Print Friendly and PDF

Kasidei Taiyye ve Türkçesi 3. Kısım

 


571.     وموقِعُهَا من عالَمِ الجَبروتِ مِن

            مشارقِ فتحٍ للبصائِرِ مُبْهِت

Ceberût âlemindeki İlâhî isimlerin mevkii ve mazharı, halkın bâsîretini hayrete ve kalbleri şaşkınlığa düşürücü olan keşf-i zâtın doğuşundan hâsıl olur.

572.     أرائِكُ توحيدٍ مدارِكُ زُلْفَةٍ

            مسالكُ تجميدٍ ملائكُ نُصْرَة

Ceberût âlemindeki o mevkı-i esmâ İlâhî birlik makamlarıdır, buralar aşığın karar kıldığı, âşık-ı sadıkların oturduğu yerdir, yakınlık (kurbet) hakikatinin mahallidir; hakikati ve ahadiyyeti tâzim yolu ve programıdır, enbiyâ ve evliyâya inen Hakk'ın yardım melekleridir.

573.     ومنبَعُها بالفَيْضِ في كلّ عالَمٍ

            لِفَاقَةِ نفْسٍ بالإِفاقَةِ أثْرَت

İsimlerin zuhûr yeri her bir âlemde yâni ceberût, melekût ve nâsût âleminde feyzle vâki olmuştur, ayıklık ve iyileşme ile servet sâhibi olan nefistir.

574.     فوائدُ إلهامٍ روائدُ نِعمَة

            عوائِدُ إنعام موائدُ نِعمة

[Nefsin ihtiyâcı için dört şey vardır:]

Birincisi ilâhı ilhâmın ve rabbânî işâretin faydalarıdır. Nefis bu ilhâma muhtaçtır, mülk ve melekût âleminde ilâhı işâretlerle tasarruf etmesi buna bağlıdır.

İkincisi, nîmetin öncüleridir, yâni irfan nûrundan olan göz nûrunun sevâbıdır, nefsin vuslattan önce ve vuslattan sonra irfan nûruyla göz nurlanmasına ihtiyâcı vardır

Üçüncüsü. İlâhî nîmetin faydalarıdır, yâni Hakk'ın kula her âlemde nîmet vermesinin faydaları, maddî ve mânevî ihsânıdır.

Dördüncüsü, bütün âlemlerdeki zâhirî ve bâtınî nîmet sofralarıdır.

İşte adı geçen bu dört husus esmâ-i İlâhînin feyzinin neticeleridir.

Nefs her iki dünyâyı îmar için gaflet ve beşeriyyet sarhoşluğundan ayrılması sebebiyle bu feyizlere muhtaçtır.

575.     ويجري بما تُعطِي الطريقةُ سائري

            على نَهجِ ما مِنى الحقيقةُ أعطَت

Benim sâir kuvvelerim ve parçalarım, kalb ve kalıp bakımından tarikatın ilkâ eylediği doğru sözler, güzel haller ve ameller vâsıtasıyla câri olur; zâtımın hakikatinin benden verdiği şeyin yolu üzere cârî olur.

Yâni benim hakikatimin gerektirdiği şeylerden tarikat ahkâmına muhâlif bir şey sâdır ve zâhir olmazken nasıl olur da şeriat ahkâmına muhâlif şeyler sâdır olabilir?

576.     ولمّا شَعَبْتُ الصّدْعَ والتأمَت فُطْو

            رُ شَمل بفَرْق الوصفِ غيرِ مُشتّت

Ben vücûdun tefrikasını cem' edince ayrılıcı olmayan vasfın ayrılması (tefrikası) sebebiyle hâsıl olan fark ve kesretin parçaları bir araya gelince, benim sevgiye ünsiyetim sebebiyle, sıkıca tutunduğum mahbûb arasında ayrılık ve yabancılığa yol açan şey kalmayınca;

577.     ولم يَبقَ ما بيني وبينَ توَثّقي

            بإيناسِ وُدّي وما يُؤدّي لِوَحْشة

Olgun âşık sevgiyle ünsiyet edip sırf yoklukla vasıflanınca, yöneldiği sevgiliyle kendi arasında yabancılığa yol açan sıfat kalmaz, aralarındaki âşıklık ve mâşukluk elbisesi ortadan kalkar, tefrika bertaraf olur, böylece hakîkat gözüyle bakınca görür ki, âşık, aşk ve mâşuk birdir, başkalık îtibâridir.

578.     تحقّقتُ أنّا في الحقيقِة واحدٌ

            وأثبَتَ صَحْوُ الجمع محْوَ التشتت

Her ne kadar sûret ve taayyün İtibariyle türlü türlü isem de, kesin olarak anladım ki hakikatte ben bir tek şeyim. Sahvu'l-cem' makamı yâni cem'u'l-cem' mertebesi, bu mertebede kesretin vahdete, mahvın da kesret ve farka mâni olmadığını isbat etti.

Hulâsa-i kelâm şudur: Âşık ve mâşuk, her ne kadar sıfatları îtibâriyle farklı iseler de, zâtı îtibâriyle birdirler. Nitekim zâhiren de "âşık" ve "mâşuk" kelimeleri aynı kökten, "aşk"tan türemişlerdir. Âşıkın vasfı fakr, zillet ve inkisar; mâşukun vasfı istiğnâ, izzet ve iftikardır. Her ne kadar zâhiri îtibâriyle âşıklık ve mâşukluk birbirine aykırı ise de, mânâ îtibâriyle bu sıfatlar birbirinden ayrı değildir.

579.     وكُلّي لِسانٌ ناظرٌ مِسمَعٌ يَدٌ

            لنُطقٍ وإداركٍ وَسَمعٍ وبَطشة

Hal böyle olunca, benim her uzvum ve parçam benim nutkum için lisandır. Benim bütün vücûdum mânâlar ve hakikatler için bakıcıdır. Benim bütün cesedim kelimelerimin sözlerini işitmek için kulaktır. Benim her bir organım, tutmak için kudret elidir. Hâsıl-ı kelâm ahadiyyet mertebesine vâsıl olursa, onun her bir uzvu, ötekinin hükmünü icrâ etmeye kâdir olur.

580.     وسَمْعيَ عَينٌ تجتَلي كُلّ ما بدا

            وعَيني سَمعٌ إن شدا القوم تُنْصِت

Kulağım bir gözdür ki zâhir olan her şey onda görülür, benim gözüm bir kulaktır ki, eğer bir topluluk teğannî ve terennümde bulunsa dinler ve susar. o halde benim gözüm münâcaatta bulunur ve arz-ı hâcât eder, dilim bendeki isim ve sıfatları müşâhede eder.

581.     ومِنّيَ عن أيدٍ لِساني يَدٌ كما

            يَدي لي لسانٌ في خطابي وخُطبتي

Benim vücûdumdan hâsıl olan kâmil kudretten ve şümullü ellerden her şeyi işlemeye benim lisânım bir eldir. Nitekim elim hitab ve hutbede benim için lisandır.

582.     كذاكَ يَدي عَينٌ تَرَى كُلّ ما بدا

            وعيني يَدٌ مبسوطةٌ عندَ بَسطَتي

Yine gözüm ve kulağımda elim ve dilimdir. Elim gören bir gözdür, gözümün gördüğü her şeyi görür. Gözüm her açılış ve sıçrayışta açılmış bir eldir.

583.     وسَمعي لِسانٌ في مُخاطبَتي كذا

            لسانيَ في إصغائِه سَمْعُ مُنصِت

Kulağım hitabta ve konuşmada bana bir lisandır. Yine dilim onu dinlemede ve işitmede dinleyici bir kulaktır.

584.     وللشّمّ أحكامُ اطّرادٍ القياسِ في اتْ

            تِحادِ صِفاتي أو بعكْسِ القضيّة

Sâir vasıfları da bunlara kıyas et, bunlar bu garib mertebeye âit hallerdendir. Benim her bir uzvum ötekinin hükmünü icrâ edince ve her bir parçam sâhibinin amelini edâ etmeye kâdir olunca ve bu hassa bende zuhûr eder.

585.     وللشّمّ أحكامُ اطّرادٍ القياسِ في اتْ

            تِحادِ صِفاتي أو بعكْسِ القضيّة

Koklama duyusu için de sıfatlarımın birliğinde aynı durum söz konusudur. Yâni her bir sıfatımın tek başına koklama duyusunun hükmünü icrâ etmeye ve özelliğini yerine getirmeye gücü yeter. Yâni kulak, göz, el ve dilim koklayarak, koklama duyusunun işini yaparlar. Veya bu hükmün aksi de câizdir: Koklama duyusu da zaman olur ki kulak, göz, el ve dilin işini yapabilir. Yâni koklama duyusu işitebilir, görebilir, konuşabilir, alıp tutmaya gücü yetebilir.

586.     وما فيّ عَضْوٌ خُصّ من دونِ غيرِهِ

            بتَعيينِ وصْف مثْلَ عينِ البصيرة

Benim vücûdumda hiçbir uzvum basiret gözüm gibi, kendi vasfı dışında bir vasfın tâyinine mahsus değildir. Yâni meselâ basiretim tek bir kuvvedir ki işitme, görme, koklama ve dokunmayı idrak etmek onun için müsâvidir. Her uzuvda idrak sâhibidir ve iş görür; bâzısına has olup bâzılarına has olmaması söz konusu değildir.

Yine vücûdumda her bir uzvum basirette olduğu gibi bir vasfa tahsis edilmiş ve belirlenmiş değildir. Aksine her uzvum ötekinin işini yapar.

587.     ومِني على افرادها كُلُّ ذَرّة

            جوامِعُ أفعالِ الجوارحِ أحيت

Benim vücûdumun her bir zerresi ve her parçam tek başına uzuvlarımın fiillerinin hepsini yapar. Yâni ben her bir uzvumun bütün organlarımın ve parçalarımın işini yaptığını ifâde etmiştim; hattâ, vücûdumun zerrelerinden her biri tek başına bile bütün organlarımın işlerini ve fiillerini sayıp amel etmeye gücü yeter durumdadır. Her bir zerrem, işitilecek bütün şeyleri işitir, görülebilecekleri görür, tadılabilecekleri tadar, bütün sözleri, harfleri ve kelimeleri söylemeye elverişlidir.

588.     يُناجي ويُصغي عن شُهودِ مُصرِّف

            بمجموعِهِ في الحالِ عن يَدِ قُدرَة

Benim her bir zerrem münâcatta bulunur ve dinler; bir halde ki, o münâcat ve dinleme, hâlen kudret elinden sarfedici olan Hakk'ın şühûdundan vâki olmaktadır.

589.     فأَتلُو عُلومَ العالِمَين بلفْظَةٍ

            وأجلُو عليّ العالمين بلَحْظَة

Hal böyle olunca, yâni cemiyet-i İlâhî hükmü bende sârî [yayılan] olup, zâhiren ve bâtınen, zat ve sıfatça vücûdumun bütün zerrelerine Hakk'ın kudreti şâmil olunca, şüphesiz ben âlemlerin ilminin hepsini içine alan bir lafızda okurum. [Ben bütün âlemlerin ilimlerini varlıkların aslından bir asılda (ayn) okudum. Gerçekten müşâhede edilebilse her bir şeyin aslında bütün âlem dürülü vaziyettedir.]

590.     وأسمَعُ أصواتَ الدّعاةِ وسائِرَ اللْ

            لُغاتِ بِوَقْتٍ دونَ مِقدارِ لَمحة

Ben bütün âlemde olan eşyâyı bir anda kendime açarım, bütün çağıranların duâsının sesini işitirim. Yine sâir muhtelif dilleri, bir göz bakış mikdârından daha az vakitte işitirim.

591.     وأُحْضِرُ ما قد عَزّ للبُعْدِ حَمْلُهُ

            ولم يَرْتَدِدْ طرفي إليّ بغَمضَة

Mesâfesinin uzaklığından dolayı taşıması zor ve imkânsız olan şeyi, göz açıp kapayıncaya kadar ben hazır hâle getiririm.

592.     وأنشَقُ أرواحَ الجِنَانِ وعَرْفَ مَا

            يُصافحُ أذيالَ الرّياحِ بنَسْمَة

Yâni bir şey ne kadar ağır olursa olsun taşınması ve yüklenmesi, mesâfe uzaklığından dolayı ne kadar zor olursa olsun ben onu göz açıp yummazdan evvel görürüm. Nitekim Belkıs'ın tahtını Asaf b. Berhıya, cinlerin hareket ettirmesinden önce göz açıp kapayıncaya kadar sürede Sabâ'dan Hz. Süleyman'a ulaştırdı. Allah Kitâb-ı Kerîm'inde buyurur: (Nemi, 27/40). "Kitab bilgisi olan birisi: Sen göz açıp kapayıncaya kadar ben onu sana getiririm, dedi"

593.     وأستَعرِضُ الآفاقَ نحوي بخَطْرَة

            وأخترِقُ السّبْعَ الطّبَاقَ بخَطْوَة

Ben cennet kokularını ve gül bahçelerinin bir koklayışta rüzgârın etekleriyle müsâfaha eden esintisini ve çiçek kokularını koklarım. Ben bütün ufukları bir anda ve hatıra gelir gelmez hemencecik hepsini müşâhede ederim. Yedi kat göklerin tabakalarını bir anda yarıp yırtarım ve geçerim. Nitekim Hz. Nebi salla’llâhu aleyhi ve sellem bir anda zaman ve mekânın üzerinden geçerek (tayy), mi’raçtan döşeğine yine o anda geldi, bununla birlikte bu kadar âlemleri seyr eyledi.

Bu harikulade haller bedenlerin tabiat kirlerinden temizlendikten sonra ruhlara benzemesinden ibârettir.

594.     وأشباحُ مَن لمْ تبقَ فيهِمْ بقيّةٌ

            لجَمعيَ كالأرواحِ حفّتْ فخفّت

Kendilerinde vücud ve benlik kalıntısı kalmayan kimselerin bedenleri, benim cem'imin nuruyla ruhlar gibi kuşatıldı. Böylece hafiflediler, beşeriyet ve kesâfet-i tabiat bunlardan yok oldu,

["Ruhlarımız bedenlerimizdir, bedenlerimiz ruhlarımızdır" mertebesini buldu. "Kadeh inceldi, şarap inceldi, ikisi birbirine benzedi ve iş zorlaştı; sanki şarap var kadeh yok gibi, kadeh var şarap yok gibi oldu" sözünün mutlu mânâsını hâsıl ederek tezkiye ve tasfiyeyi kemâliyle elde ettiklerinden dolayı tayy-ı mekân ve tayyı zamâna kâdir olup havada uçtular ve su üzerinde yürüdüler.]

595.     فمَن قالَ أو مَن طال أو صال إنّما

            يمُتّ بإمدادي له برَقيقَة

Gerek maddî gerekse mânevî bakımdan hükmünü geçirici, halkın efendisi ve pâdişâh olan veya âlem halkına ikram ve ihsanda bulunan veya askerler ve ordulara saldırıp gâlip gelen, kendisi için olan imdâd ve yardımıma ancak ve ancak benim ruhumun inceliklerinden bir incelik vâsıtasıyla tevessül eder. Zîrâ bütün mevcûdâta yardım eden ve feyiz veren, kâmil ve mükemmil halîfenin rûhudur ve bütün eşyâ onun ruhunun latîfelerinden ve kalbinin inceliklerinden yardım ve feyiz ister; cümle âlemi onun rûhu kuşatmıştır ve her şey onun cüz u gibidir.

[Bütün iyi ve kötü dervişin cüz’üdür, bunu görmese bile böyle derviş yoktur.]

596.     وما سارَ فوقَ الماء أو طارَ في الهوا

            أوِ اقتحمَ النّيرانَ إلاّ بهِمّتِي

Ve buyururlar ki: Su üstünde yürüyen ve hava boşluğunda uçan veya büyük ateşe sertçe giren kimse bunları ancak benim vâsıtamla yapar.

597.     وعَنّيَ مَنْ أَمْدَدْتُهُ برَقيقَة

            تصَرّفَ عن مَجموعِهِ في دقيقة

Bir kimseye benim eylediğim imdad, benim rûhî inceliklerimden bir rakîka [incelik] vâsıtasıyla sâdır olur. O imdad topluca onun benliğinden, her sıfatından, bütün uzuvlarından ve muhtelif kuvvelerinden zaman dakikalarından bir dakikada halden hâle geçer ve değişir.

598.     وفي ساعة أو دون ذلك مَن تلا

            بمجموعة جَمعي تَلا أَلفَ خَتْمَة

[Hazret-i cem'a bütün varlığıyla yâni sırrıyla, rûhuyla, kalbiyle, kalıbıyla, bütün sıfatları, kuvveleri ve uzuvlarıyla tâbi olan kimse; bana sözü, fiili ve hâliyle mütâbaatı sebebiyle,] Kur'an-ı Azîm'i Fâtiha'dan sonuna kadar gece ve gündüzün saatlerinden bir saatte veya bir saatten daha az bir vakitte bin defa hatmeder.

[Bu hâle "tayy-ı zaman" denir. Nitekim Hz. Şeyh Muhyiddin el-Arabî, Şeyh İsa el Mağribî'den naklederler ki, bir günde yetmiş bin kere Kur'an'ı hatmetmeyi vird etmişti.

Tayy-i zaman, tayy-i mekân, bir takım tuhaf ve gizli şeyler bu şânı yüce zümreden o kadar çok sâdır olmuştur ki, bunları anlatmağa gerek yoktur. "Kabul et, inkâr etme; zîrâ Allah'ın kudretine, peygamberlerinin mûcizelerine ve evliyâsının kerâmetine inanmak vâcibdir"

599.     ومِنّيَ لو قامتْ بِمَيْت لطيفةٌ

            لَرُدّتْ إليْهِ نفسُهُ وأُعيدَت

Eğer maddî veya mânevî bakımdan ölü durumda olan kimse benden bir latîfeyle kâim olsaydı, o ölüye rûhu geri verilirdi.

[Zîrâ kâmil insan ve fâzıl halîfe Allah'ın bütün vasıflarıyla muttasıf ve bir huy edinen/ huylanan olduklarında Allah'ın izniyle, diriltmeye ve öldürmeye kâdir olurlar. Fakat mânevî ölüleri diriltmekle berâber, sırları korumak için gizlenmek maksadıyla zâhirî ölüleri diriltmekten sakınmışlardır.]

600.     هي النّفسُ إن ألقَتْ هواها تضاعفت

            قُواها وأعطَتْ فِعَلها كُلَّ ذرّة

Zikredilen bu kerametleri garip ve uzak görme. Zîrâ insandaki nefs-i nâtıka, eğer istek ve arzusunu bırakıp atabilse rûhânî kuvveleri ve nûrânî kudreti kat kat artar; Hakk'ın kudreti ve irâdesiyle vasıflanır ve fiilini varlık zerrelerinden her bir zerreye verir.

[Rûhânî kuvvelerin katlanması ve mânevi kudretin artması ancak nefsânî isteği atmakla, hevâ ve hevesi izâle etmekle ve şeytanı hapsetmekle mümkün olur. Kısacası, ne zaman ki nefs isteğini bırakırsa, rûhânî kuvvelerini artırmış olur.]

601.     وناهيكَ جَمعاً لا بفَرْقِ مساحَتي

            مكان مَقيسٍ أوْ زمان موقَّتِ

Yâni enbiyâ ve evliyânın hârikulâdelikleri, cem' mertebesinde vukû bulması sana kâfi gelir. Bu hârikulâdelikler, keşif ve kerâmetler kıyaslanabilir mekânın ve vakitle ölçülebilen zamanın ölçülmesi "fark"ıyla değildir. Belki zaman ve mekânın "tefrika/ikilik" darlığından kurtulup, "cem" fezâsına vâsıl olunca, hakîkî vahdetin bütün vücudlarda sereyânı vâsıtasıyladır.

602.     بذاك علا الطّوفانَ نوحٌ وقد نَجا

            به مَن نجا من قومِهِ في السفينة

O cem' sebebiyle Nuh, tûfâna gâlip geldi ve üstün oldu. O cem' sebebiyle, Nuh kavminden, gemide bulunanlar kurtuluşa erdi. Yine Nûh'un duasından yardım ummak için taşıp akan tûfan cem' sebebiyle yeryüzünde yetersiz hâle geldi.

603.     وغاضَ لَهُ ما فاضَ عنهُ استجادةً

            وجدّ إلى الجُودي بها واستقَرّت

Nuh, o cem' sebebiyle gemiyle birlikte Cûdî denen dağa yöneldi ve gemi cem' sebebiyle o dağın üstüne oturdu. Nitekim Allah Teâlâ bu hâli hikâye ederek kelâmında buyurur: (Hud, 11/44). "Ey yeryüzü, suyunu çek, ey gökyüzü, yağmurunu kes denildi. Su çekildi, Allah emri yerine getirildi ve gemi Cûdî üzerine oturdu"

604.     وسارَ ومتنُ الرّيحِ تحتَ بساطِه

            سُلَيمانُ بالجَيشَينِ فوقَ البسيطة

Aynı şekilde o cem' sebebiyle Hz. Süleyman (aleyhisselâm) rüzgârın sırtı, döşeğinin altında olduğu halde, cin ve insan askeriyle arzın üzerine yürüdü.

[Rivâyete göre döşeğinin uzunluğu bir fersah mikdârı olup rüzgârın üzerinde ne tarafa isterse seyrederdi. Nitekim Cenâb-ı Hak buyurur: (Sebe', 34/12). "Sabah esintisi bir aylık gidişe denk, akşam esişi de bir aylık yürüyüşe denk olan rüzgârı Süleyman'ın emrine verdik"]

İşte Hz. Süleyman'ın dev'e, periye, cinlere, insanlara ve rüzgâra tasarruf etmesi bu cem'-i vahdet sebebiyledir.

605.     وقبل ارتدادِ الطرفِ أُحضِرَ مِن سَبا

            لهُ عَرْشُ بلقيسٍ بغيرِ مشَقّةِ

Yine göz açıp kapamadan önce Belkıs'ın tahtının zahmetsizce getirilmesi de bu cem' sebebiyledir.

[Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de şöyle hikâye edilir: (Nemi, 27/40). "Kitab bilgisi olan birisi sen göz açıp kapayıncaya kadar ben onu sana getiririm dedi" Başka nebîler ve velîler de ne kadar mûcizeler ve kerametler izhar ederlerse, cem' makamına ulaşmaları sebebiyle izhar ederler.

606.     وأَخْمَدَ إبراهيمُ نارَ عدُوّهِ

            وعَن نورِهِ عادت له رَوْضَ جنَّة

Hz. İbrâhim, cem' makamına ulaşması sebebiyle, düşmanı olan Nemrud'un ateşini söndürdü. O cem'in veya Hz. İbrâhim'in nûrundan dolayı, ateş Ibrâhim için (Enbiyâ, 21/69). "Ey ateş İbrahim için serin ve selâmet ol" âyeti gereğince cennet bahçesi oldu.

607.     ولمَا دعا الأطيارَ من كُلّ شاهِقٍ

            وقد ذُبِحَتْ جاءتْهُ غيرَ عَصيَة

Ve yine Hz. İbrâhim'in kuşları dağların tepesinden dâvet edip, onların karşı koymaksızın kesilmiş olarak gelmelerini istemişti.

[Nitekim Hak Sübhânehû ve Teâlâ bu husûsu şöyle haber verir: (Bakara, 2/260). Yâni İbrahim (as) dedi ki: "Ey benim Rabbim, ölüyü nasıl dirilttiğini bana göster!" Cenâb-ı Hak dedi ki: "Benim ölüleri dirilttiğime sen tam inanmıyor musun?" Hz. İbrâhim "Evet inanıyorum" dedi. Ya rabbi mü'min ve mûkınim. "Lâkin kalbimin özel bir tecellî ile ve şüpheyi gidererek sükûn ve itmi'nan bulması için isterim" dedi, Cenâb-ı Hakk dedi ki: "Dört kuş al, biri karga, biri horoz, biri kaz, biri tavus olsun. Bu dört kuşu kendine alıştır ve kesip parçala.

Ondan sonra ey İbrahim bunların her bir parçasını bir dağ başına bırak. Sonra bunları çağır ve Allah'ın izniyele geliniz de. "Hayat bulup koşarak sana gelirler"

 İşte bu mûcize Hz. İbrâhim'in cem' mertebesine vüsûlü sebebiyledir.

608.     ومن يدِه موسى عَصاهُ تلَقّفَتْ

            من السّحرِ أهوالاً على النّفس شقّت

Mûsâ asasını yere bırakınca, cem' makamına vüsul sebebiyle, o asâ sihirden hâsıl olan korku verici hayallari, şekilleri, asâyı ve ipleri yuttu.

[ (Taha, 20/67). "Mûsâ kendi içinde bir korku hissetti" âyeti gereğince, Hz. Mûsâ üzerinde bu hayâli şeylerden dolayı bir zorluk ve sıkıntı hâsıl olmuştu.

609.     ومِن حجَرٍ أجرى عيوناً بضَرْبةٍ

            بها دَيماً سقّتْ وللبَحرِ شَقّت

Gene cem' makamına ulaşması sebebiyle Hz. Mûsâ asâsını taşa vurarak taştan on iki pınar akıttı, o pınarlar insanlara bol bol su verdi. Yine cem' makamı sebebiyle, asâ Kızıldeniz'i yardı.

[Nitekim Allah Teâlâ buyurur: (Şuara, 26/63). "Mûsâ'ya asânı denize vur diye vahyettik. Hemen deniz yarıldı, de-nizin her bir parçası büyük bir dağ gibi oldu". Asâyı denize vurunca denizde on iki yol hâsıl oldu ve her bir yoldan bir grup geçti. Yine Hakk'ın vahyiyle taşa vurunca on iki pınar akıp (Bakara, 2/60). "Her grup kendi su içeceği yeri bildi" gereğince her fırka bir çeşmeden içerdi. İşte bu mûcizenin zuhûru cem' mertebesine ulaşma vâsıtasıyladır.

610.     ويَوسُفُ إذا ألقى البَشِيرُ قَميصه

            على وَجْهِ يعقوبٍ عليِه بأوْبة

Yâkub aleyhisselâm cem' makamına ulaşmak vâsıtasıyla, müjdeci kendisine dönerek Yûsuf'un elbisesini yüzüne atınca Yûsuf (aleyhisselâm)'ı gördü.

611.     رآهُ بعَيْنٍ قبلَ مَقدَمِهِ بكى

            عليِه بها شوقاً إليِه فكُفّت

Yâkub müjdeci gelmezden önce iştiyaktan dolayı ağladığı Yûsufu gördü. Bunlara bu ihsan da cem' mertebesine ulaşmaları sebebiyledir.

612.     وفي آلِ إسْرائيلَ مائِدَةٌ مِنَ السْ

            سَمَاء لعيسَى أنزِلَتْ ثمّ مُدّت

O cem'in Hz. İsa aleyhisselâma sirayeti sebebiyle Benî İsrail arasında Hz. İsa'ya gökten sofra indirildi.

[Bu hâdise Hz. İsâ şu şekilde duâ edince vuku buldu: (Maide, 5/114). "Ey Rabbimiz, bize gökten bir sofra indir, hem bize hem de bizden sonra geleceklere bir şölen ve katından bir mûcize olsun. Bize rızık ver, sen rızık verenlerin en hayırlısısın"

Bu sofra Benî İsrail arasında uzun müddet kaldı. Ondan gıdâlarını alır ve biriktirirlerdi.]

 

613.     ومِنْ أكْمَهٍ أبْرا ومِن وضَحٍ عدا

            شَفى وأعادَ الطّينَ طيراً بنَفخَة

Yine o cem' sebebiyle körü sağın iyileştirir, miskin illetinden baras hastalığına kadar hepsine şifâ verirdi, mübârek üfürüğüyle çamuru kuş hâline sokardı.

[Allah Teâlâ bu mûcizeleri şöyle hikâye eder: (Maide, 5/110). "Benim iznimle çamurdan bir kuş maketi yapıp, onu üflüyordun da iznimle hemen kuş oluveriyordu. Doğuştan kör olanı ve abraşı benim iznimle iyileştiriyordun"]

614.     وسِرُّ انفِعَالاتِ الظّواهرِ باطِناً

            عن الإِذنِ ما ألقَتْ بأُذنكَ صيغتي

[Enbiyâ ve evliyâdan mûcizeler ve kerâmetler yoluyla bu zâhir âleminde görülen, mevcûdâtın görünüşlerinde] vâkî olan eserlerin ve hâdiselerin sırrı, İlâhî izinle sâdır ve hâsıl olur. Bir halde ki, o İlâhî izin enbiyâ ve evliyânın vücudlannda, kuvâ ve uzuvlarında bâtın durumundadır. Bu zâhire âit hâdiselerin sırrı, benim söz kalıbımın senin kulağına ilkâ ve îsal eylediği şeydir. Buraya gelinceye kadar zikrettiğimiz mûcizelerdir ki bunlar enbiyâ ve evliyâya Hakk'ın izniyle verilmiştir. Nitekim Hz. İsâ "Sen doğuştan kör olanı ve alacalı olanı iznimle iyileştirirsin" (Mâide, 5/110) buyurur.]

615.     وجاءَ بأسرارِ الجَميعِ مُفيضُها

            عَلَيْنَا لهم خَتْماً على حين فَترَة

Fetret devrinde ve cehâlet zamânında, enbiyânın sonu olarak, bütün peygamberlerin sırlarını feyizlendiren Muhammed-i Muhtar bizim üzerimize geldi. Fetret zamânı, hiç kimsenin Hak yoluna gitmediği ve halkı Hak yoluna çağırmadığı devirdir. İşte o sevgili bütün nebî ve resullerin ilimlerini, kâmillerin bütün sırlarını kendinde toplamıştır. Onun şerîati en mükemmel şeriat, ümmeti en faziletli ümmettir. Öteki nebiler ve velîler o sevgilinin misâfiri/tufeyli ve başak toplayıcısıdırlar.

616.     وما مِنهُمُ إلاّ وقد كانَ داعِياً

            بِهِ قومَهُ للحَقّ عن تَبَعِيّة

Nebiler ve resuller ancak onun sebebiyle, ona tâbi olarak kavimlerini Hakk tarafına çağırıcı oldular.

[O bakımdan bütün nebiler nübüvvet nûrunu sevgilinin rûhunun kandilinden almışlardır. "Adem su ile çamur arasında iken ben nebî idim"  hadîsi mûcibince Hz. Peygamber'in nübüvveti ezelen ve ebeden sâbittir. Hakikatte başlangıçtan sona kadar yegâne dâvetçi o sevgilinin hakikatidir, bütün hakikatlerin işlemekte olduğu ve kabul ettiği ancak bu hakikattir. Bütün nebiler ve velîler Hakîkat-i Muhammediyye nin cüzleri ve tafsilleri gibidirler. Öteki peygamberlerin dâveti cüz'ün dâveti gibidir. O sevgilinin dâveti ise küllün bütün cüzlerini dâveti gibidir. Onun mübârek şanında uj (Sebe', 34/28) "Seni ancak bütün insanlar için gönderdik" beyânı vârid olmuştur. Nebî ve velîlerin hepsi, önceki ve sonraki ümmetler "bütün insanlar" ifâdesine dâhildirler. İşte o sevgili asâleten dâvetçi olup öteki nebî ve resuller, dâvet konusunda onun tâbîleri ve hâlifeleridir. ]

617.     فعالِمُنا منهُمْ نبيٌّ ومَن دَعا

            إلى الحقّ منّا قامَ بالرسُلِيّة

Bizim âlimlerimiz enbiyâ zümresinden bir nebî mesâbesindedir. Nitekim Nebî Hakk'tan, meleklerden, Allah'ın kitâbından ve âhiret gününden haber verir. Yine Ahmedî âlimler de Hakk'tan, onun emir ve nehiylerinden haber verirler. Bizden Hak tarafına çağıran kimse, resûliyet, hukuk ve ahkâmını ayakta tutmuş demektir.

618.     وعارِفُنا في وقتِنا الأحمَديُّ مَن

            أولي العزمِ منهُمْ آخِذٌ بالعَزٍيمة

Zamânımızda ve günümüzde Hz. Muhammed salla’llâhu aleyhi ve sellemin dînine mensub olan âriflerimiz; mükevvenaâtın hakîkatine taayyünâtın inceliklerine vâkıf olanlarımız, enbiyâ zümresinden ülü'l-azm olanlar gibidir. Onlar ruhsatlara değil, azîmet ipine sarılırlar. Nehyolunan ahkâma değil de emrolunana sıkıca tutunurlar.

[İşte bu kısımdaki ârif-i billâhın zâhirleri şerîat ilimleri ve hakîkat âdâbı ile müzeyyen olup bâtınları da hakîkat nurları ve sırları ile süslüdür. "Kavmi içinde şeyh, ümmeti içinde nebî gibidir" gereğince bu kısım, kavmi içindeki ülü'l-azm peygamberler gibidir. Şerîat ilimleri ve tarîkat âdabı ile muttasıf olup da îkan [İyi ve yakînen bilmek] ve irfan hazlarından nasîbi olmayanlar ise "Ümmetimin âlimleri Beni İsrâil'in nebîleri gibidir" gereğince nebîler mesâbesindedir.]

619.     وما كانَ منهُمْ مُعْجِزاً صارَ بعدَه

            كَرامةَ صِدّيقٍ لهُ أوْ خليفة

[Peygamberlerden harikulâdelik ve mucize olarak görülen her şey Hz. Nebî salla’llâhu aleyhi ve sellemden sonra Sıddîk'ın kerâmeti oldu veya o Nebî'nin hâlîfesinin kerâmeti oldu. Bu beyitte şuna işâret buyuruyorlar:]

 Kerâmet sıddîklık ve hilâfet mertebesine mahsustur. "Sıddîk"tan murad ister Hz. Ebû Bekir, ister mutlak mânâda ümmet-i Muhammed salla’llâhu aleyhi ve sellemden olan sıddîk olsun; nebîden sonra kerâmet ve velâyet ya sıddık mertebesindeki kimsede veya Hz. Nebî'ye vâris ve halîfe olan kimse için söz konusudur.

Enbiyâdan sâdır olan hark-ı âdete "mu'cize" denir, evliyâdan sâdır olana ise "kerâmet" ve "velâyet" denir.

620.     بعِتْرَتِهِ استغنَتْ عنِ الرّسُلِ الوَرى

            وأصحابِهِ والتّابِعِينَ الأئِمّة

O sevgilinin akrabâsı ve evlâdı sebebiyle âlem halkı nebîler ve resullerden müstağni oldular, بعِتْرَتِهِ 'ten murad ya soy akrabalığıdır veya ruhi ve dînî yakınlıktır ki kelime bunlara da şâmildir. Hattâ rûhî neseb maddî nesebden faziletlidir. "Aramızda Allah yolundaki nesebimiz, aynı ana-babadan gelmemizden daha evlâdır"  Yine ashâb-ı güzîn, tâbiin ve din imamları sebebiyle âlem halkı enbiyâdan müstağni oldular.

621.     كراماتُهُمْ من بعضِ ما خَصّهُمْ به

            بما خصّهُمْ مِنْ إرْثِ كُلّ فضيلة

Yâni âilesinin ashâb-ı güzîn, tâbiîn, din imamları ve yakîn sâhiplerinin kerâmetleri, Nebî (salla’llâhu aleyhi ve sellem)'nın bunlara tahsis kıldığı şeyin sâdece bir kısmıdır; kâbiliyetleri sebebiyle bunların her birine, her faziletin mîrâsından hisse ve nasîb verir. Öyleyse herkim ki Hz. Nebî'ye nisbeti fazla olur, onun velâyet ve kerâmet hissesi ziyâde olur ve cevher-i esrârı yakınlığının mikdârını bulur.

622.     فمِنْ نُصْرَةِ الدّينِ الحَنيفيّ بَعدَه

            قتَالُ أبي بكْر لآلِ حنيفَة

Hz. Ebu Bekr'in, Nebî (salla’llâhu aleyhi ve sellem)'in vefatından sonra irtidâd eden (dinden dönen) Al-i Hanîfe ile, İslâm'ın zayıflığına, müslümanların azlığına, mülhid askerlerinin çokluğuna, onların mü'minlerin üzerine gâlibiyet ve satvetine rağmen savaşması adâlet ve istikâmete mensub olan dînin nusreti içindir.

[İşte Hz. Ebû Bekir'in kerâmeti, Hz. Nebî'den ona miras kalan, enbiyânın hisse ve nâsîbinden kendisine tahsis edilen bir payla ashâbın azlığına rağmen böyle büyük bir ordu ile savaşması, velâyet kuvvetiyle ve Cenâb-ı Hakk'ın yardımıyla onları yenerek vücudlarını yerle bir etmiş olmasıdır.

Bu kavmin irtidâdına sebep şudur: Emîrü'l-mü'minin Hz. Ebu Bekir'in hilâfeti zamânında, Müseylemetü'l-Kezzab Âl-i hanîfeyi kandırıp yoldan çıkardı ve zekât vermek istemediler. Hz. Ebu Bekir onlara bir kimse gönderip, zekâtınızı verin, deyince şöyle cevap verdiler: Biz emre peygamber zamanında uyduk ve mallarımızın zekâtını bir kere verdik, emre uymak bir kere olur, bu kâfidir, o emrin tekrar yerine getirilmesi gerekmez, dediler. Nitekim gücü yeten kimse bir kere hacca gidince, her sene haccetmesi lâzım gelmez, diyerek delil gösterip bu hususta inat ve ısrar ettiler. Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir savaşmaya karar verdi. Birkaç kimseyle bu kadar çok asker üzerine hücum edip savaşmak onları derhal hezîmete uğrattı. İşte bu hâdisenin Hz. Ebû Bekr'in kerâmetleri cümlesinden olduğu yazılıdır.]

623.     وسارِيَةٌ ألْجَاهُ للجَبَلِ النّدا

            ءُ مِن عُمَر والدّارُ غيرُ قريبة

Hz. Ömer radıya'llâhu anhın meşhur menkıbelerindendir ki, Irak kâfirleri Nihâvend tarafına hareket edince, onlara mukâvemet için asker gönderilmişti, bu sırada bir dağın sol tarafında küffar askerleri pusu kurmuştu, bir kısmı ise müslümanlar üzerine yürüyüp onları küffârın tuzağına doğru sevk ediyordu. Tam o sırada Hz. Ömer (radıya'llâhu anh) Medine'de cuma günü minberin üzerinde hutbe okumaktaydı. İslâm askerinin, küffârın pusu kurduğu yere yöneldiğini görünce ve Allah'ın izniyle, bu hal bu hazrete keşf olununca, hutbe esnasında seslenerek dedi ki:]

"Ey Sâriye, dağa dağa!" yâni "Dağ yolunu tutun ve düşmanın pususundan sakının!" Hz. Ömer'in nidâsını İslâm askeri işitip, dağa sığınarak düşman şerrinden kurtuldular. İşte bu menkıbeye işâret buyurarak derler ki: İslâm ordusunu dağa, Ömer'den bir nidâ sığındırdı, oysa Ömer'in evi Nihâvend'e yakın değildir, hattâ Nihâvend'le Medîne arasında uzak mesâfe vardır.

[İşte bu velâyet ve kerâmet Hz. Ömer'e, Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellemin verdiği kerâmetler cümlesindendir.]

624.     ولم يشتغِلْ عثمانُ عن وِرْدِهِ وقد

            أدارَ عليهِ القومُ كأسَ المَنيّة

[Hz. Osman (radıya'llâhu anh)'nın velâyeti kazâya rızâ mertebesinde yerleşmiş ve kararlı olmadadır. Hattâ bâtın zevkleri, Kur'ân-ı Azîm'i tilâvet etmeyi vird etme mertebesine ermişti. Zâlimlerden bir grup habis asker kendisini öldürmeye geldiklerinde, durumu bildirdiler,]

o sırada Kur'an okumaktaydı, asla virdini bırakıp o konuyla ilgilenmedi. O zâlimler topluluğu kendisine ölüm kadehini verip şehâdet şerbetini tattırdıklarında herhangi bir üzüntü ve ıstırap belirtisi göstermedi.

[İşte buradaki bu kemâlden ve kendisinin son derece itaatli oluşundandır. Bu mertebe ona Hz. Nebî salla’llâhu aleyhi ve sellemin hisse olarak verdiği velâyet ve kerâmettendir. O bu sâyede Hakk'ın kazâsına rızâda asla değişiklik göstermeyip onu hep devam ettirdi.]

625.     وأوضَحَ بالتأويلِ ما كانَ مُشكِلاً

            عليّ بِعلْمٍ نالهُ بالوصيّة

[Hz. Emîru'l-mü'minin Ali (kerremallâhü vecheh ve radıya'llâhu anh)'ye Hz. Resul salla’llâhu aleyhi ve sellemin hisse olarak verip tahsis eylediği kerâmet şudur: ]

O hazret ilim şehrinin kapısı olduğu için, Kur'ân-ı Kerîm'in müşkil olan mânâlarını teville açıkladı. Bunu da Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve selleme vasî olması sebebiyle nâil olduğu ilim vâsıtasıyla yaptı. Hz. Risâlet'e tam olarak vesâyetleri olduğundan o sultan şöyle buyurur:

"Ben kimin mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır"

Hz. Ali'nin şöyle dediği rivâyet edilir:

"Eğer isteseydim besmelenin be'sine o kadar şerh yazardım ki yetmiş deve onu taşıyamazdı." Şu ifâde onun ilimleri denizinden bir damladır: "Perde açılsaydı yakînim artmazdı" Bu ifâde onun hakikat güneşinden bir zerredir.

626.     وسائرُهُمْ مِثْلُ النجومِ مَن اقتدى

            بأَيّهِم منهُ اهتَدى بالنصيحة

Öteki ashâb-ı kiram (radıya'llâhu anhüm) yıldızlar gbidir. Bir kimse onlardan herhangi birine uyarsa onların nasîhatları ve bütün müslümanlara hayır dilemeleri sebebiyle, hidâyete ermiş olur.

[Nitekim Resûlüllah onlar hakkında şöyle buyurur: "Ashâbım yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız hidâyete erersiniz".

Ashâb-ı kirâmın her biri kâinatın efendisinin vâsıtasıyla, isti'dadlarına göre nice faziletlere ve hasletlere nâil oldular. Büyük velîler, âlimler ve ârifler de bundan sonra, rûhânî feyizlerinden yakınlık derecelerine ve velâyet madamlarına ulaşırlar. Onların şân-ı şerifleri "Ah kardeşlerime kavuşmayı ne kadar istiyorum!.." unvânıyla anılmıştır. ]

627.     وللأولياءِ المؤمِنينَ بِهِ ولَمْ

            يَروهُ اجتِنا قُربٍ لقُرْب الأخُوّة

Müminlerin evliyâsı için nebînin ikrâmı dolayısıyla yakınlığa seçilme fazileti vardır. Müminler onu zâhiren görmedikleri halde, onunla müminler arasında kardeşliği gerektiren yakınlık sebebiyle bu böyledir. Nitekim Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: "Ah, kardeşlerime kavuşmayı ne kadar istiyorum!.." Ya Resûlüllah rime kavuşmayı ne kadar istiyorum!.."      

Ya Resûlüllah biz senin kardeşlerin değil miyiz? diye sorunca, o hazret şöyle cevap buyurdular: "Siz benim ashâbımsınız, benim kardeşlerim ise benden sonra gelip beni görmedikleri halde bana îman edecek olanlardır."

628.     وقُربُهُمُ معنىً له كاشتياقِهِ

            لهمْ صورةً فاعجبْ لحضرَةِ غيبة

Mü'minlerin evliyâsının o sevgiliye yakınlıkları mânâ bakımındandır. Nebî (salla’llâhu aleyhi ve sellem)'ın mü'minlerin evliyâsına iştiyâkı ise sûret bakımından söz konusudur. Yakınlığın bir araya gelmesi ve iştiyakı, garib bir durum ifâde eder.

[Zîrâ "iştiyak" uzak olan için söz konusudur. O bakımdan "kurb" ile "içtimâ" imkânsız görünür. Onun için "Sen gaybete muzaf olan huzûra taaccüb et". Zîrâ tek şahsın hem hâzır hem gâib olması acâibâttandır. Burada ise şu husûsa işâret buyururlar:

İştiyak duyan bunların sûretidir, mânâları ise hazır ve yakındır.]

[Buraya gelinceye kadar, tefrika lisânıyla Hz. Muhammed'e tâbi olmanın güzelliğini beyan ettiler. Daha sonra cem' lisânıyla Hakîkat-i Muhammediyye'den tercüman olmak sûretiyle, kendisine izâfe edip şöyle derler:]

629.     وأهلٌ تَلَقّى الروحَ باسْمي دَعَوْا إلى

            سبيلي وحَجّوا المُلحِدينَ بحُجّتِي

Hz. Cebrâil'den vahiy alan geçmiş nebîler, benim hakikatimin isimlerinden bir isim sebebiyle halkı benim birlik yoluma dâvet ettiler; o isim "Hâdî" ismidir ki câmi' olan isminden bir daldır ve zâtî isimlerin mazharlarından bir mazhardır. O nebîler sapıtanlara ve münkirlere benim hüccetim sebebiyle gâlip oldular.

[Zîrâ deliller, âyetler ve mûcizeler Hakk'ın kudretinin eserleridir. "Kudret" câmi' olan ismin bir fer'idir. Ben câmi' olan ismin mazharıyım. Demek ki şöyle olmak gerekir: Kim ölüyü diriltti, körü ve abraşı iyileştirdi, asâyı ejderha yaptıysa veya dev ve periye hâkim olup rüzgâra ve suya hükmettiyse veya demiri yumuşatıp kuşlar ve dağlar onunla tesbih ettiyse, işte bütün bu mûcizeler benim hakikat kandilimden alınmıştır. Zîrâ hakikatte kutbü'l-aktâb ezelen ve ebeden Hakîkat-i Muhammediyyedir. Nebîler ve velîlerden mûcize ve kerâmet gösterenler, bunu o hakikate mazhar oldukları için izhar ederler. Zîrâ  (Sen olmasaydın..) bu hakikatin şanında vârid olmuştur. Eğer Hakîkat-i Muhammediyye olmasaydı, hiçbir nebî ve velî zuhûra gelmezdi.]

630.     وكُلّهُمُ عن سبْق معنايَ دائرٌ

            بدائِرَتِي أو وارِدٌ من شريعتي

Bütün nebîler ve resuller hakîkatleri ve mertebeleri îtibâriyle, benim bütün hakikatler ve mânâlardan önce olan mânâmdan doğmuş ve dallanmıştır. Bunların her biri benim nokta-i hakikatim ve nübüvvet dâirem etrâfında dönüp dolaşırlar.

Dâire, bir noktanın etrafında döndüğüne göre, Yine dâirenin merkezden sonra geldiğine şüphe yoktur. O halde mâlûm oldu ki, Hakîkat-i Muhammediye noktası, bütün peygamberlerin hakikatlerinden öncedir; onların nübüvvet ve hakikatlerinin dâiresinin Hakîkat-i Muhammediyye'den sonra gelmesi tabiîdir. Ve bunların hepsinin Hz. Muhammed'in yolundan geldiği açıktır.

631.     وإنّي وإن كنتُ ابنَ آدمَ صورةً

            فَلي فيِه مَعنًى شاهدٌ بأبُوتِي

Yâni her ne kadar sûretâ Ademoğlu isem de gerçekte ben, hakîkat îtibâriyle Adem'in babasıyım ve bütün ruhların aslıyım. Zîrâ benim için Adem'de benim ata oluşuma şâhit olan bir mânâ vardır, o mânâ onun ruhudur. "Âdem su ile çamur arasındayken ben nebî idim" gereğince ben ruhların babasıyım. Âdem su ile çamur arasında yolculukta iken ben ezel-i âzalde nebi idim; küllî maksud ve illet-i gâî benim. Ben "Biz sonrakiler, öncekileriz" ifâdesiyim. Ağaçtan murad meyvedir.

632.     ونفسي على حُجْرِ التّجَلّي برُشدها

            تَجَلّتْ وفي حِجرِ التجَلّي تَرَبّت

Bu beyit de Hz. Muhammed'in dilinden hikâyedir ki şöyle buyururlar: Benim nefsim rüşd (doğru yolu bulma) zîneti sebebiyle Allah'ın sıfatlarıyla süslenmeye mâni olacak şeylerden fâriğ ve hâlî oldu. Yâni nefsânî sıfatlar Hudâ'nın vasıfları ile süslenmeye mâni olmayıp belki nefsim, süslenmeye engel olan hususlardan kurtularak, tecellî mertebesinde terbiye buldu, beslendi.

633.     وفي المَهْدِ حِزْبي الأنبياءُ وفي عنا

            صري لَوحيَ المحفوظ والفتحُ سورتي

Beşikte süt emmekteyken cismim kemâle ermezden önce benim hizbim ve vazifem enbiyâ sûresi idi. Yâni enbiyâ sûresinin içinde yer alan, enbiyânın makamları ve asfiyânın mûcizeleri bana hizb olmuştu. Ve Hakk Celle ve Alâ beni ona vâsıl etmişti. Unsurlarım zamanında, mizâcın terkibinden önce benim levhım, olmuş ve olacak bütün eşyânın hakikatlerini mahfuz olan "levh" idi ki "levh-i kazâ" ve "kâlem-i a'lâ" denilen şeydir. Örtülü ve rumuzlu şeylerin açılması zat ve sıfatların tecellîsi, benim "levh" te yazılı olan sûrem idi.

[Eğer "hizb" "güruh" anlamına alınırsa mânâ şöyle olur:]

Beşik bebekliği ve süt çocukluğum hâlinde benim arkadaşlarım ve cemaatim enbiyâ (aleyhimüsselâm) idiler ve sûretin terkibinden önce ben unsurlar hâlinde iken levh-i mahfuzda yazılı olan kevnî hakikatler, İlâhî fütuhat ve rabbânî keşifler benim sûremdi.

634.     وقبلَ فِصالي دون تكليفِ ظاهري

            ختمتُ بشرعي الموضِحي كلّ شرْعة

Sütten kesilmeden, sûret ve güzel şekil bakımından hadd-i temyize ulaşmadan cezâlar ve açık hükümler ihtivâ eden zâhirî teklifi kabul etmezden önce ben bütün şerîatleri aydınlatıcı olan nebilere hatmoldum. O halde (Kemâlin ötesinde kemal yoktur) gereğince bütün şerîatler benim şerîatimle kemâle erer,

[(Maide, 5/3). "Bugün sizin dininizi kemâle erdirdim, nîmetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm'ı seçtim" âyeti benim şerîatim hakkında nâzil oldu, "Benden sonra nebî yoktur" mânâsı kesin,  "Benim şerîatimden sonra şeriat yoktur" ifâdesi apaçıktır.]

635.     فهُمْ والأُلى قالوا بَقَولِهِمِ على

            صراطيَ لم يَعدوا مواطئ مِشيَتي

Nebiler (aleyhimüsselâm) ve nebilerin sözünü söyleyip onların şerîatlerine sarılarak halkı nebilerin yoluna dâvet edenler, benim ayağımı koyduğum yeri aşmaksızın benim doğru ve sağlam yolum üzerinde bulunmaktadırlar, zîrâ benim ayağımı koyduğum yer, yâni benim şerîatim kemal mertebesindedir.

["Bir şey sınırını aştığı vakit zıddına döner" gereğince,her kim kemal sınırından aşsa eksiktir ve noksandır. O bakımdan nebiler ve velîler benim ayağımı koyduğum yeri aşmaya kâdir değillerdir. Esasen hakikatte doğru yolun vâzıı benim ve benim nûrumdur, öteki nebiler ve velîler benim tâbîlerimdir.]

 [Bu yolda peygamberler kafile sürücüdürler, kervanın rehberidirler. Onlar arasında bizim efendimiz lider oldu. O, bu işte hem ilktir hem de son. Bu yol onunla tamamlandı. "Ud'û ilallah" (Allah'a duâ edin, çağırın) âyeti ona nâzil olmuştur.]

636.     فيُمْنُ الدعاةِ السابقينَ إليّ في

            يَميني ويُسْرُ اللاّحقينَ بِيَسْرَتي

Hal böyle olunca ben her ne kadar maddî bakımdan bütün nebilerin sonuncusu isem de, benim maddî vücûdumdan önce gelen mürşid ve dâvet edicilerin yâni büyük peygamberlerin bereketleri ve zaferleri benim sağ elimdedir. Yâni benim ruhumdan onların ruhuna ulaşmıştır. Benim ümmetimden bana yetişen evliyâ ve asfiyânın sülüklerinde ve her hallerinde görülen sühûletleri benim maddî mizâcımın sol elindedir.

637.     ولا تَحْسَبنّ الأمرَ عنّيَ خارجاً

            فما سادَ إلاّ داخِلٌ في عُبودتي

İrşad, da'vet ve terbiye işinin benim hakikatimden hâriç olduğunu zannetme. Zîrâ kavminin büyüğü olarak efendilik ve saâdete ulaşıp da benim itâat ve kulluğum altına girmemiş olan hiç kimse yoktur.

[Zîrâ ben ism-i a'zamım ve âlemin bütün hakikatlerine mazharım. O bakımdan hiçbir ulu, büyük ve önder yoktur ki büyüklüğü benim hakikatimden almış olmasın.]

638.     ولولايَ لم يُوْجدْ وُجودٌ ولم يكُنْ

            شهودٌ ولم تُعْهَدْ عُهودٌ بذِمّة

Eğer ben olmasaydım hiçbir vücud (varlık) mevcud olmazdı. Zîrâ bütün mevcûdâtın illet-i gâiyyesi benim. Yine şühud da olmazdı, zîrâ şühud, vücud üzeıe mürettebdir. Bir zimmetle ahidde bulunma, söz verme de. Zîrâ ezeldeki ahidleşmede ilk olarak mîsâk alma o sevgili üzere olmuştur, daha sonra öteki vücud zerreleri onun sebebiyle ahd edip, eski ahdin îfâsına karar kılmıştır. Demek ki o olmasaydı hiç kimsenin zimmetinde ahd olmazdı.

639.     فلا حيَّ إلاّ مِنْ حياتي حياتُهُ

            وطَوعُ مُرادي كُلّ نفسٍ مُريدة

[Muhammedi mertebe lisânına tercüman olarak buyururlar ki, benim hakikatim, bütün hakikatlerin aslı ve öteki hakikatler benim hakikatimin kolları olunca bana göre; ]

Kâinatta, hayâtı benim hayâtımdan olmayan hiçbir canlı yoktur, irâde sâhibi olan her nefs ancak benim murâdımı yerine getirir.

Zirâ irâde hayâta tâbidir. Bütün hayatlar benim hayâtıma tabi olunca, bütün irâdeler de benim irâdeme tâbidir.

640.     ولا قائلٌ إلاّ بلَفظي مُحَدِّثٌ

            ولا ناظِرٌ إلاّ بناظِرِ مُقْلَتي

Yine, kâinatta her konuşan aslen sâdece benim sözümü dile getirmektedir. Her bakan ancak benim gözümün bakışıyla bakmaktadır.

641.     ولا مُنْصِتٌ إلاّ بِسَمْعِيَ سامعٌ

            ولا باطِشٌ إلاّ بأزْلي وشِدّتي

Her işiten ve dinleyen aslında ancak benim kulağımla işitmektedir. Her tutan ve alan ancak benim vücûdumda sâri olan kuvvet ve şiddetle tutup almaktadır.

642.     ولا ناطِقٌ غَيري ولا ناظِرٌ ولا

            سميع سِوائي من جميعِ الخليقة

Gerçekte benden başka konuşan, benden başka bakan, benden başka işiten yoktur; bütün mahlûkatta benden başkası yoktur.

Zirâ bütün bu vasıflar rûhundur ve rûh-i a'zam benim. Öteki ruhlar benim tebeam olduğuna göre gerçekte söyleyen, işiten ve tutan benim hakâkatimdir.

643.     وفي عالَم التركيب في كلّ صورَةٍ

            ظَهَرْتُ بمَعنىً عنه بالحسنِ زينَتِ

Terkibler ve cisimler âleminde olan her bir sûrette ben öyle bir mânâ ile zâhir oldum ki, o sûret güzellik ve cemâlini o mânâdan alırdı. Yine, ben mânâ âleminde her bir mânâda şekillendim ve akledilir oldum; bu, müşahhas ve hissî şekilde olmadı, mânevî ve aklî şekilde oldu.

644.     وفي كلّ معنىً لم تُبِنْهُ مَظاهِري

            تصوّرْتُ لا في صورةٍ هيكليّة

Ve o mânâyı benim lutüflarım olan zâhirî vücudlar ortaya koymadı. Zîrâ her şeyin zuhûru kendi âleminde olur.

[Meselâ ilim ve akıl, bu âlemde tasavvur edilmez; tasavvuru lâzım gelse ilim ve akıl mertebesinde İlmî ve aklî sûretle ile tasavvur edilmiş olur. Yâni ben, her sûret ve mânâda, bu sûret ve mânânın isti'dâdına göre zuhûr eden hakîkat-i câmiayım. Her âlemin kendisine uygun sûretiyle, ilim mertebesinde İlmî sûretler, akıl mertebesinde aklî sûretler, hayal mertebesinde misâlî sûretler, şehâdet mertebesinde de hissî sûretler ile zâhir oldum. Demek ki her şeyde zâhiren ve bâtınen her şey ben oldum. ]

645.     وفيما تراهُ الرّوحُ كَشْفَ فَراسةٍ

            خَفيتُ عنِ المَعنى المُعنَّى بدِقّة

Melekût ve ceberût âleminde, ben letâfetimin inceliği sebebiyle gizlendim. O âlemi müşâhede, keşf ve firâset yoluyla görür. Öyle bir şekilde görür ki o mânâ, aklî kıyasların terkiblerindeki zahmet ve fikrî mukaddimelerin meşekkat ve sıkıntısıyla zahmete girmiş ve eskimiştir.

646.     وفي رَحَموتِ البَسْطِ كُلّيَ رَغْبَةٌ

            بها انبَسطتْ آمالُ أهلٍ بَسيطتي

Bâsıt isminin tecellîsinden hâsıl olan rahmet ve lütuf vaktinde vücûdumun bütün parçaları rağbet olur, yâni rağbet edilen şey olur. Ve o sebeple yer ehlinin emelleri ve ricâsı yayılıp genişleyerek herkes benden arzû ve isteğini talep eder.

647.     وفي رَهَبَوتِ القبضِ كُلّيَ هَيبَةٌ

            ففيما أجَلْتُ العَيْنَ منّي أجَلّت

Kabzın korkulu hâlinde, yâni Kâhir, Kâbız isminin tecellîsinden hâsıl olan korku ve heybetin zuhûru hâlinde benim bütün vücûdum heybetin tâ kendisidir, yâni kendisinden korkulandır. Ben o sırada neye baksam, bakışımı hangi şeye çevirsem, onlar benden korkar ve beni ta'zim ederler,

648.     وفي الجمعِ بالوَصْفَينِ كُلّيَ قُرْبَةٌ

            فحَيَّ على قُرْبَي خِلالي الجميلة

bir halde ki, ben mütekâbil iki vasfı birleştirmiş olurum. Yâni rehbet ve rahmeti, rağbet ve heybeti ve benzerlerini birleştirdiğim vakit de bütün vücûdum yakınlığın tâ kendisi olur. Bu halde uzaklık her bakımdan yok olur. O vakit ben şöyle derim: "Ey tâlibler, benim övülen sıfatlanma yakın olmaya gelin, benim güzel hasletlerime koşun!"

[Güzel hasletler, karşılıklı vasıfları birleştirmektir. Zîrâ cemâl sıfatı her ne kadar yakınlığı gerektirse de, bâtınında uzaklık eserinin şaibesi vardır. Ne zaman ki cemâl tecellîsi ziyâde olursa bu durum inbisat yaygısında edebi terk etmeğe ve ihtişam azlığına yol açar.

Yine sırf celâlde de uzaklık eseri vardır. Vuslata nâil olma şevkinin dolması ittisal iştiyâkının ateşinin zayıflması söz konusudur. Fakat cemâl ve celâl sıfatı îtidal üzre olursa, vahşet ve inkıbaz yok olur, ihtişam ve inbisat azlığı zâil olur ve hakîkî yakınlık görünür. Her ne kadar cemâl ve celâl kendi sınırında ikisi de yakınlığı mûcib ise de kemal bu ikisinin îtidal üzre birleşmesindedir. Onun için Hz. Nâzım mütekâbil vasıfların bir araya gelmesiyle olan yakınlığa "güzel hasletler" (hılâl-i cemîle) ifâdesini kullanmıştır.]

649.     وفي مُنْتَهَى في لم أَزَل بيَ واجِداً

            جَلالَ شُهودي عن كمالِ سجيّتي

Zaman ve mekân zarfiyyetinin müntehâsı olan mertebede ben nefsimle zâil olmadım. Yâni huy ve vasfımın kemâlinden, zâtımın şühûdunun azamet ve celâlini zâtımla dâimâ ben vücûda getirdim.

650.     وفي حيثُ لا في لم أزَلْ فيّ شاهداً

            جَمالَ وُجودي لا بناظِر مُقلتي

Yine mekân ve zamânın hükmü olmayan mertebede, vücûdumun cemâlini dâimâ kendimde müşâhede ettim; bu müşâhede gözümün görme gücüyle değil, zâtımın basiretiyle oldu.

 

651.     فإن كنتَ منّي فانْحُ جمعيَ وامْحُ فَرْ

            قَ صَدْعي ولا تجنح لجنحِ الطبيعة

"Ben Allah'tanım ve müminler bendendir" hadîsinin hükmüne göre mümin, birlik isen benim cinsimsin. O halde benim cem' mertebeme yönel, senin aslın cem' ve birlik makamıdır, bu tefrika âlemine oradan geldin. Parçalanmışlığından olan fark âlemini mahv eyle, çokluklar ve taayyünler mertebesini izâle et.

[Tabîat karanlıklarına, beşeriyete âit arzûlara ve îcablara meyletme, zîrâ bunlar insanı mahrûmiyet ve mahcûbiyet derekelerinde kovulmuş halde bırakır.]

652.     فدونَكَهَا آياتِ إلهامِ حِكمَةٍ

            لأوهامِ حَدسِ الحسّ عنكَ مزيلة

Öyleyse dikkat et, ey hakîkat sırlarının tâlibi, hikmetli ilhamın delillerini ve âyetlerini al ki, onlar senden duyuların sezgi ve idrâkinin şek ve şüphelerini izâle edicidir; nefsin kirlerini ve pisliklerini temizleyicidir, rûhun derecelerini yükselticidir, ta ki böylece bâtıl zan ve şüphelerden kurtulup İlâhî ilhama sığınasın. 

653.     ومِن قائلٍ بالنّسخِ والمَسْخُ واقِعٌ

            بِهِ ابْرَأْ وكُنْ عمّا يراهُ بعُزْلَة

654.     ودَعْهُ و دعوى الفسخِ والرّسخُ لآئقٌ

            بِهِ أَبداً لو صَحّ في كلِّ دورَة

İşte İbn Fârid bu tenâsühçülerin dördünün de mezhebini ibtal eder, bu iki beyitte onların mezheblerinin bâtıl olduğuna işâret buyururlar.

["Neshî"  şöyle derler: İnsan rûhu bi-nefsihî kâim değildir, o cismânî bir mazhar ister ki dâimâ onunla var olabilsin. Ne zaman ki taalluk eylediği o cisim harab olursa, başka bir cisim gerekir, derhal ana rahminde başka bir mazhara taalluk ederek doğar ve sürekli olarak böyle bir mazhar istemekten hâlî olmaz; insan olmak dışında başka bir şekle girmek söz konusu değildir. Zîrâ insanlık mertebesine ulaştıktan sonra başkasına girmesi câiz olmaz diye düşünürler. Bu sözden anlaşılan sonuca göre, ruh başkasıyla kâimdir. Başkasıyla kaim olan "araz" olur. Araz ise ma'rûzun yok olmasıyla yok olur.

"Meshîler"  şöyle derler: İnsan rûhu kendi bedeninden ayrılınca hayvan bedeninden birine intikal eder. Hayâtında iken hayvânî sıfatlardan hangisi kendisinde gâlipse ona uygun bir hayvana geçer.

"Feshîler"  şöyle derler: insan rûhu, taalluk ettiği bedenden ayrılınca bitkiye intikal eder. Zîrâ ölüm sebebiyle hayvanlık mertebesinden tamâmen düşüp hayvâniyetle münâsebeti kalmaz. Böylece başta kendisinden yukarı çıkmış olduğu nebat derecesine ulaşır.

"Reshîler"  şöyle derler: İnsanın rûhu bedeninden ayrılınca "Her şey aslına döner" kâidesine uygun olarak, tâ mâdene intikal eder. Sonra ondan yine nebâta gelir, ondan hayvâniyet mertebesine gelir, ondan sonra insâniyete ulaşır. İnsâniyetten vefât edince yine mâdene intikal eder. Baştaki gibi devr-i dâimdeki devrini yine tamamlayınca insâniyet mertebesine gelir, dâimâ bu minval üzre sürüp gider.

Bu bahiste önce geçen beyitte şöyle buyurmuşlardı:

"İlhâmî hikmetlerin âyetlerini al, onlar hissî idrâkin vehimlerini izâle edicidir" İşte "Tenasüh" de yanlış zanlar ve bozuk vehimlerdendir. Bu minval üzere tenasühe inanan kimseden de, onun uzlette ve firkatte gördüğü ve inandığı şeyden de uzak dur. Aslında ona mesh vâkidir, yâni bu bâtıl îtikad sebebiyle mesh olup o hayvan menzilesinde kalmıştır.

İlim ve anlayıştan soyunmuş, hak ve bâtılın arasını ayırt etmekten uzak düşmüştür. O neshe inancını da, feshîlik dâvâsını da terk et. Aslında "resh" ona lâyıktır. Yâni idrak sıfatından soyulup şuur ve anlayıştan uzaklaşarak insâniyet mertebesinden çıkmıştır. Eğer "resh" mezhebi kendi zannınca her devirde doğru olursa nebat ve cemad derecesinde kalmak ebedî olarak onun şânına lâyıktır.

655.     وضَرْبي لكَ الأمثالَ مِنّيَ مِنَّةٌ

            عليكَ بشأني مَرَّةً بَعْدَ مَرّة

656.     تأمّلْ مقاماتِ السَّروجيِّ واعتَبِرْ

            بِتَلْوينِهِ تَحْمَدْ قَبولَ مَشورتي

657.     وتَدرِ التِباسَ النّفسِ بالحِسّ باطناً

            بمظهَرِهَا في كلّ شكلٍ وصورة

658.     وفي قَولِهِ إنْ مانَ فالحَقّ ضاربٌ

            بِهِ مَثَلاً والنفسُ غيرُ مُجِدّة

[655-658] Harîrî'nin Kitâb-ı Makâmat'ında hikâye ettiği Ebû Yezid Serûcî'nin makâmâtını düşün ve onun çeşitli şekil ve sûretlere girip çıkmasından ibret al. Harîrî Makamat'ında şöyle anlatır: Ebû Yezid Serûcî öyle bir kimseydi ki /164-b/ kâh çok fesâhatli konuşan bir vâiz şeklinde görünüp halka vaaz ve nâsîhat ederdi, kâh hâzık bir hekim sûretinde zâhir olup halka devâ ve ilaç verirdi, kâh ciddî konuşan birisi sûretinde gözüküp zâhidlerin ve âriflerin sözünü nakleder, kâh latîfeciler şeklinde zuhûr edip çeşit çeşit latife söylerdi.

Tek bir şahıs muhtelif sûretlerde ve çeşitli kılıklarda göründüğü halde sûret çokluğu, hakikatte nefs-i nâtıkanın tek oluşuna zarar vermediğine göre, öyleyse sen Serûd'nin makâmâtını düşün ki makâm-ı cem'in yüksek değerini bilesin, tefrikadan sakınasın, benim meşveret ve nâsîhatımı kabul ederek makbul olasın ve nefs-i nâtıkanın iltibaslarını [benzeşmelerini] her şekil ve sûrette his libâsıyla zuhûnında bilesin. Yâni nefs-i nâtıkanın mazharı olan beden, duyularla donanması sebebiyle kendisinde işitme, görme, söyleme, tutma ve öteki muhtelif sıfatlar ve çeşitli şekiller ortaya çıktı. Farklı vasıflarla zâhir olan nefs-i nâtıkayı bu minval üzere anladınsa vahdet-i vücûdu da buna göre anla ki o da muhtelif şekillerde zuhûr etmiştir. Velhâsıl eğer Harîrî yazdığı sözü sözde ve makamda ve Rabbin mârifetinde yalan olarak söylemişse, işte Hak Sübhânehu ve Teâlâ cem' mertebesinden onun diliyle darb-ı mesel yapmaktadır. Yok Harîrî'nin nefsi latîfeci, ciddiyetsiz olmuşsa bilhassa (Allah cem' lisânıyla darb-ı mesel yapmış olur).

659.     فكُنْ فَطِنَاً وانظُر بحِسّكَ مُنْصِفاً

            لنَفْسِكَ في أفعالِكَ الآَثَرِيّة

Muhtelif eşyâda ve ayrı ayrı nefislerde zuhûr edeni bilmek istersen akıllı ve zekî ol, insaflı olarak eserlere âit kendi muhtelif fiillerine zâhirî hissinle (çıplak gözle) bir bak. İnsafla bak ki o kadar çeşitli fiiller bir tek kimsenin midir? veya müteaddit kimselerin midir? Böylece bunu vahdet-i vücûda kıyas et ve bu kadar çeşitli fiiller ve hâdiselerin o zât-ı vâhidden sâdır ve zâhir olduğunu anla.

660.     وشاهدْ إذا استجلَيتَ نفسكَ ما ترى

            بغيرِ مِراءٍ في المَرائي الصقيلَة

Nefsini cilâlayıp temizlediğin vakit şunu müşâhede etmelisin: Parlatılmış aynada açıkça gördüğün şey senden başkası mıdır?

Veya gözünden çıkıp da aynayı ihâta eden ışıkların yansıması sırasında sen o ayna vâsıtasıyla kendini görmekte değil misin? İşte şeksiz şüphesiz o aynada, ayna vâsıtasıyla gören ve görülen sensin.

661.     أغَيْرُكَ فيها لاحَ أم أنتَ ناظِرٌ

            إليكَ بها عندَ انعِكاسِ الأشعّة

Hal böyle olunca, vücûd-i vâhidin mahlûkat ve mevcûdât aynasında zuhûrunu buna kıyas et. Varlıkta O'ndan başka mevcud yoktur. Gören-görünen, müşâhede eden-edilen ancak O'dur.

662.     وأصْغِ لرَجْعِ الصوتِ عندَ انقطاعه

            إليكَ بأكنافِ القُصورِ المَشيدَة

Ey vahdet-i vücûdun sırlarına tâlib olan âşık; kendi sesinin yüksek köşkler, büyük binâlar ve yüce dağlarda, ses kesildiği sırada dönüp gelişine kulak ver. O mekânda sana seslenen ve konuşan kimse senden başakası mıdır veya sen sesin sâhibi olan kendi seslenişinden mi hitab işittin? Mâlûmdur ki orada seslenen de işiten de muhatâb da sensin ve işittiğin her söz kendi sözünün yankısıdır.

663.     أهَل كانَ مَن ناجاكَ ثَمّ سِواكَ أم

            سَمِعْتَ خِطاباً عن صَداكَ المُصَوّت

İşte bu kâinatta ve bütün mevcûdâtta konuşan, dinleyen ve muhatâb olan hakikatte o tek varlıktan başkası değildir.

[Nitekim Bâyezid hazretleri şöyle buyurur: "Ben otuz yıldan beri Allah'la konuşuyorum, insanlarsa kendileriyle konuştuğumu sanıyorlar. Arzû eden de arzûlanan da benim. İki cihanda bizden başkası yoktur, ben ona seslenmem ve onu anmam, benim anışım ve seslenişim ey ben'den ibarettir"

Her nebî ve velînin ekseriya dağları ve yüksek yerleri dost tutup halktan ayrı yaşamaları, birlik nüktesini ve vücûd-ı vahidin sırlarını bildirmek ve göstermek içindir. Nitekim Hz. Mevlânâ buyururlar:

 [Her peygamber, senin adını iki kere duysun diye dağı sever. Mesnevî-i Şerif, III, 1351 ]

 [Âşık, gece gündüz kâh çadır yerlerinde kalan çerçöpe, kâh harabelere hitab eder.

Zâhiren çadır yerlerinde kalan süprüntülere, çerçöpe yüz tutar, onlara hitab eder ama kimi öğüyor, kimi? Mesnevî-i Şerif, III, 1345-46]

664.     وقُلْ ليَ مَن ألقى إليكَ عُلُومَهُ

            وقد ركدتْ منكَ الحواسُ بغَفْوَة

[Ey uykudayken gören kimse, bana şunu söyle:]

Hafif uyku sebebiyle duyuların durgun haldeyken sana bilgi veren kimdir? Bir halde ki sen uykundan evvel dün neler cereyan ettiğini veya o gün yakında neler olacaktır bilmiyordun.

665.     وما كنتَ تدري قبل يومكَ ما جرَى

            بأمسِكَ أو ما سوفَ يجري بغُدوة

 

666.     فأصبحتَ ذا عِلْمٍ بأخبار مَن مَضى

            وأسرارِ من يأتي مُدِلاً بخِبْرَة

Sen geçmişte vukû bulan haberleri, yâni geçmiş zamandaki kimsenin haberlerini ve gelecek zamanda olacak şeylerin sırlarını bilir halde ve bu bilgiden dolayı şaşkınlık içinde sabaha erdin.

[İşte ey âşık, söyle bakalım bu ilimleri ve idrâki sana ilkâ eden nefs-i nâtıka mıdır yoksa başkası mıdır?]

667.     أتحسبُ من جاراكَ في سِنةِ الكَرَى

            سِواكَ بأنواعِ العُلُومِ الجليلة

Ey ilâhı sırlara tâlib olan, uyku hâlinde iken sana çeşitli yüksek bilgileri söyleyen kimselerin senden başkası mı olduğunu sanıyorsun, ilimleri sana konuşan yine senin kendindir.

668.     وما هِيَ إلاّ النّفسُ عند اشتِغالها

            بعالَمِها عن مَظهَرِ البَشَرِيّة

Beşeriyet özelliğinden ve maddî şeklinden yükselip, kendi âlemiyle meşgul olduğu vakit ve kendi aslî vatanına yönelip oraya ulaştığı sırada,

669.     تَجَلّتْ لها بالغَيبِ في شكلِ عالِمٍ

            هَداها إلى فَهْمِ المَعاني الغريبة

gayb âleminde veya uyku hâlinde o nefsin kendisine bir âlim ve fâzıl şeklinde tecellî eder ve seni gaybî mânâlara ve garib hakikatlerin idrâkine iletir.

670.     وقد طُبِعَتْ فيها العُلُومُ وأُعْلِنَتْ

            بأسمائها قِدْمَاً بوَحْيِ الأُبُوّة

Bir halde ki, o nefsin zâtında gaybî ilimler yaradılıştan vardır veya nakşedilmiştir. O ilimler, isimleri ve hakîkatleriyle ezel-i âzalde, atalığa âit olan vahiyle bildirilmiştir.

[Atalıktan (übüvvet) murad, ruhların babası olan rûh-ı a'zam veya bedenlerin babası olan Adem olabilir (Bakara, 2/31). "Âdem'e bütün isimleri öğretti" âyeti bunu bildirir. Bu sözlerden anlaşılan şudur:

Âlim, ilim, öğreten ve öğrenen menâmda birdir ve nefsin ilimle beslenmesi başkasının öğretmesiyle değildir. Meselâ aynada gören ve görünen kişinin kendisi olduğu gibi.

671.     وبالعِلْمِ مِنْ فوقِ السِّوَى ما تنعّمَتْ

            ولكنْ بما أملَتْ عليها تَمَلّت

Nefs-i nâtıka başkasının ayılığından aldığı ilimle nîmet ve lezzet bulmadı; o nefs kendisine verdiği şeyle kazandı. O bakımdan fayda veren ve faydalanan, fâil ve kâbil, konuşan ve dinleyen, gören ve görülen, bilinen ve bilen, hakîkatte yine o tek nefsindir. Nefsini bu minval üzere bildiğin vakit Rabbini bilirsin ki ayn-ı vücûdundur.

672.     ولو أَنَّها قبلَ المَنامِ تَجَرّدَتْ

            لشَاهَدْتَها مِثْلي بِعَيْنٍ صحيحةِ

Eğer maddî varlığını idâre etmekte olan nefsin cüz’iyyeti îtibâriyle, uyanıkken uykudan önce maddî meşgalelerden, manevî alâkalardan, fânî aşklardan, cismânî ve rûhânî lezzetlerden, benim bunların hepsinden soyunup kesilişim gibi uzaklaşıp soyunabilseydi, senin nefsin de benim müşâhedem gibi sağlam ve aydınlık gözle müşâhede ederdi.

673.     وتجريدُها العاديُّ أثبَتَ أوّلاً

            تجَرّدَها الثّاني المَعادي فأثْبِت

O nefsin uyurken önce âdeti olan tecridi ve bedenin zâhirinden ilgi ve bağını koparmayı daha sonra meâde âit ikinci tecerrüdünü gerçekleştirir. İşte sen ey âşık, bu manevî ve meâde âit olan tecerrüd üzere sâbit ol, tâ ki esrar ve mânâları anlayasın.

[Seyr ve sülûke başlamadan önce nefsin bilinen şekilde uyku hâlinde zâhirî duyulardan soyutlanınca âşık rüya ve müjdelerle nice sırlara ve gaybî ilimlere muttali' olur. Seyr ü sülükten sonra ise uyanıkken mi'rac ve hakîkî insilâh müyesser olup, manevî ve maddî tecerrüd gerçekleştiğinde melekût ve ceberûtun sırlarına, nâsût ve lâhütun ilimlerine vâkıf olur.]

674.     ولا تكُ مِمّنْ طَيّشَتْهُ دُروسُهُ

            بحيثُ استَقَلّتْ عقلَهُ واستقرّت

Ey İlâhî sırlara tâlib olan, sakın ha, aklî derslerin ve naklî ilimlerin zihnini çeldiği ve anlayışını şaşırttığı kimselerden olmayasın; derslerden hâsıl olan ilimler aklını azaltıp zayıflatmasın.

675.     فثَمّ وراء النّقلِ عِلْمٌ يَدِقُّ عن

            مَدارِكِ غاياتِ العقولِ السليمَة

Gayb âleminde akıl tavrının ötesinde şerefli bir ilim vardır ki, selim akılların en son noktasının idrâkinden bile ince ve latiftir, hasta akıllar onu nasıl kavrayabilsin!

676.     تَلَقّيْتُهُ منّي وعني أَخَذْتُهُ

            ونفسيَ كانت من عَطائي مُمِدَّتي

Akıl ötesindeki o ilmi kendi nefsimden ben kabul ettim, onu kendimden ben aldım; bir halde ki, nefsim, benim bağış ve ihsânımdan bana ikram edici oldu. İşte ledün ilmi sâlikin birlik mertebesinde hakîkî zâttan aldığı ilimdir. Her ne kadar mevcud mazharlardan da alsa yine Hakk'tan almış olur.

[Zîrâ bütün bu şeyler zât-ı ezelînin ilimlerinin mazharlarıdır. Bu varlıklar âleminde fiiller, eserler, ciddî ve şaka, hakîkat ve mecâz ne zâhir olduysa hepsi, hakîkî fâilin ve küllî müessirindir.]

677.     ولا تكُ باللاّهي عنِ اللّهوِ جُمْلَةً

            فهزْلُ المَلاهي جِدُّ نَفْسٍ مُجدّة

Ey İlâhî sırların tâlibi olan, oyun ve eğlence işlerinden sakın tamâmen gâfil olmayasın, onları tamâmen bırakıp unutmayasın! Bütün eğlenceden gâfil olmayasın, deyişindeki yasaklamanın sebebini açıklamak üzere buyurur ki: Zîrâ oyun ve eğlence âletleri ve sebepleriyle gâfilâne vakit geçirmek gayretli bir nefsin çabasıdır, (Gayretli nefs âlem-i şehâdetten âlem-i gayba doğru seyr ve sülükte gayret ve çalışmanın üzerine gâlip geldiği nefstir).

678.     وإيّاكَ والإِعراضَ عن كلّ صورةٍ

            مُمَوّهَةٍ أو حالةٍ مُسْتَحِيلَة

Ey âşık, her sahte ve yaldızlı şekilden yüz çevirip uzak durmaktan, her muhal ve bâtıl halden kaçıp onları inkâr etmekten de sakın.

[Âşık ve ârife lâzım olan, her şeye ibret nazarıyla bakmak ve onlarda mevcud ve gizli olan hüküm ve sırlara vâkıf olmaktır. Zîrâ Hâkim-i Mutlak hiçbir şeyi bâtıl yaratmamıştır. Nitekim Allah Teâlâ buyurur: "Biz göğü, yeri ve ikisinin arasında olanları boşuna yaratmadık" Başka bir âyet şöyledir: (Mü'minun, 23/115). "Bizim sizi boşuna yarattığımızı mı sanıyorsunuz"

Her ne kadar oyun ve eğlenceyle meşgul olmak kötülenmiş (mezmum) ise de, ibret nazarıyla bakıp onun niçin yaratıldığı husûsunda düşünmek ve ondan hüküm ve ibret çıkarmak övülmüş (memduh) ve makbul bir davranıştır. Bu mânâda Şeyh Ebû Medyen şöyle buyurur: "Bâtılı kendi sınırında inkâr etme, çünkü O'nun zuhûratının bir kısmı da odur"]

679.     فطَيْفُ خَيالِ الظلّ يُهْدِي إليكَ في

            كَرَى اللّهْوِ ما عنهُ الستائِرُ شُقّت

Zîrâ bâtıl gölgenin hayâlini tavaf etmek, eğlence (lehv) uykusunda sana perde ve örtülerin açıldığı sırlar ve hakikatleri bağışlar.

 Zîrâ bütün oyun, eğlence bâtıl ve fâsid olan şeylerin bâtını ciddiyet ve salâhdır.

680.     تُرى صورَةَ الأشياءِ تُجلى عليكَ من

            وراءِ حِجَابِ اللَّبسِ في كلّ خِلْعة

Ey âşık, hokkabazın gösterdiği eşyanın sûretin giyim perdesinde çeşitli kılıklarda görürsün; bu sûretlerde birbirine zıd şeylerin konuşma, susma, hareket, durma ve bunlara benzer karşıt sıfatların üstün bir hikmet ve maksad için bir araya getirilmiş olduğunu anlarsın. İşte o sûretlerin şekilleri, hokkbazın irâdesine göre garib şekillerde ve tuhaf durumlarda ortaya çıkar.

681.     تجَمّعَتِ الأضدادُ فيها لِحِكْمَةٍ

            فأشكالُها تَبدو على كلّ هَيئة

Yine ey ârif ve âşık, bu eşyâ da böyledir; sen onların sûretlerini de kevn perdesinin arkasından çeşitli sûret ve kılıklarda, bir hikmete mebnî olarak karşıt sıfatları bir araya getirmiş halde görürsün.

[İşte o ezelî ve ebedî yaratıcı ve var edici, o sûretlerin çeşitli şekillerini sana her hey'et ve şekilde gösterir. Tâ ki hakîkî fâil ve küllî müessirin, ortağı ve benzeri olmayan tek varlık olduğunu bilesin. O varlık ki (Al-i İmran, 3/40), (Maide, 5/1). "Dilediğini yapar ve istediği şekilde hükmeder".

Bunca şekil ve sûretler perdedeki örtündür. Oradaki sûretlerin hareketleri kendi irâdeleriyle mi oluyor sanırsın?]

682.     صوامِتُ تُبدي النطقَ وهيَ سواكنٌ

            تحرّكُ تُهدي النّورَ غيرَ ضَوِيّة

Hokkabazın, perdenin arkasından gösterdiği adı geçen sûretler gerçekte sessizdirler, onların konuşmaları görünüşten ibarettir. Orada hareket eden sûretler hakikatte sakindirler, zahiren hareket ederler, kendileri aydınlatıcı olmadıkları halde ışık verirler.

[Yâni kâinattaki bu sûretler de aslında sükût üzeredirler. Bunlardan konuşan ezel üstâdıdır. Bu eşyâ hakikatte sâkindir, bu eşyâyı harekete getiren ve onlar üzerinde tasarruf sâhibi olup, âdemden vücûda ve vücuddan ademe getirerek dâimâ değiştirmekte ve tasarruf etmekte olan o eşsiz Sâni'dir. Her ne kadar zâhiren bu konuşma ve susma, bu hareket ve sükûn bu eşyâdan görünürse de hakikatte (Ra'd 13/16). "De ki Allah her şeyin yaratıcısıdır" gereğince ve (Nisâ 4/78). "De ki her şey Allah katındandır" muktezâsınca, hepsi hakîkî fâilin sıfatıdır. Bu eşyâ hadd-i zâtında ışıksız, karanlık ve kesiftir, ama ışık verir. Her ne kadar sûretâ ışık verirlerse de hakîkatte bunlar mahzâ ademdir, ışık veren Cenâb-ı Hak'tır. Hulâsa-i kelâm: Eşyâ hadd-i zâtında ölüdür, eşyânın ilmi, kudreti ve kuvveti ancak Yüce Allah vâsıtasıyladır.]

683.     وتضحَكُ إعجاباً كأجذَلَ فارحٍ

            وتبكي انتِحاباً مثلَ ثَكلى حزينة

Sen perdenin arkasında olan sûretleri, sevinçli bir kimsenin hâlindeki gibi hoşlanarak ferahlık duymuş gibi görürsün. Bâzen de oğlu ölmüş bir kadın gibi ağlar görürsün.

684.     وتندُبُ إنْ أَنّتْ على سلبِ نِعمةٍ

            وتطرَبُ إنْ غَنَّتْ على طيبِ نغمة

O sûretler nîmetin kaybolması üzerine ağlayıp inleseler, sen de ağlarsın. Eğer o sûretler güzel nağmelerle şarkı söyleseler sen sevinç duyarsın.

[Ey âşık sen bilirsin ki bu sûretlerden hâsıl olan çeşitli eserler ve haller, perdedeki hokkabazındır. Yine bu türlü haller ve sık sık değişmekte olan acâib ve garip şeyler o hikmetinden sual olunmaz fâilindir. O her şeyi kendi irâdesine göre izhar eder.]

 [Biz kuklalarız, felek de kukla oynatıcı. Hakîkaten mecaz değil. Varlığı kat etmede hangi oyunu yapayım. Yokluk sandığı ile teker teker gittik.]

685.     يرى الطيرَ في الأغصانِ يُطْرِبُ سجعُها

            بتغريدِ ألحانٍ لدَيْكَ شجِيّة

O hokkabazın yaptıklarından biri de şudur:

Sen ağaç dallarındaki kuşların ötüşlerinin halkın kulaklarına neşe verdiğini bilirsin; bu senin de duyduğun hazin nağmelerin verdiği heyecan ve teğanniyle olur. O kuşların lügatlarıyla birlikte sesleri seni hayrete düşürdüğünü görürsün. Oysa o kuşlar bize ve kendi türü dışındakilere yabancı gelen bir dille içinde olup bitenleri ortaya koymaktadır.

686.     وتَعْجَبُ من أصواتِهَا بلُغَاتِها

            وقد أعرَبَتْ عنْ ألسُنٍ أعجميّة

O dil kendi türü ve hemcinslerine yabancı değildir. İşte o dal ve ağaç şekillerini gösterip, onlardaki bülbülleri ve kuşları güzel melodiler ve çeşitli dillerle söyleten perdenin arkasında hokkabaz olan (oyun oynatan) üstaddır.

[Fâil-i hakîkîyi buna kıyas et. Çünkü bu sözler, kelimeler, sesler ve nağmeler ancak vücûd-i vâhidden zuhûr etmektedir. Lâkin sen görünüşte halktan çıkıyor sanırsın.]

687.     وفي البَرّ تَسْرِي العِيْسُ تخترِقُ الفلا

            وفي البحر تجري الفُلكُ في وسطِ لُجّة

Sen sevgilinin perde arkasından sana şunu gösterdiğini görürsün:

O, karada ve çölde beyaz tüylü develeri yürütür, onların sahrâları ve çölleri aştıklarını görürsün. Denizde de okyanusun ortasında, içinde insanlar bulunan gemilerin yüzdüğünü görürsün.

688.     وتنظُرُ للجَيْشَيْنِ في البَرّ مَرّةً

            وفي البحر أُخرى في جموعٍ كثيرة

Bir bakarsın askerleri bir keresinde karada ve çöldedir, başka bir zaman denizdedir, çok sayıda bir araya gelmişlerdir,

689.     لِبَاسُهُمُ نَسْجُ الحديدِ لبأسِهِمْ

            وهُمْ في حِمَى حَدّيْ ظُبىً وأسنّة

Bunların elbiseleri dayanıklı olsun diye demirden dokunmuş olan zırhlardır. Velhâsıl bunların hepsi kılıç ve mızraklarının himâyesinde dövüşür ve savunmada bulunurlar.

690.     فأجنادُ جَيشِ البَرّ ما بين فارسٍ

            على فَرَسٍ أو راجلٍ رَبَّ رِجلَة

Yine görürsün ki kara ordusunun askeri ya at üstünde süvâridir veya kahramanca ve güçlü kuvvetli bir şekilde yaya ve piyâde olarak yürümektedir.

691.     وأكنادُ جيشِ البحرِ ما بين راكبٍ

            مَطا مركَبٍ أو صاعِدٍ مثلَ صعدة

Deniz askerlerinin kahramanlarını da ya gemi merkebinin sırtına binmiş veya geminin düz bir mızrak gibi olan direğine çıkmış görürsün. İşte gördüğün bu muhtelif işlerin ve çeşit çeşit şekillerin, tek fâilin işi olduğuna hokkabazın halleri ve sözleri şahittir.

692.     فمِنْ ضارِبٍ بالبِيضِ فتكاً وطاعِنٍ

            بسَمْرِ القَنا العَسّالَةِ السمْهَرِيّة

Bâzı askerlerin parlak kılıçla vurarak ansızın düşmanlarını öldürdüğünü görürsün; bâzısının, dayanıklı, sağlam ve acı verici esmer mızraklarla yaraladığını görürsün.

[ومِنْ مُغْرِقٍ في النار -          ومِن مُحْرِقٍ بالماءِ  sözünde fesahat ve belâğat vardır, zîrâ zâhir gereği ومِنْ مُغْرِقٍ بالماءِ - ومِن مُحْرِقٍ في النار  denmesi îcab ederdi ki ateşin şanı yakmak ve suyun şanı boğmaktır. Bazıları şöyle demişlerdir: Suya yakma isnad etmek tevil yoluyla olur. Nitekim (Tekvir, 81/6). "Denizler kaynayıp kabardığında" âyetinde ve Ömer (radıya'llâhu anh)'nın "Ey deniz ne zaman ateşe döneceksin" sözünde böyledir. Fakat bu türlü mânâ vermekte zorluklar vardır, gene de Allah bilir.

Daha uygun olan İzah şu olabilir: Bundan maksad muhârebedeki büyük şaşkınlık ve dehşeti ortaya koymak olmalıdır. Yâni düşmanlar atılan oklardan ve kılıç darbelerinden kaçarak, aşırı şaşkınlıklarından dolayı ateş zannettikleri şey su olup bunları boğmuş olmalı. Yine bâzısına da ateş, güzel bir su şeklinde görünerek, onun içine girdikleri vakit kendilerini yakmış olmalıdır. Veya "su" kılıçtan istiâre olabilir; yakıcı olması, yok edici ateşin parlak kılıç ile helâk etmesinden istiâre olabilir. Ateş-ten murad (Maide, 5/64). "Ne zaman bir savaş ateşi yakarlarsa Allah o ateşi söndürecektir" âyetine göre harb ateşi olmalıdır. Savaş ateşine gark olması, boğulma ve helâk olmasının ileri derecesinden istiâre olmalıdır.]

693.     ومِنْ مُغْرِقٍ في النار رَشقاً بأسهُمٍ

            ومِن مُحْرِقٍ بالماءِ زَرْقاً بشُعلة

Bâzısını ok atarak düşmanını savaş ateşinde boğucu ve helâk edici görürsün. Bâzısını parlak kılıcın ateşiyle yaralı halde yanmış görürsün.

[Bu muhtelif halleri gösteren hokkabazdır. Bu çeşitli fiiller, her ne kadar zâhiren orada görünen şahıslardan bilinirse de, hakikati gören bir nazarla bakılınca, bütün bu işler perdenin arkasındaki hokkabazındır. Kevn perdesinin arkasındaki hakîkî fâili buna kıyas etmelisin.]

694.     تَرى ذا مُغيراً باذِلاً نفسَهُ وذا

            يُوَلّي كسيراً تحتَ ذُلّ الهزيمة

Ey hokkabazın oyununu seyretmekte olan kimse; sen, askerlerden bâzısının canını ortaya koyarak yağmalayışını görürsün, bâzısının da hezimet zilletinin altında ezilmiş olarak geri döndüğünü ve yüz çevirdiğini görürüsün.

695.     وتشهَدُ رَمْيَ المَنجنيقِ ونَصْبَهُ

            لهَدْمِ الصيّاصي والحُصُونِ المَنِيْعَة

Ey gölge hayâli oyununu seyretmekte olan kimse, mancınığın taş attığını görürüsün, onun yüksek kaleler ve iyi korunmuş hisarları yıkmak ve tahrib etmek için dikildiğini oralara taş yığdırdığını görürsün.

696.     وتَلْحَظُ أشباحاً تراءى بأنْفُسٍ

            مُجَرَّدَةٍ في أَرْضِها مُسْتَجنَّةِ

Sen insan suretinden soyunmuş olan ve kendi arzında bulunan nefs görünümündeki bedenleri düşünürsün; o mücerred nefisler bizim arzımıza nisbetle gizli ve örtülüdür.

697.     تُباينُ أنْسَ الإِنسِ صورَةُ لَبْسِها

            لِوَحْشَتِهَا والجِنُّ غيرُ أَنيسَة

Zîrâ o varlıkların giyiniş biçimi (görünüşü) insanla yakınlık kurmaya elverişli değildir. Aşırı yalnızlıklarından dolayı insana zıttırlar. Bir halde ki, cin tâifesi, münâsebet yokluğundan ve mâhiyet uzaklığından dolayı insana yakın değildir.

["Eşbâh-ı terâiye" (Beden görünümlüler)'den murad cinlerdir ki, onlar insan şeklinden soyunukturlar. Biz onlara görünürüz amma onlar bize gizlidir. Velhâsıl onların şekilleri, râhatları, sevinçleri ve her halleri insanlardan farklıdır.]

698.     وتطرَحُ في النهرِ الشّباكَ فتُخرجُ السْ

            سماكَ يَدُ الصّيّادِ منها بسُرْعَة

Perdede hokkabazın gösterdiği garip şekiller cümlesinden olmak üzere görürsün ki: avcının eli bir nehre ağlarını atıp oradan sür'atle balıklar çıkarır.

699.     ويحتالُ بالأشراكِ ناصِبُها على

            وقوعِ خِماصِ الطّيْرِ فيها بحبّة

Yine tuzak kuran avcının aç kuşları o tuzaklarda tânelerle kandırdığını görürsün.

700.     ويَكْسِرُ سُفُنَ اليَمّ ضاري دوابِه

            وتظْفَرُ آسَادُ الشّرَى بالفريسة

Denizde deniz hayvanlarının timsahlar ve balıklar gibi cana-varların büyük kuvvetleriyle gemileri kırıp parçaladıklarını görürsün. Orman arslanlarının avlarını yakalayışını görürsün.

701.     ويصطادُ بعضُ الطّيرِبعضامن الفضا

            ويقنِصُ بعضُ الوَحش بعضاً بقفرَة

Yine, ey seyretmekte olan kimse, kuşlardan bâzısının bâzısını havada avladığını görürsün. Bâzı vahşî hayvanların, bâzı hayvanları sahra ve çölde kaptığını görürsün.

702.     وتلمَحُ منها ما تخطّيتُ ذِكْرَهُ

            ولم أعتمِدْ إلاّ على خيرِ مُلْحَة

Hokkabazın yaptığı şeylerden senin gördüklerinin hepsini sayamadım. Onlardan sâdece bâzı güzel ve latif olanları zikrettim. Ben sana bütün eşyânın ibret alınacak yönlerini uzun uzun anlatarak çok vaktini alacak değilim; istersen kısa bir sürede, bir anda şâhit olduğun bir şeye dikkat et.

703.     وفي الزّمَنِ الفرْدِ اعتَبِرْ تلقَ كلّ ما

            بدا لكَ لا في مُدّةِ مُسْتَطِيلَة

Yâni hokkabazın sana gösterdiği sûretlerin zâhirinden bâtınına geçersen, sana görünen sûretlerin hepsinin hakikatine dikkatle bakarsan onların sırları ve hakîkati mâlûm olur ve bu çok kısa zamanda gerçekleşir. "Zamân-ı ferd"den murad, zamanın en küçük parçasıdır. Zîrâ onların efradı bir araya gelse "az zaman" olur.

 [(680.) beytinden buraya gelinceye kadar hokkabazın gösterdiği çeşitli şeyleri, Hazret-i Zü'l-celâlin tevhîd-i ef'âline misal olarak gösterip aşağıdaki ve sonraki beyitlerle cevap vererek şüphelerden kurtarırlar:]

704.     وكُلُّ الذي شاهدْتُهُ فِعْلُ واحِدٍ

            بمُفْرَدِهِ لكن بحُجْبِ الأكِنّة

Senin müşahede ettiğin şeyler tek fiildir, yâni bu fiilde münferid olan odur. Fakat sen örtü perdesinin vâsıtasıyla müşahede ettin.

705.     إذا ما أزال السِّترَ لم ترَ غيرَهُ

            ولم يَبْقَ بالاشكالِ إشكالُ ريبة

Vâhid-i hakîkî örtü ve perdeyi izâle ettiği vakit sen ondan başkasını görmezsin ve bu şekillerin hakîkatine âit şüphen kalmaz.

706.     وحَقّقتُ عند الكشف أنّ بنورهِ اهْ

            تَدَيْتُ إلى أفعالِهِ بالدُّجُنّة

Ve sen ey âşık ve muvahhid, perdelerin açılışı sırasında beşeriyet karanlığında o tek fâilin nûruyla tevhîd-i ef aline yol bulduğunu tahkîken anlarsın, böylece bütün fiilleri tek Hâlik'tan görürsün. Eğer onun nûru yol göstermeseydi, kesret karanlığında hakîkî vahdetin cemâlini kim görürdü?

707.     كذا كنتُ ما بيني وبَينيَ مُسهِلاً

            حِجَابَ التباسِ النّفسِ في نورِ ظلمة

Ben de hokkabaz gibi nefsimle kendi arama, nefsin iltibâsından hâsıl olan perdeyi, kâinatın zulmetine muzaf olan vücûdumun nûrunda sarkıttım.

 708.    لأظهَرَ بالتدريجِ للحِسّ مؤنِساً

            لها في ابتِداعي دُفْعَةً بَعْدَ دُفْعَة

Benim perdeyi sarkıtmam, tedricî olarak hissime zuhûr eylememden ötürüdür; bir halde ki, sıfat ve fiillerimin bedâyiini arka arkaya yeniden îcad ettiğim vakitte nefsime mûnis olurum, tâ ki zâtımın tecellîsiyle nefsim yok olmasın.

709.     قَرَنْتُ بجِدّي لَهْوَ ذاكَ مُقَرِّباً

            لفَهْمِكَ غاياتِ المَرامي البعيدَة

Ey âşık, ben nefsimin ciddiyetini ve hakîkat-i hâlini o hokkabazın oyununa yaklaştırdım (yâni ona benzettim); bunu mânâların nihâyetini ve uzak maksadları senin anlayışına yaklaştırmak için yapmış bulunuyorum.

Hokakbazın hallerini hatırlamaktan murad, darb-ı mesellerle uzak mânâlar ve akla uygun maksadlar akıl ve anlayışa yakın hâle gelir. Hokkabazın hallerini anlayınca, bilesin ki, tek bir nefisten çeşitli fiiller ve muhtelif şekilller zâhir olurmuş.

710.     ويجمَعُنا في المظهَرَيْنِ تشابُهٌ

            وليْستْ لحالي حالُهُ بشَبِيهَة

Ey âşık, iki mazharda benzerlik bize cem' olur. Zîrâ benim nefsimden muhtelif sanatlar ve çeşitli şekiller sâdır olduğu gibi hokkabazın fiillerinden de muhtelif sûretler ve farklı şekiller sudûr eder. İkisi arasında bir yönden benzerlik varsa da bir yönden de onun hâli benim hâlime benzemez

711.     فأشكالُهُ كانتْ مظاهٍرَ فِعْلِه

            بِسِتْرٍ تلاشتْ إذ تَجَلّى وَوَلّت

Zîrâ onun hâli mecaz, benim hâlim hakikattir. İkisi arasındaki benzerliği nakledip der ki: Ey birlik ilminin tâlibi, o hokkabazın şekilleri, seyredenlerle kendisi arasındaki perde vâsıtasıyla fiilinin mazharı oldu. Hokkabaz görünüp perdeden çıkınca o şekiller ve sûretler yok olur..

712.     وكانتْ له بالفعلِ نفسي شبيهةً

            وحِسّيَ كالإِشكال واللَّبْسُ سُترتي

İşte benim nefsim bilfiil hokkabaza benzer oldu. [Zîrâ benim duyularım yâni gözüm, kulağım, dilim, elim, ayağım iş, söz, alma ve çalışmam vb.,] hokkabazın muhtelif şekilleri gibidir. Beden elbisem benim perdemdir, hokkabazın perdesi gibidir. İşte his mertebesinde kayıtlı olanlar, benim organlarımdan ve duyularımdan zuhûr eden fiilleri ve eserleri, duyulardan ve organlardan zannederler.

[Meselâ görmeyi gözümden, işitmeyi kulağımdan, konuşmayı dilimden, tutmayı ve yürümeyi elimden ve ayağımdan zannederler. Nitekim gölge oyununu seyredenler, görünen o fiil ve eserleri, orada görünen şahıslardan câmid sûretlerden zannederler. Perdenin arasından perde kalkıp, nefs-i natıka açıkça görününce hakîkat-i hale o zaman muttalî olurlar ki gören işiten, konuşan, alan ve iş gören nefs-i natıkaymış ve organlar ve duyular ona mülâhaza âleti imiş. ]

713.     فلَمَّا رَفعتُ السّتْرَ عنّي كرَفعه

            بحيث بدَتْ لي النفسُ من غير حُجّة

Nefsim bana perdesiz olarak zâhir olup, hokkabazın perdeyi kaldırışı gibi beşeriyet perdesini kendi nefsimden kaldırınca

714.     وقد طلَعتْ شمسُ الشّهودِ فأشرَق ال

            وُجُودُ وحَلّتْ بي عقودُ أَخِيّة

zâtı müşâhede etmenin güneşi doğup vücud toprağım müşâhede nûrunla aydınlanıp parlayarak his, nisbet ve izâfet bağlarıyla kıyastan hâsıl olan düğümlerim çözülünce;

715.     قَتَلتُ غُلاَمَ النفسِ بينَ إقامتي ال

            جِدَارَ لأحكامي وخرْقِ سفينتي

Nefs-i emınâre oğlanını öldürdüm, vücud duvarını sevgi ve mârifetle tâmir edip düzelttim, riyâzet ve mücâhedeyle beden gemisini tahrib ettim ve kusurlu hâle getirdim ki kâfir şeytanın eli zâlim hevâdarı halâs olsun.

[Hulâs-i kelâm şudur: Böylece ilm-i ledünnî mazharı ve ikinci Hızır olup ebedî hayatla diri oldum. "Hayat ancak ölümdedir" gereğince nefs-i emınâre ölmedikçe âşık ebedî hayatla diri olmaz ve beden gemisi riyâzetle harab ve kusurlu hâle gelmezse hevâ ve heves hükümdârının elinden ve şeytandan emân bulmaz.]

716.     وعُدْتُ بإمدادي على كلّ عالِمٍ

            على حَسبِ الأفعالِ في كلّ مُدّة

Ben imdad ve yardımla mülk ve melekût âlemlerinden her birine rücû ettim. Bu, zamânın gerektirdiği fiillere göre her zaman dâimî olarak böyledir. Tâ ki cömertlik ve kerem hazînelerinden âlemî ve âdemîler üzerine ihsan ve nîmetler saçayım.

717.     ولولا احتجابي بالصفاتِ لأُحْرِقَتْ

            مظاهرُ ذاتي من سَناءِ سجيّتي

Eğer tecellî sırasında benim isimler ve sıfatlarla perdelenmem söz konusu olmasaydı, azamet ve celâlimin ışığından zâtımın mazharları yanardı. Demek ki bu mevcûdâtın kıyâmı, Cenâb-ı Zât'ın isim ve sıfatların arkasından tecellî etmesi sebebiyledir. Eğer nûrânî ve zulmâni perdeyle birlikte tecellî etmemiş olsaydı bütün mahlûkat zat şualarının ezici kudretinden helâk olurdu.

718.     وألسِنَةُ الأكوانِ إن كُنتَ واعياً

            شهودٌ بتَوحيدي بحالٍ فصيحَة

Ey âşık, eğer sen anlayışlı ve sağlam hâfızalı isen, seslenip duran bu kâinatın cümlesinin dillerinin fasîh bir lisân-ı hâl ile benim tevhîd-i zâtıma şâhidlik ettiklerini görürsün. Lâkin bu şehâdet ve tesbîhi kâinâtın dilinden işitmek için sağlam kulaklar ve saflaşmış kalpler gerektir ki, bütün eşyadan işitebilsin.

Zîrâ onları (İsra, 17/44). "O'nu tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur, fakat siz onların teşbihlerini anlayamazsınız" fehvasınca bütün eşyâ O'nu teşbih edici ve birleycidir. Şu âyet de bu hususa delâlet eder: (Cuma, 62/1). "Yerlerde ve gökte olanlar Allah'ı teşbih ederler"

Ebu’s-suud tefsirinde şöyle der: Yerde ve gökte olan her şey buna dâhildir. Mevcûdâttan her bir nesne imkân ve hudüsuyla; kadîm, vâcibü'l-vücud, noksandan münezzeh, kemalle muttasıf olan bir yaratıcıya delâlet eder. Nitekim şöyle denmiştir: Her şeyde O'nun birliğine delâlet eden bir delil vardır.

719.     وجاء حديثٌ في اتّحاديَ ثابتٌ

            روايتُهُ في النقْلِ غيرُ ضعيفَة

Müslim ve Buhârî'nin rivâyet ettiği her hadis kesin nastır, şek ve şüphe ihtimâli yoktur. İşte bu hadîsi Ebu Hureyre'den İmam Buhârî ve Müslim rivâyet ederler, Hz. Risâletpenah (salla’llâhu aleyhi ve sellem) Hz. Rabbü'l-âlemînden hikâye buyururlar

720.     يُشيرُ بحُبّ الحقّ بعدَ تقرّبٍ

            إلَيْهِ بنَقلٍ أو أداء فريضَة

"Kulum nâfilelerle de bana yaklaşmaya devam eder, nihâyet ben onu severim, onu sevince de işiten kulağı gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum..ilh".

721.     وموضِعُ تنبيهِ الإِشارةِ ظاهرٌ

            بِكُنْتُ لهُ سَمْعَاً كنُورِ الظّهيرة

Zayıf olmayan bir nakille sâbit ve muhakkak olmuş bir hadis benim birleşmem husûsunda Hz. Muhammed salla’llâhu aleyhi ve sellemin dilinden akıp bize geldi. Bu hadis, nâfileler sebebiyle ve farzın edâsıyla yaklaşmasından sonra, Hakk'ın kula olan sevgisine işâret eder ve "Onun için işitme ve görme olurum" ifâdesiyle, tenbih mahalli ve yeri apaçık bellidir. Bu durum basiret sâhibi ârifler nezdinde gün ışığı kadar açıktır. Fakat anadan doğma körlere örtülü ve kapalıdır. Allah bize ve sizlere basiret nûru ve gizlilikleri görecek ışık ihsan etsin.

722.     تسبّبتُ في التوحيدِ حتى وجَدتُهُ

            وواسطةُ الأسبابِ إحدى أَدِلّتي

Tevhidin başlangıcında ben nâfileleri ve farzları sebep kabul ettim, sonunda o tevhidi buldum. Oysa sebepleri vâsıta olarak görmek benim delillerimden (sâdece) biridir. (Veya delillerimin en faydalısıdır da denebilir).

723.     ووحّدتُ في الأسبابِ حتى فقدتُها

            ورابطةُ التّوحيدِ أجْدَى وسيلَة

Sebeplerin varlığıyla hakîkî fâili birlediğimde ise sebepleri kaybettim, zîrâ bildim ki sebepler etkisizdir ve tevhîde vesile değildir.

724.     وجرّدتُ نفسي عنهما فتجرّدتْ

            ولم تَكُ يوماً قَطُّ غيرَ وحيدَة

Nitekim Şeyh Sühreverdi (rahmetullahı aleyh) bu hususta şöyle der:

"Birlik gerçekleştiği vakit, sebeplerin kendisinde sebepler yok olur, yâni vahdet-i zatta sebeplerin zâhiri yok olur."

Halbuki Hakk'ı birleme konusunda en faydalı vesîle birlik râbıtasıdır. Ben kendimi sebeplere yapışmadan birlikten tecrid ettim de mütevahhid ve müttehıd oldum, bir halde ki, nefsim bir gün olsun tevhidin dışında olmadı, öyle ki, ezelen ve ebeden zâtım vahdetle mevsufdur ve bu mertebede kendi zâtını zâtıyla birlik eder. Nitekim buyrulur: (Al-i İmran, 3/18). "Allah kendisinden başka tanrı olmadığına şahittir"

725.     وغُصْتُ بحار الجمع بل خُضتُها على ان

            فِرَاديَ فاستَخْرَجتُ كلّ يتيمة

Ben cem'-i ahadiyyet ve esmâsının denizlerine daldım; hattâ tek başıma dalıp yüzdüm ve o denizlerin her birinden -ki murad esmâ-i gaybiyyedir. nice ilim ve irfan incileriyle rûhânî hakîkat ve latîfe mücevherleri çıkardım. Böylece ben, basiret kulağımla kendi fiillerimi işitmiş oldum.

726.     لأسْمَعَ أفعالي بسَمْعِ بَصِيرَةٍ

            وأشهَدُ أقوالي بعَيْنٍ سَميعة

Yâni benim fiillerimi algıladığım işitmede basiret özelliği vardır, o işitme bâtınî bir işitmedir ki hem işitme hem görmedir. Zîrâ o bir nurdur ki, her duyunun özelliği kendisinde mevcuttur.

Ve ben kulak gözümle sözlerimi de görürüm. Yâni ben, kendisinde işitme özelliği bulunan gözümle sözlerimi idrak ederim. Her ne kadar sözlerin idrâki âdeten işitmeye ve kulağa bağlı ise de bu böyledir. Zîrâ cem' mertebesinin bir özelliği olarak, bu mertebeye ulaşan kimsenin her uzvu öteki uzuvların görevini yapabilir. Çünkü kayıtlar ortadan kalkınca vücûdun parçaları bir olup cem' nûruyla bütün kuvvelere şâmil olur ve ihtilaf ortadan kalkar.

727.     فإنْ ناح في الإيكِ الهَزارُ وغرّدَتْ

            جواباً لهُ الأطيارُ في كلّ دَوحة

Eğer ağlayan bülbül ağaçlarda inlese, kuşlar da o bülbüle cevap vermek için başka ağaçlarda ötüp şakısalar;

728.     وأطْرَبَ بالمِزْمَارِ مُصْلِحُةُ على

            مُنَاسَبَةِ الاوتارِ من يَدِ قَيْنَة

Usta bir ney üfleyici, muğannînin elindeki sazın seslerine uygun şekilde, onunla aynı tarz ve aynı ses âhengiyle icrâ-i sanatta bulunsa; iyi icracı bir muğanniye ince ve güzel güftelerle şarkı söylese;

729.     وغنّت من الأشعارِ ما رَقّ فارتقَتْ

            لسِدْرتِهَا الاسرارُ في كلّ شدْوَة

Böylece dinleyicilerin sırları sidreye yükselse, her bir nağmede teğannî son haddini bulsa; işte bu hallerin hepsinde ben sanatımın eserlerinde münezzeh olarak, Hz. Cem'i ve Cenâb-ı Vahdet'imi ve ağyarla ülfetimi şirkten münezzeh kılarım.

Yâni hazret-i zâtımın fiiller, eserler, mutrib, tarab, muğannî, şiir söyleyici, saz çalıcı olarak yaratıp izhar ettiği şeylerin hepsinin cem'iyyeti'z-zâtıyyeti'l-asliyye bakımından, benim şüûn-i zâtiyyeme mensub sûretler olduğunu, başka olmadığını ayne'l-yakîn müşâhede ettim.

730.     تَنَزّهْتُ في آثارِ صُنْعِي مُنَزِّهاً

            عن الشرْك بالأغيارِ جَمعي وأُلفتي

Yine ben, vücud ahkâmıyla telebbüsten sonra hâsıl olan cem'iyyet bakımından dahî, gayrın müdâhalesinden ve ortaklığından münezzeh ve beriyim.

 [Kendimize kendimizle söyleyen, kendimizle dinleyen, kendimizle tutan ve göreniz. Evde bizden başka kimse yok.]

731.     فبي مجلسُ الاذكارِ سَمْعُ مُطالِعٍ

            ولي حانَةُ الخمّارِ عَينُ طليعَة

Kâinatta ne kadar eşyâ varsa hepsinin, benim zâtımın işleri, fiil ve sıfatlarımın mazharları ve bana âit görünüşler olduğunu bildinse; o halde benim vücûdum sebebiyle zikir meclisleri, Kur'an okuma mahfilleri, Hz. Cebbâr’ı tesbih, tehlil ve tahmid mahalleri, beni ve benim kelâmımı mütalaa ediciye âit bir işitme bir kulak mesâbesindedir.

Zikir meclisleri benimle huzur mahallidir demek olur. Yine "meyhâne", câsusun gözü gibi benim için dâimâ kapısı açık vaziyettedir. Bu iki vasfın bir araya gelmesi cem' mertebesinin özelliklerindendir.

732.     وما عَقَدَ الزّنّارَ حُكماً سوى يدي

            وإنْ حُلّ بالإِقرارِ بي فهْيَ حلّت

Nasrânî ve Mecûsîlerin beline zünnârı hikmet ve maslahat için ancak ve ancak benim sol elim bağladı. O hikmet "kabzateyn" sırrını izhar etmek ve cemâl-celâl, lütuf-kahır, hidâyet-dalâlet gibi mütekâbil sıfatların hükmünü icrâ etmek içindir. Eğer o nasrânînin zünnârı, benim vahdet-i zâtımı ikrar sebebiyle çözülüp açılacak olsa, onu yine benim sağ elim çözmüş olur.

Bunların hepsi benim fiillerim ve irâdemdir ki her sûrette görünürler. Demek ki bağlayan, çözen, hidâyet edici ve dalâlete sürükleyici olan, bütün mütekâbil sıfatları kendisinde toplamış olan benim zâtımdır.

733.     وإن نارَ بالتّنزيلِ مِحْرابُ مَسجدٍ

            فما بارَ بالإِنجيلِ هيكلُ بِيعَة

Eğer "Tenzil" diye isimlendirilen Kur'ân'ın nûruyla mescidlerin mihrâbı nurlu ve aydınlık olduysa, İncil ile kilisenin şekli bâtıl ve helâk olmadı. Zîrâ her ne kadar ahkâmı neshedilmiş ise de İncil'in kelâmiyeti bâtıl değildir. Dolayısıyla onun nûrâniyeti ve bâzı eserleri bâtıl olmak lâzım gelmez. Zîrâ içinde Hakk'ın vahdetini isbat eden, enbiyânın nübüvvetini ikrar eden ve bunlara benzer haşrı ve âhiret gününü kabul eden hususlar yazılıdır. Onun için Muhammedi şerîatte İncil'e haksızlık etmek câiz değildir. Muharref olmayan İncil'le bunların da mâbedinin nurlanması mümkündür.

734.     وأسفارُ تَوراةِ الكَلِيْم لقَوْمِهِ

            يُناجي بها الأحبارُ في كلّ ليلة

Hz. Mûsâ'ya kavmi için gönderilen ve ümmetinin âlimlerinin her gece kendisiyle Hakk'a münâcaatta bulunduğu Tevrat'ın durumu da İncil'inki gibidir, her ne kadar ahkâmı neshedilmişse de o da tamâmen bâtıl olmamıştır. O da Hakk'ın kelâmı olması dolayısıyla, aslî hâliyle onunla münâcatta bulunup onunla ibâdet eyleyen kimselere faydası olması uzak ihtimal değildir.

735.     وإن خَرّ للأحجارِ في البُدّ عاكِفٌ

            فلا وجْهَ للإِنكارِ بالعصَبِيّة

Ey âşık, eğer puthânede oturup kalkan putperestler taşlara secde ediyorlarsa, bunların durumu her ne kadar şeriat bakımından red ve inkâr edilirse de hakîkat cihetinden, taassub göstererek onları inkâr etmek mümkün değildir.

736.     فقد عَبَدَ الدّينارَ مَعنىً مُنَزَّهٌ

            عنِ العارِ بالإِشراكِ بالوثَنية

Zîrâ şirk ve putpereslik sebebiyle hâsıl olan utanmadan Cenabı Hakk'ı tenzih edici olanlar da mânen paraya ve pula ibâdet ederler, bunlar her ne kadar zâhiren şirk ve putpereslikten doğan utanmadan Cenab-ı Hakk'ı tenzih ederlerse de bu yine böyledir.

[O halde paraya, pula kul olanlar bir bakıma puta tapana benzerler. Zîrâ kâfirlerin dahi putlarına ibâdetleri bil vâsıtadır, asâleten değildir. Kur'an'da, soruldukları vakit şöyle cevap verdikleri belirtilir: (Zümer, 39/3). "Onlara bizi sâdece Allah'a ulaştırsınlar diye ibâdet ediyoruz" Demek ki onlar putlarını hâcet kıblesi edinip Hakk'a vâsıta ittihaz ediyorlardı. Yine paraya, pula kul olan da güzel ömrünü ona harcayıp, gece gündüz kalbinde sevgili edinip onu hâcet kıblesi yaparak, izzet ve devletin onunla hâsıl olacağına, belâ ve mihnetin onunla zeval bulacağına inanır. Bunula birlikte sen onu zâhiren muvahhid ve şirkten uzak olarak görürsün. Amma bâhnen şirk-i hafidedir. Nitekim Şeyh Bedreddin şöyle der: "Câhiliyye devrinde insanlar görünen puta tapınırlardı, bu zamanda ise mevhum putlara tapınıyorlar. Ümid ederiz ki, Hak ortaya çıkar da ona hakkıyla kulluk ederler"

Onun için Hz. Risâletpenah salla’llâhu aleyhi ve sellem paraya, pula kul olanlara beddua ederek şöyle buyururlar:         "Paraya, pula kul olan yok olsun, mîdesine kul olan yok olsun, tenâsül organına kul olan yok olsun".

Paraya, pula kul olan red ve inkâr edilmediğine göre puta tapıcıları inkâr etmek de câiz değildir. Her ne kadar şerîate göre inkâr etmek gerekirse de nefsânî taassubla böyle davranmak makbul olmaz. Özellikle ârif "Lâ ma'bûde illâ hû" sırrını müşâhede edince şeriat îcâbı inkâr etse de onda hiçbir şeye karşı inkâr kalmaz.

737.     وقد بَلَغَ الإِنذارَ عنيَ مَن بَغى

            وقامتْ بيَ الأعذارُ في كلّ فِرْقة

Şüphesiz benim inzârım, benim kelâmımı muhâfaza edip kabul edene ve buna istîdâdı olana ulaşır. Benim inzârımı dinleyip kabul etmeyen, ezeldeki hakîkat cihetinden kendisine benim inzârımın ulaşmadığı bir kimsedir.

[Zâhiren peygamberlerin dilinden onlara inzar ulaşsa da netîce değişmez. Demek ki ezelde Cenâb-ı Hakk'ın kendisine hidâyet, inzar ve îmânı kabul için istîdad vermediği kimse:  (İsra, 17/97; Mü'min, 40/33). "Allah kime hidâyet verirse işte doğru yolu bulan odur. Allah kimi sapıtırsa artık onu doğru yola iletecek yoktur" âyetleri mûcibince salâh ve doğruluk tarafına yönelmez ve ezeldeki istîdâdı her ne yöne ise ondan başka iş yapmaz.

Nitekim Yüce Allah buyurur:  (Bakara, 2/6-7). "Onları inzar etsen de etmesen de onlar için birdir, îman etmezler. Allah onların kalblerini ve ku-laklarını mühürlemiştir. Onların gözlerine de bir çeşit perde gerilmiştir ve onlar için büyük azab vardır"

(ikinci mısrâın mânâsı): Her millet ve fırka hakkındaki özürleri benimle kâim oldu,

[Zîrâ (Hud, 11/56). "Yürüyen hiçbir varlık yoktur ki O, onun perçeminden tutmuş olmasın, şüphesiz Rabbim dosdoğru yoldadır" âyeti mûcibince her milletin alınlarından tutan be-nim; bunların hepsinde tasarruf eden, irâde ve fiil sâhibi olan benim. Cümlesi benim isim ve sıfatlarımın mazharıdır, benim zat sırlarımın aynasıdır. Bunların hepsi sonunda bana yönelip döneceklerdir. Şüphesiz bunların her birinin özrü benimle kâimdir. Her birine istîdâdlarına göre bir mekân ve mertebe hazırladım [Şu ilginç ki zulüm de yoktur cebr de yoktur.] Bu hususta esrâr-ı acîbenin nihâyeti yoktur ve ifşâsı câiz değildir, anlayan anlar bilmeyen bilmez.]

 [Bu söylediğim şey, senin idrâkin nisbetindedir. Doğru anlayışın hasretiyle öldüm.]

 [Herkesin doğru işitmeye kudreti yoktur. Her kuşcağız, bir inciri bütün olarak yutamaz. Mesnevî-i Şerif, 1,2763J

738.     وما زاغتِ الأبصارُ من كلّ مِلّةٍ

            وما زاغتِ الأفكارُ من كلّ نِحلة

Hiçbir ümmetin gözleri başkasına meyletmedi, bütün topluluklarda himmet erbâbından hiçbirinin fikirleri boşa gitmedi, eksik olmadı (veya hayran olmadı).

739.     وما اختارَ مَن للشّمس عن غِرّةٍ صبَا

            وإشراقُها مِن نورِ إسْفارِ غُرّتي

Gururdan dolayı güneşe tapmaya yönelen kimsenin ibâdeti hakîkatte yine bana olur. Zîrâ o güneşin parıltısı, benim zâtımın aydınlığının doğmasından hâsıl olan nurdandır. ["Allah'a varan yollar mahlûkatın nefesleri sayısıncadır" ifâdesi mûcibince herkesin, ulûhiyet mertebesinde bir özel yönü vardır ki o onun mürebbîsi olan isimdir ve o kimse, eğer Muizz eğer Müzill, eğer Hâdî, eğer Mudili, o ismin muktezâsından başka şekilde hareket ve amel edemez. O halde, mazhar olduğu o isim cihetinden eylediği ibâdet ve teveccüh, her ne kadar Hâdî ismine muhâlif ise de haktır ]

740.     وإن عبدَ النَّارَ المَجوسُ وما انطفَت

            كما جاءَ في الاخبارِ في ألفِ حِجَّة

Mecûsîler sönmeyen bir ateşe tapınırlar, nitekim târihî haberlerde onların tapındığı ateşin bin seneden beri bugüne kadar sönmediği belirtilir. O ateşin mâbedlerinde devamlı olarak yanması için ona odunla yardımcı olurlar.

741.     فما قَصَدُوا غيري وإن كان قصدهُم

            سِوايَ وإن لم يُظْهِروا عَقدَ نِيّة

Nitekim şöyle söylenmiştir:

"Bir ateş yakıldı ve tapınıldı, üzerinden bin sene geçtiği halde sönmedi"

İşte Mecûsîler ateşe tapınmışlarsa da, bu ibâdetlerinde benden başkasını kasdetmediler. Her ne kadar onların niyeti benden başkası olduysa da bu böyledir. Onlar her ne kadar bana ibâdet etme niyeti göstermediler ve zâhiren ateşe tapındılarsa da, onların benden başka zannettikleri niyetleri tevehhüm üzeredir, gerçek değildir.

742.     رأوْا ضَوْءَ نوري مرّةً فَتَوَهَّمُو

            هُ ناراً فَضَلّوا في الهُدَى بالأشعَّة

Tevehhümlerin menşei ise şudur: Ateşe tapanlar, benim nûrumun ışığını tekrar tekrar defalarca gördüler ve o nûru nâr (ateş) zannettiler. Böylece benim nûrumun parıltılarının müşâhede etmeleri sebebiyle ve onu ateşin parıltıları zannetmelerinden dolayı hidâyet içinde hidâyetle dalâlete düştüler.

 [Bütün âlemdeki insanların ebediyyen meyli, bilseler de bilmeseler de sanadır.]

Ateşperesliğin başlangıcı Zerdüşt denen bir hakîmden zahir oldu. Zerdüşt Hz. Mûsâ'dan sonra (Viştaspa?) denilen pâdişâhın devrinde yaşadı. Erzincan dağlarında yıllarca mücâhedeyle meşgul oldu, az yiyip az uyuyarak, halktan uzak yaşayarak (uzlet) sonunda nefsânî kirler yok olup rûhânî kemâl hâsıl olunca bir gün Cenâb-ı izzet buna ateş şeklinde tecellî eyledi ve Hakk'ın nûrunu nâr (ateş) şeklinde gördü. Nitekim Vâdi-i Eymen'de, o mübârek yerde Hz. Mûsâ'ya da benzer bir durum olduğunu şu âyetten anlıyoruz: (Taha, 20/10). "Hani bir ateş görmüş ve âilesine bekleyin, emînim ki bir ateş gördüm..."

Hal ehlinden bazılarına da İlâhî nur nâr şeklinde tecellî eder. İşte Zerdüşt'ün de nebî ve velîlerden bir mürşidi ve rehberi olmadığı için, Hakk'ın nûrunu ateş zannederek gelip halkı ateş tarafına da’vet eyledi. Böylece hidâyetin kendisinde dalâlete düştüler ve nûru ateş zannettiler. Eğer ateşin haki-katinin ne olduğunu ve ondaki yakma, aydınlatma ve tesirlerin kimden idiğini bilselerdi dalâlette olmazlardı.]

743.     ولولا حِجابُ الكَونِ قُلتُ وإنَّما

            قيامي بأحكامِ المظاهِرِ مُسْكِتي

Eğer kevn örtüsü ve vücud perdesi olmasaydı, ben tevhidin sırlarını örtüsüz olarak apaçık söylerdim. (Bakar, 2/148). "Herkesin yöneldiği bir yönü vardır" âyetinin sırrını açıklayıp, her âbidin yüzünün harem-i ahadiyyet tarafına olduğunu hiç îmâsız ve işâretsiz bir şekilde gösterirdim. Lâkin benim zâhirî ahkâmla ayakta durmaklığım, kulluk ve beşeriyet düzeni içinde bulunmaklığım, bu sırların izhârından beni alıkoymuş vaziyettedir. Zîrâ İlâhî himmet bunu gerektirir, bu sırlar kıyâmet gününe kadar örtülü olup herkes örtünün altında bir semte âşık olarak, âhirette onlara sülüklerinin neticesi belli edilecektir.

744.     فلا عَبَثٌ والخَلْقُ لم يُخلَقوا سُدىً

            وإنْ لم تكُنْ أَفعالُهُمْ بالسديدَة

745.     على سِمَةِ الاسماءِ تَجري أمورُهُمْ

            وحِكْمَةُ وصْف الذاتِ للحكم أجرَت

746.     يُصَرِّفُهُمْ في القبضَتَيْنِ ولا ولا

            فقَبْضَةُ تَنْعِيمٍ وقَبْضَةُ شِقْوَة

(744-745-746) Yüce Allah şöyle buyurur: "Biz gökleri, yeri ve ikisinin arasındakileri ancak hak olarak yarattık" Başka bir yerde şöyle buyuur: (Mü'minun, 23/115). "Sizi boş yere yarattığımızı ve sizin hakîkaten huzûrumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız?"

Bütün mahlûkâtın işleri ve halleri İlâhî isimlerine göre cereyan eder. Yâni hidâyet üzre olanların işleri, sâlihlerin sözleri, halleri ve ahlâkı "Hâdî" ismi üzere cereyan eder. Sapıkların ve zâlimlerin halleri ve sözleri "Mudili" ve "Müzill" ismi üzere cereyan eder. Zîrâ sıfatlarının zuhûrunun hikmeti saâdet ve şekâvet, dalâlet ve hidâyetten özellik ve eserleri her ne ise, mahlûkâtın üzerine ona göre hükmetmek için icrâatta bulundu. Meselâ "Hâdî" ismi bir mazhar talep ettiği anda zuhûr edip, muktezâsınca doğru yola dâvet eder, işte enbiyâ, evliyâ ve müminlerin vücûdu ona mazhar oldu. Yine "Mudili" isminin özelliği saptırma ve azgınlıktır, o da mazhar talep edince ins ve cin şeytanlarından ona da nice mazharlar bulunur. Ve onlarda özelliklerin hükmünü icrâ eder. Demek ki, Hâdî ve Mudili, Muizz ve Müzill, Latîf ve Kahhar, Rahîm ve Settar gibi zıd mânâlı İlâhî isimler -ki "kabzateyn" ve "isbıayn" kelimeleriyle kasdedilen bu mütakâbil isimlerdirişte o isimlerin tecellîsiyle Cenâb-ı Hak yaratıkları, iki kabza ve mütekâbil isimler arasında ezeldeki ilmine göre evirip çevirir. Demek sûretiyle yâni "O gümüş gibi beyaz olan Âdem nesilleri cennettedir ve cennete sokarım ve mübâlât eylemem. Ve o kömür gibi siyah olan nesiller cehennemdedir, onları cehennemlik yarattım ve Yine kayırmam ve mübâlât etmem". Bu iki kabzanın birisi nîmet ve saâdet kabzası, biri de azab ve şekâvet kabzasıdır; bu iki kabzanın maddî ve mânevî, dünyevî ve uhrevî mazharı vardır. Terkib, tabîat ve anâsır âlemi olan bu mülk âlemi kabza-i yüsrâ (sol kabza)'nın mazharıdır. Kuvvet, kudret ve tesir mertebesi olan ervâh ve melekût âlemi kabza-i yümnâ (sağ kabza) mazharıdır. Gökleri ve yerleri içine alan bu zâhirî ulviyyât ve süfliyyât ise her iki kabzanın mazharıdır; şu âyet buna işâret eder:  (Zümer, 39/67). "Kıyamet günü bütün yeryüzü onun tasarrufunda (kabzasında)dır. Gökler onun kudretiyle (sağ eliyle) dürülmüş olacaktır" Yine küfür ve îman iki kabzanın mazharıdır. Bütün varlıklar, dünyâda olsun âhirette olsun, bu iki kabzanın arasında evrilip çevrilmekten hâli değildir, "Allah kalblerimizi kendi dîni üzere dâim eylesin ve ayaklarımızı Peygamberinin şefâatinde sâbit kılsın"

747.     ألا هكذا فلتَعرِفِ النّفسُ أو فلا

            ويُتْلَ بها الفُرقَانُ كُلَّ صبيحة

Ey tâlib ve âşık dikkat et. Nefs böyle bilinsin veya nefsi böyle bil ve kavra, yâni sen de benim zikrettiğim ve benim bildiğim gibi bil; şöyle ki: Nefs-inâtıka-i insânî, idrak sâhibi bir cevherdir, bizâtihî kâimdir; sem', basar, kudret, kuvvet, irâde, ilim, hayat vb. İlâhî sıfatlarla mevsuftur. Eğer bu sıfatların hakikatine bakarsan, her ne kadar nefsin bunlara ayna ise de, bu sıfatlar Hakk'ındır ve sende emânettir. Eğer nazarda da terakkî edip hakîkat nazarıyla baksan, bu fiili, sözü, işitmeyi, görmeyi ve nefsini, Hakk'ın fiili, sözü, işitmesi ve görmesinin aynısı olarak bulursun.

748.     وعِرْفَانُها مِن نَفْسِها وهِيَ التي

            على الحِسّ ما أَمَّلتُ منيَ أمْلَت

Kâinatta bu mazharlara bakınca hepsini aynı Bir'i yansıtan aynalar olarak görürüsün ki bu kadar eşyâda o "Bir" yüz göstermiş ve karşılık gelen bir isim ve sıfatların hükmüyle o aynı "Bir" bu kâinatta tasarruf edip durmaktadır. Öyle ki bâzen hidâyet bâzen saptırma, bâzen lütuf ve cemâl, bâzen kahır ve celâl ile tecellî etmektedir. İşte nefsini bu minval üzere bil ve kavra, aksi halde bilmeye koyulma. Zîrâ bundan başka bir şekilde nefsi bilmek, kemal ehlinin bilmesi (mârifet) değildir. Böyle olmayan "Nefsini bilen Rabbini bilir" sözünün mânâsını anlamamıştır.

Şu âyetler her sabah o nefsin dalâlet ve hidâyet hakkında okunup dur-maktadır: (İbrâhim, 14/4; Müddessir, 74/31). "Allah dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola iletir" (Kehf, 18/17). "Allah kimi hidâyetten mahrum ederse, artık onu doğru yola yöneltecek bir dost bulamazsın" (En'am, 6/149). "Allah dile seydi elbette hepinizi doğru yola iletirdi"

Bu ve benzeri âyet ve hadislere rağmen nefsini bu minval üzre bilmeyene şaşılır. Üstelik o nefsin bu sıfatları ve sırları bilmesi kendi zâtında olup biter, başkasında hâsıl olmaz.

[Nefs-i nâtıka öyle bir şeydir ki ilim, maârif, esrar ve letâif olarak benim kendimden her ne ümit etsem his üzere onu yazar, hakikatlerden ve inceliklerden her ne istesem his üzere onu çizer.]

749.     ولو أنني وحّدْتُ ألحدتُ وانسَلخ

            تُ من آيِ جَمعي مشركاً بيَ صنعتي

Eğer başka felsefeciler ve zâhir ehli gibi kesreti nefyederek vahdeti isbat etsem ve ondan gayrı olarak onu birlik etsem, istikâmet yolundan ayrılmış olurum, zîrâ kendime vücud isnad etmiş olurum. Eğer benim vücûdumu Hakk'ın vücûduna mukâbil ve aykırı/başka diye inanırsam tevhidde müşrik olmuş olurum.

[Bu, muvahhidlere göre ilhad ve şirkin kendisidir. Bu şekilde birlik etsem ilhada düşmüş olurum.

Şeyhülislâm'ın sözü şöyleydi: "Bir olanı, kimse birlemedi, çünkü onu birleyen herkes inkârdır"

Muvahhid kim çağırır vâhid oldur

Geru birlik içinde câhid oldur

Sözü yâni eğer ben başkası gibi birlik etsem mülhid olurum ve kendi yaptıklarımı kendime ortak koşarak cem'imin alâmet ve âyetlerinden soyunmuş olurum.]

Şöyle bir mânâ da mümkündür:

Eğer ben nefsimin fiilini birlik eylesem, yâni desem ki: Zâtım hidâyet edicidir, dalâlete sürükleyici değildir; dalâlet kulundur veya Ehrimen'indir desem Mûtezile gibi, ben istikâmet ve birlik yolundan sapmış olurum ve âyât-i cem'den soyulup sunumu kendime ortak etmiş olurum.

750.     ولستُ مَلوماً أنْ أَبُثّ مَواهبي

            وأمْنَحَ أتْباعي جَزيلَ عَطِيّتي

Ben bağış ve mârifetlerimi gösterdiğimden tarîkatte olan tâbîlerime ve mensublarıma çokça bağışlarımı verdiğimden dolayı enbiyâ ve evliyâ nezdinde ayıplanmış değilim. [Nitekim Kur'an ve hadiste nimeti izhar ve bağışı ortaya koyma konusunda beyanlar vardır: (Duha, 93/11). "Ve rabbinin nimetini minnet ve şükranla an". (Yâsin, 36/47). "Allah'ın size verdiği rızıklardan hayra sarf ediniz"

Bir velînin İlâhî sırları izhar etmekten maksadı halk nazarında makam, mevki sağlamaya ve üstünlük iddiasına yönelik olmazsa, aksine tâlibleri kemâle erdirmek ve sâlikleri yetiştirmeği o yolla yapmayı düşünürse o velî ayıplanmaz ve kötülenmez.

751.     ولي مِنْ مُفيضِ الجَمعِ عندَ سلامِه

            عليّ بأوْ أَدْنَى إشارةِ نِسْبَة

ولي مِنْ مُفيضِ'dan murad Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem'dir ki o İlâhî feyizleri saçan ve rabbânî mevhibeleri taksim edendir. Nitekim alehisselâm efendimiz buyurur: "Allah verir, ben taksim ederim"Sahih rivâyetle naklolunur ki Hz. Sultânu'l-Kevneyn miraç edip, gökleri ve yerleri tayyederek rûhu'l-emîn mertebesini ve kâbe kavseyn makamını aştığı ve kendi makamları olan "ev ednâ" makamına vâsıl oldukları vakit, Hz. Nebî Cenâb-ı Hakk'a tahiyyat ve övgülerde bulunup şöyle dedi: "Selâmlar, duâlar ve iyilikler Allah içindir". Bunun üzerine Hz. Cenâb-ı Izzet'ten de kendisine şu şekilde selâm geldi: "Selâm sana olsun ey nebî, Allah'ın rahmet ve bereketleri sana olsun!" Bunun üzerine Hz. Nebî (salla’llâhu aleyhi ve sellem) Hakk'ın selâmıyla sevinip mutlak mahbûbun sözüyle içi açılıp murâdına nâil olunca, o hediyeyi başka sâlihler ve müminlere de bağışlayıp: "Selâm bizim üzerimizeve Allah'ın sâlih kulları üzerine olsun dedi"

Demek ki kendisinde salâh belirtisi olan herkes Hz. Risâletpenah'ın selâmının nurlarından hisse ve pay sâhibi demektir.

Bunun için İbn Fârid'ın Cenâb-ı Risâletpenah'la mânevî münâsebeti ve rûhânî yakınlığı olduğundan dolayı kendisi şöyle buyurur: Hz. Peygamber "müfîdu'l-cem"' mertebesinden "ev ednâ" makamında benim için, benim üzerime selâm verdiği zaman, benim mânevî nisbetime ve rûhânî verâsetime işâret vardır. İşte bu insanların o sevgiliyle mânevî münâsebeti olduğu için hadiste bunlara "ihvânım" deyip: "Ah, kardeşlerime kavuşmayı ne kadar isterdim!" buyurdular. Mi’raç gecesinde "Aleyna"'yı cem' ile ifâde ettiklerinde kâmillerin ruhlannın onda ictimâına işâret olur, İbn Fârid da "Selamün Aleyna yada dahîl olur, böylece Hz. Risâletpenah           (Cem' saçan) olur.

752.     ومِنْ نُورِهِ مِشكاةُ ذاتيَ أشرقَتْ

            عليّ فنارَتْ بي عِشائي كضَحوتي

ومِنْ نُورِهِ sözü: Halbuki o müfîdu'l-cem'in nûrundan benim üzerime nur veren beni aydınlatan yine benim mişkât-ı zâhmdır. Hal böyle olunca, benim tabiatımın ve beşeriyetimin karanlığı, rûhânîyet-i kübram gibi, benimle nurârû ve aydınlık oldu. Yâni zâtım nûr-i Muhammedi ile münevver olmakla zulmânî perdelerden ve nefsânî paslardan kurtuldum.

753.     فأُشْهِدتُنِي كَوْنِي هناك فكُنْتُهُ

            وشاهدتُهُ إيَّايَ والنّورُ بَهجتي

Ben beni o makâm-ı cem'de hazır kıldım, vücûdumu gördüm. Ben nûr-ı Muhammedi demek olan müfîdu'l-cem'in ayru oldum. Zîrâ cem'makamında aykırılım ve ikilik tasavvur edilemez; bir hakikattir ki, bütün hakikatleri kuşatmış ve şümûlüne almıştır ve ben o müfîdu'l-cem'i, beni müşâhede ettim, bir halde ki, o nûr-ı Ahmedî benim zâtımın güzelliği, benim vücûdumun letâfet ve ışığıdır.

754.     فَبِي قُدّس الوادي وفيه خلعتُ خَلْ

            عَ نَعْلي على النادي وجُدتُ بخلعتي

Ben müfîdu'l-cem' olduğuma göre benim zâtımın nûruyla kurb-i İlâhî vâdîsi, melekût ve ceberût âleminin fezâsı sonsuz derecede mukaddes ve temizlenmiş olur. Ben o vâdîde mârifet, kurbiyet ve sevgi meclislerinin ehline, bunlardan fânî olan vücûdum-na'lini giydirmek sûretiyle hil'at verdim ve onları giydirmiş oldum. Fânî vücûdumun na'lini soyup aldıktan sonra kendilerine bâki vücûdumun hil'atini ikram ettim ve ben kendi nurlarımı gösterdim ve müşâhede ettim.

755.     وآنَستُ أنواري فكنتُ لها هُدىً

            وناهيكَ من نفسٍ عليها مُضِيئَة

Ve o nefsimin nurlarına ben yol gösterdim. Kendini aydınlatan, kendine ışık saçan ve yol gösteren bir nefsin şerefini bilmek sana kâfidir. Ben cem' makamına âit mücerred ruhları ve mukaddes nurları gördüm ve müşâhede ettim. Ben o mücerred ruhların yol göstericisi olduğumdan, mücerred ruhları aydınlatan ve onlara feyz veren o nefsin kemâlini bilmek sana kâfidir.

756.     وأسستُ أطواري فناجَيتُنِي بها

            وقضّيْتُ أوطاري وذاتي كَليمَتي

Ve ben "etvar" binâmı kurdum, yâni sülükte olan tevbe, tecerrüd, fakr, inâbet, murâkabe, tevekkül vb. makamların esâsını tesis ettim. Demek ki ben o tavırlarda benim zâtıma yalvardım, zâtımın muktezâsıru ve hâcâtını yerine getirdim.

Bir halde ki, "kelîm"im benim zâtım idi, benden başkası değildi. Hulâsa-i kelâm, kâinâtın dağınık olan unsurlarının hepsini vahdet hükmü gereği zâtımda müşâhede kıldım demek olur.

757.     وبَدْرِي لم يأفُلْ وشمسيَ لَم تَغِبْ

            وبي تَهتدي كُلّ الدّراري المُنيرة

Melekût ve ceberût âleminin vâdîsi benimle mukaddes, mukarrebînin ruhları benim hil’atimi giyinmiş, sülük makamları benimle sağlamca kurulmuş olduğuna göre, benim bedrim yâni "bedr" mesâbesinde olan benim akıl ve kalbim, asla batmaz ve son bulmaz. Güneş gibi bütün eşyâya ışık saçan, bütün mâsivâya hayat veren rûhum hiç kaybolmaz.

758.     وأنْجُمُ أفلاكي جرَتْ عن تصَرّفي

            بِملكي وأملاكي لمُلْكِيَ خَرّتِ

Her bir parlak ve ışıklı yıldız benim nûrumla yol bulur. Murad zâhiri mânâdaki parlak yıldız da olabilir. Veya mü’minlerin ruhlarından ve mürşidlerin akıllarından istiâre olur ki benim nûrum vâsıtasıyla, mü'min ruhların ışıklı yıldızları doğru yolu bulurlar, demek olabilir. Benim feleklerimin yıldızları, mülkümde olan tasarrufumla hareket ederler. Benim meleklerim, bana, benim saltanat ve tasarrufum için secde eylediler. Veyahut, benim kemâl-i saltanat ve tasarrufum olduğu için onlar bana nisbet mertebelerinden sâkıt oldular, denebilir.

759.     وفي عالَمِ التّذكارِ للنفسِ عِلْمُها ال

            مُقَدَّمُ تستَهْديهِ منّيَ فِتْيَتِي

Benim nefsim âlem-i ezelde, ilimlerden ve sırlardan ne varsa hepsini biliyordu, gerçi bu terkib ve sûret âlemiyle meşgûliyeti sebebiyle bir yönden gaflet ve dalgınlığa düştüyse de, durum bu idi. O bakımdan beden örtülerinden soyunduğu her defasında önceki o ilmi hatırlar. İnsâniyet âlemi demek olan bu hatırlama âleminde, nefsin âlem-i ezelde vâki olan ilmini, ashâb-ı taayyünden ve erbâb-ı dîn-i mübinden olan gençlerim benden hediye olarak vermemi isterler. Ben de istîdât ve kâbiliyetlerine göre bu ilmi onlara hediye eder ve bağışlarım.

760.     فحَيّ على جَمْعي القديمِ الذي بِهِ

            وَجَدْتُ كُهُولَ الحيّ أطفالَ صِبيَة

Ey âşıklar, koşun ve acele edin ve benim başka makamlardan önce olan mertebe-i cem'ime gelin. O öyle bir cem' mertebesidir ki, orada, velâyet kabilesinin şeyhleri ve kerâmet mahallinin ârifleri terbiyem altında olan müridler ve musâhiblerimin süt çocukları sayılır. Bu şu bakımdandır ki öncekiler ve sonradan gelenler olsun benim makâm-ı cem' emziğimden ulûm-i ledünniye sütünü içip, dünyevî ve uhrevî gam ve kederleri unutmuşlardır.

761.     ومن فضلِ ما أسأرْتُ شربُ مُعاصري

            ومَنْ كان قبلي فالفضائلُ فَضْلَتِي

Muâsırlarım ve benden sonra gelen evliyâ ve asfiyânın haz ve nasibleri benim bakıyye /artık olarak bıraktığım ilim ve mârifetlerin fazlasındandır. Benden önceki enbiyâ ve evliyânın haz ve nasibleri de benim mertebe-i cem' kâsesinde bakıyye bıraktığım ulûm ve irfandır. Zîrâ bütün âlemlerde, cümle makam ve yerlerdeki faziletler, hasletler, güzellikler ve yücelikler benim artığımın fazlası ve nûrumun bakıyyesidir.

***

Bu beyitler cem' mertebesinden ve Hakîkat-i Muhammedi makamından tercüme ve hikâyedir. Zirâ Hz. Fariz kuddise sırruhu'l-âlînin bu makama kendisini tam vâris, ona ulaşmış ve kavuşmuş olarak görmektedir. Kim ki gavsiyet mertebesine ulaşıp, makâm-ı Muhammedi'ye kemâliyle vâris olursa, bu sözler onun lisânından dökülse ona lâyık olur. Zîrâ hakikatte bu kuvvet, satvet, azamet ve devlet o sâhib-i şeriat ve sultân-ı erbâbı nübüvvet hazretlerinindir. Her ne kadar zahiren ârif-i kâmilin dilinden dökülse de bu böyledir. Evliyâ, kemâl-i mutâbaat sebebiyle bir derece nûr-ı Muhammed’e boyanırlar, böylece kendi aslî tabiatları onlardan zâil ve nûr-i Muhammed onlara gâlip olup Hz. Muhammed salla’llâhu aleyhi ve sellemin sırları ilimleri, kuvvet ve tasarrufu kendilerinde zuhûr eder. O bakımdan onlara uymak böylece Allah'a ve Risâletpenâh'a uymaktır. Nitekim Hz. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (Kuddise sırruhu’s-sâmî) Efendim bu mahalle uygun olarak şöyle buyurur:

 [Gül mevsimi geçip gülşen harab olunca gül kokusunu nerden alalım?

Gülsuyundan!

Mesnevî-i Şerif, I,672]

**

 [Sevgili göz önünden kayboldu mu, onun visalinden mahrum kaldık mı, yerine birisinin vekil olması, birisinin bize yadigâr kalması gerekir.

Mesnevî-i Şerif, I, 671 ]

**

 [Hayır, yanlış söyledim. Vekil ile vekil edeni iki sanırsan bu hatâdır, iyi bir şey değil.

Hayır, sen sûret-peres oldukça, iki olur; sûretten kurtulan kimsenin önünde bir olur.

Sen sûrete baktığın vakit gözün ikidir, sen gözden çıkan onun nûruna bak.

Bir yerde on tane mum bulundurulsa, görünüşte her biri, öbüründen ayrıdır.

Nûruna teveccüh edersen, şüphesiz ki birinin nûrunu ötekilerden ayır etmeğe imkân yoktur.

Mânâlarda taksim ve sayı yoktur; ayırma birleştirme olmaz.

Mesnevî-i Şerif, 1,764-681]

Demek ki, evliyadan herhangi birinin meyhâne-i vücûdundan, bir hakk sarhoşu vahdet şarâbını içse, asfiyâdan herhangi biri keramet hırkasını omuz üzerine atsa, gerçekte sâkî o kâinatın efendisi ve mevcûdâtın eşrefidir, duaların en efdali, selâmların en üstünü onun üzerine, onun ailesi, evlâdı ve ashabı üzerine olsun. O ashab ki, kendisine uymak sûretiyle velayet ve kerametlere âit yüksek derecelere ve üstün makamlara nâil olmuşlardır.

 

 

Faydalanılan Kaynaklar:

-       İsmail Rusûhî Ankaravî, Makâsıd-ı Aliyye fî Şerhi't-Tâiyye, [Osmanlı Tasavvuf Düşüncesi] Yayına Hazırlayan: Prof. Dr. Mehmet DEMİRCİ, Haziran, 2007, İstanbul

-       Arapça Metin için erişim: http://www.afdhl.com/poem/text-12975.html

-       Y. Seracettin BAYTAR, İBNU’L-FÂRİD, HAYATI VE DİVÂNI, Doktora Tezi, Atatürk Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü Temel İslâm Bilimleri Anabilim Dalı, 2008, Erzurum

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar