Print Friendly and PDF

HÂCELER DEVRİ (Hocalar/Hacegân Devri)

Bunlarada Bakarsınız





Hazırlayan: İklil KURBAN

Aslen Fars olan Buharalı Bahaüddin Nakşibendi’nin (1318-1589) öncülüğünde kuruluşunu Buhara'da tamamlamış Nakşibendi Tarikati’nin piri sayılan hâceler, Semerkant* ta Timur’un, İstanbul’da Fatih’in, Hindistan’da Babur'un, Altışehir’de (Doğu Türkistan’ın güney kısmı) Seidiye han­larının çevresinde itibar sahibi olurlar. Türkler’in gö­çebe ve hareketli hayat tarzından kaynaklanmış inançları, Arap ve Farslar’ın inançları gibi işlenmiş ve sivrileşmiş olmadığı için, onlarda inançlarından dolayı insanları ce­zalandırma gibi bir tutum da olmamıştır. İnançları esnek olduğundan, inançlara özgü davranışları da esnek olagel­miştir. İşte, bu az çok laik denilebilecek ortam, İslami­yet’in temsilcisi olan, aynı zamanda siyasi amaçlar da taşıyan hırslı Nakşibendi hâcelerinin gittiği yerlerde köksalmasına, siyasi iktidara kadar yükselmesine yol açar.

Onaltmcı yüzyıl başlarındaki deniz yollarının açıl­masıyla, karalar okyanusu Avrasya’nın ortasında, dört ta­raftan da denizden aynı uzaklıkta bulunan Türkistan, ka­palı bir bölge haline gelir. Ticaret durur, Siyasi ve ik­tisadi buhran, yoksulluk ve cehalet baş gösterir. Bütün Türkistan’ı bir arada tutan siyasi çatı yıkılır. Timur oğulları Hindistan’a, Çağatay oğulları Altışehir’e atı­lır. Türkistan parçalanır. Böylece, Timurlular döneminde, müspet bilimler dahil, Avrupa’dan 150 yıl ileride bulunan Türkistan, hâcelerin istedikleri gibi hareket etmelerine uygun bir alana dönüşür. Hidayetullah Hâce’nin (Appak Hâce) teşebbüsü ve Kalmuklar'ın 12 000 kişilik askeri yar­dımı ile 1678 yılında, Altışehir’deki Türkleşmiş son Ça­ğatay Hanlığı (Seidiye Hanlığı) yıkılır. Seidiye Hanlığı* nm enkazları üzerinde 1755 yılma kadar sürecek olan "hâceler saltanatı" kurulur.

İşte "Hâceler Devri" diye adlandırdığımız 77 yıllık (1678-1755) bu devrede, hâceler kendi aralarında Aktağ­lıklar ve Karataglıklar adı altında birbirine aşırı dere­cede zıt, fakat aralarında hiçbir inanç farkı olmayan iki partiye bölünüp, kıyasıya taht kavgasına girişirler. Hâceler arasındaki bu iç kavgalar, hâcelerin koruyucusu sa­yılan Kalmuklar arasındaki iç kavgalar ile ilintilidir. Çin sınırında cereyan eden bu olaylar, '’Başkalarını bir­birine karşı kışkırt ve parçala yut” (Barthold 1990 : 405) anlayışını devlet geleneği yapan Çinliler için bu­lunmaz bir fırsat yaratmıştır. Sonuçta, 1755 yılında bü­tün Doğu Türkistan boyunca Birinci Çin İstilası gerçekle­şir. İstilaya karşı İsyanlar Yüzyılı başlar (1757-1865). Yakup Bey Devleti kurulur (1865-1878). Fakat iş işten geçmiştir,

Yakup Bey Devleti geç kalmış bir devlettir. Yakup Bey'in dayandığı ve biat ettiği OsmanlI İmparatorluğu ar­tık çökmektedir. Dünyada milliyetçilik fikirlerinin etki­li olmaya başladığı, Avrupalıların sanayileşme ile güç kazandığı bir devrede, henüz milliyetçilik fikirlerinin doğmadığı ve yoksul bir ülkede hasıl olan bu devlet, Tür­kistan’ı kurtarabilecek durumda değildir. Kuzeyden Ruslar Batı Türkistan’ı işgal ederek, Yakup Bey Devleti’nin ka­pısına dayandığı zaman, doğudan Çinliler Ruslar’ın deste­ğiyle Yakup Bey Devleti’ne saldırır. Sonuçta, bütün Doğu Türkistan’da 1944 yılma kadar sürecek olan İkinci Çin İstilası Devri (1878-1944) başlar.

'‘Hâceler Devri" baslığı altında bu teze konu olan devir, Altışehir’deki Türkleşmiş son Çağatay Hanlığı' nın (Seidiye Hanlığı’nın) çökmesinden (1678), Birinci Çin İstilası’nın Doğu Türkistan topraklarında başlanmasına kadar (1755) süren 77 yıllık bir zamanı içermektedir. Bu ara dönemde hâceler Seidiye Hanlığı’nın yıkıntıları üzerine, Kalmuklar’ın bir kuklası olarak iktidara gelir ve bu devreye damgalarını vururlar. İşte bu yüzden bu devreye "Hâceler Devri” denilmektedir. Değişik bir ifade ile bu devreye, "Çin İstilasının Hazırlık Devri" de denilebilir.

(1)  Altışehir : Kaşgar, Yarkent, Hoten, Aksu, Üçturfan ve Kuçar. Yakup Bey Turfan’ı ele geçirdikten sonra, Altışehir adının yerine Yedişehir adını kullanmıştır (Masami 1978 : 79). Bazen, yedinci şehir Turfan’m yerini Kurla şehri almaktadır. Üçturfan veya Üçturfan şehri, Aksu’nun batısına yerleşmiş olup, asıl adı "Uç" denilen dağ adından alınmıştır (Şincangning Kiskiçe Tarihi 1984 : 452). 18. yüzyılda Kalmukîar döneminde, Doğu Türkistan’ın kuzeyindeki nehir kıyılarına güneydeki Uygurlar’ı göç ettirerek çiftçi­lik işlerinde kullanırken, onlara Moğolca çiftçi anlamındaki "Tarançi" adını vermişlerdir. İşte bu zorunlu göç sırasında Turfanlı Uygunlar da Uç şehrine göç ettirilmiştir. Böylece Uç şehrinin adı, yeni gelen göçmenlerin etkisiyle "Üçturfan" veya "Üçturfan" (bu ikinci ifadede J rakamının telaffuzunun etkisi vardır) olarak iki şehir adının birleşik şekline gel­miştir (Şincangning Kiskiçe Tarihi 1984 : 574). Doğu Türkistan’ın güney bölgesi olan bu yöre için, Avrupa­lIlar "Kaşgariye" adını kullanmışlardır. Cengiz Han ve Çağatay Han döneminde, bu yöre için "güney" anla­mına gelen Moğolca "Manglay Süye" sözcüğünü kullan­mışlardır (Şincangning Kiskiçe Tarihi 1984 : 504). "Manglay Süye", bugünkü Kuzey Türkçesi’nde yaşayan "alın" anlamındaki "manglay", "daya-" anlamındaki "süye" denilen biri isim, biri fiilden ibaret iki kelimeden müteşekkil olup, "alnın dayandığı", "alnın yönlendiği" anlamıyla Moğolca’da güneyi ifade etmek­tedir. Moğolca’da güneyin böyle adlandırılmasının, Moğollar’ın güneyi en şerefli taraf olarak anlamala­rından ileri gelmektedir (Barthold 1990 : 410). Bu yöre bazen, Taklamakan Çölü’nün ortasından akarak, sonunda bu çölde yok olan ünlü Tarim Nehri’nin adıyla da "Tarim Bölgesi" denilir.

Türkistan Türklüğü için onarılması zor yıkıcı sonuç­lar getiren bu devreyi anlatabilmek için, 14. yüzyıl ortalarından 19. yüzyıl ortalarına kadar olan 500 yıllık Türkistan tarihine hiç olmazsa kuşbakışı tarzında değin­mek gerekir. Çünkü "hâce’’^\ "seyit" denilen din adamları Büyük Timur (1536-1405) döneminde ortaya çıkmış, "Yakup Bey Saltanatı” devrinde (1865-1878) sona ermiştir. Bu sebeple tezimizin birinci bölümünü "TÜRKİSTAN TARİHİ­NİN ÖZETİ"ne ayırmayı uygun bulduk. "Hâceler Devri"ni doğuran sebepler, Türkistan’ın bu 500 yıllık tarihinde arandığı gibi, "Hâceler Devri"nin doğurduğu sonuçlar "Hâceler Devri" sonunda cereyan eden istila olaylarında aranacaktır. Bu yüzden tezimizin beşinci bölümünü "İSYAN­LAR YÜZYILI"na ve altıncı bölümünü "YAKUP BEY DEVLETİ»NİN KURULUŞU VE İKİNCİ ÇİN İSTİLASI’na ayırmayı uygun bulduk.

Karşılaştığı her dine, her inanca hoşgörü ile bakmak, Cengiz Han (1155-1227) döneminden kalma bir gelenek olduğu için, Türkler inançlarından dolayı insanları cezalandırma- mışlardır (Ligeti 1986 î 298-306). Cengiz Han’ın bu tutu­munu Büyük Timur da yaşatacaktır. İşte bu az çok laik denilebilecek ortam (Bayur 1987b : 0104), Nakşibendi hâcelerinin gittiği yerlerde köksalmasına, müsamahakar Türk hanlarının çevresine toplanmasına yol açar. Seyitler ve hâceler bu rahat ortamda, kendi çıkarları uğrunda şeriati istedikleri gibi kullanabildikleri için, asıl Türk halkı, şeriatla "binbir dalı var" diye alay da etmişlerdir (LİU 1988 : 848).

(3)

Aslen Tacik " olan Buharalı Bahaüddin Nakşibendi’nin (1318-1389) (Barthold 1927 : 186) öncülüğünde kuruluşunu

(1)   "hâce", Farsça "hace" şeklinde olup, efendi, ağa, öğretmen anlamındadır (Devellioğlu 1980 : 365).

(2)   "seyit", Arapça "seyyid" şeklinde olup, Hz. Muhammed’ in torunu Hz. Haşan'm soyundan olan kimse anlamında­dır (Devellioğlu 1980 : 1136),

(3)  Tacik, Türk topraklarına gelip yerleşen Farslar’dır. Buhara’da tamamlamış Nakşibendi ^^Tarikati’nin piri sayı­lan hâceler, Semerkant’ta Timur’un, İstanbul’da Fatih’in (1432-1481), Hindistan’da Babur’un (1483-1530), Altışe- hir’de Seidiye hanlarının (1514-1678) çevresinde itibar (2) sahibi olmuşlardır. Kuçar 'Hâcelerı’nın atası sayılan Arşad-al-Din’in telkini ile, Doğu Çağatay Hanı Tugluk Ti­mur’un (1329-1365) 160 000 kişilik Türk-Moğol ordusu ile beraber saçlarını kestirerek, bir günde Müslüman oldukla­rı rivayet edilir (Dughlat 1972 î 15). Tugluk Timur’un, Arşad-al-Din’e "Tacik” (Dughlat 1972 : 13) diye hitap et­tiğine göre, Bahaüddin Nakşibendi ve Hâce Ahrar gibi, Ku­çar Hâcelerı*nin da Tacik olduğu anlaşılır.

Hâcelerin en çok nüfuz ettiği yöre Altışehir’dir. Burada hâceler yerleştiği şehirlerine göre Kaşgar Hâcelerı, Kuçar Hâcelerı olarak iki gruba bölünür. Dahbidli

(1)  Bahaüddin’in lakabı olan Nakşibendi, "nakışçı" mana­sında olup, zikir ile etkilemeyi nakışçılığa benzet­mektedir (İslam Ansiklopedisi Nakşibend maddesi).

(2)  Arşad-al-Din’in mezarının Kuçar’da bulunmasından do­layı, halk Kuçar’ı Veliyane Kuçar olarak adlandırmış­tır.. (Buğra 1987 : 266). Böyle bir ek ad, Doğu Türkis­tan’ın başka şehirlerinde.de vardır. Azizane Kaşgar, Şehidane Hoten, Garibane İli (Gulca) gibi. Kaşgar*m Azizane olarak adlandırılması, ilk İslam Türk devleti olan Karahanlı Devleti’nin orada kurulması ve ilk de­fa İslamiyet’i kabul eden Türk hükümdarı Satuk Buğra Han’ın mezarının o yörede (Kaşgar Eski şehrinin 40 km kuzeyinde bulunan Artuş nahyesinde) bulunmasından ileri gelmektedir.

Kaşgar’da Karahanlı Devleti kurulduktan sonra, İslam ordusu kuzeydeki Uygunlar’a ve doğudaki Hoten Budist- lerine karşı cihad savaşı yapmışlar. Hoten*de İslam ordusu çok şehit verdikleri için, bu şehire Şehidane Hoten demişlerdir.

İli (Gulca) tarihi kısa bir şehir olup, Kalmuk isti­lası ve Çin istilası döneminde buraya güneyden çok sayıda göçmen getirtildiği için, bu şehire Garibane İli (Gulca) demişlerdir.

Mahdumi Azem’in soyundan olan Kaşgar Hâcelerı kendi ara­larında Aktaglıklar-Karataglıklaradı altında birbirine zıt yine iki gruba bölünür. Onsekizinci yüzyıldan önce Aktaglıklar’m "İçkiye", Karataglıklar’m "İ^shaMye" ola­rak adlandırıldığı bilinir (LİU 1988 : 799). Bu iki grup arasındaki, çıkar çatışmaları ve iktidar hırsından kay­naklanmış aşıra düşmanlıktan dolayı, insanlar arasındaki aşırı düşmanlığı ifade eden "Aktaglık-Karataglık olmuş­lar" şeklindeki bir deyim de ortaya çıkmıştır (LİU 1988 : 1123).

Sah İsmail askerlerinin kızılbaşlık kıyafeti, Şiili­ğin alameti (Bayur 1987b : 0103) olduğu gibi, Kaşgar Hâcelerı’ nm giydiği takkelerinin beyaz ve siyah rengi de onların partilerinin alameti olmuştur. Bu, beyaz elbise ve beyaz tuğu veya siyah elbise ve siyah tuğu parti veya zafer alameti yapma geleneği yalnız Kaşgar Hâcelerı’na özgü olmayıp, İslamiyet’in ilk çağlarından bu yana var olduğu bilinir (Barthold 1990 : 213).

(1) Aktaglık-Karataglık adlarının hâcelerin giydiği ak ve kara renkli takkelerinden dolayı ortaya çıktığı bilinmektedir, "Takke"ye, Doğu Türkçesi’nde "takıya" denilir. Bu isimden yapılan sıfat, "aktakıyalık" (beyaz takkeli), "karatakıyalık" (siyah takkeli) şeklinde olup, çok kullanılma neticesinde ötümlüleşip "aktağlık", "karataglık" şekline dönüşür. Çoğulu ise "aktaglıklar", "karataglıklar"dır (Shin Ciang Shih 1964 : 233). Bu iki sözcüğün. Hayıt (1975 : 16)’m iddia ettiği gibi "tag" (dağ) sözcüğü ile hiç ilgisi yoktur. Altışehir’de böyle Aktag,rKaratag denilen dağ yoktur.

Bir de, bu iki sözcük hakkında, 19. yüzyılın sonlarında yaşayan Kurban Ali Halidi "Tevarih-i Hamse" adlı eserinde şöyle demektedir : "Rivayetlere göre, Aktaglıklar ve Karataglıklar, aslında Aktugluk- lar ve Karatugluklar olarak adlandırılmıştır. Önceki­ler kendilerine ak tuğu, sonrakiler ise kendilerine kara tuğu belge edinmiştir. Gitgide "u" sesi "a"ya dönüşüp, "tugluklar" sözcüğü "taşlıklar" şekline gelmiştir" (LİU 1988 ; 813).

Hâceler arasındaki en şiddetli mücadele, Kaşgar Hâcelerı arasında cereyan etmiştir. Kuçar Hâcelerı Arşad al-Din’in soyundan olup, onlar Kaşgar Hâcelerı’na ve sonradan Yakup Bey’e de karşı başkaldırırlar. Hâcelerin Türk dünyasının en geri kalmış karanlık bir bölgesi olan Altışehir’de daha çok söz sahibi olmalarının ve onlar arasındaki toplumu huzursuz eden kısır çekişmelerin sürüp gitmesinin ana sebebini onların manevi yapısından ve takip ettiği siyasi amaçlardan aramak gerekmektedir.

Hâcelerin Altışehir’de bulunan 35 mezarı (Masami 1978 : 80), hâcelerin temsil ettiği siyasal, sosyal ve kültürel varlığın bir antı olarak bugün bile etkisini korumaktadır. Bu mezarların en ünlüleri : Yarkent’te Altın Mezar, Kaşgar’da Appak^^ Hâce Mezarı, Artuş’ta Sultan Satuk Buğra Han Mezarı, Aksu’da Şeyh Cemal-üd-Din Mezarı. Kuçar’da Arşad al-Din Mezarı, Turfan’da Eshab-ı Kehf^ Mezarı (LİU 1988 : 1046).

Kaşgar’da bulunduğum sırada (1954-55 yılları), Kaşgarlıların Appak Hâce Mezarı’na toplanıp, dua ve dileklerini onun üzerine yağdırdıklarına şahit olmuştum. Oysa, Doğu Türkistan Türklüğü*nün günümüze kadar sürege­len esirlik döneminin tarihi, işte bu Appak Hâce adıyla başlamaktadır.

(1)   Hâce Hidayetullah için, ”alem hâcesı” anlamında, ünvan olarak kullanılmış ”appak” sözcüğü, Farsça ”afak” (alem) sözcüğünün halk ağzındaki telaffuzudur (Baytar 1986 : 274). Sözcüğün bu şekle gelmesinde, Doğu Türkçesi’ndeki ”bembeyaz” anlamına gelen ”appak” sözcüğünün de rolü vardır.

Buğra (1952 : 18)’ya göre, Kalmukça olan ”abak” kelimesi, en büyük şeref ünvanı olup, ”appak” sözcüğü Kalmukça olan bu ”abak” sözcüğünden gelmektedir. Fakat, bu yorum yanlıştır (CHEH 19^7 : 5).

(2)   Ashab-ı Kehf : Kur’an’da kendilerinden bahsedilen ve bir mağarada uzun müddet uyumuş bulunan kişiler (Yemliha, Mekselina, Mislina, Mernus, Debernus, Şezenus, Kefeş tatayyuş. Kıtmir ve köpekleri) (Devellioğlu 1980 : 278).

Hâceler tarafından öldürülmüş bilgin Uluğ Bey (1394- 1449) dönemi ile Engizisyon tarafından öldürülmüş Bruno G.nin (1548-600) dönemi mukayese edildiğinde, Orta Asya Türkleri'nin Avrupalılara nisbeten müsbet bilimler dahil 150 yıl ileride olduğu anlaşılır. Fakat, Timur'un ölümün­den sonra Orta Asya'da cereyan eden olaylar, Timurlular' m yarattığı bu yüksek kültür hayatının devam etmesini engeller ve sonunda düşürür.

Türkistan, Asya'nın tam göbeğindedir. Yani tam anla­mıyla Orta Asya'dır. Burada, Türkistan'ın dört tarafının da denizden aynı uzaklıkta bulunduğunu ve dünyada deniz­den en uzak tek bölge olduğunu da söyleyebiliriz. Cengiz’ in ve Timur'un, dünyanın ve tarihin en büyük fatihleri olabilmelerinin sırrı, Türkistan'ın karalar çağındaki bu coğrafi konumunun sağladığı imkanlarda yatmaktadır. Uçsuz bucaksız Türkistan bozkırlarındaki ve dağlarındaki atlı insan, Türkistan'dan Avrupa-Asya karalar okyanusunun dört tarafına yayılan Cengiz ve Timur ordusunun güç kaynağı olur. Kuzey Buz Denizi’nden Hint Okyanusu'na kadar, Büyük Okyanus'tan Atlantik Okyanusu’na kadar uzanan kervan yol­ları Türkistan üzerinden geçer. Türkistan'da yuğurulan bu kuzey, güney, doğu ve batının ticari ve medeni değerleri, Türkistan insanlarının hem maddi hem manevi kaynağı olur. Fakat, çağ değişir, müsbet bilimler gelişir. Moğol'u ve Türk'ü coşturan atın hızı deniz kıyılarında kesilir. Avrupalılar gemi ve pusula ile okyanus ötesindeki bilinme­yen karalara gider. Karalar Çağı (Orta Çağ) kapanır, Deniz Çağı (Yeni Çağ) başlar. Karalar Çağı kapanınca, Türkistan da karalar okyanusundaki rolünü kaybetmeye başlar. Artık Türk'ün de karadaki fatihlik çağı yavaş yavaş kapanır. Dünyamız, denizci yeni fatihler tarafından işgal edilir.

Onaltıncı yüzyıl başlarındaki deniz yollarının açıl­masıyla beraber, Orta Asya ovalarından kara yolu ile yapılan ticaret birdenbire durur. Memlekette merkezleşti- rici ticaret gibi amilin büsbütün sükutu, halkın ancak ekincilik ve hayvancılık ile yaşaması, ülkenin bölümleri arasında evvelce de pek kuvvetli olmayan manevi balların daha çok zayıflaması, ülkenin hanlıklara bölünmesine sebep olur. Altışehir'de Seidiye Hanlığı 1514'te, Buhara Hanlı- ğı[1] 1500’de, Hive Hanlığı 1511'de, Hokant Hanlığı 1700’ de kurulur (Saray 1984 : 1-2). Bu hanlıklar ortaya çık­tıktan sonra, hanlıklar arasındaki kısır çekişmeler ve savaşlar sürüp gider. Rus-Çin istilası karşısında bile birleşemezler. Yine bir taraftan Türkistan'ın iktisadi hayatında önemi çok büyük olan, Hazar Denizi'ne dökülen Amu Derya ile Sır Derya’nın 1575 yılında yatağını değiş­tirerek Aral Denizi'ne dökülmesi, o yüzyılın en büyük müsibetlerinden biri olur (Togan 1981 : 178).

Şii İran’ın Türkistanlılar'a karşı yaptığı savaşlar ve 17. yüzyıl sonu, 18. yüzyıl başlarında cereyan eden Kalmuk baskınları Türkistan için büyük sıkıntılar geti­rir. Böylece Farabi’yi, İbni Sina’yı, El Biruni'yi, Kaşgarlı Mahmud’u, Yusuf Hashacib’i, Alişir Nevayi'yi, Büyük Timur, Uluğ Bey ve Babur'u doğuran bu toprakları birden­bire yoksulluk ve cehalet basar. Hâcelerin at oynatmasına uygun bir hale gelen Türkistan'ın bu iktisadi ve manevi gerilemesi, her şeyden önce o zamanki Türkistan aydın­larının ve sanatçılarının başına bir kara gün olarak çöker ,

Şiiliğin çoğalan menkıbelerinin tesirinden yararla­nan Safaviler, ilk defa İran’da bir Şii hanedanını kurup yaşatırken (1502-1736), aynı zamanda, tasavvuftan destek alan hâceler da Kaşgar yöresinde Safaviler gibi iktidar sahibi olmaya çalışırlar (Akira 1978 : 14). Evet, "ta­savvuf yoluyla İran’da devleti ele aldıkları gibi, Tür­kistan’da da bu yoldan hareket ederler” (Togan 1981 : 196). İktidar girişiminde büyük bir avantaj olan peygam­ber soyundan gelme iddiası, Şiilik için olduğu gibi, hâceler için de geçerli olur. Zaman, mekan ve şartlar, hep hâcelerin lehine çalışır.

Timurlular saltanatı için, istikrarlı esaslar üzeri­ne milli topraklarda bir medeni hayat kurmaya zaman kafi gelmez. Hâcelerin ve dervişlerin zuhuru, İranlıların Türkler’e karşı olan milli mücadelesi ile bağlanır (Bart- hold 1927 : 210). Bilgin Uluğ Bey’e hazırlanmış suikastın arkasında Timurlular zamanının ünlü hâcesı Tacik Hâce Ah- rar yerini alır (Sayrarai 1986 : 106. izah). Hâce Ahrar'ın yakın taraftarları arasında hiç Türk bulunmamasından (Barthold 1927 : 210) anlaşılıyor ki, bu suikast yalnız bilim-din çatışmasının sonucu değil, aynı zamanda Türk- Fars çatışmasının da sonucudur. Türk’ün hoşgörüsüne sığı­nan Farslar ve Araplar, Türk topraklarında, Türk hükümdar­larına suikast hazırlamaya da fırsat ve cesaret bulurlar.

Babur’un torunu Ekber’in (1Ş42-1605), hâcelere atıf­ta bulunarak, "Allaha tapmak iddiasında bulunanların ek­serisi kendi emellerine taparlar" (Bayur 1958 : 147) demesi boşuna değildir. Ekber, atalarından kalmış Hindistan'daki Türk devletini ayakta tutabilmek için giriştiği ıslahatlarında en büyük zorluğu bu hırslı hâcelerden görmüştür.

Hâcelerin Türk ulusuna, bilhassa Türkistan Türklüğü’ ne ve onun devletine getirdiği zararlar, Timur gibi güçlü iktidarlar döneminde-gerçi Timur’un hayatına suikast (Barthold 1930 : 17-18) hazırlayacak kadar ileri gitseler de-hissedilir derecede etkili olmaz. Fakat, zayıf ikti­darlar döneminde tamiri imkansız yıkımlara yol açar. Hâceler Devri’nin tipik temsilcisi olan Appak Hâce’nin va­tana ihanetinden doğan acı sonuçlarını, onun nesilleri olan Burhaniddin Hâce, Cihangir Hâce, Yusuf Hâce ve Meh­met Emin Hâce’lar kanı ve canı pahasına gidermeye çalı­şırlar. Fakat, iş işten geçer. Appak Hâce iktidar hırsı ile Altışehir kapılarını Kalmuklar’a açtığı gibi, Kalmuklar da aynı hırs ile Doğu Türkistan kapılarını Çinliler’e açar. Böyle iç kavgalardan yararlanmayı iyi bilen Çinli­ler, Doğu Türkistan topraklarına bu kavgalardan yararla­narak girer ve o günden bugüne kadar bu topraklardan vaz­geçmemek için bir çok defa kanlı katliamlara başvururlar.

Sonuç olarak söylemek gerekirse, "Hâceler" ve "Hâceler Devri" diye adlandırdığımız bu devir İslami­yet’ten sonraki Türk ulusunun ve devletinin hayatına yabancılar tarafından sokulmuş gizli emellerin sonucudur. Şüphesiz, bu yabancı unsurların Türk dünyasında oynadığı rol ve onun acı sonuçları, Türklük açısından ibret olarak bilinmesi son derece önemlidir. Tezimizin amacı Hâcelere özgü bu tarihi gerçeği açıklamaktır.

Hâcelere Özgü Yayın ve Kaynakların Tanıtımı Türklük açısından konunun önemli olmasına rağmen, Mehmed Atıf’ın 1500/1882 yılında İstanbul’da basılmış "Kaşgar Tarihi" dışında, Türkiye’de Hâcelere özgü yayın yapılmamıştır.

Konunun birinci kaynağı olan Mirza Haydar Duğlat’ın 1540’11 yıllarda Farsça yazdığı 1521-1547 yıllarını içe­ren "Tarih-i Reşidi"si 1895 ve 1972’de Londra’da İngiliz-, ce olarak basılmıştır. Bu eserin Muhammed Sadık Kaşgariy tarafından çevrilen Çağataycası da vardır (Togan 1950 : 240). "Tarih-i Reşidi"nin devamı olarak 1087/1676-77’de yazılmış Şah Mahmud Çuras’m "Tarih-i Reşidi Zeyli"si hususi ellerdedir (Masami 1978 : 90) ve (Togan 1950 î 240). Şah Mahmud Çuras’tan 90 yıl sonra 1182/1767-68’de Muhammed Sadık Kaşgariy tarafından Çağatayca yazılmış hâcelere özgü en önemli kaynak olan "Tezkire-i Hâcegân" veya "Tezkire-i Azizan" doğrusu "Tezkire-i Cahan"ın British Museum’da üç nüshası bulunmaktadır : 0R. 5358 Tazkirat al-TahamanJ 0R. 9960 Tazkirat al-JahanJ 0R. 6992 Tazkira-i Jahan (Masami 1978 : 90). Üçüncü nüshası, 0R. 6992 Tazkira-i Jahan, Farsçadır. Kuçar Hâcelerı’na özgü "Kitab-i Tugluk Timur Hanning Kısaslari" veya "Tezkirat- al İrşad" (Masami 1978 : 81) menkibe el yazması ile Hâceler Devri1 nin tipik temsilcisi olan Appak Hâce’nın özgeçmişine özgü "Appak Hâce Tezkiresi" (Korupatkin 1984 : 149) el yazması; Molla Evez’in 1012/1605 yılında yazmış olduğu "Tezkire-i Mahdumi Azem ve Hâce İshak Veli" (LİU 1988 : 809) el yazması; Hâceler hakkmdaki Çin kaynağı olan Şİ-YÜ-TUNG-VİN-CI (Batı Bölgenin Tanıtımı) (Masamı 1978 : 97) ve 19. yüzyılın sonlarında yaşayan Kurban Ali Halidi’nin "Tevarih4i Karese" eseri (LİU 1988 : 815) elimizde yoktur. Hâcelere özgü yukarıda bahsedilen eserlerin dışında, asıl kaynaklardan iktibas edilen yurt dışında basılmış bir çok kitap ve makaleler vardır.

K. Kufralı’nin "Nakşibendiliğin Kuruluş ve Yayılışı" başlıklı doktora tezi ile CHEN CHİNG Lung’un "Çin ve Batı Kaynaklarına göre 1828 İsyanlarından Yakup Bey’e kadar Doğu Türkistan Tarihi" başlıklı Tai Pei’de basılmış dok­tora tezi, Hâcelerin başlangıcı ile sonu için önemli bil­giler vermektedir. Fakat, K. Kufralı’nin "Nakşibendiliğin Kuruluş ve Yayılışı"nda, konunun en önemli ve güvenilir kaynağı olan "Tarih-i Reşidi"den faydalanmamış olması, basılmamış bu tezin başlıca kusurudur. Bu tez, Türkiyat Enstitüsü Kütüphanesi’nde 557 numara ile kayıtlıdır. CHEN CHİNG Lung’un "1828 İsyanları"nı doğuran "Hâceler Devri" ve bu devrenin asıl kaynağı olan "Tezkire-i Cahan" hakkında bilgisi yoktur. Bu yüzden "İsyanlar Yüzyılı"nın sebeplerine açıklık getiremiyor. Belki açıklık getirmek istemiyor. Hatta hissi davranarak, "Şin Gang" adının 1755-1865 yıllarını kapsayan Birinci Çin İstilası Devri’ nde de kullanıldığını iddia eder (CHEN 1967 : VI). Bu konuda bilinen gerçek şu ki, Çinliler burası için "kaza­nılmış toprak" anlamına gelen "Şin Gang" adını kullanmak şöyle dursun, buradan (Altışehir’den) vazgeçme eğilimini gösterirler (LİU 1988 : 1185). "Şin Gang" adı ancak İkin­ci Çin İstilası Devri’nde (1878-1944) kullanılmaya baş­lar.

Elimizde bulunan "Şincangning Kiskiçe Tarihi", "Uy- gurlarning Kiskiçe Tarihi”, M. Buğra’nın "Şarki Türkistan Tarihi", A. N. Korupatkin*in "Kaşgariye"si, LİU CHI Shiao’ nun "Uygur Tarihi", W. W. Barthold’un "Orta Asya Türk Tarihi hakkında Dersler", "Uluğ Bey ve Zamanı" gibi eser­ler, "Açta Asiatica" dergisinde yer alan Japon yazarları­nın yazıları, Hâceler hakkındaki birinci kaynaklara dayan­maktadır.

Türkistan tarihinin Moğollar dönemine ve Kalmuklar’a özgü, 1876 yılında Londra’da basılmış, H. H. Hovorth’un "History of the Mongols from the 9th to 19th Century Fart I. the Mongol Proper and the Kalmuks" adlı 750 sayfalık eseri, dört ciltlik büyük eserin birinci cildidir. Howorth bu eseri yazarken, Moğol tarihinin asıl kaynağı olan Cüveyni’nin "Tarih Cihanguşai" (Dünya Fatihinin Tarihi), Haşidin’in "Cami ut Tevarih" ve Marco Polo'nun "Seyahat­name" si gibi değerli eserlerden faydalanmıştır.

Son olarak özel bir ilgi ile tanıtılması gereken eser, yakın çağımızdaki Uygur Türkleri’nin tarihçisi ve şairi Musa Sayrami’nin (1836-1917) 1986’da Pekin’de ba­sılmış "Tarih-i Hamidi" sidir. Arap harfleriyle Uygurca basılmış bu eser 775 sayfa olup, Sayrami’nin Temmuz 1911 yılında tamamladığı kendi el yazmasına göre hazırlanmış­tır. Bu el yazma, Çin Sosyal Bilimler Akademisi Milletle­ri Araştırma Enstitüsü’nde saklanmış olup, eseri yayına hazırlayan Enver Baytur, kitaba yazdığı 25 sayfalık önsö­zünde, aslına sadık kaldığını vurgulamaktadır. Bu eser, ilk defa 1903’te "Tarih-i Eminiye" adıyla tamamlanmış, 1904 yılında Kazan’da basılmıştır. Zamanla yazar eserinin yanlış ve eksik yönlerinin farkına varmış, netice olarak ikinci defa ”Tarih-i Hamidi” adıyla yeniden kaleme almış­tır. Yazar eserinin bu düzeltilmiş nüshasını OsmanlI Sul­tanı II. Abdülhamid’e bağışladığı için ona "Tarih-î Hami­di" adını vermiştir. Eser "Hâceler Devri" dahil bütün Türkistan tarihini içermektedir. Bilhassa yazarın kendi­sinin yaşadığı Yakup Bey dönemine (1865-1878) özgü vermiş olduğu bilgiler geniş ve güvenilirdir.

Musa Sayrami gibi, Altışehir’i yerinde incelemiş bilginlerden biri Kazak Türkleri’nden Çokan Velihanoğlu’ dur (1835-1865). Onun 1858-59 yılları arasında gerçekle­şen Altışehir seyahati sırasında topladığı bilgiler çe­şitli dillerde kendisi hayatta iken yayınlanmıştır. Fakat Kaşgar Hâcelerı dahil Kaşgariye’nin tarihi, coğrafyası ve medeni durumu hakkındaki bu eserler şu anda elimizde yok­tur.

I. BÖLÜM
TÜRKİSTAN TARİHİNİN ÖZETİ
A, MOĞOLLAR DÖNEMİ

Temuçin Moğol kabilelerini birleştirdikten sonra, 1206 yılında açılan kurultayda Cengiz Han Unvanını alır (Howorth 1876 : 64). Cengiz Han’ın bu kurultayda kabile beylerine söylediği öneri : "Gökte iki güneş ve bir kında iki kılıç olmadığı gibi, bir hanlıkta da iki han olmaz. Gelin benimle birleşin ve benim sağ elim olun" şeklin­dedir (Howorth 1876 : 62),

Temuçin’i Cengiz Han yapan bu kurultay öncesinde, yıl 1204,-Temuçin ile Nayman kabilesinin beyi Tayang Han arasında savaş çıkmıştı (LİU 1988 î 499). Savaşta Nayman kabilesi yenilir ve dağılır. Ağır yara alan Tayang Han, kaçıp sığındığı yerde çok geçmeden ölür. Bu savaşta Cen­giz Han’ın eline esir düşenlerin arasında, Tayang Han’ın (2) yüksek dereceli beyi Uygur Türkleri’nden olan Tatakun da vardır. Tatakun, yanından çıkardığı altın damgayı Cengiz Han’a teslim ederek, kendisinin bu görevi yerine getirmek için, isteyerek kaçtığını ve esir düştüğünü an­latır.

Cengiz Han, bu altın damganın kendisinin adına kul­lanılması, aynı zamanda, Uygur dilinin, yazısının, kanun ve adetlerinin oğulları ve beylerine öğretilmesi için Tatakun’u görevlendirir. Tatakun vefalı hizmetiyle kendi­ni kanıtlar ve Cengiz’in halefi Ögedei’n büyük rütbeli devlet memuru olur (Howorth 1876 s 65). Böylece Cengiz oğulları’nın Türk ulusu ve Türk kültürü ile tanışmaları­nın, Türklüğü beyenerek, Türkleşmelerinin ilk girişimi, Tatakun’un getirdiği altın damga ile başlamış olur (Ho- worth 1876 : 65). Tatakun’dan sonra da, Cengiz oğulları

(1)   Howorth (1876 : ŞO)’a göre, Temuçin, çelik anlamında olup, Temurçi, 'Türkçesi Demirci sözcüğü ile aynı kök­tendir.

(2)   LİU (1988 : 501)’ya göre, Tatakun’un adı, Tatatung’ dur.

ve beylerine Uygur yazısını öğreten Uygunlar’m adı kayıtlarda geçmektedir : Karayagaç Buyruk, Ming Seriş, Yolun Timur, Sucis, şiyban (LİU 1988 : 501).

Cengiz Han hanlığını genişletmek amacıyla, 1210 yı­lında Alp Utuk ve Darbay adlı iki kişiyi elçi olarak Tur­fan Uygurları *nm İdikut^) Devleti‘ne gönderir. Turfan İdikut’u (Hanı) Barçuk Art Tekin, Cengiz Han’ın elçileri­ni bağrına basar ve Cengiz Han’a biat ettiğini belirtmek için, gelen elçiler ile beraber Moğolistan’a elçi gönde­rir. Kendisi 1211 yılında Cengiz Han'ın Kerulon Nehri boyundaki karargahına giderek, Cengiz Han’ı ziyaret eder. Cengiz Han, Barçuk Art Tekin’e çok hediyeler verir ve kızı İlaltun Hanım’ı ona eş olarak vermeyi kabul eder (LİU 1988 : 468). Böylece Barçuk Art Tekin, Cengiz Han’ın beşinci oğlu olma mertebesini kazanır (Uygurlarning Kis- kiçe Tarihi : 225). Cengiz Han’ın 1218 yılında, 200 000 kişilik (Barthold 1990 : 429) ordu ile başlattığı Türkis­tan ve Batı seferine, Barçuk Art Tekin 10 000 kişilik birlik ile katılır. Üstün savaş yeteneklerinden dolayı Cengiz Han’ın takdirini kazanır (Uygurlarning Kiskiçe Tarihi : 227).

Türkistan, Cengiz İmparatorluğu’na katılınca, Cengiz ve halefi Ögedei, imparatorluğun idaresi için, Örgençli Türk Mahmud Yalavaç ile onun oğlu Mesut’tan faydalanır­lar. Mesut’u Moğol beyleri ile beraber Türkistan’ın ida­resine bırakıp, Mahmud’u Ordubalık (Pekin) şehrine götü­rürler. Mesut Bey’in iyi bir idareci, iyi bir eğitimci olduğu, Buhara'da ve Kaşgar’da Mes’udiye Medresesi*ni kurduğu bilinmektedir (Barthold 1990 : 506-507).

Cengiz Han ömrünün sonuna doğru, 1225 yılında (Uygurlarning Kiskiçe Tarihi : 267) imparatorluğunu dört oğluna paylaştırırken, Moğol geleneğine göre, babasının esas mülkünün en küçük oğula kalması ve her oğlun

(1) Basmıl Türk halkından alınmış hükümdar ünvanıdır (Caferoğlu 1968 : 89).

arazisinin merkeze uzaklığının da yaşı ile mütenasip ol­ması lazımdı. Cuci’nin, büyük oğlu olması itibarıyla en uzak bölgeyi alması gerekirdi (Barthold 1990 : 417). Böy- lece, büyük oğul Cuci’ye Deşti Kıpçak (Kıpçak Bozkırları) ikinci oğlu Çağatay’a bütün Türkistan, üçüncü oğlu Öge- dei'ye Altay, Tarbagatay dahil Batı Moğolistan, dördüncü oğlu Tuluy’e Cengiz’in asıl yurdu verilir (Şincangning Kiskiçe Tarihi 1984 : 276).

Baba mülkü yukarıda bahsettiğimiz geleneğe göre tak­sim edilse bile, büyük han seçiminin bu gelenek ile ilgi­si yoktur. Cengiz Han hayatta iken, halef olarak üçüncü oğlu Ögedei'yi tayin etmiştir. Cengiz Han’ın halefini seçme hususunda gösterdiği isabet, onun insanları tanıma­daki derin bilgisinin diğer bir delilidir. Kardeşleriyle olan düşmanca münasebetleri sebebiyle Cuci’nin, daha ha­yatta iken (Cuci babasından altı ay önce ölür) bile aday­lığı söz konusu olamazdı. Böylece, Cengiz Han, diğer üç oğlu arasında seçim yapmak zorunda kalır. Yasaların ku­sursuz bir şekilde tatbik edilmesinde, sertlik ve titiz­likte Çağatay, babasının yolundan gider. Askeri hizmetle­rin yerine getirilmesinde ve muhtemelen kumandanlık husu­sunda Tuluy hiç şüphesiz, kardeşlerinden üstündür. Cengiz Han, bu iki kardeşin sahip olduğu üstünlüklerin, işlerin yürütülmesi açısından önemli olduğunu bilmekle birlikte, bu üstünlüklerin göçebe bir devletin bütünlüğünü korumak için yetmeyeceğini de bilmektedir. Hanedanın bütünlüğü, Cengiz Han gibi bir dahi ve kuvvetli şahsiyet veya hane­dan üyelerini ve ulusu kendisine bağlayacak mutedil, şef­katli birisi tarafından sağlanabilirdi. Sadece Ögedei bu vasıflara sahipti. Bununla beraber o, Cengiz yasasının titiz bir uygulayıcısı değildir. Üstelik içkiye düşkünlü­ğü babasının tayin etmiş olduğu hududu epeyce aşar. Aske­ri kabiliyete sahip değildir. Fakat, cömert ve alicenap­tır. Cömertliği sayesinde ulusunun sevgisini kazanacağını iyi bilen Cengiz Han, bu sebeple kendisine halef olarak askeri kabiliyeti üstün olan Tuluy’i veya yasanın titiz bir uygulayıcısı olan Çağatay’ı değil, Ögedei’yi seçmiş­tir (Barthold 1990 : 489-490). Tuluy iki ağabeyinden önce, ’ de 40 y ‘       (Howorth 1876 î '26).

Böylece 1227'de, Cengiz’in ölümünden sonra, Ögedei büyük han olarak babasının yerine geçer. Aşırı derecede içkiye düşkünlüklerinden dolayı 11 Aralık 1241’de, 56 yaşında Ögedei ve aynı yılı Çağatay da ardarda ölürler. Bir müddet Cengiz’in evlatları arasında taht kavgaları sürer. Ağustos 1246’da açılan kurultayda Güyük babası Ögedei’yin yerine büyük han seçilir. Çağatay hayatta iken, tahtına varis tayin ettiği büyük oğlu Kara Hulagu’nun yerine, Güyük’ün desteğiyle Kara Hulagu’nun kardeşi Yesü Möngke otu­rur. Mesut Bey, bu yeni hükümdarlara güvenemediği için Cu- ci’nin varisi Batu’ya sığınır. Fakat, Güyük’ün ölümü üze­rine, Tuluy’un büyük oğlu Mengu 1252’de açılan kurultayda büyük han seçilince, Mesut Bey tekrar Türkistan’daki eski görevine getirilir (Howorth 1876 : 158,161,165,164,188).

Çağatay Hanlığı’nın Batı kısmı-Maveraünnehir daha önceden çiftçiliğe dayanan yerleşik iktisadi hayata geç­tiği için, o yörenin Moğolları önce Türkleşir. Çağatay Hanlığı’nın Doğu kısmı-bugünkü Doğu Türkistan’daki Moğollar, Maveraünnehir Moğolları’na nisbeten göçebeliği ve Moğolluğu biraz daha devam ettirir. Çağatay Hanlığı’nın bu iki kısmındaki iktisadi ve etnik farklılaşma, gitgide hanlığın siyasi ve manevi varlığının parçalanmasına yol açar. Maveraünnehir insanları kendilerini "Çağataylılar” diye adlandırıp, Doğu’daki Moğolları "haydutlar” diye hor görürler. Doğu’daki Moğollar ise, Batı’daki insanları ”hulmuk” (melez) diye, kendilerini ”asil Moğol” kabul ederler. Bu farklılaşma ve bölünme, Türkistan coğrafyası­nın çok geniş ve farklı yarıya şahin olmasından ileri gelmektedir (Şincangning Kiskiçe Tarihi 1984 : 502-505).

Çağatay Hanlığı’nın ikive bölünmekte olduğu o zaman, (2) Batı’daki, Büyük Timur’un mensup olduğu Barias kabilesi

(1)   Amu Derya nehrinin doğusundaki ülkelere Arap coğraf­yacıları Maveraünnehir, demişler. ”Nehir ötesi” de­mektir .AvrupalIlar ”Transaxiana” adını vermişler.

(2)   Barlas, kahraman' demektir (Dughlat 1972 : 55). Timur’ un ataları geçmişe doğru şöyle sıralanır : Emir Tara- gay-Emir Tökel-Emir İlingiz Noyan-Emir İçil Bahadur- Emir Karaçar Koyan Bahadur-Emir Sogunçin Bahadur-Emir İrumçin Barlas-Kaculi Bahadur-Domnay Han (Sayrami 1986 : 82).

ve onun nüfuzu Maveraünnehir’de ne ise, doğudaki, Duğlat kabilesi ve onun nüfuzu Altışehir’de odur. Çağatay Han’ın ölümünden bir yüzyıl geçtikten sonra, Çağatay Han’ın soyu bu iki kabile beylerinin elinde bir kukla haline gelir.

Moğolların Gizli Tarihi (1986 î 14)’nde, Duğlat ka­bilesinin ataları "Naçin Bagatur’un ilk karısından doğan oğullarının adları Şiju’udai ve Dogoladai idi” denilmek­tedir. Raşidin’in "Cami ut Tevarih" inde Tumbinai Han’ m sekizinci oğlu Buulcar Duklan bu kabilenin kurucusu olarak kaydedilmiştir. Biz bu iki yazının hangisinin doğ­ru olduğuna karar veremeyiz, fakat söyleyebileceğimiz gerçek bu kabile 12. yüzyıldan önce doğmuştur (Akira 1978 s 50). Sayrami (1986 : 97)’ye göre, Duğlat "aksak" demek­tir. Cengiz Han’ın üçüncü ağabeyi Kubul Han’ın^sekiz oğlu olup, altıncı oğlunun adı Bolcar’dır. İşte Bolcar aksak olduğu için, ona "Duğlat" denmiştir. Duğlat kabile­si onun soyudur. Bugün Türkistan’da Kazaklar arasında, hem kabile adı, hem özel ad olarak yaşayan "Dulat" sözcü­ğü, işte bu "Duğlat"tan gelmektedir (Barthold 1945 : 654)

(2)

Moğolca Manglay Süye 'olarak adlandırılan Altışehir Cengiz Han tarafından mı, yoksa Çağatay Han tarafından mı verildiği belli değil, Duğlat kabilesinin beyi Urtup’un idaresine verilmiştir (Akira 1987 : 49). Bu kabileye men­sup olan, "Tarih-i Reşidi"nin yazarı Mirza Haydar Duğlat, atalarını geçmişe doğru şöyle sıralamaktadır s

(1)   Howorth(1876 : 44)’a göre, Kabul Han, Cengiz'in dede­sidir. Cengiz’in babası olan Yesukey, Kabul Han’ın büyük oğludur.

(2)   Manglay Süye "güney" anlamında olup (Şincangning Kis- kiçe Tarihi 1984 : 504), bugün kuzey Türkçesi’nde ya­şayan "alın" anlamındaki "manglay", "daya-" anlamın­daki "süye-" den müteşekkil biri isim, biri fiil olan bu iki kelime, "alnın dayandığı", "alnın yönlendiği" anlamıyla, Moğolca’da güneyi ifade etmektedir. Moğol- larda güneyin böyle adlandırılması, Moğollar'm gü­neyi en şerefli taraf olarak anlamalarından ileri ge­lir (Barthold 1990 : 410). Buğra (1987 : 256)’ya gö­re, "Cengiz güvendiği Manglay Süye adlı bir Uygur’u Altışehir’e vali olarak göndermiştir. Manglay Süye, alını sevimli, demektir". Buğra’nın bu yorumu yanlış. Muhammedi Huseyin-Muhammed Haydar-Amiri Said Ali-Amir Ahmed-Hudaydat-Bulaci (Dughlat 1972 : 9). Bulaci, Müslü­manlığı ilk defa kabul etmiş Duğlat beyi olup, Urtup’un torunudur (Sincangning Kiskiçe Tarihi 1984 : 304).

Herat şehrinde 1508 tarihinde Özbek hanı Şaybak tarafından öldürülen Muhammed Hüseyin Taşkent’te altı yıl kadar valilik yapmıştır. Muhammed Hüseyin’in oğlu olan Mirza Haydar Duğlat 1499 yılının Ağustos ayında Taşkent’ te doğmuştur. Mirza Haydar Duğlat ana tarafından, Timur’ un beşinci kuşaktan torunu Hindistan fatihi Babur’un akrabasıdır. Çağatay Hanı Yunus Han’ın kızı olan Babur’un annesi Kutluk Nigar Hanım, Mirza Haydar Duğlat’ın annesi olan Hub Nigar Hanım'ın ablasıdır (Dughlat 1972 : 9). Haydar Mirza Dughlat’m amcası Seyit Muhammed Mirza, Seidiye Hanlığı’nın ikinci hanı Abdureşit Han tarafından 1533’te öldürülünce (Dughlat 1972 : 15), bu olaydan kor­kan Haydar Mirza Dughlat, Timurlular tarafına kaçar ve 1541*de Keşmir’i feth ederek, orada devlet kurar. Kendi­sini korkutan kişinin adına bağışladığı ünlü eseri "Tarih -i Reşidi"yi burada yazar. 0, 1551 Ekim*inde yerlilerin bir isyanı sırasında, okla vurularak öldürülür (Dughlat 1972 : 22). Böylece, Haydar Mirza Duğlat’m ölümüylex Altışehir ve Keşmir'de 13. yüzyıl ortalarından 16. yüzyıl ortalarına kadar süren, Duğlat soyunun 300 yıllık salta­natı sona erer.

B TİMURLULAR DÖNEMİ

Cengiz Han’ın altıncı kuşaktan torunu olan Esenbuğa Han (Sayrami 1986 : 98) 1340 yılında Aksu’da ölünce, onun tahtı uzun bir zaman boş kalır. Esenbuğa Han’ın biricik oğlu Tugluk Timur, üvey anası tarafından Moğolistan’a kovulmuştu. Çağatay hanedanının devamını hayırlı gören Duğlat kabilesinin beyi Bulaci, özel bir çaba ile, Moğolistan’dan 18 yaşındaki Tugluk Timur'u getirtip, 1347 yılında tahta oturtur (Buğra 1987 : 264-266). Tugluk Ti­mur, Kuçar Hâcelerı’nın atası Arşad al-Din*in telkini ile 1351 yılında Müslümanlığı kabul eder ve hâcelerı memnun etmek için, oğullarına İlyas Hâce, Hızır Hâce adlarını verir. Böylece Tugluk Timur İslamiyet’i ve hâcelerı arka­sına alarak, 1359 yılında Çağatay Hanlığı*nı birleştirmek amacıyla Maveraünnehir*e asker sevkeder. Semerkant'ı ele geçirerek, oğlu İlyas Hâce’yı Maveraünnehir’e vali, Bar- las kabilesinin beyi olan Taragay’m biricik oğlu Timur’u da ona yardımcı tayın eder (Buğra 1987 î 267). Fakat, Tugluk Timur’un düşündüklerini yapmak için ömrü yetmez, 1365 yılında ölür (Buğra 1987 : 273).

Barlas Beyi Timur’un iktidar için mücadele ettiği bu dönemde, İslamiyet ve hâceler, hayat gerçeklerine sıkı sıkıya bağlı olan bozkır insanlarının ruhuna henüz nüfuz edebilmiş değildir. Gücünü bulunduğu ortamda arayan Timur Bey ile din ve hâcelerden yardım bekleyen İlyas Hâce’nin anlaşabilmesi elbette imkansızdır. Han ile beyin arası açılır ve savaş çıkar.

Maveraünnehir’in Buhara şehrinde 1335-154-7 yılları arasında Çağatay soyundan Gazan derviş iken, hükümdar olur. 0, yasa taraftarlarını yok etme yolunu tuttuğu için ona Halillakabını verirler. Barlas Beyi Timur’un kayınpederi ve Batı Çağatay orduları komutanı olan Emir Kazgan, dürüst ve Cengiz yasasına bağlı olduğu için, Ga­zan Han Halil’i öldürür. Nakşibendi Tarikati’nin kurucusu Bahaüddin Nakşibendi, işte bu derviş olan Gazan Han Ha­lil’in yanında bir subay olarak altı yıl çalıştığını

(1)   Bu Gazan ile İran Moğol devletinin hanı 1304 yılında ölen Gazan Han (Grousset 1980 : 362-363) karıştırıl­mamalıdır.

(2)   Barthold (1927 : 186-187)’a göre, Çağatay şehzadesi Yasavır’m oğlu Gazan ile Halil’in aynı kişi olduğu henüz kanıtlanmamıştır. Togan (1968 : 775-776)*a göre bu iki ad aynı kişiyi belirtmektedir.

(Togan 1968 : 775-776) bizzat kendisi anlatır*

Timur Bey bir delikanlı iken, işte bu Gazan Han Ha­lil’i öldüren Emir Kazgan’ın hizmetine girer ve onun il­gisini çeker. Kızını alır. Emir Kazgan’a kin besleyen ve Timur’u çekemeyen iki bey, ani bir baskınla Emir Kazgan’ı öldürür. Timur’a göre, kendi yakınlarından birinin katili ile aynı gök altında yaşayamazdı. 0, vakit geçirmeden bu iki beyi öldürüp, Kazgan’ın intikamını alır (Lamb 1948 î 17-25). Böylece hanların da, beylerin de güçlü bir ikti­dara ihtiyaç duyduğu, din adamlarının ise sığınacak biri­ne muhtaç olduğu, herkesin savunmasız kaldığı bir zamanda Timur Bey, kabilesini arkasına alarak iktidar mücadelesi­ne atılır. 0, 1370’te Semerkant’ı işgal ederek Maveraünnehir’deki Çağatay hanlarının nüfuzuna ve bey isyanlarına son verir. Daha yeniden Müslüman oldukları için, aşırı derecede İslam geleneklerine düşkün, manaviyatlarına ta­savvuf hakim olduğu için, gerçek hayattan uzaklaşmış, zayıf Çağatay hanları, sadece Cengiz soyundan olma kim­likleri ile Timur’un himayesine sığınırlar. Bu durum, Ti­mur’un eylemleri için, Timur Devleti'ni, geçmişe, Cengiz Devleti’ne bağlayan manevi bir destek olur. Bu bağı, bu manevi desteği sürekli yaşatabilmek amacıyla, Timur hiç

(1) Bahaüddin Nakşibendi kendisi, Gazan Han Hali ile mülakatını şöyle anlatır : ”İlk zamanlarım rüyamda Hakim Ata’nın beni bir dervişe ısmarladığını gördüm; saliha bir ceddem vardı, ona rüyamı naklettim; Türk şeyhlerinden nasibim olduğu şeklinde ta*bir. Bir gün o rüyamda gördüğüm dervişe Buhara pazarında rast geldim; lâkin mülakat edemedim. Akşam evime birisi geldi. Derviş Halil denen o dervişin benimle görüşmek istediğini söyledi. Niyaz ve şevkle derhal meclisine vardım. Eski rüyamı anlatmak istedim; Türkçe olarak onun kendisine esasen malum bulunduğunu anlattı. Tesadüf, o dervişi Maveraünnehir’e hükümdar yaptı; Sultan Halil ünvanıni aldı. Benimle o zamanda da mülakat etti ve şefkat gösterdi; gah lutuf ve gah unf ile bana tarikat adabını öğretti. Altı sene kadar bu suretle yanında kaldım; feyzi ile sülükte çok terekki ettim. Halk arasında onun hizmetinde bulunur­dum; yalnız iken mahrem-i hassı idim. Muahharen Sul­tan Halil'in saltanatı haleldar oldu; bir lahzada o eski devletten eser kalmadı. Bunu görünce gönlüm dün­ya işinden tamamen soğudu. Buhara’ya gelip civar köy­lerden birinde sakin oldum” (Köprülü 1966 : 92-93).

      bir zaman kendisi için "han" veya "imparator” gibi siyasi ünvanı kabul etmemiştir (Buğra 1987 s 278). Timur Bey'in büyük şahsiyetinden kaynaklanmış bu alçak gönüllü kişili­ği, onun ömür boyu "beg" (bey) denilen sade bir siyasi ünvanı taşımasına sebep olacaktır, Timur'un yaşattığı bu gelenek, ancak Babur tarafından bozulur. Bu yüzden, Hay­dar Mirza Duğlat, Babur hakkında yazarken, Babur için hep "imparator" ifadesini kullanır (Dughlat 1972 : 226, 264).

Timur Bey iktidar mücadelesi verirken, din adamları­nın da desteğini elde etmek için, tarikatlar üzerinde bü­yük etkisi olan ünlü mutasavvıf Ahmet Yesevi’nin bir zi­yaret yeri haline gelen türbesini muhteşem bir şekilde yeniden yaptırır. İnşaat iki yıl sürer (İslam Ansiklope­disi Ahmet Yesevi maddesi). Timur, Şam'ı alırken, peygam­ber zevcelerinden olan Ümmü Seleme ve Ümmü Habibe'nin ka­birlerini ziyaret ederek, onlar için 25 günde beyaz taş­tan iki kubbe inşa ettirir (Şami 1987 : 280-282), Timur’ un Şam’da iken, imamlık için Mutezileleri  tercih etmesi dikkat çekicidir. Çünkü Mutezile "kader" tanımaz, cenneti cehennemi, vahiyi kabul etmez. Bu yüzden Şamlılar, Timur gittikten sonra onu "kafir" ilan ederler (Togan 19^9 s98)

Hüseyin’le mücadelenin en hararetli yılı olan 1570* te Timur, Seyit Bereke’nin şahsiyetinde kendine yeni bir manevi hami bulur. Bu Seyit, Timur’a refakat eder, ölüm­lerinden sonra Timur ile Seyit bir türbede defin edilir. Seyit Bereke gibi, Tirmiz seyitlerinden iki kardeş olan Abül-Maali ve Ali-Ekber, Timur’un saltanatı devam ettiği müddetçe, memleketin en nüfuzlularından sayılırlar. Fakat Tirmiz seyitlerinin yeni hükümdarlarına hiyanet ettikleri görülür, 1571’de Timur’a karşı tertip edilen suikasta bir kaç emirle beraber din adamları da katılmıştır. Bunlar arasında Semerkantlı şeyh Abdullayth ve Seyit Abül-Maali

(1) Mutezile, iman ile şüphe arası bir durumu ileri süren kimselerdir. Ali ile düşmanları arasındaki mücadelede tarafsız bir vaziyet almışlardır. Vasıl bin Ata (ölü­mü 748) tarafından kurulan, Kur’an ile bağdaşmayan görüşler ileri süren bir felsefedir (İslam Ansiklope­disi Mutezile maddesi).

Tirmizi bulunur. Timur suikastçılara oldukça yumuşak dav­ranır. Şeyhin Mekke’ye gitmesine müsaade edilir ve Seyit de memleketten kovulur (Barthold 1930 : 17-18).

Timur İslamm İçindeki ayrılığa yol açan mezheplere, bilhassa Şiiliğe karşı hassastır. 0, Herat’ın fethinden sonra, Şiilikle ünlü olan Hâce Ali Müeyyed’i kabul ederek ona mezhebi ve itikadı hakkında sorular sorar. Hâce’den "herkes kendi padişahının dinindedir, yani benim mezhebim Emir Timur’un mezhebidir" cevabını alınca, Timur çok mem­nun olur ve onu takdir eder (Şami 1987 : 102).

Timur’un iktidarının herkesçe kabul edildiği kurul­tayda, kabile beylerinden başka din adamları da toplanır. Bunların arasında ak cübbesi, kocaman sarığı ve Maveraünnehir’de bir çok insanların aziz olarak sevgisini kazan­mış, fakat Timur’un hiç sevmediği Hâce Bahaüddin Nakşi­bendi de bulunur. Bu toplantıda Seyit Bereke şeriatın se­sini şöyle duyurur : "Ben Muhammed’in torunlarından biri­nin soyundanım. Peygamberin soyundan olan diğer seyit­lerle ve İslamm büyükleri ile başbaşa verip onların da fikirlerini aldıktan sonra Timur’u Maveraünnehir’in, hat­ta bütün Turan ovalarının beyi ve emiri olarak tanımaya karar verdim" (Lamb 1948 : 75)»

Timur’un Prensipleri (1971 s ll)’ne göre, "Bunlar bana ahireti anlattılar. Onlardan çok şeyler öğrendim. Onlarla konuşmak bana hem faydalı hem de hoş vakit geçir­tir" diyen Timur, din adamlarının zihin ve ruhunu iyi öğrendiği için, onlardan faydalanmanın yollarını da, sa­kınmanın yollarını da anlar. Timur’un başarılarının te­melinde yatan sebeplerin en önemlisi, onun din ve din adamlarına yönelik akılcı tutumudur.

Timur’un Anadolu’da, gelenekleri Türk kültüründen kaynaklanmış, şeriatın değişmez sert kaidelerine karşı, inanç ve ibadetleri daha esnek olan Alevileri destekle­mesi (Şayian î 9.5.1990), yukarıda bahsettiğimiz akılcı tutumun canlı bir ölmeğidir.

Timur din adamlarının etkisinde kalmamakla beraber, iktidarı lehine onlardan yararlanır. Timur’dan sonraki dönemlerde, ister Çağatay oğulları hanları olsun, ister Timur oğullar hanları olsun, Timur'un bu tutumunu tersine uygularlar. Yani din adamları hanların iktidarı için değil, hâcelere mürid olan hanlar, din adamlarının iste­ğine göre hanlığı yönetir. Böylece iktidar hırsı içindeki seyitlerin ve hâcelerin, önce hanların zihnini ele geçir­mekten ibaret sinsi, yavaş ve uzun süren, fakat kalıcı ve etkili girişimleri gitgide meyvesini verir.

Oğlu Abdullatif tarafından bilgin Uluğ Bey’ e hazır­lanmış suikast, oğlu Yolbarıs tarafından iktidardan uzak­laştırılmış Abdullah Han olayı ve Kalmuklar tarafından esir edilmiş İsmail Han faciası, yukarıda bahsedilen  sinsi, yavaş ve uzun süren" girişimlerin sonucudur.

Cengiz ve Timur döneminin kudret ve şevketi, onlar­dan sonraki hanlar döneminin durumuyla mukayese edildi­ğinde, büyük şahsiyetlerin tarihteki rolünün ne kadar önemli olduğu açık bir şekilde anlaşılır. Fakat, büyük şahsiyetlerin rolünü büyütmek, şartların rolünü küçült­mek anlamına gelmez. Babur’un Türkistan’da tutunamaması, Türkistan’daki şartlardan kaynaklanmıştır. Tasavvuf ve hâceler Timur döneminde daha filiz çağını yaşarken, Babur döneminde bunlar, Türkistan topraklarında derin köksala- caktır.

Timur’un saltanatı döneminde, Doğu Çağatay Hanlığı* nm da Timur iktidarına biat ettiği bilinir. Altışehir’ deki Dağlat kabilesinin beyi Bulaci’nin kardeşi olan Kameriddin (Moğol beyleri, İslamiyet! kabul ettikten sonra bu şekilde Arapça adlar ile adlandırılmıştır) isyan ederek, Tugluk Timur’un halefi İlyas Hâce’yı öldürür. Tugluk Timur’un küçük oğlu Hızır Hâce, Bulaci’nin oğlu Hudaydat tarafından kaçırılıp kurtarılır. Timur Bey, Kameriddin’i yok etmek için, 1375-1379 yılları arasında doğuya beş defa sefer yapar. Son seferinde, Kameriddin’in kaçıp, dağlar arasında kaybolduğu söylenir (Şincangning Kiskiçe Tarihi 1984 : 305-306). Buğra (198? : 279)»ya göre, Timur’un Kameriddin’e karşı yürüttüğü savaş 1370 yılında başlamış olup, zaman zaman ara verilmek suretiyle doğuya yönelik sefer on yıl kadar sürmüştür.

Timur’un Prensipleri (1971 : 6)’ne göre, İran, Turan Hum, Arap, Irak, Hindistan .... gibi 27 ülkeyi içine alan dünyanın bu en büyük imparatorluğunun verdiği imkanlarla, Sayrami (1986 : 626)’ye göre 366 000 kişilik, Dughlat (1972 : 53)’a göre 800 000 kişilik ordunun başında Çin seferine çıktığı zaman, Timur Bey Otrar'da 11.2.1405’te hastalanır ve 18.2.1405’te ölür (Bayur 1987b : 029).                   1

Timur, alicenap tabiatlılığı, dostlarına olan cö­mertliği, düşmanlarına olan acımasızlığı ve felaket kar­şısında dişini sıkmasını bilen, saadet karşısında kılı kıpırdamayan itidalli tutumu (Lamb 1948 : 145) ile Cen­giz’ e çok benzer. Zaten bu iki zatın akraba oldukları da bir gerçektir. Timur’un sekizinci göbekten atası ile Cen­giz’ in dördüncü göbekten atası kardeştir>(Sayrami 1986 : 82). Cengiz*in olduğu gibi, Timur’un da dört oğlu vardır s Cihangir, Ömer Şeyh, Miranşah, Şahruh. Timur sağlığında veliahtını, yani bütün devletin başına geçecek olanı, gösterir ve onun tanınacağı yolunda mirza ve beylerden söz alır. Önce bu veliaht, büyük oğlu Cihangir Mirza’dır. 0, 1375 yılında 20 yaşında hastalanıp ölünce.(Aka 1991 s 143), Timur ondan sonra gelen kendi oğlu Ömer Şeyh Mirza’ yı veliaht yapmayıp, ölen oğlu Cihangir’in büyük oğlu Sultan Mehmet Mirza’yı veliaht yapar. Bu demektir ki, Timur veliahtlığı büyük oğlunun soyundan almak istemekte­dir. Ancak bu Sultan Mehmet Mirza da ölünce (Ankara Sava­şı’ nda ağır yara alır, sonra ölür), Timur aynı yoldan yürüyerek onun oğlunu veliaht yapacağı yerde, onun karde­şi Pir Mehmet’i veliaht yapar. Bunun sebebi, Sultan

Mehmet Mirza’nın oğlunun (adı Cihangir olup, Timur öl­düğünde 9 yaşındadır)çok küçük olması ve Timur’un da epey yaşlanmış olduğudur(Bayur 1987b ; 028). Timur öldüğünde veliaht Pir Mehmet Hindistan taralındadır. Timur’un siya­sî hayatındaki en büyük hatası, Çin seferine çıktığı va­kit, veliaht olarak tayın ettiği Pir Mehmet’i yanma al­mamış olmasıdır. Eğer o yanında olsa idi, ölümünü takip eden siyasî ihtilaflar olmamış olurdu. Dünya Türklüğünün istikbaline geniş ufuklar açabilecek büyük bir girişim yolda kalmamış olurdu. Bu müstesna şahsiyetin bilime ver­diği önem hakkında, Zeki Velidi Togan şunları yazmakta­dır : "Ondördüncü yüzyılda tarih felsefesi ve içtimaiyet ile meşgul alimlerin yalnız Akneniz ve İspanya sahasında yetişen İbni Haldun gibi Batılı İslam alimlerine mahsus kalmadığını, bu fikrin aynı Timur zamanında Semerkant’a gelmiş olduğunu, 1913 kışın Buhara kütüphanelerindeki yazma eserleri tetkik ederek öğrenmiştim. Bu eser, İbni Haldun’un çağdaşı olduğu halde, onu görmeden aynı fel­sefî fikirlere vasıl olan Şems İçi’nin eseri idi. Timur zamanında ve onun emriyle tarih felsefesine ve Türk kanun ve devlet idare sistemlerine tahsis edilerek yazılan ve Timur’a takdim olunan "Tuhfa" adındaki bu büyük eseri, ben ancak İstanbul’a geldikten sonra, Yeni Cami Kütüpha­nesinde buldum. "Şeriat” yerine ”yasa"ya ve "din" karşı­sında "riyazi bilimlerin neticelerine" ön verilmek gerek­tiğinden bahseden bu eserden, bu sohbet esnasında Atatürk’e de bahsetmiştim, o da "yaman bir Türk bu Timur" dedi" (Togan 1969 s 125)» Timur, sadece bilime önem veren bir hükümdar değil, aynı zamanda kendisi de iyi bir ta­rihçidir (Barthold 1930 : 20).

Timur’un iç dünyası hakkında Harold Lamb şunları yazmaktadır : Timur büyük bir servet ile Hindistan sefe­rinden muzaffer olarak döndükten sonra, Semerkant’ta ko­ca bir cami de yaptırır. "Bütün hayatı boyunca, bu adamın içinde birbirine zıt bir takım duygu ve temayüller yekdiğeriyle çarpışma halinde bulunmuştur. Bir yanda, pek sofu olan babasında gördüğü dindarlık, hâcesı Zeyneddin’in telkin ettiği dini akideler, Kur’an’m şeriat kanunları; öbür yanda göçebe dedelerinden tevarüz ettiği cenk zevki, yenmek hırsı ve galip bir el ile her şeyi mahvetmek düş­künlüğü; bütün bu tesir ve duygular onun ruhunda birbiri, riyle boğuşup durmakta idi. Nihayet denilebilirki, yine göçebelik damarı galip gelerek, Timur sonunda şu düstura dönüp onda karar kılmıştır : İnsan için gidilecek tek yol vardır : Savaş, zafer ve varlığa kavuşmak şerefi" (Lamb 1948 : 181).

Timur Bey’in bir yönden bilime, öbür yönden dine yönelik ciddi eğilimleri, bilimin dine karşı savaşı henüz tam olarak kazanamadığı ve dinin epey' çekici oldu­ğu o dönemin şartları itibarıyla gayet normaldir. Timur’ un ölümünden 200 yıl kadar zaman geçtiği halde, Avrupa’da Engizisyon*un,**"dünya dönüyor" dediği için Bruno’yu (1548 -1600) ateşe vermiş olduğu olay unutulmamalıdır. Fakat, Timur’un dine yönelik eğilimi içinde de uzlaşmaz zıtlık­ların bulunduğu açık bir şekilde ortadadır. Cengiz yasa­ları yürürlüktedir. Ancak Uluğ Bey öldürüldükten sonra, ITluğ Bey’in yerine geçen Babur’un dedesi Ebu Sait’in kendi mürşidi Ubeydullah Ahrar’ın dilemesi üzerine Semerkant ve Buhara’da Cengiz döneminden kalan damga vergi­si kaldırılmıştır . (Aka 1991 : 133)., Bu demektir ki, Timur döneminde şeriat devlet işlerine karıştırılmamıştır. Timur’un bir yönden Ahmet Yesevi ve peygamber zevce­lerinin mezarını yaptırarak, büyük camiler inşa ederek, din ve tasavvufa saygısını gösterdiği halde, öbür yönden Mutezileleri ve Alevîleri destekleyip, onları İslamiyet’ in temel taşı olan şeriata karşı koyması, Timur’un açıkça şeriata karşı olduğunu kanıtlamaktadır. Timur’un Küslük” manlığı, inancı, gönül huzurunu temin etmekten ibaret ba­sit Türk ulusunun inancından öteye gitmemiştir.

Timur’u hiç sevmeyen ve onu kafir ilan edenlerden biri, onun eline esir düşmüş îbni Arapşah’ın, Timur hak­kında yazdığı aşağıdaki satırlar kayda değerdir :

"Yaşlandığı halde akılca, vücut ve ruhça yine eskisi kadar dinç, sağlam, cüretli, tıpkı sarsılmaz bir kaya gi­bi idi. Yalandan nefret eder, şakadan hiç hoşlanmaz. Ha­kikati, işine gelmese bile yine arardı. Felaket karşısın­da dişini sıkmasını bilir, saadet karşısında kılı kıpır­damazdı" (Lamb 1948 : 145).

Timur’un ölümünden hemen sonra, Miranşah'ın oğlu Ha­lil, Semerkant’ı ele geçirir ve taht kavgası başlar. Bu işe o zamanın tanınmış üleması Hâce Abdullah da, Pir Meh­met’e yolladığı mektupta "Eğer sende iyi talih olsaydı Timur’un yanında bulunur ve muradına ermiş olurdun. Ancak şimdi sana uygun olan elindekiyle kanmaktır, yoksa o da gider" (Bayur 1987b : 040) gibi yazısıyla karışır. Böyle- ce toplumu huzursuz eden uzun bir bey çatışmaları sürüp gider. Nihayet, Semerkant‘tâki 36 yıl (1411-1447) sürecek olan hükümdarlık tahtına Şahruh’un oğlu Uluğ Bey gelip yerleşir. 0, oldukça nadir olan bir bilgin hükümdar örne­ğini verir. Çağdaşları Uluğ Bey’i bu yönüyle Aristo’nun öğrencisi İskender’e benzetirler. Herhalde anlaşılıyor ki, İslam tarihinde Uluğ Bey’in başka bir benzeri yoktur. Uluğ Bey yalnız, kendisi bir bilgin olmakla kalmayıp, kendine bir öğrenci ve halef de yapar, Ali Kuşçu (Barthold 1927 1207). 0, gerçek ilimlerin ilahiyet ve edebiyata üstün olduğunu anlayan, İslam dünyasında bir bilgin olarak ilk defa tahtı işgal eden müstesna şahsi­yettir (Barthold 1930 : 109).

(1) Ali Kuşçu (?-1474) Doğu ve Batı Türk illerinin tanın­mış astronomi bilgini olup, Uluğ Bey'in kendisinden riyaziyat ve astronomi dersi alır. Uluğ Bey'in, oğlu Abdullatif'in ihanetiyle öldürülmesi üzerine, o ana kadar Semerkant'm ünlü medresesinde ders vermekte olan Ali Kuşçu, efendisinin bu feci akibetinden son derece üzülerek, İstanbul'a gider ve Ayasofya medre­sesi müderrisliğini yapar. 0 Türkiye'nin ilk astrono­mi hâcesıdır (İslam Ansiklopedisi, Ali Kuşçu maddesi)

Semerkant medresesinde Uluğ Bey ile beraber çalışan bilginlerden Gıyasüddini Kaşi’nin, rasathanenin yapıldığı 1420*de ilmi çalışmalar hakkında yazdığı 5 000 kelimelik uzun mektubunda, Uluğ Bey’e ait şu satırlar yer almakta­dır s "Kendisi o kadar lütufkar, iyi kalpli ve alçak gö­nüllü bir insan ki, bazen medresede kendileri ile herhan­gi bir öğrenci arasında, hangi ilim dalında olursa olsun, öyle bir karşılıklı münakaşa olur ki, bunun tavsifi imkansızdır. Kendileri bunun böyle olmasını irade etmişler ve ilmi meselelerin iyice anlaşılmadıkça kabul edilmesine ve nezaket icabı olarak anlaşılmış gibi davranılmamasına müsaade etmişlerdir. Arada sırada bazı kimseler onun fik­rine uyma suretiyle herhangi bir şeyi kabul edince de, bizi cahillik ile suçluyorsun diyerek gücenikliğini izhar etmiştir. Yine, denemek maksadıyla, ortaya yanlış bir me­sele atar, bunu kabul eden olursa, meseleyi yeni baştan açar ve gayri samimi bir şekilde konuşmuş olan kimseyi mahçup eder” (Soyalı 1960 î 91). "Uluğ Bey rasathanesinin kuruluşunun doğrudan doğruya bu medresedeki ilmi çalışma* ya bağlandığı, medresenin rasathanesinin menşeyi olarak gösterildiği anlaşılmaktadır. Umumiyetle, İslam medrese­lerinin öğretim programında müspet bilimlere önemli yer verilmesi adet olmadığına göre, Uluğ Bey zamanında sözü geçen Semerkant medresesinde matematik ve astronomi saha­larına mensup birçok müderrisin bulunmuş olmasında Uluğ Bey*in şahsen büyük tesiri olduğundan şüphe etmemek icap eder" (Soyalı 1960 : 21).

İşte Uluğ Bey*in bu bilim aşkı, sonunda onun başına büyük felaketler getirecek olan hâcelerı ağır derecede öfkelendirir. Tarih boyunca ve her zaman, akla dayanan ilmin karşısına çıkan, imana dayanan, imanı akıldan üstün tutan dinci görüşler, Uluğ Bey döneminde de görevini ya­par. Din adamlarının yoğun faaliyeti ile Uluğ Bey*e karşı cephe hazırlanır.

Nakşibendî Tarikatı’nın kurucusu Bahaüddin Nakşiben­dî, Timur’un çağdaşı olduğu gibi, bu tarikatın önde gelen temsilcilerinden Hâce Ahrar, Uluğ Bey1in çağdaşıdır. O, Uluğ Bey*in doğumundan 10 yıl sonra 1404’te doğar (Bart- hold 1950 : 46). Taşkentli olan Hâce Ahrar, 1426*da 22 yaşında iken Semerkant’a gelir ve orada dervişlerle bera­ber Uluğ Bey*in memurleri tarafından hor görülmeye maruz kalır (Barthold 1930 : 99-100).

Uluğ Bey*in, büyük oğlu Abdullatif ile arası açılır ve savaş çıkar. Uluğ Bey savaşı kaybeder. Abdullatif, bu zaferden hemen sonra, "Şeriat hükümlerinin gerektiğini yapacağım. Şeriat kaidelerine babam ile oğlum hilaflık ederse onlara bile acımam" diye, kendisinin şeriat ve hâceler önündeki tutumunu açıklar. İşte o zaman, Abbas denilen bir kişi, benim babamı Uluğ Bey öldürmüştü, diye dava açar. Abdullatif bu davayı şeriatçıların iradesine teslim eder. Şeriatçılar da, kısas almaya uygundur, fet­vasını verirler. Abbas işte bu fetvaya dayanarak Uluğ Bey’i öldürür (Sayramî 1986 ı 90). Tabii, Abdullatifi kışkırtan ve bu fetvayı verenlerin arkasında, çoktandır Uluğ Bey’e düşman kesilmiş Hâce Ahrar vardır (Sayrami 1986 s 106. izah). îşte bu iğrenç cinayetten sonra Ali Kuşçu Semerkant*tan İstanbul’a gider.

Tugluk Timur’un küçük oğlu Hızır Hâce’nin soyundan olan Veyis (Üveyis) Han 1428*de savaşta ölür ve ondan iki oğul kalır s Büyüğü Yunus, küçüğü Esenboğa II . Bu iki kardeş arasındaki taht kavgasından Esenboğa II tahtı ele geçirir, Yunus Semerkant hükümdarı Uluğ Bey* e sığınır. Yunus, Uluğ Bey’in yanma geldiğinde 16 yaşında olup, Uluğ Bey onu babası Şahruh’un yanına Herat’a gönderir. Yunus burada, "Zafemame^nin »yazarı Şarefeddin Yezdi’den ders alır (Dughlat 1972 : 85). Sonradan Taşkent’te Batı Çağatay Hanı ve Babur, Seyit Han, Haydar Mirza Duğlat gibi şahsiyetlerin dedesi olacak olan Yunus Han 1414/15- 1486/87 yılları arasında yaşamıştır. Ondan daha uzun ya­şayan başka Çağatay Hanı yoktur (Dughlat 1972 : 114-115),

Uluğ Bey’in öldürülme sinden sonra, Timur’un üçüncü oğlu Miranşah kolundan olan Ebu Sait (Babur’un dedesi), Özbek Hanı Ebulhayır’ın ordusu başında gelip ona yardım etmesiyle 1451’de Semerkant tahtına çıkar. Ebu Sait, do­ğudaki Moğol akınlarını durdurabilmek için, Moğol Hanı Esenboğa II’ye karşı, onun kardeşi Tunus’u kullanır. Bu yardımlaşma ve yakınlık Tunus’un üç kızının, Ebu Sait’in üç oğluna alınması ve Moğollar ile Timur oğulları arasın­da çekişme sahası olan Taşkent şehrinin Tunus’a verilmesi ile sabitleşir (Bayur 1987b : 061-06?).

Buğra (1987   305)’ya göre, Babur’un doğumu münase­betiyle, Babur’un babası Ömer Şeyh Mirza kayın pederi (2 ) Tunus’u Fergane’ye davet eder. Tunus, torununa Babur ' adını verir. Hâce Ahrar ise ek olarak, Babur’a Zahirüddin Muhammed adını verir. Bu düğünde Taşkent şehri Tunus’a hediye olarak verilir. Bundan böyle Doğu Çağatay Hanlığı* na karşı, Taşkent’te Tunus, Batı Çağatay Hanı olarak ta­nınır. Uluğ Bey’den sonra, Tflrk-Moğol hanları arasındaki en bilgilisi ve dindarı Tunus Han olup, o Haca Ahrar’ın müridi de olacaktır (Sayramî 1986 : 120).

Sonradan bahsedeceğimiz Seidiye Hanlığı’nın kurucusu olan Seyit Han (1484-1533)» işte bu Tunus Han’ın ikinci oğlu Ahmet Alça Han’ın üçüncü oğludur (Dughlat 1972 î 48). Tarihçi Haydar Mirza Dağlat, Seyit Han’ın 48 yıl ya­şadığını, kendisinin ona 24 yıl hizmet ettiğini yazmakta­dır (Dughlat 1972 î 137)» Ahmet Han’a Alça denilmesinin sebebi, Moğol dilinde ”öldüren"e "alaça”denir. Kalmukları birkaç defa yenerek, birkaç adamanı kestiği için, -kendi­sine "alaça" denmiş ve kelime çok kullanma neticesinde "alça” olmuştur (Babur 1987 : 11).

Esenboğa II 1462’de ölünce, onun varislerinin elinde bulunan, Aksu’dan Turfan’a kadar uzanan Çağatay Hanlığı’ nm doğu kısmı, Ahmet Alça Han tarafından işgal edilir. Çin hududuna yakın olan Kumul ise, zaman zaman Doğu Çağa-

(1)    Babur’un babası olan bu Ömer Şeyh Mirza, Timur’un ikinci oğlu Ömer Şeyh ile karıştırılmamalıdır.

(2)    Kuvvetli bir yırtıcı hayvanın adı olan babur, kaplan­ın bir değişik ifadesidir.

tay Hanları ile Çin birlikleri arasında cereyan eden çar­pışmalara sahne olur. Yunus Han 1487’de ölünce, onun bü­yük oğlu Mahmut babasının yerine Taşkent’te han olur. Bu zaman Manglay Süye (Altışehir) Kaşgar'da oturan Duğlat beylerinden Abubekir’in elindedir.

Maveraünnehir’e kuzeyden Ebulhayır’m torunu Şaybak Han, güneyden îran Şahı Şii Şah İsmail akınlar başlat­tığı, kan gövdeyi götürdüğü bir devrede, Timuroğulları’ nm kaderini, 12 yaşında iken 1494’te Fergane tahtına çı­kan Babur üstlenir (Babur 1987 ‘ 1)» Şaybak Han ilk gel­diğinde, Taşkent’teki Moğol Hanı Mahmut Han’a sığınıp, onun yardımına erişir. Mahmut Han, ona Türkistan şehrini tımar olarak verir (1487-1493 yılları arası). Yine hep Mahmut Han’ın yardımıyla-Mirza Haydar Duğlat, koynunda yılan besledi, diye bu hanı acı bir şekilde tenkit etmektedir-Şaybak Han’ın gücü oldukça artarak Türkistan’ m iç işlerine karışacak duruma gelir (Grousset 1980 : 444), Mahmut Han’ın bu iyiliğinin altında, Şaybak’ı kul­lanarak, Timur oğulları’ndan Semerkant’ı alma niyeti gizlenir (Bayur 1987b î 072), Fakat sonunda Mahmut’un bu art niyeti kendi başını yer. Şaybak, Mahmut Han’a dayana­rak bir müddet kuvvet topladıktan sonra, 1500’de Semer- kant, Buhara, Taşkent ve Fergane’yi ele geçirir. Mahmut Han, Turfan* daki Doğu Çağatay Hanı olan kardeşi Ahmet Alça Han’dan yardım ister. Ahmet Alça Han, büyük oğlu Men­sur’u yerine koyup, üçüncü oğlu Seyit Han ile beraber, kendisi askerlerinin başında Maveraünnehir’e iner. Fakat, Şaybak bu iki kardeşin bütün kuvvetlerini ezer. Mahmut Han, Ahmet Alça Han, Seyit Han gibi han cemaati esir alı­nır, sonradan serbest bırakılır. Onlar Doğu Çağatay Hanlığı’na döner. Ahmet Alça Han 1503*te hastalanıp ölür. Mahmut Han, altı oğlu ve birkaç Moğol kumutanları ile be­raber 1509*da Sır Derya boyunda Şaybak tarafından öldürü­lür. Ahmet Alça\Han’m büyük oğlu Mansur, babasının tahtına yerleştikten sonra, iki kardeşi Seyit Han ile Halil’ i tahttan uzaklaştırmak amacıyla kovar. Halil özbekler tarafından yakalanıp öldürülür. Seyit Han, Babur*un yanı­na Kabil’e gider (Şincangning Kiskİçe Tarihi 1984 s 313- 320). Babur (1987 : 10)’a göre, Haydar Mirza Dağlat da o zaman Kabil’dedir;: "Haydar Mirza, babası Özbekler ta­rafından öldürüldükten sonra, gelip üç-dört yıl benim hizmetimde bulundu. Sonra müsaade isteyerek, Kaşgar’a Han’ın yanma gitti" diyor.

Babur, iki dayısı (Mahmut Han ve Ahmet Han) Şaybak Han’a yenildikten sonra, bir yıl kadar Fergane’nin güne­yindeki dağlarda en zor günleri geçirir ve 1504’te Hora­san’a, Timur’un ikinci oğlu olan Ömer Şeyh kolundan Hüse­yin Baykara’nın yanına 200-300 kişilik bir kuvvetle gi­der. Çok geçmeden Kabil'de padişah olur. Bundan sonra Ba­bur 1504-1514 yılları arasında Türkistan'ı geri almak için uğraşır. Hüseyin Baykara 15O6'da ölür. Timur oğulla­rı Şaybak'a karşı birleşemezler, sonuçta Şaybak, Timur oğulları’nın son devletinin bulunduğu Herat’ı da 15O7’de alır. Fakat, Şaybak’ın da bir sonu varmış, o 1510’da Şah İsmail tarafından Merv'de öldürülür (Bayur 1987b : 091- 097). Şah İsmail, Şaybak'm kafatasını kase yapıp ondan şarap içmekle yetinmeyip, bu kafatasını süslü bir kutuya koyarak üzerine Arapça bir şiir yazıp, Mısır Sultanı Kan* su Gavri'ye gönderir. Bununla Mısır halkını heyecana ge­tirir. Kansu bu kafatasını saygıyla Mısır’da gömdürür. Şaybak Han'ın Semerkant’tâki medresesinde olan mezarı, son zamanlarda açıldığında gerçekten kafası bulunmamıştır (Togan 1981 : 124-125).

Şaybak’ın ölümü Babur'da atalar yurdunu geri alma V ümidini doğurur. Seyit Han ile beraber hemen Türkistan’a hareket eder. Seyit Han'ı Fergane’ye gönderir. Şah İsma-’ il'e bağlılığını ifade ederek ondan yardım ister. Şah İsmail, Özbekler'e karşı savaşması için, Babur'a bir ordu gönderir. Babur bu yardımla Buhara, Semerkant ve Taşkent’ i ele geçirir. Halk sevgi gösterileri ile onu karşılar. Askerinin sayısı 60 000 bulur. Fakat, Sünniliğe çok bağlı olan Türkistan Türkleri gitgide Babur*dan soğur. Babur zor durumdadır. Şiiliği bırakırsa Şah İsmail’in yardımın­dan yoksun kalacaktır. Yine bir yandan Şiiliği kabullen­mesi ile atalar yurdu Türklerini kıran Babur, öbür yandan da Şah İsmail’e yaranamamaktadır. Sonuçta, Babur 1512'de­ki çarpışmada özbekler’e yenilir. Seyit Han da Fergane'yi Özbekler’e terk etmek zorunda kalır. Türkistan Türkleri Özbekler’i, Sünniliğin yeni kahramanları gibi karşılar­lar. Maveraünnehir hâcelerinin 16. yüzyıl başlarında Al- tışehir’e kaymalarının başlıca sebebi, Özbekler tarafın­dan yaratılmış bu yeni ortam olabilir. Özbek hanı Barak, Nakşibendi şeyhlerini bazen bütün ulusun önünde açıkça alay ettiği için, bir şeyh, Barak hakkında ”o itdür” der (Togan 1981 : 196).

Bilindiği gibi, Osmanlı padişahı Yavuz tarafından 1514’te Çaldıran’da Şah İsmail ağır bir yenilgiye uğrar. Babur bu olaydan sonra, Şah İsmail’in yardımından ümidini keser ve Kabil’e döner. Oradan ayrıldığından beri dört yıl geçmiştir. Kabil’de bırakmış olduğu kardeşi Naşir Mirza, devleti sadakatla Babur'a teslim eder. Bundan böy­le Babur yüzünü Hindistan'a çevirecektir (Dughlat 1972 : 264).

Timur'un ölümünden sonra cereyan eden olaylar, hâcelerin istedikleri gibi hareket etmeleri için bulunmaz bir fırsat olacaktır. Hâcelerin da körüklemesiyle bey boğuşj-' maları aralıksız sürüp gidecektir. Şahruh'un 40 yıl kadar süren egemenliğinin son 25-50 yılı bir yana bırakılırsa, Timur’un ölümünden (1405) onun soyunun Türkistan ve Hora­san’dan sökülmesine (1507) kadar giden 102 yılın 75 yıl­dan uzun bir kısmı durmak bilmeyen bey boğuşması devri­dir. Bu bey boğuşmaları bir yandan Türkistan Türkleri'nin Avrupa'ya nisbeten müsbet bilimler dahil 150 yıllık ile­ride olan yüksek kültür hayatını sarsacak, öbür yandan, Türkistan'ın, kültür seviyesi daha düşük olan başkaları tarafından istila edilmesini kolaylaştıracaktır (Bayur 1987b î 044-046). Böylece onaltmcı yüzyıla girerken, Büyük Timur'un adıyla başlamış Türkistan Türklüğünün şanlı devri de kapanacaktır.

C. SEİDİYE HANLIĞI (YARKENT HANLIĞI)

Çağatay Han’ın onüçüncü kuşaktan torunu, aynı zaman­da, Büyük Timur'un beşinci kuşaktan torunu Babur'un dayı­sı olan Ahmet Alça Han'ın oğlu Seyit Han (1484-1533), uzun bir müddet Babur ile kader birliği yaptıktan sonra, 4 700 kişilik kuvvet ile Artuş üzerinden Kaşlar'a doğru ilerleyecektir. Seyit Han’dan 350 yıl sonra, Ocak 1865 yılında Yakup Bey de bu yol ile Kaşgar’a gelecektir. Eğer çağımızda Doğu Türkistan’da bir kurtuluş olacaksa, kurtu­luş yıldızı, Büyük Timur, Seyit Han ve Yakup Bey gibi Ba­tı Türkistan’dan doğacaktır. Seyit Han’ın Kaşgar’ı hedef aldığı o zaman, Kaşgar’da zalimliği ile tanınmış Duğlat beylerinden Abubekir saltanat sürmektedir. 0, 1478 yılın­da Seyit Han’ın dedesi Yunus Han'ı Yarkent civarında ye­nerek, Kaşgar’ı ele geçirmesinden, Seyit Han'ın Kaşgar’a geldiği 1514 yılına kadar 36 yıl buranan mutlak bir hü­kümdarı olacaktır (Dughlat 1972 s 106). Sayrami (1986 : 123)’ye göre, "Abubekir kadar zalim padişahın tarihte yi­ne bir benzeri yoktur"•

Seyit Han halkın da yardımıyla Kaşgar, Yarkent, Ho- ten şehirlerini ele geçirir ve 1514*te Seidiye Hanlığı’nı kurar. Seyit Han, devletini güçlendirmek amacıyla birta-' kim ıslahat girişimlerinde bulunur. Aksu gibi verimli topraklara göç teşebbüsünde bulunur. Hâzineden halka mülk dağıtır. En önemlisi, halkın iktisadi gücünü yükseltmek için, 10 yıl kadar süre bir zaman içinde, halk vergiden muaf tutulur (Sayrami 1986 : 123-124).

Aksu'nun kuzey doğusu ile Bay’ın batısındaki Arbat (Aravan) denilen yerde, 1516 yılında, Seyit Han ağabeyi Mansur Han ile görüşür ve aralarında, Altışehir’deki bu hanlığı beraber yönetmekten ibaret bir anlaşma hasıl olur. Bu görüşmede tarihçi Haydar Mirza Duğlat da bulunur (Dughlat 1972 : 340-346). Seyit Han, Tibet Budistlerine karşı cihad yolculuğuna çıktığı zaman, 2,8.1533 günü 48 yaşında ölür (Dughlat 1972 : 143).

Hanlık önce Kaşgar’ı, sonradan Yarkent’i başkent edinir. Başkentinin adıyla ”Yarkent Hanlığı” veya kurucu­sunun adıyla "Seidiye Hanlığı” olarak bilinen bu hanlık, gerçi kurucusu Moğol Çağatay soyundan olsa bile, hanlık tamamen Türk-İslam geleneğine göre yaşatıldığı için, han­lığa Çağatay Hanlığı denilmemektedir. Eğer bu hanlığı kendine özgü bir yönü ile izah etmek gerekirse, en çarpı­cı özgü yönü, hanlığın kuruluşundan başlayarak hâcelerin koyu etkisi altında kalmasıdır. Hanlığın genel manevi ha­vasına tasavvuf hakim (Buğra 1987 î 383) olduğu için, hanların ve devlet adamlarının askeri ve siyasi fikirleri sınırlı kalır. Dünyada ve komşularında cereyan eden deği­şiklikleri takip edemezler. Bu yüzden Seidiye Hanlığı si­yasi ve askeri bakımdan komşuları ile rekabet edebilecek seviyeye ulaşamamıştır. Abdullah Han döneminde (1638/39- 1668) kuzey komşuları olan Kalmuklar’m büyük bir askeri güce sahip olduğu bilinmektedir. Buna karşı önlem alınır­sa da iş işten geçmiş, her şey Abdullah Han’ın aleyhine, gnel olarak Seidiye Hanlığı’nın aleyhine işlemiştir (Buğra 1987 : 380).

Yarkent’te toplanan hâceler arasındaki iktidar müca­delesi, Abdullah Han ile oğlu Yolbarıs Han arasının açıl­masına sebep olur, Abdullah Han, 1662’de Yolbarıs Han’ı Kaşgar’a vali tayin ederek, başkentten uzaklaştırır. Bu tedbir Yolbarıs Han'ın arkasındaki Aktaglık hâcelerı daha çok gücendirir. Karataglık hâceler ise Abdullah Han’ı destekleyerek, iç savaşı körükleyecektir (LİU 1988 : 811) Bundan sonra Kaşgar Aktaglık Hâceler’m merkezi, Yarkent ise Karataglık Hâceler’m merkezine dönüşecektir (Liu 1988 : 815).

Hindistan'daki Timur oğlları’nın devleti ile iyi ilişki kurmaya çalışan Abdullah Han, 1664'te Mir Hacı Pulad'ı elçi olarak Hindistan'a gönderir. 0 zamanın Hin­distan padişahı, Babur'un beşinci kuşaktan torunu olan Alemgir (1618-1658-1707), 1665 yılında, Hâce İshak’ı el­çi olarak Kaşgar’a gönderir. Fakat, o arada Kaşgar'da kargaşa olduğunu duyunca, Hâce İshak yoldan Hindistan’a geri döner. Sözü geçen kargaşa, Abdullah Han’ın oğlu Yol- barıs Han tarafından yenilip, tahtını bırakarak Hindis­tan’a sığınması sırasında çıkar. Abdullah Han’ın gelece­ğini duyunca Alemgir, onun olağanüstü karşılanmasını bu­yurur (Bayur 1987a î 247) Bir yüzyıl kadar yaşamış ve yarım yüzyıl saltanat sürmüş bu Alemgir’in, seyitler hakkındaki şu vasiyeti dikkate değerdir î

"Barha seyitlerine karşı, peygamber soyundan olmala­rı dolaysıyla, Kur’an ayetleri gereğince saygı gösteril­mesi, ancak onlara ihtiyatlı davranılması, içten onlarla sevişilmesi, fakat durumlarının yükseltilmemesi, çünkü üstün ortak olurlar, hatta ülkeyi isterler. Eğer azıcık dizgin bırakılırsa pişman olunur” (Bayur 1987a : 317).

İşte bu vasiyeti söyleyen Alemgirden sonra, Barha seyitlerinin' ' Hintlileri arkasına alarak (Bayur 1987a î 377) Timur oğulları’na karşı yaptığı yıpratıcı savaşlar ne ise, Kaşgar Hâcelerı’nın da, Abdullah Han’dan sonra Kalmaklar’ı arkasına alarak, Seidiye Hanlığı’na karşı yaptığı savaş da odur. Sözde İslamiyet uğruna canlarını feda edecek olan seyitler ve hâceler, iktidar ve çıkar sözkonusu olduğunda, İslamiyet’in en aşırı düşmanı olan putperestler ile birleşirler,

Aktaglık ve Karataglık Hâceler’m çekişmeleri sıra­sında yalnız saltanatını değil, hayatını bile sürdüreme­yeceğini anlayan Abdullah Han, 1667 yılında Seidiye Han­lığı’ mdan ayrılarak, Hindistan’daki Timur oğulları’na

(1)   Alemgir, Abdullah Han’a pek değerli armağanlar yollar ve Keşmir, Lahor valilerinin herbirinin emrine onu karşılamak, ağırlamak için ellişer bin Rupi tahsis eder. Abdullah Han, Agra’ya varınca da çok iyi karşı­lanır. 0, sonra Hacca gidip dönecek ve Hindistan’da çok büyük saygı ve ikram içinde ölecektir (Bayur 1987a : 247).

(2)   Barha seyitleri, kendilerini 1271 yılında Hindistan’a gelmiş olan Vasıtlı Seyit Ebul-Ferah soyundan sayar­lar. Vasıt Irak’tadır (Bayur 1987a : 317). sığınır. Aktaglık Hâceler ve Aktaglık taraftarı beyler, 1668 yılında Abdullah Han’ın oğlu Yolbarıs’ı han ilan ederler. Karataglık Şadi Haca’nın oğlu Abdullah Hâce, kendi taraftarı olan bey ve müridlerini yanına alarak, Aksu'ya çekilir ve orada iken, Abdullah Han’ın kardeşi İsmail’i kendileri için han tayin ederler. Aksu şehrinin Hakim Bey’i ile Hoten şehrinin Hakim Bey’i, İsmail Han'ı destekler. Karataglıklar işi daha sağlam bir kuvvete bağ­lamak için, Oyratlar’m iktidar muhalifi Altan Teyci’ye adam gönderip yardım ister. Altan Teyci bu isteği kabul eder ve asker gönderir. Oyratlar’m iktidarında bulunan Singge ise, Yolbarıs Han’ı desteklemektedir. Böylece Oyratlar’m da iki taraf olarak askeri kuvvete başvurma­ları ile, Aktaglık ve Karataglık Hâceler’m mücadelesi savaş haline dönecek, çekişme sahası başkent Yarkent olacaktır. Bu savaşı Yolbarıs Han kazanır ve Yarkent tahtına oturur. Fakat, bu defa, Yolbarıs Han’ın tahtı yanında başka birisi vardır, bu kişi, Singge’nin yüksek dereceli komutanı Erk Beg’dir. Erk Beg, bir müddet sonra, Yolbarıs Han’a karşı olan beyleri kışkırtarak, Yarkent’te isyan çıkartıra'İsyancılar Yolbarıs Han’ı öldürür. Yolba- rıs Han'ın küçük yaştaki oğlu Abdullatif, han ilan edi­lir. Abdullatif tahta çıkar çıkmaz annesinin aklı ile is­yan eden beyleri kılıçtan geçirir, babasının öcünü almaya kalkar. Erk Beg Kaşgar’a kaçarken, yol üstü Aksu’daki İs­mail Han’a haber gönderip, ona Yarkent*i ele geçirmenin tam fırsatı olduğunu anlatır. İsmail Han bu haberi duyun­ca askeri faaliyete başlar ve 2.4.1670 tarihinde Yarkent İsmail Han’ın eline geçer. Yolbarıs Han’ın oğlu Abdulla­tif Kaşgar’a kaçar. İsmail Han Kaşgar’a kuvvet gönderip, Yolbarıs Han’ın çoluk çocuğunu öldürtür. Aktaglık Hâceler takip edilir (Uygurlarning Kiskiçe Tarihi 319-321).

İsmail Han, ağabeyi Abdullah Han’ın izini takip ede­rek, Karataglık Hâcelerı desteklemeye devam eder. Aktag- lık Hâceler’m lideri Appak Hâce, İsmail Han tarafından kovulur. Appak Hâce Keşmir yolu ile Tibet’e geçer ve Bu- distler’in lideri Dalay Lama V ile görüşür. Ondan İsmail Han’a karşı yardım etmesini ister. Bu istek, Dalay Lama ve Kalmaklar tarafından hoş karşılanır. Kalmuk komutanla­rı ve Appak Hâce’nin başında bulunduğu 12. 000 kişilik Cungar ordusu Yarkent şehrini ele geçirir. Esir alınan İsmail Han ailesiyle beraber İli’ye götürülür. Yıl 1678' de cereyan eden bu olay ile, Seidiye Hanlığı toprakların­da, yıl 1755’teki Birinci Çin İstilası'na kadar sürecek olan 77 yıllık "Hâceler Devri" başlar. Bu devir içinde hâceler, her yıl Kalmuklar'a 100 000 madeni para vergi verirler. Bir madeni para 35 gram gümüşe eşit olup, top­lam yıllık vergi miktarı 3,5 ton gümüşe eşittir. Bu vergi Altışehir’deki her aile gelirinin %55 kısmı ile karşıla­nır (Uygurlarning Kiskiçe Tarihi : 343).

Seidiye Hanlığı’nın, siyasi ve askeri cihetten güç­süz olmasına rağmen, iktisat, edebiyat ve sanatta birçok gelişmelere sahne olduğu bilinmektedir : Doğu Türkistan tüccarları Çin’e altın, kaştaşı, yün, deri götürüp, ora­dan ipek giysi ve porselen alırlar. Hindistan’a keçe, pa­muk kumaş, altın ve Çin mallarını götürüp, oradan baharat getirirler (Buğra 1987 : 380-381). Çin'in 1764 yılındaki belgelerine göre, yalnız Yarkent şehrindeki ticaret ile uğraşan Uygurlar’ın sayısı 200*den fazladır (Uygurlarning Kiskiçe Tarihi : 382). Kanallar açılarak ziraat işleri de geliştirilir. Madencilik devletin tekelinde olup, Yenihisar’daki demir, Kuçar'daki bakır, Hoten’deki altın maden ocaklarından çıkarılan madenler devlet ihtiyacını karşı­lamanın dışında ihracat da edilir (Buğra 1987 î 381, 382)

Edebiyat ve sanattaki gelişmelere ise, Mirza Haydar Duğlat'ın "Tarih-i Reşidi"si; Şah Mahmut Çuras'ın "Tarih- i Reşidi Zeyli" gibi tarihi eserler, o dönemin ürünleri­dir. Seyit Han ile Seyit Han'ın oğlu Abdureşit Han ikisi de şairdir (Şincangning Kiskiçe Tarihi 1984 : 333)• Sei­diye Hanlığı'nın en ünlü musikşinası Kıdırhan Yarkendi olup, onu Abdureşit Han yanından hiç ayırmazmış. Onun za­manında Seidiye Hanlığı Türk musikşinaslığının merkezi olur. Irak, îran, Tebriz, Harezm, Semerkant, Endican, İs­tanbul, Keşmir, Belh, Şiraz gibi yerlerden gelen musik heveslileri Yarkent’te toplanırlar (Mucizi 1982 : 33-34). Abdureşit Han’ın eşi Amannisahan hem şair, hem musikşinastır (Mucizi 1982 : 40-42). Fakat, Amannisahan’ın eser­leri, Amannisahan’dan yüzyıl sonra, Appak Hâce’nin tahta çıktığı sırada yasaklanır ve ateşe verilir (Mucizi 1982 : 12).

Sonuç olarak, Seidiye Hanlığı’nın genel durumu için şunları söyleyebiliriz : Bir milli devletin varlığını sürdürebilmesi için, iktisat ve sanattaki gelişmeler yet­meyecektir. Bu gelişmeler ile bütünleşen, komşuları ile rekabet edebilecek siyasi ve askeri güç de gerekecektir.

Seidiye Hanlığı’ndaki genel durumun tersine, Cungar Hanlığı’nda (Oyratlar•da) göçebe bir milletin hayat tar­zına uygun olarak, devletin bütün varlığını askeri güce dayanarak sürdürdüğü bilinir. Fakat, böyle bir devletin de uzun ömürlü olamayacağını Cungar Hanlığı’nın başına gelenler gösterecektir.

Yunus Han’ın torunları olan Babur, Seyit Han ve Hay­dar Mirza Duğlat üçünün olağanüstü girişimler ile, tari­hin çetin denemelerinden geçerek, üç yörede, Hindistan, Altışehir ve Keşmir’de aynı çağda, 16. yüzyılın ilk yarı­sında üç devlet kurmaları bir rastlantı değildir. Cengiz’ in ve Timur’un kanını taşıyan bu üç şahsiyet, Türkistan tarihinin öyle bir dönüm noktasında doğup büyüyecekler ki Türkistan’da Çağatay’ın bıraktığı 250 yıllık devlet ile Timur’un bıraktığı 150 yıllık devlet artık yok olma teh­likesi ile karşı karşıya kalacaktır. Böylece Çağatay ve Timur oğulları da yok olup tarihten silinebilecektir. Bu bütün bir devletin, bütün bir neslin başına çöken kara günler, ölüm-kalım savaşının doğurduğu o acımasız kanlı olaylar, Türkistan bozkır doğasının o sert iklimi, bu üç şahsiyeti, insanlarda olabilecek bütün yetenekler ile be­raber doğurup, yoğurup büyütecektir. Onlar büyük bir as­ker, büyük bir devlet adamı olarak tarih yarattıkları gi­bi, büyük bir ülkücü, büyük bir yazar olarak Babur’un "VEKAYİ"si, Haydar Mirza Duğlat’m «TARÎH-İ REŞİDİ”si gi­

bi ölümsüz eserler ile tarih de yazacaklardır. İşte on­ların sayesinde Çağatay Devleti Doğu Türkistan’da yine 150 yıl, Timur Devleti Hindistan’da yine 550 yıl yaşaya­caktır.

D. TÜRKİSTAN»DAKİ ETNİK GRUPLAR

Türkistan’daki 16. yüzyıl başında cereyan eden siya­si ve iktisadi buhranın sonucu olarak, Timur oğulları Hindistan’a, Çağatay oğulları da Altışehir’e çekilirler. Böylece, bütün Türkistan’ı bir arada tutan siyasi çatı yıkılır. Gitgide etnik farklılaşmalar ortaya çıkar.

Dokuzuncu yüzyıl ortalarında, Orhun civarından göç eden Uygurlar, Turfan yöresinde İdikut Devleti’ni ve Kaş- gar yöresinde de, oradaki diğer Türk boyları ile birleşip Karahanlı devletini kurarlar. Bu günkü Doğu Türkistan’da­ki Türk topluluğunun esasını teşkil eden Uygurlar, işte bu İdikut Devleti’ni ve Karahanlı Devleti’ni kuran Uygur­lar’ m torunlarıdır.

Onbeşinci yüzyılın sonları ve onaltıncı yüzyılın başlarında kuzeydeki Kıpçak bozkırlarından Türkistan’a göç eden Cuci ulusuna mensup insanlar, Çu nehri kıyısın­daki hayvancılık bölgesine ve Maveraünnehir’deki tarım bölgesine yerleşirler. Hayvancılık bölgesine yerleşenler Kazak^^adını, tarım bölgesine yerleşenler Özbek^ adını taşırlar. Aynı topluluğa mensup olan Kazaklar ile Özbek- ler gitgide yaşam şartlarına göre farklılaşmaya başlar. Şincangning Kiskiçe Tarihi (1984 : 524)’ne göre, Kasım Han devrinde (1509-1518) Kazaklar’m nüfusu 1 000 000, asker sayısı 500 000*dir. Fakat bu rakam, diğer Türk boy­larının nüfusuna nisbeten fazla abartılmış görünmektedir. 1766 yılındaki Çin resmi belgelerine göre, Uygurlar’ın nüfusu 262 000*dir. Kazaklar*m nüfusu 1 000 000 tahmin edildiği o dönemde Kırgızlar’m nüfusu 5 000 aile, asker sayısı 5 000 olduğu kabul edilirse, Kazaklar o zaman olsa olsa 100 000 nüfuslu bir topluluktur.

Tanrı Dağları’nda 16. yüzyılda Kırgızlar da ayrı bir Türk topluluğu olarak görünürler. Onlar ihtimal 15. yüz­yılın başlarında kuzey doğudan Oyratlar ile beraber Tür­kistan’a gelmiş olabilirler. Kırgızlar, Çağatay Hanlığı* nm izni ile Issık Göl’ün güneyinde hayvancılık ile meş­gul olurlar. Onların Müslüman olmaları 16, yüzyılın son­larına rastlar (Şincangning Kiskiçe Tarihi 1984 s 525- 526). Baytur (1986 5 267)*a göre ¥ "Kaşgar Hâcelerı’nın atası sayılan Mahdumî Azem’in küçük oğlu Hâce îshak, Tan­rı Dağları’ndaki Kırgız bölgelerine gidip îslam dinini yaymış, Tezkire-i Cahan’daki belgelere göre, Hâce îshak Kırgız bölgelerinde 12 yıl kalmıştır". Kırgızlar’mın o za­manki nüfusu 5 000 aile olup, asker sayısı 5 000*i bul­muştur (Şincangning Kiskiçe Tarihi 1984 : 566).

Dokuzuncu yüzyıl ortalarında Orhun civarından göç eden Uygurlar’m bir bölümü bugünkü Sarı Uygurlar olup, onlar Doğu Türkistan’ın güney doğusu olan Lupnur ve Çer- çen etrafında ve Doğu Türkistan’ın güney doğu hududu olan Çin eyaletlerinden Gensu’nun batısında, Çinghey’in kuzey batısında yaşamaktadırlar. Budist olan bu Türk topluluğu­na karşı, Üveyis Han ile Seyit Han cihad yapacaklardır (Şincangning Kiskiçe Tarihi 1984 î 528). Sarı Uygurlar’ın dışında, Abubekir, Seyit Han, Abdullah Han’ların Tibet’e karşı yaptığı cihad, elbette Budistleri ağır derecede öf­kelendirecektir. Appak Hâce’nın Seidiye Hanlığı’na yaptı­ğı ihanetin Budisler tarafından sevinçle karşılanmasının esas sebebi, işte onların gönlünde saklanmış bu öfkedir.

Kazaklar ve Kırgızlar Doğu Türkistan’ın kuzey batı­sını, Oyratlar Doğu Türkistan’m kuzey doğusunu işgal et­tikleri için,Çağatay oğulları ve onlara bağlı olan Moğol- lar, ister istemez güneye (Altışehir’e) kaymışlar. Güney­deki bu Moğollar, tamamen Türkleşip, bugünkü Uygunlar’a karışıp gitmişlerdir (Şincangning Kiskiçe Tarihi 1984 î 328).

Kaşgar, Yarkent, Soten nehirlerinin kıyılarında ve Lopnur gölünün çevresinde yaşayan Dolanlar (dolan, Moğol­ca Myedi-7” demektir)r18. yüzyılın başlarında, Kalmuklar’ m Altışehir’e hakim oldukları devrede, buralara gelip yerleşen ve Türkleşen Kalmaklardır. Dolanlar, Çaş-Şirin, Barçuk, Böğür kabilelerinden müteşekkil olup, Şamanizm kalıntıları, diğer Türk boylarına nisbeten Dolanlar’da daha yaygındır (Korupatkin 1984 s 55-56).

DOĞU TÜRKİSTAN’IN NÜFUSU

Çin’in 1766 yılındaki kesin olmayan belgelerine göre Doğu Türkistan’daki Uygurlar’ın nüfusu 262 000 olup, bu 66 871 aileden ibarettir. Bu nüfusun bölgelere göre dağı­lımı

II. BÖLÜM

OYRATLAR VE MANÇULAR A. OYRATLAR

Oyratlar, hâcelerin siyasi sahneye çıkışında doğru­dan doğruya rol oynadıkları için, onlar hakkında biraz bilgi vermek yerinde olur. Moğolistan’ın batısına yerle­şen Moğollar’a Oyratlar veya Kalmuklar denilmektedir. Oyratlar, dört kabileden müteşekkildir : Hoşut, Cungar, Dorbut, Torgavut. Bu dört kabile içinde Hoşut kabilesinin beyi kendisini Cengiz Han'ın kardeşinin evladı saydığı için, onun kabilesi bu dört kabile içinde en yüksek mevkiye sahip olmuştur. Bu dört kabilenin binleşe­rek kurduğu hanlık Cungar Hanlığı diye, bu hanlığın sahip olduğu Tanrı Dağları’nın kuzeyindeki topraklar Cungariye diye adlandırılmıştır. Onaltıncı yüzyılın sonlarında, Oyratlar Altay Dağları’nın doğusu, İrtiş nehrinin başla­dığı yerlerden Cungar ovasına kadar uzanan yerlerde ya­şarlar. Burası eski, Cengiz*in üçüncü oğlu Ögdey'in top­raklarıdır. 0 zaman Oyratlar’ın bu dört kabilesi birleşemediği için, güçlü değildir. Çiftçiliği az, fakat hayvan­cılıkla meşgul olan göçebe topluluktur.

Tibet’in Lama dini 16, yüzyılın sonlarında Oyratlar’ ın içine girer. Hoşut kabilesinin beyi Baybagas, Lama di­nini Oyratlar’a getiren ilk kişidir. Baybagas'ın teşebbü­sü ile Cungar kabilesinin beyi Batur Teyci ve onun karde­şi Sungur, Dorbut kabilesinin beyi Dalay Teyci, Torgavut kabilesinin beyi Hourluk, Hoşut kabilesinin beyi Kündü- lüng Obaş birer oğullarını Lama olması için Tibet’e gön­derirler. Baybagas*m o zaman oğlu olmadığı için, kendi kabilesinden bir çocuğu evlad edinerek, onu oğlu gibi gösterir (Şincangning Kiskiçe Tarihi 1984 : 537-340) .

Oyratlar, kabile beyine "Teyci” derler. Batur Teyci’ ye "Hunteyci" derler. Hunteyci, büyük teyci demek olup, han anlamına gelir. Teyci’den sonra "Şimul" olup, vezir anlamına gelir. Şimul’un yardımcısı "yarguçi", adliye işlerinden sorumludur. "Zaysan” bir küçük kabileyi idare eder. "Demçi” 100-200 kadar aileyi idare eder. Demçi’nin yardımcısına ’'Lungga” denilir. "Arbaçi Zaysan” vergi iş­lerini idare eder, "cahaçin" savunma işlerinden sorumlu­dur. "Ort-TÖmürçini" silah yapım işlerini idare eder.

Cungarlar’m beyi Batur, Lama dinini himaye ettiği için, 1635’te Tibet Laması ona Erdini Batur Hunteyci Un­vanını verir. Tarbagatay'da 1640’ta Oyratlar’m büyük kurultayı açılır. Batur Hunteyci 1643’te Kazaklar’a 50 000 askerle saldırır ve Kazaklar’1 yenip, iki Kazak kabilesini esir alır. Yenisey Kırgızları ile Tanrı Dağ­ları’ ındaki Kırgızlar ise tamamen Oyratlar’a bağımlıdır­lar.

Batur Hunteyci 1656 yılında ölür. Yerine oğlu Singge oturur, Singge 1671’de babası bir, anası başka kardeşleri tarafından öldürülür, onun yerine 1672’de kardeşi Galdan oturur. Galdan, Batur Hunteyci’nin yedinci oğlu olup, 1645 doğumludur. 0 büyüdükten sonra Tibet’e Lama olması için gönderilmiştir. Singge’nin öldürülmesi ile o hemen geri döner. Batur Hunteyci ile Singge*nin devrinde Oyrat- lar’m siyasi merkezi Tarbagatay vilayetindeki Kobuksar olup, Galdan döneminde İli^^ (Gulca) siyasi merkez olur (Şincangning Kiskiçe Tarihi 1984 : 341-356).

İşte bu Galdan’ın döneminde, 1677’de Seidiye Hanlı- ğı’nın son hanı İsmail Han, Appak Hâce’yı Yarkent’ten kovar. Appak Hâce Tibet’e gidip, Dalay Lama V’den İsmail Han’a karşı yardım ister. Budist dini ile İslam dinini ayıran uçurum düşünüldüğünde bu teşebbüs bir hayli garip gelebilir. Fakat, siyasi çıkarlar söz konusu olunca,

(1) İli, Tanrı Dağları*nin kuzey doğusundan başlayıp, batıda Balkaş Gülü’ne dökülen yaklaşık uzunluğu 1 400 km olan bir nehirdir (LİU 1988 : 1055). İli ovası, mutedil yayla iklimi, hayvancılığı ve elması ile ünlüdür. Şu anda İli nehrinin kuzey kıyısında bulunan Gulca şehrinin etrafında, Çağatay Han döneminde Alma- lık (Elmalı) adında bir şehir de varmış. Gulca, . Kuldja şeklinde Huşlar tarafından koyulmuş addır. Bilindiği gibi, bu İli yöresini Ruslar 1871-1881 yıl­ları arasında 10 yıl idare etmişler (Sadri 1984 :297) birbirine zıt bu iki dinin temsilcileri anlaşmada zorluk çekmezler. Dalay Lama V eski öğrencisi Galdan’a mektup yazarak, Appak Hâce’ya yardım etmesini önerir. Her şey iki tarafın istediği gibi biter. Galdan Altışehir’i işgal etmede hiç zorluk çekmez. İsmail Han esir alınıp, Appak Hâce Altışehir’e 1678 yılında han tayin edilir.

Galdan Altışehir’i himayesine aldıktan sonra, Cengiz Han’ın destanına yeniden başlama sevdasına kapılır. "Bir zamanlar emrimizde olanların köleleri mi olacağız ? İmpa­ratorluk atalarımızdan bize miras kalmıştır" iddiası ile Çin’e doğru genişler. Fakat, Galdan 12 Haziran 1696’da Çin ordusu tarafından ezilir. Galdan’m hatunu öldürülür, bütün mallarına el konulur, sürüleri Çinliler’in eline düşer. Ordusunun yarısını kaybeden Galdan, batı istikame­tine kaçar ve 3 Mayıs 1697*de kısa bir hastalıktan sonra ölür (Grousset 1980 î 484-486).

Galdan’m yerine Singge’nin oğlu Çivan Araptan han olur. Çivan Araptan 1727’de ölünce, tahtına oğlu Galdan Şirin oturur (Şincangnin Kiskiçe Tarihi 1984 : 373). Galdan Şirin 1745’te ölür. Onun üç oğlu vardır : Lama Darca, Çivan Durci Namcar ve Çivan Daş. Lama Darca küçük kadının oğlu olduğu için, babasının yerine geçemez. Çivan Durci Namcar 13 yaşında iken han olur. O yaşının küçüklü­ğüne bakmadan zevk ve eğlenceye verildiği için, eniştesi Sayin Bulak tarafından öldürülür, yerine Galdan Şirin’in büyük oğlu Lama Darca han olur. Bu yeni han, kendisinin han olmasına yardım eden Sayin Bulak ve Cungar Hanlığı­nın kuruluşunda payı olan Büyük-Küçük Şirin’ları da öldü­rür. Daha sonra, Cungar kabile beylerinden olan Amursana, Lama Danca’yı öldürüp, Cungarlar’m Teycisi Davaçi’yi hanlığa yükseltir. Önce işbirliği yapan bu iki şahıs, gitgide birbirine amansız düşman kesilir. Amursana ile Davaçi ikisinin arası açılır ve yakalanmadan korkan Amursana Çin’e sığınır. Appak Hâce’nin İsmail Han’a

(1) (Uygurlarning Kiskiçe Tarihi : 341)*ne göre, Galdan intihar etmiştir.

karşı Kalmaklar’dan yardım istediği gibi, Araursana da Çinliler’den Davaçi’ye karşı yardım ister. Bu fırsatı değerlendiren Çin hükümdarı Çenlung, 4.5.1754’te şu yar­lığı (ferman) ilan eder : "Gelecek yıl iki yol ile İli’ye asker gönderilecektir. Onların gücü parçalanacak. Birkaç on yıldan bu yana devam ede gelen vaziyet böylece fasledi­lecektir". Şubat 1755 yılında Araursana başta olmak üzere Çin ordusu Doğu Türkistan’a gönderilecektir (Şincangning Kiskiçe Tarihi 1984 î 578-585).

Çin ordusu Mayıs 1755* te, Davaçi kuvvetini Giden^^ dağında ezer. Güneye kaçan Davaçi, Üçturfan Hakim Bey’i Bocisi tarafından yakalanıp, Çin ordusuna teslim edilir. Davaçi Pekin’e götürülür. Araursana, Davaçi’nin Çin hükü­metince öldürülmesini umar. Fakat, Davaçi Pekin’de ser­best bırakılır, hatta ona Çin hükümdarının oğlu anlamına gelen Çing Vang (prens) Unvanını verir. Hükümdarın bu tu­tumu, eğer Araursana Çin’e ihanet ederse, ona karşı Davaçi’yi kullanma arzusundan doğacaktır. Çin hükümdarı­nın bu arzusuna rağmen, Davaçi hasret içinde çok geçmeden ölür. Onun küçük çocuğu da babasının ölümünden sonra uzun yaşamaz, ölür. Böylece Cungar hanlığının kurucusu Batur Hunteyci’nin soyundan olan Davaçi ve onun oğlunun ölümü ile, Cungar Hanlığı da tarihe karışır (Howorth 1876 s 654).

Çin hükümdarının Davaçi’ye prens ünvanı vererek onu bağrına basmasından da anlaşılıyor ki, imparator Araursa­na’ ya güvenmemektedir. Bu kuşku hemen kendini gösterir, imparator, Amursana’yı şereflendirmek bahanesiyle Pekin’e davet eder. Fakat, aynı kuşku Araursana için de geçerlidir o : "Bir kurt ne kadar tok olsa bile, yine de sinsice taze kan dökme arayışı içinde bulunur" fikri ile hemen silaha sarılır ve iraparatorrun askeri kalesini işgal

(1) Giden dağı, İli vilayetine bağlı, İli nehrinin güney­indeki Moğol Küre nahiyesi civarındadır (Şincangning Kiskiçe Tarihi 1984 : 585).

ederek, Mançu generalları olan Fanti ve Aiongan'ı öldü­rür (Howorth 1876 î 656). Çin ile Amursana arasındaki bu hadise Büyük-Küçük hâcelerı da etkiler. Altışehir’de hâcelerin bağımsız devleti ilan edilir. Sonuçta, Çin tekrar bütün Doğu Türkistan üzerinde askeri faaliyete başlar. Amursana Kazaklar arasına, sonradan Sibirya’ya kaçar. 0 burada 21.9.1757 günü 35 yaşında iken, çiçek hastalı­ğından ölür (Şincangning Kiskiçe Tarihi 1984 : 392).

Cungar Hanlığını yani Tanrı Dağları’nın kuzeyini iş­gal eden Çin ordusu, Cungarlar’m 21 küçük kabile beyle­rini kılıçtan geçirir. Bir kısmı Rusya'ya kaçar. Kısa bir süre içinde darmadağın olan Cungar Hanlığı varlığını yi­tirir. Artık Çin ordusunun gözleri Tanrı Dağları’nın gü­neyine, hâcelerin idaresindeki Altışehir’e dönecektir (Howorth 1876 : 661).

Çin İmparatorluğu’nun Cungar Hanlığı’nı işgal etmede Cungar beyleri arasındaki taht kavgaları ne kadar yararlı olmuşsa, Altışehir’i işgal etmede, Aktaglık-Karataglık mücadelesinin de o kadar yararı olmuştur. Üstelik Altışe- hir’deki, Kuçar Hakim Bey’i Mirza Hudi, Üçturfan Hakim Bey’i Hocisi gibi her şehirdeki Cungar Hanlığı’.na dayana­rak hükümdarlığını sürdüre gelen beyler, Cungar Hanlığı’ nm çökmesiyle, hükümdarlık yerini korumak için, hemen, Çin’e yaranma yoluna giderler. Doğu Türkistan Türklüğü’ nün günümüze kadar süre gelen istiklal mücadelesinin bü­tün hainleri hep bu beylerden çıkmıştır (Uygurlarning Kiskiçe Tarihi : 371). Çin Doğu Türkistan'ı bu beyler aracılığı ile elde ettiği gibi, hep bu beyler aracılığı ile idare etmiştir. Burhaniddin Hâce İsyanı’nın bastırı­lıp, bütün Altışehir*in Çin ordusunun eline geçmesinde, Mirza Hudi ile Hocisi’nin Çin askerleriyle beraber Çinli­ler için yerli halka karşı yürütülen savaşta gösterdiği hizmetler, Çin İmparatoru Çenlung tarafından takdir edil­miştir. Çenlung, Mirza Hudi'yi "Uygurlar’m içindeki ünlü ve dürüst devlet adamı”; Hocisi'yi "Yüksek itibarlı ve şu anda başkentimizdedir" diye övmüştür (Liu 1988 : 984).

Altışehir işgal edildikten sonra Mirza Hudi Yarkent' e, oğlu Osman Kaşgar’a Hakim Bey olarak tayin edilir. Ho- cisi’nin başkent Pekin’e götürülmesi, Çenlung’un onu sev­diğinden dolayı değil, Hocisi’nin çok değişken yapıya sa­hip olmasının doğurduğu kuşkudan ileri gelmektedir (LİU 1988 : 936). Çinliler’in Doğu Türkistanlılar arasındaki, önce yükseltip kullandığı, fakat sonradan güvenemediği insanları başkente götürme eylemi yakın çağımızda da, re­jim değişikliklerine bakmadan aynen devam etmiştir. İkin­ci Dünya Savaşı sırasında, Doğu Türkistan’da Üç Efendi (Üç Bey) olarak bilinen Mesut Sabri, Mehmet Emin Buğra ve Çin’e hizmet eden eski beylerin soyundan olan İsa Yusuf Alptekin'ler (Alptekin 1985 : 40) Çin’in o zamanki geçici merkezi Çunkin’de Çinliler’in elindedir (Alptekin 1985 : 429). Milliyetçi Çin hükümeti onları 12.11.1944’te İli’de kurulan Şarki Türkistan Cumhuriyeti'ne karşı kullanmıştır (Alptekin 1985 : 444). Komünist Çin döneminde ise, sıra-, sıyla Doğu Türkistan’ın kukla başkanı yapılarak Türkiüğe karşı kullanılan Burhan Şehidi (1894-1990), Seyfeddin Azizi ve İsmail Emet’ler sonradan Pekin’e götürülerek - orada yaşamaya zorlanmıştır. Hep aynı muamele, aynı ted­bir. Bu yüzden, Doğu Türkistan istiklalcıları nezdinde, mesela, Mahmut Muhiti’nin nezdinde, Çin'in kızılının da, siyahının da hiç farkı yoktur.

B. MANÇULAR

Doğu Türkistan’ın istilası, Çin’deki Mançular hanedanı dönemine (1644-1912) rastladığı için, Mançular hakkında kısaca bilgi verme uygun olur. Mançular’m asıl yurdu, bugünkü Çin’in kuzey doğu bölgesi olan Mançuriye’ dir. Mançular’ın bugünkü Sovyet sınırları içinde kalan kısmına Tunguzlar denilir. Mançular yaşadığı bölge iti­barıyla Eski Türkler’in (Hunlar, Göktürükler, Uygurlar), Moğollar’m ve Çinliler’in komşuları’dır. Konuştukları dil, Ural-Altay dil grubunun Altay koluna mensuptur.

Mançular 1644 yılında bütün Çin’i istila ederek, 1912 yı­lma kadar Çin’i Pekin’den idare etmişlerdir. Mançular, dilinin Altay dil grubuna mensup olması, Çinliler’in ku­zey komşusu olması ve Çin’i istila ederek, orada bir ha­nedan kurmasıyla her ne kadar Moğollar’a benzese bile, ister Çin tarihinde, ister Türk tarihinde oynadığı rolle­ri itibarıyla Moğollar’a nisbeten çok büyük fark ve zıt­lıklar arz etmektedir.

Moğollar yarım yüzyıllık bir mücadeleden sonra 1278 yılında bütün Çin’e hakim olmuşlardı (Howorth 1876 : 257)* Öğrenmeyi çok seven, geniş fikirli, ünlü devlet adamı Kubilay’ın (1214-1294), hemen hemen bütün Asya’yı kapsa­yan büyük Moğol imparatorluğunu bir elden yönettiği 35 yıllık hükümdarlık devri, Moğol tarihinin en şanlı devri­dir (Howorth 1876 î 251-252), Kubilay 80 yıllık ömrünün sonuna kadar Çin’de yaşasa bile, babası Tuluy ve dedesi Cengiz gibi bütünüyle milletine bağlı kalır. Atalarının hatırasını anmak üzere Cengiz’in babası Yesukey’den baş­layarak, bunların adına tapınaklar yaptırır. En güzel Çince eserleri Moğolcaya çevirtirir. Bir ekip kurarak, Moğol imparatorluğunun tarihini yazdırır (Howorth 1876 s 223-224). Kubilay’in dinler hakkmdaki tutumu da dikkate değerdir. 0, bütün dinlere eşit muamele ederek, her dinin büyük törenlerine katılırmış. “İsa, Muhammed, Musa ve Şakyamuni veya Buda’dan ibaret dünyanın bu dört büyük peygamberinin hepsi için dua edermiş”. Kubilay büyük din­lere böyle saygı göstermekle beraber, dünyevilikten uzak­laşmayı, zevklerden el çekmeyi teşebbüs eden bir tarikat-, m bütün kitaplarının yakılmasını 1281 yılında emretmiş­tir (Hovorth 1876 : 273). Kubilay’ın dinler hakkındaki bu tutumu, Timur oğulları’ndan Hindistan padişahı Ekber ta­rafından geliştirilmiş halde devam ettirilecektir.

Pekin’deki son Moğol hanı Togan Timur, 1368 yılında Pekin*i terk eder ve Moğolistan’da bir Moğol olarak ölür (Howorth 1876 : 329). Moğollar Türkistan’da Türkleşirler, fakat Çin’de Çinlileşmezler. Moğollar Türkistan’ı işgal ederken (1220), Türkler Moğollar’m müttefiki olurlar. Turfan İdikut Devleti’nin hanı Barçuk Art Tekin 10 000 kişilik ordusu ile Cengiz Han’ın batı seferine katılır. Moğol işgalinden sonra Türkistan, Fars ve Arap kültürünün baskısından kurtulup, tekrar Türkleşir. Mançular ise, Moğollar’m tam tersine, Çinlileşmiş ve devleti tamamen Çin devlet geleneğine göre, Çin kültürüne dayanarak idare etmişlerdir. Mançular, Doğu Türkistan’a hırçın bir isti­lacı olarak gelmiş ve Çinlilere kendilerini beğendirmek için, Çinlilerden beter Çincilik yapmış, direnişçileri acımasız bir şekilde öldürmüşlerdir. Mançu hanedanının 300 yıl (1644-1912) kadar uzun zaman Pekin tahtında sal­tanat sürebilmesinin başlıca sebebi, onların Çinlileşmiş olmasından ileri gelmektedir. Moğollar Çinlileşmemiş ol­dukları için, onların Pekin’deki saltanatı kısa sürmüş, 100 (1278-1368) yılı bile bulmamıştır. Moğollar, Moğol- luklarını Pekin’deki saltanatlarından daha değerli ve yüksek tutmuşlardır.

Bu iki milletin geçmişteki farklı yaşamı ve tutum­ları, onlara öyle bir farklı gelecek hazırlamış ki, bugün Mançu milleti, Mançu toprağı denilen bir şey yoktur. Fa­kat, Moğol milleti denilen Moğol kimliği ve îç Moğolistan Dış Moğolistan denilen Moğol toprağı vardır. Cengiz Han "Ulusum yaşadıkça, kendi ölümümden korkmuyorum" ("Cengiz Han Yeniden At Koşturuyor" : 29.3.1990) derken, ulusunu sürekli yaşatabilmek için, Moğol tarihinde ulusuna bitmez -tükenmez manevi güç bıraktığına inanmıştır. Şüphesiz, ulusları yaşatan, ulusların tarihindeki büyük şahsiyetler ve manevi değerlerdir.

Mançular, tarihlerinde, kendilerini ayakta tutabile­cek, Moğollar’m tarihindeki gibi büyük şahsiyetleri ve manevi değerleri olmadığı için, ister istemez Çinlileşme yoluna gitmişlerdir. Tarihinde büyük şahsiyetleri olmayan uluslar, meşru babası olmayan çocuğa benzer. Böyle çocuğa kim sahip çıkarsa, onun malı olur. Eğer dünyada, tarihi, tarihindeki büyük şahsiyetleriyle övünmeye haklı olan ulusların birisi Moğollar ise, diğeri Türklerdir. Zaten bu iki ulusun tarihi Büyük Timur dönemine kadar iç içedir

Doğu Türkistan üzerinde cereyan eden Birinci Çin İstilası’nın (1755), İkinci Çin İstilası’nın (1878) ve Üçüncü Çin İstilası’nın (1949) getirdiklerinin ve götür­düklerinin Doğu Türkistanlılar açısından hiçbir farkı olmadığı için, Mançuları Çinliler’den, Mançular’ın isti­lasını Çinliler'in istilasından ayıran farklı bir ifade kullanmayı lüzum görmedik. Bu üç Çin istilası hakkmdaki geniş açıklamamız, "

VI. BÖLÜM, A. YAKUP BEY DEVLETİ’NİN KURULUŞU VE İKİNCİ ÇİN İSTİLASI”

başlığı altındaki son bölümümüzde verilecektir.

III. BÖLÜM HÂCELERİN ORTAYA ÇIKIŞI VE YAYILIŞI A, HÂCELERİN KÖKENİ

Şiiler kendi iddialarına göre, haklı oldukları halde hak arama mücadelesini kaybettikleri için-önce Hz. Ali’ nin öldürülmesi (661) ve Kerbela olayı (680), sonradan Ali’nin evladı sayılan Yahya b. Zeyd’in Horasan’da isyan ettiği için 745 yılında öldürülmesi (Barthold 1990 : 209)-onlarda Allah’a muhtaç olma duyguları daha çok alev­lenmiş görünmektedir. Böylece tasavvuf, Allah’a daha çok yaklaşmanın, onun yardımına sığınmanın, acıları dindirme­nin bir düşünce tarzı olarak önce Şiiliğin bulunduğu böl­gelerde gelişmiştir.

Horasan’ın İran geleneklerini daima muhafaza eden bir muhit halinde kalması ve bu geleneğin tasavvuf cere- (2) yanları ile ahenk teşkil ederek sufilere uygun ortam hazırlaması, tasavvufun artık merkezi olan Horasan’dan daha içerlere, Maveraünnehir’e ve Türkistan’a kadar nüfuz etmesine yol açar. Zaten Türkler İslamiyet’in birçok un­surlarını doğrudan doğruya Araplar’dan değil, Acemler aracılığıyla almışlardır. İslam medeniyeti Türklere^ İran kültürünün merkezi olan Horasan yoluyla Maveraünne­hir’ den geçerek gelir (Köprülü 1966 î 16). Böylece Herat, Nişapur, Merv 9. 10. 11. yüzyıllarda nasıl büyük sufiler ile dolup taştı ise, 10. yüzyıldan itibaren Buhara, Semerkant, Fergane de büyük şeyhlere mekan vazifesini görür. Bu suretle Türkler arasında kuvvetlenen tasavvuf cereyanına Muhammed Maşuk al-Tusi ve Amir Ali Abu gibi Türkler de bayraklık etmeye başlar. Halk çekici bu derviş

(1)   Horasan, ”doğan güneş ülkesi” anlamında olup, İran’da bölge ve eski eyalet. İran yaylasının en doğu kısmın­da Sovyet Türkmenistan’ı ile Afganistan sınırında uzanır.

(2)  Sufi, tasavvuf felsefesini benimseyen kimse. ve şeyhlere karşı fazla ilgi gösterir, onları samimiyet ve sevgiyle karşılar. Bu suretle yalnız şehir­lerde değil, köylerde göçebeler arasında bile sufilerin kerametleri, menkibeleri dilden dile dolaşır. Halk ara­sında kuvvetli kanaatlarm kuruluşuna sebep olur. Çöçebe Türkler arasında cennet ve cehennemden bahseden dervişler ozanlara bezetilerek hararetle kabul edilir. Bunlara ata, bab unvanı verilir (Kufralı Doktora Tezi : 27-28).

İşte o zamanlar, şimdiki Taşkent şehrinin yanındaki Sayram kasabasında dünyaya gelen, ünlü şeyh İbrahim'in

(2)

oğlu Ahmet Yesevi, Yesi’ye' gelerek burada Arslan Baba'nın sevgisine nail olur. Fakat bu zatın az sonra ölümü (3) üzerine Buhara*ya giderek, burada Yusuf al-Hamadani ile karşılaşır (Kufralı Doktora Tezi : 29)

(1)  Köprülü (1966 : 49)’ye göre ve ondan istifade eden Kufralı (Doktora Tezi î 28)’ya göre, Ahmet Yesevi’nin doğduğu bu Sayram kasabası, Doğu Türkistan’ın Aksu şehri yanındaki Sayram*dır. Fakat, bu isim benzerli­ğinden ortaya çıkmış bir yanlışlıktır. Taşkent yakı­nındaki Ahmet Yesevi’nin doğduğu Sayram ile Aksu ya­kınındaki Sayram hakkında Doğu Türkistanlı tarihçi Musa Sayrami (1836-1917) şu bilgiyi vermektedir î Kalmuklar*m 1670-1755 yılları arasındaki istilası döneminde, Taşkent yakınında bulunan Sayram kasaba­sından 60 aile doğuya zorla göç ettirilmiştir. Bu göçmenler geldikleri yere nisbetle Sayrami olarak adlandırılıp, yeni yerleştikleri yere de Sayram adı verilmiştir. îşte bu yeni Sayram, Aksu yakınındaki Sayram*dır. Musa Sayrami buralıdır. Musa Sayrami dedelerinin Taşkent yakınındaki Sayram*dan geldiğini yazmaktadır (Sayrami 1986 : 590-592).

(2)  Yesi-bugünkü adıyla Türkistan-şehri, Türk menkibesine adı karışmış ünlü bir yerdir. Bilhassa, Hâce Ahmet’in bu şehre nisbetle Yesevi lakabını alması, Türk ale­mindeki tarihi önemini bir kat daha arttırmıştır (Köprülü 1966 : 51).

(3)  Kamadan, batı İran’ın başlıca ticaret merkezi. Kama­dan! buralıdır, yani Acem'dir.

Hamadani 1049/1050-1140 yılları arasında yaşamış olup, 1067/68 yılından sonra Bağdat'a gelir ve orada Şeyh Ebu İshak Şirazi’ye rastlar. Az zamanda arkadaşlarından ileri giderek, üstadının takdirini kazanır. Buhara, Berat ve Merv’de bulunur. Kendisinin mezarı Kerv’dedir (Köprülü 1966 î 52-56). Türkistan’daki hâcelerin manevi atası, iş­te bu Yusuf al-Hamadani’dir. Onun ünlü dört halefi vardır : Hâce Abd Allah-i Barraki, Hâce Hasan-i Andaki, Hâce Ahmet Yesevi, Hâce Abd al-Halik Gucduvani (Kufralı Dokto­ra Tezi : 19). Kendisine Hâce unvanı verilen Yusuf al- Hamadani ’nin manevi feyzi halefleri tarafından bir silsi­le ile peygambere kadar çıkarılır (Kufralı Doktora Tezi : 22).

Hâce Ahmet Yesevi, halifeliği Hâce Abd al-Halik Guc- duvani’ye (ölümü 1179 veya 1189) bırakarak Buhara’dan doğru Türkistan’a (Yesi’ye) döner ve burada 1166/67 yı­lında vefat eder (Köprülü 1966 : 59). Ahmet Yesevi’nin Buhara’dan Yesi’ye kendi memleketine geri dönmesi elbette bir rastlantı değildir. 0, dışarıdan gelen Fars veya Arap kökenli hâceler ile anlaşamamıştır. "Din ile devleti ayrı iki şey bilen Türk şeyhleri hâcelerin dünyevi işlere ka­rışmasını kötü görürlerdi" diyor Togan (1981 : 196). Yeseviliğin Anadolu’daki temsilcisi Hacı Bektaş Veli’dir (Kufralı Doktora Tezi : 37).

Ahmet Yesevi’nin Türkistan’a çekilmesi üzerine Yusuf al-Hamadani’nin makamına geçen Hâce Abd al-Halik Gucduva- ni, fazla halife yetiştirmek suretiyle tarikatın gelişme sahasını Buhara, Maveraünnehir ve Horasan’a doğru geniş­letmeye muvaffak olur. Abd al-Halik*in babası Gucduvan’ da^) yerleşmiş MalatyalI Abd al-Calil-i İmam adında bir

(1) Gucduvan, Buhara’ya 6 fersah mesafededir (Kufralı Doktora Tezi : 42). Fersah, Arapça 5 km yakın bir ölçü biriminin adıdır.

zatmış. Annesi de Rum melikleri neslinden gelmektedir. Gucduvan’da İmam Sadr al-Din namında birisinden tahsilini ikmal eden, Abd al-Halik, batini ilme karşı olan meyi ve sevgisinin tesiri ile arayış içinde iken, Yusuf al-Hama- dani’nin Buhara*ya geldiğini duyar ve oraya gider. Guc- duvani’nin şöhreti yalnız bu sahada değil hacca giden müritlerinin propagandası ile Arap memleketlerine ve Şam’a kadar yayılır (Kufralı Doktora Tezi : 42).

Gucduvani’den sonra gelen hâcelerden Azizan Ali-i Ramitani ("L(ölümü 1315) ünlüdür. Azizan’m dördüncü (2) halifesi olan Hâce Muhammed Baba Sammasi faaliyetlerini bilhassa Buhara’da kuvvetlendirerek, tarikatın Horasan, Afganistan ve nihayet Hindistan’a doğru yayılmasına yol açacaktır. Hâce Muhammed Baba Sammasi'nin haleflerinden Seyyid Amir-i Kulal^) (ölümü 1370), Bahaüddin Nakşiben­di’yi yetiştirmesi ve Sammasi ile Bahaüddin arasında va­sıta olarak bilinmesi itibarıyla mevkii önemlidir. Amir- i Kulal gençliğinde güreş ile meşgul iken, Hâce Muhammed Baha’nın gayretiyle tasavvuf yoluna giderek Baha’ya 20 yıl hizmet etmiştir (Kufralı Doktora Tezi : 45-47),

Kulal’ın haleflerinin en ileri geleni tarikata esas simasını veren Muhammed Bahaüddin Nakşibendi’dir. Hâce Bahaüddin Nakşibendi ünvaniyle ünlü olan Muhammed b. Muhammed al-Buhari’ye (1318-1389) Büyük Timur’un göster­diği ilgi, Hâce Ahmet Yesevi’ye gösterdiği ilgiye nisbet-

(1)   Ramitan, Buhara’ya 2 fersah yakın kasaba (Kufralı Doktora Tezi : 45).

(2)   Sammas, Buhara’ya 2 fersah yakın kasaba (Kufralı Doktora Tezi : 46).

(3)   Amir-i Kulal, hayatını çömlekçilik ile kazandığı için Kulal veya Çömlekçi ifadesi ona lakan olmuştur (Kufralı Doktora Tezi : 47).

le siliktir (Kufralı Doktora Tezi : 50). Timur’un Bahaüd­din Nakşibendî’yi sevmemesi elbette normaldir, Timur’u öldürmek için 1571’de tertip edilen suikasta birkaç beyle beraber din adamları da katılmıştır. 0 dönemin din adam­ları tamamen Bahaüddin Nakşibendî’nin tarikatına bağlıdır. Fakat Timur, bu suikastçılara oldukça yumuşak davranmış­tır (Barthold 1950 : 17-18).

Kasr-ı Arifan’da dünyaya gelen Bahaüddin Nakşibendî daha üç günlük iken, Muhammed Baba Sammasî tarafından Amir-i Kulal’a havale edilir. Onsekiz yaşında Sammas’a giderek Muhammed Baha’dan feyz alan Bahaüddin, bu zatın vefatı üzerine Semerkant’a giderek oranın ünlü sufi ve dervişleriyle görüştükten sonra, tekrar Kasr-ı Arifan’a döner. Bu esnada oraya gelen Amir-i Kulal, Bahaüddin’i manevî terbiyesine alır, Bahaüddin Nakşibendî manevî şah­siyeti geliştikten sonra, iki defa hacca gitmek suretiyle İslam aleminin ünlü şahsiyetlerini tanımak ve onlara ken­disini tanıtmak fırsatını elde eder. 0, ikinci defasında Hâce Muhammed-i Parsa’yı beraberinde götürür. Horasan’a geldiklerinde Hâce Parsa’yı diğer eshabı ile birlikte Nişapur’a gönderir. Kendisi Buhara’ya yerleşir ve ölümüne kadar orada kalır (Kufralı Doktora Tezi : 51-53).

Bahaüddin’in babasının ve müritlerinden birinin me­zarının da aynı mahalde olduğu bilinmektedir. Halk için ziyaretgah olan Buhara’daki bu türbe, aynı zamanda, Buha­ra emirleri için de mukaddes bir ocak olmuştur. Şu kadar ki, her emir Buhara’yı terketmeden evvel ve Buhara’ya döndüğü zaman, ilk önce Bahaüddin’in mezarını ziyarete koşar. Bahaüddin’in taraftarları bu türbeyi kabeye eşit tutma arzusunda bulunurlar (Caf.eroğlu 1936 î 361).

Bahaüddin Nakşibendî’nin birinci derecedeki halefle­ri : Hâce Muhammed-i Parsa ile Hâce’nin damadı Ala al-Din -i Attan’dır. Hâce Muhammed-i Parsa (ölümü 1418) ikinci defa hacca gider. Mekke'de hastalanır, Medine’ye götürü­lür ve orada ölür. Ala al-Din-i Attar (ölümü 1399) Hâce Bahaüddin’in makamına geçen ve devrinin Nakşibendî Tari­katının yegane mürşidi olarak tanınan zat, işte bu zat­tır. Aslen Harizmli olan bu zat, Buhara*ya tahsile gelir ve sonradan Bahaüddin’e damat olur. Ala al-Din-i Attar’ın oğlu Hâce Hasan-i Attar (ölümü 1422) babasının tarikatını devam ettirir (Kufralı Doktora Tezi : 58-59).

Hâce Bahaüddin’in vefatı esnasında Bedahşan’da bulu­nan Hâce Yakup-i Çarhi, Ala al-Din-i Attar’ın daveti üze­rine Buhara*ya gelir ve 1446 yılındaki ölümüne kadar ir- şad vazifesini devam ettirir. Nizam al-Din-i Hamuş, hem Bahaüddin Nakşibendi’den hem de Ala al-Din-i Attar’dan terbiye alır. Sad al-Din-i Kaşgari(ölümü 1456) Nizam al- Din-i Hamuş‘un makamına ulaşarak, Nakşibendîliğin irşad merkezini Herat’a nakletmek suretiyle, bu şehrin medeni­yet alemine sunduğu sanat zirvesine mistik bir renk ka­tar. 0, Hicaz’a da gitmiş ve tam bir mürşid olarak tari­kat sahasında göründüğü zaman, etrafında güzide bilginler ile şeyhlerden müteşekkil bir zümre olur. Herat, manen tamamiyle kendisine bağlanır. Sultan Ebu Sait Mirza’nın son derece yakını bulunan bu zat, zaman zaman Mirza’nın tahtına oturup kendisine mesnevi okur. Sad al-Din-i Kaş- garî’nin halefi Abd al-Rahman-i Cami olup (ölümü 1492), o Timurlular döneminin ünlü hâcesı Ubeydullah Ahrar’ı ... kendisine sohbet şeyhi yapar (Kufralı Doktora Tezi : 65- 66).

B. HÂCE UBEYDULLAH AHRAR VE MUHİTÎ

Yakup-i Çarhi’nin en büyük halefi olan Hâce Ahrar Taşkendî’nin (1404-1490) baba ciheti aslen Bağdatlı olup, Taşkent’e gelip yerleşir (Kufralı Doktora Tezi : 68), Hâce Ahrar’m kendisi dağlı Tacikler’den olup, en yakın taraftarları arasında Türk yoktur (Barthold 1927 î 210), Hâce Ahrar gençliğinde Semerkant ve Herat’ta da bulunur, Çevresini genişletir ve 1451’de Taşkent’e geri döner (Kufralı Doktora Tezi : 71), Hâce Ahrar’m iki oğlu var­dır : Hâceka Muhammed ve Hâce Muhammed Yahya (Kufralı Doktora Tezi î 75). Şaybak Han’ın Semerkant’ı işgali üze­rine Hâcegan Muhammed Ahsi’ye gidip, orada vefat eder. Hâce Muhammed Yahya ise, ağabeyine nisbeten babası gibi siyasi olaylara daha çok karıştığı için, Babur’a da yakınlığından dolayı iki oğlu ile beraber Şaybak Han ta­rafından öldürülür. Hâce Ahrar’m yerine, Hâce Muhammed Yahya’dan sonra, Hâceka Muhammed’in oğlu Hâce Abd al-Hakk geçer (Kufralı Doktora Tezi : 78).

Hâce Ahrar’ın ünlü halifesi Abdullah İlahi Simavi (ölümü 1490) tahsile başladığı zaman, İstanbul’a gelerek, Zeyrek Medresesi’nde yerleşir. Nakşibendilik İstanbul’a tam bir tarikat halinde işte bu zat aracılığı ile girer (Kufralı 1948 î 131). Hâce Ahrar’m torunu Abdal-Hadi, hükümdar Bayezid II ile görüşür. Seyyid Ahmed-i Buhari, Nakşibendiliğin esaslı bir şekilde İstanbul’da yerleşme­sini temin için, Bayezid Il’nin Nakşibendiliğe olan ilgi­sinden yararlanır. Seyyid Ahmed-i Buhari vefat ettiği sı­ralarda (1515) onun halefleri tarikatı Bursa’da yaymaya başlar (Kufralı 1948 : 137, 138). Böylece Nakşibendi şeyhleri İstanbul’dan sonra Bursa’da da toplanırlar. Bunların arasında al-Şeyh Muhammed al-Buhari (ölümü 1591) gibi, Murad III zamanında gelerek Silistre’de yerleşmek suretiyle o yörede oldukça geniş bir ün kazanan ve halk arasında kerametleri rivayet edilen, şeyhler de vardır (Kufralı 1948 î 147).

Nakşibendiliğin propagandasını yapan ünlü hâcelerden biri de Mevlane Muhammed Kazi’dir. 0, bilim arayışı için­de iken, Hâce Ahrar ile görüşür ve bir müddet onun mutfak hizmetinde bulunur. Bu hizmetinden dolayı, Hâce Ahrar ona Mevlane (efendimiz) lakabını verir. Mevlane Muhammed Kazi sonradan, Timur’un dördüncü kuşaktan torunu Miranşah Ko­lundan Sultan Mahmut Mirza’nın manevi lideri olur (Dugh- lat 1972 : 212, 213). «Salsalat U1 Arifin” (Bilginlerrin Sesi) Mevlane Muhammed Kazi’nin eseri olup, o 1516 yılın­da Taşkent’te ölür (Dughlat 1972 : 342).

Babur, büyük şahsiyeti ile her ne kadar büyük atası Timur’a benzese bile, onu Timur’dan ayıran farklar da kü­çümsenemez. Bu fark onun duygusallığındadır. Bu yüzden o, bir dereceye kadar hâcelerin koyu etkisinde kalır. Onun Şiiliğe-belki çaresiz-yakınlık göstermesi de boşuna değildir. Babur’un Türkistan’da tutunamamasının esas se­beplerinden biri, işte onun bu özelliğinde yatmaktadır.

Hâce Ahrar öldüğünde (1490) Babur 7 yaşındaki çocuk­tur. Babur’un babası Ömer Şeyh, Hâce Ahrar’m müridi olur Hâce Ahrar ona "oğlum” der (Babur 1987 s 6). Babur’un düşmanları tarafından asılarak öldürülen (Babur 1987 î 56), Hâce Ahrar’m müridi olan Hâce Mevlane Kadı, Babur’ un üstadı ve piri olur (Babur 1987 : 487, 488). Babur’un huzurunda itibar görmüş Mir Derviş Muhammed Sarban, Hâce Ahrar’m iyi müritlerinden olur (Babur 1987 : 436). Hâce Ahrar’m müritlerinin etkisinden dolayı, Hâce Ahrar’a bağlı kalan Babur, Hâce Ahrar’m tertip ettiği "Velidiye” adlı bir risaleyi nazma çevirir ve ayrıca bir Kur’an ya­zıp, onu Mekke’ye gönderir (Bayur 1987b : 0136). Hâce Ahrar’ı rüyamda gördüm, o beni kaldırdı, böylece şu bir­kaç gün içinde Semerkant’ı aldım, diye, Babur rüyasında bile Hâce Ahrar ile uğraştığını gizlememektedir (Babur 1987 î 87). Aşağıdaki rubaiyi Babur’undur : »Dervişler ile hiç bir akrabalığım olmamakla beraber, onlara can ve gönülden bağlıyım; şahlık ile dervişliğin birbirinden uzak olduğunu söyleme; şahım, fakat dervişlerin bendesiyim" (Babur 1987 : 435).

Babur’un Hâce Ahrar’m oğullarına, mürid ve halefle­rine bağlılığı, kendisinden sonraki Hindistan hükümdarla­rında da görülür^[2]). Aslen Kabilli olan Baki Billah-i Ka­bili (ölümü 1605) Semerkant’a gelerek, oradaki Nakşiben­di pirleri ile görüştükten sonra, Hindistan’a gider ve orada yerleşip tarikatın faaliyetine girişir. Hindistan’a Nakşibendîlik onun aracılığı ile girer. Baki Billah-i Ka­bili' den sonra, onun yerine imam-ı Rabbani Müceddi al-Alf al-Sani Ahine d al-Faruki al-Sihrindi (1563-1624) çıkar. Hindistan'da Nakşibendîlik bu zatın çabasıyla doruğuna ulaşır. Bu zatın nesebi 28 vasıta ile Hazret-i Omar al- Faruk'a ulaştırılır (Kufralı Doktora Tezi : 82-84).

Hâce Abrar'm torunu olan Hâce Havand Mahmud veya Hazrat Mahdumi Nura da denilen zat, Irak, Şiraz, Rum, Mısır ve oradan Mekke'ye giderek hac görevini yerine ge­tirir. Geri dönerken, Cidda’dan yola çıkarak, Hindistan üzerinden Kabil'e gelir, Babur'u ziyaret eder. Babur Semerkant'ı geri alınca, Hâce Nura da Semerkant'a gider ve orada 1524'e kadar kalır. Sonradan Seidiye Hanlığı'na gelir, Kaşgar'da 2 yıl, Turfan'da 3 yıl kalır. Bu seye- batlar Mahdumi Nura’nın 23 yılını alır. Bu zat Kaşgar’da iken, Seidiye Hanlığı’nın kurucusu Seyit Han, ona mürid olur (Dughlat 1972 î 395-397)» îşte bu zatın oğlu Hâce Muin, Hindistan'da padişah Ekber'i ziyaret eder (Bayur 1987a : 83).

HÎNDÎSTAN PADİŞAHI EKBER'İNDÎN VE HÂCELERE .BAKIŞI

Din ve hâcelerı doğru anlayan ve onlara karşı devrim girişiminde bulunan ilk Türk padişahı Ekber’dir. 0, "Alla­ha tapmak iddiasında bulunanların ekserisi kendi emelle­rine taparlar" (Bayur 1938 : 147) diyerek, hâcelerin kim­liğini net bir şekilde açıklar. Ekber'in amacı, dinî te­mellere dayananan ve dolaysıyla türlü dinlerden, onlar için başka başka olan birçok kanunlar yerine, herkesçe uyulması gereken ve dinî esaslardan ayrılan laik özde ka­nunlar yapıp, halk arasında eşitliği sağlamaktır (Bayur 1987a î 75-76). "Ekber, büyük babası Babur ve yedinci göbekten atası Büyük Timur gibi, Türklüğün yetiştirdiği en yüksek uzkişiler arasında yer almaktadır" (Bayur 1987a s 159). Nakşibendî';şeyhleri Timurlular'm yaşattığı Türk devlet sistemi ile üluğ Bey'in temsil ettiği müsbet bi­limlerin ve Baysungur'un temsil ettiği güzel sanatların düşmanı olurlar (Togan 1970 5 578). Ekber bu tarihi ger­çeği anlar. Burada Misyonerlerin Ekber hakkmdaki bir yazısını sunuyoruz î

•'İmparator (Ekber) bir Müslüman değildir ve her inan şekli hakkında şüphelidir  kuvvetle iddia ediyor ki, Al­lah tarafından teşbit edilmiş bir inan şekli yoktur. Zira bunların her birinde akıl ve mantığına mugayir bir şey buluyor ve öyle zannediyor ki, akıl ve mantık her şeyi kavrayabilir. Mamafih bazı zamanlar hiçbir inan İncil ka­dar üzerinde tesir bırakmadığını kabul ediyor ve bir ada­mın bunu hakiki ve diğer inanlara faik addedecek kadar ileri gittiği vakit onu kabule hazır olduğunu söylüyor. Sarayda bazıları o bir putperesttir ve güneşe tapar, di­ğerleri Hıristiyandır, daha başkaları yeni bir din kurmak niyetindedir, diyorlar. Halk içinde de imparator hakkında muhtelif fikirler vardır î Bazıları onu Hıristiyan, bazı­ları putperest ve bazıları Müslüman addediyorlar. Mamafih en akıllıları onun ne Hıristiyan, ne putperest, ne de Müslüman olduğunu iddia ediyorlar ve işin en doğrusunun bu olduğuna kanidirler; veya zannediyorlar ki, o halkın teveccühünü kazanmak için zahiren her dine uyan bir Müs- lümandır" (Bayur 1938 î 160).

Ekber1in bu düşünce ve tutumuna karşı her yerde is­yanlar çıkar. Delhi’nin doğusunda önemli bir merkez olan Compur’a gönderilen kadılar kadısı, makamına oturur otur­maz Ekber’e karşı isyanın farz olduğuna dair fetva verir. İsyan çıkar, fakat bastırılır. Ulemaların kışkırtması ile 1580 yılının sonlarında, Ekber’in küçük kardeşi ve Kabil’ in bağımsız hükümdarı olan Mehmed isyan eder. Ulema Meh­met’in büyük destekçisi olur ve dinin kurtarılması bekle­nir. Derhal birçok yerde hutbe onun adına okunmaya baş­lar. Fakat, Ekber galip gelir ve olayı yatıştırır. Karde­şini kısmen şefkat ve kısmen de Türkistan’a, Özbekler’e kaçmaması için affeder. Bu zaferden sonra Ekber birçok yerlerde kadıları değiştirir ve yenilerini, hâcelerı iyi­ce bakıp gözetebilecek insanlardan seçer (Bayur 1938 : 161).

Yeni din çıkardığı iddia edilerek, Ekber’i tenkit eden, Turan hükümdarı Özbek Abdullah Han’a, 1586 yılında verdiği şu cevap dikkate değerdir : "Allah için dediler ki, bir oğlu oldu, peygamber için bazıları dediler ki, sihir yapıcıdır. Ne Allah, ne peygamber insanların ifti­ralarından kurtulabildi. Ben nasıl kurtulabilirim" (Bayur 1958 : 16?).

Ekber’in ortaya koyduğu yeniliklerden bazı örnekler şunlardır  

1.  Bir kadından fazla evlilik yasaklanır.

2.  Akraba evliliği yasaklanır.

3.   Herkesin beğendiği dine girmesine ve her din mensuple- rinin istedikleri gibi ibadet evi yaptırmalarına izin verilir.

4.  Eğitimde ahlak ve ilme önem verilir.

5.  Faizle borç nara verilmesine müsaade edilir.

6.   Şarap satma ve içmeye müsaade edilir (Bayur 1958 : 177, 178, 179).

D. KUÇAR VE KAŞGAR HÂCELERI

Altışehir, 16. yüzyıldaki dünya deniz ticaret yolla­rının açılmasıyla beraber, denizlerden uzak kapalı coğra­fi konumunun etkisi altında, Türk dünyasının en geri kal­mış bir bölgesi haline gelir. İşte bu yüzden hâcelerin da en çok nüfuz ettiği bölge, burası olur.

Kuçar Hâcelerı’nın atalarına ait bilgiyi, "Tarih-i Reşidi"nin yazarı Mirza Haydar Duğlat’m kendi çağdaşı olan Mevlane Hâce Ahmed’den duyduğu hikayeden özet olarak alıyoruz :

Cengiz Han Buhara’yı Şubat 1220’de işgal ederken (Grousset 1980 : 234), Buhara’daki son mücahitlerden yaş­lı Hafız-üd-Din öldürülür, onun kardeşi Mevlane Şüca-üd- Din Mahmud Karakurum’a sürgün edilir. Karakurum’daki bir felaket sebebi, Mevlane Şüca-üd-Din Mahmud’un oğulları Karakurum’dan kaçıp, Turfan ile Hoten arasındaki

(1) Howorth (1876 : 78)’a göre, Cengiz Han’ın Buhara şeh­rinin önünde göründüğü tarih 19.8.1219’dur.

Lub Katek^) şehrine gelip yerleşirler. Buraya gelenlerin en sonuncusu olan Şeyh Cemal-üd-Din, Lub Katek’te cereyan ? 2) eden kum afetinden' kaçıp Aksu şehrine gelir ve orada Aksu civarındaki Ayköl (Bayköl) denilen yerde, Cengiz Han’ın yedinci kuşaktan torunu Tugluk Timur (1329-1365) ile karşılaşır. Onu Müslümanlığa davet eder. Fakat, Cemal-üd-Din’in ölümü ile bu girişim gerçekleşemez. Din yayma işini babasından devralan Arşad-al-Din, Tugluk Ti­mur’u İli’de (bugünkü Çulca) bulup, ona 160 000 kişilik Türk-Moğol ordusu ile Müslümanlığı kabul ettirir (Dughlat 1972 : 5-15).

Arşad-al-Din bu görevi yerine getirdikten sonra, Tugluk Timur’un ona hediye olarak verdiği Kuçar şehrinin İçirik (İç kanal) denilen yerine gelip yerleşir. Arşad- al-Din’ in buradaki mezarı ”Ulug Molla" (Ulu Molla) adıyla ünlüdür (Sayrami 1986 : 189-190). Kaşgar Hâcelerı’na ve sonradan Yakup Bey*e karşı çıkacak olan Kuçar Hâcelerı, işte bu Arşad-al-Din’in soyundan gelmektedir. Son Kuçar Hâcesı olan Raşidin, Yakup Bey Kuçar’ı ele geçirirken öldürülür (Korupatkin 1984 î 266). Sayrami (1986 : 190)’ ye göre, Raşidin, Arşad-al-Din’in soyundan gelen Nizamid- din Şeyh Hâce’nin üçüncü oğludur. Arşad-al-Din’in soyuna mensup Kuçar Hâcelerı’nın en ünlüsü Hâce Tac-üd-Din olup,

(1)   Katek, aslında "kötek" kelimesinin bozulmuş şekli olup, "kütük", ağacın kütüğü ifadesiyle, Lub’un harap olmuş şehri anlamını vermektedir (Masami 1978 : 81).

Baytur (1986 : 270)’a göre, bu şehrin adı ‘ "ketik" (gedik), yani şehir kalesinin gedik olmasın­dan gelir. Fakat bu yorum doğru değildir. Çünkü, harap olan bir şehir için "gedik" ifadesi kafi gelmi­yor.

(2)   Turfan ile Hoten arasındaki Taklamakan Çölü’nün adı "tekti mekan" (aslı mekan) sözcüklerinden türemiştir. Bu çölde kum altında kalan şehir kalıntıları günümüz­de bile görülmektedir.

Kuçar Hâcelerı’nın Nakşibendi Hâcelerı ile olan bağı, onun aracılığı ile kurulacaktır. 0 gençliğinde okumak için Maveraünnehir’e gider ve orada Hâce Abrar’a mürid olarak hizmetini yapar (Masami 1978 : 85).

Hâce Tac-üd-Din Turfan’a, kendi memleketine döndüğü sıralarda, Hâce Ahrar’ın torunu Hâce Muhammed Yusuf (Hâce Nura’nın küçük kardeşi) Kaşgar’a Seyit Han’ın yanma ge­lir. İşte o zaman Tac-üd-Din, Hâce Muhammed Yusuf’u ziya­ret etmek için Kaşgar’a Kelir (Dughlat 1972 : 372). Ta­rihçi Mirza Haydar Duğlat’a bilgi veren hâcelerin biri bu Hâce Tac-üd-Din’dir. Onun özgeçmişine ait aşağıdaki bil­giler yine ”Tarih-i Heşidi”de ve Çin kaynaklarında kayde­dilmiştir :

Hâce Ahrar, Tac-üd-Din’i Turfan'a geri gönderirken, ona henüz tam İslâmlaşmamış Tarim Bölgesi’nin İslamlaştı- rılması gerektiğini söyler. Tac-üd-Din Turfan’a döndükten sonra, Ahmet Alça Han ve onun oğlu Mansur Han’a 50 yıl refakat eder. Bu iki han onun müridi olur. 1524 yılında Mansur Han, 20 000 kişilik askeri birlik ile Sucu’yu ku­şatıp Çin’e karşı cihat savaşı yaparken, Hâce Tac-üd-Din 70 yaşının üstünde olmasına rağmen bu savaşa katılır ve Mansur Han’ın gözleri önünde şehit düşer. 0, zamanının en büyük zengini olup, yoksullara dağıttığı serveti ile de ün kazanmış bir hâcedır (Masami 1978 î 86-87).

Kuçar Hâcelerı’nın atası Arşidin (Arşad-al-Din) öl­dükten sonra, onun dini görevini büyük oğlu Obul Pettah ve torunu Fahridin ardarda üstlenir. Duğlat Bey’i Abube- kir’in Altışehir’deki saltanatı (1478-1514), Fahridin’in Kuçar Hâcelerı’na varislik ettiği zamana rastlar. ”Tez- kirat-al İrşad”dan aldığımız bilgilere göre, Abubekir Altışehir’de tutunabilmek için, kendisinin Hâce Ahrar’ın emriyle geldiğini söyler. Fakat, Yarkent halkı "burası Ahrar’ın toprağı değil, Hâce Fahridin’in toprağıdır" der­ler (LÎU 1988 : 801-802). Bu demektir ki, Kuçar Hâcelerı1 nm nüfuzu yalnız Kuçar ve Aksu yöresi (Taklamakan Çölü’ nün kuzey yöresi) ile sınırlı kalmamış, Kaşgar ve Yarkent şehirleri de (Taklamakan Çölü’nün güney yöresi) Kuçar Hâcelerı’ nın nüfuzu altına girmiştir. Yalnız Abubekir değil Seyit Han da Seidiye Hanlığı’nı kurarken, gücünü kuzeyde­ki köklü Kuçar Hâcelerı’ndan alan hâcelerin tepkisi ile karşılaşır. Yarkent Hanlığı’na sonradan gelen hâcelerin Seyit Han ve onun evlatları tarafından hoş karşılanması, onları Kuçar Hâcelerı*nın tepkisine karşı kullanma istek­lerinden ileri gelmektedir. Yeni kurulan Seidiye Hanlığı’ nın bir manevi desteğe ihtiyacı vardır. Bu manevi destek, Cengiz ve Timur’un bıraktığı milli değerler, gelenekler olmadığına göre-Seidiye Hanlığı’nın hanları gittikçe mil­li değer ve geleneklerden uzaklaşarak, tasavvufun etki­sinde kalacaktır-şüphesiz dini değerler ve gelenekler olacaktır. Dini değerlerin sahipleri ise hâcelerdır. Abdureşit Han, Hâce Muhammed Şerif Büzrükvar’ı Yarkent Hanlığı’na davet eder. Büzrükvar Yarkent Hanlığı’ndaki itibarını yükseltmek için, Artuş’taki Sultan Satuk Buğra Han’ın mezarında yedi yıl şeyhlik yapar. Abdureşit Han mürid olarak onu her zaman ziyaret eder. Böylece Seidiye Hanlığı’nda Kaşgar Hâcelerı’nın oluşmasına ve yerleşmesi­ne esas hazırlanır (LİU 1988 î 805).

Seyit Han’ın girişimi ile 1514 yılında Yarkent’te Seidiye Hanlığı kurulunca, Maveraünnehir*den etrafa ya­yılan hâceler, Kaşgar ve Yarkent’e de gelmeye başlar. 0 zamanlar, yani Türkistan Türklüğü’nün ağır, bir şekilde sarsılmasından sonra, Türk hükümdarlarında, hâcelerin manevi liderliğine sığınma, onlara mürid olma gibi bir tutum, genel bir olay olarak Türk tarihinde karşımıza çıkmaktadır (Dughlat 1972 : 213). Bu durum, deprem sıra­sında ne yapacağını bilemeden şaşıran ve depremin sırını da bilemeyen zavallı insanların halini hatırlatmaktadır. Seidiye Hanlığı, kuruluşundan başlayarak hâcelerin etki­sine meyilli olmuştur. Seyit Han içkiyi bıraktıktan son­ra, sofiliğe ve tarikata ait kitapları okumaya koyulur. Okuduğu kitapların etkisinde kalarak, bir müddet vaktini yalnızlığa çekilerek tasavvuf düşüncelerine dalmakla geçi­rir. Hatta tahttan vaz geçmeye niyet eder. Bu arada, Hâce Ahrar’m torunu, Seyit Han’ın piri olan Mahdumi Nura’nın küçük kardeşi Hâce Muhammed Yusuf, Semerkant'tan Kaşgar’a gelir. Seyit Han, Hâce’yı karşılarken, kendisinin derviş olma niyetini ona söyler. Fakat, Hâce ona, "Dervişlik an­cak, devletindeki tahtın varlığı ile var olacaktır" diye­rek, onu bu'niyetinden caydırır (Dughlat 1972 : 370-572).

Büzrükvar ile 1555/56 yılında Yarkent Hanlığı’na gelen Kaşgar Hâcelerı’nın atası sayılan Mahdum! Azem ve onun oğulları hakkında 1012/1603 yılında yazılmış, Molla Evez adlı kişinin "Tezkire-! Mahdum! Azem ve Hâce îshak Veli" adlı elyazmasında aşağıdaki bilgiler verilmekte­dir s

"Mahdum! Azem’in dört karısı vardır. Büyük karısı Kasan vilayeti hâcelerinin evlatlarından Mir Yusuf Seyit’ in kızıdır. Bu kadından dört oğul, iki kız doğmuştur. Büyük oğlu Muhammed Emin İşan Kalan namı ile ünlüdür. İkinci oğlu Hâce Dostu, üçüncü oğlu Hâce Bahavdun, dör­düncü oğlu Hâce Abduhaluk..... İkinci karısı Bibi Melike Kasan!, Kasan padişahının kızıdır. Bu kadından iki oğul, iki kız doğmuştur. Büyük oğlu Hâce Muhammed, ikinci oğlu Hâce Sultan İbrahim’dir. Üçüncü karısı Bibiçe Kaşgari, Sultan Satuk Buğra Han’ın evladıdır..... Hâce İshak Veli, Sultan Satuk Buğra Han'ın evladından olan Bibiçe Kaşgari* den doğdu" denilmektedir. Bibiçe’nin babasının adı Mevla- ne Seyit Kaşgari’dir. Mevlana Seyit Kaşgari’nin büyük kızı, Kuçar Hâcesı Arşidin'in torunu Fahridin’in karısı­dır. Yani Kaşgar Hâcelerı’nın atası olan Mahdum! Azem ile Kuçar Hâcelerı’nın atası olan Arşidin’in torunu Fahridin, bacanaktır. Fakat, bu hâceler arasında akrabalık ve inanç bağlarının derecesi ne olursa olsun, önce gelen Kuçar Hâcelerı ile sonradan gelen (yaklaşık 200 yıl aradan sonra) Kaşgar Hâcelerı arasında sürtüşmeler, menfaat çatışmala­rı olmuştur (LİU 1988 : 809-811).

Kuçar Hâcelerı’nın başlattığı Türkistan’ın. İslâmîaştırılmasını Kaşgar Hâcelerı devam ettirecektir. Türkistan Türklüğü’nü sallayan "deprem bölgesi” olan Maveraünnehir’den gelen ve tasavvuf ile silahlanmış Kaşgar Hâcelerı iddia ve eylemlerinde daha faal olacaktır. Zaman, mekan ve şartlar Kaşgar Hâcelerı* nm iddia ve eylemlerine uygun gelecektir.

Fergane vilayetinin Kasan denilen yerinde dünyaya gelen Mahdumi'nin tam adı Ahmet Binni Seyit Celaliddin Hâcegi Kasani’dir. 0 Nakşibendi tarikatının piri olduğu için ona "Mahdumi Azem" (Ulu Ustad) denilmiştir. Mahdumi Azem’in büyük dedesi Seyit Kemalüddin Macnuni’nin Mekke asıllı olduğu zikredilir, Kasani olarak da bilinen bu zat 1549 yılında 78 yaşında iken Semerkant yanındaki Dahbid köyünde ölmüştür (Hayıt 1975 ’* 15).

Hâce İshak Veli’nin oğlu Hâce Sadi, Hâce Sadi'nin oğlu Hâce Abdullah, Hâce Abdullah’ın oğlu Hâce Danyal’ dır. Hâce Danyal’ın dört oğlu vardır : Yakup Hâce (Hâce Cahan), Yusuf Hâce, Hamuş Hâce ve Abdullah Hâce. Çokan Velihanoğlu’ndan istifade eden Howorth (1876 : 6ŞO)’a göre, Hâce Danyal*m dört oğlu şöyle sıralanmaktadır î Hâce Cahan, Yusuf, Ayup ve Abdullah. Yani sıradaki üçüncü şahsın adı farklıdır. îlk sıralama "Tezkire-i Cahan"dan alındığı için onu kabul etmek daha uygundur. Hâce İshak, Yarkent Hanlığı’nın dördüncü hanı Mahmut’un tahta çıkma­sının sekizinci yılında (1599/1600) Yarkent’e gelir ve tarikatın fikirlerini yaymakla uğraşır. Aynı zamanda derviş olan Mahmut Han ona mürid olur. Hâce îshak sonra­dan doğduğu yeri Dahbid’e döner ve orada ölür.

Seidiye Hanlığı’na Abdullah Han döneminde (1658/59- 1668) Mahdumi Azem’in büyük oğlu Hâce Kalan*ın oğlu olan Hâce Yusuf, kendi oğlu Hidayetullah ile beraber Yarkent’e gelir (LİU 1988 : 812, 815). İşte bu Abdullah Han döne­minde, Yarkent Hanlığı’na daha önce gelmiş, Mahdumi Azem* in küçük oğlu Hâce İshak’ın evlatları ile sonradan gelen Mahdumi Azem’in büyük oğlu Hâce Kalan’ ın evlatları ara- smda hana-doğrusu iktidara- sahip çıkma mücadelesi pat­lak verir. Bu mücadeleyi Hâce Kalan’m soyu kaybeder. Hâce Yusuf oğlu Hidayetullah ile beraber Kaşgar’a gider. Hâce Yusuf çok geçmeden Kaşgar’da ölür (Sayrami 1986 : 132). Sonradan Appak Hâce olarak adlandırılan Hâce Yusuf’ un oğlu Hidayetullah, Tibet Lamasının desteğiyle Kalmuk- lar’ın yardımına erişir ve rakibi İshak Hâce’nin evlatla­rını yener. Hâceler Devri’nin tipik temsilcisi olan Appak Hâce 1626 yılında Kumul’da doğmuş olun (Sayrami 1986 s 120. izah), 1690 yılında Kaşgar’da ölür (Buğra 1987 • 385). Mollaudov (1990 î 5)’a göre, Appak Hâce 1694 yılın­da ölür. ”Appak Hâce Tezkiresi"nden istifade eden Koru- patkin (1984 : 149)’e göre, Appak Hâce zehirlenerek öl­dürülür. Appak Hâce’nin Kaşgar’daki türbesi, Hâceler Devri‘nden kalma en ünlü abidedir.

Onaltmcı ve onyedinci yüzyıllarda, yani hâcelerin tam olarak nüfuz etmeye başladığı devrelerde ”hâce” sözcüğü ”seyyid" sözcüğü ile eş anlamda kullanılır (Masami 1978 : 89). Hâceler kendi itibarlarını yükseltmek için kendi şecerelerini Hz. Ali’nin oğulları olan Haşan ve Husayn aracılığı ile peygamber Muhammed’e bağlarlar.

Şu anda bu tip sahteşecerelerden elimizde dört tanesi vardır :

I.  ”Tarih-i Reşidi”nin devamı olarak 1087/1676-77 yılında yazılmış, İshak Hâce evlatlarının yani Karatag- lıklar’ın hararetli savunucusu olan Şah Mahmud Çuras'm "Tarih-i Reşidi Zeyli "sinden alınmış Kaşgar Hâcelerı’nın şeceresi :

(1) Yukarıda da bahsettiğimiz gibi, şu anda elimizde bulunan dört tane Kuçar ve Kaşgar Hâcelerı’na ait şecereler sahtedir. Hâceler çıkar ve iktidar müca­delesi verirken, taraftar ve güç toplamak amacıyla, sahte şecereler yaparak, kendilerini peygamber evladı olarak tanıtmaya çalışmışlardır.

1.   Amir Seyyid Haşan Umdani

2.   Seyyid Tabir

5.   Seyyid Haşim

4.   Seyyid Kasim

5.   Seyyid Burhan al-Din

6.   Seyyid Ala al-Din

7.   Seyyid Ziya al-Din

8.   Seyyid Aşraf al-Din

9.   Seyyid Calal al-Din

10.   Şah Burhan al-Din

11.   Mahdumi Azem

12.   Hazret-i Hâce Muhammed İshak

15.   Hazret-i Hâce Muhammed Yahya

14.   Hazret-i Hâce Muhammed Abdullah (Masami 1978 : 95) •

II.  Şah Mahmud Çuras’tan 90 yıl sonra 1182/1767-68’ de Muhammed Sadık Kaşgariy tarafından Çağatayca yazılmış ”Tezkire-i Cahan”dan alınmış Kaşgar Hâcelerı’nın şecere­si :

1.   Muhammed Mustafa

2.   Fatima Zehra

5. İmam Husayn

4.   İmam Zayn al-Abidin

5.   İmam Muhammed Bakir

6.   İmam Cafer Sadık

7.   İmam Musa Kazim

8.   İmam Ali Musa

9.   Seyyid Talih

10.   Abd al-Lah Araç

11.   Abd al-Lah Afzal

12.   übayd al-Lah

15.   Seyyid Ahmed

14.   Seyyid Muhammed

15.   Şah Husayn

16.   Şah Haşan

17.   Seyyid Calal al-Din

18.   Seyyid Kamak al-Din

19.   Burhan al-Din Kılıç

20.   Seyyid Hâce

21.   Seyyid Burhan al-Din

22.   Seyyid Calal al-Din

23.   Seyyid Hâce Ahmed

24.   Mahdum! Azem

25.   Hâce İshak Vali

26.   Hâce Şadi

27.   Hâce Abd al-Lah (Abdullah)

28.   Hâce Danyal

29.   Hâce Yakup (Masam! 1978 : 96).

III.   Hâceler hakkmdaki Çin kaynağı olan Şİ-YÜ-TÜNG- VİN-CI (Batı Bölgenin Tanıtımı)* dan alınmış Kaşgar Hâcelerı* nın şeceresi :

1.    Peygamber

2.    Ali

3.    İmam Hubayn

4.    İmam Zaynul Abidin

5.    İmam Mahmud Bakir

6.    İmam Cafer Sadık

7.    İmam Muza Kazim

8.    İmam Ali Muş! Rıza

9.    Seyyid Talib

10.   Seyyid Abdulla

11.   Seyyid Abzal

12.   Abdullah

13.   Seyyid Ahmed

14.   Seyyid Mahmud

15.   Şah Haşan

16.   Şah Husayn

17.   Seyyid Calalidin

18.   Seyyid Kamalidin

19.   Seyyid Burhan!din

20.   Mir Divan

21.   Seyyid Mahmud

22.   Seyyid Burhan!din

23.   Seyyid Calalidin

24.   Mahdum! Azem

25.   Mahmud İmin

26.   Muhammed Yusuf

27.   Hidayetullah Hâce

28.   Yahya Hâce

29.   Mahmud

30.   Burnd (Masami 1978 : 97).

IV.  Tugluk Timur Han’ın İslamiyet! kabul etmesine ait elyazması bir menkibe olan "Tezkirat al-İrşad"dan alınmış Kuçar Hâcelerı’nın şeceresi î

1.   İmam Haşan Ali al-Murtaza

2.   İmam Husayn

3.   İmam Zayn al-Abidin

4.   İmam Muhammed Bakir

5.   İmam Cafer Sadık

6.   İmam Cafer

7.   İmam Musa Kazim

8.   İmam Ali Musa Kazim

9.   Seyyid Talih

10.   Seyyid Afzal

11.   Seyyid Abd al-Lah

12.   Seyyid Muhammed

13.   Haşan

14.   Şah Husayn

15.   Seyyid Calal al-Din

16.   Seyyid Kamal al-Din

17.   Seyyid Burhan al-Din

18.   Mir Divana

19.   Muhammed Hâce

20.   Seyyid Burhan al-Din

21.   Mevlana Şuca al-Din Mahmud (Mevlana Şüca-üd-Din)

22.   Mevlana Camal al-Din (Mevlana Cemal-üd-Din)

23.   Mevlana Arşad al-Din (Masami 1978 : 98). Sayrami (1986 : 190)’ye göre, Yakup Bey tarafından öldürülen Kuçar’m son hâcesı Raşidin, Mevlana Arşad al-Din’in soyundan gelen Nizamiddin Şeyh Hâce’nin üçüncü oğludur.

24.    

Şah Mahmud Çuras’m eserindeki şecere Haşan’dan , "Tezkire-i Cahan"daki ve Şİ-YÜ-TUNG-VİN-CI’daki şecere ise Haşaya*dan başlıyor. Bu zıtlıklardan da anlaşılıyor ki, bu şecerelerin hiç biri güvenilir değildir. Daha önce de bahsettiğimiz gibi, hâceler kendi itibarlarını yük­seltmek, çıkar ve iktidar mücadelelerinde inananların desteğini elde etmek için, kendi atalarını peygamber soyuna bağlamaktadırlar#

IV. BÖLÜM

HÂCELERİN İKTİDARA GELİŞİ VE AKTAGLIKLAR- KARATAGLIKLAR MÜCADELESİ

Altışehir’in Kalmuklar tarafından istilası (1678) ile başlamış ve bütün Doğu Türkistan’ın Çin tarafından istilası (1755) ile sona ermiş 77 yıllık bu devreye Hâceler Devri adı verilmiştir. Bu devrenin tarihi Apnak Hâce’nin iktidara gelmesiyle başlar. Hâceler Devri, Cun- gar Hanlığı’nı etkileyen olaylar ve değişik hanların de­ğişik tutumları itibarıyla kendi içinde yine dört devreye bölünür :

I.   Galdan Devri (1678-1697) veya Appak Hâce ve ailesinin idaresi devri.

II.   Çivan Araptan Devri (1697-1727) veya salt Cungar idaresi devri.

III.   Galdan Şirin Devri (1727-1745) veya Karataglıklar idaresi devri.

IV.   Davaçi Devri (1745-1755) veya Çin istilası arifesi devri.

A, I. GALDAN DEVRİ (1678-1697)

Appak Hâce 1677’de Seidiye Hanlığı’nın son hanı İsmail Han tarafından kovalanınca, Keşmir yolu ile Tibet’ e geçer ve burada Budistler’in lideri Dalay Lama V ile görüşür. Ondan İsmail Han’a karşı yardım etmesini ister. Doğal olarak bu istek Dalay Lama’nın hoşuna gider. Çünkü Altışehir hükümdarları Abubekir’den başlayarak Seyit Han ve Abdullah Han’lar Tibet’e birkaç defa asker göndererek, Budizme karşı cihat yapmışlar, Budistleri ağır derecede öfkelendirmişlerdir. Artık Apnak Hâce’nin isteğiyle Bu- distler'in Müslümanlar’a karşı kısas savaşı için bir fırsat yaratılmıştır.

Dalay Lama kendi öğrencisi, Cungarlar’m hanı Gal­dan’a mektup yazarak, Appak Hâce’nin Altışehir’deki nü­fuzunun yerine getirilmesi için askeri yardım etmesini önerir. Bu öneri, Galdan’m Seidiye Hanlığı üzerinde çok­tan beri gönlünde beslediği hırslarını körükler. Şans

Galdan'ın ayağına gelmiştir, Galdan askerî faaliyete geç­mede hiç tereddüt etmez, Appak Hâce ve Cungar komutanla­rının başında bulunduğu 12 000 kişilik Cungar ordusu Mu- zart Geçidi üzerinden güneye, Yarkent'e doğru.ilerler, Cungar Hanlığı’nın en güçlü dönemine rastlayan bu askerî hareketin hedefine ulaşmasında hiç şüphe yoktur. Cun­gar ordusunun faaliyeti "Tezkire-i Cahan”da şu şekilde hikaye edilir :

"Buşuktuhan (Galdan) mektubun konusuna saygı göste­rerek, çok asker biriktirip Kaşgar'a gönderdi, Kaşgar halkı, Appak Hooa'nın Kalmuk askeri ile beraber geldiği­ni duydu, İsmail Han'ın oğlu Babak Sultan, Kalmaklar*a karşı askerî girişimlerde bulunurken şehit düştü. Kalmak­lar galip olarak Kaşgar'ı aldı ve Yarkent'e geldi, İsmail Han çok asker ile çıkıp savaştı, Yarkent Hakimi Evez Beg' e kurşun isabet etti, o şehit düştü. Han yenileceğini an­ladı, savaşsa çok insan ölecekti. Bu sebeple han kendi insanları ile şehirden çıkıp uzaklaş tı".(LİU 1988 î 818). Fakat, İsmail Han uzaklaşamaz, yakalanır ve ailesi ile beraber İli'ye götürülür.

Bu işgalden sonra, 1678'de Appak Hâce bütün Altışe- hir tahtına han tayin edilir. Appak Hâce’nin büyük oğlu Yahya Hâce Kaşgar'a hakim olarak gönderilir. Appak Hâce' nın padişah olduktan sonra yaptığı işlerin en önemlisi Karataglık Hâceler'ı ve onların taraftarlarını öldürerek, iktidarını muhaliflerinden temizlemek olur. İşte o zaman Karataglık Hâceler'dan iki kardeş, Şuayup Hâce ile Danyal Hâce yurt dışına, Keşmir'e kaçar. Fakat, Appak Hâce şid­det yolu ile umduğunu bulamaz. "Appak Hâce Kalmuk askeri ile beraber geldi" söylentisinin muhalifleri tarafından etkili bir şekilde propaganda malzemesi olarak kullanıl­ması, Appak Hâce'yı çok rahatsız eder. Sonuçta, "Tezkire- i Cahan"daki ifadeye göre : "Appak Hâce bir müddet padi­şahlık yaptı. Fakat, hâcelık ile padişahlık bir arada yü­rümedi. Turfan'dan İsmail Han'ın küçük kardeşi Mehmet Emin Han'ı getirip, padişahlık tahtına oturttu" (LİU 1988 î 820).

Appak Hâce, Mehmet Emin Han’ı bir "Kukla Han" olarak kul­lanıp, kendini rahatsız eden baskılardan kurtulmayı düşü­necektir. Fakat, işler Appak Hâce’nin düşündüğü gibi git­mez. Mehmet Emin Han tahta çıkar çıkmaz, Cungar memur ve amirlerini Altışehir’den kovar, Cungarlar ile olan bütün ilişkisini keser. Bu gelişme Appak Hâce ve onun taraftar­larının işine gelmez. Çok geçmeden Mehmet Emin Han sui­kast ile öldürülür, Appak Hâce eskisi gibi yine Cungar­lar a dayanarak hanlığını sürdürür.

Hâceler arasındaki savaşın en şiddetlisi, Appak Ho*- ca'nın ölümünden (1694) sonra, Appak Hâce’nin kendi aile­sinden, çıkar. Bu konu "Tezkire-i Cahan’’da şöyle anlatılır : "Appak Hâce’nin cesedi Kaşgar’m Yagdu denilen yerinde (1)

gömüldü. 0 zaman Hanım Padişah' Yarkent’te oturuyordu. Appak Hâce’nin büyük oğlu Hâce Yahya Kaşgar’da hükümdar idi,... Birkaç gün sonra, Hanım Padişah Yarkent alimi Mirza Barat Ahun'u yanma alıp, Kaşgar’a Appak Hâce’nin mezarını ziyaret etmek için geldi. Hâce Yahya ona saygı gösterdi ve mezara yakın bir yere yerleştirdi. Hâce Yahya her gün şehirde kalıp, her sabah Hanım Padişah’ın ziyare­tine geliyordu. Bir gün Mirza Barat Ahun, Hâce Yahya’yı gizli bir yere çağırıp s Hâcem, kadın kişi ile yurt ida­re edilmez. Bir taraftan Kırgızlar rakip olmakta. Kendi­niz Yarkent’te, başkentte oturun. Bu halde düşmanlarımıza fırsat kalmaz, diye akıl verdi. Yahya Hâce : Babası Appak Hâce’nin ölümüyle beraber, üvey anası ile taht kavgası yaptı, denilir, diye itiraz eder. Barat Ahun s Yurt işi için utanmak söz konusu olamaz. Utanma ile memleket viran olur. Siyaset elden gittikten sonra, pişmanlık fayda ver­mez, der. Bu konuşmadan Molla Sıkıy adında bir kişi ha­berdar olup, o bu konuyu kendi karısına söyler. Sonra bu söz Hanım Padişah’ın kulağına ulaşır. Hanım Padişah

(1) Hanım Padişah, İsmail Han’ın kız kardeşi olup, Mehmet Emin, han olduğu sırada Appak Hâce ile evlenmiştir.

Bu evlilikten de anlaşılıyor ki, Appak Hâce Altışehir de hükümdar olarak tutunabilmek için, eski han cema­ati ile akraba olmaya çalışmıştır. kuşku içinde Hâce Yahya’yı öldürmeyi düşünür. Birkaç ki­şiyi eline kılıç verip, suikast için hazırlar. Sabahı Hâce Yahya, Hanım Padişah’m ziyaretine gelince, Hanım Padişah kinli bir şekilde ona : Hâcem Yahya, ben bu me­zarda geceyi geçirirken, siz şehirde rahat ediyorsunuz... Ben bir ana olarak burada misafir iken, geri dönmeme ka­dar burada benim yanımda kalmanız gerekmez mi ? Sizin hangi atanız han olmuş ki.... Hanlığa varislik etmeniz anlamsız değil mi ? Benim atalarım hanlık ile bugüne ka­dar gelmiştir, diye kinaye eder. Yahya Hâce : Size hizmet etmek için Kaşgar’da bulundum. Yoksa, bir köşede dua ile geçinirdim, der. Bu vaziyet altında, Latif Bakavul adın­daki uyanık bir kişi, işaret eder. Yahya Hâce kaçar. Ha­nım Padişah Yarkent’e döner. Birkaç gün geçtikten sonra, Mirza Barat Ahun dervişler tarafından baltalanarak öldü­rülür. Altı aydan sonra Hanım Padişah’m emriyle Hâce Yahya da öldürülür. Hâce Yahya’nın üç oğlu vardı, İkisini dervişler öldürür. Hâce Ahmet denilen oğlunu müritleri Delik Dağ’a kaçırır" (LİU 1988 : 825).

Yarım yıldan az bir vakit içinde Kaşgar hakimi Muhammet Emin, Yarkent hakimi Şah Seyit ve onlar ile ilişkisi olan birkaç yüz kişi Hanım Padişah tarafından öldürülür. Bu şekilde şiddet yolu ile düşmanlarını ber­taraf eden Hanım Padişah, kendi oğlu Mehdi Hâce’yı hanlık tahtına oturtur. Fakat, Hanım Padişah kendisi de derviş­ler tarafından bıçaklanarak öldürülür.

Hanım Padişah’m öldürülmesinden sonra, han soyundan da, hâce soyundan da olmayan, Akbaş Han adında birisi, kendini Yarkent Hanlığı’nın hanı, diye tanıtıp, Yarkent Hanlığı’nın tekrar kurulduğunu ilan eder. Kaşgar'daki Aktaglık Hâceler, Delik Dağ’a gizledikleri Hâce Ahmet’i geri getirip, onu Kaşgar Hanlığı’nın hanı ilan ederler. Bu şekilde şehir hanlıklarının kurulmasıyla, Aksu Hakim Bey'i Abdusattar, Üçturfan Hakim Bey'i Bocisi*lar da ken­dilerini bağımsız hükümdar ilan ederler. Kumul, Çin’e bağlılığını belirtir. Turfan ise, Çin ile Cungar Hanlığı arasında bocalar. İşte bu karışık vaziyete o zaman Cungar Hanlığı müdahale etmekten yoksundur. Çünkü Galdan’m Çin­lilere yenilgisinden sonra, Cungar Hanlığı, batıya geniş­lemekte olan Çin’e karşı koymak zorunda kalacaktır.

Bu şehir hanlıkları arasındaki en zayıfı, Akbaş Han’ m kurduğu Yarkent Hanlığı olup, Akbaş Han yerini sabit­leştirmek için, Yarkent’teki Karataglık Hâceler’a dayana­rak, Aktaglık Hâceler’ı kılıçtan geçirir. Akbaş Han’ın Aktaglık Hâceler’a karşı yaptığı şiddet eylemleri hak­kında, "Tezkire-i Cahannda şöyle bir mübalağalı ifade bu­lunmaktadır : "Akbaş Han Yarkent’te bin tane divane-sufi- leri yakalayıp koyun gibi kesti. Onların kanı ile değir­men çevirip, un öğütüp yedi" (LİU 1988 : 827).

Akbaş Han Karataglık Hâceler’ı arkasına alarak Yar­kent’ te hükümdar olmaya çalıştığı o sıralarda, Karataglık Hâceler’m tanınmış lideri Danyal Hâce Maveraünnehir’de­dir, Appak Hâce,saltanatı sırasında, Yarkent Hanlığı’ndan kaçan Keşmir’deki iki kardeş Karataglık hâceya birkaç de­fa mektup yazar. Onların hayatlarının tehlikesiz olduğuna teminat vererek, geri dönmelerini sağlar, Danyal Hâce ağabeyi Şuayup Hâce ile Tanrı Dağları’nın güneyine gelir. Fakat, onlar Tiznap nehrinden geçtiği sırada, Şuayup Hâce, Aktaglık Hâceler'm önceden hazırladığı suikast giri­şimi ile öldürülür. Ceset nehre atılır. Bu faciadan kaçıp kurtulan Danyal Hâce, Hocent şehrine yerleşir. Onun Yakup Hâce adlı oğlu burada doğar. İşte bu Danyal Hâce, Akbaş Han’ın daveti üzerine Yarkent’e geri döner. Akbaş Han, Danyal Hâce'ya Yarkent tahtını teslim eder ve kendisi Hindistan'a gider.

Yarkent, Karataglıklar'm lideri Danyal Hâce’nin Kaşgar ise, Aktaglıklar'ın lideri Ahmet Hâce’nin elinde olmak üzere bu iki şehir arasında dinmek bilmeyen aşırı, düşmanlık sürtüşmeleri sürüp gider. Kaşgar’ın as­kerî birlikleri savaş ile Yarkent kapısına kadar dayanır. Yarkent kervanları yağmalanır. Yarkent*in durumu zayıf­tır. Böyle bir zor durumda, Danyal Hâce, Haşim Sultan adında bir Kazak kabile başkanını Yarkent’e davet ederek, onu Yarkent’in hanı ilan eder. İşte o andan itibaren Al- tışehir’deki Kazak ve Kırgızlar, hâcelerin yarattığı si­yasî olaylara çeşitli vesilelerle karışmaya başlarlar. Göçebe olan atlı Kazak ve Kırgızlar'm hareketliliği ve savaş kabiliyeti, elbette savaş durumunda olan hâcelerin dikkatini çeker. Hâceler ise savaş sanatından yoksundur. Kaşgar’daki Ahmet Hâce da, Kırgızlar'ı kullanmak amacıyla onların büyüklerinden Azumet Bi'yi KarahanJ Kazar Zengi* yi Hakim BegJ Çarupbeg'i Eşikaga Beg olarak tayin eder.

Haşim Sultan Yarkent'te bir buçuk yıl kadar han . olur. Önce o, Danyal Hâce’nın durumunu gerçekten düzel­tir. İçte toplum düzenini rayına oturtur, dışta Hoten ile Kaşgar'm saldırılarını durdurur. Fakat, sonraları gelişen olaylara hakim olamaz. Bu konuda "Tezkire-i Ca- han"da : "Bozuk insanların etkisiyle Haşim Sultan’m güç­leri arasındaki ittifak bozuldu" diyor. Sonunda Haşim Sultan, kendi insanlarını yanma alıp» Yarkent'ten Tanrı Dağları’nın kuzeyine çekilir (LİU 1988 î 816-852).

B, II, ÇİVAN ARAPTAN DEVRİ (1697-1727)

Galdan ölünce, Çivan Araptan Cungar Hanlığı’nın tah­tına geçer. 0, birkaç yıl kendini güçlendirdikten sonra, 1700 yılında Altışehir’deki hâcelerin şehir hanlıklarına karşı, 1677 yılında Galdan'm yaptığı gibi, büyük çapta askerî eyleme girişir. Cungar ordusu Kumul ile Aksu'ya aynı zamanda saldırır. Kumul'da Çin askerlerinin direni­şi ile karşılaşır, fakat Aksu'yu ele geçirmeyi başarır. Aksu'dan sonra güneye inen Cungar ordusu, Kaşgar çevre­sinden geçerek Y&rkent'e yaklaşır. Danyal Hâce karşı koy­madan teslim olur. Danyal Hâce'yı yanında götüren Cungar ordusu dönerken, Kaşgar*ı da işgal eder. Ahmet Hâce esir alınır. Danyal Hâce ailesi ile, Ahmet Hâce da ailesi ile beraber İli'ye götürülür. Onlar bugünkü Gulca şehri ile Nılkı nahyesi arasındaki İren Kabırga denilen dağlı yöre­ye yerleştirilip gözaltında tutulur (LİU 1988 : 835).

Altışehir’in Cungarlarca bu ikinci işgalinden sonra, Çivan Araptan*m ölümüne kadar (1727) bu yörenin tamamen Cungarlar tarafından askeri güce dayanarak tek bir elden yönetildiği bilinmektedir. Çivan Araptan,.Gungar Hanlığı­nın tahtında iken, yalnız Altışehir’e değil, Lama dinini kendi lehine kullanmak amacıyla 1717’de Tibet’e de askerî güç kullandığı bilinir. Çivan Araptan’m 1723 yılındaki Kazaklar'a saldırısı, Kazaklar’m tarihinde çok acı anı­lar bırakmıştır (Şincangning Kiskiçe Tarihi : 362, 365).

0, III, GALDAN ŞİRİN DEVRİ (1727-1745)

Çivan Araptan 1727 yılında Ölür, yerine oğlu Galdan Şirin han olur. Cungarlar’daki bu han değişiklisi, Altı- şehir için bir idari değişiklik getirir. Galdan Şirin, Altışehir’i hâceler aracılığı ile idare etmenin daha ko­lay olacağını düşünür ve tutsak olan Danyal Hâce’yı Yar- kent’e han tayin eder. Cungar Hanlığı, Altışehir'den her yılı için toplanan 100 000 madeni para değerindeki (3,5 ton gümüşe bedel) vergiyi, Danyal Hâce aracılığı ile al­maya başlar. Danyal Hâce’nin bu hizmeti için, Cungar Han- - lığı ona öşür, zekat gibi dini gelirlerden faydalanma yetkisini verir. Görülüyor ki, Altışehir halkı hem resmi vergi, hem dini vergi yükü altındadır. Resmi vergiyi Kal- muklar alır, dini vergiyi hâceler alır. Hâceler, iktidara gelmeden önce de, Altışehir’in en zengin insanlarından olacaklardır. Mesela, Seidiye Hanlığı’nın ikinci hanı Abdureşit Han, Hâce Muhammed Şerif Büzrükvar’a şimdiki Kargalık nahiyesini (o zaman küçük bir köydür) ona özel toprak olarak verir (LİU 1988 : 805).

Danyal Hâce Yarkent’te "Kukla Han” olarak saltanat sürdüğü sırada, onun büyük oğlu Yakup Hâce İli’de rehin tutulur. Danyal Hâce, ölümüne kadar süren 7 yıllık (1727- 1755) hükümdarlığı sırasında Cungarlar’a sadakatle hizmet eder. Her yıl İli’ye gidip, Cungar Hanlığı’na vergi tes­lim etme, hizmetinden rapor verme gibi işleri zamanında icra eder. Tabii bu sırada oğlu Yakup Hâce’yı da görme fırsatını bulur.

Danyal Hâce öldükten sonra, büyük oğlu Yakup Hâce Yarkent hakimi, ikinci oğlu Yusuf Hâce Kaşgar hakimi, üçüncü oğlu Hamuş Hâce Aksu hakimi, küçük oğlu Abdullah Hâce Hoten hakimi olarak tayin edilir. Bu tayin işinde "han” ifadesi kullanılmaz. Her hâcenın yanına '‘Hakim Bey"leri tayin edilir : Abduvahit, Aksu’ya, Gazi Beg, Yarkent’e, Ömer, Hoten’e, Kipek, Kaşgar’a Hakim Bey olur- (LÎU 1988 : 835)• Appak Hâce ve Danyal Hâce Altışehir’e hükümdar tayin edilirken, gerçi kukla mahi­yetinde olsa bile ”han” ifadesi kullanılmıştır. Fakat bu defa bu dört hâcenın dört şehire sadece hakim olarak tayin edilip, "han” ifadesinin kullanılmamasmdan anlaşı­lıyor ki, Cungarlar Altışehir’i artık kendi toprakları olarak hissetmeye başlamışlardır. Her hâce,yanındaki baş­ka hakim beyin kontrolü altındadır.

D, iv. DAVAÇİ DEVRİ (1745-1755)

Cungar Hanlığı’nın tahtında, 1745 yılındaki Galdan Şirin’in ölümüyle iki yıl içinde üç defa han değişir. Ni­hayet Amursana’nın desteğiyle Davaçi han olur. Davaçi* • nin iktidarı, dışarıdan Çin baskısının arttığı, içten Cungar beyleri arasında çatışmaların çoğaldığı, genel olarak, Cungar Hanlığı’nın çökmekte dlduğu devreye rast­lar, Bu durum doğal olarak, Altışehir’deki hâcelerin tutumunu da etkiler. Cungar beylerinin Galdan Şirin’in ölümüyle boşalan taht için yapılan şiddetli kavgaları, Hâce Yusuf’un İli*de bulunduğu döneme rastlar. Cungar tahtına önce Galdan Şirin* in küçük oğlu Çivan Durci Nam- car han olur. Çok geçmeden, Çivan Durci Namcar eniştesi Sayin Bulak tarafından öldürülür, yerine Galdan Şirin’in büyük oğlu Lama Darca han olur. Bu yeni han, kendisinin han olmasına yardım eden Sayin Bulak ve Cungar Hanlığı’ nın kuruluşunda payı olan Büyük-Küçük Şirin’ları da öldürür. Daha sonra Amursana, Lama Darca*yı öldürüp, Davaçi’yi hanlığa yükseltir.

Hâce Yusuf Cungarlar arasındaki bu olup biten olay­ları yakından izler ve bu fırsattan yararlanarak, Gungar- lardan kurtulmak için hemen harekete geçer. 0, Kaşgar ha­kimi Kuş Beg ve Kırgızlar’m başkanı Ömer Mirza ile gizli halde haberleşir. Onlara ayaklanmanın hazırlıklarını yap­tırır. Bütün hazırlıklar bitince, Hâce Yusuf’un önerisine göre, Kaşgar Hakimi, Davaçi’ye "Kırgızlar, Kaşgar ve Yar- kent’e her an saldırabilir” diye yalan bilgi göndererek, olayın yatiştırılması için, Hâce Yusuf’un geri gönderil­mesini ister. Bu haberden endişe duyan ve çevresinden de emin olamayan Davaçi, Yusuf Hâce ve oğlunu salıverir.

Üçturfan Hakim Bey’i Bocisi Hâce Yusuf’un gizli planlarından haberdar olur. 0, bu konuyu Davaçi’ye ilet* mek üzere İli’ye giderken, yolda, Bay nahiyesinin civa­rından akan Muzart nehri boyunda Hâce Yusuf ile karşıla­şır. Hâce Yusuf, Bocisi’nin İli yolculuğundan kuşkulandı-* ğı için, Kaşgar’a hızlı bir şekilde gelir ve savunma ha­zırlığını yapar. Hocisi’nin ihbarı üzerine Davaçi, güneye Hâce Yusuf’u yakalamak için, 300 atlı asker gönderir. Fakat, Davaçi’nin Hâce Yusuf’u yakalama çabası, Kaşgar beylerinden Hudayar’m planladığı Hâce Yusuf’u öldürme girişimi sonuçsuz kalır. Hudayar kendisi öldürülür. So­nuçta Kaşgar, Yarkent ve Hoten şehirleri Gungar Hanlığı­nın bağlayıcı bütün Öneri ve eylemlerini geri çevirir. Davaçi, kendisinden önceki Cungar hanlarının yaptığı gibi güvenilir bir askerî faaliyete girişemez (LİU 1988 : 836- 840). Davaçi ile Anıursana ikisinin arasındaki düşmanlık sonucu, Anıursana Çin’e sığınarak yardım isteğinde bulu­nur. Çin de bu olayı kendi isteğine göre değerlendirir.

Çin İmparatoru Doğu Türkistan’a asker gönderdiği sıralarda (1755)> Altışehir’deki siyasî durum şöyledir : Karaşehir, Kuçar, Aksu ve Üçturfan,Cungar Hanlığı’na bağ­lılığını sürdürmektedir. Kaşgar, Yarkent ve Hoten,Kara- taglık Hâceler’m idaresindedir. Kumul ve Turfan Çin’in etkisi altındadır (LİU 1988 : 891).

Çin ordusu, Cungar Hanlığı’nı darmadağın ederek, Da- vaçi’yi yakaladıktan sonra, Altışehir’in işgali ve idare­si gündeme gelir. Aksu Hakim Bey‘i Abdulvahap, Üçturfan Hakim Bey*i Hocisi’lerin teklifi üzerine güneydeki Kara- taglık Hâceler’a karşı kullanmak amacıyla, ataları Ahmet Hâce döneminden buyana tutsak "bulunan Aktaglık Büyük- Küçük hâceler salıverilir.

Tanrı Dağları’nın kuzeyinde Çin, Cungar ve Aktaglık Hâceler arasında cereyan eden gelişmeleri, güneydeki Ka- rataglık Hâceler elbette ilgi ile izlerler, Yusuf Hâce, Yakup Hâce ve Abdullah Hâce (Padişah Hâce) kardeşler baş­ta olmak üzere, Karataglık Hâceler ve onların taraftarla­rı Yarkent’te toplanıp, Burhaniddin Hâce'ya (Büyük Hâce) karşı savaşmanın çarelerini tartışırlar. İşte o zaman Burhaniddin Hâce 400 kişilik Çin ve 1000 kadar Kalmuk askerlerinden müteşekkil bir yabancı ordunun başında Üçturfan’a gelip yerleşmiş görünmektedir. Karataglıklar arasındaki tartışmada, Üçturfan’a gidip, Burhaniddin ile orada savaşma fikri ağırlık kazanır. Yusuf Hâce, Üçtur­fan’ m Yarkent’ten çok uzak olduğunu, ortada bulunan çöl yolunun yıpratıcı olduğunu, savaş kazanılsa bile orayı korumanın güç olacağını söyleyip, Üçturfan’a gidip savaş­ma fikri taraftarlarını fikrinden caydırmaya çalışır. Fa­kat, o sıralarda ağır hasta olan Yusuf Hâce ölür. Yakup Hâce,Yenihisar, Yarkent, Kargalık ve Kırgızlar’dan top­lanmış birliğin başında Artuş üzerinden Üçturfan’a gider. Yakup Hâce’nın küçük kardeşi Abdullah Hâce, Kaşgar’da Yusuf Hâce’nın yerine hükümdar olur.

Yakup Hâce’nın ordusu uzun ve meşekatlı yolculuğun yorgunluğunu gideremeden savaşa girer ve kısa sürede sa­vaşı kaybeder. Yakup Hâce yenik ordusu ile Kaşgar’a çe­kilir. Bu yenilginin en önemli sebebi, ordu komutanların­dan bazıları Burhaniddin tarafına geçer. Savaş sırasında cereyan eden en ağır olaylardan biri de, Yarkent ordusu­nun terkibindeki Kırgız atlı askerlerinin cepheyi bıraka­rak yağma hareketine girişmeleridir. Yakup Hâce’nın Kaş- gar’a döndükten sonra yürüttüğü savunma eylemleri de pek başarılı olamaz. Çünkü, yenilgiden dönmüş Yarkent asker­lerinin kendilerini aklama amacıyla karşı taraf gücünü isteyerek abartıp söylemeleri, Kaşgar halkını tereddüte düşürür. Üstelik Kaşgar eskiden Aktaglık’1arın tesirinde bulunan şehir olduğu için, Burhaniddin’in taraftarları orada az değildir. Burhaniddin Artuş’a geldiğinde çok sa­yıdaki Aktaglık taraftarları onun safına katılırlar. So­nuçta, Yakup Hâce, Abdullah Hâce başta olmak üzere Kara- taglıklar Yarkent’e kaçarlar. Burhaniddin Hâce Kaşgar’a rahat bir şekilde girer. Yarkent ordusunun kuzeye yürü­yüşünden, Burhaniddin’in Kaşgar’a girmesine kadar geçen zaman 40 gündür (LİU 1988 : 895-898). Bundan sonra, Kara- taglık Hâceler ile Aktaglık Hâceler ortasındaki en kanlı son savaş Yarkent’te cereyan edecektir.

Burhaniddin Hâce Kaşgar’ı ele geçirdikten sonra, asker sayısını çoğaltır. Burhaniddin’in askerleri Çin ve Kalmuk askerlerinin dışında, Kaşgar askerleri, Aksu, as- , kerleri ve Kırgız askerleri olarak adlandırılır. Kırgız- lar’dan Kurbat Mirza, bu yeniden kurulan ordunun başına geçer. Başında Burhaniddin Hâce’nin bulunduğu kalabalık bu ordu, Yarkent*i ele geçirmek için faaliyete geçer.

Yarkent, Karataglık Hâceler’m son ve en güçlü kale­sidir. Fakat, Yakup Hâce, burada da Burhaniddin’e karşı koyabileceğine güvenemiyor, Mekke’ye gitme tereddütüne kapılır. Yakup Hâce’nin bu isteği, Yarkent Hakim Bey’i Gazi Beg ve Niyaz Beg’ler başta olmak üzere, bir bölüm askerîler ve amirler tarafından kesin bir şekilde engel­lenir. Yarkent’te yoğun bir şekilde savaş hazırlığı ya­pılır. Gazi Beg Yarkent ordusunun komutanlığını üstle­nir. Niyaz Beg bütün sivil savunma işlerini üstlenir. Şehir halkı ve şehir çevresindeki çiftçiler şehir kale­sini daha dayanıklı hale getirmek için çalıştırılır.

Yarkent, Altışehir’in nüfusu en yoğun olan şehirdir. Şehir kalesinin umumi uzunluğu 10 kilometreye yakındır. Kalenin 12 kapısı vardır. Bu şehir Duğlat beylerinden Abubekir’in ve Seidiye Hanlığı’nın başkenti olur. Hâcelerin Altışehir’de nüfuz etmesinden başlayarak Karataglık Hâceler’m merkezi olur. Karataglık Hâceler’m piri sayı­lan Hâce îshak Veli’den sonraki hâcelerin çoğu bu şehir­deki Altın Mezar’a gömülüdür. Altın Mezar ve Çilten Meza­rı ’nın çevresine çok sayıda Karataglık Hâceler ve derviş­ler toplanır. Onlar Yarkent Savaşı başlanınca çok asebi- leşir. Gözleri dönmüş halde savaşın en şiddetli yerlerin­de savaşır. ”Ya Allah, Ya Resulullah l” diye zikir ile önüne geleni kesip, çiğneyip geçer. Savaşın ilk döneminde Burhaniddin’in ordusu çok insan yitirerek geri çekilir. Burhaniddin kendisi de yaralanır. Yarkent Savaşı’nın ilk dönemindeki bu başarıların sırrı, Burhaniddin’in yaptığı savaşın, istilacı haksız bir savaş mahiyetini taşıması­dır. Burhaniddin’in ordusunda Çin ve Kalmuk askerlerinin bulunmasından dolayı, Yarkent halkı, hak ve adaletin ken- dileri tarafında olduğuna inanmaktadırlar. Bir tarafta disiplinli iyi silahlanmış bir ordu, öbür tarafta inancı­na sarılmış, ölümü göze almış kalabalık halk.

Burhaniddin Hâce doğrudan doğruya savaş yolu ile şe­hir! ele geçiremeyeceğini anlayınca, başka bir yola, teh­dit ve aldatma yoluna başvurur. Bu yol karşı tarafa bir mektup yazmakla başlar. Burhaniddin’in Yarkent*e gönder­diği mektubu, “Tezkire-i Cahan”a göre şöyledir î

”Ey Hâce Cahan (Yakup Hâce), ey Yarkent halkı, dik­kat ediniz l Sizlere önce Hakani Çin’in yarlığı (fermanı) ikinci olarak Amursana’nın yarlığı şu ki, birçok zamandan bu yana, bu yurda Kalmuk beyleri hükümdar olmuştur. Sis­ler buraya vergi ödeme vaatı ile görevlendirilmiş ve baş­kan olmuştunuz. Şimdi ise görev ve vaatlerinizi unutup, vefasızlık etmekle, sonunuzun ne olacağını düşünmeden karşı koymakla meşgulsünüz. Davaçi tahttan indi, Hakani Çin’in yarlığı ile Amursana han oldu. Bütün Kalmuk hududu emin bir hale geldi. Onlara ait olan yurtlar Hakana ait oldu. Bizi Moğolistan yurdunu ele geçirip, Hakani Çin’in yarlığını iletin diye buraya gönderdi. Onlar kabul görse iyi, kabul etmezlerse savaşın, eğer yenliseniz, biz bun­dan sonra çok sayıda asker gönderip, savaş ile halkı esir alıp, şehiri viran ederiz, diye dinlerine göre yemin et­tiler. Şimdi sizin için faydalı olanı şu ki, sizler kin kılıcını bırakıp, yurt büyükleri ile beraber önümüze ge­lin. Biz han ve beylerden sizin bağışlanmanızı isteriz, ümit ederiz ki, bağışlanıp, bir şehrin padişahı olursu­nuz. Bizlerden akrabalık ise budur. Eğer bu sözleri kabul etmez, kendi bildiklerinizi yapmaya devam ederseniz, so­nuçta olabilecek bütün kötülüklere katlanmak zorunda ka­lacaksınız" (LİU 1988 : 901-902).

Kendi rahatına düşkün zengin ve hükümdar tabaka in­sanları için bu mektubun bir hayli etkisi olur. Yarkent beyleri arasında asilik eylemleri görülmeye başlar. Ya- kup Hâce ve Yarkent ordusuna ilk ihanet, Yarkent ordusur nun komutanı Gazi Beg’den gelir. Burhaniddin Hâce, Gazi Beg'e yolladığı yine bir. mektubunda, onu ileride Yarkent’ in Hakim Bey*i yapacağı hakkında söz verir. Arkasından Gazi Beg, Burhaniddin Hâce’nın Yarkent ordusunu yenilgiye sürükleyecek bir yarlığını teslim alır. Gazi Beg, bu yar­lığı gerçekleştirmek için, Yakup Hâce’yı etkilemeye çalı­şırken şöyle der î

"Ey adalet sahibi hâcem, biz ne zamana kadar şehir­de kapalı kalabiliriz. Şehirde hastalık ve açlık başgös- termektedir. En iyisi 12 yaştan 70 yaşa kadar asker ala­lım. Böylece hepimiz asker olup savaşırsak, Burhaniddin*i yeneriz". Gerçi, Gazi Beg’in bu önerisi, çok sayıdaki beyler tarafından "kendi kendini mahvetmek" diye redde­dilse bile, Yakup Hâce, Gazi Beg’e itimat ettiği için, bu öneriyi uygular. Bu önerinin uygulanması ve sonucu "Tezkire-i Cahan" da şu şekilde hikaye edilir î

"Sabahleyin bütün askerler silahlanıp kapıdan çıkma­ya başlar. Bazı kişiler bu Yarkent askerlerinin sayısını 40 000 diye hesaplamışlardır. Öndekiler yenilip, geri çekilene kadar, arkadakiler kapıdan çıkmaya devam eder. Her iki taraf savaşa girdiği halde, Gazi Beg Yarkent as­kerlerinin ok atmasını yasaklar. 0 halde bile Yarkent askerleri, Burhaniddin askerlerini birkaç fersah geriye püskürtür. Onlar Yarkent askerlerinin.çokluğundan ürküp, canlarından ümidini keserler. Savaş hilekar Kırgızlar tarafından gözetlenir. Burhaniddin Hâce’nin askerlerin­den 500 kişi Gazi Beg tarafına saldırır. Gazi Beg fırsatı değerlendirir, bayrağını toplayarak kaçmaya başlar. Arka­sından Kırgızlar at koşturur. Bütün Yarkent askerleri pa­nik içinde kaçmaya başlar. Öldürülen Yarkent askerleri deredeki taşlar gibi serilir. Kan nehir gibi akar. Kaçan­lar şehir kapısına sığmadığı için birbirini çiğneyip öl­dürürler, Geride kalanlar düşmanın silahı altında ölür­ler, Bazı kimseler kale üstündeki kişiler tarafından çe­kilerek şehir içine alınır. Hâce Abdullah kale üstünde durup, askerlerin bozulan silahlarını onarır. 0, kaçan­ları durdurabilmek için, kale üstünden aşağa inip, Tokal Urus Hâce ile ata binip, birkaç defa kaçan askerleri geri çevirir. Fakat, kaçan askerler, çevrildikçe kaçtılar. Kapıdan girebilenler sağ kaldı. Dışarıda kalanlar öldü. Güneş battı, karanlık oldu. Burhaniddin’in askerleri ölenlerin elbise ve silahlarını topladılar. Şehir içi yas havasına büründü. Biri babam derse, biri çocuğum, biri ağabeyim, biri kardeşim, diye feryaddetti. Yastan nasibini almayan hiç kimse yoktu” (LİU 1988 j 906-907).

Bu faciadan sonra, Gazi Beg evine kapanıp, Yakup Hâce’ ya görünmemiştir. Yakup Hâce, bu vaziyeti düzeltmekten yoksun ve perişandır. Sonuçta Pamir Yaylası tarafına kaç­ma kararına varır. Bu kaçış olayını "Tezkire-i Cahan” şu şekilde hikaye eder s

"Hâceler gitmek üzeredir. Bu durumdan/bazılarının babası haberdar olsa, oğlu habersiz idi. Bazısı ata, ba­zısı deveye binip, bazısı piyade yol gereksinimlerini bi­le almadan, sanki şehirden köye gider gibi Meshire Kapısı ile Kargalık yolunu takip ettiler. Yolda Kırgızlar bekli- yormuş. Neticede yolu terk ederek, karanlık gecede öyle-

sine yol yürüdüler ki, babanın oğul ile, oğulun baba ile iİri si olmadı. Erkek erkekliğini, kadın kadınlığını unu­tup yol yürüdüler" (LİU 1988 : 907). Fakat, sabahleyin onların hepsi esir alınır, Y alnın Hâce başta olmak üzere birçok insan öldürülür (LİU 1988 : 898-908).

V. BÖLÜM

İSYANLAR YÜZYILI (1757-1865)

Çin askerlerinin Doğu Türkistan’a girdiği 1755’ten Yakup Bey’in iktidara geldiği 1865’e kadar süren 110 yıl­lık zaman, Birinci Çin İstilası Devri’dir. Fakat, Çinli­ler bu kadar uzun zaman içinde istilayı tam olarak ger­çekleştirememişler. Çünkü bu yüzyıl Doğu Türkistan için, tam anlamıyla İsyanlar Yüzyılı olmuştur (Toru 1978 î 68). Bu İsyanlar Yüzyılı’nda meydana gelen isyanlar şunlardır:

Büyük-Küçük Hâceler İsyanı (1757-59)J Üçturfan İsya­nı (1765); Ziyavdin Hâce İsyanı (1815); Cihangir Hâce İs­yanı (1824-28); Yusuf Hâce İsyanı (1850); Yedi Hâce İsya­nı (1847); Velihan Töre İsyanı (1857); Kuçar ve Döngen- ler*inİsyanı (1864).

BÜYÜK-KÜÇÜK HÂCELER İSYANI (1757-59)

Galdan'm 1697’deki ölümünden sonra, güçlü Cungar Hanlığı zayıflamaya başlar. Bu vaziyetten istifade eden Altışehir’deki hâcelerin ve eski han camaatlarınm Cun- garlar'a karşı başkaldırdıklarını, olayın Cungarlarca ya­tıştırılıp, Aktaglık Ahmet Hâce ile Karataglık Danyal Hâce’ nm İli*ye götürüldüğünü daha önce yazmıştık. İşte o zamanlar gözaltında bulunan Ahmet Hâce’nin İli’de iki oğ­lu olur : Burhaniddin Hâce (Büyük Hâce) ve Hâce Cahan (Küçük Hâce). Ahmet Hâce öldükten sonra da, onun bu iki

(1) Çin Müslümanları’na Doğu Türkistan’da Döngen veya Tungan, denilir. Döngenler’in dili Çince olup, Tür­kistan’daki Döngenler genellikle Türkçe de bilirler. Günümüzdeki Çin sınırları içinde Döngenler’in en çok bulunduğu yöre, Doğu Türkistan dahil, Çin’in kuzey batı kısmıdır. Döngenler’in etnik yapıları hakkında, Z. V, Togan : "Moğollar zamanından kalan ve sonraları Doğu Türkistan’da cereyan eden hadiselerde kuzey Çin’ e gidip yerleşen ve Çinlileşen Müslümün Türk ve Moğol unsurları Döngen adıyla tanılır" demektedir (Togan 1970 : 150). Her Döngen’in iki adı olup, birinci ad, Çinli adı gibi soy adı ile başlar. Döngenler’de Mu- hammed anlamına gelen "MA” soyadı çoktur ve bundan dolayı ”on Döngen’in dokuzu MA*dır” şeklinde söylenti de vardır. İkinci ad Arapça, yani Müslüman adı : İsmail, Yakup, Amine, Fatma gibi.

oğlu, babası gibi tutsak hayat geçirirler.

Çin ordusu, Cungar Hanlığı'm darmadağın ettikten sonra, güneydeki Karataglık Hâceler*a karşı kullanmak amacıyla tutsak bulunan bu iki hâceyı salıverdiğiniJ Bur- haniddih Hâce’nın Çin-Kalmuk askerlerinden müteşekkil or­dunun başına geçerek Altışehir’i işgal ettiğini daha önce yazmıştık. Bu iki hâcenın Altışehir’de hükümdar olması,. Çin hükümetince kabul edilir. Fakat, bunun karşılığı için Çin hükümeti "Bütün Müslümanlar’m ödemek zorunda olduğu vergi miktarının açıklanmasını" ister. Bu demektir ki, Doğu Türkistan eskiden Cungarlar’.a nasıl bağlı kalmışsa, bundan sonra Çin’e de en azında öyle bağlı kalacaktır. Eskiden Cungarlar’a ne kadar vergi ödemişse, Çin’e de en azında o kadar vergi ödeyecektir. Daha önce de yazdığımız gibi, Altışehir’den Cungarlar’m her yıl için aldığı ver*- gi miktarı 100 000 madeni para olup, bir madeni para 35 gram gümüşe eşit olduğuna göre, yıllık vergi 3,5 ton gü­müşe bedeldir (Uygurlarning Kiskiçe Tarihi : 343)*

Burhaniddin Hâce Çin’in ileri sürdüğü bütün yükümlü­lükleri kabul eder ve Yarkent’i ele geçirdikten sonra "Zaman zamanındır, zaman Çin Hakanmındır" yarlığını ilan eder. Böylece, hem Çin’i hem Kalmukları arkasına alan . Burhaniddin Hâce, Altışehir’de tekrar Aktaglık Hâceler’m kukla saltanatını kurar. Fakat, Amursana’nın Çin’e karşı isyanı, Büyük-Küçük hâcelerı da etkiler. Burhaniddin Hâce Çin’e bağlı kalmayı tercih ettiği halde, Hâce Cahan, ba­ğımsız devlet kurmayı düşünür. Sonuçta, Burhaniddin Hâce' nm kararsızlığından dolayı, Hâce Cahan taraftarları üs­tün gelerek, 1757’de "Batur Han Devleti"ni kurduklarını ilan eder ve Çin’den ilişkilerini keser»

Çin imparatoru Çenlung, Altışehir’i hâceler aracılı­ğı ile idare etmeyi uygun bulduğu için, Büyük-Küçük hâcelerin bu bağımsızlık eylemlerine karşı önce güç kullan­maktan kaçınır. 0, bu sebeple, Amindav başkanlığındaki 100 kişilik ekibi, durumu yerinde incelemek ve hâceler ile görüşmek için, Altışehir'e gönderir. Bu arada Büyük-Küçük hâceler da Cungarlar’ın Oyrat kabilesi ve Batı Tür­kistan’daki hanlıklar ile anlaşarak güç toplamaya çalışır. Sonuçta, Amindav başkanlığındaki Çin ekibi, hâceler tara­fından tamamen öldürülür.

Mayıs 1758’de AR HA Şang başkanlığındaki 10 000 ki­şilik Çin birliği Turfan’dan Kuçar’a doğru hareket eder. Ağostus’ta Kuçar Çin birliğinin eline geçer. Burhaniddin Hâce Kaşgar'a, Hâce Cahan Yarkent’e çekilerek, bu iki şe­hirde Çin’e karşı savaş hazırlığını yaparlar*

CAV Huy komutanlığındaki atlı ve piyade olarak 4 000 kişilik Çin birliği Yarkent şehri yanındaki Karasu deni­len yerde kamp kurar. Fakat, 13.10,1758’de bu Çin birliği Hâce Cahan’m 15 000 kadar askerî kuvveti tarafından ku­şatılır. Ocak 1759'da 5 000 kadar Çin askeri CAV Huy»a yardıma yetişir. CAV Huy kuşatmayı yararak, yardıma gelen Çİn birliği ile beraber Aksu’ya çekilir ve tekrar hücuma hazırlanır. Haziran'da Çin karargahı FU De başkanlığında­ki Çin askeri birliğini Hoten tarafından Yarkent’e, CAV Huy’u Üçturfan tarafından Kaşgar'a gönderir. İki taraftan kıskaç arasına alman Büyük-Küçük hâceler savaşı kaybede­ceklerini anlayınca, ikisi de Bedahşan’a  kaçar. Temmuz ortalarına kadar Çin ordusu, hâcelerı arkadan takip ede­rek, hâcelerin gücünü ağır bir şekilde yenilgiye uğratır. İki hâce bir miktar askeri gücü ve çoluk çocuğu ile Be- dahşan hududunu geçer. Hâceler Bedahşan toprağında bir kabile ile çarpışmak zorunda kalırlar, Çin ordusu ise, Bedahşan hükümetinden bu iki hâcenın yakalanıp teslim edilmesini ister. Bedahşan padişahı Sultan Şah, devleti­nin selametini düşünerek, hududa asker gönderip, bu iki hâceyı öldürtür. Hâce Cahan'ın başını kesip Çin ordusuna teslim eder (Uygurlarning Kiskiçe Tarihi : 347-352).

(1) Bedahşan, S.S.C.B. de bir cumhuriyet olan Tacikistan' daki Batı Pamir Dağları'dır (Meydan Larousse Bedahşan maddesi). Bedahşan devleti Afganistan ordusu tarafın­dan işgal edilerek, Bedahşan hükümdarı Sultan Şah öl­dürülecektir (Korupatkin 1984 : 203).                                                                                                      =»

Çin’in bu Altışehir'deki istila faaliyeti ve hâcelere yönelik tehdidi, Altışehir’e komşu olan Afganistan ve Batı Türkistan'daki hanlıkları endişelendirir. Afganistan hükümdarı Ahmet Şah, Batı Türkistan’daki hanlar ile konu­şarak, 176?’te, Çin tehlikesine karşı İslam Birliği’ni kurar. Fakat, bu birlik çok geçmeden iç anlaşmazlıklardan dolayı dağılır (Korupatkin 1984 : 203).

Çin birlikleri, Mirza Hudi ve Bocisi gibi yerli bey­lerin yakından yardım etmesi ve yol göstermesiyle, Doğu Türkistanlıların bu ilk direnişlerini kırdıktan sonra, İktisadî, İdarî, askerî tedbirler almaya koyulur. İktisa­dî tedbir olarak 1768’de Yarkent, Üçturfan, Hoten, Kumul ve Turfan gibi nüfusu kalabalık olan şehirlerden kuzeyde­ki verimli, sulanması kolay topraklara, İli bölgesine zo­runlu göç uygulanır. İşte o zaman zorla göç ettirilen Uy­gunlar' m sayısı 6383 aileye ulaşır. Bunlar her yıl Çin hükümetine 96 000 çuval tahıl teslim etmek zorundadırlar (Uygurlarning Kiskiçe Tarihi : 358),

Altışehir’deki Uygunlar toplumunda hükümdarlık düze*- ni, değişik derecedeki beylerden müteşekkil olup, en üst düzeydeki bey "Hakim Beg” (Hakim Bey) denilirHakim Bey bir şehiri idare eder. Eskiden atadan oğla geçen bu beylik rütbesi, Çin istilasından sonra, görevlendirme şekline getirilir. Fakat, beylerden müteşekkil olan hü­kümdarlık düzeni eskisi gibi korunur. Bu düzenin "görev­lendirme şekli” beylerde Çin’e yaranma eğilimini doğurur (Uygurlarning Kiskiçe Tarihi : 358-359). Bu değişik saha ve değişik derecedeki Begler'in (Beyler’in) örneği :

Heziniçi Beg-Toprak ve vergiden sorumlu Bey. Bagven Beg-Meyveciliği idare eden Bey.

Yüz Begi-Yüz ailenin vergisini toplayan Bey.

(1) Uygunlar’daki bu Beglik (Beylik) düzeni sadece Altı^' şehir Uygurlar'ma özgü olmayıp, Eski Uygurlar'da 17 tane "Beg" bulunduğunu onuncu yüzyılda Uygunlar’1 zi­yaret etmiş olan Arap seyyahı Tamim İbn Bahr’dan öğ­renmekteyiz (İzgi 1987 î 13).

Bazar Begi-Borsayı idare eden Bey.

Kazi Beg-Dava işlerinden sorumlu Bey.

Paşşap Begi-Cinayi işlerden sorumlu Bey.

Sedir Beg-Orman işlerinden sorumlu Bey.

Divan Begi-Alaka, arşiv ve memurlardan sorumlu Bey (Uygurlarning Kiskiçe Tarihi : 360-562). "Hakim Beg” baş­ta olmak üzere bu beylerin çoğu, halkın Çin’e karşı is­yanlarında, Çin’i tutarlar yani vatan hainleri hep bu beylerden çıkar (Uygurlarning Kiskiçe Tarihi : 571).

Çin hükümetinin askerî tedbirleri ise, her şehir ya­nında kurdukları savunma kaleleri olur. Sadece Çinliler’ in yerleştiği bu savunma kaleleri, sonradan Kaşgar Yeni Şehiri, Aksu Yeni Şehir!, Yarkent Yeni Şehiri şeklinde adlandırılacaktır. Çinliler bu yeni kurduğu savunma kale­lerine "Hençing" (Çinli Şehri), eskiden var olan şehirle­re '’Huyçing” (Müslüman Şehri) adını vereceklerdir (LİU 1988 : 991). Çinliler istila edilmiş bu bölge için ve bu bölge halkı için "Türk” (Çince telaffuzu Tu Cü) sözcü­ğünü hiç kullanmamışlar. Elbette bunun sebebi çok açıktır. İstila edilmiş topluluk için, onların millî benliğinin yerine dini benliğini kullanmak, istilacıların işine gel­mektedir. Çünkü millî benlik doğal olduğu için siyasîdir. Dinî benlik yapay olduğu için kültüreldir. Yapay benlik­ler eritilebillr. Fakat, doğal benliğin eritilmesi güç­tür. Milletlerin doğal benliği var olduğu sürece, millî devlet özlemi de var olacaktır.

ÜÇTURFAN İSYANI (1765)

Üçturfan’m Hakim Bey’i Abdullah, Çin hükümeti tara­fından Kumul’a ”Vang” (Han) tayin edilen Yusuf’un küçük kardeşi olup, o hükümeti arkasına alarak hertürlü yollar ile halkı yağmalayan açgözlü bir kişidir.Çin hükümetinin Üçturfan’daki Büyük Memur’u SU Çing, de Abdullah’tan eksik değildir. SU Çing halktan topladığı keyfi vergileri ve kadınların ırzına geçmesiyle nefret uyandırır. 0, Rahma- tullah Bey’in karısını da hükümet konuğunda alıkoyarak orada geceletir. Olup biten bu olaylar, Rahmatullah Bey başta olmak üzere bütün Üçturfan halkını kızdırır.

Su Çing,Üçturfan halkından 240 kişiyi iğde ağacı ta­şımaları için zorunlu çalışmaya tayin ederek, onlardan, onları götüren oğlunun yükünü de taşımalarını ister. Fa­kat, bu yükün nereye kadar götürüleceği belli olmadığı için, bu insanlar Hakim Bey Abdullah’tan bilgi sorar. Ab­dullah, bilgi soranları "saygısızlık etti” diye kamçılar. Ne yapacağını bilemeden şaşıran bu zavallılar, hükümet konuğunun damga memurunu bulup, ona sorarlar. 0 memur da meselenin ne olduğunun farkına varmadan onları döver. Bu haksız dövmeler, halkın geçmişteki kin ve nefretini taze­ler. Kendilerine Rahmatullah Bey*i lider seçen Üçturfan halkı 14.2.1765'te isyan ederler. Önce Abdullah ailesiyle beraber öldürülür. Sonra hükümet konuğuna baskın yapılır ve SU Çing ailesi, memurleri ile beraber öldürülüp, hükü­met konuğu ateşe verilir. Önce isyana katılanların sayısı birkaç yüz kişi ile sınırlı kalır. Fakat, Aksu'nun Büyük Memur'u Üçturfan’a asker göndererek dışarıdan müdahale edince, bütün Üçturfan halkı isyana katılır. Şehir kale­sinden dışarıya çıkıp savaşan halk, Aksu'dan gelen Çin ordusunu yener. Üçturfan şehri yarım yıl kadar halkın idaresinde kalır.

Olayı bastırmak için, Çin hükümeti Kaşgar ve İli’den Üçturfan*a asker gönderir. Şehir kuşatılır. Fakat, hükü­metin bu müdahalesine karşı, Kuçar, Aksu, Yarkent şehir­lerindeki halk, Üçturfan halkının yardımına koşar. Her şehirdeki Çin hükümetinin görevlendirdiği beyler, halkın yardımını engellemeye çalışır. Üçturfan halkı uzun süren koşatma sonucu yiyecek ve yakacak sıkıntısı çeker. Savaş sırasında halkın lideri Rahmatullah ölür. Halk arasında ihtilaf çıkar ve sonunda, 15.8.1765'te şehir Çinlilere teslim olur (Uygurlarning Kiskiçe Tarihi î 393-395)»

ZİYAYDIN HÂCE İSYANI (1815)

Üçturfan İsyanı’ndan sonra Çin hükümeti gerçi vergi ve İdarî düzenini gözden geçirse bile, millî zülüm eskisi gibi devam eder,

Ziyavdin Hâce Kaşgar’daki Karataglık Hâceler’m mol­lasıdır, Bu molla yerli yoksullara ve Kırgızlar’a maddi yardımda bulunarak, onların sevgisini kazanır, 0, hâceler arasındaki Aktaglık, Karataglık şeklindeki bölünme­lere son vermek için, Aktaglıklar*m itibarlı hâcesı Ha- şim Hâce’nin kızını kuma olarak kendisine alıp, onu ken­di yurduna yani Kaşgar’m Taşmilik bölgesine (LİU 1988 : 1124) götürmek ister. Bu girişim Aktaglık Hâceler’ı da, Karataglık Hâceler’ı da etkiler. Fakat, Ziyavdin Hâce’nin bu girişimi, Kaşgar’m büyük hâcesı Yusuf Bey’in ”kız Ha- şim Hâce’nin kızı olduğu için, hâcenın mezarından uzak î bir yere gidemez” (bu mezarın bulunduğu yer, bugünkü Appak Hâce Mezarı yöresidir) şeklindeki tepkisiyle reddedi­lir, Ziyavdin Hâce isteğini kabul ettiremeyince, yöresin­deki birkaç yüz Uygur ve Kırgızlar’ı isyana çağırır. 4.8. 1815 günü başlayan isyan neticesinde, Çin hükümetinin Kaşgar’daki memur ve askerleri öldürülür. Hükümetin at ağılı ateşe verilir. Fakat, bu isyana katılanların sayısı birkaç yüz kişiden fazla olmadığı için, isyan kolay bas­tırılır. îsyan ancak bir ay devam eder (Uygurlarning Kiskiçe Tarihi î 396-398). Ziyavdin Hâce öldürülür. Onun henüz bebek olan oğlu Pekin’e götürülür ve büyüdükten sonra idam edilir (Korupatkin 1984 : 206).

CİHANGİR HÂCE İSYANI (1824-28)

Cihangir Hâce, Burhaniddin Hâce’nin (Büyük Hâce) to­runudur, Büyük-Küçük hâcelerin isyanı yenilgiye uğradığı sırada, Burhaniddin Hâce’nin oğlu Salih Hâce (Samsak Hâce) Hokant Hanlığı’na kaçar. Salih Hâce’nin üç oğlu olup, Cihangir Hâce ikinci oğludur. Cihangir Hâce, dedesinin intikamı, vatanının kurtarılması gibi düşünceler ile ol­gunlaşacaktır.

1820’lerde Kaşgar’da bulunan Çin hükümetinin Büyük memur’u BİNG Cing zalimliği ve utanmazlığı ile halkın düş­manlığını körükler. Halk onu İli’deki Çin generali ÇİNG Şyang'a şikayet eder. Fakat, ÇİNG Şyang, BİNG Cing’i hi­maye eder. Halkın bu zülüm ve ilgisizliğe karşı nefret duyguları alevlendiği bir sırada, bir lidere, bir kıvıl­cıma ihtiyaç duyulduğu zamanda, 1824’te Cihangir Hâce’nın eylemi başlar. O, Hokant Hanlığı'ndan hareket ederek, Kaşgar ileri karakoluna saldırır. Çin ileri karakoluna ani baskın birkaç defa tekrarlanır. 1826 yılının yazında Cihangir Hâce ani bir saldırı ile Artuş’a^[3]^ girer ve halkı cihata çağırır. Sonuçta, 1826 yılının sonbaharında, halkın gönüllü desteğiyle Kaşgar, Yarkent, Yenihisar ve Hoten şehirleri tamamen Cihangir Hâce’nın eline geçer. 500’den fazla Çin askeri Cihangir Hâce’ya esir düşer. İli’deki Çin generali ÇİNG Şyang, güneyden gelen bu kor­kunç haberi duyunca intihar eder.

1826 yılının son baharında, Çin hükümetinin Çilin, Hilongcang, Şenşi, Gensu, Siçven gibi 5 eyaletten gönder­diği Çin askeri Aksu şehrinde toplanır. Kalabalık olan bu ordu Cihangir Hâce’nın sahip olduğu 4 şehri kolaylıkla ele geçirir. Cihangir Hâce, Hokant’a kaçar. 1828 yılının baharında Cihangir Hâce yine Çin ileri karakoluna saldı­rır. Fakat, bu defa, olup biten Çin katliamından korkan halk, Cihangir Hâce’ya pek yüzvermez. Cihangir Hâce, Kara Teke denilen yerde 50 kişisiyle beraber yakalanır (Uygur- larning Kiskiçe Tarihi : 599-402). Cihangir Hâce, Aksu’ya kadar 18 günlük yolu yürüyerek götürülür. Aksu’da demir kafese oturtulup Pekin’e gönderilir. Pekin’de tıpkı bir yırtıcı hayvan gibi halka teşhir edildikten sonra, zehir­lenmiş, dili tutulmuş halde imparatorun önüne getirilir ve parça parça kesilerek öldürülür (Atıf 1500/1882 : 266-267).

Cihangir Hâce İsyanı bastırıldıktan sonra, Kaşgar, uzun tarihindeki belki en kanlı ve en acı olayını yaşar. İsyana katıldıkları gerekçesiyle çok sayıda insan öldü­rülür, Onların çoluk çocuğu, kadın ve kızlarından ibaret 10 000’den fazla kişinin gözyaşlarına bakmaksızın Lençu, İli ve Çöçek şehirlerine götürülerek Çinli ve Mançu memurlarına köle gibi dağıtılır, İşte bu esirlerin ara­sında Uygunlar’m kadın ozanı, aynı zamanda "Naziğim Des­tanının ünlü özgürlük kahramanı genç Kaşgarlı bayan Na- zugum (Naziğim) de vardır (Sayrami 1986 î 153)»

İli’ye sürülen kadın kafilesinde "cuvan", yani Uygur lehçesinde, genç bir evli kadın vardır. Narin boyundan dolayı, Kaşgarlılar bu genç kadına "Nazugum" (Naziğim) derler. Buğday tenli, kara gözlü, kara kaşlıdır. Okumayı sever ve Kaşgar’m en okumuş hanımıdır, İstilacılar, Na­ziğim’in anasını, kocasını ve üç yaşındaki oğlunu öldü­rür. Destandan anlaşıldığına göre, Naziğim babasının aki- betini bilmiyor. Destan boyunca, babasının belki hayatta olduğunu, Kaşgar’da kaldığını ümit eder. Naziğim, dağlar­da, bayırlarda düşmandan kaçarken, daima Kaşgar’m yolunu arar. Naziğim’in kardeşi Abdullah kendisi ile aynı kafi­lede, İli'ye sürülür. İli’ye geldikten sonra, Naziğim ve kardeşi Çinlilere verilir. İki kardeş, dağ başında bir "yar" üstünde gizlice buluşurlar. Abdullah, Naziğim'e kaçmayı tavsiye eder : "Abla kaçmazsan kafirden çocukla­rın doğar" der. Naziğim ağlayarak s "Canım kardeşim, ben de kaçmayı düşündüm. Ama sensiz ne olurum ?" Der. Sonuçta Naziğim, zincirlerini sürükleyerek, Yıldız Deresi’ne doğ­ru kaçar. Fakat, yakalanır ve 24 günlük hapisten sonra kesilerek öldürülür. Naziğim Türkler’in Jeanned Arc' ıdır.. "Naziğim Destanı"ndan örnekler

Cihangir Hâce öldürüldüğünde onun ağabeyi Yusuf Hâce ve ailesi Hokant Hanlığı’ndadır. Çin hükümeti onların teslimini ister. Fakat, Hokant Hanlığı bu isteği kabul etmez. Çin hükümeti isteğini kabul ettirebilmek için, Hokant ile olan ticarî ilişkilerini keser, Kaşgar’daki Hokant tüccarlarını kovar. Çin’in bu tedbiri yalnız Ho­kant hükümetinin değil, halkın da Çin’e karşı düşmanlığı­nı körükler. Neticede, Hokant tarafında, Çin’e karşı, başlarında Yusuf Hâce bulunan bir ordu kurulur.

1850 yılının bahar ve yaz aylarında Hokant tarafın­daki Çin ajanları, Hokant*ta cereyan eden Çin düşmanlığı­nın sonuçlarını, Çin hükümetine ihbar eder. Çin hükümeti 1 600 kişilik birliği ileri karakol Ming Yol’a^1^ gönde­rip, isyanı orada bastırmayı emreder. Fakat, isyancı­lar hazırlıklı ve yöreyi iyi bildikleri için, Çin birli­ğini tuzağa düşürür ve yok eder (CHEN 1967 : 1-2) • Yusuf Hâce bu galebeden sonra bir hükümdar olarak Kaşgar’a gi­rer. Hokant ordusunun yardımı ile kısa bir zaman içinde Yenihisar, Yarkent ve Hoten şehirlerini ele geçirir. Fa­kat, Yusuf Hâce’nin bu dört şehirdeki saltanatı üç aydan fazla sürmez. Kasım 1830*da Buhara Hanlığı ile Hokant , Hanlığı arasında hasıl olan sürtüşmeler sonucu, Hokant hükümeti kuvvetlerini Kaşgar’dan geri çeker. Yusuf Hâce da, Çinliler’e tek başına karşı koyamayacağını düşünüp, Hokantlılar ile beraber gider (Korupatkin 1984 : 217). Yusuf Hâce Hokant’a döndükten beş ay sonra ölür (Şincang- ning Kiskiçe Tarihi 1984 : 518).

YEDİ HÂCE İSYANI (1847)

Eylül 1847’de Yusuf Hâce’nin oğlu Mehmet Emin (Kat- te Töre) ve Bahaüddin Hâce’nin oğlu Velihan Töre başta (2) olmak üzere Yedi Hâce yaklaşık 1000 kadar atlı asker ile Hokant’tan yola çıkar. Onlar önce Ming Yol’daki Çin ileri karakoluna saldırarak, buradaki 100’den fazla Çin askerini öldürür. 0 zaman Kaşgar’da 3 000 kadar Çin aske­ri bulunup, bunlar hâcelere karşı koymaktan korkar ve Kaşgar Yeni Şehir kalesine kapanarak dışarıdan yardım gelmesini beklerler. Kaşgar Eski şehrindeki Hokantlı [4] [5] tüccarlardan Namethan gibi kişiler şehir kapısını hâcelere açar. Hâceler Kaşgar halkının desteğiyle Kaşgar Yeni Şehri’ndeki Çin askerlerine karşı saldırıya başlar. Yine bir taraftan, birkaç yola bölünerek, Yenihisar, Yarkent, Maralbaşı gibi şehirlere kuvvet gönderirler. Çin hükümeti olaydan haberdar olunca, Şenşi-Gensu askeri valisi BA YİN Tay’ı başkan tayin ederek, onu askeri hazırlıkların ya­pılması için Sucu’ya gönderir. LÜY Şen’i Büyük Memur ve askeri işler danışmanı tayin ederek, İli’den Muzdavan^ geçidi ile güneye gönderir. LÜY Sen Kasım sonlarında Yar­kent şehrine ulaşır ve Yenihisar’a doğru hareket eder. Kökirik denilen yerde hâcelerin askeri ile karşılaşıp, onları yener. Yedi Hâce bu yenilgiden sonra, Kaşgar Yeni Şehir kuşatmasını da bırakarak, Hokant’a kaçar. Bu Yedi Hâce eylemi Eylül 1847*den Kasım sonuna kadar üç ay devam eder. Onların Çin ileri karakoluna karşı yürüttüğü eylem ise, gerilla savaşı halinde zaman zaman varlığını göste­rir (Uygurlarning Kiskiçe Tarihi 405-407).

VELİHAN TÖRE İSYANI (1857)

Haziran 1857’de Velihan Töre, 10 yıllık bir aradan sonra, yine ciddi bir eyleme geçer. Kaşgar’a saldırarak, Kaşgar’m Kızıl Derya, Sekkiz Taş gibi bölgelerini ele geçirir. Kaşgar Eski Şehir kalesinin güney kapısını ateşe verir. Yenihisar’m Eski Şehir*ini işgal eder. Maralbaşı ve Yarkent şehirlerini de tehdit eder. Bu olaylar cereyan ederken, Yarkent şehrinin Büyük Memur’u, olaylar hakkında Çin hükümetine rapor vererek, askeri yardım ister.

Velihan Töre Kaşgar Eski Şehri'ni işgal ettikten sonra, Kaşgar Yeni Şehir kalesinin batı tarafına nehirden su akıtarak, şehir kalesini bozar ve şehire saldırır, 0, su ile kale bozma usulunu Maralbaşı için de kullanır.

10 000 kadar kuvvet ile Yarkent şehrine de saldırır. Fa­kat, yardım çağrısı üzerine Çin birliklerinin de hareke­ti hızlanır. Eylül 1857’de İli ve Ürümçi’den gönderilen Çin birlikleri, Velihan Töre tarafından işgal edilen bü­tün şehirleri geri alır. Velihan Töre 18 000 kişilik.'bir­liği ile Hokant’a çekilir (Uygurlarning Kiskiçe Tarihi : 408-410).

KUÇAR VE DÖNGENLER’İN İSYANI (1864)

(1)

1851’den başlayarak, Kuçar ve Şayar’m Hakim Bey’ leri mezar, karargah, saray, köprü, karakol ve değirmen­lerin tamiri ve inşaati için diye, yerli tüccarlardan fa- f 2 )

izi ile beraber 2810 ser -den fazla madeni para borç alır. Tüccarlar bu parayı geri isteyince, Kuçar Çin Büyük Memur’u UR ÇİNG A ile Hakim Bey’ler konuşarak, halkın ' vergi yükünü arttırarak bu parayı ödemeyi önerirler. Bu sebeple halkın hükümete karşı itiraz sesi yükselir. So­nuçta Mehmet Ali ve Niyaz gibi kişiler halkın vekili ola­rak İli*ye gidip, Çin generali ZA LA Fin Tay’a şikayet ederler. Bu şikayet 1855’te yapılır, fakat halkın istedi­ği gibi girişimler olmaz. Mehmet Ali isyan kararını vere­rek, çiftçilerin mızrak, kılıç, tüfek ve sopa ile silah­lanmış ordusunu kurar. Fakat, talihsizlik, önceden belir­lenmiş isyan günü yoğun yağış olur. İsyan gecikir. Bu va­ziyet hükümetin işine gelir, baskın ile isyancılar dağı­tılır, Mehmet Ali başta olmak üzere 15 kişi idam edilir. Bu olup bitenler, 1864 yılında Kuçar’da meydana gelecek olan ve bütün Doğu Türkistan’a yayılacak büyük isyanın temeli ve başlangıcı olur.

Doğu Türkistan’daki Çin egemenliğine son veren bu büyük isyan, Kuçar’m Öğen Nehri etrafında tahıl vergi­sini ödemede çaresiz kalan ve bu yüzden zorunlu çalışma­ya tabi tutulan çiftçiler tarafından başlatılır. Onlar çok zor şartlar altında kanal kazmak, bakir yerleri tar­laya dönüştürmek gibi ağır işlerde çalışırken, açlık ve soğuktan birçokları ölür. Tuhti Niyaz, ölümle pençeleşen bu insanları arkasına alarak, bir gecede iki Çinli memur ve İŞ Bey’i öldürüp, arkasından hemen Kuçar’a saldırır. 4,6.1864 günü gecede, Kuçar’daki Döngen MA Lung, MA SEN Bav gibi kişilerin liderliğinde bütün Kuçar halkı ayak­lanır. Kuçar Hakim Bey’i Kurban Beg yakalanıp idam edilir (Sayrami 1986 : 184). Kuçar’dan hemen sonra Bügür, Kurla halkı ayaklanır. 15 ve 16 Temmuz’da, Döngen T0 Ming (Da­vut Halife) ve SU HU Ven’ler başkanlığında Ürümçi halkı ayaklanır. 26 Temmuz’da Yarkent halkı, 50 Temmuz’da Kaş- gar halkı ayaklanır. Kumul, İli (Gulca) ve Çöçek şehir­leri ardarda isyancıların eline geçer. Böylece bütün Doğu Türkistan Çin egemenliğinden kurtulur. Kuçar halkı kendi­lerine lider olarak, son Kuçar Hâcesı Raşidin’i han ilan ederler (Uygurlarning Kiskiçe Tarihi : 411-423). Raşidin Hâce tahta çıkar çıkmaz, kendi oğullarını, akraba ve ya­kınlarını isyancılara lider tayin ederek, Aksu, Üçturfan, Turfan ve Lukçun’e gönderir. Raşidin Hâce’nin fermanla­rında şu ifadeler bulunmaktadır : "Zubde-i Evlad Resulullah, Ebulmuzaffer ve Elmansur, Seyid Gazi Raşidin Han Hoca” (Peygamberin seçkin evladı, Muzaffer ve yardımcıların atası, Seyit Gazi Raşidin Han Hâce). Raşidin Hâce’nin saltanatı sırasında çıkarılan madeni paranın bir tarafı­na "Reşidin Han Gazi" öbür tarafına "Kuçar saltanatının parası" diye yazılmıştır (Sayrami 1986 : 197). İşte bu "peygamberin seçkin evladı" Yakup Bey tarafından öldürü­lür.

Ürümçi’de T0 Ming kendisini sultan, SU HU Ven'i ko mutan ilan eder. Kaşgar’da Aktaglık Hâceler’m başkanı Tohti Mahmut Alem kendisini han ilan eder. Çok geçmeden Kırgız Sıdık Beg, Aktu’dan askeri kuvvet ile gelerek,

Tohti Mahmut Alem’i ağdarıp, kendisini Kaşgar hükümdarı ilan eder. Sıdık Beg kendi yerini sabitleştirmek için, Eokant Hanlığı’ndan yardım ister (Uygurlarning Kiskiçe Tarihi : 425-425).

Çin’in 1755’te başlamış Doğu Türkistan’ın kuzeyi ve güneyine yönelik ilk istila eylemlerinde kullandığı asker sayısı 100 000’i geçmiştir. İstila eylemleri için her yıl harcadığı para 275 000 sergümüşe eşit olmuştur (LİU 1988 : 954, 955). Fakat, Kuçar İsyanı’nı takip eden olay­lar ortaya çıktığı yıllarda Doğu Türkistan’da ne kadar Çinli askeri bulunduğunu kestirmek zor. Çünkü bu dönemde Çin’de çiftçilerin ve Döngenler’in isyanı cereyan etmiş­tir. 1851’de Güney Çin’de başlayan çiftçiler isyanı ile, 1855'te Eankin’de Tai Ping Tian Guo (Tanrı Adalet Devleti) kurulur. Bu devlet 1864’e kadar varlığını sürdürür (Shian- dai Eanyü Sidian 1980 : 1099-1100). Kuçar İsyanı’nın hızlı bir şekilde yayılarak, bütün Doğu Türkistan’ın kısa zaman içinde Türkler’in eline geçmesinden de anlaşılıyor ki, o yıllarda kendi içinden sarsılan Çin, Doğu Türkistan’a takviye kuvvetleri göndermekten yoksundur. 1865-78 yılla­rı arasında Yakup Bey Devleti varlığını sürdürürken, bu yıllar aynı zamanda Çin’in Yakup Bey Devleti’ne karşı ha­zırlanma devridir. Huşlar’m Batı Türkistan istilası da bu yıllarda tamamlanır. Doğu Türkistan yolundaki kalabalık Çin ordusunun yiyeceği, Huşlar tarafından karşılanır (Sadri 1984 : 297).

Yakup Bey Devleti’ne karşı seferber edilen Çin ordu­su, önce Senşi’deki Döngen ayaklanmasını bastırmak zorun­dadır. Döngenler’e karşı yapılan kanlı bir savaştan sonra Z0 ZUKG Tang komutasındaki Çin birliğinin Doğu Türkistan yolu açılır. Cin birliğinin önünden kaçan Dahu, Şohu adında iki kardeş komutasındaki Döngen birliği, 25.10. 1877 günü Uçturfan üzerinden Batı Türkistan’ın bu günkü Kırgızistan bölgesine geçerek Huşlar’a sığınırlar

(1) 55 grama eşit, Türkçe sşr, Çince liang diye ifade edi­len bu ağırlık birimi, İngilizce OUNCE olarak çevrilip, 51 gram ile açıklanmıştır (REDHOUSE 1989 : 684).

(Sayrami 1986 : 542)

Çinliler önünden kaçan Döngenler ile Yakup Bey’in askerleri birleşip, Çinlilere karşı cephe alamazlar.Yakup Bey Devleti'nin ‘ kendi askerleri içinde de tedirginlik ve bölünmeler cereyan eder. Bu kargaşalığa belki Yakup Bey’in Mayıs 1877'deki ani ölümünün etkisi olabilir. Fa­kat, her şeyden önce, bu tedirginliğin, bu kargaşalığın başlıca sebebi, İsyanlar Yüzyılı’nda 9-10 defa cereyan eden isyanların ve acımasız bir şekilde bastırılmaları- . nm, sürgünlerin, akan kanların ve göz yaşlarının Altışe- hir halkının anılarından henüz silinmemiş olmasıdır. Çin ordusu geliyor haberi, elbette bu anıları tazeler, dinmiş acıları yeniler. Geçmişteki o kara günlerin tekrarı, yine neleri getirip, neleri götüreceğinin düşünce ve kaygıları içinde kıvranan zavallı Altışehir halkı, güçsüzlüğün, ça­resizliğin ezikliği altında düşmanı beklemiştir.

Büyük Timur'un Çin'i- işgal etmek için, buralardan yüzbinlerce asker topladığı zaman ile, Çin'in buraları işgal etmek için geldiği bu zaman arasında geçen 500 yıl, Türk-Çin güç nisbetini bu şekilde alt-üst etmiş. Yani bu 500 yıl Türkistan Türklüğünün aleyhine işlemiş zamandır.

(1) Benim dedemin babası olan, Şenşi'deki Döngen ayaklan­masına katılan GANG LU Sen adlı kişi, işte o zaman (Ekim 1877’de) Döngen birliği ile beraber Batı Tür­kistan'a geçerek Karakol şehrine yerleşir. Orada iken Uygur kızı ile evlenir ve Uygurca Kurban adını taşı­maya başlar. Kurban'm oğlu olan Şerif de Uygur kızı ile evlenir ve bu evlilikten benim babam Turdi doğa­caktır. 4 Temmuz 1916'da Hocent şehrinde başlayan Çarlık Rusya'ya karşı ayaklanma kısa zamanda bütün Türkistan'a yayılır. Çarlık Rusya'nın cezalandırıcı birlikleri 28 Ağustos 1916'da çok kanlı şekilde bu ayaklanmayı bastırırlar (Özgen 1991 : 2). İşte o kan­lı olaylardan canını kurtaran dedem Şerif, iki yaşın­daki oğlu Turdi ile beraber Doğu Türkistan'a geçerek, İli vilayetinin Nılkı nahiyesine yerleşirler. Yukarı­da bahsettiğim hikayeyi bana, 1969’da 85 yaşında İli' de (Gulca'da) vefat eden dedem Şerif anlattı. Babam Turdi 1980*de benimle beraber Türkiye’ye geldi ve 1984’te İstanbul'da 70 yaşında vefat etti. Kurban’m mezarı Karakol*dadır. Dedem Şerif, babasının da uzun ömürlü olduğunu, epey yaşlanmış halde vefat ettiğini söylemiştir.

VI. BÖLÜM

A. YAKUP BEY DEVLETİ’NİN KURULUSU VE İKİNCİ ÇİN İSTİLASI

Kaşgar Yeni Şehir ve Yenihisar Yeni Şehir kalelerin­deki Çin birliği, Kırgız Sıdık Beg’in saldırısına dire­nir. Sıdık Beg bu işi tek başına halledemeyeceğini anlar ve Hokant Hanlığı’ndan yardım ister. Hokant Hanlığı’nın askeri komutanı Alimkul, Çin’in gücünü zayıflatmak ama­cıyla Yakup Bey’i, Cihangir Hâce’nin biricik oğlu Büzrük Han Töre ile beraber Ocak 1865’te Kaşgar’a gönderir (Uygurlarning Kiskiçe Tarihi s 426-427).

Yakup Bey’in tam adı Muhammed Yakup Kuşbeyi’dir. 0, 1847’de henüz 27 yaşında iken, kuşbeyi (komutan) olur. "Yakup Bey, amacına ulaşabilmek için, herhangi bir vastayı kullanmaktan çekinmeyen’’ (Korupatkin 1984 î 261) cür­etli bir askerdir. Biri, gözünü budaktan sakınmayan komu­tan olan Yakup Bey, öbürü, ünlü bir hâcenın oğlu olan Büzrük Han Töre, ikisinin başında bulunduğu 50 atlı asker (Korupatkin 1984 : 251) Kaşgar halkı tarafından alkışlar içinde karşılanır. Yakup Bey, Kaşgar halkının desteğine dayanarak, Büzrük Han Töre’yi hanlık tahtına oturtur, Sıdık Beg’i Kaşgar’dan kovar. Yakup Bey, Yenihisar Yeni Şehir kalesini 40 gün kuşatır. Sonunda kaleyi barut ile patlatır. Şehir teslim olur. Bu galebeden, hemen sonra Yarkent ve Hoten’i de ele geçirir (Uygurlarning Kiskiçe Tarihi : 428-429).

Yakup Bey güneydeki dört şehire sağlıklı bir şekilde egemen olduktan sonra, 1867’de Raşidin Hâce’nin idaresin­deki Aksu, Kuçar ve Karaşehir’e 10 000 kişilik ordu ile yola çıkar. Raşidin Hâce’nin direnişi uzun sürmez, Hâce yakalanıp öldürülür. Aksu, Kuçar, Kurla ve Karaşehir Ya­kup Bey’in eline geçer. 1869*da Büzrük Han Töre hacca gönderilme bahanesiyle iktidardan uzaklaştırılır. Böylece nüfuzlu son Kuçar Hâcesı Raşidin’in öldürülmesi ve nüfuz­lu son Kaşgar Hâcesı Büzrük Han Töre’nin kovulması ile, Yakup Bey, Türkistan’daki hâcelerin Tugluk Timur (1329- 136Ş) döneminden başlamış ve Seidiye Hanlığı döneminde (1514-1678) güç kazanmış 500 yıllık soy ve nüfuzuna son verir. Hâceler artık tarihe karışır. Bu işi ile Yakup Bey bir Türk hükümdarı olarak,milli görevini yapar. Yakup Bey 1870’te Turfan’ı ele geçirir ve Ürümçi’ye asker gönderir. Kasım sonlarında Ürümçi ele geçirilir. T0 Ming teslim olur (Uygurlarning Kiskiçe Tarihi : 430-431). Aksu, Yakup Bey Devliti'nin başkenti olur (Korupatkin 1984 : 277). Böylece Yakup Bey, Doğu Türkistan’ı birleştirdikten sonra devletini güçlendirmek için, akıllıca beynelmilel ilişki­ler kurmaya başlar.

Huşlar'ın, Batı Türkistan’daki Türk devletlerini bi­rer birer işgal ederek Hindistan hududuna yaklaştığı bir devrede, Hindistan hududundaki Doğu Türkistan'da Yakup Bey Devleti’nin ortaya çıkması, elbette İngilizler için sevindirici bir gelişme olacaktır. Nitekim, 1868’de tica­rî amaçla da olsa, Kaşgar'a gelen P. Shaw'ı Yakup Bey, kabul ederek dostluk duygularını belirtir. Ertesi yılı, 1869'da, Mirza Muhammed Şadi başkanlığında bir ekibi Hin­distan valiliğine göndererek onlarla dostluk ilişkileri kurmayı ve ordusu için silah temin etmesini ister. İngi­lizler ise, Doğu Türkistan'ın doğal kaynaklarını işletme­yi, ticarî ve siyasî nüfuzlarını artırarak icabında bu ülkeyi, Afganistan misali, Rusya ve Çin’e karşı bir tam­pon devlet olarak kullanmayı düşünürler. Diğer taraftan İngilizler, Yakup Bey'in OsmanlI Devleti ile ilişkilerini geliştirmesine yardımcı olmayı da söylerler. Bu Yakup Bey’i İngilizlerle dost olmaya yönlendiren ikinci sebep­tir.

Yakup Bey'in elçisi Mirza Muhammed Şadi 6 ay Hindis­tan’da kaldıktan sonra, D. Forsyth'in başkanlığında ve P. Shaw ile Dr. G. Henderson'un da dahil bulunduğu ilk İngiliz elçilik ekibi ile birlikte 1870 baharında Kaşgar’ a döner. Bu İngiliz ekibi, üç aya yakın Kaşgar'da kalır. Yakup Bey yine bir taraftan Osmanlı padişahı Sultan Abdulaziz Han (1861-1876) önüne fevkalade elçisi Seyit Ya­kup Han Töre'yi göndererek yardım isteğinde bulunur. Os­manlI hükümetinin verdiği yardımı götüren elçi, Süveyş üzerinden Hindistan’ın Bombay şehrine ulaşır ve oradan Kaşgar'a döner. Kendisini halifeye bağlı bir emir olarak ilan eden Yakup Bey, İstanbul'dan gelen subayların da yardımıyla, büyük bir enerji ile ordusunu yetiştirmeye koyulur. Yakup Bey’in bu hummalı çalışması kısa zamanda sonuç vermeye başlar (Saray 1984 : 100-105).

Fakat, ne yazık ki, bu devlet Yakup Bey’in ömründen öteye gitmez. Yıl 1877 Mayıs, Yakup Bey hayata gözlerini kaparken, Çinliler'in öc alma hırsı şiddetle devam eder. Çin birliklerinin Kaşgar'ı işgal ettikten sonra yaptıkla­rı ilk iş, Yakup Bey'in mezarını bulup, onun cesedini ateşe vermek olur (Sayrami 1986 : 611). Yıl 1221, Ho­rasan'ın Merv şehrini işgal eden Tuluy komutasındaki Mo­ğol ordusu, Selçuklu Sultanı Sencar’m mezarını tahrip ederek ateşe vermişlerdi (Howorth 1876 • 87). AvrupalI­lar bu Moğollar'ı "barbar” olarak vasıflandırmıştı. Fakat aradan 700 yıl kadar zaman geçtikten sonra Orta Çağ Mo- ğolları'nın yaptıklarını yapan Yeni Çağ Çinlileri’ni va­sıflandırmak için nasıl bir ifade kullanılabilir ? Bu ha­dise, Çinliler*in Yakup Bey'e olan aşırı düşmanlığını be­lirtmekten çok, zülüm ve haksızlıklara karşı mücadelenin sembolü olan büyük şahsiyetlerden ve onların adından ne derecede korktuklarını belirtmektedir.

Bu "cesedi ateşe verme" olayına açıklık getirmek amacıyla, şu anda hayatta olduğu için adını veremeyeceğim bir zatın sözünü burada nakletmek isterim : "Bunlardan ölüp bile kurtulamazsın" (Çinliler'in yapacağı kötülükten ölüp bile kurtulamazsın, demek istiyor). Bu zat Çin komü­nist idaresi döneminde dört defa yakalahıp, dört defa serbest bırakıldı. İki defasında hapishanede benimle de beraber kaldı. Onun toplam 20 yıllık hapis hayatı süre­since Çinliler tarafından sorulan tek soru : "Ne yapmak istiyorsun ?" Çinliler'le uzlaşabilecek bir açıklık olma­dığı için, onlara karşı, yapılabilecek tek şey vardı, "isyan".Çinliler kendi yaptıklarından dolayı ortaya çıka­bilecek bu sonucu bilmiyor değil, hatta tarihten ders alarak iyi bildikleri için, isyan edebilir diye tahmin ettiği insanlarının hepsini hapsetmişlerdi. Yukarıda bah­settiğim zat, vatan ve millet sevgisiyle, Çinlilerin bu "haklı” kuşkusunu üzerine çekmişti.

Z0 ZUNGTang komutasındaki Çin birliği, bir yıl son­ra, 16 Mayıs 1878 yılında Doğu Türkistan’ın tamamını işfc-. gal ettiklerini ilan eder. Bununla Yakup Bey’in 1865-1877 yılları arasında büyük güçlüklerle, anlaşmalarla ve büyük bir beceriklilikle kurmuş ve korumuş olduğu Doğu Türkis­tan’ın bağımsızlığı sona erir. Ülke 1882 yılının sonuna kadar Çin ordusu tarafından idare edilir, 18 Kasım 1884 yılında Çin imparatorunun bir emriyle bu toprakların adı, Çin'in 19. eyaleti olarak yeni toprak anlamına gelen "Şin Gang" a çevirilir (Hayıt 1975 î 147). Bundan böyle 1944 yılının sonuna kadar sürecek olan İkinci Çin İstilası Devri başlar.

Yakup Bey Devleti'nin acı sonu, Çinlilerin Doğu Tür­kistanlılar nezdindeki ezeli ve ebedi düşmanlık kimliğini bir daha canlandırır. Doğu Türkistanlıların Çin düşmanlı- lığı, gizli olarak gittikçe olgunlaşır. Çinliler, Yakup Bey'in cesedini yakarak, onun mezarını ortadan kaldırırlar. Fakat, onun adının, onun tarihe bıraktığı izlerinin, Poğu Türkistanlıların istiklal ve özgürlük uğ­runa yürüttüğü savaşlarda öncü olma rolünü ortadan kaldı­ramazlar. İkinci Çin İstilası Devri içinde cereyan eden bütün isyanlarda, Yakup Bey'in adı dile getirilir, onun resmi isyancıların karargah ve hükümet binalarının du­varlarını süsler. Bu İkinci Çin İstilası Devri(1878-1944) içinde cereyan eden isyanlar şunlardır :

Tömür Helpe (Timur Halife) başkanlığındaki 1912 yı­lında başlayan Kumul İsyanı.

Hâce Niyaz Hacı başkanlığındaki 1931 yılında başla­yan Kumul İsyanı.

Mahmut Muhiti başkanlığındaki Ocak 1933 yılında baş­layan Turfan İsyanı.

Mehmet Emin Buğra başkanlığındaki Şubat 1933 yılında başlayan Hoten İsyanı.

Osman Batur başkanlığındaki 1940*11 yıllarda cereyan eden ve 10 yıl süren Altay İsyanı.

Fatih Müslim ve Alihan Töre başkanlığındaki 1944 yı­lında başlayan ve sonunda "Şarki Türkistan Cumhuriyeti"- nin kurulması ile sonuçlanan Nılkı ve Gulca İsyanı .

Doğu Türkistan üzerindeki tekrarlanan Çin istilasi- nı, değişik bir ifadeyle Doğu Türkistan’ın başına gelen­leri, bütün Türkistan’ın durumundan ayrı izah etmek müm­kün değildir. Doğu’su ve Batı'sı olup bölünmeksizin bütün Türkistan tarih boyunca aynı kaderi paylaşmıştır.

Deniz yollarının açılmasıyla elde edilen imkanlardan ve Batı Avrupa'daki gelişmelerden nasibini alan Doğu Av­rupa'daki küçük Rusya, hızla büyümeye başlar. 1552'de Ka­zan, 1555’te Ural sahasının Başkurtlar’ı, 1556'da ise Volga sahasındaki Astrahan Ruslar'm eline geçmesiyle beraber, Ruslar Türkistan kapısına dayanır. Rusya toprağı İvan IVün devrinde (1584) 1 550 000 kare İngiliz Mili olmuşsa, Büyük Petro’nun devrinde (1689) 5 955 000 kare İngiliz Mili, Yekaterina Il’nin devrinde (1775) 7 125 000 kare İngiliz Mili olur. Bu demektir ki, Rusya 200 yıl içinde beş misli büyümüştür (Şincangning Kiskiçe Tarihi 1984 : 488).

Batı Türkistan'da 1870’li yıllarda gerçekleşen Rus istilası ile 1878'de Yakup Bey Devleti’ni yıkan İkinci Çin İstilası'na kadar, Türkistan’ın bu iki bölgesi ara­sında siyasi sınır yoktur. Doğu Türkistan’daki Çin'e karşı bütün isyanlar, Batı Türkistan'daki hanlıklar tara­fından desteklenir? Çin katliamından kaçan Doğu Türkis^ tanlılar, zaman zaman Batı Türkistan'daki hanlıklara sığınırlar. Yakup Bey'in Batı Türkistan'dan gelerek, Doğu Türkistan'da bir devlet kurması, Türkistan tarihindeki milli dayanışmanın en canlı örneğidir. Bu yüzden Çinliler 110 yıl (1755-1865) süren ilk istila eylemlerinde başarı­lı olamamışlardır. Fakat, Ruslar'm Batı Türkistan'ı hızlı bir şekilde işgale kalkması, yani Türkistanlılar'ın hem batıda hem doğuda iki dev düşmana karşı iki cephede savaşmak zorunda kalması, Türkistan’ın kaderini büsbütün değiştirir. Türkistan’ın paylaşılmasında Ruslar ile Çin­liler dayanışma içine girer. Yakup Bey Devleti’ne karşı seferber edilen kalabalık Çin ordusunun yiyeceği Ruslar tarafından karşılanır (Sadri 1984 : 297).

İşte, Batı Türkistan veya Rus Türkistanı, Doğu Tür­kistan veya Çin Türkistanı adları, bu iki yönlü istiladan sonra ortaya çıkar. Ruslar, 1920’li yıllardaki Batı Tür­kistan’da kurduğu (Kazakistan, Kırgizistan, Özbekistan, Türkmenistan, Tacikistan) yeni idari kurumlarının oluşma­sına kadar, bu bölgeyi genel olarak Türkistan kabul eder ve bütün Batı Türkistan için "Türkistan Valiliği" adı al­tında bir idari kurum kurarlar. Türkistan’ı Uzak Doğu’ya bağlayan demir yoluna TÜRKSİB (Türkistan-Sibirya) Demir Yolu adını vermeyi sakıncalı görmezler.

Fakat, Çinliler İkinci Çin İstilası'na kadar Doğu Türkistan’da siyasi ve idari bir kurum kuramamışlardır. Çinliler’in her şehir yanına birer savunma kalesi kurarak orada bıraktığı askeri birlikleri, zaman zaman Türkler tarafından yok edilir. Sadece Çinliler’in yerleştiği bu savunma kaleleri, sonradan Kaşgar Yeni Şehiri, Aksu Yeni Şehiri, Yarkent Yeni Şehiri şeklinde adlandırılmıştır. Çinliler bu yeni kurduğu savunma kalelerine "Hençing" (Çinli Şehri), eskiden var olan şehirlere "Huyçing" (Müs­lüman Şehri) adını verirler (LÎU 1988 : 991). "Türk Şeh­ri" adını hiç kullanmamışlardır. Çinliler Doğu Türkistan’ a hakim olduklarını ancak 1884 yılında, İkinci Çin İsti- lası’ndan sonra, burası için "yeni toprak" veya "kazanıl­mış toprak" anlamına gelen "Şin Cang" adını kullanarak ifade ederler (Hayıt 1975 s 147-148).

Fakat, bu 1878’de başlayan İkinci Çin İstilası da, Çinliler için Doğu Türkistan’da tam bir istikrarlı ortam yaratamamıştır. Bu dönem içinde Tanrı Dağları’nın güne­yinde 1955’te, Tanrı Dağları’nın küzeyinde 1944’te cere­yan eden isyanlar sonucu 10 yıl ara ile iki milli devlet kurulur.

Birinci Milli Devlet 1955-1954 yılları arasında bir yıl yaşar. Hâce Niyaz Hacı başkanlığındaki Nisan 1951’de başlayan Kumul İsyanıJ Mahmut Muhiti başkanlığındaki Ocak 1955*te başlayan Turfan İsyanı; Mehmet Emin Buğra başkan­lığındaki Şubat 1955’te başlayan Hoten İsyanı gibi ciddi silahlı eylemler sonucu, 12 Kasım 1955’te Sabit Damolla başkanlığında Kaşgar’da "Şarki Türkistan İslam Cumhuriye­ti" adıyla bir Türk devleti kurulur (Buğra 1952 î 29, 50, 42). Fakat, Ruslar’ın böyle bir devletin kendi hudutları yanında yaşamasına hiç tahammülü yoktu. Ruslar’ın koyu desteğiyle 12 Nisan 1955’te Ürümçi'de hükümet başına ge­len Çin ordusunun albayı ŞIN Şİ Sey, hem barış, hem te­rörden ibaret iki yüzlü politika takip ederek, bu Kaşgar’ daki Türk devletini ortadan kaldırmaya muvaffak olur. Hâce Niyaz Hacı Ürümçi’deki ŞIN hükümetinin başkan yardım­cılığına getirilir ve bir müddet sonra hapsedilir. 1942 yılında boğularak öldürülür (Ötkür 1985 î 416).

İkinci Milli Devlet 1944-1949 yılları arasında beş yıl yaşar. İli vilayetinin Nılkı nahiyesinde, Kazan Türk­lerinden Fatih Müslim'in başkanlığında ortaya çıkan isyan kısa bir zaman içinde 12 Kasım 1944 günü Gulca’da "Şarki Türkistan Cumhuriyeti"nin kuruluşunu sağlar. 1945’te bu Cumhuriyete Altay ve Tarbagatay vilayetleri de katılır. Ne yazık ki bu Cumhuriyet de, 1949 yılının ikinci yarı­sında, Stalin ve MAO işbirliği altında tertip edilen Üçüncü Çin İstilası ile yıkıtılır. Cumhurbaşkanı Ahmetcan Kasimi başta olmak üzere, Cumhuriyetin ileri gelen şahsi­yetleri, Pekin’deki kurultaya davet edilme gerekçesiyle bir Rus uçağına bindirilir ve "uçak kazası" süsü ile öl­dürülür. Bu faciadan sonra, Doğu Türkistan tarihinin iki komünist devlet arasındaki çaresiz ve en karanlık günleri başlar.

Böylece Doğu Türkistan üzerindeki Çin istilasını üç büyük devreye bölebiliriz : 1755-1865 yıllarını kapsayan Birinci Çin İstilası Devri; 1878-1944 yıllarını kapsayan İkinci Çin İstilası Devri ve 1949 yılından başlayan Üçün­cü Çin İstilası Devri. Bu Üçüncü Çin İstilası Devri, de­ğişik bi ifade ile Komünist Çin İstilası Devri de deni­lir. Yakın çağımızın dünyasında, hiçbir yöre Doğu Türkis­tan kadar çok isyanlara ve tekrar tekrar istilalara sahne olmamıştır; hiçbir tonluluk Doğu Türkistanlılar kadar zü­lüm ve katliamlara mamız kalmamıştır; 300(1678-1992) yıl­lık esirliğin birikimini halen taşımakta olan Doğu Türkis­tanlılar kadar bahtsız ve zavallı bir topluluk yoktur.

GHEN CHİNG Lung, "Şin-Cang" adının Birinci Çin İsti­lası Devri’nden beri kullanılmaya başladığını iddia eder (CHEN 1967 J VI). CHEN’in neye göre böyle yazdığını bil­miyoruz, fakat bilinen gerçek, 110 yıllık Birinci Çin İs­tilası Devri içinde, Çinliler burada, "kazanılmış toprak" denilebilecek emin bir ortam bulamazlar. Savunma kalele­rine sığınan Çin askerleri zaman zaman yok edilir. İşte bu İsyanlar Yüzyılı*nda, Çin hükümetinin yüksek makamla­rında Batı Bölge*deki (Çinliler o zaman Doğu Türkistan’ı Şİ YÜ, yani Batı Bölge diye adlandırırlar) dört şehirden (Kaşgar, Yarkent, Hoten, Yenihisar) vazgeçme meyilleri görülür (LİU 1988 : 1183).

Türkistan’ı paylaşarak istila eden bu iki milletin kültürü ve geleneği birbirinden çok farklı olduğu için, onların sömürge politikaları da, istila edilen topluluğa karşı tutumları da çok farklı olur. İngilizler* in ve Rus- lar’m sömürge politikası, bir nevi Avrupa aydınlığını Asya karanlığına taşıma niteliğini de içerdiği için, on­lar başkalarının milli benliğini ifade eden "Türk" ve "Türkistan" sözcüklerini kullanmaktan korkmamışlar. Çünkü onların sömürgeleri karşısında medeniyetçe üstünlükleri bir gerçektir. Onların başkalarını imrendirebilecek bir­çok özellikleri vardır. Fakat, Çinliler’in sömürge poli­tikası daha değişiktir. Uzun tarihi boyunca, başkalarının istilası karşısında sayıca üstünlüğü ile ayakta kalabilen bu millet, sayıca üstünlüğü ile elde ettiği sömürgelerini de, sadece sayıca üstünlüğüne dayanan ırkçı bir politika ile ellerinde tutmuşlardır. Yapımı yüzyıllarca süren Çin Şeddi, işte bu insan çokluğunun ürünüdür. Çinliler’in başkalarına verebileceği ancak Çinciliktir. Bu yüzden "Türkler hiç bir devrede, en kuvvetli oldukları dönemler­de bile, Çin’i istila ederek orada oturma ve Çin’i kendi egemenlikleri altında yaşatma yolunu pek seçmemişlerdir. Çünkü, Türkler’deki bir düşünceye göre, şayet Çin’e gidip orada yerleşirlerse, o zaman, kendi benliklerini kaybede­cekler ve Çinlileşeçeklerdir. Türkler bu duyguyu her za­man yaşamışlar ve bu yüzden de Çin hiçbir zaman Türkler’ in olmamıştır. Türkler’in bu duygu ve düşüncelerine kar­şılık, Çinliler her zaman için dağınık en ufak bir Türk zümresini bile hemen yerleştirmişler ve onlara yerleşik­liğin bütün icaplarını öğreterek asimile etme yoluna git­mişlerdir” (İzgi 1987 : 20).

Çinliler, yukarıda bahsettiğimiz milli özellikleri­nin emri gereğince, Doğu Türkistan’ı istila ettikten son­ra, Türkler’in milli benliğini ifade eden "Türk" (Çince telaffuzu Tu Cü) sözcüğünün yerine Huy Huy (Müslüman) sözcüğünü, "Türkistan" sözcüğünün yerine Şi Yü (Batı Böl­ge) sözcüğünü kullanmışlardır. "Türk" (Tu Cü) sözcüğünü hiç kullanmamışlardır. Elbette bunun sebebi çok açıktır. İstila edilmiş topluluk için, onların milli kimliğinin yerine dini kimliğini kullanmak, istilacıların işine gel­mektedir. Çünkü milli kimlik doğal olduğu için siyasidir. Dini kimlik yapay olduğu için kültüreldir. Yapay kimlik­ler, eritilebilir. Fakat, doğal kimliğin eritilmesi güç­tür. Milletlerin doğal kimliği var olduğu sürece, milli devlet özlemi de var olacaktır. Üstelik "Türk" sözcüğü, bütün Türk boylarını birleştiren ve tarih boyunca her za­man iktidar anlamıyla ortaya çıkan bir kavram olduğu için, Çin’in milli devlet geleneği olan "Başkalarını bir­birine karşı kışkırt ve parçala, yut" (Barthold 1990 î 405), politikasına ters düşecektir. Çinliler*e göre, Çin­liler’ in işgalindeki herkes, kesinlikle Çinli olmalıdır. Zaman ve değişen rejimler Çinliler’in bu milli özelliğini değiştirmemiş belki de geliştirmiştir.

ORHUN ABİDELERİ*nde Çin hakkında 1260 yıl önceki ölümsüz Türk ikazı bugünde geçerlidir   ”Çin milletinin sözü tatlı, ipek kumaşı yumuşak imiş. Tatlı sözle, yumu­şak ipek kumaşla aldatıp uzak milleti öylece yaklaştırır­mış. Yaklaştırıp, konduktan sonra, kötü şeyleri o zaman düşünürmüş, İyi bilgili insanı, iyi cesur insanı yürüt­mezmiş. Bir insan yanılsa, kabilesi, milleti, akrabasına kadar barındırmazmış” (Ergin 1980 : 18).

Çin tehlikesi ve kötülükleri hakkmdaki yalın tarihî gerçek şu ki, Türkler güçlü veya zayıf dönemlerinde olsun tarih boyunca, Çinliler*in karşısında bir kaya gibi onla­rın etrafa genişlemesine engel olmuştur. Türkler’in saye­sinde kuzeydeki ve batıdaki birçok milletler bu arsız ve zalim milletin olası istila ve zulmünden kurtulmuştur. Yani, Türkler bir kalkan gibi Batı uygarlığını sarı teh­likeden korumuştur. Türkler tarihteki bu rolleri itibarı ile insanlık ve uygarlık adına övünmek de haklıdırlar. Fakat, Türkler bu hizmetine karşılık batı milletlerinden yardım görmek şöyle dursun, onların da saldırısına uğra­mıştır. Türkistan’a yönelik Arap, Fars, Rus saldırıları, Türkler’i çoğu zaman iki cephede savaşmak zorunda bırak­mıştır. Bu durum Türkler’i gittikçe yıpratmış, zayıflat­mıştır. Yine de bu millet, düşmanlarının bu kadar çok olmasına rağmen, tarihteki görevinin bu kadar ağır olma­sına rağmen, ırkının, dilinin asilliği ve yaşam tarzının hareketliliği sayesinde günümüze kadar gelebilmiştir.

Yukarıda bahsettiğimiz Doğu Türkistanlıların başına gelen siyasî ve İçtimaî felaketlerin yanında, Doğu Türr- kistanlılar için uygulanan İktisadî yük de çok ağır ol­muştur. Kalrauk istilası döneminde her yıl için ödenen 3,5 ton gümüş miktarındaki vergi Çin istilası döneminde de devam eder. İkinci Çin İstilası’ndan sonra hiç bir ölçü gözetmeksizin, Doğu Türkistan’da bulunan bütün zenginlik taşınabildiği kadar Çin’e götürülür. Mesela, 1933-1944 yılları arasında Doğu Türkistan’da Genel Vali olan ŞIN Şi sey, Ürümçi’den ayrılırken, değerli malları on kam­yonla birkaç defa Lençu şehrine götürülür. Bu malların arasında 12 ton altın da vardır (Kadiri 1948 : 152).

Çin’in kendisi, 1840’11 yıllardaki Afyon Savaşı'ndan sonra yarım sömürge haline düşünce, Doğu Türkistan bir nevi sömürgenin sömürgesi olur ve daha da ağır bir şekil­de sömürülmeye başlar. Komünist Çin İstilası’ndan sonra, Lençu’daki demir yol hızlı bir şekilde Ürümçi’ye ulaştı­rılır. Bu Ürümçi-Lençu Demir Yolu ile Çin’den Doğu Tür­kistan’a Çinli, Doğu Türkistan’dan Çin’e tarım, orman, hayvancılık ürünleri başta olmak üzere altın, neft, kömür gibi yeraltı zenginlikleri götürülür. Dünyamızın bu en zengin bölgesi olan Doğu Türkistan’da bugün, dünyamızın en yoksul insanları yaşamaktadır.

B. HÂCELER DEVRİ EDEBİYATI

Hâceler Devri’nden günümüze kadar gelen birçok elyazmalarından, o devrin kendine özgü birçok şair ve yazarlar yetiştirdiğini öğrenmekteyiz. Doğu Türkistan’ın bu 18. yüzyıl edebiyatından devrin olayları, vatanın kaderi hakkındaki endişe ve düşünceler, buna paralel olarak özgürlük özlemleri ve sevgi yansımaktadır. Sevgi, insanı yüce ve temiz ahlaki prensipler esasında eğiten, insan gönlünü kirli ve kötü niyetlerden temizleyen, alicenaplık, mertlik ve dostluk duygularını yaratan etkendir. Sevgi, vefa, cesurluk ve dayanıklılık ister. İşte 18. yüzyıl Uygur şairlerinin kaleme aldığı kahraman­lar, yukarıda bahsettiğimiz gibi öyle bir sevginin sahipleridir (Mollaudov 1990 : 7-8).

Zeliliy :

Zeliliy, şairin edebi lakabı olup, adı Muhammed Sıdık’tır. Zeliliy’nin 1676 yılında Yarkent’te doğduğu ve 70 yaşını geçtiği bilinmektedir. Yani şair, Hâceler Devri’ni başından sonuna kadar yaşamış, tam anlamıyla Hâceler Devri’nin insanıdır. 0, Doğu Türkistan’ın birçok şehirlerini gezmiştir. Bu gezi onun vatan sevgisini canlandırmıştır. 0, devrin en aydın insanlarından olmuş, Doğu edebiyatını öğrenmiş, Farsça şiirler, de yazmıştır. Zeliliy, Uygurlar'ın tarihine değinirken, daima Sultan Satuk Buğra Han’ı anmaktadır. Buğra Han onun nezdinde bir milli kahramandır. Buğra Han'ın Uygunlar bölgesinde ilk defa İslamiyet'i kabul etmesi ve ünlü Karahanlı Devleti’ni kurması, doğal olarak, o dönemin vatan ve millet sevgisiyle yaşayan, aynı zamanda esaretin acısını duyan aydınlarının gurur kaynağı olmuştur. Gerçekten de, Türk medeniyetinin örnekleri olan "Kutadgu Bilig" ve "Divanü Lugat-it-Türk" gibi eserlerin yaratıldığı Kara- hanlı Devleti ile övünmekte haklı idiler. Tıpkı, 20. yüz­yıl başlarında Rus esaretine karşı savaş veren Türkistan aydınlarının nezdinde ilham kaynağı olan Büyük Timur, na­sıl bir milli kahraman ise, Buğra Han da Hâceler Devri’ nin aydınları nezdinde öyle bir milli kahraman olacaktır. Ünlü Timur İmparatorluğu’nun başkenti Semerkant'ın 19, yüzyılın sonlarına doğru Ruslar’m ayağının altına düşme­si, Türk vatanseverlerinin kalbinde ne kadar acı ve has­ret yaraları açmışsa, o ünlü Karahanlı İmparatorluğu’nun başkenti Kaşgar’m 17. yüzyılın sonlarına doğru hâcelerin ve Kalmuklar’m ayağının altına düşmesi de, o dönemin vatanseverlerinin kalbinde o kadar acı ve hasret yaraları açmıştır. Şair, bu acı ve hasretlerini şu şekilde dile getirmektedir :

”Endelibi çarbagi mülki Türkistan cüda. Kumriyu şahi dereht ereri bostan cüda. Leik çugz eyleb meni veyranege saidi huda. Merheba Sultan Satuk Bugrahanim, merheba”. (Bağ-bostan bülbülü, Türkistan toprağı gitti elden. Bostandaki kumru ve ağaçlar kayboldu. Baykuş gibi beni viran eyledi Tanrı.

Merhaba Sultan Satuk Buğra Han’ım, merhaba).

(Mollaudov 1990 : 29)•

Zeliliy’nin "Sefername" (1718), "Tekire-i Çilten” (1734) ve "Tezkire-i Hâce Muhammed Şerif” (1744) gibi eserleri, o dönemin tarihi olaylarını yansıtmaktadır (Mollaudov 1990 : 15). Yaşadığı devreye karşı isyan eden Zeliliy, kendisine de karşı şu mısralar ile isyan etmek­tedir î

”Söz bilen telbe Zeliliy ne vilayet alding, Gerçe Türk erdinu hem şairi Türkistani”. (Söz ile deli Zeliliy ne gibi bir vilayet aldın, Gerçi Türksün ve şairisin Türkistan’ın).

(Mollaudov 1990 : 27).

Zeliliy’ye göre, vatanı Türkistan, milleti Türk olan bir kimse böyle yaşamamalıdır.

Nevbeti :

Nevbetiy Hoten’de doğmuş olup, 1691-1760 yılları arasında yaşadığı tahmin edilir. Şairin kendi adı belli değildir. Nevbetiy edebi lakabıdır. Onun şiirleri sevgi konusu ile toplum gerçeklerini yansıtmaktadır. Şiir üslu­bundaki güzellik, Uygur klasik edebiyatı için güzel ör­nektir (Mollaudov 1990 : 52). Nevbetiy yaşadığı devrinin haksızlıklarını şu şekilde dile getirmektedir :

"Mogulistan’da kafiri, zalimi hanlik, Fukralar gem hesrette bolup heyranlik. Bu mehelde hemme zalimler yürür rahette, Mömin el zulmi-sitem birle bolur derbanlik”. (Moğolistan’da kafir ve zalim hanlık, Fukralar gam ve hasretin şaşkınlığı içinde. Burada bütün zalimler yürür rahat içinde, Halk zülüm ve sitem ile kapı dışı edilir).

(Mollaudov 1990 : 55)

Erşiy :

Karataglık Hâceler’m lideri Danyal Hâce’nın büyük oğlu olan Yakup Hâce’nın (Hâce Cahan) edebi lakabı Erşiy’ dir. Şair olan bu kişi, Appak Hâce öldükten sonra (1694) Altışehir’e gelen ve 1720-1755^yılları arasında Altı- şehir’i idare eden Danyal Hâce döneminde Erşiy Cungarlar’ in ordusunda bulunmuştur. Babası öldükten sonra (1755), Altışehir’in idaresi Danyal Hâce’nın dört oğluna taksim edilirken, Erşiy’ye Yarkent verilmiştir. Erşiy kendisi şair olduğu için, onun döneminde Yarkent’te şair, sazcı ve ve bilginler toplanmıştır. Erşiy, 1756 yılında, Burha- niddin Hâce’nın Yarkent'e saldırısı sırasında yakalanıp bütün ailesi ile beraber öldürülmüştür (Mollaudov 1990 s 79-80).

(1) Mollaudov (1990 : 79-80)’dan alınmış bu yıl belgesin­de yanlışlık vardır. Danyal Hâce 1727-1755 yılları arasında Altışehir’i idare etmiştir.

Futuhiy :

Futuhiy, Şair Erşiy’nin oğludur. Futuhiy edebi lakab olup, adı Sıdık Hâce’dır. Futuhiy de babası Erşiy ile be­raber öldürülmüş olabilir (Mollaudov 1990 : 124).

Harabatiy î

Harabatiy, şairin edebi lakabı olup, adı Muhammed Binni Abdullah’tır. Onun Aksu'da doğmuş olduğu ve 1650’11 yıllardan 1750'11 yıllara kadar 90-100 yıl ömür sürdüğü tahmin edilmektedir. Onun Buhara’da okuduğu bilinmekte. Harabatiy şiirlerinde, 18, yüzyıldaki zülüm ve haksızlık­lara karşı bilgi ve ahlakı bir silah olarak kullanmakta­dır (Mollaudov 1990 : 138, 140).

Şairahun :

Şairin adı Molla Abdulelim olup, büyükler ona Şair- ahun demişler. Bu şairin tek eseri olan "İslamname” des­tanı 18, yüzyılın 6O'lı yıllarında yazılmıştır. Şair bu eserini Appak Hâce’nin torunu Ahmet Hâce ve onun çocuk­ları Burhaniddin Hâce ile Han Hâce’ya bağışlamıştır. Bu destan 18. yüzyıl olaylarını yansıtmaktadır (Mollaudov 1990 : 180-181).

Hâceler Devri’nin, zamanına karşı itirazlarla dolu edebiyatı dışında, başka sanat dalları hakkında bir şey söylemek zordur. Ressamlık ve heykeltaraşlık hakkında da bir bilgi yoktur. Çünkü, İslam anlayışı ve geleneğine göre, ressamlık ve heykeltaraşlık, putperestliği andıran bir olgu olduğu için, İslam'ın egemen olduğu topluluklar­da, bilhassa sanatın bu dalının gelişmesi engellenmiştir. Her şeyi soyutlaştıran tasavvuf, elbette somut varlık ve somut görüntülerden hiç hoşlanmaz.

Seidiye Hanlığı’nın ikinci hanı Abdureşit Han'ın eşi Amannisahan hem şair, hem ınusikşinas olup, onun eserleri Appak Hâce’nin saltanatı döneminde (1678-1694) yasaklanır ve ateşe verilir (Mucizi 1982 : 12). Bir yoksul oduncunun kızı olan Amannisahan 1567 yılında 34 yaşında iken doğum­da ölür (LİU 1988 : 783-784).

Kuçar’m öğen Nehri kıyısında bulunan Bin Buda Mağa­ralarındaki insan resimlerinin isteyerek mızrak ucu ile zedelendiğine göre^\ Orhun Abideleri, eğer hâcelerin egemen olduğu Altışehir’de, genel olarak İslamiyet’in egemen olduğu yörelerde olsa idi, "Türk medeniyetinin, yüksek Türk kültürünün büyük vesikası" (Ergin 1980 ; 7) olan bu abidelerin başına neler gelebileceğini tahmin etmek zor değildir.

Muhammed Sadık Kaşgariy ve "Tezkire-i Cahan" :

Hem tarihçi, hem şair olarak tanınmış Muhammed Sadık Kaşgariy’nin Uygur medeniyeti tarihinde müstesna bir yeri vardır. 1740-1849 yılları arasında bir yüzyıldan fazla yaşamış olduğu tahmin edilen (Mollaudov 1990 : 203) bu bilgin hakkında ilk bilgiyi Kazak Türkleri'nin ünlü bil­gini Çokan Cengiz Velihanoğlu (1835-1865) vermektedir. Bilginin "Tezkire-i Cahan" adlı tarihi eseri, o döneme ait eserlerin en mükemmelidir. Kaşgariy bu eserini Kaşgar Hakim Bey*i Osman Beg’in katibi olduğu sırada yazmıştır. Osman Beg, Burhaniddin Hâce’nın isyanını bastırmaya katı­lan Kuçarlı Mirza Hudi Beg’in oğludur. Yazar bu eseri oluşturmadaki amacını şöyle açıklamaktadır : "Yarkent’in hükümdarı Mirza Hudi Beg’in gözbebeği olan oğlu Osman Beg Kaşgar’a hakim idi..... Hakim Osman Beg’in Rehime Ağca adlı anası, zayıflara, yoksullara, bilginlere, iyilerin çocuklarına şefkat gösterirdi. Birkaç nesilden beri İshak Veli ve onun evlatlarına mürid olarak bağlanmıştı. Benim gönlüme İshakiye hâcelerinin tarihi olaylarını tezkire şeklinde yazsam, diye bir fikir geldi, Böylece, hâcelerin tarihi hakkında bir tezkire yazabilsem, dünyada benim adım da bir hatıra olarak kalır, diye karara geldim. Ben ki, zavallı Muhammed Sadık çaresizlikten, ilmi kabiliye­timin yetersizliğinden, ulu Tanrı*dan yardım isteyerek,

(1) Ben 1955 yılında, Tarihi Kalıntıları İnceleme Grubu ile Altışehir*e gittiğimde, Bin Buda Mağaraları’nı gezme fırsatına sahip olmuştum. İnsan resimlerinin isteyerek mızrak ucu ile zedelendiğini görmüştüm. bütün gücüm ile Hicri 1182 (Miladi 1768) yılında Tezkire- i Cahan’ı yazmaya başladım”. ”Tezkire-i Cahan" tam anla­mıyla “Hâceler Devri” tarihidir. Bu eser, Appak Hâce’nin Kalmuklar’m yardımıyla iktidara gelmesinden (1678), Bur- haniddin Hâce’nin, Çin’in yardımı ile Altışehir’e hüküm­dar olmasına kadar (1755) süren 77 yıllık tarihi içermek­tedir (LİU 1988 : 1079).

Asıl adı "Tezkire-i Cahan" olan bu eser, "Tezkire-i Hâcegan", "Tezkire-i Azizan" şeklinde de adlandırılmış­tır. Elyazma şeklindeki bu eserin British Museum'da üç nüshası bulunmaktadır : 0R, 5558 Tazkirat al-TahamanJ 0R>9960 Tazkirat al-JahanJ OR, 6992 Tazkira-i Jahan (Masami 1978 : 90). Üçüncü nüshası OR, 6992 Tazkira-i Jahan, Farsçadır.

Mollaudov (1990 : 205)’a göre, "Tezkire-i Ezizan", "Tezkire-i Hâcegan", Kaşgariy’nin ayrı ayrı eserleri ola­rak yanlış izah edilmiştir. Tahminimize göre, eserin adı, kopya edilirken, kopya edenlerin isteğine göre değişti­rilmiştir. Sözlü olarak öğrendiğimiz bilgilere göre, "Tezkire-i Cahan"m Ürümçi, Taşkent, Alma Ata arşivlerin­de saklanmış değişik nüshaları varmış.

Mirza Haydar Duğlat’m 1540'11 yıllarda Farsça yaz­dığı 1521-1547 yıllarını içeren ünlü Tarih-i Reşidi'si, Kaşgariy tarafından Çağataycaya çevrilmiştir (Togan 1950 î 240).

Kaşgariy, Uygur edebiyatı tarihinde vatanperverlik konusunu daha tesirli bir şekilde işlemiş şairdir. Bu itibarla onu, Türkiye'nin vatanperver şairi Namık Kemal'a (1840-1888) benzetebiliriz. Namık Kemal, aşağıdaki şiiri ile sanki Kaşgariy’nin hasretini dile getiriyordu :

"Vatanın bağrına düşman

Dayamış hançerini, Yokmudur kurtaracak Bahtı kara madarını".

Vatanının kaderini kendi kaderi olarak anlayan şair, Appak Hâce’nin vatana ihanetinden dolayı hasıl olan has­retini şu şekilde ifade etmektedir :

"Kaysi bir derdim bayan eyleyki, kaysi külfeti,

Ya deymu hane veyranlik belavu-şiddeti”.

(Hangi bir derdimi beyan eyleyim ki, hangi külfeti, Veya söyleyim mi, viran, bela ve şiddeti)

(Mollaudov 1990 : 203-205).

Tezkire-i Çaban’m Hâceler Devri’nin tek kaynak eseri olmasına rağmen, günümüze kadar bir Türk şivesi ile basılmamış olması, Muhammed Sadık Kaşgariy’nin müstesna bir tarihçi ve şair olmasıyla birlikte, henüz Türk alemine tanıtılmamış olması, çok büyük eksikliktir.

sonuç

Bilindiği gibi, Arap ve Fars kültürü ile yoğurulan İslamiyet, Cengiz Han'ın Türkistan ve Batı seferinde ağır darbe yer, birçok İslam mücahitleri Cengiz ordusu tara­fından öldürülür. Cengiz işgalinden sonra Türkistan, Arap ve Fars kültürünün baskısından kurtulup, tekrar Türkleş şir. Aradan yüzyıl kadar zaman geçtiğinde, Cengiz İmpara­torluğu parçalanır ve çöker. İşte o zaman, Büyük Timur, Cengiz İmparatorluğu’nu tekrar canlandırmak üzere iktidar mücadelesine girişir. Timurlular, bilim ve sanata yönelik bir hamle ile, Avrupa’da "Timurlu Rönesansı” tabirinin ortaya çıkmasına sebep olan bir devri başlatırlar (Aka 1991 : 125).

İster devletin yüksek siyasi hayatında olsun, ister insanların özel hayatında olsun, din baskısının ne derecede olduğunu, değişik bir ifade ile bilim ve sanat eyleminin temeli olan fikir özgürlüğünün ne derecede ol­duğunu belirten en bariz ölçülerden biri de kadınların durumudur. Timurlular döneminde kadınların devlet idare­sinde önemli rolleri olduğu görülür. Timur’un hanımları ve saraydaki kadınların durumu genellikle İslam kanunla­rına değil, eski Türk örf ve adetlerine uygundur (Aka 1991 ’ 108). Uluğ Bey devlet idaresinde dedesi Timur'u teklid etmiş olup, onun yasayı iyi bilen Moğol beylerin­den Duğlat Hudaydat'ı getirerek, kendisinden yasanın kaidelerini öğrenmek istediği bilinmektedir (Aka 1991 : 106).

Fakat, her amil zıttı ile vardır. Timur ile aynı zamanda, Cengiz döneminde olup bitenlerden öc almak ve İslamiyeti tekrar canlandırmak için, Fars kökenli Baha- üddin Nakşibendi de harekete geçmiştir. Bahaüddin Nakşi­bendi öncülüğündeki hâcelerin ortaya çıkışı, Türkistan'ın ikinci defa İslamiyet'le iç içe yaşamasını sağlamıştır. Türkistan üzerindeki İslamiyet'in ilk istilası kılıç ile dışarıdan gerçekleştirilmişse, bu ikinci istila, tasavvuf ile içten gerçekleştirilecektir.

İslamiyet, siyasal, sosyal ve kültürel kurum olduğu için, başlangıcından günümüze kadar hiçbir zaman gönül huzurunu temin etmekten ibaret basit bir inanç olarak kalmamıştır. İslam tarihi bir siyasal tarih olarak görü­lürse, "Hâceler Devri" ise, bütün İslam tarihinin 77 yıl­lık küçük bir parçasıdır. Bu sonuç itibarıyla diyebiliriz ki, İslamiyet’in siyasal ve kültürel kimliğinin ezik düş­tüğü yörelerde, İslamiyeti tekrar canlandırmak amacıyla hâcelerin ortaya çıkması ve faaliyete geçmesi, İslamiyet açısından gayet normal ve hatta zorunludur. İslam’ın inanç ve prensipleri yaşadığı müddetçe, şartlar uygun olursa, İslam’ın siyasal kimliği de her an kendini gös­termeye hazır olacaktır.

Türkistan’da Timurlular’ın çökmesi, zaman, mekan ve şartların, bilim ve sanat ile uğraşan Timurlular için uygunsuz, tasavvuf ile uğraşan hâceler için uygun olma­sından ileri gelmektedir. Timurlular Türkistan’da bir yüzyıl tutunabildiği halde, hâceler beşyüzyıl tutunacak­tır. İşte bu hâcelerı içeren beşyüzyıllık Türkistan tari­hi, tezimizin konusu olan 77 yıllık "Hâceler Devri" dahil hâcelerin Türkistan tarihindeki bütün varlığını kapsamak­tadır. Orta Çağ’m sonu, Yeni Çağ’m başı olan bu 500 yıllık (Büyük Timur’dan Yakup Bey’e kadar olan zaman) dönem, Karalar Çağı’nın (Orta Çağ) kalıplarını henüz kıramamış, Deniz Çağı’na (Yeni Çağ) henüz ayak oydurama- mlş Orta Asya Türklüğü için tam bir arayış dönemidir. Değişik bir ifade ile bu dönem, Orta Asya Türk tarihinin en engebeli dönemidir. Hâceler eğer varlığını 500 yıl sürdürebilmişse, onlar bu dönemin engebeli olduğuna borç­ludur. Hâcelerin bu dönemdeki nüfuz ve eylemleri, bu dö­nemin daha çok engebeli, belirsiz olmasına ve daha çok uzamasına sebep olacaktır.

Yakup Bey Devleti, zamanı geçmiş, geç kalmış bir devlettir. Yakup Bey’ih biat ettiği ve dayandığı Osmanlı İmparatorluğu artık çökmektedir. Batıdaki Huşlar, Batı Türkistan’ı işgal ederek, Yakup Bey Devleti’nin kapısına dayanır ve rakibi İngilizler’e karşı Türkistan'ı Çinliler ile paylaşmak üzere dayanışma içine girer. Yakup Bey Dev­leti bu iki düşmana karşı koyabilecek durumda değildir. Dünyada henüz güçsüz devletleri koruyabilecek siyasi güç­ler birliği yoktur. Dünyadaki siyasi güçler dengesinin henüz oluşmadığı zaman itibarıyla, Yakup Bey Devleti er­ken doğmuş bir devlettir. Böylece Türkistan Türklüğü geç kalmanın, değişen şartlara ayak uyduramamanın azabını çe­kecek, mahkum olacak ve devletsiz kalacaktır. Türkistan Türklüğü'nün bu acı kaderinde elbette Hâceler Devri’nin, genel olarak hâcelerin 500 yıllık Türkistan tarihinde oy­nadığı rolünün payı son derece büyüktür. Değişik bir ifa­de ile, Türkistan Türklüğü’nün milli devletini sürdüreme­yecek derecede yorgun düşmesinin başlıca sebebi, Türlüğün vücuduna yerleşerek, Türklüğe karşı savaş veren yabancı güçlerin çabalarıdır. Her şeye rağmen, her şeyden önce, Türkistan Türklüğü içten yıpratılmış, içten çökertilmiş- tir. Huşlar'ın ve Çinliler'in Türkistan'ı istila etmeye kalktığı zaman, zaten Türkistan istila edilmeye hazırlan­mış durumdadır.

İstila edilen bölgenin ve toplumun durumu ne olursa olsun, istila eylemi hiçbir zaman kalıcı ve meşru olma­mıştır. Bu yüzden, istilacılar kim olursa olsun, istila yolu içten mi, dıştan mı farketmez, istilacılar doğrudan doğruya idareci olmaktan çekinmişlerdir. Hâceler hep han­lar aracılığı ile hanlığı yönlendirmeye çalışırken, Kal­maklar, hâceler aracılığı ile, Çinliler ise beyler aracı­lığı ile Türkistan'ı yönlendirmeye çalışmışlardır. Tür­kistan üzerindeki bu eylem, bugün de eskisi gibi devam etmektedir. İster Rus işgalindeki Batı Türkistan olsun, ister Çin işgalindeki Doğu Türkistan olsun, istilacılar tarafından seçilmiş insanlar aracılığı ile idare edilmek­tedir.

Toplumun iktisadi ve manevi yapısı, insanların anla­yışı gelişip, bilgi çağı dünyaya hakim olursa, meşru ol­mayan, gizli kapaklı eylemlere, başkalarının hesabına geçinmeye dünyamızda imkan ve yer kalmaz. İşte o zaman, istilacılığın, sömürgeciliğin kendiliğinden ortadan kal­kacağı şüphesizdir. Türkistan, istilacılardan, sömürgeci­lerden kurtulabilmesi için böyle bir çağ değişimine en çok ihtiyaç duyan bir ülkedir. Bu değişim şu anda başlan­mış görünmektedir. Eninde sonunda Türkistan'ı yine, Ti­mur lular*m bundan 600 yıl önce başlattığı bilime ve sa­nata yönelik eylemleri kurtaracaktır. Artık çağ değişmiş­tir, bundan böyle, mekan, zaman ve şartlar din ve tasav­vuf için değil, bilim ve sanat için hizmet edecektir. Dünyamızda kalıcı olan da bilim ve sanatın ürünleridir. Uluğ Bey ve Ali Şir Nevayi, bilim ve sanata gösterdiği hizmetlerinden dolayı, Türk dünyasının ölümsüz simaların­dan olmuştur.

Din adamlarının yoğun çabaları ile içte hazırlanmış şartlardan istifa eden dış güçler (Araplar, Farslar, Kal- muklar, Çinliler ve Ruslar) Türkistan'da Türk egemenliği­ni ortadan kaldırmaya muvaffak oldular. Fakat, İbni Sina ve Timur gibi Türklüğün yetiştiştirdiği büyük şahsiyet­lerin Türklük için çizdiği yolu ve verdiği şuuru ortadan kaldıramadılar. Bu yol ve bu şuur, Türkün bilime ve sana­ta meyilli olma yoludurJ Türkün özgürlük ve istiklaline düşkün olma şuurudur. Bilim ve sanattaki başarılar, özgür ve bağımsız yaşamanın teminatıdır.

KAYNAKÇA

AKA, İsmail

1991 Timur ve Devleti Ankara

AKİRA, Haneda

1978 "Chapter 2. Problems of the İslamization" Açta Asiatica, Bulletin of the İnstitute of Eastern Culture 34 : 12-21.

Tokyo

ALPTEKİN, İsa Yusuf

1985  Esir Doğu Türkistan İçin İstanbul

ATIF, Mehmed

1300/1882 Kaşgar Tarihi İstanbul

BASUR, Zahirüddin Muhammed

1987 Vekayi (R. ARAT çevrisi)

(1943) Ankara

BARTHOLD, W. W.

1927  Orta Asya Türk Tarihi hakkında Dersler

1930  İstanbul

Uluğ Bey ve Zamanı

1945  İstanbul

"Dağlat"

          İslam Ansiklopedisi : 652-654.

1990  İstanbul

Moğol İstilasına Kadar TÜRKİSTAN

          Ankara

 

BAYTUR, Enver

1986  Kırgız Tarihi Leksiyaları

Ar tuş

BAYUR, Y. Hikmet

1938  "16. Asırda Dini ve Sosyal Bir İnkılap

Teşebbüsü 1556-1605"

Belleten II. cilt : 133-182.

1987a Hindistan Tarihi II. Gurkanlı Devletinin Büyüklük Devri Ankara

1987b "Trihi Özet”

(1943) BABUR, Zahirüddin Muhammed Vekayi (R. ARAT çevrisi) : 023-0138.

Ankara

BRİNTON, Grane

1982  1453*ten Bugüne Dünya Tarihi ve Çağdaş

Uygarlık (Mete Tuncay çevrisi) İ stanbul

BUĞRA, Mehmet Emin

1952  Doğu Türkistan

Ankara

1987  Şarki Türkistan Tarihi

Ankara

CAFEROĞLU, A.

1936 "Buharalı Bahaüddin Nakşibendi'* Türkiyat Mecmuası V. cilt : 361. İstanbul

1968  Eski Uygur Türkçesi Sözlüğü İstanbul

"Cengiz Han Yeniden At Koşturuyor"

1990 Cumhuriyet Gazetesi 29»3.1990 İstanbul

CHEN CHİNG Lung

1967 Çin ve Batı Kaynaklarına Göre 1828 İsyanlarından Yakup Bey*e Kadar Doğu Türkistan Tarihi (Doktora Çalışması) Tai Pei

DEVELLİOĞLU, Ferit

1980 Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat Ankara

DUGHLAT, Mirza Muhammed Haydar

1972 A History of the Moghuls of Central Asia

(1895) (Tarih-i Rashidi)

Londra

ERGİN, Muharrem

1980 Orhun Abideleri İstanbul

ESİN, Emel

1985  "Naziğim*in Destanı"

Doğu Türkistan*m Sesi sayı 7-8, cilt 2. Aralık : 57-41.

İstanbul

GPOUSSET, Rena

1980 Bozkır İmparatorluğu Attila, Cengiz, Timur

• (çeviren Dr. M. Üzmen) İstanbul

KAYIT, Baymirza

1975 Türkistan Rusya ile Çin Arasında Otağ Matbaası

H0W0RTH, H.H.

1876  History of the Mongols from the9th to 19th

Century Fart I. the Mongol Proner and the Kalmuks Londra

İZGİ, Özkan

1987 Uygurların Siyasi ve Kültürel Tarihi (Hukuk Vesikalarına Göre) Ankara

KADİRİ, Polat

1948 Ölke Tarihi

Ürümçi

KAŞGARİY, Muhammed Sadık

1767/68 ”Tezkire-i Cahan"

Kaşgar

KORUPATKİN, A.N.

1984  Kaşgariye (İngilizceden Uygurcaya çeviren Hekime Erşidin) Ürümçi

KÖPRÜLÜ, M. Fuad

1966 Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar

(1919) Ankara

KUFRALI, Kasım

1948 "Molla İlahi ve Kendisinden Sonraki Nakşibendi'ye Muhiti”

Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi III. cilt, sayı 1-2 : 129-151.

"Nakşibendiliğin Kuruluşu ve Yayılışı" (Basılmamış Doktora Tezi, Türkiyat ens. nr. 557).

LAMB, Harold

1948 Timur (Mehmet Osman Dostel çevrisi) Kenan Matbaası

LİGETİ, L.

Bilinmeyen İç Asya

(1949) Ankara

LİU ZHI Shiao Uygur Tarihi

Pekin

T4ASAMİ, Kamada

1978 "Supplement : İslamic Saints and Their Mausolems"

Açta Asiatica, Bulletin of the İnstitute of Eastern Culture 54 s 79-98.

Tokyo

Moğolların Gizli Tarihi1986          Ankara

MOLLAUDCV, S.

XVIII Esir Uygur Poeziyasi

Alma Ata

MUCİZİ, Molla İsmetulla Binni Molla Nimetulla

1982 Tevarihi Musikiyyum

Pekin

Ö TKÜR, Abdurehim

İz (Tarihi Roman)

Ürümçi

ÖZGEN, Harun

"Başyazı"

Türk İllerinden sayı : 7, Temmuz-Ağustos : 2.

Münih

13ARMAKSIZ0GLU, İ

1977 "Nakşibendilik'1

Türk Ansiklopedisi : 87-88.

SADRİ, Roostam

1984 "The İslamic Republic of Eastern Turkestan" : A Commemorative Reviev

Journal, İnstitute of Müslim Minority Affairs cilt V. No 2. Eylül : 294-319.

Londra

SARAY, Mehmet

1984 Rus İstilası Devrinde OsmanlI Devleti ile Türkistan Hanlıkları Arasındaki Münasebetler (1775-1873) İstanbul

SAYRAMİ, Musa

Tarih-i Hamidi Pekin

Shiandai Hanyü Sidian (Yeni Çin Sözlüğü)

1980 Pekin

Shin Ciang Shih

1964 Tai Pei

SOYALI, Aydın

1960 Uluğ Bey ve Semerkanf tâki İlim Faaliyeti Hakkında Gıyasüddin-i Kaşi'nin Mektubu Ankara

ŞAMİ, Nizamüddin

1985  Zafername

(1949) Ankara

SAYLAN, Gencay

1990 "İslam Anadolu Potasında" Cumhuriyet Gazetesi 9.5.1990 İstanbul

Sincangning Kiskiçe Tarihi

1984 Ürümçi

Timur'un Prensipleri

 

TO&AN, Zeki Velidi1950 Tarihte Usulİstanbul

"Gazan Han Halil ve Bahaüddin Nakşibend” Necati Lugal Armağanı : 775-776.Ankara

Hatıralar İstanbul

Umumi Türk Tarihine Giriş

İ stanbul 1981

Türkistan

İ stanbul

TORU, Saguchi

1978 "Fart III. Kashgaria”

Açta Asiatica, Bulletin of the İnstitute of Eastern Culture 54 t61-78.

Tokyo

Uygurlarning Kiskiçe Tarihi

YAZICI, Tahsin

1964 "Nakşibend”

İslam Ansiklopedisi : 52-54.

- W; O.

Jöfcseköğîeüm Kuruu

Sok&nantasyon Merfcan

(1) Sultan Ahmet’in kimin soyundan olduğu mechüldür.

SAYRAMİ 1986 : 128-132.

Uygurlarning Kiskiçe Tarihi : 342, 405, 427.



[1] Türkistan parçalandıktan sonra ortaya çıkan hanlık­ların en güçlüsü ve en uzun ömürlüsü Buhara Hanlığı' dır. Bu hanlık, Türkistan’ın o, şevketli uzak geçmi­şinin bir kalıntısı gibi, iç kavgalar ve dış baskı­lara rağmen, Eylül 1920 yılındaki Kızıl Ordu istila­sına kadar varlığını azimle sürdürmüştür.

Buhara şehri 12. 13. ve 14. yüzyıllarda nasıl seyit­ler ve hocalar ile dolup taştı ise, 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başlarında Cedidcilerin ve Türkçüler’in mekanı olma vazifesini de görmüştür. Türkistan tarihinde Buhara’nm müstesna bir yeri olduğu için, Kaşgar şehri Küçük Buhara olarak da adlandırılmıştır (Howorth 1876 : 651).

(1) "İktisadi amillerin medeni hayata olan tesirleri, di­ğer komşu memleketlere göre Türkistan’da daha açık bir şekilde görünür. Onaltmcı yüzyılın ilk yarısında Türkistan tarihinde misli görülmeyen bir iktisadi ve medeni buhran başlar. Horasan’ı da ele geçirmiş olan Özbekler ve Maveraünnehir fikir adamları 1528*de Ho­rasan’da "Husrev curd Cam”da Safavi Şah Tamasb ile olan savaşta ve biraz sonra Hindistan Sabunlularıyla yapılan savaşlarda, komşularının kendilerine üstün­lüklerini hissettirdiler. Türkistan’daki ilmi ve ede­bi hareketler hakkında 16. yüzyılın ortalarında ve sonunda eserler yazan Mahmut Vasıfi ve Nakib Haşan Hoca bu soysuzlaşmanın bilim ve edebiyat sahasındaki tezahürlerini saymışlardır. Vasıfi’ye göre, Horasan ve Türkistan’ın şevketi, Herat’m Şii Safaviler tara­fından işgaline kadar devam eder. Ömrünü Taşkent ve Semerkant Özbek sultanları yanında geçiren bu zat, küçüklüğünde Herat’ta Hüseyin Baykara, Cami ve Alişır Nevayi muhitini görmüş ve o güzel, ince medeni muhi­tin nasıl dağıldığını bizzat müşahade etmiştir. Vası- fi hakiki dönüm noktasının tarihini bile tayin etmek ister. 0 zaman Safaviler’in Horasan valisi Lüle Şam- lu, yeni şartlara uyuşmayan kimselerden 500 kadarına 1512 yılının ilkbaharında Herat’ı terk etmeye müsaade etmiştir. Baykara zamanının seçkin kimseleri 12 Ni­sanda kervanlarla Amu Derya kıyısına yakın Akça ta­raflarına geldiler. Bu göç kafilesine ünlü müverrih Hondemir ile bir çok şairler, edipler, musikşinaslar ve fakihlerden Mevlana Şemsiddini Kuhistani bulunur. Mezkur noktadan bunların bir kısmı Kabil tarafına Baburlulara, diğer kısmı da, müellif de dahil olduğu halde Karşı (Nefes) yolu ile Semerkant’a özbekler’e gittiler. 0 günden sonra Herat medeniyetinin bu seçme kuvvetleri birbirini göremediler" (Togan 1981 : 113).

[2] Hocalara karşı, Babur’un torunu olan Ekber’in, diğer Türk hükümdarlarına nisbeten değişik tutumu, olağan­üstü bir istisnadır. Ekber’in Hocalar hakkmdaki gö-. rüş ve tutumu, sonraki sayfalarda sunulacaktır.

[3] Artuş, Kaşgar’dan 40 km uzaklıkta kuzeye yerleşen bir nahiyedir. Doğu Türkistan’daki Kırgızlar’m en çok bulunduğu yöre burasıdır.

(1) Jeanned Arc (1412-1431) Yüz Yıl Savaşları’nda Fransa’nm mistik ve ulusal kahramanı bir köylü kız. 1431 yılında kilise tarafından yakılmıştır (Brinton 1982 : 40).

[4]      Ming Yol (Bin Yol), Kaşgar’dan 90 çakirim (bir çaki- rim yaklaşık 500 metredir) uzaklıktaki ileri karakol­dur (Korupatkin 1984 î 216).

[5]      Bu Yedi Hoca : Mehmet Emin (Katte Töre), Velihan Tö­re, Kiçik Han Töre, Büzrük Han Töre (Cihangir Hoca’ nın biricik oğlu), Tugel Töre ve iki genç hocadır (CHEN 1967 : 12).

(1) Muzdavan veya Muzart da denilen bu dağ geçidi, İli ile Aksu arasındadır. Bu geçit yüksekliğinden dolayı her zaman karlı ve buzlu olduğu için, buz geçidi an­lamındaki Muzdavan adı verilmiştir. Geçit yüksek ve zor olduğu için, günümüze kadar burada araba yolu yapılmamıştır.

(1) Şayar, Kuçar’a yakın, Aksu vilayetine bağlı bir nahi­yedir.

(2) Bir ser madeni para, 55 gram gümüşe eşittir (Uygur­larning Kiskiçe Tarihi î 543), Türkçe ser, Çince liang.diye ifade edilen bu ağırlık birimi, İngilizce OUNCE olarak çevrilip, 51 gram ile açıklanmıştır (REDHOUSE 1989 : 684).


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar