun akıl noktasında almış olduğu mesafeyi
göstermektedir. Ancak, imamet, imamların muhaliflerinin kâfir olarak
nitelendirilmesi, va’id, imamların şefaati gibi konularda, hocası Müfîd’in
yolundan ayrılmamıştır.[116]
İmam’ı “dini
ve dünyevi hususlarda yeryüzündeki umumi riyasete asaleten sahip olandır.”[117] şeklinde tanımlayan Şiî
müellif Tûsî, kelâmî metotta hocaları olan Murtazâ’dan ziyade Müfîd’i takip
ederek akıl-vahiy dengesini gözetmiş, nakle önemli bir yer vermiş, bunları
akılla tevil hususunda Müfîd’in izinden gitmiştir.[118]
İmameti usul-i dinden kabul eden Tûsî’ye göre imamet, tevhit, adalet,
nübüvvet mertebesinde olan bir meseledir. İmamete lütuf nazarından bakan
Tûsî’nin ifadesiyle; Allah “kulların menfaatleri için güçleri doğrultusunda
onları mükellef tutar ve onların üzerine mükellefiyetleri ile ilgili vecibeleri
lütuf olarak yükler. Nübüvvetin böyle bir lütuf olduğu kesindir. İmamet de
kulların mükellefiyetleriyle ilgili bir gereklilik olduğuna göre o da bir
lütuftur.[119] Tûsî’ye göre lütuf
nazariyesinden hareketle Allah kulları için bir imam tayin etmek zorundadır.
Usûlî düşünce
geleneği içinde yetişmiş olan ve ilmi seviyesi dolayısı ile Şia’da “allâme”
olarak anılan Mutahhar el-Hıllî (ö 726/1325), imamet konusu dışındaki
meselelerde Mu’tezile etkisinde kalan bir âlim olmakla beraber Sünni birikime
olan aşinalığı ile dikkat çekmektedir. O, selefleri gibi Ahbârîleri eleştirerek
akla verdiği önem ile Şii düşüncede etkili olmuştur. İmameti “herhangi bir
kişinin din ve dünya işlerinde Hz. Peygamber’in yerine genel önderliğidir”
şeklinde tanımlayan el-Hıllî’ye göre dinin en temel unsurlarından biri olan
imameti kabul etmek imanın şartlarındandır. Bunun akli delili ise; nübüvvetin
özel (sınırlı), imametin ise genel bir lütuf olması dolayısıyla genel bir lütfu
inkârın özel olan nübüvveti inkârdan daha kötü olmasıdır. Yine her dönemde bir
imamın bulunması gerekliliğini -ki bu gereklilik onun varlığının yokluğuna göre
faydalı oluşundandır- savunan Hıllî’ye göre de “aslah” prensibi gereği Allah’ın
bir imam ataması gerekmektedir.[120]
Hıllî’nin bu
görüşlerini daha ayrıntılı bir şekilde açıklamak gerekirse; “Hz. Peygamber’in
tayin ettiği naiplerin birbirine devretmesiyle yürütülen din ve dünya
işlerindeki genel riyaset olan imamet, lütuf olması dolayısıyla aklen vaciptir.
İmamın yokluğu kargaşa yaratacağı için varlığı bir lütuftur ve her lütfun vacip
olması sebebiyle imamın tayini de böylece Allah’a vacip olmaktadır. Genel bir lütuf
olan imameti inkârın özel lütuf olan nübüvveti inkârdan daha kötü olması;
peygamberin belirli bir zamana has, imamın ise her dönemde gerekli olmasından
kaynaklanmaktadır.[121] İmamın ümmet tarafından
seçilmesi, toplumu kargaşaya götürerek fitnelerin çıkmasına sebep olur. Bunun
aksini söyleyenlere delil olarak Hz. Ali döneminde Muaviye ile onun arasında
geçenler ile Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin zamanında yaşanan olayları örnek
göstermek yeterlidir. İnsanların imamla beraber salaha daha yakın olmaları,
fitne ve kaosa uzak olmaları sebebiyle imamet bir lütuftur. Bu da imamet
hakkında indirilmiş naslar gibi imam tayini konusunda bir sebeptir. Kaldı ki
nübüvvetten beklenen maslahatlar ile imametten beklenen maslahatların neredeyse
aynı olması dolayısıyla peygamberin seçiminin batıl olması gibi imametin de
seçimle olması aynı şekilde batıldır.[122]
İmamların masum olması noktasında da akli izahlarda bulunmaya
çalışan Hıllî’nin genel manada akli delillerden çok nakli delillere yer verdiği
görülmektedir. İmamın lütuf oluşu ve vücubu gibi konuları işlerken akli
çıkarımlarına ayetlerden dayanak göstermesi bunun somut bir örneği olarak
tespit edilmektedir.[123]
İmâmiyye
Şia’sı mensupları diğer mezheplerde olduğu gibi kendilerinin fırka-i naciye
(kurtuluşa eren fırka) olduklarına inanmış ve bu inancı ispatlamak amacıyla
kendilerini en erken döneme dayandırma çabası içine girmişlerdir. Kendilerinin
takip ettikleri yolun gerçek dinin temsilcisi olduklarını iddia etmişler bunu
temellendirme adına da İslam’ın temel kaynaklarını referans gösterme yoluna
gitmişlerdir. Özellikle Gaybet-i Suğra ve Gaybet-i Kübra’nın başlangıç
yıllarında etkin olup dini anlamada aklı yöntem olarak kullanmaya itibar
etmeyen Kum hadisçilerinde bunun izlerine bolca rastlanmaktadır. Daha sonra
aklı izahlara yer vermeye başlayan âlimlerin bazı rivayetleri tenkit
etmelerinin yanında seleflerinden gelen imamet tasavvuru ile ilgili
rivayetlerin birçoğunu kullandığı görülmektedir. İmâmiyye Şia’sının imamet
tasavvuru çerçevesinde kullandıkları nakiller çoğunluk olarak Ali b. Ebî
Tâlib’in imametinin ispatını ortaya koyma amaçlıdır. Bu yönde pek çok ayet ve
hadisi Ali’nin imametini ispatlama yolunda yorumlamışlardır.[124] Nitekim şu ifade bu anlayışı
ortaya koymaktadır: “Hz. Ali’nin velayeti, peygamberlere inzal edilen bütün
sahifelerde yazılıdır. Allah, bütün peygamberleri, Hz. Muhammed’in nübüvveti ve
Hz. Ali’nin vasiliği üzerine göndermiştir.”[125]
İmametin
temellendirilmesinde nakli delilleri kullanmada İbn Râvendî’nin (ö. ?) adını
zikretmek gerekmektedir. Eserlerinde, nassa aykırı hareket ederek Hz. Ali’yi
halife seçmeyenlerin kötülendiği görülmektedir. Ona göre, Hz. Peygamber gerek
Mekke’de gerek Medine’de, her yeri geldiğinde Ali’nin imametini dile
getirmiştir.[126]
İbn Râvendî
sonrasında imamet konusunda nas ile delil getirme artarak devam etmiş, öyle ki
Hıllî zamanına gelindiğinde deliller binleri bulmuştur. Onun Ali’nin imametini
ispat noktasında kaleme aldığı söylenen el-Elfeyn fi imameti Emîri
’l-Müminin Ali b. Ebi Tâlib adlı eserinde bin ayet ve bin hadis toplamda
iki bin nassı delil getirdiği aktarılmaktadır.[127]
Birçok mezhep
tarafından kendi görüşlerini desteklemek ve ispatlamak amacıyla Kur’an ayetleri
delil olarak gösterilmiştir. İmâmiyye Şia’sı da inanç esaslarından biri olarak
kabul ettikleri imamet doktrinini temellendirmek için Kur’an-ı Kerim’e
başvurmuştur. Bu hususta birçok ayeti delil göstermek suretiyle Hz. Ali’nin
vasiliğini ispatlamaya çalışmıştır. Ancak bu konuda Kur’an’dan sübutu ve
delaleti kesin, herkes tarafından açık bir şekilde anlaşılan naslar
gösterebilmek mümkün gözükmemektedir.[128]
Bu durum bazı mezhep mensuplarını, imamete delil olarak gösterilecek ayetlerin
Ehl-i beyt düşmanları tarafından Kur’an’dan çıkarıldığı ya da tahrif edildiği
doğrultusunda iddialara yöneltmiştir.[129]
Daha önce de bahsettiğimiz Ahbârîler olarak bilinen ekol mensuplarınca dile
getirilen bu tahrif iddialarına kısaca yer vereceğiz.
Kur’an’ın
tahrif edildiğine yer verenlerden biri ilk dönem İmâmî tefsircilerinden Ali b.
İbrahim el-Kummî’dir (329/941). Ona göre bazı ayetlerin bir kısmının Kur’an’dan
çıkarılmasıyla tahrif söz konusudur. Örnek olarak: “Biz her peygamberi
-Allah'ın izniyle- ancak kendisine itaat edilmesi için gönderdik. Eğer onlar
kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler de Allah'tan bağışlanmayı
dileseler, Resûl de onlar için istiğfar etseydi Allah'ı ziyadesiyle affedici,
esirgeyici bulurlardı.” (Nisa/64) ayetinde “sana gelseler” mealinde
olan kısım “Ey Ali sana gelselerdi” şeklindeyken “Ali” ifadesi buradan
çıkarılmıştır. Kur’an tahrifiyle ilgili rivayetlere yer veren bir diğer
tefsirci ise Furât el-Kûfî (ö. 310/922)’dir. Onun belirttiğine göre: “Allah'ın
kullarından dilediğine, bol ihsanından indirmesini çekemeyerek, Allah'ın
indirdiğini inkâr etmekle, kendilerini ne kötü bir şey karşılığında sattılar. Bu
yüzden gazap üstüne gazaba uğradılar. Kâfirlere alçaltıcı bir azab vardır.”
(Bakara/90) ayetinde “Ali’yi çekemeyenler” ifadesi olmalıyken “Ali” ismi
buradan çıkartılmıştır. Aynı şekilde “Onlara: Rabbiniz ne indirdi?”
denildiği zaman, “Öncekilerin masallarını” derler.” (Nahl/24) ayetinde “Rabbiniz
Ali hakkında ne indirdi?”” ifadesi olması gerekirken buradan yine “Ali”
ismi hazfedilmiştir.[130]
Yine
tefsircilerden Ayyâşî (ö. 320) Araf suresinin “Kıyamet gününde, biz bundan
habersizdik demeyesiniz diye Rabbin Âdemoğullarından, onların bellerinden
zürriyetlerini çıkardı, onları kendilerine şahit tuttu ve dedi ki: Ben sizin
Rabbiniz değil miyim? (Onlar da), Evet (buna) şâhit olduk, dediler?”
şeklinde olan 172. ayetinin “Rabbin Âdemoğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini
almış ve onları kendilerine şahit tutarak: “Ben sizin Rabbiniz, Muhammed
Allah’ın elçisi, Ali de Emîru’l-Müminîn değil mi?” (demişti). “Evet” buna
şahidiz!” dediler. Kıyamet günü, “Biz bundan habersizdik demeyesiniz.” şeklinde
olduğunu iddia etmektedir. Kuleynî’de ise Nisa 174. ayet, “Ey kendilerine
kitap verilenler! (Ali hakkında) apaçık bir nur olarak indirdiğimize iman
edin.” şeklinde geçmektedir. Tahrif edildiği iddia edilen bu ayetlerde
meselenin Ali’nin imametinin temellendirilmeye çalışıldığı ortaya çıkmaktadır.
Ancak zamanla mezhep mensupları bu iddialardan vazgeçmişlerdir. Başta Şeyh
Sadûk olmak üzere özellikle Usûlî çizgideki âlimler Kur’an’ın elimizdeki mevcut
Kur’an olduğu ve değişikliğe uğramadığı kanaatindedirler. Ahbârî geleneğe bağlı
Tabersî (ö. 548), Meclisî (ö. 1110/1697), Bahrânî (1107/1695) gibi âlimler
Kur’an’ın tahrife uğradığına dair rivayetlere ilgi göstermeye devam
etmişlerdir. Şeyh Müfîd ise Kur’an’ın tahrifinin tevilinde olduğu kanaatine
ulaşmakta ve tertibinde değişiklikler meydana geldiğini ileri sürmektedir. Yine
de kendisi Hz. Ali’nin adının açık bir şekilde Kur’an’da geçmediğini kabul
etmektedir.[131]
Söz konusu
ayetler, siyak ve sibak dikkate alınarak incelendiğinde tevil çabalarının
bağlamından koparılıp bazı ön fikirleri onaylatma çabası içine girildiği ortaya
çıkmaktadır. Bahsedildiği üzere imameti tasdik amacıyla ileri sürülen birçok
ayet mevcut olmakla birlikte bu ayetlerden bahse en çok konu olanlar; tebliğ,
tathir, inzar ayetleri ve Tevbe Sûresi ile[132]
velayet ayeti, Hz. İbrahim’in imamet makamına tayini, mubahele ve ulû’l erham
ayetleridir.[133] Dolayısıyla bu ayetleri
İmâmiyye Şia’sının imameti temellendirmede ne şekilde dayanak gösterildiğine
değinmek gerekmektedir.
a.1.Hz. İbrahim’in İmamet
Makamına Tayini
Erken dönem
Şii kaynaklarda açık ve sarih bir şekilde imamet anlayışına yönelik
yorumlanmamış olan[134] “Bir zaman Rabbi İbrahim’i
birtakım emirlerle sınamış, İbrahim onların hepsini yerine getirmiş de Rabbi
şöyle buyurmuştu: “Ben seni insanlara önder yapacağım. İbrahim de, “Soyumdan da
(önderler yap, ya Rabbi!)” demişti. Bunun üzerine Rabbi, “Benim ahdim (verdiğim
söz) zalimleri kapsamaz” demişti.” (Bakara/124) ayeti Şia’nın imamete dair
delil olarak gösterdiği naslardandır. Böylece Allah, İbrahim’i imam tayin etmiş
olmaktadır. Buna karşılık Hz. İbrahim, Allah’tan soyunu da imam kılmasını
istemiş ancak “..Benim ahdim zalimlere nail olmaz..” buyruğuyla karşılaşmıştır.[135] Buradan hareketle zalim
kimselerin imam olamayacağı yani zalim kimselerin imametinin geçersiz olduğu görüşü
benimsenmektedir. Ayetin içeriğinden imametin kimle devam edeceğine dair
çıkarımlar da yapılmaktadır. Buna göre imamet, Hz. İbrahim’in soyundan olup
başkalarına intikal etmeyecektir. Aynı zamanda bu ayette Hz. İbrahim’in imtihan
edildiği kelimeleri şu kelimelerle tamamlamıştır: Muhammed, Ali ve Ali soyundan
gelen imamlar. Ve Hz. İbrahim’in zürriyetinden gelecek olanların Hz. Muhammed,
Ali ve onun çocukları olduğuna işaret edilmiş, Hz. İbrahim’in bu isimlere
binaen ettiği yardım duasına karşılık Allah Bakara Suresi 130. ayet ile olumlu
yanıt vermiştir.[136]
Bu ayetin
nüzulü vesilesiyle Hz. Peygamber davetin kendisine ve Ali’ye ulaştığını, bundan
sonra kimsenin putlara tapmayacağını ve kendisinin Allah tarafından nebi,
Ali’nin de vasi kılındığını duyurmuştur. [137]
Son dönem âlimlerinden Tabâtabâî, Ayyâşî’de, kelimelerle
imtihandan kasıt olarak gösterilen “Muhammed, Ali ve onun soyu” ifadelerini
içeren rivayeti aktarmakta ancak ayetle ilgili yorum yaparken Hz. İbrahim’in
imtihan edildiği kelimelerden kastın Hz. İbrahim’in yaşamı boyunca karşılaştığı
birtakım olaylar olduğunu söylemektedir. Öyle ki o, yıldızlar, putlar, ateşe
atılma, hicret ve oğlunu kurban etme gibi zor sınavlardan geçmiştir.
Kelimelerin ne olduğu belirtilmemiştir çünkü amaç bu değildir. “Seni insanlara
imam yapacağım” ifadesinin kelimelerden sonra geçmiş olmasıyla bazı işlere
işaret edilmektedir ki, Hz İbrahim bunların gereklerini eksiksiz yerine
getirerek imtihanı tamamlamış ve imamlık misyonunu üstlenebileceğini
kanıtlamıştır.[138] a.2. Velâyet Ayeti
İmamete delil
olması açısından öne sürülen bir başka ayet ise Maide Suresi’nin 55. ayetidir.
Mealen; “Sizin veliniz ancak Allah, O'nun Peygamberi ve namaz kılan, zekât
veren ve rükû eden müminlerdir.” şeklindeki ayet Şia’ya göre Hz.
Ali’nin
imametine açıkça işaret etmektedir. Velayet ayeti olarak anılan bu ayetle
ilgili rivayetlerin tamamının imamet merkezli ve Ali’nin vasiliğini ortaya
koymaya yönelik olduğunu tespit etmek mümkündür. Bu doğrultuda “veli”
kelimesine odaklanıldığı dikkatleri çeken bir husustur. Nitekim ayette geçen bu
kelime velayet, yetki ve tasarruf anlamında kabul görmekte ve bu doğrultuda
değerlendirilmektedir. “...Allah sizin dostunuzdur...” şeklinde
Kur’an’da geçen tüm ayetler aslında dostluk ibaresiyle Allah’ın insanlar
üzerindeki tasarrufunu vurgulamaktadır. Bu sebeple veli kelimesi dost
manasından öte bir anlam olarak “başkalarının üzerindeki sorumluluk hakkını”
ifade etmektedir[139] şeklindeki görüş
benimsenmektedir.
Ayeti kerimede
zikredilen “rükû ettikleri halde zekât veren müminlerden kasıt Şia’ya göre
rivayetlerde geçtiği üzere Hz. Ali’dir. Nitekim olay şöyle gerçekleşmektedir:
Bir gün Hz. Ali namaz kılmakta iken, bir dilenci gelir, ancak Hz. Ali bu sırada
rükûda bulunmaktadır, serçe parmağında bulunan, kolayca hareket edebilen yüzüğünü
parmağından çıkarıp o isteyene verir.[140]
Bu rivayet doğrultusunda “Sizin dostunuz ancak Allah, O’nun Rasul’ü ve
Ali’dir.” demek doğru olmaz. Dolayısıyla buradan Hz. Ali’yi sevmelisiniz gibi
bir mana çıkarılamaz. Aksine çıkarılması gereken anlam Ali’nin insanlar
üzerindeki dini tasarruf hakkıdır. Zaten nasıl “Filan aciz olanların velisidir”
dendiğinde velayeti üstlenen veli konumunda oluyorsa bu ayette de namaz kılan,
rükû halinde iken zekât veren kimse Ali’yi işaret etmektedir ki ayet onun için
nazil olmuştur.[141]
Bir başka
rivayette Hz. Muhammed, Hz. Ali’nin verdiği zekâtı gördükten sonra Hz. Musa’nın
duasını anımsayarak onun dilekte bulunduğu gibi Allah’a duada bulunur ve
kendisine ailesinden bir vezir, bir yardımcı olarak Hz. Ali’yi talep eder.
Bunun üzerine bahsi geçen “Sizin veliniz, ancak Allah, O’nun Resul’ü ve o
iman edenlerdir ki, namazı ikame ederler ve rükû halindeyken zekât verirler.
Kim Allah ’ı, O’nun Resul’ünü ve o iman edenleri veli edinirse, (işte onlar,
Allah’ın hizbidir;) şüphesiz ki galip gelecek olanlar,
Allah’ın hizbidir.” (Maide
5/55-56)[142] Şeyh Sadûk’un aktardığı diğer bir rivayette ise bu ayetin nüzulü
ile ilgili meseleye Yahudiler dâhil olmaktadır. Buna göre; bir grup Müslüman
olan Yahudi, Hz. Peygamber’in yanına gelerek ona Musa peygamberin, yerine
Yuşa’yı vasi kıldığını söylediler ve kendisinin vasisi olup olmadığını
sordular. Bunun üzerine bahsi geçen ayet nazil oldu. Beraber mescide
vardıklarında namaz kılarken dilenciye yardım eden kişinin Ali olduğunu
öğrenmeleri akabinde Hz. Peygamber ashaba kendinden sonraki velilerinin Ali
olduğunu ilan etti. Ashabın olumlu yanıtları üzerine ise “ Kim Allah ’ı,
O’nun Resulü ve sözü edilen müminleri veli edinirse galip gelecek olanlar,
yalnızca Allah’ın hizbidir”” mealindeki Maide Suresi’nin 56. ayeti nazil
oldu.[143] Ayyâşî ise verdiği rivayette vuku bulan bu
olaydan sonra Peygamber’in Kureyş’ten çekindiğini ve sonrasında “Ey
Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et.” ayetinin indiğini
aktarmaktadır.[144] Konu ile ilgili rivayetler incelendiğinde velayet ispatı
bağlamında Hz. Ali’ye hitaben Allah Resul’ünün söylediği; menzile, muâhat ve
Gadîr-i hum adıyla meşhur olmuş hadislerin neredeyse tamamının ayetle
ilişkilendirildiği görülmektedir.[145] Hz. Peygamber’in bu rivayetlerde, olayın sonucunda gösterdiği
tepkiler açısından çelişkili bir durum içinde bırakıldığını görmekteyiz. Bazı
rivayetlerde O, Ali’nin vasiliğini kendisi talep etmektedir. Bazısında
Allah’tan bu vasiliğe dair bilgi geldiğinde hiç tereddüt etmeden bunu ashabına
ilan ederken bazısında ise bu ilanı yapmaktan çekinmiş ve Allah’tan uyarı
almıştır. Bununla birlikte bu rivayetlerde Hz. Ali’nin vasiliğinin erken
dönemde duyurulduğu anlaşılmakta ancak mevcut bazı rivayetlerde Ali’nin
imametinin Gadîr-i Hum’a kadar bilinmediği aktarılmaktadır.[146] a.3.Tathîr Ayeti
Tathir ayeti
olarak bilinen; “Ey Peygamber’in ev halkı (Ehl-i Beyt!). Şüphesiz Allah
sizden kusuru giderip sizi tertemiz yapmak ister.” (Ahzab/33) ayetinde
geçen; “Allah sizden kusuru giderip sizi tertemiz yapmak ister””
ifadesi, Resulullah'tan sonra Ali'nin imam ve halife oluşuna ve İmametin
Ali'den sonra Ehl-i beytle devam edeceğine delil olarak kullanılmaktadır.[147]
Şia’ya göre bu
ayet, Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin’e mahsustur. Buna göre Hz. Aişe’den
aktarılan bir rivayette “Resulullah üzerinde siyah nakışlı bir kumaş olduğu
halde evden çıktı. O sırada Hasan geldi, onun örtünün altına soktu sonra
Hüseyin geldi onu da örtünün altına soktu sonra sırasıyla Fatıma ve Ali geldi
ve onları da örtüsünün altına soktu ve “Ey Ehl-i Bey/ Allah ancak sizden
kiri gidermek ve sizi temiz kılmak istiyor.” ayetini okudu. Başka bir
rivayette ise Hz. Peygamber’in yine aynı isimlere bir örtü bürüdüğünü ve
“Allah’ım işte bunlar benim Ehl-i beytimdir, bunlardan günahı gider ve bunları
kirlerden tertemiz kıl.” ifadesini kullanmaktadır.[148]
İmâmiyye buradan hareketle imametin Ehl-i beyte ait olduğu kanaatiyle birlikte
imamların da masum olmaları gerektiği fikrini savunmaktadır. Çünkü Allah,
onlardan tüm “rics/kir”i arındırmıştır ve bu arınma/tathir “ismet” e yani
günahtan beri olmaya işaret etmektedir.[149]
İmâmiyye, Hz.
Peygamberin eşlerinin onun Ehl-i beytine dâhil olmadığını söylemektedir.
Dolayısıyla “masum” sıfatının sadece Fatıma ve Ali ile birlikte her ikisinin
soyundan gelen on iki imamı kapsadığını iddia etmektedir. Söz konusu ayette
masumiyet inancı sarih bir şekilde görülmemekle birlikte ayetlerin bütünlüğü ve
bağlamı dikkate alınarak incelendiğinde, Peygamberin eşlerinin Ehl-i beyte
dâhil edilmemesinin bağlam dışı bir yaklaşım olduğu görülmektedir. Nitekim
Ahzâb Suresi 32. ayet; “Ey Peygamber eşleri! Siz (öteki) kadınlar gibi
değilsiniz, eğer Allah'a karşı sorumluluğunuzun bilincine (hakkıyla) sahip
olursanız. O halde, edalı bir şekilde konuşmayın ki kalplerinde maraz olanlar
(size karşı) bir arzuya kapılmasın, daima yerinde ve uygun şekilde konuşun.”
şeklinde Peygamber eşlerine hitapla başlamaktadır. Hemen akabinde gelen “Evlerinizde
sessizce oturun, eski cahiliye günlerindeki gibi cazibenizi sergilemeyin;
namazlarınızda dikkatli ve devamlı olun, arındırıcıyükümlülüklerinizi ifa edin,
Allah'a ve elçisine itaat edin. Ey (Peygamber’in) ev halkı, Allah sizden
yalnızca çirkinlikleri gidermek ve sizi tertemiz yapmak
istiyor.” ayetinde ise konunun
devamlılığının sürdürüldüğü tespit edilebilir bir durumdur. İmamet doktrinini
ispat yolunda sarf edilen çaba, İmâmî âlimleri, ayetin içerisinden “Ehl-i beyt”
kelimesini çekip alarak kavram üzerinden tek başına bir değerlendirme yapmaya
sevk etmiştir. Buradan hareketle konudan uzak ve ayrı bir çerçevede, imamet
inancına temel oluşturmaya yönelinmiş olduğu görülmektedir. a.4.Mubahele Ayeti
İmâmiyye
Şia’sının imamete dair delil olarak sunduğu diğer bir nas ise Mübahele ayeti
olarak bilinen; “Sana gelen asıl bilgiden sonra, kim seninle bu (hakikat)
hakkında tartışırsa de ki: “Gelin! Oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı
ve kadınlarınızı, bizim yandaşlarımızı ve sizin yandaşlarınızı çağıralım; sonra
(birlikte) tevazu içinde ve gönülden yalvaralım ve Allah'ın lanetinin
(aramızdan) yalan söyleyenlerin üzerine olmasını dileyelim.” Ali-İmran 61.
ayetidir. Ayetin nüzul sebebi olarak rivayetlerde Peygamber’in Necranlı
Hristiyanlarla yaşadığı diyalog ve onları mulâaneye davet etmesi hadisesi
aktarılmaktadır. Buna göre bir grup Necranlı Hristiyan, Hz. Peygamberle Hz. İsa
hakkında tartışmaya girmişler, Allah Resulü onlara İsa’nın doğumu hakkında
sorarak onun durumunun Âdem’in durumu gibi olduğunu ifade eden ayeti
kendilerine okumuş ve onları mulâaneye çağırmıştır. Necranlı Hristiyanlar
ertesi gün için Hz. Peygamber ile bu hususta anlaşmışlar ve gerçekten ev
halkını getirip getirmeyeceğini görmek üzere, geldiklerinde Allah Resul’ünün
yanında Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin’i bulmuşlardır. Gerçekten ailesi ile
geldiğini gördüklerinde lanetleşmekten vazgeçen Hristiyanlar Hz. Peygamber ile
bir anlaşma yaparak yurtlarına geri dönmüşlerdir.[150]
Buna yakın anlamda aktarılan rivayetlerin tümünde Hz. Peygamber’in bu
lanetleşmeye Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin’i getirdiği vurgusu yapılmakta[151], ayette geçen “kendimiz”
ifadesi ile kastedilenin Ali ve onun halifeliği, “kendi oğullarımız”dan
maksadın Hasan ve Hüseyin, “kendi kadınlarımız” ifadesinden ise kastın Hz.
Fatıma olduğu belirtilmektedir.[152]
Özellikle enfüsena/kendilerimiz ibaresiyle Ali’nin
eşleştirilmesi odak noktası yapılarak Ali’nin üstünlük ve imamet mertebesi
sağlamlaştırılmak istenmektedir.[153] Hz. Peygamber’in kendi nefsinden kasıt Ali olduğuna
göre nasıl ki Hz. Peygamber, tüm yaratılanlardan üstün tutulması gereken bir
varlıksa onun nefsi mesabesinde olan kimse de bu şekilde itibar görmelidir.
Nasıl Hz. Peygamber varken başkasının hilafetine gerek yoksa bu üstün kimsenin
varlığında da başka birinin emirliğine gerek duyulmamalıdır.[154] Böylece Şia, bu ayet ile Hz. Ali’nin üstünlüğüne dair vurgu
yapmak istemekte, imamet inancına temel oluşturabilmek maksadıyla Hz.
Peygamber’in kendi ailesiyle yaşadığı duruma özel bir konum atfetmektedir. a.5.Ulu’l-Erham Ayeti
Hz. Peygamber
hicret ettikten hemen sonra Medine’de Ensar ve Muhacir arasında bir “kardeşlik”
akdi gerçekleştirmiş, kurulan bu bağla, Müslümanların birbirlerine mirasçı
olmaları durumu ortaya çıkmıştı. '“Daha sonra iman edip hicret eden ve
sizinle birlikte cihat edenlere gelince, işte onlar da sizdendir. Allah’ın
kitabınca, kan akrabaları birbirlerine (varis olmaya) daha lâyıktırlar.
Şüphesiz Allah hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.” Enfal 8/ 75 ayeti
nazil olduktan sonra kardeşlik akdi dâhilinde olanlar artık birbirine mirasçı
olamayacak, sadece aralarında akraba bağı olan kimseler birbirlerine varis
olabileceklerdir. İmâmiyye Şia’sı, Ali’nin Peygamber’e olan akrabalık bağından
hareketle bu ayeti on iki imamın imametine delil olarak göstermektedir.[155] Buna göre imamet Ali’nin
hakkı olmakla birlikte soyundan gelenlerle de devam etmelidir. Ali’nin oğulları
dışında bu görev başkasının olamaz nitekim Muhammed Bakır’dan gelen bir
rivayette o, “Akrabalar birbirlerinden daha önceliklidirler” Ahzab 33/6
ayetini delil göstererek Muhammed bin Hanefiyye’nin imamlık iddiasını
reddetmekte ve Ali ailesinin kendileri olduğunu söylemektedir.[156] İmâmiyye, Ulu’l-Erhâm’ı Ali
ve soyuyla sınırlandırmakta olsa da ilk zamanlardaki kabulün bu şekilde
olmadığına dair görüşlere de rastlanmaktadır. Öyle ki Fadl b. Şazan’a (ö
260/873) göre Abbas b. Abdulmuttâlîb bu ayetin kapsamındadır. Ancak Ali b. Ebî
Tâlib daha evladır çünkü Abbas Hz. Peygamber’in babası
Abdullah ile sadece baba tarafından kardeşken Ali’nin babası ile Peygamber’in
babası ile ana-baba bir kardeştir. Şeyh Sadûk’ta geçen başka bir rivayete göre
de Ali’nin vasilikteki önceliği sorgulanmaktadır. Kendisine neden amcası
dururken amcaoğlu olarak Hz. Peygamber’e varis oldun denildiğinde “ziyafet
hadisi”ne binaen Hz. Peygamber’in destek talebini bir tek kendisinin kabul
ettiğini dile getirmektedir. Bu tür rivayetlerin varlığı Ali’nin soyundan
ziyade kendisinin vasiliğinin bile tartışma konusu olduğunu göstermektedir.[157] a.6.İnzar Ayeti
Şia’ya göre
Hz. Ali’nin imametini ilan etmek maksadıyla inen “(Önce) en yakın akrabanı
uyar.” Şuara 26/214 ayeti, onun vasiliğinin bir ispatı olarak öne
sürülmektedir. Hz. Ali’nin imamet ve hilafeti için öne sürdükleri ilk nas olan
bu ayetin nüzulünden sonra aktarılan rivayetlere göre Hz. Peygamber en
yakınlarını, amcası Ebu Tâlib’in evinde topladı. Aralarında Hz. Ali, Hz. Hamza
ve Ebu Leheb gibi isimlerin olduğu, sayıları kırkı aşan kişiye yemek verdi ve
onlara İslam’ı tebliğ etti. Ancak Ebu Leheb’in itiraz ve engellemeleri üzerine
bu yemek tekrarlanmak zorunda kaldı. Son toplantıda Hz. Peygamber şöyle
buyurdu: “Ey Abdülmuttâlib Oğulları! Allah’a andolsun ki, Arapların içinde
kavmine benim size getirdiğimden daha üstün bir şey getiren bir genç
bilmiyorum. Ben size dünya ve ahiret hayatını getirmişim ve Allah bana, sizi
ona davet etmemi emretmiştir. Şimdi içinizden hanginiz, benim kardeşim, vasim
ve halifem olmak üzere bu davamda benim yardımcım olmak ister?”, Hz. Ali ayağa
kalkarak kendisinin yardımcısı olacağını söyledi bunun üzerine Resulullah
(s.a.s) Hz. Ali’yi göstererek “Bu benim kardeşim, vasim ve içinizdeki
halifemdir. Onu dinleyin ve ona itaat edin.”[158]
Kaynaklarda
“dâr hadisi”, “ziyafet hadisi”, “hilafet hadisi” olarak da geçen[159] bu rivayet ile
İmâmiyye’ye göre Hz. Muhammed, Hz. Ali’nin vasiliğini ilk kez ilan etmiş
olmaktadır. Burada, İmametin naslarla açık bir şekilde insanlığa iletildiği
inancını savunan Şia açısından rivayet çeşitliliği bazı sorunları da
beraberinde getirmektedir. İspat bağlamında kullanılan
“inzâr ayeti”yle ilk tebliğ yapılarak velayet duyurulmuş gözükmektedir. Oysa
Gadîr-i Hum’da Hz. Peygamber’in bu ilanı yapmayı geciktirdiği ve “tebliğ ayeti”
ile uyarı aldığı iddiası yine İmâmiyye’ye aittir. Buna dair bir açıklama
babında; Gadîr-i Hum’da bahsi geçen Maide Suresi’nin 67. ayeti ile tüm
insanlığa ulaştırılacak olan velayetin inzar ayeti ile sadece yakınlara ulaşmış
olduğu gibi bir izahta bulunulması yeterli gözükmemektedir. İmametin
duyurulmasının dahi bu şekilde net olmaması, önemine dair yapılan vurgunun
temelini sarsmakta ve usûl-i dinin esaslarından olma iddiasını
karşılayamamaktadır. b.Hadis
İmâmiye Şiasının Hz. Ali’nin imametine
delil olarak hadis-i şeriflerden de çok sayıda örnek verdiği görülmektedir.
Bunlardan belli başlıcalarını gösterelim. b.1.Menzile Hadisi
İmamete delil
olarak İmâmiyye Şia’sının öne sürdüğü hadislerden biri “Menzile hadisi” olarak
bilinen; “Harun’un Musa’ya göre durumu ne ise, senin de bana göre durumun odur”
şeklinde Hz. Peygamber’in Ali hakkındaki hadisidir. Bazı rivayetler
çerçevesinde bu sözleri Hz. Muhammed, Tebük Gazvesi zamanında sarf etmektedir.[160] Çıkılacak olan Tebük seferine
Hz. Peygamber’in Ali’yi beraberinde almaması, akabinde Medine’de Peygamber’in
Ali’ye karşı olumsuz bir izlenimi olduğuna dair dedikodular yayılması hadisin
söylenme sebebi olarak geçmektedir. Kötü söylemleri işiten Hz. Ali, silahını da
alarak Hz. Peygamber’e yetişmiş ve hakkında çıkan olumsuz propagandalardan
bahsederek, doğruluk niteliği taşıyıp taşımadığını öğrenmek istemiştir. Hz.
Peygamber ise bunun üzerine halkı etrafında toplayarak onu arkasında kalanlara
göz kulak olması amacıyla bıraktığını belirtmektedir. Ve Ali’ye “Ey Ali,
Musa’ya nispetle Harun ne ise, sen de bana o nispetle yanımda bulunmaya razı
değil misin?” hitabını yöneltmekte ve kendisinden sonra peygamber gelmeyeceği
bu yüzden de peygamberlik derecesinin bunun haricinde olduğunu söylemektedir.[161]
İmâmiyye
Şia’sına göre, Hz. Peygamber’in Ali’yi Medine’de kendi yerine vekil bırakmış
olması onun imamete layık olduğunun bir göstergesidir. Allah Resulü kendi
yokluğunda Medine’nin güveninin ancak Ali’nin vekâleti ile gerçekleşeceğine
inanmaktadır
ve Yahudiler de bunu bildiklerinden dolayı onun şehirden gitmesi amacıyla dedikodu
çıkarmışlar, Ali’nin Medine’den çıkmasını sağlamışlardır. Ali’nin kendilerine
yetişmesi üzerine Hz. Peygamber ashabı toparlamış ve Ali’ye hitaben “Sen ailem,
hicret yurdum ve kavmim içimde halefimsin”, “Senin bana olan konumun, Harun’un
Musa’ya olan konumu gibidir. Ne var ki benden sonra nebîlik yoktur” demiştir.
İbrahim el-Kummî tefsirinde aktardığı bir rivayette “Sen ümmetime halefimsin,
dünya ve ahirette kardeşimsin”, Tûsî’deki başka biri rivayette “Şayet benden
sonra nebî gelseydi sen olurdun”, Muhammed b. Ali et-Tabersî’de geçen bir
rivayette ise “Tıpkı sağlığımda bana itaat edildiği gibi, benden sonrakilerin
de sana itaati vaciptir.” ifadeleri yer almaktadır. Böylece aslında Hz.
Peygamber Harun’un Musa’ya olan konumunu vurgulamakla Ali’nin yetkinliğini ve
velayetini göstermiş olmaktadır. Nasıl ki Hz. Harun, Musa peygamberin kardeşi
olarak bir peygamberse Ali de Hz. Peygamber’in bu sözlerine binaen onun
yönetimine ortaktır. Ancak bu mertebe nebîlik dışındadır çünkü Hz. Muhammed son
peygamberdir ve kendisinden sonra peygamber olmayacağının da altını çizmiştir.
Ancak Hz. Peygamber Musa gibi Allah’a duada bulunmuş ve kendisine bir yardımcı
istemiş, Allah da bu talebi olumlu cevaplayarak ona Ali’yi yardımcı olarak
vermiştir.[162] Bununla birlikte
rivayette kastedilen Harun peygamberin Hz. Musa’dan önce ölmesi sonraki dönem
Şiî âlimler nezdinde sorun teşkil etmiş ve tartışmalar farklı arayışlara yol
açarak Musa’ya vasi olan asıl kişinin Harun değil, Yu’şa b. Nûn olduğu yorumunu
ortaya çıkarmıştır.[163]
Muâhat,
Arapça’da “uhuvve” (kardeşlik) kökünden türetilmiş bir kelime olup “biriyle
kardeş olmak-birini kardeş edinmek” anlamlarını taşımaktadır. Hz. Peygamber’in
Medine’ye hicretten sonra Ensar ve Muhacir arasında sosyal dayanışma adına
böyle bir faaliyette bulunduğu bilinmektedir. O’nun, kültürel ve ekonomik
problemlerin çözümüne yönelik bir adım olarak gerçekleştirdiği “muâhat olayı”
kelimenin anlamının da işaret ettiği üzere “din” kardeşliğine dayalı özel bir
kardeşlik olayıdır.[164] Hz. Muhammed’in bu eylemi
gerçekleştirirken kendine Hz. Ali’yi kardeş edindiği rivayet edilmekte ve
İmâmiyye Şia’sı bahsi geçen bu olayı ve buna dair Peygamber’in söylediği
sözleri imamet delili olarak göstermektedir. Buna göre Hz. Peygamber Ali’yi
kardeşi ilan ettikten sonra onun kendisinin dünya ve ahiret kardeşi olduğunu,
vasîsi, veziri, ümmetine halifesi, dinin uygulayıcısı ve öldükten sonra
yıkayıcısı olduğunu duyurmuş, Ali de bunu razı olarak karşılamıştır. Daha sonra
Hz. Peygamber onu minbere çıkartarak; “Allah’ım bu bendendir, ben de ondanım.
Dikkat ediniz, onun benim yanımdaki yeri, Harun’un Musa’nın yanındaki yeri
gibidir. Ben kimin mevlâsı isem, Ali de onun mevlâsıdır!”[165]
demiştir.
Şii
kaynaklarda çeşitli yer ve zamanlarda Hz. Peygamber’in Hz. Ali’yi kardeşi ilan
ettiği birçok rivayet bulunmaktadır.[166]
Tabâtabâî’nin naklettiği bir rivayete göre Gadîr-i Hum’da geçen mevlâ hadisi,
Veda Haccı dönüşü Davcan denilen bir yerde zikredilmektedir. Hz. Peygamber
burada konaklama kararı almış ve Hz. Ali’nin vasiliğini duyurmuştur. “Ben kimin
mevlâsıysam Ali de onun mevlâsıdır.” dedikten sonra şöyle devam etmektedir:
“Allah’ım ona dost olana dost düşman olana düşman ol. Ona yardım edene yardımcı
ol. Onu terk edeni yüz üstü bırak. Çünkü o bendendir ben de ondanım. O benim
için Harun’un Musa nezdindeki mesabesindedir. Ancak benden sonra peygamber
gelmeyecektir.”[167] Daha birçok olayla
ilişkilendirilen bu rivayet, farklı zamanlarda Peygamber’in Ali için söylediği
sözlerin bir araya getirilmesiyle oluşmuş gözükmektedir.[168]
“Ali’nin
bana yakınlığı Harun’un Musa’ya yakınlığı menzilesindedir. Şu kadar ki benden
sonra Peygamber yoktur.”[169] şeklinde çeşitli Ehl-i Sünnet
kaynaklarında da yer alan rivayet kesin olarak bir zaman ve mekana
atfedilememektedir. Hz. Peygamber’in sağlığında Hz. Ali için böyle bir ifade
kullanması bu görevin onun ölümünden sonra da geçerli olduğunu göstermemekte,[170] dolayısıyla Hz.
Ali’nin imameti için delil bulma maksadına, bir dönem arama çabası
izlenimlerini taşımaktadır.[171]
Hayber’in
fethi esnasında Hz. Peygamber’in; “Allah’ı ve Resulünü seven, onların da onu
sevdiği...” şeklinde Hz. Ali için söylemiş olduğu sözler, İmâmiyye’nin imamet
hususunda üzerinde durduğu rivayetlerden biridir.
Hayber hadisi
olarak da bilinen sancak hadisi rivayetinde, Hz. Peygamber’e kuşatma sırasında
sancaktar olarak Hz. Ali eşlik etmekteydi. Ali’nin rahatsızlanması üzerine Hz.
Peygamber sancağı önce Ebu Bekir’e vermiş ancak başarılı olamamıştır.
Sonrasında Ömer’e vermiş ve o da başarılı olamamıştır. Bunun üzerine Hz.
Peygamber ashaba, ertesi gün sancağı Allah ve Resulünü seven, onların da onu
sevdiği bir kimseye vereceğini söylemiş ve Ali’yi çağırmıştır. Peygamber’in
rahatsızlığını gidermesinden sonra sancağı Peygamber’den teslim alan Ali[172] görevinde başarılı
olmuş, Merhab adındaki güçlü düşman askerini öldürmüş ve Hayber fethedilmiştir.
“Allah’ı ve Resulünü seven, onların da onu sevdiği...” şeklinde Hz.
Peygamber’in Ali için söylemiş olduğu ifade ve Ali’nin hadisedeki başarısı,
İmâmiyye tarafından Ali’nin diğer sahabeye göre efdal olduğu ve imametine
işaret ettiği iddiasında kullanılmaktadır.[173]
Hz. Ali’nin
kendisine sancak verilmesinin akabinde başarılı olmasıyla imameti arasında bir
bağlantı kurulması sahabeden diğer sancak verilmiş olanların neden bu konumdan
uzak tutulacağı fikrini akıllara getirmektedir. Nitekim İmâmî âlimler Basra’da
sancağın Muhammed b. Hanefiyye’ye verilmesinin onun imametinin delili
olabileceğini reddetmektedirler. Nitekim Müfîd bu hususta, sancağın verilen
kişinin imametine delil olması kanaatinin bir cehalet olduğunu ifade
etmektedir.[174]
Gadîr-i Hum,
Veda Haccı dönüşü Hz. Peygamberin bir süre konaklaması vesilesiyle bazı
cümeleler sarfettiği; özellikle Şii gruplarca önem atfedilen tarihi yerin adı
olarak bilinmektedir.
Hum göleti
şeklinde ifade edilen Gadîr-i Hum mevkii, Mekke ile Medine arasındaki Cuhfe’ye
4 km uzaklıktaki yerin adıdır. Gadîr (jp^) sözcüğü Arapça bir kelime olup
gölet, gölcük manasına gelmektedir. Bölgede sık yağan yağmurlar buranın
bataklık ve sazlık haline gelmesine neden olmuştur.[175]
“Hum” adını bataklık olmasından dolayı aldığı söylenmektedir.[176]
Şii
kaynaklarda belirtilen bilgiye göre Gadîr-i Hum iklimin elverişsizliği
sebebiyle kervanların konaklamaya müsait olmadığı[177]
ve yolların ayrıldığı bir yerdir.[178]
Yakınındaki Cuhfe’nin kuzeyinde, Medine ve Irak; batısında Kızıldeniz ve Mısır;
güneyinde ise Yemen yolu bulunmaktadır.[179]
Burada yaşayan kabilelerin nüfusunun pek fazla olmaması, aşırı sıcaklık ve
otlakların bulunmaması bölgenin ikamet etmeye uygun olmadığını ancak bölgeden
geçenlerin uğrak yeri olması dolayısıyla konaklanan bir yer olduğunu
göstermektedir.[180]
Gadîr-i Hum
Hz. Ali’nin imametini temellendirme açısından Şii gruplarca tarihi önem
atfedilen bir mekân olarak karşımıza çıkmaktadır. Şia’ya göre aslında
dinlenmeye elverişli bir yer olmadığı halde Hz. Muhammed’in Gadîr-i Hum denen
yerde konaklama kararı almasının sebebi Cebrail’in indirdiği: “Ey Peygamber,
Rabb’inden sana indirilen buyrukları tebliğ et. Eğer onları tam anlamıyla
tebliğ etmezsen O ’nun verdiği elçilik görevini yapmamış olursun. Elçilik
görevini yaptığın sürece Allah seni kâfirlere karşı hep koruyacaktır. Bilesin
ki Allah kâfirleri emellerine kavuşturmaz!” (Maide 5/67) mealindeki
ayettir. Şia nezdinde bu ayet, Hz. Peygamber’in Hz. Ali’yi imam olarak halka tanıtmasını
ve onun velayetini tebliğ etmesini emreden ve ona itaati farz kılan ilahi
emirdir.
Ayetin
nüzulünden önce Hz. Peygamber hac yapma kararı almış ve beraberindeki
müminlerle Mekke’ye hareket etmiştir. Hicretin 10. yılında yapılan bu hac
Peygamber’in son haccıdır. Bu nedenle “veda haccı” olarak bilinir ve
“Haccetü’l-kemal”, “Haccetü’l-temam”, “Haccetü’l-belağ”[181]
isimleriyle de anılır. Şii kaynaklara göre veda haccına Peygamberle birlikte
çok sayıda Müslüman katılmıştır. 90 bin ile 120 bin arasında hacının
peygamberle Arafat’ta bulunduğu[182] verilen bilgiler
arasındadır.
Resulullah
(s.a.s) haccını tamamlayıp geri dönmek üzere yola çıktığında Gadîr-i Hum denen
mevkide konaklama kararı almıştır. Birbirine yakın olmakla birlikte farklı
tarihler verilse de Zilhicce ayının on sekizi perşembe günü,[183] Tabâtabâî’de geçen
başka bir bilgiye göre on dokuzu[184]
kabul görmüş tarihler arasındadır.[185]
Hacc’dan dönen
ilk grup Cuhfe’ye yaklaştığında Hz. Peygamber önde gidenlerin geri dönmesini ve
geride kalanların da onlara yetişmesini emretti. Çok sıcak bir gündü öyle ki
insanlar elbiselerini sıcaktan korunmak için kullanıyorlardı. Hz. Muhammed
orada bulunan ağaçların altının süpürülmesini emretti ve öğle namazını
kıldırdı. Daha sonra insanlara şöyle hitap etti: “ Ey insanlar! Benden önce
gönderilen hiçbir peygamber yoktur ki, Allah ona belirli bir ömür vermiş
olmasın. Bu ömrü tamamlayınca Allah onları çağırır, onlar da Allah ’ın
çağrısına uymuşlardır. Beni çağırması ve benim de bu çağrıya icabet etmem
yakındır. Sizlere onlara sıkıca sarıldığınız zaman yolunuzdan şaşmayacağınız
iki şey bırakıyorum: Allah’ın kitabı ve Ehl-i beytim. Bu ikisi havuz kıyısında
bana ulaşıncaya kadar birbirinden ayrılmazlar. Ondan sonra şöyle devam
etti: “Ben sizler için nefislerinizden evla değil miyim? Oradakiler evet
dediler. Hemen arkasından Hz. Ali’nin kolundan tutar vaziyette şöyle dedi: “Ben
kimin mevlâsıysam Ali de onun mevlâsıdır. Allah ’ım ona dost olana dost, düşman
olana düşman ol. Ona yardım edene yardım et, onu yardımsız bırakanı yardımsız bırak.”[186]
İnsanlar henüz
dağılmamışlardı ki Allah-u Teâla şu ayeti indirdi; “...Bugün dininizi sizin
için tamamladım, nimetlerimin tamamını size bahşettim ve sizin için din olarak
Islâm'ı uygun gördüm. Kim gönülden günaha yönelmiş olmamak üzere, açlık halinde
dara düşerse, haram etlerden yiyebilir. Çünkü Allah çok bağışlayıcıdır; çok
merhamet edicidir.”(Maide 5/3)[187]
Daha sonra orada bulunan insanlar birer birer gelerek Hz. Ali’yi tebrik ettiler
ve onun imametini kutladılar. Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer ilk kutlayan
kimselerdendiler. Onu şu sözlerle tebrik ettiler: "Bu makam sana kutlu
olsun ey Ebu Tâlib’in oğlu! Sen, her mümin erkek ve kadının mevlâsı oldun”.[188] Hz. Ömer’in Hz. Ali’nin
velayetini tasdik ettiğine dair Şia kaynaklarında başka rivayetler de
mevcuttur. Bunlardan biri şöyledir: “Bir gün Ömer’e “Sen Ali’ye Peygamber’in
(s.a.s) ashabından hiçbirine göstermediğin saygıyı gösteriyorsun!” denmiş o da
şöyle cevap vermiştir: "Çünkü o benim mevlâmdır.”[189]
Delil olarak gösterilen başka bir rivayette ise şu olay anlatılmaktadır: İki
bedevi anlaşmazlığa düşmüş, Hz. Ömer’e şikâyete gelmişlerdi. Hz. Ömer, Hz.
Ali’den onların arasında hüküm vermesini rica etti. Onlardan biri, “Bu mu bizim
aramızda hüküm verecek?!” dedi. Hz. Ömer adamın üzerine fırlayıp yakasına
yapıştı ve “Vay sana! Bunun kim olduğunu bilmiyor musun? Bu senin ve her
müminin mevlâsıdır. Bunun mevlâsı olmadığı kimse mümin değildir.” dedi.[190]
Gadîr olayının
vuku sırasında Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer dışında orada bulunanlardan biri de
şair Hasan b. Sabit olarak aktarılmaktadır. Rivayet edildiğine göre o, yaşanan
durum üzerine şiir söylemek için Hz. Peygamber’den izin aldı. Hz. Muhammed ona;
“Söyle, Allah kalbine onu ilham eder” buyurdu. Bunun üzerine Hassan b. Sabit şu
beyitleri okudu:
“Gadîr günü Peygamberleri haykırıyordu onlara
Hum mıntıkasında ve nebî ne değerli haykırıcı idi! Ben sizin
veliniz ve mevlânızım öyle mi? derken. Onlar hiç çekinmeden şöyle dediler:
“Senin ilahın mevlâmız, sen de velimizsin
İnsanlar içinde buna isyan eden kimse bulamazsın.”
Dedi ki ona: Kalk ey Ali, çünkü ben,
Benden sonra imam ve yol gösterici olarak sana razı oldum.”[191]
Şii
literatürde Hz. Ali’nin velayetine en önemli delillerden biri olarak gösterilen
tebliğ ayeti daima mevlâ hadisiyle birlikte zikredilmektedir. Hz. Peygamber’e “ ...sana indirileni tebliğ et, bunu
yapmazsan görevini yerini
getirmemiş
olursun..!” mealindeki ayetin inme sebebi aslında peygamberin korkmasından
ve bazı durumlardan çekinmesinden kaynaklanıyordu.[192]
Nitekim Şii kaynaklarda Hz. Muhammed’in açıklamaktan sakındığı durum Hz.
Ali’nin vasiliği meselesiydi. O, Hz. Ali’nin kabul görmemesinden yahut ona
karşı düzenlenecek bir suikast ihtimalinden dolayı İslam devletinin yara
almasından korktuğu için velayet meselesini halka açamamıştır. Emrin tebliğini
ertelemeye devam etmesi üzerine nihayet Maide Suresi’nin 67. ayeti nazil olmuş
ve Hz. Peygamber’in bu ayeti ertelemesine izin verilmemiştir.[193] Ayetin devamında zikredilen “Allah
seni insanlardan koruyacaktır” ibaresi Hz. Peygamber’in korkularından
kurtularak görevini yapmasını sağlamıştır çünkü böylece O, Kureyş’in hilafet
meselesine dair yapabileceklerinden korunmuş olacaktı.[194]
Ehl-i Sünnet âlimlerinin kanaatine göre siyak ve sibak göz önünde
bulundurulduğunda ayetin nüzul sebebi; Hz. Peygamber’in Kureyş’ten değil,
Yahudi ve Hristiyanlar’dan çekinmesidir. Şiî müellif Emini, Şia’nın hiçbir
zaman Hz. Peygamber’in vahyi sakladığını iddia etmediğini ancak O’nun tebliğin
özel zaman ve şartlarının olduğu bilinciyle hareket ettiğini[195] söylese de Ehl-i
Sünnet’in bu görüşünü reddetmektedir. Ona göre Hz. Muhammed’in ehl-i kitaptan
çekinmesi ancak bi’setin ilk yıllarında, ya da en fazla hicretten kısa bir süre
sonraya kadar sürmüş olabilir. Çünkü artık peygamberin ömrünün son yılları
İslam Devleti’nin büyük bir güce kavuştuğu zamanlardır.[196]
Dolayısıyla İmâmiyye için, Hz. Peygamber’in ayetteki uyarının muhatabı
olmasının nedeni O’nun velayet ayetini geciktirdiği şeklindeki kanaattir. Şii
müfessir Tabâtabâî’ye göre velayet hükmünü içeren ayet Gadîr-i Hum gününden
birkaç gün önce inmiştir. Ayetin arife günü inmiş olması hükmün velayetle
ilgili olmasına mani olmamaktadır. Buna göre Hz. Peygamber bahsi geçen ayeti
Arife günü okumuş ancak velayet hükmünü Gadîr-i Hum gününde açıklamış olabilir.
Gadîr-i Hum gününde indiğine dair olan rivayetler değerlendirilecek olduğunda
ise Hz. Peygamber’in tebliğ ettiği meseleyle ilgili yeniden okumuş olmasından
kaynaklı ilk kez nazil olmuş gibi algılanması mümkün gözükmektedir.[197]
İmâmiyye
Şia’sına göre tebliğ ayeti olarak bilinen “Rabbinden sana indirileni tebliğ
et” ifadesiyle Hz. Peygamber velayeti artık duyurmuştur. Böylece din kemale
ermiş bulunmaktadır. Ardı ardına nazil olan farzların sonuncusu velayettir;
Allah, namazı, zekâtı, orucu ve haccı farz kıldığı gibi Ali’nin velayetini de
farz kılmıştır. [198] “Bugün sizin
için dininizi kemale erdirdim ve sizin üzerinizdeki nimetimi tamamladım.”
ifadesi dinin Ali b. Tâlib’in velayetiyle kemale erdiğini beyan etmektedir.[199]
Gadîr-i Hum
hadisesinin merkezinde yer alan Gadîr hadisi yahut Mevlâ hadisi içerdiği mevlâ
kelimesiyle mevzunun esas noktasını oluşturmaktadır. Kelimenin anlam olarak
geniş bir ifade kapasitesine sahip olması Şii ve Sünni ihtilaf sebebinin
ekseriyetini oluşturmaktadır. Hadisin kabulü hususunda iki ekol arasında
belirgin bir problem yaşanmamakta ancak kast edilmek istenen ana mesajın
anlaşılmasında ayrışma söz konusu olmaktadır. Nitekim kelimenin
anlamlandırılmasında İmâmiyye Şia’sı imamet eksenli oluşturduğu çizgiyle
hareket ederken, Sünni müellifler kelimeyi “sorumluluk üstlenen” olarak değil
“dost/yakın” manasında kabul etmekte ve rivayetleri bu mana çerçevesinde
değerlendirerek yorumlamaktadır.[200]
İmâmiyye
Şia’sına göre Mevlâ kelimesi “layık, ehil, hak sahibi gibi anlamlar içeren
“v-l-y” kökünden türemiş olup bahsi geçen mevlâ hadisinde itaat edilmesi gereken
imam anlamında kullanılmıştır.[201] Şii âlimler bu kelimenin
üzerinde fazlaca durmakta ve delil olarak sundukları naslarda geçen bu
kelimenin “vekil kılınan kişi” manasına geldiğini iddia etmektedirler.[202] Mevlâ kelimesi için yirmiden
fazla anlam zikredilmekte olup; malik, köle, sahip, amcaoğlu, komşu, oğul,
amca, misafir, yönetici, rab, yardımcı, nimet veren, dost, yardımcı anlamlarına
gelmektedir.[203] Mutahharî bu
sözcüğün yirmi yedi anlama geldiğini dile getirmiş ancak bütün bu manaların
birbirinden bağımsız olmadığını belirtmiştir.[204]
Kelimenin tüm Ehl-i beyt mensuplarınca imamet ve otorite anlamına geldiğini
ileri süren Şii Müellif Müfîd, mevlâ kelimesinin “el-evla bi’t-tasarruf’ (bir
şeye öncelikli olarak layık olma), köle sahibi, azad olunmuş köle, köle azad
eden kişi, amcaoğlu, yardımcı vb. anlamlarına geldiğini ancak hadiste
kastedilen anlamın bir şeye öncelikli olarak layık olma anlamında
kullanıldığını belirtmekte ve Hz. Ali’nin bu işe en layık kimse olduğunu
söylemektedir.[205] Dolayısıyla Müfîd’e göre Hz.
Ali’nin faziletinden bahseden ve onu öven tüm naslar kendisinin velayetine
işaret etmektedir.[206] O, Gadîr’de geçen "Ey
insanlar! Ben kimin mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır" hadisini bizzat
imamet delili olarak zikretmektedir.[207]
Burada Gadîr
hadisi münasebetiyle aynı zamanda Gadîr’le ilişkilendirilen ve imamet delili
olarak da zikredilen Sakaleyn hadisinden de bahsetmek gerekmektedir. Yukarıda
verdiğimiz gibi bazı rivayetlerde “...Size iki şey bırakıyorum, onlara sıkı
sarılırsanız yolunuzu şaşırmazsınız; Kur’an ve ıtretim (Ehl-i Beyt’im).”[208] şeklindeki
Sakaleyn hadisi, Gadîr hadisi ile birlikte zikredilmektedir. Ancak Sünni
kaynaklarda da geçmekle birlikte nerede ve ne zaman söylendiği Şii kaynaklarda
da mutabık olmayan bir durumdur. Değişik kanallarla gelen bu hadisi Hz.
Peygamber farklı yerlerde zikretmektedir. Buna göre bazı rivayetlerde Veda
Haccı’nda Arafat’da, bazısında Medine’de hasta yatağındayken, bazısında Gadîr-i
Hum’da, bazısında da Taif’ten döndükten sonra yaptığı bir konuşmasında[209] bu hadisi zikretmektedir.
Şii
müelliflerin kendileri nezdinde olmasının yanı sıra Sünnilerce de “mütevatir”
olduğunun kabulünde ısrarcı oldukları[210]
Gadîr-i Hum olayı Ehl-i Sünnet kaynaklarında, bahsedildiği kadar yaygın ve
ayrıntılı bir şekilde geçmemektedir.[211]
Şii kaynaklarda
belirtildiğine göre rakamlar değişmekle birlikte Gadîr hadisini sahabeden 110
kişi, tabiînden yaklaşık 80 civarı kişi rivayet etmektedir.[212]
Allame Şerüfüddin’e göre o gün orada büyük bir topluluk bulunmaktaydı ve
hepsi bu hadisi Hz. Peygamber’den işittiler. Öyle ki onların sayıları 100 bini
aşmaktaydı.[213]
Fığlalı’nın
aktardığına göre İbn Hişam, Taberî, İbn Sad gibi ilk devir siyer ve İslam
Tarihi müellifleri Gadîr-i Hum hadisesini ya hiç zikretmemekte ya da yalnızca
Hz. Peygamber’in burada konakladığı bilgisi vermektedir. Yakubi, İbn Kesir,
Suyûtî, Muhibbu'd-Din et-Taberi, Tirmizî, İbn Hanbel, el-Hakîm en-Neysaburî,
Nesâî, İbn Mace, Müslim gibi tarihçi ve muhaddisler, bu olaydan Sakaleyn hadisi
dolayısıyla bahsederler ancak hiçbiri Şii geleneğinin öne sürdüğü gibi Hz.
Ali’nin imamet ve velayetinin delili olarak değerlendirmezler.[214] Nesâî, İbn Kesir, Heysemî
gibi müellifler Gadîr hadisini neredeyse bütün varyantlarıyla ele almaktadır.
Çağdaş hadisçilerden el-Elbânî ise bu hadisi aralarında Ali b. Ebî Tâlib, Zeyd
b. Erkam, Abdullah b. Abbas, Enes b. Malik, Ebu Hureyre’nin aralarında
bulunduğu çeşitli ravilerden 26 tarikle aktarmaktadır.[215]
Diğer taraftan İbn Teymiyye gibi âlimler ise Gadîr-i Hum hadisiyle ilgili Şii
rivayetleri reddetmekle birlikte Sünni kaynaklarda geçenleri tamamen
reddetmemekte ancak zayıf hatta mevzu bulmaktadır.[216]
Ne tarih ne de tefsir kitabında Gadîr hadisiyle ilgili bir konuya rastlanmayan
Taberî’nin bu hususta hadisler naklettiğine dair Şii rivayetler bulunmakla
birlikte[217] bu hususta kesin bir bilgiye
rastlanmamaktadır. Ayrıca Taberî’nin kendisine isimce benzer olduğu bilinen
başka müelliflerce karıştırılmış olması göz önünde tutulmaktadır.[218]
Mevlâ
kelimesinin Sünnilerce vasilik anlamında kabul görmemesine sebep olan bazı
rivayetler mevcuttur. Onlardan biri şöyledir: Hz. Ali’nin torunlarından Hasan
el-Musenna’ya Hz. Peygamber “Ben kimin mevlâsı isem Ali’de onun mevlâsıdır”
dedi mi diye sorulduktan sonra şöyle cevap vermektedir: “Evet, ancak bununla
emirlik ve sultanlığı kastetmedi, şayet öyle olsaydı bunu daha açık bir şekilde
söylerdi. Çünkü Resulullah Müslümanların en fasih olanıdır, eğer mesele böyle
denildiği gibi olsaydı, 'ey insanlar, bu dini ve dünyevi işlerinizin velisi ve
benden sonra da size hükmedecek olandır, onu dinleyin ve itaat edin derdi.
Vallahi Allah ve Resulü bu iş için Ali'yi seçip Müslümanlara idareci yapsalardı
ve Ali de bunu yerine getirmeseydi, Allah’ın ve Resulünün emirlerini ilk
terkeden olurdu.” [219]
Diğer bir
rivayette ise şöyle geçmektedir: “Hz. Ali bir gün hasta olan Hz. Peygamber’in
yanından çıkmıştı. Orada olan Hz. Abbas, Hz. Ali’nin elini tutarak ona Hz.
Peygamber’in ölmek üzere olduğunu hatırlattı ve kendisinden sonra yerine halife
olarak kimi bırakacağını sormayı teklif etti. Bu işin kimde olup olmayacağını
bilmeleri gerektiğini şayet kendilerindeyse Hz. Peygamber’den, halka bizim için
tavsiyede bulunmasını isteyelim talebini dile getirdi. Bunun üzerine Hz. Ali
şöyle dedi: “Vallahi biz bunu Resulullah’a sorarsak, o da bize bunu vermezse
onun vefatından sonra başkası bize hâkimiyet vermez. Allah’a yemin ederim ki,
bunu Resulullah’tan istemeyeceğim.”[220]
Bu rivayetin Hz. Peygamber’in vefat ettiği gün olduğunu zikreden İbn Kesir,
böyle bir vukuun meydana gelmesini, Hz. Peygamber’in emirlik hususunda bir
vasiyette bulunmadığının göstergesi olarak görmektedir.[221]
Gadîr olayının
arka planında yatan sebeplere göz atacak olunduğunda hadisenin yaşanmasına
sebep olan bazı durumlar tespit edilmektedir. Konuyla ilgili çeşitli rivayetler
olmakla birlikte olay, Hz. Ali ve beraberindeki kimselerle yaşadığı tatsız
durumla ilişkilendirilmektedir. Buna göre Hz. Ali Veda Haccı’na Yemen dönüşü
katılmaktadır. Peygamber’e yetişmek için yola önden çıkarak ulaştığı Mekke’de
kafilesini karşılayan Hz. Ali ganimetten elde edilen elbiseleri askerlerin üzerinde
gördüğü için sinirlendi, komutanın askerlerin düzgün görünmelerini isteme
talebine rağmen üzerlerindeki elbiseleri çıkarttırdı ve yerlerine koydurdu.
Bunun üzerine Resulullah’a şikâyetçi oldular.[222]
Hz. Ali hakkında şikâyette bulunulmasıyla ilgili bir diğer rivayete göre Gadîr
hadisinin söylenmesine sebep olan olay; Hz. Ali’nin komutan olarak atandığı
savaşın ganimetlerinden bir cariyeyi kendisine almasıdır. Bu sebepten ötürü o,
Hz. Peygamber’e şikâyet edilmekte ancak Hz. Peygamber Hz. Ali’den taraf olmaktadır.[223] Hz. Ali’nin şikâyet edilmesi
sonucu Gadîr olayında Hz. Peygamber’in bir konuşma gerçekleştirmiş olması,
Sünni kaynaklarda yerini almakla birlikte, burada sarf edilen sözlerden velayet
ve imamet gibi bir durumun algılanmadığı görülmektedir.[224]
Ancak aktardığımız rivayetlerde çeşitli şekillerde geçen Hz. Peygamber’in Hz.
Ali için, onun kendisinden olduğunu, insanların velisi olduğu ve ona
kızılmamasını söylediği sözler bağlamı çerçevesinde değil de başka boyutlara
taşınarak Şia tarafından imamet ekseninde yorumlanmaktadır.[225]
Bu tarz cümleler ile Hz. Ali’nin imameti kastedilmiş olsaydı Hz. Peygamber daha
açık ifadeler kullanırdı. Nitekim bu hususta sahabe arasında açık ve mütevatir
bir nass ile Hz. Ali’nin imam olduğuna dair bir görüş gözükmemektedir. Ammâr b.
Yâsîr, Selman-ı Farisi, Ebu Zer el-Gıfarî, Mikdâd b. el- Esved gibi Ali yanlısı
olduğu iddia edilen sahabeden kimselerin Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer hakkında
olumsuz yönde bir davranış sarf etmemiş olmaları buna delil gösterilmektedir.[226] Sakîfe toplantısında yahut
bundan sonraki siyasi meselelerde bu durumun gündeme gelmiş olmaması da bunu
kanıtlamaktadır. Bu bağlamda Gadîr-i Hum denen yerde yaşanan şikâyetler de
göstermektedir ki Hz. Peygamber burada bazı itirazları cevaplandırmış ve Hz.
Ali’nin iyi niyetine vurgu yapmıştır.[227]
Gadîr Bayramı
Gadîr-i Hum
hadisine imamet perspektifi bağlamında çokça önem atfeden Şia, bugünü Hz.
Ali’nin imametinin ilanı münasebetiyle bayram kabul etmektedir.
Hz. Ali’nin
Gadîr-i Hum günü tüm Müslümanlara “veli” ilan edilmiş olduğunu söyleyen Şia, bu
günü, yani 18 Zilhicce gününü bayram saymakta ve kutlamaktadır.[228] Şia’ya göre bu gün Hz.
Peygamber tarafından bayram ilan edilmiştir. Bu da Gadîr hadisinin korunması
demektir. Gadîr günü geldiğinde iyi ameller fazla yapılır, hayırda yarışılır,
temiz elbiseler giyilir ve bayram olarak kutlanır. Her yıl tekrarlanan bu
durumla birlikte Gadîr hadisi de zikredilmekte ve böylece tekrarlanmış
olmaktadır. Dolayısıyla hadis elimize kesintisiz bir şekilde ulaşmış
olmaktadır.[229] Emini, Gadîr günü Hz.
Peygamber’in Hz. Ali’nin başına, imametinin bir göstergesi olarak taç koyduğunu
rivayet etmektedir. Bu sevinç gününde böylece velayetini teslim etmenin bir
göstergesi olarak bu taçlandırma gerçekleşmiştir. Hz. Peygamber’in Hz. Ali’nin
velayetini duyurmasından sonra orada bulunan halktan Hz. Ali’yi kutlamalarını
emretti, gün boyu süren bir kutlama merasimi oldu.[230]
Yine Emini Gadîr-i Hum gününü Hz. Peygamber’in bayram olarak andığı ve İmam
Sadık’tan aktardığı şu rivayeti nakletmektedir: “Gadîr-i Hum günü ümmetimin en
faziletli bayramıdır...”. Şia’ya göre Gadîr-i Hum bayramı Ehl-i beyt’in de
üzerinde önemle durduğu bir bayramdır. Öyle ki Hz. Ali hilafetine rastlayan bir
cuma gününde Gadîr münasebetiyle Allah’a görülmedik bir hamdü senada bulunduğu
ve eşi görülmemiş bir hutbe irad ettiği bilinmektedir.[231]
Şia nezdinde
Gadîr-i Hum gününün bayram olarak kutlanması Hz. Peygamber’in ilanıyla onun
döneminden itibaren başlamış olsa da Sünni müelliflere göre bu bayramın ilk
defa kutlanmaya başlaması hicri dördüncü yüzyılda Büveyhîler dönemine
rastlamaktadır. Halife Muizüddevle zamanında görülmeye başlayan kutlamalarda o,
Gadîr-i Hum gününün bayram gibi sevinçle kutlanmasını istedi. Bağdat’ın
süslenmesini, çarşı pazarların geceleri de açık kalmasını, mancınık kurulması ve
borazanların çalmasını ayrıca ateş yakılması ve meşalelerin kurulmasını
emretmiştir.[232] İbn Kesir el-Bidaye
adlı eserinde bu günü görülmesi gereken muhteşem bir gün olarak nitelendirmekte
ancak bunun çirkin bir bidat olduğunu zikretmektedir.[233]
Şiiler bugünün
önemine binaen yaptıkları hayırlı işlere ağırlık vermektedirler. Gadîr-i Hum
gününde iyi ameller yapmaya gayret edip, yoksullara yardım ederler, temiz
elbiseler giyerler,[234] camileri doldurup farz ve
nafile namaz kılarlar, Kur’an-ı Kerim okur ve dua ederler. Allah bugünde dini
kâmil kıldığı ve nimeti tamamladığı için ona şükrederler. Akrabalara ve
komşulara iyilik yaparlar. Hz. Ali’nin türbesini ziyaret ederek namaz kılıp
oruç tutarlar. Ziyaretlerde Gadîr-i Hum vakası anlatılır. Bu Şia arasında her
yıl tekrarlanan bir gelenektir ki hadisin mütevatir olduğu en ufak bir şüphe
içermez.[235]
Şiilerin
bugüne dair yaptıkları amelleri dayandırdıkları rivayetler mevcuttur. Bunlardan
biri oruçla ilgili olanlardır. Emînî’nin Kuleynî’den aktardığı bir rivayette
İmam Sadık’a Müslümanlar için Ramazan ve Kurban bayramından başka bayram olup
olmadığı sorulmuş o da bunlardan daha şerefli olan Hz. Ali’nin imam tayin
edildiği; “Ben kimin mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır.” denilen günün bayram
olduğunu belirtmiştir. Zilhicce’nin 18’i olduğunu söylediği bugünde kendisine
neler yapılmalı sorusu yöneltildikten sonra şunları söylemiştir: “Bugünde oruç
tutarak, ibadet ederek Allah’ı anın, Muhammed ve Ehl-i Beyt’ine salavat
getirin...” Başka bir rivayette: “Allah’a şükür ve hamd olarak oruç tutmanız
gerekir.” demektedir. Yine ona Gadîr-i Hum gününde oruç tutmanın sevabının ne
kadar olduğu sorulduğunda buna cevaben haram aylardan altmış ay oruç tutmaya
bedeldir demektedir.[236] İbn Kesir “Zillhicce’nin 18’i
oruç tutan kimseye altmış ay oruç sevabı yazılır” rivayetini naklettikten sonra
bunun doğru olamayacağını söylemektedir. Çünkü sahih hadiste geçtiği üzere
ramazan orucu on aylık oruca denk olurken tek bir günlük orucun bu kadar aydaki
oruçla eş değer görülmesi batıldır.[237]
Hz. Ali’nin
imametini ispat açısından delil gösterilmeye çalışılan hadiselerden biri de Hz.
Peygamber’in vefatı sırasında yaşandığı rivayet edilen kırtas hadisesidir.
Buhari ve Müslim’in kaydettiğine göre olay şu şekilde vuku bulmuştur: Hz.
Peygamber son hastalığında ağrısı şiddetlenince: “Yazı yazacak şey getiriniz,
size öyle bir kitap (vasiyetname) yazayım ki, ondan sonra hiç dalalette
kalmayasınız” buyurdu. Ardından Ömer b. Hattab: “Peygamber’in hastalığı
ağırlaştı. Bizim elimizde de Allah’ın kitabı vardır. O bize yeter, dedi. Bunun
üzerine oradaki sahabîler ihtilafa düştüler. Sözleri birbirine karıştı.[238] Şöyle ki: Onlardan kimi: Yazı
malzemesini yakınlaştırınız, Rasulullah size bir kitap yazdırsın ki artık ondan
sonra asla yolunuzu sapıtmayasınız diyor. Kimi de: Ömer’in dediği sözü
söylüyordu. Nihayet Rasulullah’ın yanında konuşmayı ve ihtilafı
çoğalttıklarında Rasulullah : “Yanımdan kalkın! Hiçbir Peygamber’in yanında
niza ve ihtilaf etmek doğru değildir.” buyurdu.[239]
Hz. Muhammed’in tartışanları yanından uzaklaştırdıktan sonra vasiyetini sözlü
olarak gerçekleştirdiğine dair rivayetler de bulunmaktadır. Müslim’in sahihinde
aktardığına göre Hz. Peygamber size üç şey vasiyet ediyorum: “Müşrikleri Arap
yarımadasından çıkarınız. Ben elçilere, heyetlere nasıl izin verip hediyeler
ikram ediyor idiysem siz de onlara öylece hediyeler vermek suretiyle hürmet
gösteriniz.” buyurmuştur. Üçüncü hakkında ise rivayeti aktaran İbn Cureyc: İbn
Abbas burada üçüncüden sükût etti yahut onu da söyledi de o bana unutturuldu demiştir.
Üçüncü vasiyetin kesin bir rivayete dayandırılmaması da ihtilafa yol açmış ve
farklı kesimler tarafından farklı rivayetlerle tamamlanma yoluna gidilmiştir.
Şia Hz.
Peygamber’in vasiyetinden kastının hilafet olduğunu ve vefatından önce yerine
Ali’yi imam olarak bırakmak istediğini iddia ederek bu rivayetleri ekollerinin
temelini oluşturan hilafet meselesine dayanak olarak görmüşlerdir. Onlara göre
Ömer ve Ebubekir Hz. Peygamber’in Ali’yi tayin edeceğinin farkına vararak
duruma engel olmuşlardır. Başka bir görüşe göre ise rivayetlerde yer almayan
Hz. Peygamber’in üçüncü olarak zikrettiği vasiyet Ali’nin imam tayin
edilmesidir. Tüm bu rivayet farklılıklarına rağmen Allah Resulünün bir vasiyet
yazdırmadığı konusunda ittifak vardır. Hz. Aişe’nin “Rasulullah ne bir dinar ne
bir dirhem ne bir koyun ne bir deve bıraktı ve hiçbir şey de vasiyet etmedi” [240] sözleri de bunu
desteklemektedir.
İKİNCİ BÖLÜM
ŞİÎ KAYNAKLARDA
İMAMET DELİLİ OLARAK GADİR-İ HUM
RİVAYETLERİ
İmâmiyye
Şia’sına ilişkin bir çalışmada her şeyden önce tarihsel süreç göz önünde
bulundurulmalıdır. Bu nedenle Şia inancının şekil almasında etkili olan
Ahbârilik ve Usûlîlik arasındaki farkın oluşturduğu görüş farklılıkları dikkate
alınmalı, bununla birlikte teşekkül sürecindeki Şia-Mu’tezile ilişkisi göz ardı
edilmemelidir.[241] Buradan hareketle ahbâri ve
usûlî anlayışın tefsir ve hadis ilimleri üzerindeki etkisinin Gadîr-i Hum
hadisesinin aktarımına tesiri daha kolay anlaşılacaktır. Bununla birlikte
Şiî-İmâmî gelenekte temel inanç meselesi olan imamet doktrininin Gadîr-i Hum
olayı ile açıklanmasında ahbâri ve usûlî yaklaşımın bir değişiklik meydana
getirip getirmediği, olayın günümüze gelişi açısından önemlidir. Böylece
başlangıcından günümüze Gadîr hadisesinin yorumlanışı ve olaya mezhebi
kaygılarla yaklaşımın olup olmadığı daha iyi gözlemlenecektir.
Emevî
yönetiminde yaşanan olumsuzluklar sırasında insanlar siyasi olarak boyun
eğseler de onların gönülden kırgınlıklarının ve Ali soyuna bağlılıklarının
devam ettiği bilinmektedir. Bu sevginin yönlendirdiği duygularla Ali ve soyunun
halifeliğine Kur’an’da işaretler arama yoluna gittikleri görülmektedir. Bir
zaman sonra bu çabalar tefsir metodunda Kur’an sanki sadece Ali ve soyunun
velayetini desteklemek amacıyla inmiş bir kitap haline gelmiş gözükmektedir.[242] Hz. Ali’ye atfedilen
Kur’an’ın kendi başına konuşan bir nitelik arz etmeyip insanlar tarafından
konuşturuluyor olması bu durumu kanıtlar niteliktedir.[243]
Şiî-İmâmî
âlimlerce kabul edilen görüşe göre Hz. Peygamberden sonra ikinci en büyük
müfessir Hz. Ali, sonra da onun evladıdır. Şiî-İmâmî anlayışa göre Kur’an’ı
yorumlayabilecek kimseler ilimde derinlik sahibi olan kimselerdir. Bu kimseler
de Peygamber’in gerçek vekilleri olan tüm peygamberlerin bilgisine mirasçı olan
İmamlar’dır. Onlar Kur’an’ın sahih olan yorumunu, geçmişe ve gelecekteki
olaylara ilişkin haberlerine ait açıklamasını içeren vahyin sırrına sahip
kimselerdir.
Dolayısıyla
Şiî tefsirin en önemli esası Kur’an’ın bir zahir yönü olmasının yanı sıra bir
de batın yönünün bulunmasıdır ki bu da Kur’an’ın görünen anlamının ötesinde
birçok göndermeleri olması demektir. Nitekim Cafer Sadık’tan aktarılan bir
rivayet; “Bir ayetin başı bir şey hakkında indirilmiş olabilir; ortasının başka
bir şey, sonunun daha başka bir şey hakkında inzal edilmiş olması mümkündür.”
şeklindedir.[244]
Yukarıda
bahsedilen Şiî inancın temellerinde etkili olmuş Ahbârî ve Usûlî anlayışın
Kur’an’ın yorumlanmasına etkisi göz önünde bulundurulduğunda “Sakaleyn
hadisine” temel referans kaynağı olan Ahbârîlik bu hadis doğrultusunda dini
hükümlerin tespitinde Kur’an ve ahbârın esas alınması gerektiği görüşünü
savunur. Bu anlayışa göre Müslümanların kıyamete kadar ihtiyaç duydukları her
şey Kur’an’da mevcuttur. Ancak herkes onu anlayıp yorumlayamaz. Dolayısıyla
zahiri hüccet değildir ve Kur’an’ın anlaşılması için İmamların ahbârına
başvurmak zorunludur. Gerçek anlam ve yorumu ortaya koymak Ehl-i Beyt
imamlarına mahsus olduğundan rey ile tefsir kesinlikle caiz değildir. Şiî
gelenekteki bu nassçı anlayış on ikinci imam Muhammed el-Mehdî’nin gaybete intikal
ettiği tarihten (260/874) hicrî dördüncü asrın sonlarına kadar hâkim olmuş
ancak bu dönemde sistematik bir yapıya kavuşmamıştır. Hicrî on birinci yüz yıla
gelindiğinde Esterabâdî kendisinden önce mevcut olan ahbârî düşünceyi
sistematik bir hale getirmiştir.[245]
Usûlî ekolüne
gelince Ahbârîliğin hüküm sürdüğü dördüncü asrın başlarında Ebu Sehl İsmail b.
Ali en-Nevbahtî (ö. 311/923) tarafından ilk tohumları atılmıştır. Mutezîli
düşünceye paralel bir düşünce yapısından yola çıkarak Şiî düşünceyi itikâdî planda
rasyonel bir zemine oturtma yolundaki ilk adımlar atılmıştır. Büyük gaybetle
birlikte nas döneminin artık sona ermiş olması ancak itikâdî ve fıkhî açıdan
ilerleyen zamanın şartlarında çözüme kavuşturulması gereken meselelerin sınırlı
sayıdaki ahbârla çözülmesini imkânsızlaştırmış dolayısıyla rey ve istidlali
gerekli kılmıştır.
Şeyh Müfîd
tarafından sistematik bir şekilde ortaya konulan daha sonra Şerif Murtazâ ve
Ebu Cafer et-Tûsî gibi meşhur âlimlerce olgunlaştırılan Usûlî düşünceye göre
Kur’an’ın zahirini hüccet saymamak kesinlikle yanlıştır. Nitekim tersi bir
düşünce Kur’an’ın açık ve anlaşılır bir Arapça ile nazil olduğunu bildiren
ayetlere aykırıdır. Kur’an sadece İmamlar tarafından anlaşılabilir bir kelam
olarak kabul edildiğinde hadisleri ona arz etme prensibinin hiçbir anlamı ve
işlevi kalmaz. Bununla birlikte İmamlar gelecek zamanda ortaya çıkması mümkün
ve muhtemel olan meseleler hakkında konuşmamışlardır. Bu sebeplerle içtihat ve
istidlal ile reyle tefsir meşru ve gereklidir. Bütün bunlardan yola çıkarak
Ahbârîlikteki tefsir anlayışı ahbâr ve nakle yani rivayete, Usûlîlikteki
anlayış ise daha ziyade reye yani dirayete dayanmaktadır.[246]
Bunlara ek
olarak yine Ahbârî ve Usûlî düşüncede zıtlaşma gösteren bir diğer mevzu
Kur’an’ın tahrif meselesidir. Tefsirin yorumlanmasındaki esasları anlayabilmek
açısından bu meseleye kısaca değinilecek olursa; bu problem bir ilke olmaktan
çok bir itham ve kavga noktası görünümündedir.[247]
İlk Şiî kaynaklarda tahrif ile ilgili Muhammed Bakır ve Cafer Sadık’tan
aktarılan bir takım rivayetleri Ahbârî ulemanın aktardığı bilinmektedir.
Bunlardan birine göre Hz. Muhammed sakladığı Kur’an sahifelerini Ali’ye haber
vermiş, ona sıkıca sarılmalarını emredip, Yahudilerin Tevrat’a yaptığını
Kur’an’a yapmamalarını buyurmuş, Ali de bu sahifeleri alarak derlemiş ancak
insanlara çıkarıp vermek istediğinde dikkate alınmamıştır. Başka bir rivayette
ise Ali’nin derlediği Kur’an’ı kabul etmeyen kimselerin başında Ebubekir ve
Ömer gelmektedir. Ali de bu Kur’an’a ancak vasilerinin dokunabileceğini ve Kâim
imamın onu tekrar ortaya çıkaracağını bildirmiştir. Ayyaşî’nin aktardığı başka
bir rivayette ise Ali, Osman ile birlikte Amr b. As’ın çalışmaları sonucu 900
harfin 300’ünü tahrif ettiklerini, 300’ünü değiştirdiklerini ve 300’ünü tebdil
ettiklerini söylemektedir.[248] Sonraki dönem âlimlerinden
Kaşanî, Kur’an üzerinde her türlü kasıtlı tahrifin yapıldığını ileri sürerek
bugün ellerinde bulunan Kur’an’ı neredeyse reddetmektedir. Onun ifadesine göre
Hz. Muhammed’den sonra Kur’an’ı cemedenler İmamlara işaret eden referansları
Mushaf dışında bırakarak manasını çarpıtmışlardır. Bu iddiaları sebebiyle
Kaşanî, İmamlara ait hadislerin ağırlığıyla ve Kur’an’ın otantikliğini savunan
İbn Bâbeveyh, Şerif Murtazâ, Tûsî ve Tabersî gibi ilim ve yüksek mevki sahibi
isimlerle de mücadele etmek zorunda kalmıştır. Bu yüzden Kaşanî kendisinin tahrif lehinde kullandığı argümanlarına bazı itirazlar
geldikten sonra elimizdeki Kur’an’ın doğru bir şekilde tefsir edildiğinde
toplumun günümüz ihtiyaçlarına yönelik cevapları kapsar nitelikte olduğunu ve
imamların vazifelerini içeren kanıtları kapsadığını belirtmek durumunda
kalmıştır. Usûlî düşüncenin tefsirdeki en belirgin yansıması rivayet
geleneğinin sorgulanması olduğundan Kur’an’ın tahrifine ilişkin rivayetler,
isnad zayıf veya haber-i vahid oldukları veyahut gâlî raviler tarafından
nakledildikleri gerekçesiyle reddedilmiştir. Ebu Cafer et-Tûsî kesinlikle
sadece tahrifi reddetmekle kalmamış aynı zamanda şu an ellerde bulunan
Kur’an’ın, Muhammed’in bıraktığı doğru ve otantik nüsha olmadığına dair her
türlü iddiayı da reddetmiştir. Çağdaş âlimlerden el-Hûî de tahrif iddialarını
kesin bir şekilde reddetmekte, Ali mushafında ek ifadeler bulunuyorsa bile
bunların Kur’an’dan sayılamayacağını çünkü Hz. Peygamber’in görevinin Kur’an’ı
insanlara tam olarak iletmek olduğu yoksa görevini tam yapmamış olma durumunun
ortaya çıkacağını söylemektedir.[249]
Hz. Peygamber
ve İmamlar, Şiî tefsirinin temel kaynağı olduğundan Şiî müfessirlerin ilk
halkası da İmamların öğrencilerinden oluşmaktadır. Ehl-i Beyt, imamlar
döneminin hicrî III. asrın ikinci yarısına kadar devam etmesi ilk halkanın bu
tarihe kadar uzamasını sağlamaktadır. On ikinci imamın hicrî 329/540 yılında
Büyük Gaybet’e çekilmesi ile Şia’da yeni dönem başlamıştır. İmamlar sonrası
dönem olarak isimlendirdiğimiz ve hicrî IV. asrın sonuna kadar devam eden
yaklaşık yetmiş yıllık bir zaman diliminde yetişen müfessirler ikinci tabakayı
oluşturmaktadır. Birinci ve ikinci tabaka müfessirler rivayet metoduna uygun
tefsirler telif etmişlerdir. V. asırdan itibaren Şia içerisinde meydana gelen
değişiklikler rivayet tefsirinin yerini dirayet tefsirine bırakmasına yol
açmıştır. 6 asır süren bu dönemden sonra tekrar canlanan Ahbârî düşünce ile
tekrar rivayet tefsirine dönülmüş, yaklaşık iki asırlık bir durgunluktan sonra
Usûlî düşünce tekrar eski günlerine dönmüş ve dirayet tefsiri Şiî çevrelerde
hâkim olmuştur. Bu durum günümüze kadar devam etmiştir. Böylece Şiî tefsirini,
geçirmiş olduğu değişimden hareketle zaman ve metot açısından İlk Dönem (I.
Rivayet Dönemi/ I-V. asır), Orta Dönem (I. Dirayet Dönemi/ IV-XI. asır), Son
Dönem (II. Rivayet Dönemi/ XI-XIII. asır), Çağdaş Dönem (II. Dirayet Dönemi/
XIV-XV. asır) olarak dörde ayırmak mümkündür.[250]
Çalışmamızın
bu kısmında, tefsirlerde Gadîr-i Hum meselesini yukarıda belirtildiği üzere
kronolojik sıraya göre sistematize edilmiş dönemlerden yola çıkarak ilk
müfessirlerden günümüze kadar gelişim ve değişimini ele alacağız. İlk dönem,
İmamlar dönemi ve hicrî 260 yılından IV. asrın sonlarına kadar olan zaman ise
İmamlar sonrası dönem şeklinde iki kısımda ele alınabilir. Nüzul döneminden
uzaklaşma sonucunda Kur’an ayetlerinin anlaşılmasında yaşanan problemlerin
İmamların yorumları ile çözümlendiği bilinmektedir. Bu dönemde anlaşılmayan ayetlerin
imamlara sorulmak suretiyle öğrencileri tarafından kayıt altına alındığı
görülmektedir. Şiî yaklaşıma göre İmamların sözleri de nas mukabilinden
sayılmakta ve onların yorumları ekleme yapılmadan not edilip ilk tefsirler
meydana getirilmektedir. İmamlar dönemi olarak adlandırılabilecek olan bu dönem
tefsirleri günümüze ulaşamamıştır. İsmine hiçbir Şiî kaynakta rastlanmayan
ancak dünyanın farklı kütüphanelerinde İmam Cafer Sadık’a nispet edilen İşârî
metotla yazılmış bir tefsir bulunmakla birlikte bu tefsirin kendisine ait
olduğu kesinleştirilememektedir. Hiçbir Şiî kaynakta yer almamasının yanı sıra
tefsirin senedindeki ravîlerin meçhuliyeti, tefsiri şüpheli konuma
düşürmektedir. İlk dönem Şiî tefsirlerinden biri olarak İmâmiyye’nin XI. İmam
Hasan el-Askerî’ye nispet edilen tefsiridir. Fatiha’dan Bakara Suresi’nin 282.
ayetine kadar olan bu tefsir İmam’a ait olup olmadığı Şiî âlimler arasında dahi
tartışmalı bir mevzudur. Rivayet tefsiri kategorisinde sayılabilecek bu tefsir,
senedinin problemli olması ve içerik olarak hatalar barındırması sebebiyle
imama aitliği tartışmalıdır.[251]
İmamlara
aidiyetinin şüpheli olmasının yanı sıra Cafer Sadık’a nispet edilen tefsirin
İşârî metotla yazılmış olması aynı zamanda sonraki dönem Şiî kaynakların bu
tefsirden iktibas yapmamaları, İmam Hasan el-Askerî’nin ise yalnızca Fatiha
Suresi ve Bakara Suresi’nin 282. ayetine kadar olan muhtevayı içermesi
dolayısıyla bu iki tefsiri Gadîr-i Hum olayının ele alınmasında inceleme alanı
olarak kullanmayacağız. Gadîr-i Hum mevzunu, İmamlar sonraki dönemi kapsayan ve
Şiî çevrede itibar görmüş en eski tefsirlerden başlayarak günümüze kadar ki
süreçte telif edilmiş olan yetkin tefsirleri ele alarak inceleyeceğiz.
İmamla
Şiîler arasında kesilen irtibat ile birlikte Ehl-i Sünnette çoktan kapanmış
olan nas dönemi Şia için de kapanmış oldu. Ortaya çıkan yeni sorun daha önce
İmamlar tarafından çözülen problemlerin nasıl çözüme kavuşturulacağı mevzunu
ortaya çıkardı. Bu sorunun İmamların ahbârı ile çözülmesi gerektiğini
savunanlar onların nakillerini bir araya getirmeye başladılar. Böylece Şiî
İmâmiyye’nin dört temel hadis kitabından ikisi olan Kuleynî’nin el-Kâfî’si
ve Şeyh Sâduk’un Men La Yehduruhu’l-Fakîh adlı eserleri bu dönemde
ortaya çıktı. Kur’an’ın anlaşılmasının ancak İmam’ın ahbârı ile mümkün olduğu
görüşü Şiî tefsirlerinde kendini göstermiştir. İmamların öğrencilerinin
doğrudan aktardıkları görüşleri II. halkayı oluşturan müfessirler herhangi bir
değişiklikte bulunmadan aktardılar. Rivayet tefsirinin devamı olan bu tefsirler
elimize ulaşmayan tefsirleri bize taşımış olması açısından önem arz etmektedir.
Kummî (ö. Yaklaşık 329/941), Ayyaşî, (ö. Yaklaşık 320/932), İbn Huccâm (ö.
328/939’dan sonra), Ebu Cafer el- Kummî (ö. 343/954)
ve Şeyh Sadûk (ö. 381/991) bu
dönemin en önemli
l.İlk
Dönem Şiî Tefsirlerde Gadîr-i Hum (I-IV. Asır)
Burada ilk dönem Şiî tefsir geleneğinden Furât el-Kûfi
(ö.310/922), Ayyâşî (ö.320/932) ve Kummî’nin (ö.329/941) tefsirlerinden örnek
verilecektir. a. Furât el-Kûfî
Tefsirinde Gadîr-i Hum
Asıl adı Furât
b. İbrahim b. Furât el-Kûfî olan müfessirin hayatı hakkında ilk dönem Şiî
kaynaklarda herhangi bir bilgi bulunmamaktadır. Gaybet-i Sugra yani III. asrın
sonu IV. asrın başlarında yaşamış bir müfessir olup, Kuleynî’nin çağdaşıdır.
Nisbesinden dolayı Kûfe’li olduğu bilinmektedir. Doğum yeri ve tarihi
kaynakların verdiği bilgi yetersizliğinden dolayı bilinmemekle birlikte çağdaş
araştırmacılar vefat tarihinin yaklaşık hicrî 310/922 civarında olduğu
görüşündedirler. İlmi kişiliği ile ilgili bilgi de mevcut olmamakla birlikte
tefsirinin başında öğrencisinin “Faziletli âlim, zamanının muhaddislerinin
üstadı” şeklindeki tanımlaması müfessirin kendi zamanında önemli bir yere sahip
olduğunu göstermektedir. Hiçbir kaynakta tefsirinden başka bir eseri anılmadığı
için başka bir telifinin olup olmadığı bilinmemektedir. Kimliğinin kapalı
olmasının yanı sıra Furât el-Kûfî’nin mezhebinin belirsizliği, Şiî İmâmiyye’ye
mensubiyetinin şüpheli olması, müfessir hakkındaki bilgi yetersizliğini ortaya
koymaktadır. İlk dönem Şiî Rical ve Fihrist kitaplarının sahipleri, Keşşî,
Necâşî, Tûsî ve Hıllî’nin eserlerinde Furât el-Kûfî’ye yer vermemesi onun
İmâmiyye’ye mensupluğunu şüpheye düşürmekle birlikte önemli Şiî âlimlerden Şeyh
Sadûk’un öğrencisi aracılığıyla Kummî ondan rivayet aktarmaktadır. Aynı zamanda
Zeydî âlimlerin kendisinden nakilde bulunduğu kaynakların varlığı ve Zeydî
düşünceye uygun rivayetler aktarması durumu karışık bir hale getirmekte ve
Furât el-Kûfî’nin İmâmiyye’den mi yoksa Zeydiyye’den mi olduğu sorusunu
cevapsız bırakmaktadır. Ancak son dönem Şiî âlimlerin onu tamamen sahiplenen
duruşları ve ondan övgüyle bahsetmeleri kendisinin İmâmiyye içerisinde
anılmasını makul hale getirmektedir.[253]
Mezhebi
kimliğinin belirsizliği ve ilk dönem Rical kaynaklarının kendisinden
bahsetmemiş olmasıyla birlikte Şiî-İmâmî literatürde yerini almış olması, İmâmî
âlimlerin kendisinden övgü ile bahsetmeleri ve kendisinden nakilde bulunmaları
Kûfî’nin tefsirini incelemenin gerekliliği kanaatini oluşturmaktadır. Bunun
yanı sıra Gadîr-i Hum olayından eserinde bahsediyor olması ve hadise ile ilgili
nakillerde bulunması Kûfî’nin tefsirinde yer alan bu nakilleri konu ile ilgili
bir çalışmada aktarmayı gerekli kılmaktadır. Çünkü Gadîr-i Hum olayının
yorumlanışı, İmâmiyye’yi diğer mezheplerden ayırıcı bir nitelik taşımaktadır.
Furât el-Kûfî
tefsirinde Kur’an’ın tamamını değil sırasıyla Fatiha’dan Nas’a kadar genellikle
Ehl-i Beyt hakkında nazil olduğuna inandığı ayetlerle ilgili rivayetleri
nakletmiştir. Bu yönüyle tefsir bir rivayet tefsiridir. Bu telifinde 126
kişiden rivayette bulunduğu görülmektedir. Tefsirde rivayetlerin çoğunun
senedinde Furât ile ilk ravi arasında bulunanlar düşürülmüştür.[254]
Furât
el-Kûfî’nin Maide suresini tefsir ettiği bölümde “Sizin veliniz ancak Allah
ve O’nun Rasulü ile rükû halinde zekât veren kimselerdir.” mealindeki 55.
ayetinde aktardığı rivayette, Gadîr-i Hum gününü zikretmektedir. Buna göre Ebu
Cafer bir gün Rasulullah’ın mescidinde oturuyorken “Sizin veliniz ancak
Allah ve O’nun Rasulü ile rükû halinde zekât veren kimselerdir!” (Maide
5/55) ayeti ile “Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et...””
(Maide 5/67) ayetinin Ali hakkında nazil olduğunu söylemekte ve Peygamber’in
Gadîr gününde Ali’nin elini kaldırarak “Ben kimin mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır.”
dediğini ifade etmektedir.[255]
Yine Maide
Suresi’nde “Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et.” ayetinin
tefsir edildiği bölümde Kûfî, ayeti Gadîr-i Hum günü ile ilişkilendirdiği bir
rivayet aktarmaktadır. Rivayetin kendisinden aktarıldığı Zeyd b. Erkam’ın
ifadesiyle bu ayet Ali’nin velayeti hakkında inince Hz. Peygamber Gadîr gününde
Ali’nin elini kaldırmış ve “Ben kimin mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır.
Allah’ım onun tarafında olanın yanında ol, ona düşman olana düşman ol.”
buyurmuştur.[256]
Ayetle ilgili
zikrettiği bir başka rivayette İmâmî kaynaklarda sıkça karşılaşılan Hz.
Peygamber’in velayeti duyurma konusunda kapıldığı korku ve endişeye yönelik
yorum göze çarpmaktadır. Duyduğu bir takım endişelerden dolayı vahiyle uyarılan
Peygamber yapamadığı velayet ilanını Gadîr-i Hum gününde gerçekleştirmiştir.
Furât el-Kûfî konuyla ilgili şunları aktarmaktadır: Ebu Cafer bir gün mescitte
otururken şöyle söyledi: Hz. Peygamber’e “Ben kimin mevlâsı isem Ali de onun
mevlâsıdır.” demesi gerektiği vahyolundu. O insanlardan korkunca “Ey
Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et.” ayeti nazil oldu. Hz.
Peygamber de bunun üzerine Gadîr gününde Ali’nin elini tutarak kaldırdı ve “Ben
kimin mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır.” diyerek bunu insanlara duyurdu.[257]
Kûfî’nin yer
verdiği bir diğer rivayette Ebî Abdullah’a bir gün Müslümanlar için Ramazan,
Kurban Bayramı yahut cuma günü ile arifeden daha önemli bir bayram olup
olmadığı sorulmaktadır. O bu soruya bunların hepsinden daha hayırlı olan bir
bayramın olduğunu onun da “Bugün size dininizi tamamladım.” (Maide 5/3)
ayetinin indiği gün olduğunu söylemektedir. O günün hangi gün olduğu
sorulduğunda, Benî İsrail peygamberlerinin kendisinden sonra bir peygamber
bırakacaksa o günü bayram yaptığını, Rasulullah’ın da Ali’yi imam ve önder
olarak bıraktığı ve dinin tamamlandığına dair ayetin indiği günün bu nitelikte
olduğunu ifade etmektedir. Bu günün senede hangi gün olduğu sorulduğunda ise
bunun değişebileceğini, ileri yahut geri gidebileceğini vurgulamaktadır. Ardından
bugünün Allah’ın insanlığa her şeyi tamamladığı gün olarak şükür günü diye
atfetmekte ve ibadet, namaz ile oruç önermektedir.[258]
Furât el-Kûfî, aktardığı bu rivayette Ali’nin velayetinden bahsetmekte, söz
konusu rivayetleri zikretmekte ancak Gadîr gününe dair herhangi bir atıfta
bulunmamaktadır. Şiî-İmâmî inancın imameti temellendirmede dayanak olarak “Bugün
size dininizi tamamladım...” ayetini esas aldığı ve dinin tamamlanmasının
velayet ile gerçekleştiğini savunduğu bilinmektedir. Bazı rivayetlerde dinin
tamamlandığını belirten bu ayet, Gadîr-i Hum gününde Hz. Peygamber tarafından
insanlara duyurulmuşken bazılarında ise veda haccında Cuma’ya denk gelen Arafat
gününde nazil olmuştur. Kûfî tefsirinde yer alan rivayetlerde ayetin Arafat
gününde indiği aktarılmaktadır. Buna göre İbn Abbas Peygamber’in son haccında
Cuma günü Arafat’ta Ali’yi müjdelediğini ve kendisi ile onun hakkında ayet
nazil olduğunu bu ayetin “Bugün size dininizi tamamladım.” ayeti
olduğunu bildirmiştir.[259]
Kûfî’nin
rivayetleri değerlendirildiğinde Gadîr-i Hum hadisesi Hz. Peygamberin velayeti
geciktirmesi üzerine Allah tarafından “Ey Peygamber! Rabbinden sana geleni
tebliğ et.” ayeti ile ikaz edilmesi üzerine gerçekleşmiştir. Hz. Peygamber
aldığı uyarı sonucu Gadîr-i Hum denen yerde insanlara “Ben kimin mevlâsı isem
Ali de onun mevlâsıdır.” diyerek velayeti ilan etmiştir. Bunun üzerine “Bugün
size dininizi tamamladım.” ayeti nazil olmuştur. Ancak Kûfî, bu ayetin veda
haccında arife günü nazil olduğunu ve Hz. Peygamber’in Ali’yi burada müjdelediğini
belirten rivayetlere de yer vermiştir. Şayet Peygamber Ali’yi Veda Haccı’nda
Mekke’de müjdeledi ise Allah tarafından uyarı alması ve Gadîr-i Hum denen yerde
duraklayarak velayet ilanını gerçekleştirmesi abestir. Ancak Şiî-İmâmî âlimler
bu tezatlıkları rivayetlerin birleştirilip yorumlanmasıyla gidermeye
çalışmışlar ve aradaki boşlukları farklı rivayetlerle doldurma yoluna
gitmişlerdir. Onlara göre “Bugün size dininizi tamamladım.” ayetinin
veda haccında inmiş olması hadiseyi sıkıntıya sokmamaktadır. Ayet veda haccında
inmiş olabilir ancak Hz. Peygamber velayet ilanını Ali’den başka kimseye
duyurmayı geciktirdiği için uyarılmış ve Gadîr-i Hum denen yerde bu görevi
yerine getirmiştir. Böylece din, Ali’nin tayinin gerçekleşmesiyle kemale ermiş
ve tam olmuştur.
Şiî-İmâmî
âlimler kendisinden övgü ile bahsetmiş olsalar da Zeydî düşünceye olan
yakınlığı Furât el-Kûfî’nin İmâmiyye’den olmadığı görüşüne ağırlık
kazandırmaktadır. Nitekim Zeydî düşünceye uygun rivayetlerin aktarıldığı
görülen tefsirde Kûfî, ilk altı Ehl-i Beyt imamı dışında diğerlerinden nakilde
bulunmamıştır. Bunun yanı sıra Ebu Hureyre gibi İmâmiyye’nin itibar etmediği
bir kimseden rivayette bulunması, İmam Zeyd’den imametin şartının kılıçla isyan
etmek olduğu ve evinde kapalı kapılar arkasında oturan kimsenin İmam
olamayacağına dair rivayet aktarması İmâmiyye Şia’sının imamet düşüncesine
tamamen zıt görüşlerdir.[260] Bunun yanı sıra
tefsirin ravisi olan Ebu’l-Kasım Abdurrahman b. Alevi el- Hüseynî’nin meçhul
bir şahıs olması ve ilk dönem Rical ve Fihrist kaynaklarında yer almaması ve
tefsirdeki rivayetlerin çoğunluğunun senetlerinin hazfedilerek Furât el Kûfî
ile ilk ravinin “mu’anan” lafzı ile birbirine bağlanması tefsirin
güvenilirliğini tartışılır hale getirmektedir. Nakilde bulunduğu Gadîr-i Hum
olayına dair rivayetler Şiî-İmâmî külliyata paralel düşünce ve yorumları
içermektedir. İmamet ilkesini bir esas olarak temellendirmede Gadîr-i Hum
hadisesinin merkez konumunda olması ayetlerin de bu perspektiften
değerlendirilmesine yol açmıştır. Şia açısından imametin kabulünün Şia’ya
mensubiyetin neredeyse yeterli olduğu fikrinden yola çıkarak Kûfî’nin imametin
temel taşı olan Gadîr-i Hum’u tefsirinde ele alması onun Şia’dan kabul
edilmesine ön ayak olduğu kanaatini oluşturmaktadır. Gadîr-i Hum gibi imamet
esasına bir yapılandırma konumunda olan mevzunun Kûfî tarafından zikredilmesi
onun Şia mensubu sayılmasına yeterli görülmüş gözükmektedir.
Tam adı Ebü’n-Nadr Muhammed b. Mesud b. Ayyâş
el-Ayyâşî es- Semerkandî olan müfessirin hayatı hakkında ilk dönem Şiî
kaynaklarda yeterli bilgiye rastlanmamaktadır. Şia nezdinde önemli bir yere
sahip ilk dönem müfessirlerden olmasına rağmen Ayyâşî’nin doğum yeri ve zamanı
hakkında da kesin bir bilgi mevcut değildir. Ancak Allame Tahrânî ve Hasan
es-Sadr, Kuleynî’nin ölüm yılı ve Keşşî’nin yaşadığı yıllara bakarak
Ayyâşî’nin hicrî 240 yılında doğduğunu belirlemişlerdir. Semerkand’da doğmuş
olmasından dolayı es- Semerkandî nisbesini almıştır. Fakat el-Ayyâşî nisbesiyle
meşhur olmuştur.[261] Vefat tarihi ise ihtilaflı
olmakla birlikte son dönem araştırmacılarına göre 320/932 olarak kabul
edilmektedir.[262]
Kaynakların
Ayyâşî’yi tanıtırken onun hakkında olumlu ifadeler kullandığı görülmektedir.
Tûsî’nin Rical adlı eserinde onu, doğunun en fazla ilim, fazilet, edeb,
anlayış sahibi ve zamanında mükemmel bir insan olarak tanımlaması onun Şia
açısından değerini ortaya koyar niteliktedir. Özellikle tefsir sahasında ön
plana çıkmış olması kendisinden sonra telif edilen birçok kaynakta izlerini
göstermektedir.[263]
Ayyâşî’nin
önceleri Sünnî olduğu sonradan Şia’ya geçiş yaptığı kaynaklarda yer alan
bilgiler arasındadır. İlk dönemde Sünnî itikadına göre yazmış olduğu eserler
bulunmaktadır. Çoğunluğu fıkıh olmakla birlikte tefsir, ahlak, tarih ve siyere
dair 200 eser telif etmiştir.[264]
Günümüze
ulaşan en eski tefsirler arasında en güvenilir sayılabilecek[265] olan bu eser aynı zamanda
müfessirin bize ulaşmış tek eseridir.[266]
Dönemin özellikleri göz önünde bulundurulduğunda daha iyi anlaşılabilecek bir
diğer özelliği tefsirin bir rivayet tefsiri olmasıdır. Muhtevası telif edildiği
dönemin özelliklerini kapsamlı bir şekilde yansıtmaktadır. Sözü edilen zaman
diliminde Şiî tefsirin ana hatta yegâne kaynağı imamların ahbârı idi.
Ahbâriliğin kendini yoğun olarak gösterdiği bu dönemde daha önce de
bahsedildiği gibi genelde dini hükümlerin tespitinde nasları anlama ve
yorumlamada imamların haberleriyle hareket edildiği bilinmektedir. Dolayısıyla
bu dönemde ictihad ve istidlâle açık kapı bırakmayan bir sürecin etkisi
görülmektedir. Ayyâşî’nin tefsiri de her bakımdan bu düşüncenin mahsulüdür.
Nitekim tefsirinde ona ait hiçbir izah bulunmamaktadır. Ayetlerle ilgili
rivayetleri nakletmekte ve herhangi bir tercihte dahi bulunmamaktadır. Bazen
bir konuda birçok rivayeti naklederken bazen de aynı konuda iki zıt rivayeti
aktarmaktadır. Hz. Peygamber ile birlikte başta Muhammed Bâkır ve Ca’fer Sâdık
olmak üzere Ehl-i Beyt imamlarından nakillerde bulunmaktadır. Çok olmamakla
birlikte sahabe ve tâbiunun görüşlerine de yer vermektedir.[267]
Tefsirin günümüze
ulaşan nüshaları Fatiha’dan Kehf Suresi’ne kadar olan kısmı ihtiva etmektedir.
Tefsirden ilk bahseden kişi Hâkim el-Hasekânî’de tefsirin tamamının var olduğu
bilgisi mevcut olsa da XI-XII. asır âlimlerinden Feyz el- Kâşânî, Huveyzî,
Bahrânî ve Meclîsî’nin sadece birinci kısmından rivayette bulunması, bu
tefsirin o dönemde de eksik olduğunu göstermektedir. Ehl-i Beyt kaynaklı
rivayetleri Kehf sûresine kadar genelde Ayyâşî’den nakleden Tabersî’nin, bundan
sonraki kısımda onu zikretmemesi söz konusu tefsirin Tabersî’ye de tam bir
şekilde ulaşmadığını düşündürmektedir. Sonraları eserin ikinci cildinden
bahsedilmiş olması tefsirin ikinci cildinin ilk dönem âlimlerine ulaşmadığını
ancak daha sonra ortaya çıktığı kanaatini oluşturmaktadır.[268]
Ayyâşî tefsirinin eksikliğinin tartışılmasının yanı sıra bir diğer sorun ise
senetlerinin hazfedilmiş olmasıdır. Müellifin kolaylık olması ve eserin
uzamaması amacıyla bu yöntemi izlemiş olması fikriyle birlikte kaynaklarda
tefsiri tensih eden kişinin senetleri aktarmaması durumu bilgisi mevcuttur.[269]
İmâmiyye’nin
zamanımıza intikal eden en eski tefsirleri arasında yer alan eser aynı
dönemlerde yazılan Furât el-Kûfî, Ali b. İbrahim el-Kummî ve Muhammed b.
İbrahim en-Numânî’nin tefsirleriyle birlikte ayrı bir öneme sahiptir. Özellikle
kendilerine nispet edilen tefsirleri günümüze ulaşmayan beşinci ve altıncı
imamların ahbârını bize ulaştırması ve Şia’nın ana kaynağı olan Ehl-i Beyt
rivayetlerini içermesi Gadîr-i Hum gibi büyük önem taşıyan bir meselede Ayyâşî
tefsirinde yer alan rivayetlerin ele alınmasını gerektirmektedir.
Şiî yaklaşımda
tam bir kanaatle Ali’nin velayetine yorulan Maide Suresi’nin 67. ayetini Ayyâşî
aktardığı rivayetlerle desteklemektedir. Ayetin tefsirinde yer verdiği
rivayette, Allah Peygamber’den Ali’nin velayetini insanlara duyurmasını istemiş
ancak Hz. Peygamber korkunca “Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ
et! Eğer bunu yapmazsan O’nun mesajını iletmemiş olursun.” ayeti
vahyolmuştur. Bunun üzerine Hz. Peygamber, Gadîr-i Hum günü Ali’nin velayetini
insanlara duyurmaktadır.[270] Yine Maide Suresi’ni tefsir
ettiği kısımda aynı ayet ile ilgili Ebu Cafer’den nakilde bulunduğu rivayette
Gadîr-i Hum ibaresine yer vermektedir. Bir önceki rivayetle paralellik arz eden
bu nakilde hadisenin daha ayrıntılı bir şekilde aktarımı söz konusudur. Hz.
Peygamber, Haccet’ül veda’da Cebrail’in kendisine gelerek Ali’nin velayetini
ilan etmesini bildirmiş olmasına rağmen insanlardan duyduğu çekince ile ilanı
geciktirince Allah tarafından “Ey peygamber! Rabbinden sana indirileni
tebliğ et...”” ayeti nazil olmuştur. Yaşanan gecikme Gadîr günü olarak
bilinen olayın gerçekleştiği Cuhfe’ye kadar sürmüştür. Vahyolunan ayet üzerine
Peygamber burada insanları namaz için toplayarak meşhur soruyu yöneltmektedir.
İnsanlara “Size sizden daha evla kim var?” diye sormuş, insanlar “Allah ve
Rasulü” cevabını vermişler ve bu üç kez tekrarlanmıştır. Bunun üzerine
Peygamber Ali’nin elini kaldırarak mevlâ hadisi olarak meşhur olmuş şu sözleri
söylemektedir: “Ben kimin mevlâsıysam Ali de onun mevlâsıdır. Allah’ım onun
yanında olanın yanında ol, ona düşman olana düşman ol, ona yardım edene sen de
yardım et. Ben ondanım o da benden. Onun bana menzilesi Harun’un Musa’ya olan
konumu gibidir, ancak benden sonra başka bir nebi yoktur.”[271]
Şiî inanç ekseninde yorumlanan ayetlerin Ayyâşî perspektifinde de bir farklılık
oluşturmadığı görülmektedir. “Ey peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ
et.” ifadesi surenin bağlamı dışında tutularak imamet doktrininin temeline
oturtulma yoluna gidilmiş ve Ali’nin velayetine yorulmuştur. Şia için Ali’nin
imametini destekleme niteliğinde görülen bu ayet Peygamber’in görevinin
eleştirilmesi durumunu göz ardı etmekte ve onun insanlardan korktuğu iddia
edilmektedir.
Ayyâşî Maide
Suresi dışında Berae Suresi’nin tefsirinde de Gadîr-i Hum’dan bahsetmektedir.
Cabir b. Erkam’dan aktardığı bu rivayette, Zeyd b. Erkam’a Fustat bölgesinden
bir adam gelerek Gadîr gününü sormaktadır. Bu nakilde Hz. Peygamber’in yaşadığı
korkuya ve onun çekincelerinin neler olduğuna dair bir açıklık getirildiği
görülmektedir. Bu günün Ali ve onun velayeti hakkında indiğini söyleyen Zeyd’in
aktardıklarına göre Cebrail Ali’nin velayet haberini Peygamber’e bildirmiştir.
O, insanları toplamış halde onlarla istişare ederken ağlamaya başlayınca
Cebrail, Allah’ın emrinden mi çekindiğini sorduğunda hayır cevabını vererek
Kureyş’in kendisine çıkardığı zorluklardan dolayı onların Ali’ye velayeti
vermeyecekleri endişesini taşıdığını dile getirmiştir. Bunun üzerine Cebrail
oradan ayrılıp “Ona bir hazine indirilse veya onunla beraber bir melek gelse
ya! demelerinden dolayı canın sıkılarak sana vahyedilen ayetlerin bir kısmının
tebliğini terk edecek değilsin ya! Sen ancak bir uyarıcısın. Allah her şeye
vekildir.” (Hud/12) ayetiyle geri dönmüştür. Peygamber Cuhfe’de iken ona “Ey
peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et...”” ayetini getirince
sıcaklığa rağmen insanları etrafına toplayıp bir deve üzerine çıkarak onlara
Arife günü Ali hakkında bir şey indiğini söylemiştir. Bunu daha önce
söylemeyerek görevini geciktirdiğini ve uyarıldığını bildirmiş, akrabalarından
taraf olmadığını ve onları kimseden ayırmadığını söyleyerek insanlara; onlara
kendisinden daha evla kim olduğunu sormuştur. Orada bulunanlar Allah ve Rasulü
cevabını verince Peygamber Ali’nin elini kaldırarak “Allah’ım ben kimin
mevlâsıysam Ali de onun mevlâsıdır. Onun tarafında olanın yanında ol, olmayanın
olma.” demiş ve üç kez tekrarladıktan sonra “işittiniz mi?” diye sormuştur.
“Evet” cevabını alınca bu hakkı ona teslim edip etmediklerini sormuş ve Allah’ım
ve Cebrail şahit olun demiştir. Zeyd bundan sonra yollarına devam ettiklerini
bildirmektedir.[272] Bu rivayet akabinde Ayyâşî,
Gadîr-i Hum günü velayet ilanına dair verilen tepkiler hususunda bazı nakiller
aktarmakta ve insanların bu durumu kabullenmek istemediklerini ortaya koyarken
ayetlerden destek almaktadır.[273]
Ayyâşî
tefsirindeki rivayetler bir bütün olarak ele alındığında Gadîr-i Hum hadisesi
Maide Suresi’nin 67. ayeti uyarınca gerçekleşmiştir. Cebrail, Hz. Peygamber
henüz Mekke’de veda haccında iken kendisine gelerek Ali’nin velayetini
insanlara duyurmasını istemiş ancak Peygamber insanların kendisini
yalanlamasından ve akrabalarını kolladığının düşünülmesinden korktuğu için
görevini geciktirmiştir. İkaz niteliğinde “Ey Peygamber! Rabbinden sana
indirileni tebliğ et...” ayeti nazil olunca Hz. Peygamber çok sıcak bir
günde Cuhfe yakınlarındaki Gadîr-i Hum mevkinde insanları etrafına toplamış ve
bir deve üzerine çıkarak insanlara hitab etmiştir. Onlara akrabalarını kayırıp
taraf tutmadığını belirterek Ali hakkındaki velayet haberini vermiştir. Burada
bulunanlara “Size sizden daha evlâ kim var?” diye sormuş, “Allah ve Rasulü”
şeklinde verilen cevaba karşılık “Ben kimin mevlâsıysam Ali de onun mevlâsıdır.
O bendendir ben de ondan. Onun bendeki menzilesi Harun’un Musa’ya olan konumu
gibidir. Allahım onun yanında olanın yanında ol, ona düşman olana düşman ol.”
diyerek görevini tamamlamış ve Ali’yi tayin etmiştir.
Ahbâri çizgiyi tefsirine tamamen yansıtmış olan Ayyâşî’nin
Gadîr-i Hum olayını aktardığı kısımlarda herhangi bir izah ve yorum yapmadan
rivayetleri naklettiği görülmektedir. Gadîr-i Hum’a dair zikrettiği rivayetler
birbirine paralel ve tamamlayıcı bir nitelikte olsa da bağlamından ayrılarak
münferit bir ayetle bir rivayeti bağdaştırmak başlı başına bir yorum ve
temellendirme çabası gibi gözükmektedir. Nitekim Ayyâşî tefsirinde Muhammed
el-Bâkır ve Ca'fer es- Sâdık’ın dilinden aktarılan birçok rivâyette âyet, imâm,
hüdâ, nûr, adl, ihsan, mizan gibi bazı Kur’ânî kelime ve kavramlar Hz. Ali ve
imamlarla özdeşleştirilmiştir. Ayetlerin ele alınma şeklinden Kur’an’daki
birçok ayetin Ali ve evladı hakkında imameti kapsayan meselelerle ilgili olduğu
bir anlayış ortaya çıkmış olması söz konusudur. Bu da ayetlerin Gadîr-i Hum
rivayetlerine bir dayanak oluşturmaya çalışıldığı izlenimini vermektedir.
Bununla birlikte Ayyâşî tefsirindeki rivayetlerin senetlerin hazfedilmiş olması
aktarılan haberleri tartışmaya açık bir hale getirmektedir. Ahbârîlere göre
imamdan gelen bir haber taşıdığı değer itibariyle tenkide maruz bırakılamayacağından
bu durum birçok zayıf ve uydurma haberin kaynaklarda yer almasına neden
olmuştur. Nitekim Ayyâşî tefsirinde Kur’an’ın tahrifini iddia eden rivayetlerin
bulunuyor olması bunun ayrı bir göstergesidir.[274] c. Kummî
Tefsirinde Gadîr-i Hum
Tam adı Ali b. İbrahim b. Hâşim olan müfessirin
künyesi Ebu’l Hasen’dir. Nerede ve ne zaman doğduğu hakkında kesin bir bilgi
mevcut değildir. İlk tahsilini nerede ve kimden aldığı bilinmemekle beraber
tefsirinin en önemli kaynağı olan babası İbrahin b. Hâşim’in hocaları arasında
yer alması ilk tahsilini ondan aldığı ihtimalini güçlendirmektedir.
Vefat tarihi de bilinmemekle birlikte Şeyh Sâduk’un Uyûnu Ahbâri’r-Rıza
adlı eserinde verdiği bilgiye istinaden Kummî’nin hicrî 307 yılından sonra
vefat ettiği anlaşılmaktadır. Çağdaş araştırmacılar onun 329 yılında vefat
ettiğini kaydetmektedir. Şia’da önemli bir yere sahip olan Kummî’nin
kendisinden sonraki âlimler üzerinde etkisi görülmektedir. Nitekim kendisinden
sonra yazılan Şiî tefsirlerde ondan yapılan alıntılar çokça görülmektedir.[275] İlk dönem müfessirlerinden
olması ve kendisine verilen öneme binaen sonraki dönem tefsirlerde onun
izlerini görmek, Gadîr-i Hum hadisesi ile ilgili rivayetlerin bu tefsirde ele
alınışını incelemeye yöneltmektedir.
Rivayet
tefsiri kategorisinde değerlendirilen Kummî tefsiri geniş ölçüde rivayetlerden
yararlanmaktadır. Ancak Kummî’nin görüşlerinin ağır bastığı görülen tefsir bu
açıdan bakıldığında tipik bir rivayet tefsirinden uzak gözükmekte ve dirayet
tefsiri olarak değerlendirilebilmektedir. Kummî ulaşabildiği rivayetleri bazen
ayetin tefsiri olarak naklederken bazen de kendi görüşüne delil olarak
kullanmaktadır. Ahbârî çizgiye paralel olarak tefsirinin temel kaynağı Hz.
Peygamber ve Ehl-i Beyt imamlarıdır. İmamlardan da en fazla Muhammed Bâkır ve
Câfer Sâdık’ın görüşlerine yer vermektedir. Bizzat kendisinin yazdığı tefsirde
müfessirin yanı sıra iki kişinin daha tefsirine rastlanmaktadır. Kummî’nin
öğrencisi hocasının boş bıraktığı yerleri Ebû’l-Cârûd tefsiri ile doldurmaya
çalışmış, genellikle İmam Bâkır’dan naklettiklerini Ebû’l-Cârûd’dan, İmam
Sâdık’tan naklettiklerini hocası Kummî’den nakletmiştir. Bazen de Kummî’nin
öğrencisinin üçüncü bir senet kullandığı görülmektedir. Bu sened öğrencisinin
kendisine aittir. Böylece tefsirin ravisi olan Ebu’l-Fadl el-Abbas muhtemelen
eksik bulduğu hocasının tefsirini elinde bulunan Ebû’l-Cârûd tefsiri ve kendi
senediyle tamamlamaya çalışmıştır.[276]
İlk dönem
tefsirlerinden olan Kummî tefsirinde Gadîr-i Hum olayına ilişkin rivayetlere
yer verilmektedir. “Hz. Peygamber’in hutbesi” babında, Müfessirin, Hz. Ali’den
babası vasıtasıyla aktardığı ve hadiseye dair en kapsamlı şekilde ele aldığı
nakilde yer alan bilgilere göre Peygamber teşrik günlerinin sonuncusunda
insanlara
sakaleyni
bıraktığını söylemiş ve onun uyulması gereken Kur’an’la birlikte izinden
gidilecek olan Ehl-i beyti olduğunu haber vermiştir. Sahabesinden bazısı
Peygamber’in imameti Ehl-i Beytine vermek istediğini anlayarak aralarında bunu
yaptırtmayacaklarına dair anlaşmaya varmıştı. Yaşanan bu durum üzerine Allah “Yoksa
(gerçeği kabul etmeme konusunda) bir işe kesin karar mı verdiler? Şüphesiz biz
de (onları cezalandırmakta) kararlıyız?” (Zuhruf/79) ayetini indirmiştir.
Peygamber’in Mekke’den Medine’ye dönmek üzere yola çıkmasının ardından “Ey peygamber!
Sana indirileni tebliğ et...”” (Maide/67) ayeti nazil olunca Allah Rasulü
Gadîr-i Hum denen yerde durmak zorunda kalmıştır. Burada insanları toplayarak
onlara imamınız kim sorusunu yöneltmiş; “Allah ve Rasulü” cevabını alınca “Ben
size sizden daha evla değil miyim?” demiştir. İnsanların onayı üzerine Ali’nin
elini kaldırarak kendisi kimin mevlâsıysa Ali’nin de onun mevlâsı olduğunu
buyurmuş ve Ali’ye bir takım duada bulunarak “Allah’ım onun tarafında ol, ona
zafer ver, kim onun yanındaysa ona yardımcı ol, onu seveni sev, düşman olana
düşman ol.” demiştir. Rivayetin devamında Ömer, Hz. Peygamber’in yanına gelerek
bu emrin Allah’tan olup olmadığını sormaktadır. Peygamber’in onayı ve Ali’ye
dair söylediği övgülerden sonra sözlerinden dönen birkaç sahabenin Peygamberi
öldürmeye karar verdiği, ona suikast düzenlediği ve öldürmeye teşebbüste
bulunacakları sırada Cebrail’in gelerek Peygamber’e haber verdiği
görülmektedir. Hz. Peygamber Akabe’ye vardığında bu kişileri isimleri ile
yanına çağırıp yapmak istediklerini haber verdiğinde durumu yalanlamışlar bunun
üzerine “Bir şey söylemediklerine dair Allah'a yemin ediyorlar. Hâlbuki o
küfür sözünü söylediler ve (sözde) müslüman olduktan sonra inkâr ettiler.
Ayrıca başaramadıkları şeye (peygamberi öldürmeye) de yeltendiler. Sırf, Allah
ve Resulü kendi lütfu ile onları zengin kıldığı için intikam almaya kalktılar?”
(Tevbe/74) ayeti nazil olmuştur.[277]
Kummî
tefsirinde yer alan rivayette dikkat çeken husus, Furât el-Kûfî ve Ayyâşî
tefsirlerinden farklı olarak Peygamber’in imameti duyurmasının ardından
sahabesinden bazı kimselerin onu öldürmeye teşebbüs edecek kadar ileri gitmiş
olmalarıdır. Aynı zamanda rivayette Maide Suresi’nin 67. ayeti dışında başka
ayetlerin de Gadîr-i Hum vakası ile ilişkilendirilmeye çalışıldığı bir durum
söz konusudur. Buradan hareketle Kummî’nin rivayet
seçiminde nüzul ortamının yansımalarını göz ardı ederek mezhepsel bir yaklaşım
sergilediği sonucuna varılabilir. Nitekim ayetlerin tefsiri incelendiğinde
siyak sibak ilişkisi dikkate alınmayarak parçacı bir yol izlenmiştir. Ayrıca
Ayyâşî’de olduğu gibi Kummî’nin de Kur’an’ın tahrifine dair naklettiği
rivayetler onun Kur’an’a dair yorum ve rivayetleri mezhep taassubu içerisinde
değerlendirmekten alıkoyamadığı sonucunu doğurmaktadır. Aynı zamanda tefsirin
kendi içerisinde barındırdığı ravisinin tanınmaması ve Kummî dışında başka
kişilerin tefsirini içeriyor olması gibi bir takım sorunlar eserde zaaf meydana
getirmektedir. Bununla birlikte Şiî âlimler bu sorunları bir zaaf noktası
olarak değerlendirmemekte ve tefsire büyük önem vermektedirler.
Dirayet
Dönemi Şiî Tefsirlerinde Gadîr-i Hum (IV-XI. Asır)
Büyük gaybetin
başlamasıyla birlikte Şia özelinde yaşanan değişim sonucunda ahbârilik giderek
etkisini kaybetmeye başlamış bunun sonucunda küçük gaybet döneminde Nevbahti
ailesinin adımlarını atmış olduğu yeni yaklaşım, Şeyh Müfîd ve onun iki
talebesi Şerif Murtazâ ile Şeyh Tûsî tarafından bir ekol haline getirilmiştir.
Usûlîlik böylece Şiî inancın yeniden şekillenmesinde etkili olmuş ve telif
edilen eserlerde kendini göstermiştir. Özellikle Kur’an’ın tahrifi iddialarının
reddi ve ahbârın sorgulanmaya başlanarak aklî izahların ön plana çıkarılması
dolayısıyla tefsir bu durumdan etkilenen en önemli literatür olarak karşımıza
çıkmaktadır.
Bu
yeni yaklaşımla birlikte erken döneme ait tefsirlerdeki rivâyetler tenkit ve
tahlile tabi tutulmuş, özellikle Kur’an’ın tahrifine ilişkin rivâyetler isnadı
zayıf veya haber-i vâhid oldukları gerekçesiyle reddedilmiştir. Ayrıca ilk üç
halifeye sövgü ve hakaret içeren rivâyetler zikre değer görülmemiştir. İmâmet
ve ismet gibi konularla ilişkilendirilen âyetlerin tefsirinde Mu'tezile’nin
lütuf, salah-aslah gibi nazariyelerinden istifade edilmiştir. Şeyh Müfîd (ö.
413/1022), Şerîf el-Murtazâ (ö. 436/1044), Ebû Ca'fer et-Tûsî (ö. 460/1067),
Ebû Ali et-Tabersî (ö. 548/1153), İbn Şehrâşûb (ö. 588/1192), Ebü’l-Fütûh er-Râzî (ö. 550/1155[?]), Kutbüddîn er-
Râvendî (ö.
573/1178), İbn İdrîs el-Hillî (ö. 598/1201), İbnü’l-Mutahhar el-Hillî (ö.
726/1325) gibi isimler bu dönemde ön plana çıkmış müfessirlerdir. Ebû Ca'fer
et- Tûsî’nin et-Tibyân fi Tefsîri’l-Kur’ân isimli meşhur eseri
incelendiğinde Şiî tefsir anlayışının önceki dönemle karşılaştırıldığında
oldukça rasyonel bir temele oturtulduğu görülmektedir. Bu gelişmede
Şia-Mu'tezile etkileşiminin etkisi büyük önem taşımaktadır.[278]
Çalışmamızın bu kısmında ön plana çıkmaları sebebiyle Murtazâ, Tûsî ve
Tabersî’nin tefsirlerinde yer alan Gadîr-i Hum rivayetlerine yer verilecektir.
Müfîd’in tefsirinin günümüze ulaşamamış olması dolayısıyla onun diğer
eserlerine başvurulacak, bunun yanı sıra Tabersî’nin diğer teliflerinden
istifade edilecektir. Tûsî’nin Şia’nın dört ana hadis kaynağı içinde yer alan
eserlerindeki rivayetlere ise Şiî hadis kaynaklarının incelendiği başlıkta
değinilecektir.
Şerif El-Murtazâ’nın Nefâisü’t-Te’vil’inde
Gadîr-i Hum
Şeyh Müfid’den
sonra onun rasyonel düşüncelerini devam ettiren meşhur öğrencisi Şerif el
Murtazâ, hicri dördüncü asrın ikinci yarısı ile beşinci asrın ilk çeyreğinde
yaşamış İmâmiyye mensubu Şii âlimdir. Şerif el Murtazâ veya Seyyid Murtazâ diye
meşhur olan Ali b. Hüseyin b. Musa, hicri 355 yılında Bağdat’ta doğmuş ve yine
Bağdat’ta 436 yılında vefat etmiştir. Murtazâ’nın nesebini ifade eden isim
silsileleri; Ali b Hüseyin b. Musa b. Muhammed b. İbrahim b. Musa el-Kazım b.
Cafer es-Sadık b. Muhammed el-Bakır b. Ali Zeynelabidin b. Hüseyin b. Ali b.
Ebi Talib şeklinde sıralanmaktadır. Dolayısıyla Murtazâ’nın soyu imam Musa
Kazım yoluyla Hz. Ali’ye dayanmaktadır. Babası Abbasi ve Büveyhîoğulları
yanında üstün bir konuma sahiptir. Annesinin ise Hz. Ali soyundan geldiği
belirtilmektedir. Künyesi Ebu’l-Kasım olan Murtazâ’nın lakabı kaynaklarda
Zü’l-Mecdeyn ve Alemü’l-Hüda olarak geçer.[279]
Şerif el
Murtazâ ilmi ve kültürel bakımdan çeşitlilik ve zenginliğin bulunduğu ama aynı
zamanda siyasi ve dini açıdan çalkantılı bir dönemde yaşamıştır. Murtazâ’nın
yaşadığı bu zaman Şia ile Mu’tezile ’nin yakınlaşmaya başladığı bir dönemdir.
Murtazâ’nın ilmî yetkinliğini Şeyh Müfîd’den aldığı bilinmektedir. O, hocası
Müfîd’in düşünce metodunu devam ettirmiş ve Müfîd’den sonra Büveyhîler
döneminde, Şiîlerin tartışmasız lideri olmuştur. Bununla birlikte onun düşünce
yapısı ve kelâmî görüşleri, Müfîd’in takip ettiği Bağdat Mu’tezile si’nden
ziyade Basra Mu’tezile sine daha yakındır. Bu iki ekol arasında en önemli fark
Bağdatlılar’ın akla diğerlerinden daha az rol vermiş olmalarıdır. Müfîd’in
Bağdat ekolünü tercih etmesi sebebiyle kendinden önceki geleneksel İmâmî
düşünceye daha yakın olmasına karşın Murtazâ, aklı hayli ön plana çıkararak
nassı arka plana itmiştir. Hadislere yaklaşımda suizan ve tevili esas alan
Mu’tezile ’nin etkisi kendisinde görülen Murtazâ, ahbâra karşı takındığı menfi
tutum sebebiyle hadislerin akılla karşılaştırıldıktan sonra Kur’an ile
değerlendirilmesi gerektiği fikrini benimsemiş ve nadiren kullandığı hadisleri
ancak yardımcı bir delil olarak görmüştür. Nitekim Kuleyni’nin el- Kâfz’sinde
geçen bir hadis bağlamında söylediği: “Bil ki rivayetler içinde yer alan
şeyleri, kabul etmek gerekmiyor. Şia ve muhaliflerimizin tüm kitaplarında
rivayet edilen hadisler; teşbih, cebir, ru’yet ve sıfatların kadim olması gibi,
tasavvur edilmesi bile muhal olan delillerin kesin olarak yanlış ve batıl
olduğuna işaret ettiği bir sürü yanlış ve hatalı şeyler içermektedir. Uydurma
hadisler içerisine giren bu tür hadislerin, akıl ve Kur’an gibi sahih delillere
arz edilerek tenkide tabi tutulması gerekir.” sözleri onun ahbâra ve hadislere
olan yaklaşımını ortaya koymaktadır.[280]
Murtazâ’nın
imamet meselesini ele alışı da Mu’tezile ’den izler taşımaktadır. O, Müfîd’in
öğrencisi olarak ilahi lütuf teorisini Müfid’den sonra daha da geliştirerek
imametin aklen zorunlu bir müessese olduğunu ispat için büyük çaba harcamıştır.
İmamet müessessini insanoğlu için vazgeçilmez bir zorunluluk olarak görmekte ve
buradan hareketle imam tayin etmenin Allah’a gerekli olduğu neticesine
ulaşmaktadır. Şerif el Murtazâ’ya göre, mükellefler masum olmadıkları müddetçe;
hata, yanlış ve zulüm yapmaları mümkün olduğu sürece, yönetim olmaksızın teklif
edilmeleri güzel olmaz. Murtazâ yönetimin aklen vacip olduğunu iki şarta
bağlamaktadır. Birincisi akli teklifin varlığı; ikincisi ise, hatadan
korunmanın bulunmaması (ismet). Ona göre şer’i teklifler, akli teklifleri
kolaylaştıran lütuflardır. Tıpkı bunun gibi imamet de akli teklifler için
lütuftur. Lütuf vacip olduğuna göre, akli teklif devam ettiği sürece yönetim
veya imamet de vaciptir. İkinci şarta gelince; insanlar, hatadan korunmuş
olmadıkları için şeriatı muhafaza edemezler. Bu nedenle içlerinde mutlaka bir
masumun bulunması gerekir. Murtazâ’ya göre yönetimi doğru olarak çekip
çevirebilecek liyakat sahibi bir lider bulunduğu takdirde yaşanabilecek kaos ve
isyanlar ortadan kalkar. Yahut da bu sayede insanlar kötülükten uzak durmaya
daha müsait konuma gelirler. Şayet bu türden bir lider olmazsa tüm kötülükler
meydana gelir ya da bunların ortaya çıkması için ortam müsait bir duruma gelir.
Dolayısıyla bu liderlik, vacibin yerine getirilmesi ve kötülükten kaçınılması
için bir lütuftur. O halde Allah’ın mükellefleri bu lütuftan mahrum etmemesi
gerekmektedir. Yani lütuf vacip olduğuna göre, yöneticilerin varlığı da
vaciptir.[281] İmametin
gerekliliğini aklî izahlarla açıklayan Murtazâ, Kur’an’ın değiştirilmediği
görüşünün çoğunluk tarafından benimsenmesinde büyük pay sahibidir. Zira o,
Kur’an’ın değiştirildiği, ona ekleme çıkarmalar yapıldığı iddiasını reddetmekle
kalmamış, aynı zamanda buna inananları tekfir etmiştir. Talebesi Tûsî de aynı
görüşleri benimsemiş ve ifade etmiştir. Diğer taraftan Şerif el Murtazâ,
Kur’an’ın zahiriyle amel etmemin caiz olmadığını ve onun anlaşılmasının Ehl-i
Beyt imamlarına mahsus olduğunu söyleyen bazı ahbâri ulemanın görüşlerini
benimsememiş ve muhkem ayetlerin delil olduğunu savunmuştur. Murtazâ, imamet
inancına bağlı olarak müteşabih ayetlerin anlaşılması için imamın gerekliliğine
hükmetmekle birlikte, en azından muhkem ayetlerin hakikat ifade ettiğini
benimsemiştir.[282]
Murtazâ, Maide
Suresi’nin 67. ayeti olan “Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ
et.” ifadesinin tefsirinde, bu ayetin Gadîr-i Hum’da Ali’ye verilen imamet
hakkında nazil olduğunu söylemekte ve sünnetten delil getirmektedir: Bugünde
Peygamber ayağa kalkmış ve “Ben size sizden daha evlâ değil miyim?” diye
sormuş, “evet” cevabı üzerine Ali’nin imametine bir işaret olan; “Ben kimin mevlâsıysam
Ali de onun mevlâsıdır. Allah’ım ona dost olana dost ol, yanında olana zafer
ver olmayana verme.” sözlerini söylemiştir. Hatta bunun üzerine Ömer b. Hattab
Ali’ye; “Müjde sen bugün tüm müminlerin mevlâsı oldun.” demiştir. Murtazâ’ya
göre “size sizden daha evla değil miyim?” ifadesi her ne kadar soru niteliği
taşısa da cevabı tıpkı “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” ayetinde olduğu gibi
her zaman “belâ”dır. Ardından “Ben kimin mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır.”
demesi ise Ali’nin imametini kesinleştirmektedir. Burada “ben kimin mevlâsı
isem” ifadesi önem arzetmektedir. Devamında gelen “Kime kendisinden daha evla
isem Ali de ona daha evladır” ifadesiyle Peygamber, sadece tabi olma ve itaati kastetmemekteydi. O, bununla
imameti kastediyordu. Nitekim imama itaat babaya itaatten çok daha önemlidir.
Ayette geçen; “Rabbinden geleni tebliğ et” ifadesi üzerine Peygamber
sahabelerini toplamış ve bu sözleri sarf etmiştir. Şayet imamet gibi önemli bir
mesele olmasaydı o, bu şekilde davranmazdı. Sözlerini bitirirken “Allah’ım onun
tarafında olanın yanında ol, olmayanın olma.” vurgusunu yapmaz, Ömer de Ali’yi
“mevlâmız oldun” diye tebrik etmezdi. Murtazâ’nın ifadesine göre birçok kanaldan
bize ulaşan bu rivayetler Sünnî kaynaklarda da geçmesine rağmen Şiî yaklaşıma
muhalefet olmak adına Ali’nin imameti kabul edilmemektedir. Mevlâ kelimesinin
anlamı Peygamber’in sorusundaki manada kendini göstermektedir. “Size daha evla
değil miyim?” sorusunu sorarak o, evla kelimesiyle “öncelik” manasını
kastediyordu. Böylece “Ali sizin mevlânızdır” ifadesi ile onun herkese olan
önceliği belirtilmektedir. Nitekim Ali imamet vasıflarını taşıyan tek kişi
olarak bu işe layık olandır ve onun velayetini kabul etmemek Peygamberin
velayetini kabul etmemek anlamına gelir. Aynı zamanda Murtazâ’ya göre imama
itaat etmeyenler için Allah Kur’an’da “onların yeri ateştir” demektedir.[283]
Tûsî’nin Tıbyan
Eserinde Gadîr-i Hum
Asıl adı
Muhammed b. Hasan b. Ali et-Tûsî, künyesi ise Ebu Ca’fer’dir. İmâmiyye’nin
önemli âlimlerinden biri olan Şeyh Sadûk’un ölümünden dört yıl sonra 385/996
yılında Horasan’ın Tûs şehrinde doğmuştur. Burada yetişmesinden dolayı Tûsî
nisbesiyle şöhret bulmuştur.[284]
Şiî hadis
literatürünün en meşhur dört kitabı Kütüb-i Erbaa’nın ikisinin müellifi
olan Tûsî’nin İslami ilimlerin hemen her dalında önemli eserlere imza atması ve
bu eserlerinde kendisinden önceki mütekaddimûn dönemi âlimlerinin düşünce
yapısını yansıtmış olması onun Şia’nın en önemli âlimlerinden biri sayılmasına
vesile olmuştur. Bu sebeple mezhep içerisinde “Şeyhu’t-Taife” ya da sadece
“Şeyh” diye anılmaktadır. 23 yaşında ilim tahsili için Bağdat’a göç etmiş ve
burada onun ilmi gelişimine en çok katkıyı sağlayacak olan Şeyh Müfîd ve Şerif el-
Murtazâ’ya öğrencilik yapmıştır. Şeyh el-Müfîd’in derslerine, hocası vefat
edinceye kadar yaklaşık beş yıl boyunca devam etmiştir. Hatta Kütüb-i Erbaa’dan
olan Tehzîb’ül-ahkâm Şeyh Müfîd’in el-Mukni’a adlı eserine
yazılan bir şerhtir ve Tûsî bu eserini hocası henüz hayattayken yazmaya
başlamıştır. Şia’nın ilmi riyaseti Müfîd’den Şerif Murtazâ’ya geçince Tûsî de
onun derslerine devam etmeye başlamış, Şerif el-Murtazâ Tûsî’nin yetişmesine
özel önem vermiştir. Önceleri çeşitli baskılara maruz kalan Şia, Büveyhî
Devleti’nin kurulması ve 334/946 yılında Müizzüddevle’nin devlet merkezini
Bağdat’a taşıması ile güçlenen siyasi otoritenin desteğini alınca Şeyh Müfîd ve
Şerif el-Murtazâ dönemlerinde en verimli çağlarını yaşamışlardır. Bu ilmi
mirastan çokça faydalanan Tûsî, Şerif el-Murtazâ’dan sonra Şia’nın ilmi
riyasetini üstlenmiştir. 447/1055 yılında Selçuklu ordusunun Bağdat’ı ele
geçirmesiyle Büveyhî desteği sona ermiş, o güne kadar eksik olmayan Şia-Ehl-i
Sünnet gerilimi iyice gün yüzüne çıkmıştır. Patlak veren olaylar neticesinde
Tûsî, artık Bağdat’ın kendisi için güvenilir olmaması nedeniyle 448/1057
yılında Necef’e göç etmiş ve ömrünün sonuna kadar orada kalmıştır. 460/1068
yılında vefat etmiş ve vasiyeti üzerine evine defnedilmiştir.[285]
Tûsî hakkında
Şiî rical kaynaklarında yer alan övgüler, onun özellikle çok kitap telif
etmesine, başta tefsir, hadis ve fıkıh olmak üzere birçok ilim dalına ait
bilgileri derli toplu bir şekilde sunma konusundaki başarısına vurgu
yapmaktadır. Kuleynî, Şeyh es-Sadûk ve Tûsî’nin biyografilerinde yazılanlar
birlikte düşünüldüğünde, Tûsî’ye ilk ikisinden daha fazla önem verildiği ve
onun Şiî ilim geleneğinin gelişmesinde kritik bir noktada durduğu
görülmektedir. Hatta eş-Şeyh denildiğinde Tûsî anlaşılmış, Kuleynî ve Şeyh
Sadûk başta olmak üzere birçok meşhur şahsın künyesi “Ebu Cafer” olmasına
rağmen bu künye tek başına kullanıldığında Tûsî kastedilmiştir. Şiî âlimlerin
yanı sıra Sünnî âlimler nezdindeki itibarı da oldukça fazla olan Tûsî hakkında
Sünnî kaynaklarda yer alan dikkat çekici ifadelerden biri de onun Şâfiî
mezhebine mensup olduğu iddiasıdır. Suyûtî ve Zehebî’nin ifadelerinden onun
önce Şâfiî olup daha sonra Şeyh Müfîd’e öğrenci olduktan sonra Ca’ferî
mezhebine döndüğü anlaşılmaktadır. İtikâdî bakımdan Şiî olmakla birlikte Şâfîî
mezhebine intisap eden ya da takıyye gereği öyle görünen birçok âlim bulunmakla
birlikte çağdaş Şiî âlimler Tûsî’nin söz konusu mezhebe nispet edilmesine
şiddetle itiraz etmişlerdir. Tûsî’nin Ehl-i sünnet’e karşı ılımlı yaklaşımının
ve fıkıhla ilgili eserlerinde İmam Şâfîî’den yaptığı alıntıların onun Şâfîî
mezhebine mensup olabileceği fikrini ortaya çıkarmış gözükmektedir. Ancak söz
konusu durum; Bağdat’ın Ehl-i sünnet başta olmak üzere farklı mezhep ve
anlayışları bir arada bulunduran sosyo-kültürel yapısının bu ortamda müzakere
ve eleştiri yönteminin gelişmesini sağlamasından ve böylece Tûsî’nin farklı
bakış açıları edinmesine zemin hazırlamış olmasından kaynaklanmaktadır.[286]
Tûsî, Maide Suresi’nin 3. ayeti
olan “Bugün size dininizi kemale erdirdim'” ayetine dair üç farklı
görüşten sonuncusu olarak zikrettiği görüşte Gadîr-i Hum’a değinmektedir. Buna
göre ez-Zeccac bu ayetin manasının düşmanlara korku salacak ve müminleri onlara
karşı emin kılacak nitelikte olduğunu belirtmektedir ki Ebu Cafer ve Ebu Abdullah’tan
nakledildiğine göre bu ayet Hz. Peygamber veda haccından ayrıldıktan sonra
Gadîr-i Hum denen yerde Ali’yi tayin etmesi üzerine inmiştir. Ancak Tûsî son
olarak bu ayetin İbn Abbas ve Katade’ye göre Haccetü’l vedada arefe günü
indiğini ifade etmektedir. Maide Suresi’nin 67. ayeti olan “Ey Peygamber!
Rabbinden sana indirileni tebliğ eti” ayetinin tefsirinde Tûsî nüzul sebebi
olarak dört görüş olduğunu zikretmekte ve dördüncü görüşü yine Ebu Cafer ve Ebu
Abdullah’tan aktarmaktadır. Onlara göre Allah, Hz. Peygamber’e Ali’yi halife
olarak atamasını vahyettiğinde peygamberin, ashabının ayrılığa düşmesinden
korkmasına bir uyarı ve ikaz niteliğinde bu ayeti indirmiştir. Tûsî bu görüşü
zikretmekte ancak Gadîr-i Hum ibaresine yer vermemekle birlikte burada yaşananlara
ve söylenenlere dair bir bilgi de aktarmamaktadır. Konuyla ilgili eserinde
çeşitli görüşleri bir arada verme suretiyle ayetleri tefsir eden Tûsî’nin
polemik oluşturmadan farklı görüşleri aktardığı ve ayrıntıya girmediği bir
metoda başvurduğu görülmektedir. Ayetlerin kesin bir dil ile Gadîr-i Hum
hadisesi ile bağdaştırılmadığı ve velayete izafe edilmediği dikkat çekmektedir.[287]
Tabersî’nin
Mecmeu’l-Beyan’ında Gadîr-i Hum
Tam adı Ebû
Alî el-Fazl b. el-Hasen b. el-Fazl olan Tabersî’nin Taberistan’da doğduğu
tahmin edilmektedir. Doksan yaşında öldüğü şeklindeki rivayetler dikkate
alınarak 458 (1066) yılında doğduğu kabul edilen müfessirin en meşhur nisbesi
Tabersî’dir, bu nisbe mutlak olarak kullanıldığında kendisi kastedilmektedir.
Ebü’l- Vefâ Abdülcebbâr b. Ali el-Mukrî er-Râzî, Ebû Ali b. Şeyh et-Tûsî,
Muvaffakuddin Hüseyin b. Feth el-Vâiz el-Bekrâbâdî, Ebû Tâlib Muhammed b.
Hüseyin el-Hüseynî ve Hasan b. Hüseyin b. Bâbeveyh el-Kummî gibi âlimlerden
ders almış, tahsilinden sonra hocalık yaptığı dönemde Reşîdüddin İbn Şehrâşûb
et-Tabersî, Müntecebüddin el-Kummî, Kutbüddin er-Râvendî ve Burhâneddin
Muhammed Ali el-Kazvînî gibi öğrenciler yetiştirmiştir. 523’te (1129)
Meşhed’den ayrılarak Sebzevâr’a yerleşerek eserlerinin çoğunu burada telif
etmiş ve ömrünün son yirmi beş yılını burada geçirmiştir. 548 (1154) yılının
kurban bayramı gecesi Sebzevâr’da vefat eden Tabersî’nin kabri Meşhed şehrinde
bulunmaktadır.[288]
Tabersî “Bugün
dininizi kemale erdirdim..'” (Maide 5/3) ayetinin tefsirinde Tûsî ile aynı
yolu izlemiş, onun Tıbyan eserinde verdiği bilgileri aktarmıştır. Ayetin
nüzulü ile ilgili Tûsî’nin zikrettiği üç görüşten bahseden Tabersî, bu ayetin
Haccetü’l-veda’da indirildiği kanaatini aktarmakla birlikte son görüşün Zeccac
ve Ebu Cafer ile Ebu Abdillah’tan Gadîr-i Hum’da indirildiği şeklinde olduğunu
aktarmaktadır. Onlara göre bu ayet Peygamber’in veda haccı dönüşü Gadîr-i Hum
denen yerde halka Ali’yi tayin etmesi üzerine nazil olmuş ve bundan sonra Allah
tarafından başka farz da indirilmemiştir.[289]
Tabersî’nin
konuyla ilgili Said el-Hudrî’den aktardığı bir diğer rivayette, “Bugün size
dininizi kemale erdirdim.” ayeti nazil olduğunda Peygamber, dinin kemale
erdiğini, Allah’ın nimetini tamamlayarak risaletinden ve kendisinden sonra
Ali’nin velayetinden razı olduğunu söylemiş ve şöyle demiştir: “Ben kimin
mevlâsıysam Ali de onun mevlâsıdır. Allah’ım ona dost olana dost ol, düşman
olana düşman ol, ona yardım edene yardım et, onu başarısız kılanı başarısız
kıl.” Ali b. İbrahim’in tefsirinde Peygamber’in bu sözleri Cuhfe yakınlarında
koyunların otlatıldığı bir yerde söylediğini aktaran Tabersî, Rabî b. Enes’in
ayetin veda haccında nazil olduğunu naklettiğini belirtmektedir.[290]
c.l.Tabersî’nin İhticâc
Adlı Eserinde Gadîr-i Hum
Tabersî, İhticac
adlı eserinde Gadîr-i Hum’a dair birçok rivayet aktarmaktadır. Ali’nin
imametine dair şahitlik yapanların nakledildiği rivayette; Ebu’l-Heysem b.
Tihyan, Peygamber’in Gadîr-i Hum gününde Ali’yi kaldırarak söylediklerine
şahitlik etmektedir. Ensar’dan bu sözlerin velayet anlamına gelmediği
itirazları sonrasında Hz. Peygamber’in; “Ben kimin mevlâsıysam Ali de onun
mevlâsıdır.” ifadeleri hakkında tartışmalar yaşandığını bunun üzerine birkaç
kişinin Peygamber’e gönderilerek konunun açıklığa kavuşturulmasının istendiğini
söylemektedir. Tıhyan’ın ifadesine göre kendisine sorulanlara cevaben Hz.
Peygamber şunları söylemiştir: “Onlara söyleyin, benden sonra müminlerin velisi
ve milletim için en iyisi Ali’dir. isteyen iman etsin isteyen inkâr etsin.
Fasl günü (kıyamet) mikat olacak; “Muhakkak ki fasıl (ayrılma) günü, (önceden)
tayin edilmiş bir vakitti.” (Nebe-17) Daha sonra Sehl b. Huneyf, kardeşi
Osman b. Huneyf, Ebu Eyyûb el-Ensârî kalkarak Ali’nin imametine dair şahitlikte
bulunmuşlardır.[291] Tabersî, rivayetin
devamında Ömer ve Ebu Bekir’in, Ali’den Ebubekir’e biat etmelerini
istediklerinde ona bunu kabul ettirememeleri sonrasında şiddete başvurduklarını
hatta Ali’yi ölümle tehdit ettiklerini aktarmaktadır. Buna karşılık Ali’nin
onlara; “Allah’ın kulu ve Peygamber’in kardeşini katletmiş olursunuz.” demesi
üzerine Ebubekir; “Allah’ın kulusun ama Peygamber’in kardeşi değilsin.”
demiştir. Ali; “Resulullah’ın beni kendisine kardeş ilan ettiğini inkâr mı
ediyorsunuz?” diye sorduğunda onlar tekrar Ali’den üç sefer biat etmesini
istemişler ancak Ali ayağa kalkmış ve “Ey Muhacirin ve Ensar size soruyorum,
Peygamber Gadîr gününde şöyle şöyle söyledi duydunuz mu?” demiştir. Ve Tebük
gazvesinde de aynı şekilde. Her şeyi açıkça yüksek bir şekilde herkese söylemiş
orada bulunanlar söylediklerinin tümünü onaylamıştır.[292]
Tabersî, Amr
b. Şamr’ın Ebu Cafer’den naklettiği bir diğer rivayette Ömer b. Hattab’ın
ölmeden önce oluşturduğu şûrâda yaşananları aktarmakta ve Hz. Ali’nin Gadîr
gününü hatırlatan ifadelerine burada yer vermektedir. Buna göre Ömer b. Hattab
ölüm kendisine yaklaştığında Ali b. Ebî Tâlib, Osman b. Affan, Zübeyr b. Avvam,
Talha b. Ubeydillah, Abdurrahman b. Avf, Sad b. Ebî Vakkas’ı yanına çağırarak
onlara içlerinden birisine biat etmeden yanından çıkmamalarını emretmektedir.
Orada bulunanlardan dört kişi bir kişi üzerinde anlaşmışlar ancak o kişi biati
kabul etmemiş daha sonra iki kişi de çekimser kalınca üç kişinin Osman’ı kabul
etmesiyle çoğunluğa binaen Osman’a biat etmişlerdir. Bunun üzerine Ali
kalkarak: “Benim sözümü dinleyin ve şayet batıl değilse kabul edin. Allah’a
yemin ederim ki siz doğruyu söylemeseniz bile onu Allah bilir. Sizin aranızda
benden başka iki kıbleye namaz kılan var mı? Ve sizlerin arasında benden başka
Rıdvan’da ve Fetih’te ikisine birden biat eden yahut buna şahit olan var mı?
Benden başka kardeşinin iki kanadı cennette olan var mı? Benden başka amcası
şehitlerin efendisi olan var mı? Ya da benden başka karısı dünyanın
kadınlarının en iyisi olan var mı? Aranızda benden başka oğlu aynı zamanda
Peygamberin de oğlu -ki onlar cennetin en iyi gençleridir- olan var mı?” dedi.
Ali onlara bu şekilde birçok soru yöneltmiş ve hepsine “hayır” cevabını
almıştır. Bu sorulara ek olarak; “Benden başka Peygamber’in, kendisi hakkında
Gadîr gününde “men küntü mevlâ” hadisini söylediği kimse var mı?” diye
sorduğunda onlar yine hayır demişlerdir. Rivayetin devamında Ali; “Madem
bunları kabul ediyorsunuz ve Peygamber’in söylediklerini anladınız o zaman
Allah’ın takvasını tavsiye ediyorum size. Ve emirlerini yerine getirmemenize
mani oluyorum ve hakkı (velayeti) sahibine vermenizi söylüyorum. Peygamber’in
sünnetine tabi olunuz. Bundan sonrasını artık size bırakıyorum.” demiş ve
oradakiler birbirlerine gizlice; “Bunun hak olduğunu biliyoruz. Ama aynı
zamanda Osman da Peygamber’i seviyor. Karışıklık olmasın diye bu makamı Osman’a
verelim.” demişlerdir.[293]
c.2. Tabersî’nin
İ‘lâmu’l-Verâ Adlı Eserinde Gadîr-i Hum
Tabersî’nin
İlâm’da yer alan Gadîr rivayeti, Ali’nin Hz. Peygamber’e şikâyet edilmesi
üzerine yaşanan hadiseler ve inen ayetleri anlatan bir olay akışını
içermektedir. Buna göre Ali, veda haccından askerlerinin yanına döndüğünde
onların ihramlarını giydiklerini görünce askerlere emir olarak bıraktığı kişiye
“Peygamber buna izin vermeden nasıl giyinirsiniz” diye tepki göstermiş ve
insanların üzerlerinden ihramları çekiştirmiştir. Bu davranışları üzerine onlar
Ali’den şikâyetçi olunca Hz. Peygamber’in habercisi kendilerine “yeter Ali’yi
şikâyet etmeyin. O Allah katında kıymetlidir.” haberini ulaştırmıştır. Daha
sonra Hz. Peygamber haccı tamamlayıp Medine’ye dönüş için yola çıktığında,
Medine’ye gelmeden Gadîr-i Hum denen yerde Cebrail kendisine Ali’nin imametini
insanlara duyurmasını emretmiştir. Peygamber’in “Benim ümmetim cahiliyeden yeni
çıkıyor, bunu zor kabul ederler.” demesi üzerine şu; “Ey peygamber!
Rabbinden sana indirileni tebliğ et! Eğer bunu yapmazsan O’nun mesajını
iletmemiş olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Şüphe yok ki Allah
kâfirler topluluğunu hidayete erdirmez.” ayeti inmiştir. Rivayetin
devamında Peygamber’in Gadîr-i Hum’da durduğu ve insanları etrafına topladığı,
bugünün çok sıcak bir gün olduğu belirtilmektedir. Habercisiyle insanların
namaza gelmesini emreden Peygamber, küçük bir tepeye çıkarak Ali’yi yanına
çağırmıştır ve o, Peygamber’in sağında durmuştur. Peygamber burada Allah’a
hamdettikten sonra insanlara iletmesi gereken bir emir aldığını haber vermiş ve
şöyle demiştir: “Size benden sonra arkamda onların yolunu tuttuğunuz zaman
yoldan çıkmayacağınız iki şey bırakıyorum: Allah’ın kitabı ve Ehl-i beytim.”
Sonra yüksek sesle; “Ben size sizden daha evla değil miyim?” demiş “evet”
cevabını alınca Ali’nin elini ta ki koltuk altı gözükene kadar kaldırmış; “Ben
kimin mevlâsıysam Ali de onun mevlâsıdır. Allah’ım Ali’nin tarafında durana
zafer ver, durmayana verme.” demiştir. Rivayetin devamında Peygamber kendi
çadırında oturarak Ali’ye yanında oturması için emretmekte ve Müslümanlara da
Ali’nin imametini tebrik etmeleri için grup grup girmelerini buyurmaktadır.
Sonra Peygamber’in eşleri ve tüm kadın müminler dâhil herkes Ali’yi tebrik
etmiş ve Ömer b. Hattab tebrik ederken; “Müjde ya Ali, benim ve tüm müminlerin
mevlâsı oldun.” demiştir. Akabinde Hasan b. Sabit meşhur Gadîr şiirini
okumuştur:
“Gadîr günü Peygamberleri haykırıyordu onlara Hum mıntıkasında
ve nebi ne değerli haykırı cı idi! Ben sizin veliniz ve mevlânızım öyle mi?
derken. Onlar hiç çekinmeden şöyle dediler:
“Senin ilahın mevlâmız, sen de velimizsin
İnsanlar içinde buna isyan eden
kimse bulamazsın.” Dedi ki ona: Kalk ey Ali, çünkü ben,
Benden sonra imam ve yol gösterici
olarak sana razı oldum.”[294]
Tabersî’nin
eserlerinde yer alan Gadîr-i Hum rivayetleri bir bütün olarak ele alındığında
olayın gerçekleşme sebebinin Ali’nin şikâyet edilmesiyle alakalı olduğu
görülmektedir. Buna göre Ali veda haccından askerlerinin yanına ulaştığında
onların izinsiz bir şekilde ihramlarını giydiklerini görmüş ve onlara karşı
sert tepki göstermiştir. Yaşananlar üzerine insanlar Ali’den şikâyetçi olunca
Hz. Peygamber hac esnasında şikâyetleri engellemiş ve Medine’ye dönüş yolunda
Gadîr-i Hum denen yerde Cebrail tarafından Ali’nin velayetinin duyurulmasıyla
görevlendirilmiştir. Peygamber, insanların bunu kabul etmemelerinden çekinince
“Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et.” ayeti nazil olmuştur.
Bunun üzerine çok sıcak birgün olan Gadîr-i Hum gününde Hz. Peygamber küçük bir
tepeye çıkarak insanlara hitap etmiştir. Onlara sıkıca tutundukları takdirde
yoldan çıkmayacakları iki şeyi; Allah’ın kitabı ve ıtreti olan Ehl-i Beyti’ni
bıraktığını söylemiş ve Ali’nin elini kaldırarak; “Ben size sizden daha evlâ
değil miyim? Ben kimin mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır.” diyerek velayeti
ilan etmiştir. Sonrasında '“Bugün size dininizi tamamladım...” ayeti
nazil olmuştur. Peygamber’in emriyle insanlar Ali’yi tebrik etmişler, Ömer onu
kutlayarak; “Müjde sana Ey Ali, herkesin mevlâsı oldun.” demiş, Hasan b. Sabit
meşhur Gadîr şiirini okumuştur.
Tabersî
eserlerinde hadise ile ilgili Hz. Peygamber’den sonra yaşananları içeren
rivayetlere de yer vermiştir. Hz. Peygamber’in ölümünden sonra Ali’nin velayeti
ile ilgili tartışmalarda Peygamber’in Gadîr günü söylediklerine şahitlik
edenler olmuş ancak Ebu Bekir ve Ömer hilafeti Ali’ye vermemişler hatta onu
ölümle tehdit etmişlerdir. Ölümü esnasında Ömer b. Hattab’ın oluşturduğu şûrâ
tarafından da seçilmeyen Ali yine insanlardan Gadîr günü Peygamber’in kendisi
hakkında söyledikleri için şahitlik isteyerek onay almasına rağmen insanlar
tarafından seçilmemiştir.
d.Şeyh Müfid’in El-Emâlî
Eserinde Gadîr-i Hum
Müfîd’in
tefsir telifine ulaşılamadığından müellifin konuyu ele alışı ve aktardığı
rivayetleri görebilmek için diğer bir eseri olan el-Emâlîden istifade
edilecek bu eser doğrultusunda hadiseye bakış açısı değerlendirilecektir.
İmâmiyye
Şiası’nın önde gelen kelâm, fıkıh ve hadis âlimi olan Müfîd’in asıl adı
Muhammed b. Muhammed b. Numan el-Hârisî el-Ukberî el-Bağdadî’dir. Künyesi ise
Ebu Abdillah’dır. Doğum tarihi hususunda ihtilaf olmakla beraber, 333, 336 ve
338 yılları şeklinde üç farklı tarih ileri sürülmüş olsa da en önemli
öğrencilerinden biri olan Tûsî, onun 338/950 tarihinde doğduğunu bildirmiştir.
Küçük yaşta Bağdat’a gelen Müfîd, Kerh mahallesine yerleşmiş ve hayatının
sonuna kadar burada kalmıştır. Müfîd’in yaşadığı 4/10. asır çeşitli ilim
dallarındaki çalışmaların doruk noktasına ulaştığı bir dönem olmakla beraber
ana kaynakların tedvin edildiği ve kayda geçirildiği bir dönemdir. İslam
dünyasının önemli ilim ve kültür merkezlerine hâkim olan hükümdarlıklar, İslami
fırkalara kendi düşüncelerini ifade edebilme olanağı sağlamışlar, onlara fikri
anlamda geniş bir alan imkânı oluşturmuşlardır. İlim adamları ve onların
meydana getirdiği eserler bu hükümdarlıkların bir nevi reklamı sayıldıklarından
her hükümdarlık onlara olabildiğince geniş imkânlar vermiştir. İslam dünyasının
bu bölünmüş, çoklu yönetimlerinin geniş fikir özgürlüğü bu dönemde birçok
âlimin yetişmesine ve alanında köşe taşı olmasına kaynaklık etmiştir. Kadî
Abdülcebbâr, Bakıllânî ile birlikte Şeyh Müfîd de bu âlimler arasında yerini
almaktadır.[295] Yaşadıkları dönemde
mezheplerinin lideri olmuş bu üç âlim arasında Müfîd, ayrıcalıklı bir konumda
gözükmektedir. Çünkü o, Usûlî anlayışın ve Şia içerisindeki farklılaşmanın
oluşumuna önderlik etmesi ve yeni bir anlayışın kapısını aralaması bakımından
önemli bir mevkide durmaktadır.[296]
Mu’tezile ’den
önemli derecede etkilenmiş olan Müfîd’in her zaman Şiî inancın temel
doktrinlerine bağlı kalarak asıl hareket noktası imamet olmuş ve eserlerinde bu
meseleyi merkeze almıştır. Onun hakkında bilgi veren kaynaklar eserlerinin
çokluğuna dikkat çekmektedir. Masum imamlar ve söylemleri, Kur’an’ın yorumu,
temel Şiî akidelerin izahı gibi temel meselelere yer verdiği eserlerinde ana
hedef, başta Hz. Ali olmak üzere, imamların üstünlüklerini ortaya konulması ve
diğer İslami ekoller tarafından eleştiriye maruz kalan Şiî-İmâmî anlayışı
savunmaktır. Gaybetin uzaması ile birlikte Şiî-İmâmî düşüncenin içerden ve
dışardan sarsıntıya uğramaya başlamış olması Şiî ulemanın meselelerin çözümünde
sadece ahbârın nakledilmesinin etkili olamayacağını anlamasına sebep oldu. Bu
nedenle şüphelere karşı aklî delillerden faydalanma yoluna gitme ihtiyacı
hissetmişlerdir. Bu değişikliği belirgin bir şekilde Müfîd’in eserlerinde
görmek mümkündür. Yaşadığı dönemde İmâmiyye’nin lideri konumunda olması Müfîd’e
Şiî’ler arasındaki ayrılıkları giderici bir rol yüklenme sorumluluğu vermiş
gözükmektedir. Verdiği mücadelede gulat fırkaların yayılıp artmasına engel olma
çabası göze çarpmaktadır. Şia içerisinde aşırı fırkalara karşı sergilediği
tavrın yanında İmâmiyye içerisindeki ekollere olan karşıt tutumu; özellikle
Ehl-i hadis ekolüne yönelik sadece ahbârı nakletmekle yetinmelerinin problemli
bir duruş olduğunu ve meselelerin çözümlerine katkı sağlamayacağını savunması
dikkat çekmektedir.[297]
Müfîd, kendi
rasyonel sistemine ters düşen haberleri eleştirme yoluna giderek haberi vahid
ile amel etmenin uygun olmadığı görüşünü benimsemiş, aklın dâhil edilmediği
ahbâr merkezli bir din anlayışının pek çok açıdan problemli olduğunu
söylemiştir. Bu ekole karşı yapmış olduğu tenkitlerin dozunu gittikçe artırarak
Mu'tezile'nin akılcı metodunu benimseyen Şiî kelamını ana hatlarıyla ortaya
koymayı başarabilmiştir. Müfîd’in Ahbârîlere karşı tutumunun ciddiyetini, bir
Ahbârî olup aynı zamanda hocası olan Şeyh Sadûk’un el-Itikâdât adlı
eserine yazmış olduğu reddiyede görmek mümkündür. Ancak burada asıl önemli olan
Müfîd’in karşı çıktığı hadisçiler ile rasyoneller arasındaki ayrışmanın
Nevbahtîler’den bu yana var olmasına rağmen ahbârîlerin hâkim olmasından dolayı
bunun oldukça sınırlı kalmış olmasıdır.[298]
Ayrıca o, imamet gibi en temel meseleleri izah ederken Mûtezile’nin “lütuf’
prensibini kullanmıştır. Ancak bu prensibi kullanırken Mu’tezile ’nin tamamen
yabancı olduğu bir noktada yani imamet hususunu temellendirme noktasında ele
almış, Allah’ın imam tayin etmesinin kendisine bir zorunluluk olduğunu ve bunun
O’nun lütfuna dayandığını iddia etmiştir. Ona göre imamet de nübüvvet gibi
vucûb arzettiğinden imamlar da tıpkı birer nebi gibidirler. Onların nebi
olmadığına ise akıl değil ancak şeriat delâlet edebilir. İmamet nübüvvetin
devamı olduğundan imamlar peygamberlerin yerini almışlardır. Allah tarafından
nasla seçilmiş olmaları sebebiyle toplum tarafından atanması durumu söz konusu
değildir. İmam ya mucizelerle bunu ortaya koyabilmeli yahut da kendisinden
önceki imam tarafından duyurulmuş olması gerekmektedir. Müfîd, imamet gibi bir
doktrini dahi Mu’tezile ’nin aslah prensibinden yola çıkarak temellendirse de
daha çok ahbârdan delil getirerek açıklamaya çalışmıştır. Özellikle gaib imamın
varlığını ortaya koyarken “dünyanın hiçbir yerinin Allah’ın hüccetinden mahrum
kalmayacağı” görüşünü öne sürmesi ahbâra sarılma çabasının göstergesidir.[299]
Ebu Hasan Ali
b. Hâlid el-Meragî’nin Haris b. Saleb’den naklettiğine göre iki adam ay
çıkmadan Mekke ya da Medine’ye ulaşmak istemişler, yola çıktıklarında hacca
giden bir kafileye katılmışlardır. Kafilenin başındaki kişi Sad b. Ebî Vakkas,
bu kişilerin Kufeli olduğunu öğrendiğinde Ali b. Ebî Tâlib’in kendisine hiç
hakaret edip etmediğini yahut düşmanı olduğunu söyleyip söylemediğini sormuştur.
Ali’nin bu gibi şeyler söylemediğini ancak onun “fitnet’ül-ehanis”ten yani
burnu yüksek olandan uzak durun dediğini işittiklerini ifade ettiler. Sad b.
Ebî Vakkas bunun üzerine “hanisler çoktur” ancak ben Peygamber’den dört şey
işittikten sonra Ali’nin düşmanı oldum.” demektedir. O dört şeyi söylemesini
istediklerinde Sad b. Ebî Vakkas onlara Peygamber’den Ali’nin faziletleri
hakkında ve diğer halifelere olan üstünlüğü ile ilgili işittiklerini anlatmış
bunlara ek olarak ekleyebileceği bir rivayet daha olduğunu belirterek burada
Gadîr-i Hum’dan bahsetmiştir. Buna göre Sad b. Ebî Vakkas; “Resul, Tebük
seferine çıktı ve arkasında insanlara emir olarak Ali’yi bıraktı. Kureyş ise
Ali’ye şüpheyle yaklaştı ve aralarında şöyle dediler: “Peygamber Ali’yi yanında
götürmedi demek ki onu sevmiyor. Söylentileri duyan Ali Peygamber’in arkasından
yola çıktı, ona yetişti ve kendisinin de onunla gelmek istediğini söyledi.
Peygamber ne olduğunu sorunca Ali ağlayarak dedi ki: “Kureyş, beni sevmediğin
için beni bıraktığını konuşuyor. Bunun üzerine Peygamber insanları topladı ve
şöyle dedi: “Hepinize akrabalarınızdan yakın bir kişi var değil mi?” Tabi ki
dediler. “Ali akrabalarımdan bana en yakını ve kalbime en yakın olanıdır.”
Sonra Ali’nin yanına gelerek “Senin menzilen bana Harun’un Musa’ya olan konumu
gibidir ama benden sonra peygamber olmayacak, bunu kabul etmiyor musun?” Ali de
kabul ettiğini söyledi.” ifadelerini aktardıktan sonra beşinci rivayeti ekledi:
“Peygamber ile birlikte haccet’ül veda’daydık. Dönerken Gadîr-i Hum’da
durakladı ve habercisine insanları toplamasını emretti. Sonra şöyle dedi: “Ben
kimin mevlâsıysam Ali de onun mevlâsıdır. Onun yanında olana zafer ver ona
düşman olana düşman ol.”[300]
Şeyh Müfîd,
Usûlî ekolün öncülüğünü yapmış biri olarak akla verdiği önemle birlikte
Mu’tezile ’den etkilenerek İmâmî doktrinleri bu doğrultuda izah etme çabası
içerisinde olsa da Şiî inancın temelini oluşturan imamet sisteminin ahbâra
dayanıyor olması onun imameti açıklamasında ahbârî verilerden uzaklaşamamasına
sebep olmuştur. Her ne kadar Müfîd imamet teorisini aslah prensibi ile
açıklayarak aklî temellere oturtmaya çalışsa da ayetlerde imameti destekleyici
bir ifade olmaması imamlardan gelen nakilleri velayet inancını delillendirme
amaçlı aktarmayı gerektirmiş hatta bu nakillerin dahi teviline gidilmiştir.
Müfîd’in
öğrencileri olan Şerif Murtazâ ve Tûsî ile birlikte Tabersî’nin usûlî geleneği
devam ettirerek tefsirde ahbârdan ziyade dirayete yönelmiş olduğu
görülmektedir. İmâmiyye’nin Gadîr-i Hum’da Hz. Peygamber’in sarfettiği sözleri
bazı ayetlerin nüzul sebebi olarak göstermesine karşılık Tûsî ve Tabersî’nin
tefsir eserlerinde Gadîr hadisi ile ayetleri kesin bir dille
ilişkilendirmedikleri görülmektedir.
Şeyh Müfîd
tarafından sistematik bir şekilde ortaya konulan daha sonra Şerif Murtazâ ve
Ebu Cafer et-Tûsî gibi meşhur âlimlerce olgunlaştırılan Usûlî düşünceye göre
Kur’an’ın zahirini hüccet saymamak kesinlikle yanlıştır. Nitekim tersi bir
düşünce Kur’an’ın açık ve anlaşılır nazil olduğuna karşı gelmektir ve hadisleri
ona arz etme prensibinin bir anlamı kalmamaktadır. Ancak Gadîr hadisesinin
işlenişinde bu çizgiden uzaklaşılmış ve Kur’an ayetleri hadislere arz
edilmiştir. Usûlîlikteki rey anlayışı imamet meselesini Gadîr hadisesi ile
temellendirme noktasında ahbârın gölgesinde kalmıştır. Özellikle aklı
diğerlerinden daha fazla ön plana çıkaran Şerif Murtazâ’nın imameti akılla izah
etme çabaları da göz önünde tutulduğunda Gadîr-i Hum meselesine yaklaşımının
ters istikamette olduğu dikkat çekmektedir. O her ne kadar Kur’an’ın zahiriyle
amel etmenin doğru olmadığı görüşünü savunan ahbâra karşı çıkmış olsa da
eserlerinde meseleyi ahbârdan faydalanarak açıklamış ve Gadîr-i Hum hadisesini
aktarırken ayetleri imametle ilişkilendirmekten geri durmamıştır. Aynı şekilde
Tûsî ve Tabersî’nin tefsirlerinde ahbârdan fazla istifade etmemiş ve ayetleri kesin bir dille Gadîr-i Hum hadisesi ile
bağlantılandırmamış olsa da tefsir dışındaki eserlerinde bu çizgiden
uzaklaşmış, Gadîr olayına dair her türlü ahbârı aktarmışlar bu doğrultuda
ayetleri imamet ile ilişkilendirmişlerdir.
İkinci
Rivayet dönemi Tefsirlerinde Gadîr-i Hum (XI-XIH Asır)
11. yüzyıla rastlayan bu
dönemde Muhammed Emîn el-Esterâbâdî (Ö.1033/1624) ilk dönem Ahbârîliğini
canlandırmış ve bu düşünceye sistematik bir hüviyet kazandırmıştır. el-Fevâidü’l-Medeniyye
adlı eserinde kıyas ve içtihadın düpedüz bir bidat ve hatta sapkınlık eseri
olduğu fikrinden hareketle dinî alanda yegâne kaynak olarak imamların ahbârina
başvurulması gerektiğini ileri sürmüştür. Bu anlayış temelinde Usûlî düşünceye
şiddetle karşı çıkan Esterebâdî’ye göre nasların gerçek müfessirleri masum
imamlardır. Dolayısıyla imamlara ait haberler dinî ahkâmın yegâne kaynağıdır.
Esterebâdî’nin bu görüşleri, Şiî çevrelerde geniş ölçekli bir kabul gördü ve
böylece ilk dönemlerdeki Ahbârîlik beş-altı asır sonra tekrar canlanıp müstakil
bir ekol haline geldi. Ahbârîliğin bir iki asır kadar süren bu altın çağında
geniş hacimli ahbâr koleksiyonları derlendi. Ortaya çıkan yeni durum
müfessirleri de etkiledi ve tefsirde en doğru yolun rivayet olduğu hususu ön
plana çıktı. Rivayet Tefsiri’ne yönelmeyenler tenkit edildi. Böylece yeniden
rivayet tefsirleri itibar görmeye başladı. Bu dönemde çok sayıda rivayet
tefsiri kaleme alındı. Bu tefsirler arasında üç tanesi daha fazla göze
çarpmaktadır. Bunlardan ilki Feyz el- Kâşânî’nin (ö.1091/1680) es-Sâfî,
ikincisi Bahrânî (ö. 1107/1695)’nin el-Burhan, diğeri ise Huveyzî (ö.
1112/1700)’nin Nuru’s Sakaleyn adlı eserleridir.[301]
Feyz El-Kâşânî’nin
es-Sâfî Eserinde Gadîr-i Hum
Feyz el-Kâşânî veya Feyz el-Keşî olarak şöhret bulan
Muhammed Muhsin b. Şah Murtazâ, 1007/1598 yılında Kâşân’da dünyaya gelmiştir.
1091/1680 yılında aynı yerde vefat etmiş ve oraya defnedilmiştir. Gençlik
yıllarının bir kısmını Kum’da geçirdikten sonra Şiraz’a giderek naklî ilimleri
de, Molla Sadrâ’dan tahsil etmiştir. Feyz lakabını, hocasının verdiği rivayet
edilmektedir. Daha çok hadis ve hikmetle meşgul olan Kâşânî’nin ahbârî olduğu
hususunda ricâl âlimleri ittifak halindedir. Kütüb-i Erbaa’nın bir hülasası
sayılabilecek olan el-Vâfî adlı eserle şöhret bulmuştur. Bütün
eserlerinde hâkim olan en önemli unsur, hadis geleneğine bağlı olan ahbârî
düşüncedir. Tefsir ilminde kaleme almış olduğu en önemli eseri es-Sâfî’ de
de selefi metodu takip ederek ayetlerin altında sadece ahbârı vermekle
yetinmiştir. Kâşânî, Kur’an ve imamlar kanalıyla gelen Sünnetin dışında
herhangi bir delil kabul etmemekte ve akıl ile icmânın da hüccet niteliğinde
olmasına kesinlikle inanmamaktadır. Ayrıca o, Kur’an’da tahrif ve eksiklik
bulunduğu yolundaki iddiaları reddetmemektedir. Ona göre Kur’an üzerinde
meydana gelen ihtilafın nassın aslından değil, reye dayalı tefsir ve tevilden
kaynaklandığını ifade etmektedir. Kâşânî’ye göre nassın gerçek manası ancak
imam kanalıyla bilinebilir. Kur’an’ın zahiriyle amel etmek ancak ilimde belirli
bir mertebeye ulaşmış olanlarca yapılabilecek bir durumdur. İmamlardan gelen
her şeye sarılmak gerektiğini, mutlak velayetin yegâne delilinin sakaleyn
hadisi olduğunu ileri süren müellif, Kur’an ve sünnet üzerinde, kendi akıl ve görüşleriyle
herhangi bir şekilde tasarruf haklarının bulunmadığını belirtmektedir.[302]
Ahbârî çizgiyi
takip eden Kâşânî, surelerin tefsirini imamlardan gelen ahbârı aktararak yapmış
ve ahbârî âlimlerin naklettiği rivayetlere yer vermiştir. Bu doğrultuda Maide Suresi’nin
üçüncü ve altmış yedinci ayetlerinde seleflerinden ayrılmayarak ayetleri
Gadîr-i Hum ile ilişkilendirmiş, Kuleynî, Ayyâşî, Kummî ve Tabersî’den istifade
ederek hadiseyle ilgili nakillerde bulunmuştur. Maide Suresi’nin üçüncü ayeti
olan “Bugün size dininizi tamamladım...” ifadelerinin Gadîr-i Hum’da
indiğini belirten müellif ayetin Hz. Peygamber’in haccetü’l-vedadan ayrıldıktan
sonra Gadîr-i Hum denen yerde Ali’yi tayin etmesi üzerine inmiş olduğunu
söylemektedir. Kuleynî, Kummî ve Ayyâşî’nin verdiği bilgiye göre velayet, inen
farzların sonuncusudur ve ondan sonra başka farz nazil olmamıştır. Velayet ile
farzlar tamamlanmış böylece Hz. Peygamber Allah’ın emaneti olarak Ali’yi ve
ondan sonra onun zürriyetini vasi olarak bırakmıştır. İnsanlar haram ve
helalden uzaklaşacak olduklarında vasiler onları tekrar haram ve helale
yakınlaştıracak olanlardır.[303]
Maide
Suresinin 67. ayetinde Gadîr-i Hum’dan bahseden müellif, cumhurun ittifakla İbn
Abbas’tan ve Cabir b. Abdillah’tan naklettiğine göre ayetin Hz.
Peygamber’in
Ali’yi insanlara imam olarak tayin etmesi emri üzerine indiğini belirtmektedir.
Cebrail, Hz. Peygamber’den velayeti ilan etmesini istemiş ancak o, insanların
kendisini yalanlamalarından ve ayrılığa düşmelerinden korkup görevini
geciktirince bu ayet nazil olmuştur. Bunun üzerine Hz. Peygamber Ali’nin elini
kaldırarak “Ben kimin mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır.” demiştir.[304] Kâşânî’nin naklettiği
rivayetlere göre Hz. Peygamber veda haccı dönüşü Mekke ile Medine arasında
koyunların otlatıldığı bir bölgede Cebrail, Hz. Peygamber’e gelmiş ve ona
velayeti duyurma görevini iletmiştir. Ancak nebi, kavminin onu yalanlamasından
ve cahiliyeye geri dönmelerinden çekinerek velayeti duyurmayı aksatmıştır.
Cuhfe’ye üç mil yakınlıktaki Gadîr-i Hum mevkiine ulaştığında öğleye yarım saat
kala “Ey Peygamber! Rabbinden Ali hakkında sana indirileni tebliğ et...”
ayeti nazil olmuş bunun üzerine Hz. Peygamber insanları namaz için etrafında
toplamıştır. Burada insanlara uzun bir hutbe veren Hz. Peygamber birçok ayeti
Ali’nin velayetinin ilanında insanlara hatırlatmakta ve Ali’nin kendisinin
kardeşi, vasisi, halifesi ve imam olduğunu dile getirmektedir. Ali’nin
kendisindeki konumunun Harun’un Musa’ya olan menzilesi gibi olduğunu, Allah’tan
ve Peygamber’den sonra müminlerin velisi olduğunu ve Allah’ın Ali’yi imam ve
veli olarak tayin ettiğini söylemektedir.[305]
Kâşânî’nin
Gadîr-i Hum hadisesini aktarırken Maide Suresi 67. ayeti “Ey Peygamber!
Rabbinden sana Ali hakkında indirileni tebliğ et.” şeklinde verdiği
görülmektedir. Burada dikkat çeken husus ayete “.Ali hakkında...” şeklinde bir
ekleme yapılmış olmasıdır. Nitekim Kâşânî’nin Kur’an’ın tahrifini reddetmediği
bilinmektedir. Ahbârdan ayrılmayan müellifin Gadîr-i Hum hadisesi ile
ilişkilendirdiği ayetlerin Ali hakkında indiğini kesinleştirme gayreti içinde
olduğu anlaşılmaktadır. Ayetlerin zahirinin imamların ahbârı olmadan
anlaşılamayacağını savunan müellif böylece Kur’an ayetlerini imamete delil
olması açısından ahbârla tamamlamaktadır. Böylece ayetlerin ifade etmediği velayet
ve imamet kavramları Gadîr-i Hum hadisesini aktaran nakillerle ifade edilerek
altı çizilmiş ve boşluklar tahrif iddiaları ile giderilmeye çalışılmıştır.
Bahrânî’nin el-Burhan Tefsiri’nde Gadîr-i Hum
Tam adı Hâşim
b. Süleymân b. İsmâîl b. Abdilcevâd el-Hüseynî olan Bahrânî, XI. yüzyılda
Bahreyn’de dünyaya gelmiştir. Alemülhüdâ Şerîf el- Murtazâ’nın torunlarından
olduğu ve İmam Mûsâ el-Kâzım neslinden geldiği rivayet edilir. Vesa’ilü’ş-Şî’a
adlı hadis kitabının müellifi Hür el-Âmilî ile (ö. 1104/1693) ilim alışverişinde
bulunduğu bilinmektedir. İlk eğitimini Bahreyn’de babasından almış ardından
dönemin Şiî ilim merkezlerinden olan Necef’e giderek; başta Mecma
u’l-bahreyn sahibi Fahreddin et-Turayhî ve Abdülazîm b. Seyyid Abbas
Esterâbâdî gibi âlim ve muhaddislerden ders almıştır. Necefte ne kadar kaldığı
bilinmemektedir. Daha sonra Horasan’a geçerek Şîa âlimleriyle fikir
alışverişinde bulunmuş ve Horasan’daki ikameti sırasında bazı âlimlerden
faydalanırken Hür el- Âmilî gibi âlimler de kendisinden istifade edip rivayette
bulunmuştur. Horasan’dan Bahreyn’e dönünce burada ilmi ve ahlâkıyla büyük
itibar kazanarak; Bahreyn kadısı Şeyh Muhammed b. Mâcid’in vefatından sonra
bütün Bahreyn beldelerini kapsamak üzere kadılık ve hisbe görevlerini
üstlenmiştir. Bu görevlerinin yanı sıra öğretim faaliyetlerinde bulunarak
birçok öğrenci yetiştiren Bahrânî, 1107 yılında Bahreyn’de Naîm köyünde vefat
etmiştir. Onun en başta gelen eserlerinden el-Burhânfî tefsîri’l- Kurân
telifi tefsir metoduna etkisiyle birlikte yaşadığı dönemin özelliklerini
taşıyan hacimli bir rivayet tefsiridir.[306]
Döneminin öne çıkan müfessirlerinden olması dolayısıyla müellifin bu tefsirinde
Gadîr-i Hum olayına dair verdiği bilgiler ele alınarak hadisenin ve
rivayetlerin günümüze ulaşma aşaması değerlendirilecektir.
Şiî ekolün
imamet dayanak gösterdiği öncül ayetlerden olan ve Gadîr-i Hum hadisesi ile
ilişkilendirilen Maide Suresi’nin üçüncü ayeti, Bahrânî tefsirinde de velayeti
temellendirme hedefiyle izah edilmekte ve bu surette pek çok Gadîr-i hum
rivayetine yer verilmektedir. Müellifin ayetin izahında ahbâr usulüne uygun
olarak ayetle bağlantılandırılan rivayetleri aktarmak suretiyle bir yol
izlediği görülmektedir. Şiîlerce meşhur kabul edilmiş âlimlerin eserlerinde yer
verdiği Gadîr-i Hum rivayetleri olan bu nakiller arasında Süleym b. Kays
el-Hilâlî, Ali b. İbrahim el- Kummî, İbn Bâbeveyh, Tabersî gibi âlimlerin
nakilleri[307] bulunmaktadır. Bahsedilen
nakillere çalışmamızda Bahrânî’den önceki âlimlerde yer verildiği için
müellifin bu rivayetlerden farklı olarak konu ile ilgili aktardığı diğer
nakillerden söz edilecektir.
Bahrânî,
mütekellim ve fıkıh âlimi olarak bahsettiği ve İbn Fârisî olarak tanınan Şeyh
Fâdıl’dan Gadîr-i Hum olayına dair uzunca bir rivayet aktarmaktadır. Buna göre
Hz. Peygamber veda haccında iken Cebrail kendisine gelerek artık ömrünün sonuna
geldiğini, insanlara kendisinden sonra onlara halife olacak kişinin Ali b. Ebî
Tâlib olduğunu izah etmesini istemektedir. Onun için biat almasını, onun her
mümin erkek ve kadının velisi olduğunu, insanlara hüccet olduğunu duyurmasını
ve böylece dinin kemale erdiğini, Allah’ın insanlar üzerindeki nimetini
tamamladığını bildirmesini söylemektedir. Ancak Peygamber, kavminin nifak ve
ayrılığa düşmesinden ve cahiliye alışkanlıklarına geri dönmelerinden korkmuştur.
Cebrail’in insanların korkusunun Rabbi’nin emrinin önüne geçmemesini
söylemesine rağmen Peygamber, emri Hayf Mescidi’ne kadar geciktirmiş, Cebrail
yerine getirmesi gereken emri ona tekrar hatırlatmıştır. Ancak Peygamber
koyunların otlak yeri olan Mekke ile Medine arasındaki Gadîr-i Hum’a
ulaştığında hala görevini yerine getirmemiştir. Burada Cebrail’e insanların onu
yalanlamasından ve Ali hakkındaki sözlerini kabul etmemelerinden çekindiğini
dile getirmiş bunun üzerine Allah tarafından; “Ey Peygamber! Rabbinden sana
indirileni tebliğ eti” ayeti nazil olmuştur.[308]
Rivayette ayetin indiği yer olan Gadîr-i Hum hakkında, Cuhfe’ye üç mil
uzaklıkta Mekke ile Medine arasında koyunların otlatıldığı yer olarak ayrıntılı
bir şekilde bahsedilmekte ayrıca Cebrail’in buraya ayeti getirdiği zaman dilimi
açık bir şekilde öğleye yarım saat kala olarak verilmektedir. Hz. Peygamber
ayetin inmesi üzerine insanları toplayarak burada oldukça uzun bir hutbe
vermektedir. Onun insanlara hitabında mevlâ hadisi olarak bilinen “Ben kimin
mevlâsıysam Ali de onun mevlâsıdır.” sözleri yer almamakta ancak Ali’nin
velayetini ve onun imametini açıkça haber verdiği uzun vaazında aynı zamanda
birçok ayeti de Ali ile ili şkilendirmektedir.[309]
Yine
Bahrânî’nin Turuku ’l-Amme adlı eserde daha önce bahsi geçen Ebu Said
el-Hudrî’den aktardığı rivayette şunları nakletmektedir: Hz. Peygamber cumaya
denk gelen Gadîr-i Hum günü bir ağacın altını temizleterek orada kol altı
gözükecek kadar Ali’nin elini kaldırmış; “Bugün size dininizi tamamladım...”
ayeti nazil olana kadar bırakmamıştır. Burada insanlara dinin kemale erdiğini,
nimetin tamamlandığını, Allah’ın kendisinin risaletinden ve Ali’nin
velayetinden razı olduğunu bildirerek Ali için; “Allah’ım ona dost olana dost
ol, düşman olana düşman ol, ona yardım edene yardım et, onu başarısız kılanı
başarısız kıl.” şeklinde dua etmiştir. Bunun üzerine Hassan b. Sâbit izin
isteyerek meşhur Gadîr-i Hum şiirini okumuştur.[310]
Onun İbn Megâzilî’den aktardığı diğer bir rivayette Ebu Hureyre’den nakledilen
Zilhicce’nin on sekizinde tutulan orucun sevabına dair hadis yer almaktadır.
Bahsi geçen günde Hz. Peygamber, Gadîr-i Hum’da Ali’nin elini kaldırmış ve “Ben
size sizden daha evla değil miyim?” sorusuna aldığı evet cevabından sonra; “Ben
kimin mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır. Allah’ım ona dost olana dost, düşman
olana düşman ol. Ona yardım edene yardım et.” demiştir. Bunun üzerine Ömer b.
Hattab, Ali’yi her mümin erkek ve kadının mevlâsı olmasından dolayı tebrik
etmiştir. Bu yaşananlar üzerine “Bugün size dininizi tamamladım.” ayeti
nazil olmuştur.[311]
Huveyzî’nin Nuru’s Sakaleyn Eserinde Gadîr-i
Hum
Hicrî 11.
yüzyılın âlimlerinden olan Huveyzî, tefsirci olmasının yanı sıra muhaddis ve
ediptir. Çağdaş âlimlerden Hürr Âmilî onun hakkında şöyle yazmaktadır: "O,
fazıl, fakih, muhaddis, güvenilir, takvâlı, edip, şair, geniş ve kapsamlı ilim
sahibi bir âlimdir. "Hüveyz" âlimlerinden olup, "Şirâz"
şehrinde yaşayan Huveyzî’nin elimizdeki mevcut kaynaklar tahsili, tedris dönemi
ve hayatı hakkında fazla bilgi vermemektedir. Talebelerinden biri "Merhum
Seyyid Nimetullah Cezâyiri"dir. İlk biyografi eserlerinden "Riyâzul
Ulemâ" ve diğer birçok kaynakta onun sadece adı getirilerek, yukarıda
değindiğimiz vasıflarla övülmüş ve bazı eserlerine değinilmiştir. Kaynaklar
onun vefat tarihine değinmemişler sadece Resuli Mehellâti onun vefat tarihini
Hicri 1112 olarak belirtmiştir.[312]
Huveyzî
döneminin özelliklerine uygun olarak tefsirinde Ahbârî usulü temel almış ve
ayetleri hadislerle açıklama yoluna gitmiştir. Bu doğrultuda Maide Suresi’nin
üçüncü ayeti ile altmış yedinci ayetinin tefsirinde Gadîr-i Hum ile ilgili
rivayetlere yer vermektedir. Huveyzî, Gadîr-i Hum’a dair rivayetleri Şeyh
Sadûk’un el-Emâlîsinden ve Kuleynî’nin el-Kâfî” sinden ve Ali b.
İbrahim’den nakilde bulunarak aktarmış ve “Bugün size dininizi
tamamladım...” ayetinin Gadîr-i Hum’da Peygamber’in Ali’yi tayin etmesi
üzerine indiğini bununla birlikte el-Kâfî”de ayetin Veda Haccı Arife
günü indiğine dair rivayetler olduğunu belirtmiştir.[313]
Bundan farklı olarak Ravdatü’l-Kâfî adlı eserden nakilde bulunan
Huveyzî, Hz. Ali’nin verdiği bir hutbede Gadîr-i Hum gününü zikrettiğini burada
Hz. Peygamber’in; “Ben kimin mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır.” diyerek
kendisinin velayetini duyurduğunu ifade etmektedir. Ardından “Bugün size dininizi
tamamladım.” ayetinin nazil olduğunu ve kendisinin velayeti ile dinin
kemale ermiş olduğunu belirtmiştir.[314]
Maide Suresi’nin altmış yedinci ayetinde Huveyzî yine ahbârî
çizgideki âlimlerin nakillerine yer vermek suretiyle Gadîr-i Hum hadisesinden
bahsetmekte ve “Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et..””
ayetinin velayetin ilanı ile ilgili olduğunu belirtmektedir. Şeyh Sadûk, Ali b.
İbrahim ve Tabersî’den aktardığı rivayetlerde Hz. Peygamber Ali’nin velayetini
duyurmaktan çekinip ilanı geciktirince Allah Maide Suresi’nin altmış yedinci
ayeti ile peygamberi ikaz etmiş o da bunun üzerine; “Ben kimin mevlâsıysam Ali
de onun mevlâsıdır.” diyerek Ali’nin imametini duyurmuş ve böylece din kemale
ermiştir.[315]
İkinci Dirayet
Dönemi Tefsirlerinde Gadir-i Hum (Çağdaş Dönem/XIV-XV. Asır) Şiî tefsirinde ikinci rivayet dönemi
hicri on üçüncü yüzyıla kadar devam
etmiş, bu
yüzyılda mutedil Ahbârîlerin uzlaşmacı tutumu ve Behbehâni (ö. 1205/1790)’nin
çalışmaları neticesinde tekrar Usûlîler etkin hale gelmeye başlamıştır. Daha
sonra bazı Ahbârîlerin, Ahbâriliği diriltme çabaları fayda vermemiş, Usûli
düşünce varlığını korumuş ve günümüze kadar etkinliğini artırarak ulaşmıştır.
Usûlîlerin tekrar etkin hale gelmesiyle, yeniden Dirâyet Tefsirleri ön plana
çıkmaya başlamış ve bu dönemde çok sayıda tefsir telif edilmiştir. Bu
tefsirlerden; Mir Kerim Ağa Bâkuvî (ö. 1358/1939)’nin Keşfu’l-Hakâik an
Nüketi ’l- Âyâti ve ’d-Dekâik, Nâsır Mekârim Şirâzî’nin el-Emsel,
Muhammed Hüseyin Fazlullah’ın Min Vahyi’l-Kur’ân ön plana çıkmakla
beraber ikinci dirayet dönemi olarak adlandırılabilecek
dönemin en önemli müfessiri ve tefsiri Allame Muhammed Hüseyin et-Tabatabâî (ö.
1402/1981) ve el-Mîzân fî Tefsiri’l- Kur’ân adlı tefsiridir.[316] a.Mir Kerim Ağa
Bâküvî’nin Keşfu’l-Hakâik an Nüketi’l-Âyâti ve’d-Dekâik Tefsirinde Gadîr-i Hum
İmâmiyye
Şîası’na mensup Azerbaycanlı müfessir ve Bakü eyaleti kadısı olan Mîr Muhammed
Kerîm el-Hâc b. Mîr Cafer el-Bâküvî, Bakü’de dünyaya gelmiştir. Alevî, Hüseynî
ve Mûsevî nisbeleriyle anılmaktadır. İlk eğitimini Türkiye, İran ve Mısır’dan
getirilen hocaların ders verdiği mescidlere bağlı Farsça ve Arapça ile orta
seviyede dinî tedrisat yapılan mekteplerde aldığı tahmin edilmektedir. 1871’de
düzenli bir öğrenim görmek için Bağdat’a gitmiş ve on yıl sonra Bakü’ye
dönmüştür. İlk olarak İçeri Şehir’deki Şah Mescidi’nde ahundluk, 1904-1918
yıllarında Bakü Vilâyeti Şîa Mescidi başkanlığı, Bakü Eyalet kadılığı ve Bakü
Vilâyet Meclisi başkanlığı görevlerinde bulunmuştur. Azerbaycan’da dindarlara
baskı uygulandığı, dinî liderlerin sosyalizm aleyhtarlığı ithamıyla tutuklanıp
idam edildiği bir dönemde Bâküvî de devrim karşıtı olduğu, çevresindekileri
rejim aleyhine kışkırttığı gerekçesiyle tutuklanmış ve yargılandığı mahkemede 2
Mart 1938 tarihinde seksen beş yaşında idama mahkûm edilmiştir. Eserlerinde
içtimaî ve dinî problemleri ele alan, İslâm dünyasının kalkınması yolunda
fikirleri olan Bâküvî Müslümanların birlik ve beraberliğine önem vermiş,
tefrikanın zararlarına dikkat çekmiştir. Tefsirini Sünnî kaynaklarını da
kullanarak yazmak suretiyle Şiî ve Sünnî toplulukları bir araya getirme amacı
gütmüştür.[317]
Azerbaycan
Türkçesi’nde basılmış ilk Kur’an tercümesi ve tefsiri olan bu eserde Bâküvî,
İmâmiyye müfessirlerinden Tabersî dışında Fahreddin er-Râzî, Hâzin, Nesefî, Beyzâvî,
İsmâil Hakkı Bursevî gibi Sünnî kaynaklarına da başvurmuş ve mezheplere dair
ayrıntılara girmeden orta bir yol izlemiştir.[318]
Bâküvî,
tefsirinde Gadîr-i Hum’dan Maide Suresi’nin 67. ayetine yer verdiği bölümde
kısaca bahsetmektedir. Şia’ya göre bu ayetin Hz. Ali’nin velayeti hakkında
nazil olduğunu belirten Bâküvî, Hz. Peygamber’in Gadîr-i Hum denen yere
geldiğinde inen bu ayetin Şia için şu anlamı taşıdığını ifade eder: “Ey
Peygamber! Şayet Ali’nin hilafetini insanlara tebliğ etmezsen sanki Allah’ın hiçbir
hükmünü tebliğ etmemiş gibi olursun.” Bundan sonra Hz. Peygamber minbere çıkmış
ve “Ben kimin mevlâsı isem Ali’de onun mevlâsıdır. Allah’ım ona dost olana dost
ol, düşman olana düşman ol.” diyerek velayeti ilan etmiştir. Hadisenin izahında
kaynak olarak Tabersî, Tabâtabâî ve Ahmed b. Hanbel’den faydalanan Bâküvî,
Salebî ve Ayyâşî’nin tefsirlerinde bu hadise yer verdiğini ayrıca Cabir b.
Abdillah ve İbn Abbas’tan da hadisin nakledildiğini belirtmektedir. Ehl-i
Sünnet’in görüşünden de bahseden müellif, onlarca ayetin, Gadîr-i Hum’da
Ali’nin velayeti için inmediği fikrini benimsediklerini ancak bahsedilen mevlâ
hadisini rivayet etmelerine rağmen mevzunun Ali’nin hilafeti ile alakalı
olmadığı görüşünü savunduklarını izah etmektedir. Tefsirinin sonunda, Hz.
Peygamber’in elbette Allah’ın hükümlerini gizlemeyip tebliğ ettiğini ancak
kendisine karşı oluşan tehditlere bir önlem mahiyetinde bu ayetin indiğini
belirtmektedir.[319]
Şiî ve Sünnî
ekolden her birinin görüşlerine yer veren Bâküvî, ayetin tefsirinde orta bir
yol izleyerek savunulan görüşleri sadece aktarmakla yetinmektedir. Hadisenin
dayanak noktası olan mevlâ hadisinin kaynak problemi olmadığını göstermeye
çalışırken meydana gelen ayrılığın bir yorum farkından ibaret olduğunu anlatma
çabasındadır. Nitekim müellife göre bahsi geçen hadisin Sünnî kaynaklarda da
mevcut olması bunu temin etmektedir. Bâküvî’nin hayatında birlik ve beraberliği
ön plana çıkararak bir yol izlemiş olması ve tefsirinde mezhepsel ayrıntılara
girmeden orta bir yol izlemesi Şiî bir âlim olmasına rağmen velayetin ana
dayanak noktalarından olan Gadîr-i Hum izahında keskin bir tavırdan onu uzak
tutmuş gözükmektedir.
b.Muhammed Hüseyin
Fazlullah’ın Min Vahyi’l-Kur’ân’ında Gadîr-i Hum
Tam adı
Muhammed Hüseyn b. Abdirraûf b. Necîbiddîn b. Fazlillâh olan Lübnanlı Şiî
müfessir, 16 Kasım 1935 tarihinde Irak’ın Necef şehrinde doğmuştur. Babası
Lübnan’ın Cebeliâmil bölgesi din âlimlerinden Seyyid Abdürraûf Fazlullah’tır.
Aile, Muhammed Hüseyin’in dördüncü dedesi Muhammed b. Fazlullah’tan dolayı Fazlullah
ailesi diye anıldığından Muhammed Hüseyin, Fazlullah adını da almıştır. Soyunun
Hasan b. Ali b. Ebî Tâlib vasıtasıyla Hz. Ali’ye ulaştığı belirtilir. İlk
eğitimini babasından alan Muhammed Hüseyin, Necef Havze-i İlmiyyesi’nde
öğrenime başlamış burada çeşitli hocalardan ilk bilgileri edindikten sonra
“ders-i hâric” denilen üst seviyedeki derslere başlamaya hak kazanmıştır. Bu
dönemde Ebü’l-Kâsım Hûî, Muhsin el-Hakîm, Mahmûd eş-Şahrûdî ve Hüseyin el-
Hillî gibi hocaların derslerine devam etmiştir. Tahsilini tamamlamasının
ardından öğretim faaliyetine başlamış ve Necef Havze-i İlmiyyesi’nde çeşitli
ülkelerden gelen öğrencilere yaklaşık yirmi yıl süre ile lisansüstü fıkıh,
usûl-i fıkıh, zaman zaman da Arapça dersleri vermiştir. 1966’da Irak’tan
ayrılıp Lübnan’a göç eden Fazlullah, başta Hizbullah olmak üzere Lübnan’daki
İslâmî direniş hareketlerinin yanında yer alarak Hizbullah’ın mürşidi olarak
kabul edilmiştir. Bunun yanı sıra 1989’da otuz kadar Şiî ulemâsının Muhammed
Hüseyin’in müctehid olduğu hususunda şehâdette bulunması ve kendisinin merci-i
taklîd olarak kabul edilmesi üzerine önce “âyetullah” ve ardından
“âyetullâhi’l-uzmâ” unvanını almıştır. Humeynî’nin velayeti fakih görüşünü
benimsemeyen Fazlullah, genellikle Şiî ulemâsı tarafından ileri sürülüp yaşanmışlığı
kesin gibi kabul edilen, Hz. Ömer tarafından bir karışıklık esnasında Hz.
Fâtıma’nın kaburga kemiklerinin kırılması olayında bazı şüphelerinin
bulunduğunu söylemesi sebebi çeşitli âlimler tarafından eleştirilmiştir. Şîa
imamlarının tekvînî (tabiat konularını aşan) bir velâyete sahip oldukları
düşüncesini şiddetle reddetmiş ve Hz. Ebû Bekir, Ömer ve Hz. Âişe gibi
sahâbîleri lânetle anmak, onları bazı kötülükleri işlemekle ve küfürle itham
etmek gibi hususların terkedilmesini isteyerek bu davranışların haram olduğunu
söylemiştir. Muhammed Hüseyin Fazlullah 4 Temmuz 2010 tarihinde Beyrut’ta vefat
etmiştir.[320]
Muhammed
Hüseyin Fazlullah’ın çağdaş tefsir eserlerinden olan Min Vahyi ’l- Kur’an
telifinde yer verdiği Gadîr-i Hum hadisesini Şiî-İmâmî inanç doğrultusunda
kendinden önceki âlimlerle paralel olarak Maide Suresi’nin üçüncü ayeti ile
altmış yedinci ayeti bağlamında ele almaktadır. '“Bugün size dininizi
tamamladım...” ayeti Peygamber’in “Ben kimin mevlâsı isem Ali de onun
mevlâsıdır. Allah’ım kim Ali’nin hilafetini kabul ederse ona zafer ver ve kabul
etmeyene zafer bahşetme.” demesi üzerine nazil olmuş ve böylece din Ali’nin
imametinin duyurulması ile kemale ermiştir. Fazlullah, bu rivayetlerden İbn
Cerîr Taberî’nin kitabında bahsettiğinin ve Zeyd b. Erkam’dan bu ayetin Gadîr
günü indiğini haber verdiğinin aynı şekilde Hatîb el-Bağdadî’nin tarihinde bu
hadiseyi Ebu Hureyre’den naklettiğinin altını çizmektedir. el-Emsel
tefsirinde hadiseyle ilgili yer alan bilgileri aktarırken Ömer b. Hattab’ın
Ali’yi “Benim ve tüm müminlerin mevlâsı oldun.” diyerek tebrik ettiğini ayrıca
belirtmektedir. Müellif, tüm bu saydığı rivayetlere ek olarak el-Eminî’nin
Gadîr-i Hum’a dair on üç rivayet daha aktardığını ve el-Burhan tefsiri
ile Nur es-Sakaleyn tefsirinde Ali’nin imametine dair on farklı çeşit
nakil bulunduğunu verdiği bilgiler arasında zikretmektedir. Fazlullah’a göre
bazıları -ki bu ifadeden Ehl-i Sünneti kastettiği anlaşılmaktadır- bu
rivayetleri tartışılır hale getirip ayetin Ali’nin imameti hakkında inmediğini
söyleseler de aktarılan rivayetler ve bunların çokluğu ayetin Ali’nin imametine
dair olduğunu göstermektedir. Bu ayetler herhangi bir münasebet için inmiş olsa
bile günümüz içinde de geçerlilik arzetmektedir. Nitekim bazı ayetler
nübüvvetten bahsederken bazıları ise Ali’nin imameti ile ilgilidir.[321]
Maide
Suresi’ndeki “Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ eti” ayeti
de yine Ali’nin imameti doğrultusunda nazil olmuş bir ayettir. Râzî, tefsirinde
bu ayetin Yahudi ve Hristiyanlar’ın hile ve kurnazlıklarına işaret ettiğini
buna rağmen Peygamber’in İslam’ın talimatlarını çekinmeden açıklaması
gerektiğini ifade etse de Fazlullah’a göre ayette verilmek istenen mesaj bu
değildir. Zeyd ve Zeynep ile ilgili inen ayette olduğu gibi bu ayet de
Peygamberin bireysel selametine yönelik bir mesaj içerir. Onun ayetle aldığı
ikaz Ali’nin konumu hakkında ki mesajı iletmesi ile ilgilidir ve bunu yapmadığı
takdirde risaletinin tamamını kapsayan mesajı tamamlamamış olacaktı. Peygamber
velayeti duyururken “Ben size sizden daha evla değil miyim?” diyerek aslında
imametin yönetimle ilgili olduğunu kastetmekteydi. Böylece Ali’nin mevlâ olması
Peygamber’in insanlara veliliği gibi olmaktadır. Nitekim o, “Ben kimin mevlâsı
isem Ali de onun mevlâsıdır.” demiştir. Bununla Peygamber kendi için istediğini
Ali için de istemiş ve sahabenin kabulünü almıştır. İddia edildiği gibi “mevlâ”
kelimesinden kasıt sevme yahut nasr olamaz çünkü “ben seviyorum siz de sevin”
demek mantık dışıdır.[322]
b.Tabâtabâî’nin el-Mizan
Tefsirinde Gadîr-i Hum
Muhammed
Hüseyin b. Muhammed b. Muhammed Hüseyin Tabâtabâî, miladî 1902 yılının
sonlarına doğru Tebriz'de ilim ve irfan sahibi bir sülâleden dünyaya gelmiştir.
On dördüncü büyük babasından kendi babasına kadar bütün babaları Tebriz'in
meşhur âlim ve bilginlerinden sayılmıştır. Allâme, ilk tahsilini kendi doğum
yeri olan Tebriz'de yapmış, tahsilinin ilk aşamasını geride bıraktıktan sonra
dönemin İslâmî ilimler merkezi olan Necef-i Eşrefe gidip, orada İslâmî
ilimlerin çeşitli dallarında on yıl eğitim görmüştür. Fıkıh ve usul-i fıkıh
ilimlerini Nainî ve İsfahanî gibi meşhur bilginlerden almıştır. Felsefeyi Ağa
Ali Müderris'in öğrencilerinden olan Seyyid Hüseyin Badkubî'den, riyaziyatı
Seyyid Ebu'l-Kasım Hansarî'den, Hacı Mirza Ali Kazî'den ders almıştır. Daha sonra
1925 yılında maddî sıkıntılardan dolayı doğum yeri olan Tebriz'e geri dönme
mecburiyetinde kaldı. Allâme Tabâtabâî, İkinci Dünya Savaşından sonra, doğum
yerini terk edip, İslâmî ilimler merkezi Kum şehrine giderek, tefsir ve felsefe
dallarında ders toplantıları düzenlemiş ve Tahran'a da sık sık yaptığı
yolculuklar neticesinde felsefe ve İslâmî ilimlere ilgi duyan kesimlerle
ilişkilerde bulunmuştur. Felsefe ile ilgili çalışmalarının neticesinde son
yıllarda felsefe dersine yüzlerce öğrencinin katıldığı gözlemlenmiştir. Yirmi
küsûr yıl zarfında Allâme'nin kılavuzluğu ve tedrisatıyla felsefe dalında
uzmanlaşan bilginler artış göstermiştir. O, gerek Kur’an tefsiriyle gerekse
geleneksel hikmetin canlandırılmasına yönelik felsefî çalışmaları ve bu iki
alanı ustaca mezcetmesiyle tanınan bir âlimdir. Kur’an tefsirinde âyetlerin
zâhirî mânalarının korunmasına özen göstererek kelâmcıların, İslâm
filozoflarının (özellikle Meşşâîler) ve mutasavvıfların bazı Kur’an âyetlerini
zâhirî mânalarından uzaklaştırıp te’vile yönelmesini şiddetle eleştirmektedir.
Tabâtabâî, 15 Kasım 1981 yılında vefat etmiştir.[323]
Tam adı el-Mîzân fi Tefsîri’l-Kur^ân olan bu
eser İmâmiyye Şîası’nın önemli Kur’an tefsirleri arasında sayılmaktadır.
Tabâtabâî eserinde incelemeye aldığı her ayeti tefsir ederken sünnette eğer bir
delil veya teyit edici bir rivayet varsa, ondan istidlâl veya istimdat şeklinde
yararlanmış, eğer sünnette bir delil veya teyit edici bir rivayet yoksa da
ilgili ayetin tefsirinde sünnetle çelişki oluşturmamasına gayret etmiştir.[324] Maide Suresi üçüncü ayetin
velayet ayeti olduğunu söyleyen müellif, Gadîr-i Hum ile ilişki kurmuş olsa da
hadiseyle ilgili herhangi bir bilgi vermemekte, mevzuyla ilgili bir rivayetten
bahsetmemektedir.[325] Aynı surenin altmış yedinci
ayeti olan “Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et...”
ifadesinin açıklamasında Gadîr-i Hum hadisesine yer vererek ayeti aklî
yorumlarla izah etmekte ve meseleyle ilgili pek çok hadisi de zikretmektedir.
Maide
Suresinin altmış yedinci ayeti doğrultusunda Peygamber’in insanlara iletmesi
gereken önemli bir emir vardır ancak o, bu emri insanlara iletmekten korktuğu
için onu uygun bir zamana erteliyordu. Bununla birlikte Peygamber’in
insanlardan korkma sebebi kendi canı ile ilgili değildir. Tabâtabâî’ye göre o,
bu emri tebliğ ettiği takdirde İslam çağrısını ebedi bir zarara uğratacak bir
suçlama ile karşılaşacağından korkmuş olmalıdır. Tebliğ edilmediği takdirde
iletmekle yükümlü kılındığı hiçbir mesajın tebliğ edilmemesi anlamına gelecek
olan bu görev[326] hadisler vasıtasıyla netliğe
kavuşmaktadır. Bu noktada Tabâtabâî Gadîr-i Hum rivayetlerini dayanak
göstermektedir. Nitekim Tefsiru’l Ayyaş?de yer alan rivayette Hz.
Peygamber insanların korkusundan üç gün susmuş ve Ali’nin hilafetini ilan
etmemiştir. Gadîr-i Hum günü Cuhfe’ye vardığında insanlara; “Size kendinizden
daha evla kimdir?” diye sormuş bu soruyu üç kez tekrarladıktan sonra; “Allah ve
Rasulü” cevabını alınca Ali’nin elini tutarak; “Ben kimin mevlâsı isem Ali de
onun mevlâsıdır. Allahım ona dost olana dost, düşman olana düşman ol.”
demiştir.[327] Kuleynî ve Şeyh
Sadûk’un buna paralel rivayetleri eserlerinde Muhammed Bâkır’dan
naklettiklerini belirten Tabâtabâî aynı şekilde el-Burhan tefsiri ve Mecmeu’l-beyan
tefsirinde de bu ayetin Gadîr-i Hum günü Ali hakkında indiğini zikrettiklerini
söylemektedir.[328] Yine Tabâtabâî’nin ifadesine
göre Gadîr-i Hum hadisi, Şiî ve Sünni kanaldan rivayet edilen mütevatir bir
hadistir. Çok sayıda sahabiden rivayet edilen bu hadis Ehl-i Beyt imamlarının
tümü tarafından doğru kabul edilmekte hatta Hz. Ali tarafından Rahbe denen
yerde insanlardan Gadîr-i Hum’da Peygamber’in hadisini işittiklerine dair
şahitlik istenmektedir.[329]
Her iki mezhep
kanalı ile gelen bu rivayetler doğrultusunda Maide Suresi’nin 67. ayetinin Hz.
Ali’nin velayeti hakkında olduğu görülmektedir. Allah bunu Peygamber’den
insanlara iletmesini istemiş olmasına rağmen Hz. Peygamber amcasının oğlunu
tuttuğu şeklindeki suçlamalardan korktuğu için bu emrin tebliğini art arda
erteliyordu. Fakat sonunda bahsi geçen ayet inince gereken mesajı Gadîr-i Hum
konuşmasında “Ben kimin mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır.” diyerek
duyurmuştur. Allah’ın istediği bu görevi şayet Peygamber yerine getirmeseydi
görevinin özüne zarar vermiş olacaktı. İnsanın bireysel ve sosyal hayatını
düzenleyen İslam, Peygamber’den sonra bir koruyucu bırakmamayı düşünmüş olamaz.
Bilindiği üzere Hz. Peygamber herhangi bir sefere çıktığı zaman yerine yetkin
birini bırakırdı ki Tebük seferinde yerine Ali’yi bırakmış ve ona; “Harun Musa
için ne idi ise, sen de benim için o olmak istemez misin? Yalnız benden sonra
peygamber gelmeyecek.”[330] demiştir.
Bu ayetin
öncesi ve sonrasında Ehl-i Kitap’tan bahsediliyor olsa da Tabâtabâî’ye göre
cümleler arasındaki bağlantı üzerinde derin bir inceleme yapıldığında söz
konusu ayetin ikazının Ehl-i Kitap ile ilgili olmadığı ortaya çıkmaktadır.
Yahudilerin ve Hristiyanların Peygamberimize yönelik tehlikelerini, onun
tebliği durdurmasına veya bir süre için ertelemesine yol açacak kadar büyük
görmek anlamsız gözükmektedir. Çünkü Medine’ye göç ettiği ilk günlerde bile
Peygamber için böyle büyük bir tehlike söz konusu olmamıştır. Üstelik ayet
Yahudilere yönelik şiddetli bir emir içermemektedir. Ehl-i Kitab’ın durumunu
ele alan ayetler Maide Suresi’nin büyük bölümünü oluştursa da bu surenin indiği
sırada Yahudilerin gücü kırılmıştır. Bu sebeple Peygamber’in Allah’ın dini
hakkında onlardan korkmasına gerek yoktur. Dolayısıyla bu ayetin anlam
bütünlüğü bakımından önceki ve sonraki ayetlerle ortak bir nitelik taşımadığı,
onlarla bağlantılı olmadığı, münferit olarak değerlendirilmesi gereken bir ayet
olduğu konusunda şüphe etmemek gerekir.[331]
c.Nâsır Mekârim
Şîrâzî’nin el-Emsel Eserinde Gadîr-i Hum
1926 yılında
Şirâz şehrinde dindar bir ailede dünyaya gelen Nâsır Mekârim Şîrâzî’nin babası
şehrin tüccarlarından mütedeyyin bir şahıs olan Hâc Muhammed Bâkır’dır. Rıza
Han’dan sonra oluşan nisbî özgürlük ortamında Âyetullâh Hâc Seyyid Nûreddin-i
Şîrâzî’nin vermeye başladığı dinî ilimler derslerine katılmış, Şirâz’daki
tahsil hayatından sonra on sekiz yaşında Kum’a gidip kendisinden hem yaşça hem
de ilmî mertebe olarak çok daha büyük âlimlerin katıldığı Âyetullâh
Burûcerdî’nin ve diğer âlimlerin derslerine katılmıştır. Kum’da yaklaşık beş
sene kaldıktan sonra 1950’de Necef’e gitmiş orada Necefte Âyetullâhi’l-Uzma Muhsin
Hekîm, Ebu’l-Kâsım Hoyî, Abdulhâdî Şîrâzî gibi âlimlerin derslerine
katılmıştır. Burada yirmi dört yaşında içtihât icâzeti alarak 1951’de tekrar
Kum’a dönen Şîrâzî, Kum’da Âyetullâh Burûcerdi ve Allâme Tabâtabâî gibi
âlimlerin derslerine katılmıştır. Muhammed Rıza Han ve Şahlık Rejimine karşı
başlayıp 1979’da gerçekleşen devrime kadar devam eden süreçte aktif rol almış,
devrimden sonra yeni anayasayı hazırlama konusunda önemli vazifeler
üstlenmiştir. Çeşitli ilmî teşekkül ve komisyonlarda yer almıştır. Bu süre
zarfında Kum’da tâlim ve tedrîs işlerine devam eden Şîrâzî 1994 yılında merci-i
taklit ilan edilmiştir.[332]
Nasır Mekarim
Şirazi Maide Suresi’nin 67. ayetinde Gadîr-i Hum hadisesinden bahsetmektedir. “Ey
Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et...” ifadesinin Peygamber’e
bir ikaz niteliğinde olduğunu söyleyen Şîrâzî, bu ayetin Ali hakkında indiğinin
kesin olduğunu belirtmektedir. Nitekim Ehl-i Sünnet’in tefsir, hadis ve tarih
kaynakları da bunu destekler rivayetleri barındırmaktadır. Bu rivayetler birçok
sahabeden zikredilmiştir. Zeyd b. Erkam, Ebu Said el-Hudrî, İbn Abbas, Cabir b.
Abdullah el-Ensârî, Ebu Hureyre, Berâ b. Azîb, Huzeyfe, Âmir b. leylâ b.
Damra’, İbn Mesud gibi sahabîlerden ayetin Gadîr günü Ali hakkında nazil olduğu
nakledilmiştir.[333]
Şîrâzî’nin
tefsirinde Gadîr-i Hum ile ilgili açıklamaları el-Emînî’nin Gadîr adlı
eserindeki bilgilerle paralellik arzetmekte dolayısıyla buradan istifade
edilerek
bu bilgilerin
aktarıldığı kanaatini oluşturmaktadır. Buna göre Hz. Peygamber veda haccından
sonra Mekke’den Medine’ye doğru yola çıkmış ve bir yol ağzı olan Gadîr- i
Hum’da yani kuzeyden Medine’ye, doğudan Irak’a, batıdan Mısır ve güneyden
Yemen’e bağlanan yolların ayrılış noktasında; hicretin onuncu yılına denk gelen
kurban bayramından sekiz gün sonraki Cuma günü konaklama kararı almıştır.
Burada insanları namaz için toplamıştır. Bugün o kadar sıcak bir gündür ki
insanlar abalarının yarısını başlarına çekip yarısını da ayaklarının altına
sermişler, ağaçların üzerine elbiselerini sererek Rasulullah’a sıcaktan
korunması için gölgelik yapmışlardı. Hz. Peygamber burada deve semerleri
üzerine çıkarak herkesin duyabileceği bir hutbe vermiştir.[334]
Hutbenin sonunda Ali’nin elini tutup koltuk altı görülecek şekilde kaldırmış ve
herkes onu tanımıştır. Daha sonra insanlara; “müminlere kendisinden daha evla
olan kimdir?” diye sormuş, “Allah ve Rasulü daha iyi bilir” cevabını alması
üzerine “Allah benim mevlâmdır, ben de müminlerin mevlâsıyım; ben onlara
kendilerinden daha evlayım öyleyse ben kimin mevlâsıysam Ali de onun
mevlâsıdır.” demiştir. Halk henüz dağılmadan Allah: '“Bugün dininizi kemale
erdirdim...” ayeti nazil olmuştur. Bunun üzerine Peygamber; “din kemale
erdi, nimet tamamlandı, Allah risaletimden ve benden sonra Ali’nin velayetinden
razı oldu” diyerek velayet ilanını gerçekleştirmiştir. Orada bulunanlar Ali’yi;
“Müjde sana Ali, tüm erkek ve kadınların mevlâsı oldun.” diyerek
kutlamışlardır. Bu sözlerle kendisini tebrik edenlerin başında Ebu Bekir ve
Ömer bulunmaktadır. İbn Abbas yaşananlar üzerine “Vallahi bu velayet herkesin
üzerine farz oldu.” sözlerini sarfetmiş ve Peygamber’in izniyle Hassân b. Sâbit
meşhur Gadîr günü şiirini okumuştur.[335]
Şîrâzî,
yaşananları aktardıktan sonra Peygamber’in Gadîr-i Hum mevkiinde sarfettiği
sözleri içeren hadisi Ehl-i Sünnet’ten birçok muhaddis, müfessir ve tarihçinin
eserlerinde zikrettiğini ifade etmektedir.[336]
Müellif hadiste geçen mevlâ kelimesinin velayet manasında anlaşılmasına itiraz
edilmesine ve kelimenin dostluk, yardım ve muhabbet anlamında olduğunun iddia
edilmesine değinmekte ve buna karşı gelmektedir. İtirazları yersiz bulan ve
onları çürütmek adına farklı deliller sunan Şîrâzî’nin, Hz.
Peygamber’in o kadar sıcak bir günde sadece Ali’ye duyulması gereken muhabbeti
belirtmek için insanları alıkoymasının mantıklı olmadığı görüşü delillerinden
biridir. Şayet Peygamber, mevlâ kelimesi ile muhabbeti kastediyor olsaydı
kendisinin insanlara daha evla olup olmadığını sorma gereği duymaz, Ömer sadece
muhabbeti vurgulanan birisini kalkıp tebrik etmezdi. Bununla birlikte Hz.
Peygamber’in Sakaleyn hadisi ile birlikte sarf ettiği bu sözler mevlâ
kelimesinin velayet anlamında olduğuna farklı bir delildir. O, yol gösterici
olarak Kur’an ile birlikte Ehl-i Beytin muhabbetini değil mevlâlığını
kastediyor olmalıdır.[337]
B.ŞİÎ HADİS KAYNAKLARINDA GADİR-İ
HUM
l.Kitâbü
Süleym B. Kays El-Hilâlî’de Gadîr-i Hum
Hayatı hakkında
detaylı bir bilgi bulunmamakla birlikte Hevazin’in Âmir b. Sâ’saa kabilesinin
bir kolu olan Benî Hilâl b. Âmir kabilesine mensup olduğu nakledilmektedir. Tam
adı, Süleym b. Kays el-Hilâlî el-Âmirî el-Kûfî (ö. 76/695 [?]), künyesi: Ebû
Sâdık’tır. Süleym, hicretten 2 veya 3 yıl önce dünyaya gelmiştir. Doğum
tarihinin kaç olduğu ile ilgili olarak nakledilen bir rivayette Ebân b. Ebî
Ayyâş (ö. 138/755)’ın kendisine Sıffîn Savaşı’nda kaç yaşında olduğunu sorması
üzerine kırk yaşında dediği rivayet edilmiştir. Hz. Peygamber’in vefatı
esnasında 12 yaşında olduğu belirtilmiştir. Ancak Hz. Peygamber’i gördüğüne
veya hayatının ilk on dört yılında Medine’ye uğradığına dair hiçbir rivayet
nakledilmemiştir.[338]
Şii müellifler
tarafından hicretten 2 yıl önce doğduğu nakledilmekle birlikte doğum yeri ve
ailesi hakkında bilgilere yer verilmemektedir. Pek çok rical kitabında
Süleym’in Hz. Ali (ö. 40/661), Hz. Hasan (ö. 49/669), Hz. Hüseyin (ö. 61/680),
Zeyne’l-Âbidîn (ö. 95/713) ve Muhammed el-Bâkır (ö. 114/733) ile arkadaşlıkta
bulunduğu belirtilmiştir.[339] Eserinde naklettiği
rivayetlerden anlaşıldığına göre, hicretin on dört ve on altıncı yılları
arasında Hz. Ali, Selmân ve Ebû Zer gibi isimlerle bir arada pek çok kez
görüşmüştür. Bu kimselerden hadis dinlemiş ve Hz. Ebû Bekir’in seçimiyle ilgili
Sakîfe olayları hakkında Selmân-ı Fârisî, İbn Abbas ve Berâ b. Âzib’den elde
ettiği bilgileri bir araya getirmiştir. Hz. Osman döneminde de söz konusu
sahâbîlerden hadis öğrenme ve yazma faaliyetini sürdürerek Hz. Ali’nin hilâfeti
zamanında rivayetleri toplayıp nakletmiş olan Süleym, Cemel ve Sıffîn
savaşlarında Hz. Ali’nin yanında yer alarak savaşmış, bu sırada vuku bulan
olaylara dair bilgileri kaleme almıştır. Yine Şiî kaynaklarına göre bu
savaşların ardından, elinde on iki imamın ortaya çıkacağına dair haberlerin yer
aldığı risâle bulunan bir Hristiyan rahibinin bunu Hz. Ali’ye arzettiğini
rivayet etmiş, ayrıca Ali’ye ait hutbeleri nakletmiştir. 40 (660) yılında
Nehrevan’da Haricilerle Hz. Ali yanında savaşmış ve halifenin şehid
edilmesinden önce onun yanında bulunarak vasiyetlerini yazmıştır. Hz. Ali’nin
ölümünün ardından oğulları Hasan ve Hüseyin’in yanında yer alarak onlardan
çeşitli rivayetler nakletmiş, Hz. Hasan’ın Muâviye ile yaptığı barış
antlaşmasına şahit olmuştur.[340]
Süleym b. Kays
Zeyne’l-Âbidîn, Muhammed Bâkır ve İbn Abbâs ile görüşmeleri dışında hicrî 60 ve
75 yılları arasında nasıl bir durumda yaşadığına dair bir bilgi yoktur. Hz.
Hüseyin’in şehid edildiği olaylarda adının hiç geçmemesi Şii âlimlerce onun
tutuklatıldığı düşünülmüştür. On iki imamdan Ali Zeynelâbidîn ve yedi
yaşlarındaki Muhammed el-Bâkır ile görüştüğü; bu sırada zaman zaman Medine’ye
gittiği bilinmektedir. 694 yılında Kûfe Valisi Haccâc b. Yûsuf’un Hz. Ali
taraftarlarını takip ettirdiği sırada her yerde aranan kişilerden biri de
Süleym idi. Hakkında ölüm kararı verildiği için yazdığı kitabı yanına alarak
çeşitli yerlerde gizlendikten sonra Şîraz yakınlarındaki Nevbendicân şehrine
gitmiş, burada henüz on dört yaşında bir genç olan Ebân b. Ebû Ayyâş ile karşılaşmıştır.
İki yıl onun evinde misafir kalarak aralarında bir dostluk durumu gerçekleşmiş
ve Hz. Ali ve Ehl-i Beyt ile onları destekleyen sahâbîler hakkında bildiklerini
Ebân’a anlatıp kitabını ona teslim ettikten sonra ölmüştür.[341]
Süleym b.
Kays, Eban b. Ebu Ayyaş’a kitabını teslim ettiği sırada Ebân’ın yaşının on dört
olduğu bilinmektedir. Süleym ona, ölümünden önce kitaptan bahsetmemesini,
öldükten sonra ise sadece Alî Şîasına rivayetleri söylemesini şart koşmuş, Ebân
da bu konuda ona garanti vermiştir. Teslim edilen bu kitap Kitâbu
Süleym’dir. Süleym’den sonra ise kitabın tek ravisi olan Ebân, eserdeki
rivayetleri nakleder. Bu eser, “Kitâbu Süleym, Kitâbu Süleym b. Kays
el-Hilâlî ve Kitâbu’s- Sakîfe” isimleriyle meşhur olmuştur. Şîî kaynaklara
göre esere “Kitâbu Süleym” ismini veren Cafer-i Sâdık’tır, ondan sonra
gelen Şîî müellifler de bu ismi benimsemişlerdir. Eser, bazı müelliflerce
Kur’an ve Ehl-i Beyt nezdindeki hadislerden sonra Müslümanlara ait en eski
kitap olarak kabul edilir.[342]
İmamete dair
en eski ve temel rivayetlerin müellifin ölüm tarihi dikkate alındığında Kitabu
Süleym b. Kays el-Hilâlî de yer aldığı söylenebilir. Eserde Gadîr-i Hum,
Hz. Peygamber’in vefatı, Sakîfe meselesi gibi hususlara değinilmesi ve
rivayetlerin Hz. Ali başta olmak üzere bazı imamlara ya da sahabenin ileri
gelenlerine isnad edilmiş olması Şîa açısından çok değerli bulunmuştur.
Süleym’in imamlarla arkadaşlık etmesi özellikle de kendisinden sonraki
dönemlerde gelen İmâmî geleneğe mensup müelliflerin eserden çokça nakillerde
bulunmasına sebep olmuştur. Eserin, müellife aidiyeti konusunda tarih boyunca
pek çok tartışma yaşanmış olmasına rağmen Ahbârî geleneğe mensup Şiî âlimler bu
eserin güvenilirliği konusunda hiçbir şüphe olmadığı kanaatindedirler.[343] Bu sebeplerden ötürü çalışmamızın
bu kısmında öncelikle Süleym b. Kays’da yer alan Gadîr-i Hum rivayetlerine
değinilecektir.
Süleym b.
Kays’daki mevcut Gadîr rivayetleri çoğunluk olarak Hz. Ali’den
nakledilmektedir. Onun, Ali b. Ebî Tâlib’den naklettiği bir rivayete göre;
Gadîr günü Peygamber Ali’nin elini kaldırarak insanlara; “Ben size sizden daha
evla değil miyim?” diye sormuş, onlardan evet cevabını alması üzerine “Ben
kimin mevlâsıysam Ali de onun mevlâsıdır. Allah’ım ona dost olana dost ol,
düşman olana düşman ol.” demiştir.[344]
Yine Hz. Ali’den aktarılan bir diğer rivayette Hz. Ali’nin Peygamber’in
velayete dair bazı söylemlerine insanlardan tanıklık istediği aktarılmaktadır.
Bunlardan birinde; “Ey iman edenler! Allah ’a itaat edin, peygambere itaat
edin ve sizden olan ulü’l-emre” (Nisa/59), “Sizin velîniz ancak
Allah’tır, peygamberidir, bir de Allah’ın emrine boyun eğerek namazı dosdoğru
kılan, zekâtı veren müminlerdir” (Maide/55), “Yoksa Allah sizden, cihad
edip Allah, Peygamber ve müminlerden başkasını kendilerine sırdaş edinmeyenleri
ortaya çıkarmadan, kendi halinize bırakılacağınızı mı sandınız? Allah
yaptıklarınızdan haberdardır.” (Tövbe/16) ayetleri indikten sonra insanlar
tarafından Hz. Peygamber’e bu ayetlerin müminlerin yalnızca bir kısmına mı has
yoksa tüm cemaati mi kapsadığı sorulmaktadır. Allah’ın bunlarla tıpkı namazı,
haccı, zekâtı ve orucu emrettiği gibi velayeti emrettiğini ifade eden Ali
Gadîr’de peygamberin bunu açıklığa kavuşturduğunu da aktarmaktadır. Nitekim
Peygamber, Gadîr-i Hum’a ulaştığında ashabına seslenerek Allah’ın kendisini zor
bir görevle görevlendirdiğini ve insanların onu yalanlamasından korktuğunu
belirtmiş ancak görevini tamamlamıştı. İnsanları namaz için toplayarak onlara;
“Ey insanlar değil mi ki Allah benim mevlâm, ben her müminin mevlâsıyım ve ben
size kendi nefislerinizden daha evlayım?” diye sormuş, orada bulunan halk evet
ey Allah’ın Rasulü demiştir. Bunun üzerine Peygamber Ali’nin ayağa kalkmasını
istemiş ve “Ben kimin mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır. Allah’ım ona dost
olana dost ol, düşman olana düşman ol.” demiştir. Sonrasında Selman ayağa
kalkarak Hz. Peygambere “vela”nın nasıl olduğunu sormakta ve Peygamber’den;
“Vela tıpkı benim velayetim gibidir. Ben kime kendi nefsinden daha evla isem
Ali de ona kendisinden daha evladır” yanıtını almaktadır. Bunun üzerine Allah
“Bugün size dininizi tamamladım...” ayetini indirmiş ve Hz. Peygamber
nübüvvetinin tamam olduğunu belirterek dinin kendisinden sonra Ali’nin
velayetiyle tamamlandığını söylemektedir. Rivayetin devamında Ebubekir ve Ömer Peygamber’e
inen ayetin sadece Ali hakkında mı nazil olduğunu sormaktalar. Hz. Peygamber’in
“Ali ve ondan sonraki vasilerim için” cevabını açıklamasını istemeleri üzerine
peygamber Ali iki oğlu Hasan ve Hüseyin ile Hasan’ın oğullarından gelecek dokuz
kişinin vasisi olduğunu haber vermekte ve onların Kur’an’la, Kur’an’ın da
onlarla olduğunu söylemektedir.[345] Buna benzer bazı rivayetlerde
yine Hz. Ali’nin Ensar ve Muhacir’den, Peygamber’in Gadîr-i Hum günü
söylediklerini işitenleri sorarak buna şahitlik etmelerini istediği ifadeler
bulunmaktadır.[346] Birçok soruyla beraber
Gadîr-i Hum’a dair bu soruyu da barındıran rivayette Ali, imametine dair
delilleri sıralamakta ve insanlardan şahitlik istemektedir. İnsanların tüm
delilleri kabul ettiği ve şahitlik yaptığı ancak bunlara uymadıkları
vurgulanmaya çalışılarak aynı zamanda deliller Hz. Ali’nin kendisi vasıtasıyla
nakledilerek velayete dayanak oluşturulmaya çalışılmıştır.
Farklı olarak
Ebu Said’den aktarılan bir rivayette o; Ali’nin bütün Âli Muhammed’den daha
hayırlı olduğunu hattâ sorulması üzerine; Hamza’dan, Cafer’den, Fatma’dan,
Hasan ve Hüseyin’den de daha hayırlı olduğunu söylemektedir. Bunun sebebi
sorulduğunda Ali’ye dair birçok fazilet sıraladıktan sonra Hz. Peygamber’in
onun hakkında Gadîr-i Hum’da “Ben kimin mevlâsıysam Ali de onun mevlâsıdır.”
dediğini eklemektedir.[347]
Süleym b.
Kays’ın bunlar dışında aktardığı iki rivayette Peygamber’in Gadîr gününde
verdiği hutbede mevlâ hadisi yerine sakaleyn hadisinin yer aldığını
görmekteyiz. Hz. Peygamber Gadîr-i Hum’da verdiği hutbede kendilerine sıkıca
sarıldıkları takdirde yoldan ayrılmayacakları iki şey; Allah’ın kitabı ve
ıtreti olan Ehl-i Beytini bıraktığını söylemekte ve onların yolundan
gidilmesini buyurmaktadır.[348]
Her ne kadar
İmamiyye Şîa’sına mensup pek çok müellif tarafından Süleym b. Kays ve eseri
hakkında olumlu görüşler ortaya konmuş olsa da Şia dışındaki müelliflerde bu
bakış açısını görmek mümkün değildir. Hatta İmâmî geleneğe mensup âlimler
arasında dahi Süleym b. Kays hakkında bir ittifak söz konusu değildir. Eserdeki
rivayetlerin gerek sened zinciri gerekse de metin bakımından ağır bir dille
eleştirilmiş olması eserin müellifine aidiyet sorununu da ortaya çıkarmıştır.
Esere bakıldığında ilk dönem tarih kaynaklarında yer almayan pek çok rivayet
bulunmaktadır. Mezhebi tartışmalara giren rivayetlere yer veriyor olması ve
bunları Hz. Peygamber’in diliyle aktarıyor olması dikkat çekicidir. Hz. Ali’nin
Hz. Peygamber’den sonra dört kişi dışında herkesin irtidat ettiğini söylemesi,
sahabîlere yönelik hakaretleri içeren rivayetlerden bahsetmesi ve Kur’an’ın
tahrif edildiğine dair ilk rivayetleri barındırması[349]
eseri tartışılır hale getirmektedir. Nitekim Allâme Hıllî gibi rical alanında
önemli yere sahip isimler Kitâbu Süleym’i uydurma olarak değerlendirmişlerdir. Şeyh Müfîd, Süleym’in kitabından
alıntılarda bulunması nedeniyle Şeyh Sadûk’u tenkit etmiştir. Süleym b. Kays
daha çok Ahbârî geleneğe mensup âlimler tarafından ilgi görmüş ve
savunulmuştur. Usûlîler ise esere temkinli yaklaşmışlardır. Bununla beraber Usûlîler’in
öncülerinden olan Şerif Murtazâ ve Tûsî gibi isimler Kitâbu Süleym"den
imamete dair rivayetleri aktarmaktan kendilerini alamamışlardır.[350]
2.
Kütüb-i Erbaa’da Gadîr-i Hum
Şiî rivayet
kaynakları arasında Kuleynî’nin el-Kâfî"si, “Şeyh Sadûk” diye meşhur
İbn Bâbeveyh’in Men Lâ Yahduruhü’l-Fakîh’i ve Şeyh Tûsî’nin Tehzîbü’l-
Ahkâm"ı ile el-Istibsâr adlı eserleri önemli bir yer
tutmaktadır. Bu dört eser daha sonraki Şiî literatürde Kütüb-i Erbaa olarak
anılmış ve Şiî gelenekte “dört temel kitap” olarak meşhur olmuştur.
Kendilerinden sonraki Şiî-İmâmî âlimlerin faydalandığı bu telifler öncül
eserler olmalarından dolayı çalışmamızın konusu olan Gadîr-i Hum hadisesini
anlamak açısından önem arzetmektedir. Bu sebeple bu eserlerin içerisinde
bulunan Gadîr-i Hum rivayetleri incelenecektir.
a.Kuleynî’nin el-Kâfî
Eserinde Gadîr-i Hum
Şia’nın en
meşhur âlimlerinden biri kabul edilen Ebu Ca’fer Muhammed b. Ya’kûb b. İshak
el-Kuleynî’nin rey bölgesinde yer alan Küleyn köyünde doğduğu bilinmesine
rağmen doğum tarihi hakkında bir kayıt bulunmamaktadır. Onun, On Birinci İmam
Hasan el-Askeri (ö.260/873) zamanına yetişmiş olabileceği ileri sürülmekle
birlikte buna dair bir bilgi yoktur. el-Kaflnin “Fürû” kısmı üzerine
müstakil bir çalışma yapan Amîdî de Kuleynî’nin doğum tarihi ile ilgili
herhangi bir bilgi bulunmadığını belirttikten sonra hadis aldığı hocalardan
yaşının tahminen bulunabileceği kanaatine varmaktadır. 274/888 veya 280/894
yılında vefat eden Ahmed b. Muhammed el-Berkî’nin cenazesinde hazır olduğu
bilinen Ahmed b. Muhammed b. İsa, 260/874 yılında vefat eden Fazl b. Şâzân ve
onların akranı olan Sehl b. Ziyâd el-Âdemî Kuleynî’nin hocaları olduğundan
Amîdî’ye göre Kuleynî muhtemelen Hasan el-Askerî’nin hayatına yetişmiştir.
Ancak bu görüş Kuleynî’nin adı geçen hocalardan doğrudan ders almadığı
gerekçesiyle eleştirilmiştir. Dolayısıyla erken dönem âlimlerinden Kuleynî’nin
doğumuyla ilgili net bir bilginin gelmediği, öne sürülen hususların ise
tartışmalı olduğu görülmektedir.[351]
Kuleynî’nin
Rey’de bulunduğu süre zarfında âlim olduğu bilgileri mevcutsa da, onun bu
şehirdeki hayatı ve ilmi faaliyetleri hakkındaki bilgiler yok denecek kadar
azdır. Onun hayatı hakkındaki bilgiler genel olarak Bağdat’a gitmesinden
sonraki döneme aittir. Bağdat’a yerleşip 327/939 yılında hadis rivayet eden
Kuleynî burada büyük itibar görmüş, ilim meclislerine birçok kimse katılmıştır.
Ancak onun Bağdat’taki hayatı çok uzun sürmemiş yaklaşık iki yıl sonra
(329/941) vefat etmiştir.[352]
Kuleynî’nin
Bağdat’ta Nevbahtîler tarafından desteklenen aklî düşünceye karşı bir duruş
sergileyen Kum ekolüne mensup olduğu, hatta el-Kafî’yi de Kum ekolünü
desteklemek üzere yazdığı ileri sürülmekle birlikte, hadis rivayeti açısından
akla büyük önem veren Bağdat ekolüne yakın durduğu görülmektedir. Aşırı
fikirlere sahip olmaları nedeniyle Kum âlimleri tarafından cerh edilen ve
şehirden çıkarılan râvilerin hadislerine eserlerinde yer vermesi onun
Bağdatlıların anlayışını benimsediğini göstermektedir.[353]
Gadîr-i Hum
rivayetleri açısından değerlendirildiğinde eserde ilk dönem tarihi kaynaklarda
yer almayan ayrıntılar bulunduğu görülmektedir. Hz. Peygamber’in Gadîr günü
sarfettiği “Ben kimin mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır.” sözlerinin sonradan
meydana çıkan ideolojik yaklaşımlara uygun yorumlanması ve Kitâbu
Süleym"de rivayetlerin bu tür rivayetleri içeriyor olması eserin
mezhebi tarafgirlikle telif edildiği izlenimini oluşturmaktadır. Hz. Peygamber
zamanında mezhebi kimliklere dair bir oluşum gözlemlenmemesine rağmen Kitâbu
Süleym’de, Selman’ın ayağa kalkarak Peygamber’e “mevlâ” kelimesinden kastının
ne olduğunu soruyor olması Şiî-İmâmî geleneğin “vela” kelimesini imamet
doktrinine temel oluşturacak şekilde yorumlamasının bir sonucu gibi
gözükmektedir.
Kuleynî el-Kâfî
adlı eserinin Kitab’ul-Hucce bölümünde Hz. Ali’nin velayeti hususunu yer
verdiği rivayetlerle ortaya koymaya çalışmaktadır. Allah ve Rasulü’nün imamları
birer birer açıkladıkları metinler olarak isimlendirdiği bâbda Cafer Sâdık’tan
naklettiği hadisler Ali’nin velayetinin naslarla sabit olduğu şeklinde ele alınmaktadır.
Bu doğrultuda
aktardığı rivayetler; “Allah ’a itaat edin, Rasûle itaat edin ve sizden olan
emir sahiplerine...” (Nisa 59), “Sizin veliniz ancak Allah, Rasûlü ve
iman edenlerdir. Onlar namazı kılarlar ve rükûda iken zekât verirleri”
(Maide, 55) ayetlerinin Hz. Ali hakkında nazil olduğu iddiasını taşımaktadır.
Aynı şekilde Kuleynî, Hz. Peygamberin indirileni tebliğ etme uyarısını aldığı
Maide 67 ayetiyle ilgili rivayete yer vermekte ve burada Gadîr-i Hum gününü
zikretmektedir. O, Ebu Cafer’den naklettiği bu rivayette, Allah’ın Ali’nin
velayetini emrettiği ve bunu bildirmek için, “Sizin veliniz, ancak Allah,
Rasûlü ve iman edenlerdir. Onlar ki namazı kılarlar ve rükûda iken zekât
verirler.” (Maide 55) ayetini indirdiğini haber vermiştir. Ancak Müslümanlar
bunun ne anlama geldiğini kavrayamadıklarından Allah, diğer farzları açıkladığı
gibi Hz. Peygamberden velayeti de açıklamasını istemiştir. Hz. Peygamber bu
emirden çekinmiş, insanların dinden dönmelerinden ve ona inanmamalarından
korkmuştur. Bunun üzerine Allah, “Ey Resûl! Rabbinden sana indirileni tebliğ
et. Eğer bunu yapmazsan elçilik görevini yerine getirmemiş olursun. Allah
insanlardan seni korur.” ayetini indirmiş ve Hz. Muhammed Gadîr-i Hum
gününde Ali’nin velayetini herkese ilan etmiştir. Ayrıca burada bulunanların bu
ilanı bulunmayan kimselere iletmelerini talep etmiştir. Ard arda nazil olan
farzların sonuncusu velayet olmuş ve Allah “Bugün size dininizi tamamladım”
ayetini indirmiştir.[354]
Kuleynî’nin
Gadîr-i Hum gününü zikrettiği tek yer olan bu rivayet, Gadîr gününü sadece isim
olarak barındırmaktadır. Ali’nin velayetinin duyurulduğu günün Gadîr-i Hum günü
olduğu söylenmekte ancak bugünle ilgili zaman ve mekân bilgisi
aktarılmamaktadır. Diğer bir rivayette yine Maide 5/67 ayetinin ikazı üzerine Hz.
Peygamber, insanları etrafında toplamış ve Ali’nin elini kaldırarak kendisinden
sonra ümmete veli olduğunu söylemiştir fakat yaşanan bu olayın hangi günde
gerçekleştiğine dair özel bir gün belirtilmemiştir.[355]
Kütüb-i
Erbaa’nın en önemli kitabı olarak kabul edilen el-Kâfî’deki hadislerin
sahihliği konusunda tartışmalar modern öncesi dönemde olduğu gibi günümüzde de
devam etmektedir. Eserde, isnad ve metin açısından sorunlu rivayetlerin
bulunması tartışmayı önemli bir hale getirmektedir. Şiî âlim Hûî, bir mecliste
üstadı Mirza Muhammed Hüseyin en-Nâînî’nin (ö. 1355/1937) “el-KâfTnin
rivayetleri hakkında araştırma yapmak boş iştir” dediğini nakletmiştir. Eserin
güvenilirliği hakkında yapılan savunmalarda, Necâşî, Allâme Hıllî gibi
âlimlerin Kuleynî için güvenilir ifadesini kullanması dolayısıyla onun
kitabında yer alan ravi ve müelliflerin isnad ve metin yönünden muteber olduğu
iddiası ortaya atılmıştır. Aynı şekilde Kuleynî’nin sefirler döneminde eserini
kaleme almış olması dolayısıyla eserin sefirlerden birine arz edilmiş
olabileceği ve bunun eseri imama arz etmek gibi olduğu fikri ile Kuleynî’nin
eserin mukaddimesinde kitabın sahih olduğunu belirtmesi bazı Şiî âlimleri
eserin güvenilir olduğu kanaatine ulaştırmaktadır. Ancak Kuleynî ve el-
Kâffnin şöhreti nedeni ile hadislerin tamamının sahih olduğunu iddia etmek
yerinde gözükmemektedir. Bir şahsın güvenilir olduğunu söylemek rivayette
bulunduğu kimselerin tamamının sahih olduğu anlamına gelmemektedir. Kuleynî Şiî
gelenekte sika ve güvenilir bir âlim olarak kabul edilmiş olsa da kendi
ravileri ve isnadları hakkında herhangi bir değerlendirmede bulunmamaktadır.
Kuleynî’nin eserinin imama arz edildiği ile ilgili mevzuya değinilecek olursa
bununla ilgili tek delil olan İmam Muhammed b. el-Hasan’ın kitap hakkında “Bu
kitap Şia’mıza yeter” ifadesidir. Ancak bu rivayetin Şiî çevrelerde dahi
taraftar bulamamış olması dikkat çekmektedir. Nitekim Kuleynî eseri bitirdikten
sonra yazdığı mukaddimesinde buna dair bir ifade kullanmamaktadır. Yine bazı
Şiî âlimlerce kitabın sahihliğini tespit etmek için böyle bir rivayete gerek
olmadığı zaten bununla ilgili bir usulün olduğu dile getirilmekte ve İmam’ın
böyle bir ifade kullanmayacağı çünkü eserde mevzu hadislerin olduğuna dikkat
çekilmektedir. Bununla birlikte Kuleynî’nin sefirlerle irtibatını gösteren
herhangi bir haber de bulunmamaktadır. Kuleynî’nin kendisinin eserin
mukaddimesinde bu kitabın sahih olduğunu söylemesine rağmen el-Kâfi de
Masumlar dışındaki şahıslardan gelen rivayetlere yer vermesi farklı
değerlendirmeleri beraberinde getirerek bazı âlimler tarafından sahih
olmadığına delil olarak görülmüştür.[356]
Her şeyden
önce el-Kâfîde bulunan bir hadisin Şeyh Sadûk, Tûsî vb. bir âlim
tarafından eleştirilmesi ve sahih sayılmaması, mütekaddimûn dönemindeki temel
kaynaklarda yer alan hadislerin İmamlara nispetinin kesin olduğu tezini
zayıflatmaktadır. Şeyh Sadûk’un Kuleynî’yi açıkça zikrederek el-KâfT de
geçen bir hadisle amel etmeyeceğini belirtmesi ve sahih olmadığını işaret
etmesi bu noktada dikkat çekmektedir. Öte yandan Şiî âlim Hûî, Sadûk’un Men
lâyehduruhü’l-fakîh’ini kaleme almasını onun Kuleynî’nin eserini sahih
kabul etmediğinin delili olarak nitelendirmektedir.[357]
b.Şeyh Sadûk’un
Eserlerinde Gadîr- Hum
Şiî-Îmami
düşüncenin önemli âlimleri arasında yer alan Kütüb-i Erbaa müellifi Şeyh
Sadûk’un (ö. 381/991) asıl adı, Muhammed b. Ali b. El Hüseyin b. Mûsâ b.
Bâbeveyh el-Kummî’dir. Hadis ilmi alanında olağanüstü gayret göstermesi
hasebiyle “Reîsü’l-Muhaddisun” olarak kabul edilmesine rağmen hayatı hakkında
detaylı bilgi mevcut değildir. Onun hakkında bilgi veren en erken tarihli iki
rical kaynağı Necâşî’nin er-Rical’i ve Şeyh Tûsî’nin el-Fihrist’inde doğum yeri
ve tarihi ile ilgili bir bilgi bulunmamaktadır. Bununla birlikte Şeyh Sadûk’un Kemalü’d-Dîn
veTemâmü’n-Ni’me adlı eserinde verdiği bilgide, babasının üçüncü sefire
giderek evlat duasında bulunmasından yola çıkarak üçüncü sefir Hüseyin b. Rûh
en- Nevbahtî’nin sefirliği döneminin ilk yıllarını kapsayan zaman diliminde
hicrî 305326 (917-938) yılları arasında Kum’da doğmuş olabileceği kuvvetle
muhtemeldir.[358]
Şiî İmâmîler
nezdinde seçkin bir konuma sahip bir ailenin ferdi olarak doğan Şeyh Sadûk’un
yetişmesinde en önemli pay babasına aittir. O, Kum ekolünün babasından sonraki
en önemli temsilcisi olmuştur. Men lâ Yehduruhü’l-Fakîh adlı eserin
müellifi olması onun ilmi konumunun önemli göstergelerindendir. Nitekim
Şiî-İmâmî hadis külliyatı arasında kabul edilen bu eser, Kuleynî’nin el-Kâfî
adlı çalışmasından sonra ikinci sırada yerini almaktadır. İlk dönem Ahbâri
geleneğe mensup olması eserlerinde çoğunlukla meselelerin izahında sadece
imamlardan gelen ahbârı aktarmakla yetinmiştir. Ancak daha önce de bahsi geçen
gaybet mevzundaki itirazlara ahbârla cevap verilmesinde yetersiz kalınmasından
kaynaklı kendinden önceki âlimlerin aksine aklı müstakil bir delil olarak kabul
etmiş olmasa da bazı aklî izahlara yer vermekten geri durmamıştır. Onun bu
yaklaşımı bir anlamda kendisinden sonra konunun aklî çerçevede ele alınmasının
önünü açmıştır.[359] Öte yandan diğer Şiî ulemada
olduğu gibi Şeyh Sadûk da inanç ve fıkha ait konuların izahında haber-i vâhid
ile amel edilebilir olup olmadığını sorgulamak bir yana imamlardan gelen
herhangi bir haberin sıhhati konusunda bile şüphe ve tartışmaya yer vermeden
kendilerine ulaşan rivayetleri doğru kabul ederek meselelerin izahında
kullanmıştır. Şiî-İmâmî literatürde ilk dönemlerden itibaren dinî emir ve
yasakların hayata geçirilmesi ve dünyevi işlerin çözüme kavuşturulması için
Allah’ın yeryüzündeki hücceti olan bir imamın bulunması gerekliliğine dair birçok
haber bulunmaktadır. Şeyh Sadûk da konu ile ilgili mevcut ahbârı kabul eder ve
nübüvvetin imametin kaynağı olduğunu söyler. Ona göre bu hüccetler on iki
imamdır. Bunların ilki Ali b. Ebî Tâlib, sonuncusu Muhammed b. Hasan’dır.
Yeryüzü Allah’ın yarattıkları için açık veya gizli hüccetlerinden mahrum
olamaz. İmamlar tıpkı melekler ve peygamberlerde olduğu gibi küçük ya da büyük
hiçbir günah işlemezler. Onlar hata ve yanlışlıklardan korunmuşlardır. Halleri
noksanlık, isyan cehaletten her hangi bir şeyle vasıflandırılamazlar. Onların
emirleri Allah’ın emirler; yasakları da Allah’ın yasaklarıdır. Bu sebeple de
imamları sevmek iman, onlardan nefret etmek de küfürdür. Şeyh Sadûk’un bu
açıklamaları onun imameti nübüvvetin devamı olarak gördüğünün dolayısıyla insanlar
için imametin gerekli olduğu kanaatini taşıdığının göstergesi niteliğindedir.
Ayrıca o, Hz. Peygamber’den sonra imameti üstlenecek kişilerde nass ve tayin
fikrinin savunuculuğunu yapmaktadır. [360]
Kaynaklarda
verilen bilgilere göre müellifin 300’e yakın eseri bulunmaktadır. Ona ait
eserlerin en teferruatlı listesini veren Necâşi, 193 eserin ismini vermektedir.
Şeyh Tûsî ise müellifin üç yüze yakın eseri olduğunu belirtmesine rağmen bu
eserlerden sadece 43 tanesinin adını vermektedir. Kaynaklarda Şeyh Sadûk’a ait
olduğu belirtilen teliflerin çok azı günümüze ulaşmıştır. Birçoğu muhtemelen
fıkıh ve itikada dair yazılmış temel konuları içeren bu eserlerde imamların
hayatları başta olmak üzere, Ehl-i Beyt’e mensup bazı şahsiyetleri konu edinen
biyografi çalışmaları da önemli yer işgal etmektedir. Ayrıca eserleri arasında
îlmî birikiminden dolayı
farklı
bölgelerde ikamet eden İmâmiyye mensuplarının yönelttiği sorulara verdiği
cevaplardan oluşan risâleler de yer almaktadır. Bu eserlerle birlikte tüm
meseleleri izah etmede peygamber ve imamlardan gelen haberlere başvuran Kum
ekolü zirve yapmıştır.[361] Biz bu çalışmamızda Şeyh
Sadûk’un Gadîr-i Hum bahsini ele alan; “Men Lâ Yahduruhu’l-Fakîh”, “Kemâlüd-Din
ve Temâmü’n-Ni’me”, “Uyunu
Ahbâr”, “el-Emâli ” adlı eserlerini inceleyeceğiz.
b.l.Men Lâ
Yahduruhu’l-Fakîh’de Gadîr-i Hum
Müellifin en
çok bilinen ve Kütüb-i Erbaa’dan biri olan bu eseri fıkha ait bütün
konulara dair kapsamlı bir hadis koleksiyonudur. Önem açısından el-Kâfî” den
hemen sonra gelen bu kitapta Şeyh Sadûk, konu ile ilgili zikrettiği
hadislerin sened ve zincirlerini tam olarak vermemektedir. Ancak ona göre
derlediği tüm hadisler güvenilir olmakla beraber kendisi ile Allah arasında bir
hüccettir.[362] İbn Bâbeveyh’e asıl şöhretini
kazandıran bu eser Hz. Peygamber ve Ehl-i Beyt’e mensup imamlara atfedilen 6000
civarında rivayeti ihtiva etmektedir.[363]
Şeyh Sadûk Men
Lâ Yehduruhu’l-Fakîh eserinde yer verdiği rivayetlerde, Gadîr-i Hum
olayından bahsetmemektedir. Yalnızca Gadîr gününde tutulan namaz ve orucun
sevabı ile Gadîr mescidini zikrettiği birkaç rivayete kısaca yer vermektedir.
Kuleynî’den sonra Şiî-İmâmî literatürde en önemli yere sahip olan bu eserde
Şeyh Sadûk’un Gadîr-i Hum bahsini anlatan rivayetlere yer vermemesi dikkat
çekicidir. Bununla birlikte onun diğer eserlerinden olan “Kemâlüd-Din ve
Temâmü’n-Ni’me”, “Uyûnu Ahbârı’r-Rızâ”, “Sevabü’l-A’maî”, ve “el-Emâlî”
adlı teliflerinde Gadîr-i Hum olayını anlatan rivayetler bulunmaktadır. Aşağıda
bu eserlerde yer alan Gadîr-i Hum rivayetlerinden bahsedilecektir.
b.2.Kemâlüd-Din ve
Temâmü’n-Ni’me’de Gadîr-i Hum
Eserin telif
sebebi olarak müellif, on ikinci imamın gaybetinin uzamasıyla İmâmî
taraftarların içerisine düştükleri zihin bulanıklığını göstermektedir. O,
Nişabur şehrine uğradığını, orada Şiîlerin çoğunun gaybet konusunda şüpheye
düştüklerini ifade etmektedir. Ayrıca Buhara’da önde gelen düşünürlerin ve
mantıkçıların gaybet konusunu şaşkınlıkla karşılamalarından ve bu konuda
eleştiri yöneltmelerinden dolayı gaybet konusunu açıklığa kavuşturacak bir eser
yazmanın gerekliliğini hissettiğini, bu düşünceler içinde iken on ikinci imamın
kendisinden gaybetini tasdiklemek ve izah etmek adına bir eser yazmasını
istediğini ve bu maksatla eseri yazdığını dile getirmektedir. Dolayısıyla
eserin en önemli özelliği, gaybet konusuna getirdiği izahlardır. Burada
belirtilmesi gereken bir diğer husus ise Şeyh Sadûk’un Ahbârî geleneğe mensup
olmasına rağmen konuyu sadece ahbârla izahın mümkün olmadığını düşünerek bir
takım aklî açıklamalara yer vermiş olmasının yanı sıra o, kendinden önceki
âlimlerin görmezden geldikleri gaybeti akılcı yöntemlerle savunan âlimlerin
görüşlerini de aktarmıştır. Dolayısıyla Şeyh Sadûk’un bu eseri gaybetle ilgili
rivayetlerin artık değiştirilemeyecek şekilde ele alınarak ortaya konulduğu
geleneksel ahbârî yaklaşımın bitiş noktası olmuştur.[364]
Eserin
asıl yazılış amacı gaybet olmakla birlikte imametin temel doktrinlerini de
eserde zikreden Şeyh Sadûk, Şia açısından imamet meselesinin bir nevi başlangıç
noktası olarak görüldüğü Ali’nin velayetinin Hz. Peygamber tarafından insanlara
duyurulması olan Gadîr-i Hum olayını da eserinde yer verdiği rivayetlerde
zikretmektedir.
Elimizde bulunan nüshanın ikinci cildinde Cafer Sadık’tan gaybet konusunda
gelen bablar kısmında Gadîr-i Hum bahsi geçen bir rivayet
bulunmaktadır.
Buna göre; Ahmed b. el-Hasan b. el-Kattan’ın Abdullah b. Ebî El- Huzeyl’den
naklettiğine göre bir gün Ebu Huzeyl’e birisi imamet hakkında kime vacip
olacağını ve vacip olan kişinin alametlerini sormuş Ebu’l-Huzeyl de cevaben;
“Müminlerin kabul edeceği, onları idare edebilen, Kur’an-ı Kerim’e hâkim olan
birisidir. O Hz. Peygamber’in kardeşi ve vasisi Ali’dir. Ona taat farzdır.
Çünkü Allah buyurdu ki “Ey iman edenler! Allah’a ve elçisine ve sizden olan
emir sahiplerine itaat edin...” (Nisa/59) ve yine “Sizin veliniz ancak
Allah, O'nun peygamberi ve namaz kılıp rükû halinde zekât (sadaka) veren
müminlerdir.” (Maide/55). Bu ayetlerle Allah velayet sahibini kastetmiştir.
Ve Gadîr-i Hum gününde Peygamber imameti Ali’ye vermiş ve “Ben kimin
mevlâsıysam Ali de onun mevlâsıdır. Allah’ım onun tarafında olana zafer verene
ver olmayana verme, ona yardımcı olana yardımcı ol.” demiş ve şöyle devam
etmiştir: “Ali müminlerin ve muttakilerin imamı, vasilerin en iyisidir. Hz.
Peygamber’den sonra yaratılmışların en iyisi Ali, ondan sonra Rasulullah’ın torunları ve kadınların en iyisinin oğulları
olan Hasan ve Hüseyin sonra sırasıyla Ali b. Hüseyin, Muhammed b. Ali, Cafer b.
Muhammed, Musa b. Cafer, Ali b. Musa, Muhammed b. Ali, Ali b. Muhammed, Hasan
b. Ali, Muhammed b. Hasan’dır. Günümüze kadar tek tek sırayla onlar Rasul’ün
ıtretidir. Her zaman diliminde vasiyet ve imamet onlarındır. Onlar
el-urvetü’l-vüska ve hidayet imamlarıdır. Onların karşısında duran dalalet
üzeredir ve haktan ayrılmıştır. Onlar hem Kuran’ın hem sünnetin habercileridir.
Onları tanımayanlar cahiliyet ölümü üzere ölürler. Onların dini en üst
seviyededir. İffet, sıdk ve salah sahibidirler. Emaneti sahiplerine verirler.
Onlar secdeleri uzun olanlar, gece namazı kılanlar, rahatlığı sabırla
bekleyenlerdir. Hüsnü sohbettirler ve komşuları da öyledir.”[365] b.3.Uyunu Ahbap1 da Gadîr-i Hum
Hüseyin b.
Beşir’in naklettiğine göre Cafer Sadık bir gün mescitte insanlara hitap ederek
“Gadîr-i Hum gününde Hz. Peygamber Ali’ye ne verdiyse bize de vermiştir”
diyerek o da oğluna imameti verdi. İnsanlara hitaben; “Ey Medineliler! Benden
sonra vasim odur” dedi.[366]
Bunun dışında Kemalü’d-Din
adlı eserinde zikrettiği Ahmed b. el-Hasan b. el-Kattan’ın Abdullah b. Ebu
el-Huzeyl’den naklettiği hadisi Şeyh Sadûk bu eserinde de vermektedir.[367]
Ali b. Hüseyin
Zeynelâbidîn’in hitabete dair sözleriyle başlayan, her biri “meclis” adıyla
anılan doksan yedi bölümden oluşan el-Emâlî adlı eserde Şeyh Sadûk,
Gadîr-i Hum olayı ile ilgili rivayetlere yer vermektedir. Bununla ilgili
birinci, yirmi üçüncü, yirmi altıncı, elli altıncı ve seksen dördüncü
meclislerde aktardığı toplamda beş rivayet bulunmaktadır. Birinci mecliste Ebu
Hureyre’den, Hasan b. Muhammed b. Hasan b. İsmail es-Sekûnî kanalıyla aktardığı
rivayette Zilhicce ayının 18’inde tutulan orucun sevabının altmış ay tutulan
oruç sevabına denk gelmesi ile ilgili hadis zikretmektedir. Buna göre Ebu
Hureyre şöyle aktarmaktadır: Hz. Peygamber Zilhicce’nin on sekizinde yani
Gadîr-i Hum gününde tüm Müslümanlara “Size sizden daha evla değil miyim?” diye
sordu ve orada bulunanlar evet dediklerinde Ali’nin elini tutarak “Ben kimin
mevlâsıysam Ali de onun mevlâsıdır.” buyurdu. Bunun üzerine Ömer Ali’ye geldi
ve onu kutlayarak “benim ve tüm Müslümanların mevlâsı oldun” dedi ve bunlar
üzerine “bugün size dininizi tamamladım” ayeti nazil oldu.[368]
Yirmi üçüncü
mecliste, Şeyh Sadûk, babasından Cafer Sâdık kanalı ile Hz. Peygamber’in
Gadîr-i Hum günü söylediklerinin ciddiye alınmaması üzerine şunları söylediğini
rivayet etmektedir: “Ey insanlar hayatta olduğum halde Ehl-i Beytimi hafife
alıyorsunuz, ben aranızda olmadığım zaman neler yapacaksınız? Ama şunu bilin ki
Ali’ye biat etmezseniz Allah size huzur vermeyecektir. Ali’den sonra ise
velayet onun evlatlarında devam edecektir. Çünkü onlar benim şefaatimi ilk
alanlar, bana ilk tabi olanladır ve kim bana tabi olursa sünnetimi yerine
getirmiş olur. Benim sünnetim İbrahim’in sünnetidir. O benden ben de ondanım.”[369]
Yirmi altıncı
mecliste yer alan rivayette Cabir b. Abdullah el-Ensarî’den naklettiğine göre
Hz. Ali yaptığı bir hutbede Hz. Muhammed’in sahabelerinden olan Enes b Malik,
el-Bera b. Azib el-Ensarî, el-Eşas b. Kays Kindî ve Halid b. Yezid el-
Becelî’den her birine Hz. Peygamber’in Gadîr günü “Ben kimin mevlâsıysam Ali de
onun mevlâsıdır.” sözünü işitip işitmediğini sormuş ve duyduklarını
söylemelerini istemiştir. Şayet saklarlar ise de başlarına gelmesi için onlara
çeşitli beddualarda bulunmuştur. Cabir b. Ensarî bundan sonra Hz. Ali’nin
dualarının kabul olduğunu, sözü geçen sahabenin çeşitli hastalıklara
yakalandığını hatta Eşas b. Kays’ın duanın dünyada kabul olup ahirete
kalmadığına sevindiğini ifade etmektedir.[370]
Ancak burada mevlâ hadisine yer verilmesine rağmen Gadîr-i Hum’a dair bir ibare
yer almamaktadır.
Yirmi altıncı
mecliste yer alan diğer bir rivayette Hasan b. Muhammed b. Said el-Haşimî
kanalı ile Cafer Sadık’tan; Hz. Peygamber Gadîr-i Hum gününde şöyle demiştir:
“Ümmetimin en faziletli bayramı Allah’ın bana kardeşim Ali’ye velayeti vermemi
emrettiği gündür. Ve o ümmetime bayrak gibidir. Onlar Ali’nin sözünden
çıkmazsalar yanılmayacaklar. Ve bu günde Allah ümmetine nimetini tamamladı ve
din olarak İslâm’ı onlar için kabul etti. Sonra Peygamber şöyle devam etti: “Ey
insanlar Ali benden ben de ondanım. Benden sonra halkın imamı odur. Sünnetimde
neyi aralarında halledemiyorsalar o onlara hakem olur ve o müminlerin emiridir.
“Gur-i muhaccelîn”in komutanıdır ve dünyanın en iyi kadının kocasıdır. Ben
Ali’yi seveni severim ve Ali’den nefret edenden nefret ederim, Ali tarafında olanın
tarafındayım. Ben hikmetin şehriyim ve Ali de onun kapısıdır ki şehre sadece
kapıdan girilir. Beni sevip Ali’den nefret eden yalancıdır yani o beni
sevmemiştir. Nübüvvetime yemin ediyorum ki Allah’ın isimlerini söylemeseydi ve
meleklerini kabul etmeseydi ben Ali’ye bu makamı vermezdim.”[371]
Elli altıncı
mecliste Gadîr-i Hum günü bahsinin ele alındığı rivayette Abdullah b. Abbas’tan
babası kanalıyla aktardığına göre Hz. Peygamber; “Ey Peygamber! Rabbinden
geleni tebliğ et!” uyarısını aldıktan sonra insanların ona yalancı
demesindense Allah’ın emrini yerine getirmek istediğini belirterek şunları
söylemiştir: “Allah’ın dünyadaki ve ahiretteki cezasındansa insanların bana
yalancı demeleri daha kolaydır.” Sonra Ali’ye dönerek; “Ey Ali, Cibril
Rabbimden geldi ve Allah’ın vaadi kesinleşti. Bundan sonra Resul teker teker
sahabîlerine emretti ve Ali’ye müminlerin emirliğini teslim ettiler. Sonra Hz.
Peygamber, Bilal’e hasta olanlar dışında insanları çağırarak Gadîr-i Hum’da
toplanmalarını emretti. Sabah olunca bir kaç sahabesiyle çıktı ve hutbe verdi.
Dedi ki: “Ey insanlar! Allah bana risaleti verdi, bu bana çok ağırdır ki siz
bana yalancı dediniz. Allah bana bir söz indirdi, sizin sözleriniz bana
Allah’ın cezasından daha kolaydır. Rabbim bana dedi ki: “Ey Muhammed! Ben
Mahmud’um sen Muhammed’sin. Senin ismini ismimden verdim. Sen sana inananların
yanında ol, ufak bir şey için bile sana yalancı deseler onlara senin bendeki
kıymetini bildiririm. Ve ben hiçbir peygamberi vezirsiz göndermedim, senin
vezirin de Ali’dir. Sonra Alinin elini kaldırdı ta ki kolunun altının beyazı
gözüktü. Ve şöyle dedi: “Ey insanlar! Allah benim mevlâm ve ben müminlerin
mevlâsıyım ve ben kimin mevlâsıysam Ali de onun mevlâsıdır. Allah’ım onun
yanında olana zafer ver olmayana verme.” Şüphe duyanlar, münafıklar ve kalbinde
hastalık olanlar Peygamber’e inanmadılar ve Aliyi vezir olarak kabul
etmediklerini söylediler.
Selman,
Mikdad, Ebu Zer, Ammar b. Yasir dediler ki: “Kürsüden inmeden bu ayet indi: ‘Bugün
size dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din
olarak İslâm'ı seçtim! Allah Resulü üç kez bu ayeti tekrarlayarak şöyle
dedi: ‘Din ve nimet tamamlandı, Allah risâletimden razı oldu ve benden sonra
size veli olarak Ali’yi verdi.”[372]
Seksen dördünü
meclis Hasan b. Sabit’in Gadîr hakkında söylediği şiirin yer aldığı rivayettir.
Buna göre Ebu Said şöyle demiştir: “Gadîr-i Hum günü Hz. Peygamber insanları
namaz için topladıktan sonra Ali’nin elini tutarak orada bulunan cemaate “Ben
kimin mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır.” diyerek velayetini bildirdi. Bunun
üzerine Hasan b. Sabit Nebî’den izin alarak bir şiir söylemek isteyince Hz.
Peygamber ona izin verdi ve Hassân b. Sâbit şu şiiri okudu:
“Gadîr günü Peygamberleri haykırıyordu onlara
Hum mıntıkasında ve nebi ne değerli haykırıcı idi!
Ben sizin veliniz ve mevlânızım öyle mi? derken.
Onlar hiç çekinmeden şöyle dediler:
Senin ilahın mevlâmız, sen de velimizsin
İnsanlar içinde buna isyan eden kimse bulamazsın.”
Dedi ki ona: Kalk ey Ali, çünkü ben,
Benden sonra imam ve yol gösterici olarak
sana razı oldum.”[373] b.S.Sevabul-A'mal'de Gadîr-i Hum
Şeyh Sadûk, Sevab
’ul-A’mal adlı eserinde Gadîr-i Hum günü orucunun sevabı isimli bir başlık
açmış burada zikrettiği rivayette Gadîr ismini zikretmeyerek Zilhicce’nin
18’inde yapılması gerekenlerden bahsetmektedir. Buna göre; Ebu Abdillah’a bir
gün iki bayram dışında bir bayram var mıdır? diye sordu. Dedi ki: Evet daha
muazzam ve daha şereflisi var. O gün hangisi diye sorulmuş o da şöyle cevap
vermiştir: O Zilhicce ayının 18. günüdür. O günde oruç tutarsın, Muhammed
(a.s.) ve Ehl-i Beyti için çok salat getirirsin. Ve onların hakkına mani
olanlardan yüz çevirirsin. Çünkü peygamber onların vasi olduklarını ilan ettiği
gün bayram günüdür. “O gün oruç tutanın sevabı nedir?” diye soruldu? Dedi ki
sanki altmış ay oruç tutmuş gibi olur ve recep ayının 27. günü de orucu bırakma
çünkü o gün Muhammed’e nübüvvet indi. Onun sevabı da 60 ay oruç tutmak gibidir.
Eserlerinde
Gadîr ile ilgili birçok rivayete yer veren Şeyh Sadûk’un bu rivayetleri göz
önünde bulundurulduğunda Gadîr hadisesi Zilhicce’nin 18’inde Gadîr-i Hum
mevkinde “Ey Peygamber! Rabbinden sana geleni tebliğ et...” ifadelerini
içeren Maide Suresi 67. ayetin nazil olması üzerine yaşanmıştır. Hz. Peygamber
burada Allah’ın Ali’yi kendisine vezir yaptığını bildirmiş ve “Allah benim
mevlâm ben de tüm müminlerin mevlâsıyım. Ben kimin mevlâsı isem Ali de onun
mevlâsıdır.” diyerek Ali’yi insanlara imam olarak tayin etmiştir. Konuşmasını
yaptığı kürsüden inmeden “Bugün size dininizi tamamladım...” ayeti nazil olunca
Hz. Peygamber, Ali’nin velayeti ile dinin kemale erdiğini ve velayetin onun
evlatlarıyla devam edeceğini bildirmiştir. Ömer b. Hattab, Ali’yi tüm
müminlerin mevlâsı oldun diyerek tebrik etmiş, Hassan b. Sabit, Ali’nin
velayeti hakkındaki Gadîr şiirini okumuştur.
Şeyh Tûsî’nin
Tehzîbü’l-Ahkâm ve el-İstibsar Eserlerinde Gadîr-i Hum
Şii hadis
literatürünün en meşhur dört kitabı Kütüb-i Erbaa'dan biri olan et- Tehzîb
adlı eser, bu eserle ilmi yetkinliğini Şia içerisinde en üst seviyeye taşımış
olan Tûsî’nin en önemli teliflerinden biri kabul edilir. Kütüb-i Erbaa’dan bir
diğeri ve Tûsî’nin hadis alanında önemli ikinci eseri konumundaki el-Istibsâr
fî-Ma’htülife mine’l-Ahbâddır. Aslında el-Istibsâr sadece Tehzîbü’l-Ahkâm"da
yer alan ihtilaflı rivayetleri incelemek amacıyla yazılmış olsa da Tûsî’nin bu
çerçevenin dışına çıktığı ve et-Tehzîb'de yer almayan bazı rivayetleri
de incelediği görülmektedir. Müellifin eserin sonunda verdiği bilgiye göre el-Istibsâr
925 bâb ve 5511 hadisten oluşmaktadır.[374]
Daha önce aktardığımız Tûsî’nin tefsirinde yer verdiği Gadîr-i Hum rivayetine
ek olarak onun Kütüb-i Erbaa’dan olan bu eserlerinde de hadiseye yer verip
vermediğini ele alacağız. Konuyla ilgili bir nakil verdiyse yahut
bilgilendirmede bulunduysa bu rivayetleri aktaracağız.
Tehzîbü’l-Ahkâm, Şeyh Müfîd’in el-Mukni’a adlı eserine yazılmış bir şerh
çalışmasıdır ve tam adı Tehzîbü’l-ahkâm fî şerhi’l-Mukni’a’’dır. Ancak
Tûsî el- Mukni’a’’nın tamamını şerhetmemiş önsözde belirttiği üzere
şerhin çok uzamaması düşüncesiyle tevhid, adalet, nübüvvet ve imametle ilgili
kısımları atlamış ve sadece fıkhî hükümlere (ahkâm) dair kısımları
şerhetmiştir. 13590 hadis bulunan eser 393 babtan oluşmaktadır. Şerhin
uzamaması dolayısıyla bazı kısımlara değinmemiş olması, Gadîr-i Hum bahsini içine
alan imamet mevzunun da atlanmış olması nedeniyle bu olayın gerçekleştiğini
anlatan rivayetlere eserde rastlanmamaktadır. Eser fıkhî hükümleri incelemek
amacıyla ele alındığından Tûsî burada Gadîr-i Hum günü tutulan oruç ile kılınan
namazın hükmü ve sevabından bahsettiği bir rivayete yer vermektedir. Buna göre
Tûsî’nin Hüseyin b. Hasan el-Hasenî’den Ali b. el- Hüseyin el-Abdi kanalıyla
aktardığına göre Cafer es-Sâdık “Gadîr-i Hum günü tutulan orucun dünyanın yaşı
müddetince tutulan oruca denk olduğunu” belirtmiş, sonrasında da o gün namaz
kılmanın fazileti ile bu namazın rekâtlarında okunacak ayetler ve ardından
yapılacak dualar hakkında tavsiyede bulunmuştur.[375]
Tûsî’nin konu hakkında naklettiği tek rivayet bu olup o, hadise muarız başka
bir rivayet aktarmamakta ve bir değerlendirmede bulunmamaktadır. Dolayısıyla
onun bu rivayeti sahih kabul ettiği anlaşılmaktadır. Ancak Şeyh Sadûk, Gadîr-i
Hum orucunun sevabı ile hadisi naklettikten sonra onu sahih saymaz ve aynı
şekilde Tûsî’nin aktardığı rivayette de adı geçen ravinin güvenilir olmadığını
söyler.[376] Tûsî’nin
eleştiriye maruz kalmış rivayetlerinden biri olan bu Gadîr günü orucu ve namazı
hakkındaki hadis dışında et-Tehzîb adlı eserinde Gadîr-i Hum gününü
anlatan, burada Hz. Peygamber’in Ali b. Ebî Talib’e velayeti verdiğine dair bir
nakil bulunmamaktadır. Daha önce de belirtildiği gibi bu eser onun fıkıh
konularını ele aldığı bir telif olarak karşımıza çıkmaktadır. Aynı şekilde onun
el-Istibsâr adlı eseri et-Tehzîb eserindeki ihtilaflı
rivayetlerin bir değerlendirmesi olup Gadîr günü yaşananlar hakkında bir
rivayeti içermemektedir. Bununla birlikte Tûsî’nin diğer eserlerinde konuyla
ilgili rivayetlere rastlamaktayız. Bunlardan biri, Tûsî’nin öğrencilerine
yazdırdığı bir hadis derlemesi olan el-Emâlî adlı eserdir.[377]
Birden fazla rivayette Gadîr konusuna değinmekte ve Şia’nın velayete nispet
ettiği meşhur mevlâ hadisini burada zikretmektedir.
El-Emalî’de
geçen bu rivayetlerden biri şöyledir: Ebu Ömer’in, Sehm b. Husaym el-Esedî’den
aktardığına göre Sehm, bir gün Ali’nin düşmanlarından olan Abdullah b. Alkame
ile birlikte Ebu Said el-Hudrî ile konuşma kararı aldı ve beraber onun yanına
vardılar. Abdullah, Hudrî’ye sordu: “Sen Ali için bir makam işittin mi?” O da
evet cevabını verdi ve sana anlatacaklarımı Muhacirin ve Kureyş’e sorabilirsin
dedi. Bunun üzerine anlatmaya başladı: “Peygamber, Gadîr-i Hum gününde kalktı
ve dedi ki : ‘Ey insanlar ben size sizden daha evla değil miyim?’ Onlar da evet
dediler. Bunu üç kez tekrarladı. Sonra Ali’nin kendisine yaklaşmasını emretti.
Sonra Resulullah, Ali’nin elini kaldırdı ta ki koltuk altı görülene kadar ve
dedi ki: ‘Ben kimin mevlâsıysam Ali de onun mevlâsıdır.’ ve bunu üç kez
tekrarladı.” Daha sonra Abdullah sordu: “Sen bunu Resulullah’tan işittin mi?” O
da kulaklarına ve göğsüne işaret ederek şöyle söyledi: “Kulaklarım işitti ve
yüreğim anladı.”
Abdullah b.
Şerik dedi Abdullah b. Alkame ve Sehm b. Husaym bize geldiler. Huceyc namazı
kılınca Abdullah b. Alkame kalktı ve dedi ki: “Allah’a tevbe ederim ve istiğfar
ederim ben Ali’ye çok hakaret ettim.” Bunu üç kez tekrarladı.[378]
Ebu Ömer ve
Süheyl b. Kuheyl’in Habib’den -ki kendisinin Benî Udeyde’de büyük bir mevkîsi
vardı- onun Zeyd b. Erkam’dan şunu işittiğini söylediler: Resulullah Gadîr-i
Hum günü bir hutbe verdi ve dedi ki: “Ben kimin mevlâsıysam Ali de onun
mevlâsıdır. Allah’ım onun tarafında olanın yanında ol, onun tarafında olmayanın
yanında olma.”[379]
Ebu Ömer, Zeyd
b. Nefî’den şöyle dedi: Ali’yi Rahbe’de işittik o, şöyle dedi: “Sizlerden şahit
istiyorum, Gadîr gününde kim Peygamber’in söylediklerini işitti?” On üç kişi
ayağa kalktı ve Peygamber’in söylediklerine şahit oldular ve Peygamber’in şöyle
dediğini söylediler: “Ben müminlere kendilerinden daha evla değil miyim?” Orada
bulunanlar “Evet ya Resulullah.” dediler. Sonra Peygamber, Ali’nin elini tuttu
ve dedi ki: “Ben kimin mevlâsıysam Ali’de onun mevlâsıdır. Allah’ım! Kim onun
tarafında olursa onun yanında ol, olmayanın olma. Onu seveni sev, onu sevmeyeni
sevme. Ona yardım edene yardım et, etmeyene etme.”[380]
El-Haffar’ın,
Abdurrahman b. Ebi Leyla’dan naklettiği bir diğer Gadîr-i Hum rivayetinde,
Haffar şöyle söylemektedir: “Babam bana anlattı ki Hayber gününde Peygamber,
sancağı Ali’ye verdi. Ali, Hayber’i fethettikten sonra Peygamber, Gadîr gününde
insanlara bunu anlattı ve dedi ki: “Ali her müminin mevlâsıdır. Ve Ali’ye şöyle
söyledi: “Sen benden ben de sendenim. İndirilen için nasıl savaştıysan bu
konuda sana karşı gelenle de savaş. Sen bana Harun’un Musa’ya olan konumu
gibisin. Sen kime aman verirsen ben de ona veririm. Ve savaşacağınla ben de
savaşacağım. Sen ürvet’ül vüskâsın. Benden sonra ne hakkında şüpheye düşerlerse
sen onlara izah et, sen her mümin kadın ve erkeğin imamısın ve her müminin
benden sonra velisisin. Ve ona dedi ki: “Senin hakkında Allah şu ayeti indirdi:
“Hacc-ı ekber gününde, Allah ve Resûlünden bütün insanlara bir bildiridir...”
Ve yine ona dedi ki: “Sünnetimi devam ettiren sensin. Ve milletimden zararı
uzaklaştıransın. Ben yer yarıldığında kıyametten sonra ilk çıkan olacağım ve
sen benimle çıkacaksın. Ben havzda iken sen benimlesin. Cennete ilk giren benim
ve sen hemen arkamdan girensin. Ve sonra Hasan, Hüseyin ve Fatıma girecekler.
Allah senin makamını yükseltmeyi bana emretti, ben de insanların önünde bunu
yaptım. Ve onlara Allah’ın ne emrettiğini anlattım. Herkes sana karşı içinde ne
besliyorsa henüz açıklamadığı için onlara karşı dikkatli ol çünkü ben öldükten
sonra bunu ortaya çıkaracaklar. İşte Allah bunlara lanet etmektedir.”[381]
Rivayetin
devamında Peygamber ağlamaya başlamakta, ona neden ağladığı sorulduğunda Ali ve
evlatlarına zulmedileceği ve onların katledileceği haberini vermekte ve ileriki
bir zamanda ortaya çıkan birinin her şeyi düzelteceğini ve düzeni sağlayacağını
bildirmektedir. Ona bunun kim olduğu sorulduğunda “Adı adım gibi, babasının adı
babamın adı gibidir. Ve o kızımın neslindendir. Allah hakkı onlarla meydana
çıkaracak ve onların kılıçlarıyla batılla savaşacaktır. Ve insanların yarısı
isteğiyle yarısı korkuyla onlara tabi olacaklar.” demektedir. Sonrasında ise
Ali ve evlatlarını müjdelemekte ve onlara duada bulunmaktadır.[382]
Şiî-İmâmiyye’nin
imamet delili olarak sunduğu Gadîr-i Hum hadisesi, geçmişten günümüze Şiî
müelliflerin eserlerinde yer verdikleri bir mevzuu olarak karşımıza
çıkmaktadır. Nitekim Şiî-İmâmî görüş diğer ekollerden ayrılarak imameti dinin
aslından kabul etmiş, inanç esaslarını bu doğrultuda geliştirmiştir. Yönetimin
soy kaygısı olmaksızın seçimle gerçekleşebileceği kanaatinin aksine İmâmî görüş
imametin nas ve tayinle olduğu fikrini benimsemektedir.
Âhbârî ve Usûlî
farklılaşma neticesinde İmâmiyye imametin nas ve tayinle olduğu fikrini aklî ve
nakli delillerle açıklamaya çalışmaktadır. Meseleleri izah etme ve onlara çözüm
getirme yöntemini İmamlardan gelen ahbârla yoluna koymaya çalışan Ahbârî çizgi
imameti delillendirme yolunda aklı geri plana iterek hadisleri öne
çıkarmaktadır. Bu çizgiye karşı bir duruş benimseyen Usûlîlik, ahbârın yeterli
gelmeyeceği düşüncesinden hareketle aklın otoritesini savunmuştur. Ancak imamet
dâhil olmak üzere meseleleri aklî izahlarla temellendirmeye çalışan Usûlî
âlimlerin ahbâr eksenindeki açıklamalardan uzaklaşamadıkları görülmektedir.
Nitekim Gadîr-i Hum hadisesi bunun bir örneği olarak karşımıza çıkmaktadır.
Gerek Ahbârî gerek Usûlî âlimler imameti delillendirme yolunda Gadîr-i Hum
hadisesini baş etkenlerden görmüşler ve Hz. Peygamber’in burada sarf ettiği
sözleri ahbâri veriler doğrultusunda imametle ilişkilendirmişlerdir. Her ne
kadar Usûlî âlimlerce hadisenin imamete delil teşkil etme yönü aklî izahlarla
açıklanmaya çalışılsa da nakillerden uzaklaşılamamıştır.
Gadîr-i Hum
hadisesi çalışmamızda ele alınan rivayetler doğrultusunda Şiî- İmâmî yaklaşıma
göre şöyle gerçekleşmiştir: Cebrail Hz. Peygamber’e Veda Haccı’nda Hz. Ali’nin
velayetini duyurmasını bildirmiş olmasına rağmen Peygamber bu görevi insanların
kendisini yalanlamasından ve ayrılığa düşmelerinden dolayı korkup geciktirince
Allah, “Ey Peygamber! Rabbinden sana geleni tebliğ et...” (Maide/67) ayetini
indirmiştir. Bunun üzerine Hz. Peygamber Hicretin 10. yılına denk gelen Zilhicce
ayının 18’inde Veda Haccı dönüşü sırasında öğle namazına yarım saat kala Gadîr
mevkiinde konaklama kararı almıştır. Burası Kuzey’den Medine’ye, doğudan
Irak’a, batıdan Mısır ve güneyden Yemen’e bağlanan yolların ayrılış noktasında
ve Cuhfe’ye üç mil uzaklıkta koyunların otlatıldığı bir yer olarak
bilinmektedir. Çok sıcak bir gün olan bu günde insanlar kendilerini güneşten
korumak için elbiselerini başlarına gölgelik yapmışlar, Hz. Peygamber için yine
elbiselerini ağaçlara sererek korumalık oluşturmuşlardı. Hz. Peygamber burada
insanlara hitap edebilmek için bazı rivayetlere göre yüksekçe bir tepeye bazı
rivayetlere göre ise üst üste yığdıkları deve semerleri üzerine çıkarak bir
hutbe irad etmiştir. Bu hutbede ömrünün sonuna geldiğini, Allah’ın, kendisini
omuzlarına ağır gelen bir yükle görevlendirdiğini ancak akrabasını
kayırmadığını bilmelerini isteyerek konuşmaya başlamıştır. Sonraki dönem
âlimlerinden Tabersî’de yer alan bir rivayete göre Hz. Peygamber’in burada
insanları toplayıp hutbe vermesinin sebeplerinden biri de Hz. Ali’nin Yemen’den
döndüğü esnada askerlerinin izinsiz ihrama girmelerine sert tepkiler vermiş
olması ve bundan dolayı askerler tarafından Hz. Peygamber’e şikâyet
edilmesidir. İnen Maide Suresi’nin 67. ayeti ile birlikte Peygamber şikâyetleri
sonlandırmış ve Ali’nin üstünlüğünü velayeti duyurarak ilan etmiştir. Kimi
rivayetlere göre Hz. Peygamber burada çok uzun bir hutbe vermiş bu hutbede
insanlara sıkıca sarıldıklarında yoldan ayrılmayacakları iki şey olan; Kur’an
ve ıtreti yani Ehl-i Beyt’ini bıraktığını bildiren “sakaleyn hadisini”
zikretmiştir. Yine bazı rivayetlere göre burada Ali’nin kendisindeki yerinin
Harun’un Musa’ya konumu gibi olduğunu ancak kendisinden sonra nebi olmadığını
dile getirmiştir. Bundan sonra neredeyse tüm rivayetlerde geçtiği üzere Ali’yi
yanına çağırarak onun elini ta ki koltuk altı gözükene kadar kaldırmış ve
insanlara “Size sizden daha evla kimdir?” diye sormuştur. İnsanların “Allah ve
Rasulü” cevabı üzerine “Ben kimin mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır. Allah’ım
ona dost olana dost ol, düşman olana düşman ol.” demiştir. Kummî’nin
aktardığına göre Selman bu açıklamalardan sonra ayağa kalkarak Hz. Peygamber’e
“vela” kelimesi ile ne kastettiğini sormuş, Hz. Peygamber “vela”nın tıpkı kendi
velayeti gibi olduğunu söylemiştir. Hz. Peygamber’in bu açıklamaları üzerine
orada bulunan Ebubekir ve Ömer ile birlikte tüm mümin kadın ve erkekler Ali’yi
tebrik etmiştir. Ömer b. Hattab “Müjde sana ey Ali! Tüm mümin erkek ve
kadınların mevlâsı oldun.” sözleriyle Ali’yi kutlamıştır. Sonrasında Hassân b.
Sâbit Hz. Peygamber’den izin isteyerek Ali’nin imameti hakkında bir şiir
söylemiştir. Tüm bu olanlar üzerine “Bugün size dininiz tamamladım” ayeti nazil
olmuş, Peygamber’in ifadelerine göre böylece din Ali’nin velayeti ile kemale
ermiştir. Bunun üzerine bazı rivayetlere göre Ebu Bekir ve Ömer bu ayetin
sadece Ali hakkında nazil olup olmadığını sormuşlar, Hz. Peygamber de vasileri
olan Ali, Hasan ve Hüseyin ile birlikte onların dokuz evladı hakkında nazil
olduğunu belirtmiştir.
İlk dönem
müfessirlerinden Kummî’nin yer verdiği rivayete göre bazı insanlar Ali’nin
imametini kabullenmemiştir. “Yoksa (gerçeği kabul etmeme konusunda) bir işe
kesin karar mı verdiler? Şüphesiz biz de (onları cezalandırmakta) kararlıyız?”
(Zuhruf/79) ayeti Kummî’ye göre bu tepkiler üzerine inmiştir. Yine müellifin
aktardığına göre Hz. Peygamber’in bu açıklamalarından dolayı onu öldürme
teşebbüsünde bulunmuşlar ancak Cebrail kendisini uyarmıştır. Hz. Peygamber bu
kişileri yanına çağırdığında durumu yalanlamışlar bunun üzerine; “Bir şey
söylemediklerine dair Allah'a yemin ediyorlar. Hâlbuki o küfür sözünü
söylediler ve (sözde) müslüman olduktan sonra inkâr ettiler. Ayrıca
başaramadıkları şeye (peygamberi öldürmeye) de yeltendiler. Sırf, Allah ve
Resulü kendi lütfu ile onları zengin kıldığı için intikam almaya kalktılar?”
(Tevbe/74)” ayeti nazil olmuştur.
Bundan sonra
Şiî-İmâmî kaynaklarda yer alan rivayetlere göre Hz. Ali Peygamber’in ardından
insanlara onun kendisi için Gadîr’de sarf ettiği sözleri işitip işitmediklerini
sorarak şahitlik istemekte ve belirli kimseler bu şahitliği yerine
getirmektedirler. Bazı rivayetlerde Ali bu şahitliği verdiği hutbelerde
istemekte bazılarında ise halife seçim şuralarında talep etmektedir.
Şiî
kaynakların ilk dönem teliflerinden itibaren Gadîr hadisesini imametle
ilişkilendirildiği görülmektedir. Gadîr-i Hum’dan bahseden en eski müellif
Süleym b. Kays olmakla birlikte eserinin kaynaklık değeri gerek Şia dışında
gerek Şiî-İmâmî gelenek içerisinde tartışılmaktadır. İmâmî âlimlerin Kitâbu
Süleym’i eleştirmelerinin yanı sıra eserin Kur’an’ın tahrifine dair
rivayetleri içeriyor olması özellikle son dönem âlimler tarafından eserin
uydurma niteliğinde değerlendirilmesine yol açmıştır. Bununla birlikte Kitâbu
Süleym b. Kays’ın sonradan ortaya çıkan ideolojik yaklaşımların yorumlarına
dair ayrıntı veren rivayetleri nakletmesi eserin sonradan yazılmış olma
ihtimalini de güçlendirmektedir.
Vefat tarihi
329 olan ilk dönem hadis müellifi Kuleynî, Süleym b. Kays’tan sonra Gadîr’den
bahseden en eski müelliftir. Tüm farzlar gibi Maide/55 ayetinin velayetle
ilgili olduğunu açıklaması gereken Hz. Peygamber’in Maide/67 ile uyarıldığını
bunun üzerine Gadîr-i Hum denen yerde onun Ali’nin velayetini ilan ettiğini
belirten Kuleynî burada yaşananlar hakkında ayrıntılı bilgilere, uzun hutbelere
yer vermemektedir. Kuleynî’ye eleştirilerde bulunan Şeyh Sadûk’un Kütüb-i
Erbaa’dan olan eserinde Gadîr hadisesine yer vermemesi eserin fıkıh
merkezli olmasından kaynaklanmaktadır. Bunun dışında birçok eserinde Gadîr-i
Hum’dan bahseden müellifin aktardığı rivayetlerde Hz. Peygamber’in velayeti
oldukça açık ifadelerle dile getiren hutbeler verdiği görülmektedir.
IV. asır
müfessirleri Kûfî, Ayyâşî ve Kummî Gadîr hadisesinden Maide Suresinin 67. ayeti
vesilesi ile bahsetmektedirler. Onlar hadisenin gerçekleşme sebebini bu ayet
doğrultusunda Ali’nin velayetine bağlamaktadırlar. Hatta Kummî bu olay üzerine
insanların Peygamber’i yalanladığı ve onu öldürme teşebbüsünde bulunduğu
iddialarını Zuhruf /79, Tevbe/74 ayetleri ile delillendirmektedir. Ayyâşî ve
Kummî’nin Kur’an’ın tahrifi ile ilgili rivayetleri reddetmedikleri ve bu
rivayetlere eserlerinde yer verdikleri bilinmektedir. Aynı zamanda
tefsirlerinde ayetleri bağlamı dışında parçacı bir yöntemle Ali ve onun imameti
hakkındaki iddialara delil olacak şekilde yorumladıkları anlaşılmaktadır.
Nitekim Gadîr-i Hum hadisesinin Ali’nin imametine dair yaşandığı yargısından
hareketle ayetlerde siyak sibak ilişkisi gözetilmediği görülmektedir. Kur’an’ın
tahrifi iddiaları ile birlikte ayetleri parçacı bir yöntemle imamete yormaları
ve Gadîr-i Hum hadisesini bu şekilde ele almaları mezhepsel kaygılarla hareket
ettikleri izlenimini oluşturmaktadır.
IV/XI.
asırlarda Müfîd, Murtazâ, Tûsî ve Tabersî gibi Usûlî müellifler meselelerin izahında
ahbârı yeterli görmeyen ve istidlâle başvuran âlimler olarak karşımıza
çıkmaktadırlar. Dinin aslından saydıkları temel meseleleri dahi aklî izahlarla
delillendirmişler bu doğrultuda Kuleynî, Kummî, Şeyh Sadûk gibi Ahbâri âlimleri
eleştirmişler ve onların eserlerine itibar etmemişlerdir. Ancak onların Gadîr-i
Hum hadisesini Ali’nin imametine delil gösterme hususunda Ahbârî âlimlerle aynı
yolu takip ettikleri görülmektedir. Hadiseyi, velayetin nas ve tayinle olduğu
fikrini öne süren rivayetlerle ele almış olmaları bu mevzuda akıldan ziyade
ahbâra yöneldiklerini göstermektedir. İmâmî doktrinleri akılla izah etme çabası
içinde olsalar da Şiî inancın temelini oluşturan imamet sisteminin ahbâra
dayanması Usûlî âlimlerin imameti delillendirme noktasında ahbârî çizgiden
uzaklaşamamalarına sebep olmuş gözükmektedir. Kur’an tahrifinin kesinlikle
reddedilmesi, zahirinin mutlak surette hüccet sayılması ve Kur’an’ın hadislere
değil hadislerin Kur’an’a arz edilme prensibinin benimsenmesi Usûlîlerin temel
özelliklerindendir. Ancak Gadîr hadisesinin işlenişinde bu çizgiden
uzaklaşıldığı ve Kur’an ayetlerinin hadislere arz edildiği görülmektedir.
Ayetlerin zahirinden ziyade ahbârla teviline gidilerek imamet meselesine delil
arandığı bu anlamda Kur’an’ın tahrifini onaylayan Ahbârî âlimlerle aynı yöntem
takip edildiği ortaya çıkmaktadır.
Sonraki dönem
Ahbârî âlimlerden Kaşânî, Bahrânî ve Huveyzî’nin Gadîr hadisesini ele alış
şekillerinin takip ettikleri Ahbârî öncülerle aynı metotta olduğu
görülmektedir. İlk dönem Ahbârî âlimlerin teliflerinde yer verdiği rivayetleri
eserlerine alan bu müelliflerin, ayetlerin zahirinin İmamların ahbârı olmadan
anlaşılamayacağını savunmaları Kur’an ayetlerini imamete delil olma açısından
ahbârla tamamladıklarının ve Gadîr-i Hum hadisesini bu doğrultuda
değerlendirdiklerinin ispatı niteliğindedir. Böylece ayetlerin ifade etmediği
velayet ve imamet kavramları, Gadîr-i Hum hadisesini aktaran rivayetlerle
ortaya konmuş, boşluklar tahrif iddiaları ile giderilmeye çalışılmıştır.
Usûlîlerin
tekrar etkin hale geldiği Çağdaş dönemde müelliflerin aklı yeniden ön plana
çıkardıkları bilinmektedir. Gadîr-i Hum hadisesinin ele alınışında Şiî-İmâmî
çizgiden ayrılmayan âlimler Gadîr olayından Maide Suresi’nin 3. ve 67. ayetleri
vesilesi ile bahsetmekte ve hadiseyi imamete delil göstermektedirler. İlk dönem
Ahbârî âlimlerin eserlerinde yer verdikleri nakilleri aktaran Baküvî,
Fadlallah, Tabâtabâî ve Nasır Mekârim Şirâzî kendilerinden önceki âlimlerden
farklı olarak Gadîr-i Hum olayının gerçekleştiği yer ve zaman ile koşulları
üzerinde daha fazla durmakta ve Hz. Peygamber’in burada sarf ettiği sözleri
akla başvurarak açıklamaya çalışmaktadırlar. Özellikle Ehl-i Sünnet tarafından
itiraz edilen “mevlâ” kelimesini anlamlandırmada aklî çıkarımlar yaparak
imametin kanıtı olarak sunmaktadırlar. Onlarca Gadîr-i Hum hadisesinin
yaşandığı yerin konaklamaya uygun olmadığına dikkat çekilmekte, olayın
gerçekleştiği günün çok sıcak bir gün olduğu şayet önemli bir mevzu olmasa Hz.
Peygamber’in burada insanları toplayarak bir hutbe verme çabasının mantıklı
olmadığı çıkarımları yapılmaktadır. Bu suretle “mevlâ” kelimesinin dost ve
sevgi anlamında olamayacağını söyleyen Çağdaş dönem müfessirleri velayet gibi
önemli bir mana taşıdığının altını çizmeye çalışmaktadırlar. Aynı zamanda Peygamber’in;
“Ben size sizden daha evlâ değil miyim?” sorusundan hareketle Peygamber’in
insanlara olan üstünlüğünün Ali için de olduğu yorumuna ulaşmaktadırlar.
Yapılan çıkarımlar her ne kadar aklî izahlara dayanıyor olsa da imamet
meselesinin ahbâr temeli üstüne bina edilmiş olması yapılan açıklamaların
ahbâra ait söylemlerin sağlamlaştırılmasından öteye gidemediğini
göstermektedir.
Tarih
kaynakları çerçevesinde değerlendirilecek olduğunda Gadîr-i Hum hadisesine yer
veren en eski tarihçi Belâzürî gözükmektedir. İlk İslam tarihçileri İbn Hişam
ve İbn Sad eserlerinde Gadîr-i Hum’dan bahsetmemektedirler. Taberî ise Şiî
geleneğin iddia ettiğinin aksine eserlerinde Gadîr-i Hum ibaresine yer
vermemektedir. Gadîr-i Hum’dan bahseden en eski tarihçi olarak Belâzürî hadise
ile ilgili yalnızca Gadîr-i Hum mevkiinde Hz. Peygamber’in; “Ben kimin mevlâsı
isem Ali de onun mevlâsıdır.” sözlerini sarf ettiğini aktarmaktadır. Olayı
herhangi bir ayetle ilişkilendirmeyen Belâzürî velayet yahut imametten
bahsetmemektedir. Şiî- İmâmî olduğu bilinen Yakûbî ise Peygamber’in Gadîr
mevkiinde söylediği mevlâ hadisini “Bugün size dininizi tamamladım...”
(Maide/3) ayeti ile birlikte vermekte ancak Maide/67 ayetinden
bahsetmemektedir. İmâmî bir âlim olarak hadiseyi bu ayet vesilesiyle aktarmamış
olması dikkat çekmektedir. Bağdâdî ile İbn Asâkîr Maide/3 ayetini Gadîr-i Hum
ile ilişkilendiren rivayetleri aktarsalar da imametle ilgili her hangi bir
ifadeye yer vermemektedirler. Bu müelliflerin Gadîr ile ilgili birçok rivayeti
eserlerine almış olmaları ilerleyen dönemde rivayet literatürünün
genişlemesinden ve haberlerin artmasından kaynaklandığı izlenimini
oluşturmaktadır. İbnü’l-Esîr ve İbn Kesîr ise Hz. Peygamber’in Gadîr-i Hum’da
söylediği sözleri aktarmakta ancak bunun velayetle ilgili olmadığını belirterek
Şiî yaklaşımı eleştirmektedirler.
İlk dönem
eserlerinin müelliflerine aidiyetlerinin şüpheli olması, aktardıkları
rivayetlerin sened zincirinin kopuk ve ravilerinin meçhul olması, zayıf ve
mevzu hadisleri içermeleri bu eserlerin sıhhatinde şüphe oluşturmaktadır.
Nitekim Şiî- İmâmî geleneğe mensup Usûlî âlimler bu sebeplerden ötürü bu
eserleri ve müellifleri sert bir dille eleştirmişlerdir. Ancak onların
aktardığı bu rivayetleri eserlerine almaktan geri duramadıkları görülmektedir.
Sonraki dönem eserlerinin ilk dönem teliflerden uzaklaşamamış olması Usûlî
âlimlerin çalışmalarını da eleştirilebilir bir hale getirmektedir. Gadîr-i Hum
hadisesi özelinde Şiî-İmâmî müelliflerin, tahrife inanıyor olsun olmasın
Kur’an’ı İmamlardan gelen ahbârla konuşturmaya çalıştıkları görülmektedir. Bu
doğrultuda Şiî âlimlerin ideolojik-mezhebî bir yaklaşımla hareket ettikleri,
Ali soyuna olan bağlılığın yönlendirdiği duygularla Kur’an’dan işaretler
aradıkları anlaşılmaktadır. İmametle alakalı doğrudan bir ifade barındırmayan
Kur’an ahbâr doğrultusunda yorumlanmakta ve sanki sadece Ali ve soyunun
velayetini desteklemek amacıyla inmiş gibi hareket edilmektedir. Bu anlamda
Kur’an’a parçacı bir yolla yaklaşılmış ve Kur’an kendi başına konuşan bir
nitelik olmaktan çıkarılarak ahbârla konuşturulmuştur. Gadîr-i hum hadisesi bu
doğrultuda Kur’an’ın ahbârla konuşturulmaya çalışıldığı rivayetlerden biri
olarak karşımıza çıkmaktadır.
Hz.
Peygamber’in vefatından sonra Müslüman toplumun başına geçecek kişinin kim
olacağı tartışmalarının mezheplerin siyasi konumlanmalarında baş etken olduğu
bilinmektedir. Mezheplerin bu doğrultuda şekillenen inanç sistemlerinin,
naslara yaklaşımda bir tarafgirlik meydana getirdiği görülmektedir. Şia’nın
esas noktası olan imamet doktrininin tayin ve masumiyet perspektifinde gelişme
göstermesi de nasların bu çerçevede ele alınmasıyla sonuçlanmaktadır.
İmâmiyye’nin velayeti temellendirme çabalarında Gadîr-i Hum hadisesinin
merkezde yer aldığı, Hz. Peygamber’in burada Ali hakkında sarf ettiği sözlerin
bir takım ayetlerle ilişkilendirildiği böylece bir doktrin geliştirilmeye çaba
harcandığı görülmektedir. Dolayısıyla Gadîr-i Hum hadisesinin vuku buluşu ve
olayın günümüze ulaşma aşamasında geçirdiği evre İmâmiyye’nin olaya yaklaşımını
ve imamet merkezinde doktrinel bir alana kavuşmasını ortaya koymaktadır.
AĞARI, Murat (2013). Yakûbî. TDV İslam Ansiklopedisi,
XLIII, 287-288, İstanbul.
AKBULUT,
Ahmet (1992). Sahabe Devri Siyasi Hadiselerinin Kelami Problemlere
Etkileri. İstanbul: Birleşik Yayıncılık.
AKDOĞAN,
Mehmet Nur (2014). “Kitâbu Süleym b. Kays ve Kaynaklık Değeri. BİTLİS
EREN ÜNİVERSİTESİ Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi. III (2), 122.
ARSLAN,
Hulusi (2017). İslam Düşünce Geleneğinde Şia-Mu’tezile Etkileşimi (Şerif
el-Murtazâ Örneği), İstanbul: Endülüs Yayınları.
ATEŞ,
Süleyman (1975). “İmâmîyye Şîasının Tefsir Anlayışı”, ANKARA
ÜNİVERSİTESİ İlahiyat Fakültesi Dergisi, XX, 147-172.
AVCI, Casim
(2011). “Târîhu Bağdâd”, TDV İslam Ansiklopedisi, XL, s. 88- 89,İstanbul,
Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları.
AYYÂŞÎ,
Ebü'n-Nasr Muhammed b. Mesud (1991). Tefsirü'l-Ayyâşî, (Tahkik:
Haşim Resuli Muhallati). Beyrut: Müessesetü’l-A’lemi li’l-Matbuat.
AYDINLI,
Osman (2000). “Mu’tezile ’nin İmamet Nazariyesi: Teori ve Pratik”, Dinî
Araştırmalar, III (7), 17-52.
AYDINLI,
Osman (2003). “Mu’tezile Ekolü; Teşekkülü, İlkeleri, İslam Düşüncesine
Katkıları”, Dini Araştırmalar Dergisi, Mu’tezile Özel Sayısı, III ( 3),
27, 54.
AYDINLI,
Osman (2017). Mu’tezile ’de İmamet ve Siyaset, Ankara: Ankara Okulu
Yayınları.
AYOUB,
Mahmoud (1998). “Konuşan Kur’an-Sessiz Kur’an-İmâmî-Şîî Tefsir’in Esasları
ve Gelişimi” (Çeviren: Mustafa Ünver, Ali Bolat), ONDOKUZ MAYIS ÜNİVERSİTESİ
İlahiyat Fakültesi Dergisi, Samsun, sayı: 10, 430432.
AZİMLİ,
Mehmet (2016). Dört Halifeyi Farklı Okumak-4 Hz. Ali. Ankara: Ankara
Okulu Yayınları.
BAHRÂNÎ,
Seyyid Haşim (1999). el-Burhan fi Tefsiri’l-Kur’an. Beyrut:
Müessesetü'l-A'lemi li'l-Matbuat.
BAKÜVÎ,
Muhammed Kerim (2000). Gerçeğin Doğuşu: Alevi Kur’an Tefsiri. (Tercüme:
Ahmet Dolunay). İstanbul: Merkür Yayınları.
BAŞ, Eyüp (1999)
“İbn Asâkir ve Târihu Dımeşk’i Üzerine”, ANKARA ÜNİVERSİTESİ İlahiyat Fakültesi
Dergisi, , XXXIX, 691-706.
BEDİR,
Ahmet (2016). “Bâküvî” .TDV İslam Ansiklopedisi, Ek-, 166-167. İstanbul:
Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları,
BELÂZÜRÎ,
Ebü'l-Abbas Ahmed b. Yahyâ b. Cabir (1974). Ensâbü'l-Eşraf. (Tahkik:
Muhammed Bakır Mahmûdi). Beyrut: Müessesetü’l-A’lemi li’l- Matbuat.
BOZAN,
Metin (2007). Imâmîyye Şia’sının imamet Tasavvuru (4. ve 5. Asırlar). Ankara:
Avrasya Yayınları.
BULUT,
Halil İbrahim (2004). “İlk Dönem İmâmî Kaynaklarda Gaybet Anlayışı”. CUMHURİYET
ÜNİVERSİTESİİlahiyat Fakültesi Dergisi, VIII (2), 50.
BULUT,
Halil İbrahim (2005). Şeyh Müfîd ve Şia’da Usûlî Farklılaşma Süreci. İstanbul:
Yeni Akademi Yayınları.
BULUT, Halil
İbrahim (2005). “Şeyh Müfîd ve İmâmiyye Ekolünde Gaybet İnancının
Aklîleşmesi”, CUMHURİYET ÜNİVERSİTESİ İlahiyat Fakültesi Dergisi, IX
(1), 175-202.
BULUT,
Halil İbrahim (2009). “Şii-Usûlî Gelenekte Hz. Ali ve İmametinin
Dayanakları: Şeyh Müfîd Örneği”, Hz. Ali -Sempozyum Bildirileri- İzmir,
2425 Ekim 2007, 2009, 75-115.
BULUT,
Halil İbrahim (2017). Erken Dönem Şiî Düşünürler, İstanbul: Ensar
Yayınları.
ÇAKIN,
Mehmet Burak (2016) Çağdaş Şia Müfessirlerinden Âyetullâhi’l-Uzmâ Nâsır
Mekârim Şirâzî’nin Tefsîr-i Nümûne Adlı Eserinde Psikolojik Tahliller (Yûsuf
Sûresi Örneği), Yüksek Lisans Tezi, İNÖNÜ ÜNİVERSİTESİ Sosyal Bilimler
Enstitüsü, Malatya.
ÇELİK,
Hüseyin - SABUHİ Shahavatov (2017). “Tefsirde Mezhebe Dayalı Aşırılık
-Ayyâşî Örneği”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, , X (48),
703-709.
DEMİR,
Ahmet İshak (2005). “İbnü’l-Mutahhar el-Hillî’ye Göre İmâmet”, ANKARA
ÜNİVERSİTESİ İlahiyat Fakültesi Dergisi, XLVI (1), 85-102.
DEMİRCAN,
Adnan (1996). Hz. Ali’nin Hilafet Hakkı Meselesinde Gadîr-i Hum Olayı,
İstanbul: Beyan yayınları.
DEŞTÎ,
Muhammed (2011). 110 Soruda Gadîr-i Hum.(Çeviren: Fatıma Zehra).
İstanbul: Kevser yayıncılık.
el-EMÎNÎ,
(1998). Gadîr-i Hum (Özetle el-Gadîr). (Mütercim: Seyyid Ali Hüseyni).
Kum: İslami Kültür ve İlişkiler Merkezi Tercüme ve Yayın Müdürlüğü.
el-KÛFÎ,
Ebü'l-Kâsım Furât b. İbrâhim İbn Furât (1992). Tefsiru Furât el-Kufi. (Tahkik:
Muhammed el-Kazım). Beyrut: Müessesetü'n-Nu’man.
EŞ’ARÎ,
Ebü'l-Hasan İbn Ebu Bişr Ali b. İsmail b. İshak (2005). ilk Dönem İslam
Mezhepleri. (Tercüme: Mehmet Dalkılıç, Ömer Aydın), İstanbul: Kabalcı
Yayınevi.
FAYDA,
Mustafa (1992) “Belâzürî”, TDV İslam Ansiklopedisi, V, 392-393. İstanbul:
Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları.
FAYDA,
Mustafa (1995). “Ensâbü’l-Eşraf’, TDV İslam Ansiklopedisi, XI, 249251.
İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları.
FIĞLALI, Ethem Ruhi (1984). İmâmîyye Şia’sı.
Ankara: Selçuk Yayınları.
FIĞLALI,
Ethem Ruhi. “Şiiliğin Doğuşu ve Gelişmesi”, Milletler Arası Tarihte ve
Günümüzde Şiilik Sempozyumu,13-15 Şubat 1993, İslami İlimler Araştırma
Vakfı. İstanbul 1993, 33-46.
FIĞLALI,
Ethem Ruhi (1999). “Gadîr-i hum”, TDVİslam Ansiklopedisi, XIII, 279280,
İstanbul.
FAZLULLAH,
Seyyid Muhammed Hüseyin (1998). Min Vahyi’l-Kur’an. Beyrut:
Dârü’l-Melâk.
GÖLPINARLI,
Abdülbaki (1979). Tarih Boyunca İslam Mezhepleri ve Şiilik. İstanbul:
Der Yayınları.
GÜL, Recep
Emin (2016). Şia Tefsirlerinde Hadis Kullanımı el-Ayyâşî örneği. Ankara:
Gece Kitaplığı.
HABİBOV,
Aslan (2008). “İmâmiyye Şia’sının Tefsir Tarihi ve Günümüze Ulaşan En Eski
Şiî Tefsirler”. ÇUKUROVA ÜNİVERSİTESİ İlahiyat Fakültesi Dergisi. VIII
(I), 207-251.
HATÎB
EL-BAĞDADÎ, Ebû Bekr el-Hatîb Ahmed b. Ali b. Sabit (2015). Tarihu
Medineti’s-Selam. (thk. Beşşar Avvad Ma’ruf). Tunus: Darü’l-Garbi’l-İslami.
HILLÎ,
Cemâlüddîn Hasen (Hüseyn) b. Yûsuf b. Alî İbnü’l-Mutahhar (1962). Minhacü'l-Kerame
fi Ma'rifeti'l-Imame. (thk.
Muhammed Reşad Sâlim).
Kahire: Dârü'l-Urube
HUVEYZÎ,
Abd Ali b. Cum’a Arusi (2001). Tefsiru Nuri’s-Sakaleyn. Beyrut:
Müessesetü’t-Tarihi’l-Arabi.
İBN ASAKİR,
Ebü'l-Kâsım Sikatüddin Ali b. Hasan b. Hibetullah (1996). Târihu
Medineti Dımaşk. (Tahkik: Muhibbüddin Ebi Said Ömer b. Garame el-Amri).
Beyrut: Dârü'l-Fikr.
İBN
BABEVEYH, Ebû Cafer Şeyh Sadûk Muhammed b. Ali b. Hüseyin (1969). Terceme-i
Emâli Şeyh Sadûk. (Tercüme: Muhammed Hüseyin Hurşidi). Kum: İntihab-ı
Evvel.
İBN
BABEVEYH, Ebû Cafer Şeyh Sadûk Muhammed b. Ali b. Hüseyin (1983). el-Emâli.
Kum: Mektebetül İslamiyye.
İBN
BABEVEYH, Ebû Cafer Şeyh Sadûk Muhammed b. Ali b. Hüseyin (1983). Kitâbü'l-Hısal.
Kum: Müessesetü En-Neşr el İslamiyye.
İBN
BABEVEYH, Ebû Cafer Şeyh Sadûk Muhammed b. Ali b. Hüseyin (1984) Kemalü'd-din
ve temamü'n-ni'me. Kum: Müessesetü'n-Neşri'l-İslâmî.
İBN
BABEVEYH, Ebû Cafer Şeyh Sadûk Muhammed b. Ali b. Hüseyin (2006).
Uyunu Ahbâri’r-Rıza. Kum: Müessese-i Ensariyan.
İBNÜ’L-ESİR
(1985). İslam Tarihi “el-Kâmil Fi’t-Tarih tercümesi. (Çeviren: Beşir
Eryarsoy). İstanbul: Bahar Yayınları.
İBNÜ'L-ESİR,
Ebü'l-Hasan İzzeddin Ali b.Muhammed b.Abdülkerim (1997). Üsdü'l-Gabe fi
Ma'rifeti's-Sahabe. (Tahkik:
Halil Me'mun Şiha). Beyrut:
Dârü'l-Ma'rife.
İBN HAZM (2017).
El-Fasl. (Çeviren: Halil İbrahim Bulut). İstanbul: Türkiye Yazma Eserler
Kurumu Başkanlığı.
İBN KESÎR,
Ebü’l-Fidâ’ İmâdüddîn İsmâîl b. Şihâbiddîn Ömer (1994). Büyük İslam
tarihi: el Bidaye ve’n-Nihaye. (Çeviren: Mehmet Keskin). İstanbul: Çağrı
Yayınları.
İBN MANZUR,
Ebü’l-Fazl Muhammed b. Mükerrem b. Ali el-Ensârî (1997). Lisânü’l-Arab.
(Neşreden: Emin Muhammed Abdülvehhab, Muhammed es- Sadık el-Ubeydi). Beyrut:
Darü’l-İhyai’t-Türasi’l-Arabi.
İLHAN, Avni
(1983). “İmâmet Nazariyesinde Seçim ve Nass Münakaşası”, DOKUZ EYLÜL
ÜNİVERSİTESİ İlahiyat Fakültesi Dergisi. 1, 137-148.
KÂDÎ
Abdülcebbâr (2013). Şerhü’l-Usûli’l-Hamse: Mu’tezile 'um Beş îlkesi. (Tercüme:
İlyas Çelebi). İstanbul: Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı Yayınları.
KAHRAMAN,
Hüseyin (1998). “el-Hatîb el-Bağdâdî ve el-Kifâye’si”. ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ
İlahiyat Fakültesi Dergisi. VIII (7), 471-477.
KAHVECİ,
Niyazi (2005). “Hâricîlik, Şia ve Mu’tezile ’nin İmamet Literatürü Üzerine
Bir Çalışma”, Dinî Araştırmalar, VIII (15), 171-190.
KANDEMİR,
Yaşar (1997) “Hatîb el-Bağdâdî”, TDV İslam Ansiklopedisi, XVI, 452-460.
İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları.
KARAŞİ,
Şerif Bakır (2011). Sakife Toplantısı. (Tercüme: Seyyid Seccad
Karakuş). İstanbul: Kevser Yayınları.
KARTALOĞLU,
Habib (2011), “İmamiyye’de Ahbârî-Usûlî Farklılaşması: Şeyh Sadûk ve Şeyh
Müfîd Örneği”, Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, XIII
(24), 193-216.
KARTALOĞLU,
Habib (2015). “Evaîlü’l-Makâlât Adlı Eseri Bağlamında Şeyh Müfîd’in İmamet
Anlayışı”. Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi. 17 (31),
45-59.
KÂŞÂNÎ,
Molla Muhsin Muhammed b. Şâh Murtazâ b. Şâh Mahmûd-ı Kâşânî
Feyz-i (1982). Tefsirü's-Sâfî. (Tashih: Hüseyin
A'lemi). Beyrut:
Müessesetü’l-A’lemi li’l-Matbuat.
KESKİN,
Halife (2000). Kendi Kaynakları Işığında Şia İnanç Esasları,
İstanbul: Beyan Yayınları.
KOHLBERG,
Etan (2000). “Gaybet Öncesi Şîa’da İmam ve Toplum”. (Tercüme: Mazlum Uyar).
Dinî Araştırmalar, III (7), 227-256.
KOHLBERG,
Etan (2005). “İmâmîyye’den İsnaaşeriyye’ye”. (Tercüme: Cemil Hakyemez). Din
Bilimleri Akademik Araştırma Dergisi, V (3), 288-301.
KORKMAZ,
Sıddık (2008). Hz. Ali’nin Vasîliği Düşüncesi ve Oluşum Süreci. Konya:
Sebat Ofset Matbaacılık.
KORKMAZ,
Sıddık (2012). Şia’nın Oluşumu Hz. Al’nin Vasiliği Düşüncesi. İstanbul:
İz Yayıncılık.
KUMMÎ,
Ebü’l-Hasan Ali b. İbrâhim (2002). Tefsirü’l-Kummî. Kum: Darü’l-
Hucce.
KULEYNÎ,
Ebu Cafer Muhammed b. Yakub b. İshak. Usul-i Kâfi. (Mütercim:
Vahdettin İnce). İstanbul: Kevser Yayıncılık.
KUTLUAY,
İbrahim, “İbnü’l-Esir el-Cezeri’nin Üsdü’l-Gabe Fi Ma’rifeti’s-
Sahabe’sinin Tabakat Edebiyatı İçindeki Yeri, Kaynakları ve Metodu”. Bilim
Düşünce ve Sanatta Cizre (Uluslararası Bilim Düşünce ve Sanatta Cizre
Sempozyumu Bildirileri). 2012, 205-221.
KUTLUER, İlhan (2000). “İbnü’r-Ravendi”. DİA.
XXI, 182.
KUZUDİŞLİ,
Bekir (2017). Şia ve Hadis: Başlangıcından Kütüb-i Erbaa’ya Hadis
Rivayeti ve Îsnad. İstanbul: Klasik Yayınları.
MADELUNG,
Wilferd (2006). “İsmâîlîlik: Eski ve Yeni Davet”. (Tercüme: Muzaffer Tan).
Dinî Araştırmalar, IX (25), 281-294.
MEMİŞ,
Murat (2010). “İmamet Teorisi Bağlamında Mu'tezilîlerin Hz. Ali Anlayışı”. Kelâm
Araştırmaları Dergisi, VIII( 2), 115-146.
MERTOĞLU,
Suat (2016). “Ayyâşî, Muhammed b. Mes’ûd” TDV İslam Ansiklopedisi, Ek-1,
152-153. İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları.
MUTAHHARÎ,
Murtazâ (1997). Vela ve Velayet Üzerine, (Tercüme: Seyid Seccad
Hüseyni). Tahran: İslami Kültür ve İlişkiler Merkezi.
MÜFÎD, Ebû
Abdullah İbnü'l-Muallim Muhammed b. Muhammed (1993). El- Emâlî.
(Tahkik: Hüseyin Üstadüli, Ali Ekber Gaffârî). Beyrut: Dârü'l-Müfid.
ONAT, Hasan
(1992). “Şiî İmâmet Nazariyesi (Kuleynî, Kummî ve Tûsî’nin Görüşleri
Çerçevesinde)”. ANKARA ÜNİVERSİTESİ İlahiyat Fakültesi Dergisi. XXXII,
89-110.
ONAT, Hasan
(1993). Emevîler Devri Şii Hareketleri ve Günümüz Şiiliği. Ankara:
Türkiye Diyanet Vakfı.
ONAT, Hasan
(2017). “Mu’tezile ”, (Editör: Hasan Onat, Sönmez Kutlu)İslam mezhepleri
Tarihi. Ankara: Grafiker Yayınları.
ÖZ, Mustafa
(1999). “İbn Bâbeveyh Şeyh Sadûk”. DİA. XIX, 346.
ÖZ, Mustafa
(2010) “Tabersî, Ebû Alî Emînüddîn (Emînü’l-İslâm) el-Fazl b. el- Hasen b.
el-Fazl et-Tabersî”. TDV İslam Ansiklopedisi, XXXIX, 324-325, İstanbul: Türkiye
Diyanet Vakfı Yayınları.
ÖZ,
Mustafa (2016), “Muhammed Hüseyin Fazlullah”, TDV İslam Ansiklopedisi,
Ek-2, 306- 307, İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları.
ÖZ, Mustafa
(2016). “Bahrânî, Hâşim b. Süleyman”. TDV İslam Ansiklopedisi, Ek- 1, 163,
İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları.
ÖZAYDIN,
Abdülkerim (1992) “el-Bidâye ve’n-Nihâye”, TDV İslam Ansiklopedisi, VI,
131-132. İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları.
ÖZAYDIN,
Abdülkerim (1999). “İbn Kesîr”, TDV İslam Ansiklopedisi, XX, s. 132- ,
İstanbul, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları.
ÖZAYDIN,
Abdülkerim (2011). “Târîhu Medîneti Dımaşk”. TDV İslam Ansiklopedisi, XL,
90-92. İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları.
ÖZTÜRK,
Mustafa (2010). “Şiî-İmâmî Tefsir Kültürünün Genel Karakteristikleri”. Tarihten
Günümüze Kur’an’a Yaklaşımlar. (Editör: Bilal Gökkır). İstanbul: İlim Yayma
Vakfı Kur’an ve Tefsir Akademisi, 243-277.
SANCAKLI,
Saffet (2008). “Hz. Peygamber’in Medine Döneminde Tesis Ettiği
Kardeşleştirme (Muâhât) Projesinin Günümüz Bireysel ve Toplumsal Hayat
Açısından Önemi ve Analizi”, Sünnetin Bireysel ve Toplumsal Değişimdeki Rolü
-Sempozyum-. 11-12 Mayıs 2007, Meram/Konya, Konevi Kültür Merkezi,
52, 57.
SOFUOĞLU,
Cemal (1983). “Gadîr-i Hum Meselesi”, ANKARA ÜNİVERSİTESİ İlahiyat
Fakültesi Dergisi, XXVI, 464-465.
SÜBHANİ,
Cafer (2009). İmamet ve Hilafet. (Çeviren: Cafer Bendiderya). İstanbul:
Kevser Yayınları.
SÜLEYM B.
KAYS EL-HİLÂLİ, Ebû Sadık (1995). Kitâbu Süleym b. Kays el- Hilâli.
(Tahkik: Muhammedbakr el-Ensârî). Kum: Neşrü’l-Hadi.
ŞAHATOV,
Savbuhi (2014). “İmâmiyye Şîası’nın Kur’ân’ın Tahrifi Konusuna Yaklaşımı”. Usûl.
21(50), 53.
ŞEHRİSTÂNÎ,
Muhammed (2011). Milel ve Nihal (Dinler, Mezhepler ve Felsefî Sistemler
Tarihi. (Tercüme: Mustafa Öz). İstanbul: Litera Yayıncılık.
ŞEREFUDDİN,
Abdül Hüseyin (1998). El-Muracaat: Mektep ve İmamet Hakkında Mektuplar.
(Hazırlayan: Bahri Akyol). Tahran: İslami Kültür İlişkileri Merkezi.
ŞERİF MURTAZA,
Ebü'l-Kâsım Alemülhüda Ali b. Hüseyin (2010), Tefsirü’ş- Şerif el-Murtaza/
Nefâisü’t-te’vil. (Tahkik: Seyyid Mücteba Ahmed el- Musevi), Beyrut:
Müessesetü'l-Alemi li’l-Matbuat.
ŞÎRÂZÎ,
Nâsır Mekârim (1992). el-Emsâl fî Tefsiri Kitâbillahi'l-Münzel.
Beyrut: Müessesetü'l-Ba'se.
TABÂTABÂÎ,
Allame Muhammed Hüseyin b. Muhammed b. Muhammed Hüseyin (2001), el-Mizan
fi tefsiri’l-Kur’an. (Tercüme: Vahdettin İnce). İstanbul: Kevser Yayınları.
TABERÎ, İbn
Cerir (1992). Milletler ve Hükümdarlar Tarihi. (Tercüme: Zâkir
Kadirî Ugan, Ahmet Temir). İstanbul: Milli Eğitim Basım Evi.
TABERÎ, Ebu
Cafer Muhammed b. Cerir (1996). Taberi Tefsiri. (Mütercim: Hasan
Karakaya, Kerim Aytekin). İstanbul: Hisar Yayınevi.
TABERSÎ,
Ebû Mansur Ahmed b. Ali b. Ebî Talib (1979). I'lâmü'l-Vera Bi-
A'lâmi'l-Hüda, Beyrut: Dârü'l-Ma'rife.
TABERSÎ,
Ebû Mansur Ahmed b. Ali b. Ebî Talib (1983). el-İhticac. Beyrut:
Müessesetü’l-A’lemi li’l-Matbuat.
TABERSÎ,
Ebû Ali Eminüddin Fazl b. Hasan b. Fazl (1995). Mecma ’u ’l -beyân fî
Tefsîri ’l-Kur’ân. Beyrut: Dârü'l-Ma'rife.
TABERSÎ,
Ebû Ali Eminüddin Fazl b. Hasan b. Fazl. Mecmaü'l-Beyân fî
Tefsiri'l-Kur'ân. Şeriketü’l-Maarifi’l-İslamiyye.
TAGHİYEV,
Vahid (2007) İbnü’l-Mutahhar el-Hıllî’nin İmamet Düşüncesi (Yüksek
Lisans Tezi), MARMARA ÜNİVERSİTESİ Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul.
TAN,
Muzaffer (2009). “Erken Dönem İsmâîlîlik ve Temel Görüşleri”, EKEV
Akademi Dergisi, XIII (39), 73-81.
TÛSÎ, Ebû
Ca‘fer Muhammed b. Hasan b. Alî (1944). Tehzibü'l-Ahkâm fî Şerhi’l-
Mukni’a li ’ş-Şeyh el-Müfîd(tahkik: es-Seyyid Hasan Horsan), Tahran:
Dârü'l- Kütübi'l-İslâmiyye.
TÛSÎ, Ebû
Ca‘fer Muhammed b. Hasan b. Alî (1973). el-Emâlî. Tahran:
Müessesetü’l-Ba’se,
TÛSÎ, Ebû
Ca‘fer Muhammed b. el-Hasen b. Alî (1979). el-İktisad fima Yeteallaku
bi'l-İ'tikad. Necef: Cem'iyyetu Münteda en-Neşr.
TÛSÎ, Ebû
Ca‘fer Muhammed b. Hasen b. Alî. et-Tibyân fî Tefsiri’l-Kur’ân. Beyrut:
Dâru İhyâi't-Türâsi'l-Arabî.
UYAR,
Mazlum (1996). Imâmîyye Şia’sında Ahbârîlik (Doktora Tezi),
Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İzmir.
UYAR,
Mazlum (2000). İmâmîyye Şia’sında Düşünce Ekolleri:Ahbârîlik,
İstanbul: Ayışığıkitapları.
VELÎ,
Abdülaziz Muhammed Nûr (2014), Şia ve Tarihi Rivâyetler ( Çeviren:
Mücahit Yüksel) Ankara: Ankara Okulu Yayınları.
YAGIR,
Mehmet Yusuf (2016). “İlk Üç Sûredeki Bazı Ayetler Bağlamında Müfessir
Kummî’nin Şiî Eksenli Yorumları”, ŞIRNAK ÜNİVERSİTESİ İlahiyat Fakültesi
Dergisi, VII (14), 167-168.
YAKÛBÎ, İbn
Vazıh Ahmed b. İshak b. Ca'fer. Tarihü'l-Ya’kubî. Beyrut: Dâru
Sadır.
YAŞARAOĞLU,
Hasan (2013). “Zeydiyye’nin İmamet Görüşü Ve Diğer Bazı Mezheplerle
İlişkileri”. GÜMÜŞHANE ÜNİVERSİTESİ İlahiyat Fakültesi Dergisi, II (3),
114-116.
YAVUZ,
Yusuf Şevki (2016). “Süleym b. Kays”. TDV İslam Ansiklopedisi, EK-2,
540-541. İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları.
YILMAZ,
Musa Kazım (2005). “el-Mîzân”. TDV İslam Ansiklopedisi, XXX, 213214.
İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları.
ZEMAHŞERÎ (2016).
el-Keşşaf (Hazırlayan: Hamza Türkmen). İstanbul: Ekin Yayınları.
ZORLU, Cem (2002).
İslam’da İlk İktidar Mücadelesi (6). Konya: Yediveren Yayınları.
http://kuranneslider.com/nur-us-sakaleyn-tefsiri-tefsir-tanitimi_d761.html
[1] Fayda, Mustafa, “Belâzürî”, TDVİslam
Ansiklopedisi, V, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, İstanbul 1992, s.
392-393.
[2] Fayda,
“Ensâbü’l-Eşraf”, TDV İslam Ansiklopedisi, XI, Türkiye Diyanet Vakfı
Yayınları, İstanbul 1995, s. 249-251.
[3] Belâzürî,
Ebü'l-Abbas Ahmed b. Yahyâ b. Cabir, Ensâbü'l-Eşraf, thk. Muhammed Bakır
Mahmûdi, Müessesetü’l-A’lemi li’l-Matbuat, Beyrut 1974, II, 108.
[4] Belâzürî, Ensâbü'l-Eşraf,
II, 110.
[5] Belâzürî,
Ensâbü'l-Eşraf, II, 110.
[6] Belâzürî, Ensâbü'l-Eşraf,
II, 112.
[7] Fayda, “Ensâbü’l-Eşraf”, TDV,
s. 249-251.
[8] Velî,
Abdülaziz Muhammed Nûr, Şia ve Tarihi Rivâyetler, çev. Mücahit Yüksel,
Ankara Okulu Yayınları, Ankara 2014, s. 187-193, Ağarı, Murat, “Ya‘kübî” TDV
İslam Ansiklopedisi, XLIII, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, İstanbul 2013,
s. 287-288.
[9] Ya’kûbî,
İbn Vazıh Ahmed b. İshak b. Ca'fer, Tarihü’l-Ya ’kubî, Dâru Sadır,
Beyrut, II, 111-112.
[10] Kahraman, Hüseyin, “el-Hatîb el-Bağdâdî ve
el-Kifâye’si”, Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, VIII/7
1998, s. 471-477,
[11] Kandemir, Yaşar, “Hatîb el-Bağdâdî”, TDV İslam
Ansiklopedisi, XVI, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, İstanbul 1997, s.
452-460.
[12] Avcı, Casim, “Târîhu Bağdâd”, TDV İslam
Ansiklopedisi, XL, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, İstanbul 2011, s.
88-89.
[13] Hatîb el-Bağdadî, Ebû Bekr el-Hatîb Ahmed b. Ali b.
Sabit, Tarihu Medineti’s-selam, thk. Beşşar Avvad Ma’ruf,
Darü’l-Garbi’l-İslami, Tunus 2015, IX, 222.
[14] Hatîb el-Bağdadî, TarihuMedineti’s-selam,
XIV, 304.
[15] Hatîb el-Bağdadî, Tarihu Medineti’s-selam, VIII, s. 373, XVI,
348.
[16] Baş, Eyüp, “İbn Asâkir ve Târihu Dımeşk’i Üzerine”, Ankara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 1999, XXXIX, s. 692-697.
[17] Baş, “İbn Asâkir ve Târihu Dımeşk’i Üzerine”, s. 698
[18] İbn Asakir, Ebü'l-Kâsım Sikatüddin Ali b. Hasan b.
Hibetullah, Târîhu medîneti Dımaşk, thk. Muhibbüddin Ebi Said Ömer b.
Garame el-Amri, Dârü'l-Fikr, Beyrut 1996, XLII, 116-121, 210-216, 223-224.
[19] İbn Asakir, Târîhu medîneti Dımaşk,
XLIII, 114, 206-236.
[20] İbn Asakir, Târîhu medîneti Dımaşk, XLIII, 227.
[21] İbn Asakir, Târîhu medîneti Dımaşk, XLIII, 219.
[22] İbn Asakir, Târîhu medîneti Dımaşk, XLIII, 233.
[23] İbn Asakir, Târîhu medîneti Dımaşk, XLIII, 237.
[24] İbn Asakir, Târîhu medîneti Dımaşk, XLIII, 237
[25] Özaydın, Abdülkerim, “Târîhu Medîneti Dımaşk”, TDVİslam
Ansiklopedisi, XL, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, İstanbul 2011, s.
90-92.
[26] Kutluay, İbrahim, “İbnü’l-Esir el-Cezeri’nin
Üsdü’l-Gabe Fi Ma’rifeti’s-Sahabe’sinin Tabakat Edebiyatı İçindeki Yeri,
Kaynakları ve Metodu”, Bilim Düşünce ve Sanatta Cizre (Uluslararası Bilim
Düşünce ve Sanatta Cizre Sempozyumu Bildirileri), 2012, s. 206.
[27] İbnü'l-Esir, Ebü'l-Hasan İzzeddin Ali b.Muhammed
b.Abdülkerim, Üsdü'l-gabe fî ma'rifeti's- sahabe, thk. Halil Me'mun
Şiha, Dârü'l-Ma'rife, Beyrut 1997, I, 351.
[28] İbnü'l-Esir, Üsdü’l-gabe fima’rifeti’s-sahabe, II, 527.
[29] İbnü'l-Esir, Üsdü’l-gabe
fîma’rifeti’s-sahabe, III, 133-134.
[30] İbnü'l-Esir, Üsdü’l-gabe fîma’rifeti’s-sahabe, I, 419, II,
247,527, IV, 213.
[31] Özaydın, “İbn Kesîr”, TDV
İslam Ansiklopedisi, XX, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, İstanbul 1999, s.
132-134.
[32] Özaydın, “el-Bidâye ve’n-Nihâye”, TDVİslam
Ansiklopedisi, VI, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, İstanbul 1992, s.
1321-132.
[33] İbn Kesîr, Ebü’l-Fidâ’ İmâdüddîn İsmâîl b. Şihâbiddîn
Ömer, Büyük İslam tarihi: el Bidaye ve ’n- Nihaye, çev. Mehmet Keskin,
Çağrı Yayınları, İstanbul 1994, VIII, 265.
[34] İbn Kesîr, Büyük İslam tarihi, VIII, 370.
[35] İbn Kesîr, Büyük İslam tarihi, VIII, 370-371.
[36] İbn Kesîr, Büyük İslam tarihi, VIII, 371-372.
[37] İbn Manzur, Ebü’l-Fazl Muhammed b. Mükerrem b. Ali
el-Ensârî, Lisânü’l-Arab, nşr. Emin Muhammed Abdülvehhab, Muhammed
es-Sadık el-Ubeydi, Darü’l-İhyai’t-Türasi’l-Arabi, Beyrut 1997, VIII, 188.
[38] İbn Hazm, el-Fasl, çev. Halil İbrahim Bulut,
Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı, İstanbul 2017, III, 160-161.
[39] İbn Hazm, el-Fasl, III, 152.
[40] İbn Hazm, el-Fasl, III, 150-154.
[41] İbn Hazm, el-Fasl, III, 158.
[42] İbn Hazm, el-Fasl, III, 162.
[43] İbn Hazm, el-Fasl, III, 168.
[44] Kahveci, Niyazi, “Hâricîlik, Şia ve Mu’tezile ’nin
İmamet Literatürü Üzerine Bir Çalışma”, Dinî Araştırmalar, 2005, VIII/
15/ 172.
[45] eş-Şehristânî, Muhammed, Milel ve Nihal (Dinler,
Mezhepler ve Felsefî Sistemler Tarihi), trc. Mustafa Öz, Litera Yayıncılık,
İstanbul 2011, s. 109.
[46] Aydınlı, Osman, Mu ’tezile ’de İmamet ve Siyaset, Ankara
Okulu Yayınları, Ankara 2017, s. 30.
[47] Şehristânî, Milel ve Nihal, s. 109-110
[48] Eşari, Ebü'l-Hasan İbn Ebu Bişr Ali b. İsmail b.
İshak, İlk Dönem İslam Mezhepleri, trc. Mehmet Dalkılıç, Ömer Aydın,
Kabalcı Yayınevi, İstanbul 2005, s. 102.
[49] Şehristânî, Milel ve Nihal, s. 110-111.
[50] Eşari, İlk Dönem İslam Mezhepleri, s.
102.
[51] Şehristânî, Milel ve Nihal, s. 113.
[52] Onat, Hasan, “Mu’tezile”, Hasan Onat, Sönmez Kutlu
(ed.), İslam Mezhepleri Tarihi, Grafiker Yayınları, Ankara 2017, s. 83.
[53] Aydınlı, “Mu ’tezile’de İmamet ve Siyaset, s. 33.
[54] Kâdî Abdülcebbâr, Şerhü’l-Usûlî’l-Hamse:
Mu’tezile’nin Beş İlkesi, trc. İlyas Çelebî, Türkiye Yazma Eserler Kurumu
Başkanlığı Yayınları, İstanbul 2013, II, s. 11-12.
[55] Aydınlı, Osman, “Mu’tezile Ekolü; Teşekkülü,
İlkeleri, İslam Düşüncesine Katkıları”, Dini Araştırmalar Dergisi,
Mu’tezile Özel Sayısı, 2003, III/ 3/ 28, 33.
[56] Bozan, Metin, İmâmiyye Şia’sının İmamet Tasavvuru
(4. ve 5. Asırlar), Avrasya Yayınları, Ankara 2007, s. 22
[57] Memiş, Murat, “İmamet Teorisi Bağlamında
Mu'tezilîlerin Hz. Ali Anlayışı”, Kelâm Araştırmaları Dergisi, İzmir
2010, VIII/ 2/ 120-121.
[58] Aydınlı, “Mu’tezile Ekolü; Teşekkülü, İlkeleri, İslam Düşüncesine
Katkıları”, s. 48.
[59] Aydınlı, Osman, “Mu’tezile’nin İmamet Nazariyesi:
Teori ve Pratik”, Dinî Araştırmalar, 2000, III/ 7/ 21.
[60] Kâdî Abdülcebbâr, Şerhü ’l-Usûli’l-Hamse,
s. 694.
[61] Memiş, “İmamet Teorisi Bağlamında Mu'tezilîlerin Hz. Ali Anlayışı”,
s. 124-125.
[62] Şehristânî, Milel ve Nihal, 129.
[63] Kutlu, “Mürcie”, Hasan Onat, Sönmez Kutlu
(ed.), İslam Mezhepleri Tarihi, s. 87, 110.
[64] Aydınlı, “Mu ’tezile ’de İmamet ve Siyaset, s. 34.
[65] Kutlu, “Mürcie”, s. 111-112.
[66] Bozan, İmâmiyye Şia ’sının İmamet Tasavvuru,
s. 25.
[67] İbn Hazm, el-Fasl:
Dinler ve Mezhepler Tarihi, trc. Halil İbrahim Bulut, Türkiye Yazma Eserler
Kurumu Başkanlığı Yayınları, İstanbul 2017, III, 152.
[68] İbn Hazm, el-Fasl: Dinler ve Mezhepler Tarihi, III, 152.
[69] İbn Hazm, el-Fasl, 158, 164.
[70] İlhan, Avni, “İmâmet Nazariyesinde Seçim ve Nass
Münakaşası”, Dokuz Eylül Üniversitesi ilahiyat Fakültesi Dergisi, İzmir
1983, 1/ 142.
[71] Aydınlı, “Mu ’tezile ’de İmamet ve Siyaset, s. 45
[72] Kalaycı, Mehmet, “Eşarilik”, Hasan Onat, Sönmez Kutlu (ed.), İslam
Mezhepleri Tarihi, s. 412.
[73] Aydınlı, “Mu ’tezile ’de İmamet ve Siyaset, s. 43, 45.
[74] Kutlu, “Maturîdîlik”, İslam Mezhepleri
Tarihi, s. 386.
[75] Kalaycı, “Eşarilik”, İslam Mezhepleri
Tarihi, s. 412.
[76] Yaşaraoğlu, Hasan, “Zeydiyye’nin İmamet Görüşü Ve
Diğer Bazı Mezheplerle İlişkileri”, Gümüşhane Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dergisi, Gümüşhane 2013, II/ 3/ 114,116.
[77] Aydınlı, “Mu ’tezile ’de İmamet ve Siyaset, s. 41.
[78] Şehristânî, Milel ve Nihal, s. 143.
[79] Şehristânî, Milel ve Nihal, s. 141-142.
[80] Şehristânî, Milel ve Nihal, s. 141.
[81] Aydınlı, “Mu’tezile ’de İmamet ve Siyaset, s. 41.
[82] Madelung, Wilferd, “İsmâîlîlik: Eski ve Yeni Davet”,
trc. Muzaffer Tan, Dinî Araştırmalar, 2006, IX/ 25/ 1.
[83] Tan, Muzaffer, “Erken Dönem İsmâîlîlik ve Temel
Görüşleri”, EKEV Akademi Dergisi, Ankara 2009, XIII/ 39/ 73-81.
[84] Kummî/Nevbahtî, Şiî Fırkalar, trc. Hasan Onat,
Sabri Hizmetli, Sönmez Kutlu, Ramazan Şimşek, Ankara Okulu Yayınları, Ankara
2004, s. 202.
[85] Bozan, İmâmiyye Şia ’sının İmamet Tasavvuru,
s. 28.
[86] Tan, “Erken Dönem İsmâîlîlik ve Temel Görüşleri”, s. 83-84.
[87] Bulut, Halil İbrahim, “İlk Dönem İmâmî Kaynaklarda
Gaybet Anlayışı”, Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi,
Sivas 2004, VIII/ 2/ 50.
[88] Şehristânî, Milel ve Nihal, s. 149-150.
[89] Kohlberg, Etan, “İmâmiyye’den İsnaaşeriyye’ye”, trc.
Cemil Hakyemez, Din Bilimleri Akademik Araştırma Dergisi, 2005, V/ 3/
288.
[90] Kummî/Nevbahtî, Şiî Fırkalar, s. 265.
[91] Kohlberg, Etan, “İmâmiyye’den İsnaaşeriyye’ye”,
s. 288.
[92] Kohlberg, Etan, Gaybet Öncesi Şîa’da İmam ve Toplum,
trc. Mazlum Uyar, Dinî Araştırmalar, 2000, III/ 7/ 227.
[93] Bulut, Halil İbrahim, “İlk Dönem İmâmî Kaynaklarda Gaybet Anlayışı”,
s. 51.
[94] Uyar, Mazlum, İmâmiyye Şia ’sında Düşünce Ekolleri: Ahbârîlik,
Ayışığıkitapları, İstanbul 2000, s.
36.
[95] Kohlberg, Etan, “İmâmiyye’den İsnaaşeriyye’ye”, s. 289-290.
[96] Kohlberg, Etan, “İmâmiyye’den İsnaaşeriyye’ye”,
s. 290.
[97] Bulut, Halil İbrahim, “Şeyh Müfîd ve İmâmiyye
Ekolünde Gaybet İnancının Aklîleşmesi”, Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dergisi, Sivas 2005, IX/ 1/ 185.
[98] Kartaloğlu, Habib, “İmamiyye’de Ahbârî-Usûlî
Farklılaşması: Şeyh Sadûk ve Şeyh Müfîd Örneği”, Sakarya Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sakarya 2011, XIII/24/194-196.
[99] Uyar, İmâmiyye Şia ’sında Düşünce Ekolleri:
Ahbârîlik, s. 49.
[100] Kartaloğlu, Habib,
“İmamiyye’de Ahbârî-Usûlî Farklılaşması: Şeyh Sadûk ve Şeyh Müfîd Örneği”, s.
200.
[101] Fığlalı, Ethem Ruhi, İmâmiyye Şia ’sı, Selçuk Yayınları,
Ankara 1984, s. 209.
[102] Keskin, Halife, Kendi Kaynakları Işığında Şia
İnanç Esasları, Beyan Yayınları, İstanbul 2000, 129.
[103] Bozan, İmâmiyye Şia ’sının İmamet Tasavvuru,
s. 36.
[104] Kartaloğlu, Habib, “Evaîlü’l-Makâlât Adlı Eseri
Bağlamında Şeyh Müfîd’in İmamet Anlayışı”, Sakarya Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dergisi, Sakarya 2015, 17/ 31/ 2,7.
[105] Bozan, İmâmiyye Şia ’sının İmamet Tasavvuru,
s. 37.
[106] Bulut, Halil İbrahim, Şeyh Müfîd ve Şia ’da Usûlî
Farklılaşma Süreci, Yeni Akademi Yayınları, İstanbul 2005, 88; Öz, Mustafa,
“İbn Bâbeveyh Şeyh Sadûk”, DİA, 1999, XIX, 346.
[107] Bozan, İmâmiyye Şia’sının İmamet Tasavvuru,
s. 38.
[108] Bulut, Şeyh Müfîd ve Şia ’da
UsûlîFarklılaşma Süreci, s. 88.
[109] Bulut, Şeyh Müfîd ve Şia ’da
UsûlîFarklılaşma Süreci, s. 140.
[110] Uyar, Mazlum, İmâmiyye Şia’sında Ahbârîlik
(Doktora Tezi), Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü,
İzmir 1996, s. 95-96.
[111] Kartaloğlu, “Şeyh Müfîd’in İmamet Anlayışı”, 5. 5-6.
[112] Bulut, Şeyh Müfîd ve Şia ’da
UsûlîFarklılaşma Süreci, s. 262.
[113] Bulut, Şeyh Müfîd ve Şia ’da
UsûlîFarklılaşma Süreci, s. 265-266.
[114] Bozan, İmâmiyye Şia ’sında İmamet Tasavvuru,
s. 39.
[115] Bozan, İmâmiyye Şia ’sında İmamet Tasavvuru,
s. 39.
[116] Uyar, İmâmiyye Şia’sındaAhbârîlik
(Doktora Tezi), s. 100.
[117] Onat, Hasan, “Şiî İmâmet Nazariyesi (Kuleynî, Kummî
ve Tûsî’nin Görüşleri Çerçevesinde)”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Dergisi, Ankara 1992, XXXII, 4.
[118] Bulut, Şeyh Müfîd ve Şia’da Usûlî Farklılaşma
Süreci, s. 118, Bozan, İmâmiyye Şia’sında İmamet Tasavvuru, s. 39.
[119] Onat, “Şiî İmâmet Nazariyesi”, Ankara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, XXXII, 6.
[120] Demir, Ahmet İshak, “İbnü’l-Mutahhar el-Hillî’ye Göre
İmâmet”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Ankara 2005, XLVI/
1/ 3-4.
[121] Taghiyev, Vahid, İbnü ’l-Mutahhar el-Hıllî’nin
İmamet Düşüncesi (Yüksek Lisans Tezi), Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü, İstanbul 2007, s. 76-77.
[122] Taghiyev, Vahid, İbnü ’l-Mutahhar el-Hıllî’nin İmamet Düşüncesi
(Yüksek Lisans Tezi), s. 98-99.
[123] Taghiyev, Vahid, İbnü ’l-Mutahhar
el-Hıllî’nin İmamet Düşüncesi (Yüksek Lisans Tezi), s. 169.
[124] Bozan, İmâmiyye Şia ’sında İmamet Tasavvuru,
45- 46.
[125] Korkmaz, Sıddık, Şia’nın Oluşumu Hz. Al’nin Vasiliği Düşüncesi,
İz Yayıncılık, İstanbul 2012, s.
15.
[126] Kutluer İlhan, “İbnü’r-Ravendi”, DİA, 2000, XXI/182.
[127] Bozan, İmâmiyye Şia ’sında İmamet Tasavvuru,
s. 46
[128] Akbulut, Ahmet, Sahabe Devri Siyasi Hadiselerinin
Kelami Problemlere Etkileri, Birleşik Yayıncılık, İstanbul 1992, s. 105.
[129] Bozan, İmâmiyye Şia ’sında İmamet Tasavvuru,
s. 47.
[130] Şahatov, Savbuhi, “İmâmiyye Şîası’nın Kur’ân’ın
Tahrifi Konusuna Yaklaşımı”, Usûl, İstanbul 2014, 21/ 50-53.
[131] Bozan, İmâmiyye Şia’sında İmamet Tasavvuru,
s. 46-50.
[132] Korkmaz, Şia’nın Oluşumu, s. 33.
[133] Bozan, İmâmiyye Şia’sının İmamet Tasavvuru,
s. 53-62.
[134] Korkmaz, Şia’nın Oluşumu, s. 34.
[135] Gölpınarlı, Abdülbaki, Tarih Boyunca İslam
Mezhepleri ve Şiilik, Der Yayınları, İstanbul 1979, s. 303.
[136] Ayyâşî, Ebü'n-Nasr Muhammed b. Mesud, tlk. Haşim
Resuli Muhallati, Tefsirü’l-Ayyâşî, Müessesetü’l-A’lemi li’l-Matbuat,
Beyrut 1991, I/ 76-77
[137] Hillî, Cemâlüddîn Hasen (Hüseyn) b. Yûsuf b. Alî
İbnü’l-Mutahhar, thk. Muhammed Reşad Sâlim, Minhacü’l-kerame
fîma’rifeti’l-imame, Dârü'l-Urube, Kahire 1962, s. 155.
[138] Tabâtabâî, Allame Muhammed Hüseyin b. Muhammed b.
Muhammed Hüseyin, el-Mizan fı tefsiri’l-Kur’an, trc. Vahdettin İnce,
Kevser Yayınları, İstanbul 2001, I, 406, 418.
[139] Tûsî, Ebû Ca‘fer Muhammed b. el-Hasen b. Alî, el-İktisadfima
Yeteallaku bi'l-İ'tikad, Cem'iyyetu Münteda en-Neşr, Necef 1979, 320-321;
Mutahhari, Murtazâ, Vela ve Velayet Üzerine, s. 35.
[140] Tabersî, Ebû Ali Eminüddün Fazl b. Hasan b. Fazl, Mecma’u’l-beyân
fî Tefsîri’l-Kur’ân, Dârü'l- Ma'rife, Beyrut 1995, III-IV/ 360-361;
Zemahşeri, el-Keşşaf, haz. Hamza Türkmen, Ekin Yayınları, İstanbul-2016,
II, 692; Taberi, Ebu Cafer Muhammed b. Cerir, Taberi Tefsiri, trc. Hasan
Karakaya, Kerim Aytekin, Hisar Yayınevi, İstanbul-1996, III, 331.
[141] Şerefuddin, Abdül Hüseyin, El-Muracaat: Mektep ve
İmamet Hakkında Mektuplar, haz. Bahri Akyol, İslami Kültür İlişkileri
Merkezi, Tahran 1998, s. 189.
[142] Tabersî, Mecma ’u ’l-beyân fî Tefsîri’l-Kur ’ân,
III-IV, 361-362; Allame Şerefüddin, el- Müracaat, s. 198-199.
[143] Bahrani, Seyyid Haşim, el-Burhan fi
Tefsiri’l-Kur’an, Müessesetü'l-A'lemi li'l-Matbuat, Beyrut 1999, II/ 477;
Tabâtabâî, el-Mizan fı tefsiri’l-Kur’an, VI, 19-20.
[144] Ayyâşî, Tefsirü'l-Ayyâşî, I, 356-357.
[145] Rivayetlerin tamamını görmek için bkz;
Tabâtabâî VI, 19-31.
[146] Bozan, İmâmiyye Şia ’sının İmamet Tasavvuru,
s. 57.
[147] Onat, Hasan, “Şiiliğin Doğuşu Meselesi”, AÜİFD,
Ankara 1997, XXXVI/ 86; Korkmaz, Şia’nın Oluşumu, s. 38;
[148] Baküvî, Muhammed Kerim, Gerçeğin Doğuşu: Alevi
Kur’an Tefsiri, trc. Ahmet Dolunay, Merkür Yayınları, İstanbul 2000, II,
817-818.
[149] Hıllî, Minhacü’l-Kerame, s. 151-152;
Bozan, İmâmiyye Şia’sının İmamet Tasavvuru, s. 59.
[150] Kummi, Ebü’l-Hasan Ali b. İbrâhim, Tefsirü
’l-Kummî, Darü’l-Hucce, Kum 1426, I, 112.
[151] Tabatabâî, el-Mizan Fî Tefsîri ’l-Kur’an,
V, 347.
[152] İbn Bâbeveyh, Ebû Cafer Şeyh Sadûk Muhammed b. Ali
b. Hüseyin, Uyunu Ahbârî’r-Rıza, Müessese-i Ensariyan, Kum 2006, s. 66.
[153] Bozan, İmâmiyye Şia ’sının İmamet Tasavvuru,
s. 58.
[154] Karaşi, Şerif Bakır, Sakife Toplantısı, trc.
Seyyid Seccad Karakuş, Kevser Yayınları, İstanbul 2011, s. 63.
[155] Tabâtabâî, el-Mizan Fî Tefsîri ’l-Kur’an,
V, 203-205
[156] Kuleynî, Usul-u Kâfi, I, 417.
[157] Bozan, İmâmiyye Şia ’sının İmamet Tasavvuru,
s. 62.
[158] Tabersî, Mecma ’u ’l-beyân fî Tefsîri’l-Kur ’ân,
VU-VUI, 356-357, Taberi, Tarih-i Taberi Tercemesi, Can Kitabevi,
İstanbul-1982, II, 356-357, İbnü’l-Esir, İslam Tarihi “El-Kâmil Fi’t-Tarih
tercümesi” (çev. Beşir Eryarsoy), Bahar Yayınları, İstanbul-1985, II, 64,
Gölpınarlı, Tarih Boyunca İslam Mezhepleri ve Şiilik, s. 32, Korkmaz, Hz.
Ali’nin Vasîliği Düşüncesi ve Oluşum Süreci, Sebat Ofset Matbaacılık,
Konya-2008, s. 28-29, Allame Şerefüddin, el- Müracaat, s. 149-150.
[159] Korkmaz, Hz. Ali’nin Vasîliği Düşüncesi ve
Oluşum Süreci, s. 28.
[160] Korkmaz, Şia’nın Oluşumu, s. 42.
[161] Taberi, İbn Cerir, Milletler ve Hükümdarlar
Tarihi, trc. Zâkir Kadiri Ugan, Ahmet Temir, Milli Eğitim Basım Evi,
İstanbul 1992, V, s. 746.
[162] Bozan, İmâmiyye Şia ’sının İmamet Tasavvuru,
s. 71.
[163] Korkmaz, Şia ’nın Oluşumu, s. 42.
[164] Sancaklı, Saffet, “Hz. Peygamber’in Medine Döneminde
Tesis Ettiği Kardeşleştirme (Muâhât) Projesinin Günümüz Bireysel ve Toplumsal
Hayat Açısından Önemi ve Analizi”, Sünnetin Bireysel ve Toplumsal
Değişimdeki Rolü -Sempozyum-, 11-12 Mayıs 2007, Meram/Konya, Konevi Kültür
Merkezi, Konya 2008, s. 52, 57.
[165] Sadûk, Emali, mektebetül İslamiiyye, kum, 1404,
s. 47; Korkmaz, Şia’nın Oluşumu, s. 44.
[166] Ayrıntılı bilgi için bakınız: Allame Şerüfüddin, el-Müracaat,
s. 180-188.
[167] Tabatabâî, el-Mizan fî Tefsîri’l-Kur’an,
V, 301, 302.
[168] Bozan, İmâmiyye Şia ’sının İmamet Tasavvuru,
s. 67.
[169] Müslim, Sahîh-i Muslim ve Tercemesi,
VII, 305.
[170] Onat, Emevîler Devri Şii Hareketleri ve Günümüz Şiiliği, s.
24-25.
[171] Korkmaz, Şia’nın Oluşumu, Hz. Ali’nin
Vasiliği Düşüncesi, s. 44.
[172] Sadûk, el-Hisal, Müessesetü en-neşr el İslamiyye, Kum 1403,
s. 311.
[173] Hıllî, Minhac’ul Kerame, s. 170
[174] Bozan, İmâmiyye Şia ’sının İmamet Tasavvuru,
s. 69.
[175] Fığlalı, Ethem Ruhi, “Gadîr-i hum”, TDVİslam Ansiklopedisi,
XIII, İstanbul 1999, s. 279-280.
[176] Demircan, Adnan, Hz. Ali’nin Hilafet Hakkı Meselesinde Gadîr-i
Hum Olayı, İstanbul 1996, s. 21.
[177] Fığlalı, Ethem Ruhi, “Şiiliğin Doğuşu ve Gelişmesi”, Milletler
Arası Tarihte ve Günümüzde Şiilik Sempozyumu, İstanbul 1993, s. 7,
[178] Allame Emini, Gadîr-i Hum (Özetle el-Gadîr),
trc. Seyyid Ali Hüseyni, 1998, s. 36, Gölpınarlı, Abdülbakî, Tarih Boyunca
İslam Mezhepleri ve Şiilik, İstanbul 1979, s. 40, Deştî, Muhammed, 110
Soruda Gadîr-i Hum, İstanbul-2011, s. 12, Allame Şerefüddin, el-Müracaat,
çev. Seccad Karakuş, İstanbul-2015, s. 149-151.
[179] Deştî, Muhammed, 110 Soruda Gadîr-i Hum, İstanbul 2011, s. 12,
[180] Demircan, Hz. Ali’nin Hilafet Hakkı Meselesinde Gadîr-i Hum
Olayı, s. 21.
[181] Gölpınarlı, Abdülbakî, Tarih Boyunca İslam Mezhepleri ve Şiilik,
s. 40
[182] Allame Emini, Gadîr-i Hum (Özetle el-Gadîr),
s. 34, Deştî, Muhammed, 110 Soruda Gadîr-i Hum, s. 13-14, Allame
Şerefüddin, el- Müracaat, s. 240,
[183] Allame Emini, el- Müracaat, s. 36, Gölpınarlı
Abdülbakî, Tarih Boyunca İslam Mezhepleri ve Şiilik, s. 40, Deştî, Muhammed,
110 Soruda Gadîr-i Hum, s. 8.
[184] Tabatabâî, Allame Muhammed Hüseyin, el-Mizan Fî
Tefsîri’l-Kur’an, trc. Vahdettin İnce, İstanbul-2000, V, 302
[185] Demircan, Hz. Ali’nin Hilafet Hakkı Meselesinde Gadîr-i Hum
Olayı, s. 19.
[186] Tabersî, İlâm’ul-Vera bi- A’lâmi’l-Hudâ, Beyrut-1979, s.
138-139, Allame Emini, Gadîr-i Hum
(Özetle
el-Gadîr), s. 36-41, Gölpınarlı, Tarih Boyunca İslam Mezhepleri ve
Şiilik, s. 40-42, Demircan, Hz. Ali’nin Hilafet Hakkı Meselesinde
Gadîr-i Hum Olayı, s. 22-23, Allame Şerefüddin, el- Müracaat, s. 34,
Korkmaz, Hz. Ali’nin Vasîliği Düşüncesi ve Oluşum Süreci, s. 39-40,
Farklı rivayetler için bakınız; Tabersî, Mecma’u’l-beyân fî
Tefsîri’l-Kur’ân, III-IV, 274, 382,
Kuleynî, Ebu Cafer
Muhammed
b. Yakub b. İshak, Usul-u Kâfi, çev. Vahdettin İnce, İstanbul-2002, I,
415-416, Tabatabâî, el-Mizan Fî Tefsîri’l-Kur’an, V, 299-305, Fığlalı,
“Şiiliğin Doğuşu ve Gelişmesi”, Milletler Arası Tarihte ve Günümüzde Şiilik
Sempozyumu, s. 7.
[187] Tabatabâî, el-Mizan Fî Tefsîri ’l-Kur’an
V, 302.
[188] Allame Emini, Gadîr-i Hum, s. 40, Allame
Şerüfüddin, el-Müracaat, s. 258, Gölpınarlı, Tarih Boyunca İslam
Mezhepleri ve Şiilik, s. 43.
[189] Allame Şerüfüddin, el-Müracaat, s. 258
[190] Allame Şerüfüddin, el-Müracaat, s. 258
[191] Tabatabâî, el-Mizan Fî Tefsîri’l-Kur’an, V,
300. Rivayetin farklı versiyonları için bakınız; Tabatabâî, el-Mizan Fî
Tefsîri ’l-Kur’an, V, 300, Gölpınarlı, Tarih Boyunca İslam Mezhepleri ve
Şiilik, s. 43, Demircan, Adnan, Hz. Ali’nin Hilafet Hakkı Meselesinde
Gadîr-i Hum Olayı, s. 24.
[192] Tabersî, Mecma ’u ’l-beyân fî Tefsîri’l-Kur
’ân, III-IV, 382-383,
[193] Tabatabâî, el-Mizan Fî Tefsîri ’l-Kur’an,
V, 304
[194] Allame Emini, Gadîr-i Hum, s. 58.
[195] Allame Emini, Gadîr-i Hum, s. 66.
[196] Allame Emini, Gadîr-i Hum, s. 62.
[197] Tabatabaî, el-Mizan Fî Tefsîri ’l-Kur’an,
V, 304-305.
[198] Kuleynî, I, s. 415
[199] Tabersî, Mecma’u’l-beyân fî Tefsîri’l-Kur’ân,
c. 3-4, s. 374, Tabatabâî, el-Mizan Fî Tefsîri’l- Kur’an, V, s. 304,
Allame Şerüfüddin, el- Müracaat, s. 239, Kuleynî, Usul-u Kâfi, I,
411.
[200] Demircan, Hz. Ali’nin Hilafet Hakkı Meselesinde Gadîr-i Hum
Olayı, s. 62.
[201] Öztürk, Tefsirde Ehl-i Sünnet & Şia Polemikleri, s. 24.
[202] Gölpınarlı, Tarih Boyunca İslam Mezhepleri
ve Şiilik, s. 45.
[203] Demircan, Hz. Ali’nin Hilafet Hakkı Meselesinde Gadîr-i Hum
Olayı, s. 62.
[204] Mutahharî, Murtazâ, Vela ve Velayet Üzerine,
Orijinal adı: Vela’ha ve Velayet’ha, (çev. Seyid Seccad Hüseyni), İslami Kültür
ve İlişkiler Merkezi, Tahran 1997, s. 10.
[205] Bulut, Halil İbrahim, “Şii-Usûlî Gelenekte Hz. Ali
ve İmametinin Dayanakları: Şeyh Müfîd Örneği”, Hz. Ali -Sempozyum
Bildirileri-, 24-25 Ekim 2007, İzmir- 2009, s. 11-12.
[206] Bulut, “Şii-Usûlî Gelenekte Hz. Ali ve
İmametinin Dayanakları: Şeyh Müfîd Örneği, s. 28.
[207] Müfîd, Ebu Abdullah Muhammed b. Muhammed b. Numan, , el-
Emali, Dar’ul Müfîd, Beyrut- 1993, XV, 223, (26/2).
[208] Süleym b. Kays el-Hilâli, Ebû Sadık, Kitâbu
Süleym b. Kays el-Hilâli, thk. Muhammedbakr el- Ensârî, Neşrü’l-Hadi, Kum
1995, II, 655, 894.
[209] Allame Şerüfüddin, el-Müracaat, s. 35.
[210] El- Emini, Gadîr-i Hum, s. 410, Allame
Şerüfüddin, El-Müracaat, s. 241, 245-246.
[211] Demircan, Hz. Ali’nin Hilafet Hakkı Meselesinde
Gadîr-i Hum Olayı, s. 43, Azimli, Mehmet, Dört Halifeyi Farklı Okumak-4
Hz. Ali, Ankara Okulu Yayınları, Ankara-2016, s. 26, Fığlalı, Ethem Ruhi,
“Şiiliğin Doğuşu ve Gelişmesi”, Milletler Arası Tarihte ve Günümüzde Şiilik
Sempozyumu, s. 8.
[212] Sübhani, Cafer, İmamet ve Hilafet, çev. Cafer Bendiderya,
Kevser Yayınları, İstanbul-2009, s. 148, Tabiînden 89 kişiden rivayet
edildiğini aktarmaktadır, Demircan, Adnan, Hz. Ali’nin Hilafet Hakkı
Meselesinde Gadîr-i Hum Olayı, s. 44.
[213] Allame Şerüfüddin, el-Müracaat, s. 240.
[214] Fığlalı, Ethem Ruhi, “Şiiliğin Doğuşu ve Gelişmesi”, Milletler
Arası Tarihte ve Günümüzde Şiilik Sempozyumu, s. 8.
[215] Demircan, Hz. Ali’nin Hilafet Hakkı
Meselesinde Gadîr-i Hum Olayı, s. 43-44.
[216] Demircan, Adnan, Hz. Ali’nin Hilafet Hakkı
Meselesinde Gadîr-i Hum Olayı, s. 73, Sofuoğlu, Cemal, “Gadîr-i Hum
Meselesi”, s. 464.
[217] El-Emini, Gadîr-i Hum, s. 395.
[218] Demircan, Hz. Ali’nin Hilafet Hakkı
Meselesinde Gadîr-i Hum Olayı, s. 14-15.
[219] Onat, Hasan, Emevîler Devri Şii Hareketleri ve
Günümüz Şiiliği, Türkiye Diyanet Vakfı, Ankara- 1993, s. 24, Demircan,
a.g.e., s. 63, Korkmaz, Hz. Ali’nin Vasîliği Düşüncesi ve Oluşum Süreci,
s. 43, Fığlalı, “Şiiliğin Doğuşu ve Gelişmesi”, Milletler Arası Tarihte ve
Günümüzde Şiilik Sempozyumu, s. 8, Sofuoğlu, “Gadîr-i Hum Meselesi”, Ankara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 1983, XXVI, 464-465.
[220] İbn Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihaye V, 393,429,
İbnu’l-Esir, İslam Tarihi, II, 294, Fığlalı, İmâmiyye Şiası, s.
19, Zorlu, Cem, İslam’da İlk İktidar Mücadelesi, Yediveren Yayınları,
Konya-2002, s. 52.
[221] İbn Kesir, El-Bidaye ve ’n-Nihaye (Büyük
İslam Tarihi), çev. Mehmet Keskin, V, 429.
[222] İbn Kesir Hz. Ali’nin şikâyet
edilmesinin ardından Gadîr hadisi olarak bilinen mevlâ hadisiyle birleştirerek
olayı zikrederken İbn Esir yaşanan hadiseyi aktardıktan sonra mevlâ hadisinden
bahsetmemektedir. Bkz. İbn Kesir, El-Bidaye, V, 366, İbn Esir, İslam Tarihi
II, 278, Aynı şekilde Taberi de bu olayı aktardıktan sonra mevlâ hadisinden
bahsetmemekte, Hz. Peygamber’in söylediği sözler olarak şunu aktarmaktadır: “
Ey ahali! Ali’den şikâyet etmeyiniz. Ben Tanrı adına and içerek onun Tanrı’nın
zatı veya Tanrı yolunda en sert davranan kimse olduğunu teyit eylerim.” bkz.
Taberi, Milletler ve Hükümdarlar Tarihi, çev. Zakir Kadiri Ugan, Ahmet
Temir, Maarif Basımevi, Ankara-
1995, II, 857, Korkmaz, Şia’nın
Oluşumu, Hz. Ali’nin Vasiliği Düşüncesi, İz Yayıncılık, İstanbul- 2012, s.
49, Fığlalı, “Şiiliğin Doğuşu ve Gelişmesi”, Milletler Arası Tarihte ve
Günümüzde Şiilik Sempozyumu, s. 8.
[223] İbn Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihaye, V, 227, Allame
Şerefüddin, el-Müracaat, s. 188-199, Demircan, Hz. Ali’nin Hilafet
Hakkı Meselesinde Gadîr-i Hum Olayı, s. 67, Azimli, Mehmet, Dört
Halifeyi Farklı Okumak-4 Hz. Ali, s. 27.
[224] Fığlalı, “Şiiliğin Doğuşu ve Gelişmesi”, Milletler
Arası Tarihte ve Günümüzde Şiilik Sempozyumu, s. 8.
[225] Azimli, Dört Halifeyi Farklı Okumak-4 Hz.
Ali, s. 28.
[226] Korkmaz, Şia’nın Oluşumu, Hz. Ali’nin
Vasiliği Düşüncesi, s. 51
[227] Onat, Emevîler Devri Şii Hareketleri ve Günümüz
Şiiliği, s. 24, Fığlalı, “Şiiliğin Doğuşu ve Gelişmesi”, Milletler Arası
Tarihte ve Günümüzde Şiilik Sempozyumu, s. 9.
[228] Allame Şerüfüddin, el-Müracaat, s. 244, Gölpınarlı, Tarih
Boyunca İslam Mezhepleri ve Şiilik, s.
47.
[229] El-Emini, Gadîr-i Hum, s. 117.
[230] El-Emini, Gadîr-i Hum, s. 124-125.
[231] El-Emini, Gadîr-i Hum, s. 155-156.
[232] İbnu’l-Esir, İslam Tarihi VIII, 474, İbn
Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihaye XI, 416, Demircan, Hz. Ali’nin Hilafet
Hakkı Meselesinde Gadîr-i Hum Olayı, s. 40.
[233] İbn Kesir, el-Bidaye ve ’n-Nihaye XI, 416.
[234] El-Emini, Gadîr-i Hum, s. 117.
[235] Allame Şerefüddin, el-Müracaat, s. 244.
[236] Rivayetlerin tamamı için bkz. el-Emini, Gadîr-i
Hum, s. 167-169.
[237] İbn Kesir, el-Bidaye ve ’n-Nihaye V, 371,
Demircan, Hz. Ali ’nin Hilafet Hakkı Meselesinde Gadîr-i Hum Olayı, s.
41-42.
[238] Sofuoğlu, Mehmed, Sahihi Buhari ve
Tercemesi, Ötüken Yayınları, İstanbul 1987, I, 267
[239] Sofuoğlu, Sahihi Müslim ve Tercemesi, İrfan Yayınevi,
İstanbul 1969, V, 188-190.
[240] Sofuoğlu, Sahihi Müslim ve Tercemesi, V,
187.
[241] Öztürk, Mustafa, “Şiî-İmâmî Tefsir Kültürünün Genel
Karakteristikleri”, Tarihten Günümüze Kur’an ’a Yaklaşımlar (ed. Bilal
Gökkır), İstanbul 2010, s. 246.
[242] Ateş, Süleyman, “İmâmiyye Şîasının Tefsir Anlayışı”,
Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Ankara 1975, XX, 150.
[243] Çelik, Hüseyin, Sabuhi Shahavatov, “Tefsirde
Mezhebe Dayalı Aşırılık -Ayyâşî Örneği”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar
Dergisi, 2017, cilt: X, sayı 48, s. 705.
[244] Ayoub, Mahmoud, “Konuşan Kur’an-Sessiz
Kur’an-İmâmî-Şîî Tefsir’in Esasları ve Gelişimi”, çev. Mustafa Ünver, Ali
Bolat, Ondokuz Mayıs Üniversitesi ilahiyat Fakültesi Dergisi, Samsun
1998, sayı: 10, s. 430-432.
[245] Öztürk, “Şiî-İmâmî Tefsir Kültürünün Genel Karakteristikleri”, s.
251-253.
[246] Öztürk, “Şiî-İmâmî Tefsir Kültürünün Genel Karakteristikleri”, s.
254.
[247] Ayoub, “Konuşan Kur’an-Sessiz Kur’an-İmâmî-Şîî
Tefsir’in Esasları ve Gelişimi”, s. 435.
[248] Ateş, “İmâmiyye Şîasının Tefsir Anlayışı”, s. 152-154.
[249] Ayoub, “Konuşan Kur’an-Sessiz Kur’an-İmâmî-Şîî
Tefsir’in Esasları ve Gelişimi”, s. 436-437.
[250] Habibov, Aslan, “İmâmiyye Şia’sının Tefsir Tarihi ve
Günümüze Ulaşan En Eski Şiî Tefsirler”, Çukurova Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dergisi, 2008, VIII- I, 211-212.
[251] Habibov, “İmâmiyye Şia’sının Tefsir Tarihi ve
Günümüze Ulaşan En Eski Şiî Tefsirler”, s. 224226.
[252] Habibov, “İmâmiyye Şia’sının Tefsir Tarihi ve
Günümüze Ulaşan En Eski Şiî Tefsirler”, s. 215.
[253] Habibov, “İmâmiyye Şia’sının Tefsir Tarihi ve
Günümüze Ulaşan En Eski Şiî Tefsirler”, s. 230234.
[254] Habibov, “İmâmiyye Şia’sının Tefsir Tarihi ve Günümüze Ulaşan En
Eski Şiî Tefsirler”, s. 234.
[255]El-Kufi, Ebü'l-Kâsım Furât b.
İbrâhim İbn Furât, Tefsiru Furât el-Kufi, thk. Muhammed el-Kazım,
Müessesetü'n-Nu’man, Beyrut 1992, I, 123.
[256] El-Kûfî, Tefsiru Furât el-Kufi, I,
129-130.
[257] El-Kûfî, Tefsiru Furât el-Kufı, I, 130.
[258] El-Kûfî, Tefsiru Furât el-Kufi, I, 118.
[259] El-Kûfî, Tefsiru Furât el-Kufi, I, 119.
[260] Habibov, “İmâmiyye Şia’sının
Tefsir Tarihi ve Günümüze Ulaşan En Eski Şiî Tefsirler”, s. 233.
[261] Gül, Recep Emin, Şia Tefsirlerinde Hadis
Kullanımı el-Ayyâşî örneği, Gece Kitaplığı, Ankara 2016, s. 75.
[262] Çelik, Hüseyin - Sabuhi, Shahavatov, “Tefsirde
Mezhebe Dayalı Aşırılık Ayyâşî Örneği”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar
Dergisi, X 48, s. 704.
[263] Habibov, “İmâmiyye Şia’sının Tefsir Tarihi ve Günümüze Ulaşan En
Eski Şiî Tefsirler”, s. 235.
[264] Mertoğlu, Suat, “Ayyâşî, Muhammed b. Mes’ûd, TDVİslam
Ansiklopedisi, Ek-1 Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, İstanbul 2016, s.
152-153.
[265] Öztürk, “Şiî-İmâmî Tefsir Kültürünün Genel Karakteristikleri”, s.
251.
[266] Habibov, “İmâmiyye Şia’sının Tefsir Tarihi ve Günümüze Ulaşan En
Eski Şiî Tefsirler”, s. 236.
[267] Öztürk, “Şiî-İmâmî Tefsir Kültürünün Genel
Karakteristikleri”, s. 257, Habibov, “İmâmiyye Şia’sının Tefsir Tarihi ve
Günümüze Ulaşan En Eski Şiî Tefsirler”, s. 237-238.
[268] Gül, Şia Tefsirlerinde Hadis Kullanımı el-Ayyâşî
Örneği, s. 82-83, Habibov, “İmâmiyye Şia’sının Tefsir Tarihi ve Günümüze
Ulaşan En Eski Şiî Tefsirler”, s. 239.
[269] Gül, Şia Tefsirlerinde Hadis Kullanımı el-Ayyâşî Örneği, s.
83.
[270] Ayyâşî, Ebü'n-Nasr Muhammed b. Mesud, Tefsirü’l-Ayyâşî,
tlk. Haşim Resuli Muhallati, Müessesetü’l-A’lemi li’l-Matbuat, Beyrut 1991, I,
360.
[271] Ayyâşî, Tefsirü’l-Ayyâşî, I, 360-361.
[272] Ayyâşî, Tefsirü'l-Ayyâşî, II, 103.
[273] Ayyâşî, Tefsirü’l-Ayyâşî, II, 105-106.
[274] Öztürk, “Şiî-İmâmî Tefsir
Kültürünün Genel Karakteristikleri”, s. 258-260.
[275] Yagır, Mehmet Yusuf, “İlk Üç Sûredeki Bazı Ayetler
Bağlamında Müfessir Kummî’nin Şiî Eksenli Yorumları”, Şırnak Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2016, VII/14, s. 167-168, Habibov, “İmâmiyye
Şia’sının Tefsir Tarihi ve Günümüze Ulaşan En Eski Şiî Tefsirler”, s. 240.
[276] Habibov, “İmâmiyye Şia’sının Tefsir Tarihi ve
Günümüze Ulaşan En Eski Şiî Tefsirler”, s. 242244.
[277] Kummî, Ebü’l-Hasan Ali b. İbrâhim, Tefsirü
’l-Kummî, Darü’l-Hucce, Kum 1426, I, 180.
[278] Öztürk, “Şiî-İmâmî Tefsir Kültürünün Genel Karakteristikleri”, s.
261-262.
[279] Arslan, Hulusi, İslam Düşünce Geleneğinde Şia-Mu
’tezile Etkileşimi (Şerif el-Murtazâ Örneği), Endülüs Yayınları, İstanbul
2017, s. 39-40.
[280] Uyar, Mazlum, İmâmiyye
Şiası’nda Düşünce Ekolleri: Ahbârilik, Ayışığıkitaplan, İstanbul 2000, s.
102-103, Arslan, Şia-Mu’tezile Etkileşimi, s. 39, 84-85.
[281] Arslan, Şia-Mu ’tezile Etkileşimi, s. 206-207.
[282] Arslan, Şia-Mu’tezile Etkileşimi, s.
81-82.
[283] Şerif Murtazâ,
Ebü'l-Kâsım Alemülhüda Ali b. Hüseyin, Tefsirü ’ş-Şerif el-Murtaza/ Nefâisü
’t- te’vil, (thk. Seyyid Mücteba Ahmed el-Musevi), Müessesetü'l-Alemi
li’l-Matbuat, Beyrut 2010, I, 420.
[284] Bulut, Erken Dönem Şiî Düşünürler, s.
243-244.
[285] Bulut, Erken Dönem Şiî Düşünürler, s.
248-249, Kuzudişli, Şia ve Hadis, s. 479-482.
[286] Kuzudişli, Şia ve Hadis, s. 482-483.
[287] Tûsî, Ebû Ca‘fer Muhammed b. Hasen b. Alî, et-Tibyân
fî Tefsiri’l-Kur’ân, Dâru İhyâi't-Türâsi'l- Arabî, Beyrut, III, 435-436.
[288] Öz, Mustafa, “Tabersî, Ebû Alî Emînüddîn
(Emînü’l-İslâm) el-Fazl b. el-Hasen b. el-Fazl et- Tabersî”, TDV İslam
Ansiklopedisi, XXXIX, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, İstanbul 2010, , s.
324-325.
[289] Tabersî, Ebû Ali Eminüddin Fazl b. Hasan b. Fazl, Mecmaü'l-Beyân
fî Tefsiri'l-Kur'ân, Şeriketü’l- Maarifi’l-İslamiyye, III, 274.
[290] Tabersî, Mecmaü’l-Beyân fî Tefsiri’l-Kur’ân,
III, 274.
[291] Tabersî, Ebû Mansur Ahmed b. Ali b. Ebî Talib, el-İhticac,
Müessesetü’l-A’lemi li’l-Matbuat, Beyrut-1983, s. 78 vd.
[292] Tabersi, el-İhticac, s. 78 vd.
[293] Tabersi, el-İhticac, s. 134.
[294] Tabersî, İ'lâmü'l-Vera bi-A'lâmi'l-Hüda,
s. 138.
[295] Bulut, Halil İbrahim, Şeyh Müfid ve Şia ’da Usûlî
Farklılaşma Süreci, Yeni Akademi Yayınları, İstanbul 2005, s. 75-78.
[296] Bulut, ŞeyhMüfidve Şia’da UsûlîFarklılaşma
Süreci, s. 127-128.
[297] Bulut, Şeyh Müfid ve Şia ’da UsûlîFarklılaşma Süreci, s. 192-194.
[298] Uyar, İmâmiyye Şiası’nda Düşünce Ekolleri: Ahbârilik, s.
99-100.
[299] Uyar, İmâmiyye Şiası’nda Düşünce Ekolleri:
Ahbârilik, s. 105.
[300] Müfîd, Ebû Abdullah
İbnü'l-Muallim Muhammed b. Muhammed, el-Emâlî, thk. Hüseyin Üstadüli,
Ali Ekber Gaffârî, Dârü'l-Müfid, Beyrut 1993, s. 55
[301] Öztürk, “Şiî-İmâmî Tefsir
Kültürünün Genel Karakteristikleri”, s. 262-263, Habibov, “İmâmiyye Şia’sının
Tefsir Tarihi ve Günümüze Ulaşan En Eski Şiî Tefsirler”, s. 217.
[302] Uyar, İmâmiyye Şiası’nda Düşünce Ekolleri: Ahbârilik, s. 205-217.
[303] Kâşânî, Molla Muhsin Muhammed b. Şâh Murtazâ b. Şâh
Mahmûd-ı Kâşânî Feyz-i, Tefsirü's-Sâfî, tsh. Hüseyin A'lemi,
Müessesetü’l-A’lemi li’l-Matbuat, Beyrut 1982, II, 10.
[304] Kâşânî, Tefsirü’s-Sâfi, II, 10, 51
[305] Kâşânî, Tefsirü's-Sâfî, II, 10, 55-58.
[306] Öz, Mustafa, “Bahrânî, Hâşim b. Süleyman”, TDV
İslam Ansiklopedisi, Ek-1, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, İstanbul 2016,
s. 163.
[307] Bahrânî, Seyyid Hâşim, el-Burhan fi
Tefsiri’l-Kur’an, Müessesetü'l-A'lemi li'l-Matbuat, Beyrut 1999, II,
372-373, 392.
[308] Bahrânî, el-Burhanfı Tefsiri’l-Kur’an, II, 376-378.
[309] Bahrânî, el-Burhanfı Tefsiri’l-Kur’an,
II, 377-389.
[310] Bahrânî, el-Burhan fi Tefsiri’l-Kur’an,
II, 394-395.
[311] Bahrânî, el-Burhanfı Tefsiri’l-Kur’an, II, 395.
[313] Huveyzî, Abd Ali b. Cum’a Arusi, Tefsiru
Nuri’s-Sakaleyn, Müessesetü’t-Tarihi’l-Arabi, Beyrut 2001, II, 191-192.
[314] Huveyzî, Tefsiru Nuri’s-Sakaleyn, II, 192-193.
[315] Huveyzî, Tefsiru Nuri’s-Sakaleyn, II,
265-267.
[316] Öztürk, “Şiî-İmâmî Tefsir Kültürünün Genel
Karakteristikleri”, s. 264-265, Habibov, “İmâmiyye Şia’sının Tefsir Tarihi ve
Günümüze Ulaşan En Eski Şiî Tefsirler”, s. 218-219.
[317] Bedir, Ahmet, “Bâküvî” TDVİslam Ansiklopedisi,
Ek-1, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, İstanbul 2016, s. 166-167.
[318] Bedir, “Bâküvî” TDV, Ek-1, s. 166-167.
[319] Baküvi, Muhammed Kerim, Gerçeğin Doğuşu
Alevi Kur’an Tefsiri, I, 234.
[320] Öz, “Muhammed Hüseyin Fazlullah”,
TDV İslam Ansiklopedisi, Ek-2, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, İstanbul
2016, s. 306-307.
[321] Fazlullah, Seyyid Muhammed Hüseyin, Min Vahyi’l-Kur ’an,
Dârü’l-Melâk, Beyrut 1998, II, 46.
[322] Fazlullah,Min Vahyi’l-Kur’an, II, 262.
[323] Nasr, Seyyid Hüseyin, “Mukaddime”,
el-Mizan fi Tefsiri’l-Kur’an, çev. Vahdettin İnce, Kevser Yayınları,
İstanbul 1998, I, 7.
[324] Yılmaz, Musa Kazım, “el-Mîzân”, TDV İslam
Ansiklopedisi, XXX, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, İstanbul 2005, s.
213-214.
[325] Tabâtabâî, el-Mizanfi Tefsiri’l-Kur’an,
V, 277-285.
[326] Tabâtabâî, el-Mizanfi Tefsiri’l-Kur’an,
VI, 56, 63.
[327] Tabâtabâî, el-Mizanfi Tefsiri’l-Kur’an, VI, 68.
[328] Tabâtabâî, el-Mizanfı Tefsiri’l-Kur’an,
VI, 69-73.
[329] Tabâtabâî, el-Mizanfı Tefsiri’l-Kur’an,
VI, 75.
[330] Tabâtabâî, el-Mizanfi Tefsiri’l-Kur’an, VI, 61-62.
[331] Tabâtabâî, el-Mizanfi Tefsiri’l-Kur’an,
VI, 53-56.
[332] Çakın, Mehmet Burak, Çağdaş Şia Müfessirlerinden
Âyetullâhi’l-Uzmâ Nâsır Mekârim Şirâzî’nin Tefsîr-i Nümûne Adlı Eserinde
Psikolojik Tahliller (Yûsuf Sûresi Örneği), İnönü Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, Malatya 2016.
[333] Şîrâzî, Nâsır Mekârim, el-Emsâl fî Tefsiri
Kitâbillahi'l-Münzel, Müessesetü'l-Ba'se, Beyrut 1992, VI, 79.
[334] Şîrâzî, el-Emsâlfi Tefsiri
Kitâbillahi’l-Münzel, VI, 82-83.
[335] Şîrâzî, el-Emsâlfî Tefsiri
Kitâbillahi'l-Münzel, VI, 84-85.
[336] Şîrâzî, el-Emsâlfî Tefsiri
Kitâbillahi'l-Münzel, VI, 90-91.
[337] Şîrâzî, el-Emsâlfi Tefsiri
Kitâbillahi’l-Münzel, VI, 87-88.
[338] Akdoğan, Mehmet Nur, “Kitâbu Süleym b. Kays ve
Kaynaklık Değeri”, Bitlis Eren Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
Dergisi, 2014, III/2, s. 2.
[339] Akdoğan, “Kitâbu Süleym b. Kays ve Kaynaklık
Değeri”, s. 3.
[340] Yavuz, Yusuf Şevki, “Süleym b. Kays”, TDVİslam
Ansiklopedisi, EK-2, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, İstanbul 2016,
540-541.
[341] Yavuz, , “Süleym b. Kays”, TDV, EK-2, s.
540-541.
[342] Akdoğan, “Kitâbu Süleym b. Kays ve Kaynaklık
Değeri”, s. 5.
[343] Akdoğan, “Kitâbu Süleym b. Kays ve Kaynaklık
Değeri”, s. 2.
[344] Süleym b. Kays el-Hilâli, Kitâbu Süleym b. Kays el-Hilâli,
II, 888.
[345] Süleym b. Kays el-Hilâli, Kitâbu Süleym b. Kays el-Hilâli,
II, 644.
[346] Süleym b. Kays el-Hilâli, Kitâbu Süleym b. Kays el-Hilâli,
II, 587, 641, 791.
[347] Süleym b. Kays el-Hilâli, Kitâbu Süleym b.
Kays el-Hilâli, II, 603.
[348] Süleym b. Kays el-Hilâli, Kitâbu Süleym b. Kays el-Hilâli,
II, 655, 894.
[349] Akdoğan, “Kitâbu Süleym b. Kays ve Kaynaklık
Değeri”, s. 9,14.
[350] Akdoğan, “Kitâbu Süleym b. Kays ve Kaynaklık
Değeri”, s. 9.
[351] Kuzudişli, Bekir, Şia ve Hadis: Başlangıcından
Kütüb-i Erbaa ’ya Hadis Rivayeti ve İsnad, Klasik Yayınları, İstanbul 2017,
s. 404-405
[352] Kuzudişli, Şia ve Hadis, s. 405.
[353] Kuzudişli, Şia ve Hadis, s. 405.
[354] Kuleynî, Kâfi, I, 411.
[355] Kuleynî, Kâfi, I, 415.
[356] Kuzudişli, Şia ve Hadis, s. 410-420.
[357] Kuzudişli, Şia ve Hadis, s. 432-437.
[358] Bulut, Halil İbrahim, Erken Dönem Şiî Düşünürler,
Ensar Yayınları, İstanbul 2017, s. 125, Kuzudişli, Şia ve Hadis, s. 453.
[359] Bulut, Erken Dönem Şiî Düşünürler, s. 126-128.
[360] Bulut, Erken Dönem Şiî Düşünürler, s.
139-141.
[361] Bulut, Erken Dönem Şiî Düşünürler, s.
135-136.
[362] Bulut, Erken Dönem Şiî Düşünürler, s.
136.
[363] Öz, Mustafa, “İbn Bâbeveyh, Şeyh Sadûk”, TDVİslam
Ansiklopedisi, XIX, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, İstanbul 1999, s.
345-348.
[364] Bulut, Erken Dönem Şiî Düşünürler, s.
137.
[365] Ebû Cafer Şeyh Sadûk Muhammed b. Ali b. Hüseyin İbn
Babeveyh, Kemalü'd-din ve temamü'n- ni'me, Müessesetü'n-Neşri'l-İslâmî,
Kum 1984, s. 3376-337.
[366] Ebû Cafer Şeyh Sadûk Muhammed b. Ali b. Hüseyin İbn
Babeveyh, Uyunu ahbâri’r-Rıza, Müessese-i Ensariyan, Kum-2006,
s. 26.
[367] Şeyh Sadûk, Uyunu ahbâr, s. 44.
[368] Ebû Cafer Şeyh Sadûk Muhammed b. Ali b. Hüseyin İbn
Babeveyh, Terceme-i Emâlî Şeyh Sadûk, trc. Muhammed Hüseyin Hurşidi,
İntihab-ı Evvel, Kum - 1389, s. 6.
[369] Şeyh Sadûk, Emâlî, s. 197.
[370] Şeyh Sadûk, el-Emâlî, s. 215.
[371] Şeyh Sadûk, el-Emâlî, s. 221.
[372] Şeyh Sadûk, Emâlî, s. 421.
[373] Şeyh Sadûk, Emâlî, s. 989.
[374]
Kuzudişli, Şia ve Hadis, s. 485, 488.
[375] Ebû Ca‘fer Muhammed b. Hasan b. Alî Tûsî, Tehzibü’l-ahkâm
fîşerhi’l-Mukni’a li’ş-Şeyh el-Müfîd (thk es-Seyyid Hasan Horsan),
Dârü'l-Kütübi'l-İslâmiyye, Tahran-1944, III, 143, Kuzudişli, Şia ve Hadis,
s. 490-491.
[376] Kuzudişli, Şia ve Hadis, s. 491.
[377] Bulut, Erken Dönem Şiî Düşünürler, s.
268.
[378] Tûsî, el-Emâlî, Müessesetü’l-Ba’se,
Tahran-1393, s. 247.
[379] Tûsî, el-Emâlî, s. 254.
[380] Tûsî, el-Emâlî, s. 255.
[381] Tûsî, el-Emâlî, s. 351.
[382] Tûsî, el-Emâlî, s. 351.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar