Print Friendly and PDF

Kasidei Taiyye...İbnul Farid ve Türkçesi 1. Kısım

Bunlarada Bakarsınız

 


İBNU’L-FÂRİD’İN HAYATI

 

Adı, Nesebi ve Künyesi

İbnu’l-Fârid’ın biyografisini yazan âlimler onun isminin Ebû Hafs (Ebu’l- Kasım) Şerefuddîn ‘Ömer b. Ebi’l-Hasan ‘Alî b. Murşid b.’Alî es-Sa‘dî el- Hamevî el-Mısrî olduğunda ittifak etmişlerdir. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem’in sütannesi Halîme’nin kabilesine mensubiyetinden dolayı Sa‘dî, aslen Hamalı olduğundan Hamevî, doğduğu, yerleştiği ve vefat ettiği yer Kahire olduğundan dolayı da Mısrî nisbeleriyle anılır.

İbnu’l-Fârid’in nesebiyle ilgili olarak, torunu Şeyh ‘Alî, şöyle bir rivayet aktarmaktadır: Dedesi bir gece rüyasında Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellemi görür ve Rasûlu'llâh ona nesebini sorar. İbnu’l-Fârid de babasından ve dedesinden öğrendiklerine göre nesebinin Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem’in sütannesi Halîme’nin kabilesi olan Benî Sa‘d’ a dayandığını söyler.

Yukarıda da ifade edildiği gibi İbnu’l-Fârid, babasının asıl memleketine nisbetle de Hamalı sayılmasının yanı sıra kendi vatanı itibariyle Mısırlıdır. Çünkü Mısırda doğmuş, büyümüş yetişmiş ve ömrünün büyük bir kısmım Mısır’da geçirmiştir. Vefat ettiğinde de Mısırda defnedilmiştir.

Aşağıdaki beyitte şair, vatanının Mısır olduğunu açıkça ifade etmektedir (Remel):

 “Vatanım Mısır’dır, emelim oradadır ve gözümün arzuladığı şey Mısır’ın Muştehâ’sidir. ”    

Bazı kaynaklarda “Murşid” ismine de rastlanılmaktadır. Ancak bu ismin ecdadından gelen bir ad olmadığı, bilakis tarikat mensubu olan kişilerin kendi şeyhlerine vermiş oldukları bir lakab olduğu görülmektedir. Şairin babası Mısır’da, mahkemede kadınların eşlerinden almaları gereken miras ve nafakayı tespit işiyle uğraştığından “Fârid” diye bilindiği için şair, daha çok İbnu’l-Fârid lakabıyla tanınmıştır. Ayrıca o, Şerefuddîn diye de sıfatlandırılmıştır.

Doğum Yeri ve Tarihi

İbnu’l-Fârid’in doğum tarihiyle ilgili farklı bilgiler olmakla beraber torunu Şeyh ‘Alî ve çağdaşı İbn Hallikân’ın üzerinde ittifak ettikleri bilgiye göre şair, 4 Zilkade 576 (22 Mart 1180) tarihinde Kahire’de doğmuş ve 2 Cumâdelûlâ 632 (23 Ocak 1234) tarihinde 56 yaşında Kahire’de vefat etmiştir.  İbnu’l-Fârid, vefatının ardından, Mısır’da Karâfe Kabristanı’nda bulunan ‘Arıd isimli mescidin yanında toprağa verilmiştir.

 

Ailesinin Hama’dan Mısır’a Göçü

Biyografi yazarlarının kaydettiğine göre İbnu’l-Fârid’in babası Hama’dan Mısır’a göç edip burada yerleşmiştir. Babasının Hama’dan Mısır’a göç etmesinin sebebine ve bu göçün gerçekleşme zamanına dair tam ve kesin bir bilgi nakledilmemiş olmakla beraber Hama’ya dair tarihçilerin kaydettiklerine bakıldığında şunlar görülmektedir:

O dönemde Hama büyük bir şehir olup, ekonomik olarak fiyatların ucuz olması dolayısıyla yaşama elverişli, tabiat güzellikleriyle donatılmış güzel bir şehirdir.  Ancak 565 yılında meydana gelen depremle şehir harap olmuş, viraneye dönmüştür. Neticede bu deprem sebebiyle Hama’nın tabiî ve ekonomik durumundaki kötüye doğru değişim şairin babasının Hama’dan Mısır’a göç etmesinin zeminini hazırlamıştır.    Mısır’ı diğer İslâm beldeleri arasında tercih etme nedenine gelince; o dönemde Mısır’ın sahip olduğu ilim, irfan ve medeniyet seviyesiyle açıklanmaktadır.

İbnu’l-Fârid’in babası daha önce de geçtiği üzere Mısır’da, mahkemede kadınların eşlerinden almaları gereken miras ve nafakayı tespit işiyle uğraşmaktaydı.  Daha sonra kadılık makamına atanan şairin babası bir müddet bu görevde kaldıktan sonra kendisinden “kadı'l kudat” yani baş kadılık görevine gelmesi istenmiş, ancak bu görevi kabul etmemiş ve kadılık görevinden de ayrılmıştır. İnsanlardan uzak kalmayı tercih ederek Ezher Camii’nin hitabet salonunda kendini Allah’a ibadete vermek suretiyle ömrünün sonuna kadar bu şekilde yaşamaya devam etmiştir.  

İbnu’l-Fârid’in torunu, dedesinin biyografisinde, şairin babasımn ilmi seviyesine ve onun, İbnu’l-Fârid’in eğitim ve terbiyesiyle ilgilenmesine dair şunlan kaydetmektedir: Genç yaşta tasavvufa yönelmiş olan İbnu’l-Fârid babasının izniyle Mustaz‘afîn vadisindeki Mukattam dağında bulunan bir mescitte bir müddet ibadet ve tefekkürde bulunduktan sonra ziyaret etmek ve gönlünü almak üzere babasının yanına gelirdi. İlmi ve ameliyle saygın bir kişiliğe sahip olan babası o sıralarda Kahire’de Melik Aziz’in kadılığı görevini yapıyordu.

Oğlunun yanına gelmesiyle büyük sevinç duyan babası, İbnu’l-Fârid’i kendisiyle beraber ilim meclislerine devamlı surette götürürdü.

Babasıyla bulunduğu zamanlarda devam ettiği bu ilim meclisleri İbnu’l- Fârid’in İslâmî kültürünün temellerinin oluşmasında önemli rol oynamıştır. İbnu’l-Fârid’in yetişmesinde son derece etkili ve önemli bir kişi olan babası hakkında tarihçiler ve biyografi yazarları adının ‘Alî olduğu, ilim ehlinden, zühd ve takva sahibi bir kişi olduğu, hayatının sonlarına doğru hâkimlik mesleğini bırakmak ve kadılkudatlık teklifini geri çevirmek, insanlardan uzaklaşarak Ezher Camii’nin hitabet salonunda Allah’a ibadete yönelmek suretiyle zühd ve takvasını amelî olarak hayatına aksettirmesi yönünde bilgiler aktarmaktadırlar.

Fizikî Özellikleri ve Mîzacı

İbnu’l-Fârid, kaynaklarda yakışıklı, iyi giyimli, zarif, güzel ahlâklı, vakarlı, fakirleri ve muhtaçları kollayan, yardım sever, hoş sohbet, güzel ve akıcı konuşan, saygın bir insan olarak anlatılmaktadır.

Dünya malına rağbet etmeyen şair, kendisine dünyalık taleplerle gelenleri geri çevirmez ve onların bu meyandaki isteklerini karşılamaya çalışırdı. Ayrıca, kendisini ziyarete gelenleri mümkün olduğunca hediyelerle uğurlamaya gayret ederdi. İbnu’l-Fârid, halk tarafından sevilen ve kendisine hüsn-ü zan beslenen bir kişiydi. Bu sebeple şehrin sokaklarında yürüdüğünde etrafı insanlar tarafından kuşatılır ve kendisinden dualar istenirdi. Toplum nezdinde saygın bir yer edinmiş şair, katıldığı meclislerde hürmetle dinlenir, görüşleri her türlü ilim erbabı ve devlet erkânı tarafından itibar görürdü.

Mutlak güzelliğe âşık olan şair, güzel olan her şeyden hoşlanır, tabiat manzaralarını seyretmekten büyük zevk alırdı. Bu anlamda akşamlan Nil nehrinin kıyısında yürümeyi, gökyüzünü ve denizi seyretmeyi çok severdi. O, Mısır’da halkın Salı ve Cumartesi günleri gezinti yaptıkları güzel manzaralı bir yer olan Muştehâ’yı sıklıkla ziyaret ederdi.  

Yaşadığı Asra Genel Bir Bakış

Daha önce de belirtildiği üzere İbnu'l-Fârid, 576 /1180 yılında doğmuş, 632 /1234 yılında vefat etmiştir. Bu da şairin 6. hicri asrın son çeyreği ile 7. asrın ilk üçte birlik diliminde yaşadığı anlamına gelir. Bu zaman diliminin tarihî bakımdan özel bir önemi vardır. Zira Mısır ve Şam Fatımîlerin egemenliğinden Eyyubîlerin hükümranlığına geçmiştir. Bir diğer ifadeyle Mısır’da ve Şam’da dinî yapı şiî mezhebinin etkisinden kurtulup Sünnî mezhebin tesir alanına girmiştir. Bu asırda meydana gelen önemli olaylara, birçok sıkıntı ve rahatsızlıklara sebep olmuş haçlı savaşlarım da eklemek gerekir. Fatımîler Mısır ve Şam’ı hükümranlıkları altına alınca Hilâfet, iki asır Fatımî imparatorluğunun başkentliğini yapmış olan Kahire’ye intikal etmiştir. Fatımî devleti 567/1171 yılına kadar Mısır’da ayakta kalmış ve Şîa mezhebi bu tarihe kadar Mısır’da hüküm sürmüştür. Salâhaddîn Eyyubî Şîa inanç ve uygulamalarına son verip Ehl- i Sünnet öğretilerini hayata geçirmiştir. Kendisinden sonra gelen Eyyubî hükümdarları da Salâhaddîn Eyyubî’nin izinden gitmişlerdir.

İbnu’l-Fârid, bu hükümdarlardan dördünü görmüştür. Bunlar; Salâhaddîn Eyyubî, ‘Aziz, Adil ve Kâmil isimli hükümdarlardır. Mısır, Salâhaddîn Eyyubî zamanında o döneme damgasını vuran dinî kültür ve medeniyetten büyük ölçüde etkilenmiş ve istifade etmiştir. Eyyubî hükümdarlarının en önemli özelliklerinden biri olan Sünnîlik Mısır’da gelişerek dinî ve sosyal hayatta egemen unsur olmaya başlamıştır. Salâhaddîn Eyyubî sünnetin ihyası ve onun öğretilerinin yayılmasıyla bizzat ilgilenmiş, genel olarak birçok fıkıh medresesi inşa ettirmiştir. İbn Hallikân, bu dönemde Şâfiî, Mâlikî ve Hanefî medreselerinin kurulduğuna dair pek çok bilgi aktarmaktadır.

592/1193 yılında vefat eden Salâhaddîn Eyyubî memleketini oğulları arasında taksim etmiş, Mısır’ı ‘Azîz’e, Dımaşk ve orta Sûriye bölgesini Efdal’e, Haleb’i de Zâhir’e vermiştir. Mısır’ın bu taksim edilen bölgeler içerisinde önemli ve ayrıcalıklı bir yeri olduğu anlaşılmaktadır.      Ancak, 598-599/1199-1200 yıllarında Nil nehrinin sulan çekilmiş, ziraî ürünlerin durumu perişan olmuş, veba hastalığı yayılmış, güvenlik ve esenlik ortamı olumsuz yönde ciddî dalgalanmalara maruz kalmıştır.

Mısır’da tasavvufa meylin canlanmasına Melik ‘Adil’in sâlih, dindar, sünnete bağlı, âlimleri seven bir zât olmasının önemli etkisi olmuştur. 615/1216’da vefat eden ‘Âdil’in yerine oğlu Kâmil geçmiştir. Kâmil’de diğer Eyyubî hükümdarları gibi ilim ve edebiyata ilgi duyan, bu işlerle uğraşanları seven bir zât idi. Yine diğerleri gibi o da sünnetin ihyasına çalışmış, birçok İlmî ve dinî medrese inşa ettirmiştir ki; bunların içinde en meşhuru 622/1323’te yaptırdığı “Dâru’l-Hadîs” veya diğer adıyla “el-Medresetu’l-Kâmiliyye”dir. Bu medresenin en büyük özelliği hadis tedrisatının yapıldığı ikinci büyük kurum olmasıdır. Bu iş için kurulmuş ilk medresenin Nureddîn Mahmûd b. Zengî’nin Dımaşk’ta inşa ettirdiği medrese olduğu kaydedilmektedir. Melik Kâmil bu medreseyi önce hadis ilmiyle uğraşanlara, daha sonra da Şâfiî fıkıhçılarına vakfetmiştir. Bu medresede hadisle uğraşan önemli şahsiyetlerden birisi de İbnu’l-Fârid’in çağdaşı olan ‘Abdul‘azîm el-Munzirî’dir.  Melik Kâmil’in ilme olan düşkünlüğüne ve ilim ehline verdiği desteğe ilişkin kaydedilen şu bilgiler manidardır. Kâmil her Cuma gecesi bir grup ilim adamını ağırlar, onların müzakerelerine iştirak eder ve her türlü ilim dalıyla ilgili soruları onlara yöneltirdi.

Eyyubî hükümdarları sadece ilmi, edebiyatı ve dini sevmek ve bu işlerle uğraşanları desteklemekle kalmamışlar, Kâmil gibi bu hükümdarlardan bazıları ise bizzat kendisi ilim ve edebiyatla uğraşmışlardır. Meselâ; Kâmil birçok şiir divânını ezberlemiş, Mu‘azzam ise “el-Câmi‘u’l-Kebîr” isimli eseri şerh etmiş ve aruz ilmine dair bir eser telif etmiştir. Eyyubîler tasavvufla da ilgilenmişlerdir. Şöyle ki; Eyyubîlerin asrından önce sûfîlerin kendi işlerinde görüşlerine başvuracaktan, sayesinde söz ve amaç birliği edecekleri bir şeyhülislâmlık müessesesi mevcut değildi. Bu yüzden her bir tarikat ve zaviye birbirinden bağımsız hareket ediyordu. Bu durum ise birtakım fitne ve karışıklıkların zuhur edip çoğalmasına sebebiyet vermekteydi. Neticede Salâhaddîn Eyyubî, “Duveyretu’s-Sûfiyye” ismini verdiği bir dergâh yaptırıp başına da makam itibariyle diğer şeyhlerin üstünde bulunacak birisini getirmiştir. Bu durum Mısır’da h. 9. asırda çeşitli tasavvufî grupların bir başkanlık altında birleştirilip, başına da Seyyid Muhammed Şemsuddin el-Bekrî’nin getirilmesine kadar devam etmiştir. Velâyet, bu zâtın ardından oğlu, Şeyhülislâm Ebu’s-Surûr el-Bekrî’ye ve ardından da torunlarına intikal etmiştir.

Eyyubîlerin dinî ilimlerle, tasavvufla ve edebiyatla olan yakın ilgileri asra isimlerini yazdırmış ve isimleriyle o döneme damgalarını vurmuş birçok ilim adamının yetişmesine sebep olmuştur. İbnu’l-Fârid, çağdaşları olan bu âlimlerden bazılarıyla değişik vesilelerle görüşme imkânı bulmuştur. Şairin içinde yaşadığı ilmi, edebî ve tasavvufî muhitin önde gelen isimleri şunlardır:

Safiyyuddîn b. Ebi’l-Mansûr, Şemsuddin el-Eykî, Sa‘duddîn el-Hârisî, Kadı Emînuddîn er-Rekavî, Cemâleddîn es-Suyûtî, Şihâbuddîn Ömer es- Suhreverdî, Burhâneddîn İbrâhîm el-Ca‘berî, Kadı Şemsuddin b. Hallikân, Şihâbuddîn b. el-Hiyemî ve Necmuddîn b. İsrâ’îl. Bu isimleri zikreden İbn İyas, bunlardan hiçbirisinin İbnu’l-Fârid’le ilgili en küçük edep drşr bir cümle sarf etmediklerini, İbnu’l-Fârid’e karşı gâyet saygrlı olduklarını kaydetmektedir.

İbnu’l-Fârid ile aynı asırda yaşamış ve onun kendileriyle bizzat görüştüğü isimler ise şunlardır: Takva ve zühd ehli bir kişi olan Burhâneddîn el-Ca‘berî (ö. 687/1288), zamammn önemli şairlerinden olan ve İbnu’l-Fârid’in kendisine hoş ve zarif bir şiir ile hitap ettiği Şihâbuddîn Muhammed b. el-Hiyemî (ö. 685/1286), ‘Avârifu’l-Ma‘ârif isimli eserin sahibi olan ve yaptığı hac ibadetlerinden birisinde İbnu’l-Fârid ile görüşen önemli mutasavvıflardan Suhreverdî (ö. 632/1234), hadis ilminde sika ve hüccet olan ve İbnu’l-Fârid’in kendisinden hadis öğrendiği, Kâmiliyye medresesinin başkanlığında yaklaşık yirmi yıl bulunmuş büyük muhaddis el-Munzirî (ö. 656/1258) dir.

İbnu’l-Fârid’in yaşadığı asra tasavvuftaki felsefî görüşleriyle damgasını vuran dönemin en önemli şahsiyetlerinden birisi de hiç şüphesiz İbnu’l-‘Arabi (ö. 638/1240) dir. Onun tasavvuf alanındaki görüşleri gerek muasırları gerekse daha sonraki dönemlerde yaşamış olan mutasavvıflar arasında bu alanda ortaya konulmuş en etkili ve en önemli görüşler olarak kabul edilmiştir. İbnu’l-‘Arabi, Mısır’a da gelmiştir. O, Mısır’a geldiğinde İbnu’l-Fârid’in “et-Tâ’iyyetu’l-Kubrâ” isimli kasîdesine bir şerh yazmak istediğini şaire iletir. İbnu’l-Fârid de “senin el- Futûhâtu’l-Mekkiyye isimli kitabın o kasîdenin şerhidir” diye O’na cevap verir.

Bu asırdaki tasavvufî eğilimin içerisinde yer yer Şîa ve Batınîliğin izlerine de rastlanmaktadır.  İbnu’l-Fârid, İlâhî aşkın tesiriyle cezbe hâlindeyken söylediği, zahirî itibariyle İslâm’ın öğretileriyle çelişen bazı beyitleri istisna edilecek olursa dönemin Kur’an ve Sünnet öğretilerine bağlı kalan mutasavvıfları arasında yer almaktadır.

Eğitimi, Yetişmesi ve Zühde Yönelmesi

İbnu’l-Fârid yaşamının ilk yıllarını babasının gözetiminde ve denetiminde iffetli, dindar, ibadetlerine düşkün, zahit ve kanaatkâr bir kişi olarak geçirmiştir.

Gençlik ve yetişkinliğinin ilk zamanlarında döneminin yaygın dinî, kültürel eğitiminden o da kendi payına düşeni almış; Şâfiî fıkhı ile meşgul olmuş, İbnu’l- ‘Asâkir ve Hâfız el-Munzirî’den hadis ilmi tahsil etmiştir.  Onun fıkıh ilmini kimden aldığına dair kaynaklarda açıklayıcı bir bilgiye rastlanılamamaktadır. Daha sonraları yalnızlığı ve zühdü tercih ederek tasavvufî bir yaşam tarzına yönelmiştir.  Yaşamının ilk yıllarında yaşadığı asrın hâkim dinî ve tasavvufî atmosferinin ve babasının dindar kişiliğinin İbnu’l-Fârid’in nefsinin terbiyesinde, ruhunun hassaslaşmasında ve kalbinin arınmasında önemli etkileri olmuştur.

Gençliğinin ilk dönemlerinde almış olduğu eğitim ve terbiyenin etkisiyle zühde ve yalnızlığa meyleden İbnu’l-Fârid, tasavvuf yoluna girmeye hazır durama gelmişti. İbnu’l-Fârid’in hayatının bu dönemiyle alâkalı olarak M. Mustafa Fhimî, Suyûtî’den naklen bize şu bilgileri aktarmaktadır:            “İbnu’l-Fârid büyük fakihlerdendi, fıkıh alanında hüküm verecek ölçüde bu ilmin inceliklerine vakıftı. O, bir gün Cuma namazını kılmak üzere camiye girer, hatibin hutbede cemaate hitap ettiği esnada bir şahsın mırıldandığını görür ve içinden onu uyarmayı geçirir. Namaz sona erip insanlar dağılınca mırıldanan şahıs İbnu’l-Fârid’i yanına çağırır. İbnu’l-Fârid, adamın yanına varınca adam, ona aşağıdaki beyitleri okur. İbnu’l-Fârid’in zühde yönelmesinde bu olayın çok etkili olduğu söylenmektedir. “   (Kâmil):

 “Allah Teâlâ işleri kullar arasında taksim etmiştir. Aşık şiir söyler, baş başa kalan ise tesbih eder. Ömrüme yemin olsun ki; tesbih, abidler için ibadetlerin en iyisidir. Bu (şiir söylemek) ise ıslah eden kimseler içindir. ”

İbnu’l-Fârid’in yukarıda anlatılan, camide hutbe esnasında mırıldanan kişi ile karşılaşması ve onun sayesinde zühde yönelmesi daha önce de belirttiğimiz gibi şairin zühde yönelmesinde tek faktör olmayıp, belki vesilelerden birisi olarak değerlendirilebilir. Zira, yetiştiği aile çevresi, kendi tabiatı, hâlet-i ruhiyesi, yaşadığı asır ve içinde bulunduğu toplum da şairin zühde yönelmesine katkıda bulunmuştur.  Zaten onun iç dünyasına tasavvufa yönelmesi için gerekli tohumlar daha önceden atılmıştı. Şairin insanlardan uzaklaşmasına, tüm benliğini Allah sevgisi üzerinde yoğunlaştırmasına ve dolayısıyla tasavvufa yönelmesine birden fazla saik neden olmuştur denilebilir.

İbnu’l-Fârid hayatımn bu döneminde, babasının izniyle gittiği Mustaz‘afîn vadisindeki Mukattam dağında harap hâlde bulunan bir mescitte kendisini ibadet ve tefekküre verir. Başlangıçta bir gün ve bir gece kalıp babasının yanına geri dönen şair, daha sonraları nefsiyle olan mücadelesi arttıkça günlerce kalmak üzere Mustaz‘afîn vadisine doğru seyahate çıkar.  Burada keşfe ve ilhama mazhar olma yollarım arayan şair, hocası Şeyh Ebu’l-Hasen el-Bakkâl’ın işaretiyle Mısır’dan Hicaz’a yapacağı yolculuğa kadar aynı hâl üzere devam eder. İbnu’l- Fârid’in torunu, şairin divânının mukaddimesinde dedesinin bu dönemde yaşadıklarını yine dedesinin diliyle şöyle aktarmaktadır:           

“İnsanlardan uzaklaşarak yalnızlığa yöneldiğim ilk günlerde babamdan izin alarak Mustaz ‘afin vadisine gidiyordum. Orada insanlardan uzak bir şekilde günlerce inzivaya çekiliyordum. Sonra babamı ziyaret etmek, gönlünü alıp rahatlatmak amacıyla onun yanına dönüyordum. O sıralar babam Melik Aziz’in Mısır ve Kahire kadılığı görevini yürütmekteydi. Aynı zamanda zamanın büyük ilim ehlinden idi. Babam onun yanına dönüşümden büyük sevinç duyardı. Beni de beraberinde, katıldığı ilim ve hüküm meclislerine götürüyordu. Fakat daha sonra inzivaya çekilmeyi özlüyor, tekrar izin alarak babamın yanından ayrılıyordum. Bu ziyaretler, babama baş kadılık (kadılkudatlık) görevi teklif edilene kadar devam etti. O, kendisine yapılan bu teklifi geri çevirdiği gibi kadılık vazifesinden de istifa etti ve ömrünün geriye kalan kısmını Ezher Camii’nde geçirdi. Ben de inzivaya, Mustaz’afîn vadisine yaptığım seyahatime ve hakikat yolundaki yolculuğuma devam ettim, ancak yine de ilhama mazhar olamadım. ”

Yukarıdaki ifadeler açık bir şekilde İbnu’l-Fârid’in gençliğinin ilk dönemlerinde halktan uzaklaşarak kendisini Allah’a ibadete verdiğini, aynı şekilde onun yetişmesinde babasının verdiği tasavvufî terbiyenin yanı sıra, babasıyla birlikte devam ettiği ilim ve hüküm meclislerinin ve devrinin yaygın ilim ve kültür atmosferinin ne denli etkili olduğunu göstermektedir.

İbnu’l-Fârid, Mustaz‘afîn vadisine yaptığı seyahatlerin birinden dönerken Kahire’de bulunan Medresetu’s-Suyûfiyye’ye uğrar ve orada tertibe riâyet etmeden abdest alan yaşlı bir adamı görür. Bunun üzerine İbnu’l-Fârid bu zâta aldığı abdestin şer‘î usule uygun olmadığını söylemek suretiyle müdahale eder. Yaşlı adam İbnu’l-Fârid’e bakarak orada şunu söyler:

“Ey Ömer! İlham sana Mısır’da değil, Hicaz’da, Allah’ın şerefli kıldığı Mekke’de nasip olacaktır. Oraya yönel, artık ilham vakti gelmiştir” der. Bu sözlerden dolayı çok şaşıran İbnu’l- Fârid, yaşlı adama Mekke ile bulunduğu yer arasındaki mesafenin çok uzun olduğunu, hac ayları dışırıda da oraya gidecek ne bir kervan ne de bir yol arkadaşı bulabileceğini söyler. Yaşlı adam eliyle işaret ederek, “İşte Mekke, önünde duruyor. ”der. Rivâyete göre İbnu’l-Fârid o yöne baktığında Mekke’yi karşısında görür ve yaşlı adamdan ayrılarak Mekke’ye yönelir. İbnu’l-Fârid Mekke’ye varıncaya kadar Mekke’yi görmeye devam eder.  Kaynakların bildirdiğine göre İbnu’l-Fârid’i keşif ve ilhamın geleceği yere yönlendiren ve evliyaullahtan biri olan İbnu’l-Fârid’in hocası Şeyh Bakkâl, “Melâmet” meşrebine mensup olmasının bir gereği olarak abdest alırken tertibe riâyet etmemiştir. Zikri geçen kıssada İbnu’l-Fârid’in hocası ve mürşidi olarak bahsedilen Şeyh Bakkâl’ın şahsıyla ve ismiyle ilgili kaynaklarda detaylı malûmat bulunmamakla birlikte onun isminin, Şeyh Ebu’l-Hasen ‘Alî el-Bakkâl olduğu söylenmektedir.  Bu şahsın, bakla ticaretiyle meşgul olmasından dolayı daha çok el-Bakkâl adıyla anıldığı kaydedilmektedir.

Hicaz Hayatı ve Mısır’a dönüşü

İbnu’l-Fârid, hocası Şeyh Bakkâlın işaretiyle Mısır’dan Hicaz’a gitmiştir. Hicaz’a gelmesiyle yaşamının en önemli bölümüne de böylece başlamış olmaktadır. Zira onun, hayatının bu deminde Mekke vadilerinde ilham ve keşfe mazhar olmak için Allah’a doğru yaptığı manevî yolculuk meyvesini verecektir. İbnu’l-Fârid’in hayatının bu dönemine keşif ve ilham dönemi demek de yerinde olacaktır. Onun Hicaz hayatı, 613/1215 ile 628/1230 yıllan arasında geçmiştir.

İbnu’l-Fârid, ömrünün son çeyreğinin on beş yılım Hicaz’da Mekke vadilerinde insanlardan uzak bir şekilde sürekli seyahat ederek geçirmiştir.      O, bu durumunu aşağıdaki beyitlerinde şöyle dile getirmektedir (Tavîl):

 “Sana olan sevgim dostlarımla vuslattan beni uzaklaştırdı, yaşadığım sürece ailem ve akrabalarımdan ilişkiyi kesmeyi bana sevdirdi. ”

 “Dört şeyin benden uzaklaşması beni evimden uzaklaştırdı, (bu dört şey)  gençliğim, aklım, neşem ve sağlığım(dır) . ”

 “Vatanımdan uzaklaştıktan sonra çöle alışır oldum, insanlardan uzaklaşarak yalnızlıkla arkadaş oldum. ”

Şair, yukarıdaki beyitlerinde, İlâhî aşk uğruna dostlarından, ailesinden, yurdundan ayrıldığını, sonunda gençliğini, aklını, neşesini ve sağlığını da kaybettiğini dile getirmektedir.

Mekke vadilerinde fethe ve ilhama mazhar olma uğruna yaptığı seyahatler neticesinde hocası Şeyh Bakkâl’ın da işaret ettiği gibi kendisine vâridat gelmeye başlamıştır. Kaynaklarda “fetih dönemi” olarak adlandırılan bu dönemde kendisine varidatın gelmesiyle ilgili olarak şair, aşağıdaki beyitleri söylemiştir (Hafif):

 “Ey gece arkadaşım! Beni mutlu etmek istiyorsan, Mekke’de (geçen güzel günleri) terennüm ederek ruhumu rahatlat!

Mekke’nin dorukları benim yolum, toprağı ıtrim, pınarı da açlığımı ve susuzluğumu giderdiğim yerdir.

Ünsiyetim ve kuds-i mi'râcım (kemâlâtım) orada (Mekke’de) oldu, (oradaki) makâmım, Makâm-ı İbrahim’ dir, kalbi fethim de orada başlamıştır. ”

İbnu’l-Fârid’in Hicaz hayatı keşif, ilham ve fetihle dolu, tasavvufî yönü kadar bu dönemde nazmettiği, bedevi izleri  ve Hicaz tarzını beyitlerinde yansıttığı şiirleriyle de önem arz etmektedir.  Zira şair, hem bu dönemde hem de Hicaz’dan Mısır’a döndükten sonra nazmettiği ve Hicaz’dayken zevkle geçirdiği günlerini sitayişle andığı şiirlerinde o bölgenin tasvirlerine önemli ölçüde yer vermiştir (Tavîl):

 “Gavr tarafından parıldayan bir şimşek mi çaktı? Yoksa, Selmâ'nın yüzünden peçeler mi kalktı ? ”

Beyitte geçen “Gavr” kelimesi, Hicaz bölgesinde bir yerin adıdır. Şair matla'ını verdiğimiz bu kasîdesinde arkadaşlarını ve Hicaz’da yaşadığı hayatı çeşitli yönleriyle tasvir etmekte, orada geçirdiği günleri hasretle yâd etmektedir. O aynı kasîdenin ilerleyen beyitlerinde şöyle demektedir (Tavîl):

 “Belki dostlarım Mekke’de (ki) Selma’yı anarak yürekleri serinletirler,

Geçip giden geceler belki bir gün döner de, böylece onu bekleyen sevinir,

Hüzünlü ruhum sevinir, ölü ruhum can bulur, özleyen kavuşur ve dinleyen de lezet alır. ”

Şairin hayatında önemli yeri olan Hicaz döneminin etkileri onun şiirlerine Mısır’a döndükten sonra da aksetmeye devam etmiştir. Şairin Hicaz sonrası Mısır’da nazmettiği beyitlerde bu etkilere rastlamak mümkündür (Kâmil):

 “Ey hırçın deveye binen! Emeline nâil olasın. Eğer taşlı araziye uğrarsan Dâric vadisinin tepelerine doğru yönelerek ve Va'sa’ ovasından sağa saparak koruluğa yönünü çevir. Sel‘ dağındaki ılgın ağacına vardığında (oradan) en- Negâ’ya, (ardından) er-Rakmeteyn’e, Le‘le‘a ve (sonra da) Şeza (dağına) ulaşınca, onun doğusundaki el-‘Alemeyn (isimli iki tepenin bulunduğu yerden)’den geniş Hille’ye yönel. Ve oradaki kumsalın sahipleri olan marifet ehline, bu hasta, mutsuz ve garip aşığın selamını söyle. ”

Yukarıdaki beyitlerde de açıkça görüldüğü üzere şair, Hicaz bölgesindeki dostlarından ayrı kalışının acısını dile getirdiği beyitlerinde mekân isimlerine çokça yer vermiştir. Onun mekân isimlerini bu kadar çoklukla bir arada zikretmesi şiirindeki akıcılığı engellememiştir. Çünkü o, Hicaz’da kaldığı süre içerisinde tasavvufî yönden kendisini geliştirirken aynı zamanda şairliğini de güçlendirmiş ve şiirlerinin birçoğunu burada nazmetmiştir.  

İbnu’l-Fârid, hocası Şeyh Bakkal’ın, ölüm döşeğindeyken kendisini manen çağırması üzerine Hicaz’dan Mısır’a dönmüş, hocasını ölmeden önce görme imkânını bulmuş ve vefat ettiğinde de hocasımn vasiyeti üzere onun cenaze namazım kıldırmıştır. Şeyh, daha sonra şairin de vefat ettiğinde defnedileceği bugünkü adıyla Karâfe Kabristanındaki ‘Arıd isimli yere defnedilmiştir. Şair, 629/1231 yılına rastlayan bu olaydan sonra Hicaz’dan Mısır’a dönüş yapmıştır.

Fetih Döneminin Sona Ermesi

İbnu’l-Fârid’in Mısır’a dönüşüyle Hicaz’dayken keşif ve ilhamlara mazhar olduğu “Fetih” dönemi sona ermiştir. Şairin Hicaz sonrası yaşamına damgasını vuran en önemli husus, onun bu bölgeden ayrılması sebebiyle devamlı surette duyduğu hüzün ve kederdir. Şair, dostlarıyla geçirdiği güzel günlerin sona ermesinden doğan üzüntüsünü şiirlerine yansıtmıştır. O, Mısır’a döndükten sonra Hicaz’da geçirdiği mutlu günleri hasretle yâd ettiği beyitlerinde şöyle demektedir (Kâmil):

“Ey dostlarım! Size kavuşmayı uman kişi için bir ümit ışığı var mı ki onun gönlü rahat etsin.

Gözümden kaybolduğunuz (günden) beri Mısır diyarının her yanını dolduran bir figânım vardır.

Sizi hatırladığımda bu hatıranın verdiği neşeyle sanki şarap içirilmiş gibi yalpalıyorum.

Benden hatıranızı unutmuş gibi gözükmem istendiğinde, gönlümün buna karşı çıktığını görüyorum.

Gecelerimizi neşeyle dolduran komşularla geçen günlere selam olsun.

O koruluk benim yurdum, sütleğen ağacının (çok olduğu Necid) sakinleri, can yoldaşım ve oranın pınarı da şerbetçe suya kandığım yerdir.

Oranın halkı, arzuladıklarım, hurmalarının gölgesi neşe kaynağım ve vadilerinin kumları ise dinlendiğim yerdir.

Yorgunluktan dolayı mutlu olduğum o tatlı günler ne güzeldi.

Şairin Mısır’a döndükten sonra Hicaz günlerini şiirlerinde bu ölçüde özlemle dile getiriyor olması onun, Hicaz sonrası yaşamında memnun olmadığı bir takım değişikliklerin olduğunu akla getirmektedir. Şair, gelecek beyitlerinde dünya zevklerine daldığından, dünyevî işlerin kendisini meşgul ettiğinden ve bu sebeple vâridatının kesilmesinden bahsederken bu memnuniyetsizliğine işaret etmektedir (Hafif):

 “Zevkler beni O’ndan uzaklaştırdı. Vâridatım kesildi ve zikirlerim de devam etmedi.

Ah! Keşke zaman geri dönmeye müsaade etseydi. İşte o zaman bayram (gibi) günlerimin bana geri dönüşü olabilirdi. ”

Hayatının Son Zamanları ve Vefatı

İbnu’l-Fârid, Mısır’a döndükten sonra babası gibi Ezher Camii’nde insanlara dinî konularda ve özellikle de tasavvuf ve zühd konularında sohbetler yapmaktaydı. O sıralar Mısır’ın idaresinde Eyyûbî hükümdarlarından Melik Kâmil bulunmaktaydı. O, ilim aşığı bir insandı. Edebiyatı ve özellikle de şiiri çok severdi. O, İbnu’l-Fârid’i ancak hayatının son demlerinde tanıma imkânı bulmuştu.  

Melik Kâmil, edebiyat ve şiire olan ilgi ve sevgisinden dolayı zaman zaman edebiyat meclisleri düzenler ve kendisi de bu meclislere katılırdı.   Bir gün onun tertip ettiği bir mecliste, nazımda en zor kafiyenin hangisi olduğu hakkında tartışma yapılmaktaydı. Kâmil, en zor kafiyenin “Ya” harfi olduğunu ileri sürmüş ve meclistekilerden sonu sâkin “Ya” harfiyle biten şiirler okumalarını istemişti. Meclistekilerin hemen hepsi hafızalarındaki istenen kafiyedeki şiirleri okurlar fakat okunanlar arasında en uzun olanı bile on beyti geçmez. Bunun üzerine Kâmil:

“Ben sonu silkin “Ya” ile biten elli beyitlik bir kasîde biliyorum” der ve bu kasîdeyi meclistekilere okur.

O esnada mecliste bulunan Melik Kâmil’in özel kâtibi Kadı Şerefuddîn, söz alarak: “Ben, aynı kafiyede yüz elli beyitlik bir kasîde biliyorum ” der.

Bu sözler üzerine şaşıran Kâmil, özel katibine şöyle der: “Ey Şerefuddîn! Sen, câhiliye ve İslâmî dönemde nazmedilmiş divânların hemen hepsini kütüphaneme getirmeye çalışmıştın. Ben, bu divânların içerisinde çok sevdiğim sakin “Ya” ile biten ve elli beyti geçen bir kasîdeye rastlamadım. Bahsettiğin şu yüz elli beyitlik kasîdeyi oku da dinleyelim. ”

Bunun üzerine Şerefuddîn de İbnu’l-Fârid’in ilk beyti aşağıdaki gibi olan kasîdesini okur (Remel):

 “Ey nimetler ihsan ederek develeri süren, çölleri süratle kateden, yönünü Tay kabilesinin kum tepelerine çevir. ”

Kasîdenin tamamını dinledikten sonra, beğenisini ifade eden Melik Kâmil, kasîdenin kime ait olduğunu sorar. Özel kâtip de okuduğu kasîdenin İbnu’l-Fârid’e ait olduğunu söyler. Bunun üzerine Melik, Şerefuddîn’den şair hakkında bilgi alır. Nerede yaşadığını vs. sorar. O da şairin bir süre Hicaz’da bulunduğunu ancak yakın zaman önce Mısır’a döndüğünü ve şu sıralarda Ezher Camii’nin hitabet salonunda dini ve tasavvufî konularda halka sohbetler yaptığını söyler. Bunun üzerine Melik, birtakım hediyelerle özel katibini şairin yanına göndererek onu edebiyat meclislerine davet eder. Ancak hediye kabul etmeyen ve özellikle devlet erkânına karşı mesafeli duran İbnu’l-Fârid, bunu kabul etmez. Bu tavırlarıyla şair, Melik Kâmil’in merakım iyice celbeder. Bunun üzerine Kâmil, davetine icabet etmeyen şairi ziyaret etmek üzere şehre gelir ancak şairi yerinde bulamaz.

Şair, Hicaz dönüşünde özellikle ramazan aylarında uzlete yönelir, vaktini oruç ibadeti ve tefekkürle geçirirdi. Mukattam dağı, onun erbainiyyat denilen kırk günlük ibadet ve uzlet için en çok tercih ettiği yerlerdendi.

İskenderiye’de bir süre kalan İbnu’l-Fârid, burada hastalanır ve Kahire’ye tekrar geri döner. Şairin rahatsızlandığım haber alan Melik, onun için İmam Şâfi'nin kabrinin bulunduğu türbenin kubbesi altında bir mezar hazırlatmak üzere şairden izin ister. Ancak buna rızasının olmadığını belirten şair için ayrı özel bir türbe yaptırmak üzere tekrar onun müsaadesine başvuran Melik, yine aynı olumsuz cevabı alır.

Hayatında, dünya malına ve insanların iltifatlarına önem vermeyerek zühd ağırlıklı bir yaşamı tercih eden İbnu’l-Fârid, yukarıda anlatılanlardan da anlaşılacağı üzere muhatabı bir sultan bile olsa gönderilen hediyelere ve yapılan iltifatlara pek ehemmiyet vermemiş ve mümkün olduğunca böylesi durumlarla karşılaşmamak için kendisini insanlardan uzak tutmaya özen göstermiştir.

Hicaz dönüşü, 628/1230 ile 632/1234 yıllan arasındaki ömrünün son 3-4 yıllık kalan kısmında divânının tertibini de tamamlayan  şair, son günlerini Ezher Camiinde geçirir ve bu sırada toplumun her kesiminden insanların akın akın ziyaretine uğrar.  Şair, İbn Hallikân, İbn İyâs, İbnu’l-‘İmad ve torunu Şeyh ‘Alî’nin ittifakla bildirdiğine göre 2 Cumâdelûlâ 632 (23 Ocak 1234) tarihinde 56 yaşında Kahire’de vefat eder.  İbnu’l-Fârid, vefatının ardından, vasiyeti üzerine Mısır’da Mukattam dağının eteğindeki Karâfe Kabristanı’nda bulunan ‘Ârıd isimli yerde toprağa verilmiştir.  Cenazesine katılan çok sayıda insan onun nâşını taşımak için birbirleriyle yarışmışlardır.

Şairin kabri, Memlûklu hükümdân Sultan İnâl zamanına kadar uzun süre etrafı çevrilmeksizin ve üzerinde herhangi bir türbe veya kubbe yapılmaksızın öylece kalmışür. Türk Hükümdar Timur el-İbrahîmî ve oğlu Berkuk en-Nâsırî, onun kabrini ziyaret etmiş, orada namazlarım kılmış, ardından fakirleri doyurmuş ve onlara tasaddukta bulunmuşlardır. Onlar, daha sonra şairin kabrinin bakımım yapması için bir hizmetli tayin etmişlerdir (860/1455).

Memlûklu idarecilerinden Seyfî Berkuk (877/1472) da şairin adına kurulan vakfa nezaret edecek birisini atamış, kendisi de mübarek gün ve geceleri onun kabrinde geçirmeye özen göstermiştir. Sultan Kayıtbay, saltanatı ele alıncaya kadar durum bu haliyle devam etmiştir. Sultan Kayıtbay tahta çıkınca, Berkuk’u Şam Naib’liğine, oğlunu da onun yerine atamıştır. Daha sonraları İbnu’l-Fârid adına Seyyid Şâhîn el-Halvetî’nin mescidinin yakınlarına bir mescit inşa edilmiştir. Berkuk en-Nâsırî, şairin adına yapılmış mescitle özel olarak ilgilenmiş, mescidin üzerine dört sütun üzerine oturan, güzel işlemeli taş bir kubbe yaptırmıştır. Daha sonra 1173/1759 yılında bu kubbeye, hac emiri Kazdağlı Ali Bey’in mescidi de eklenmiştir. İbnu’l-Fârid’in mescidinin doğu tarafında bulunan bu mescidin yıkık kalıntıları günümüze kadar ulaşmayı başarabilmiştir.

İbnu’l-Fârid’in mescidinin şu anki hâliyle yapımım, Hidiv İsmail’in kızı, Cemile Fadîle Hanım gerçekleştirmiştir (1307/1889). Cemile Fadîle Hanım, 1305/1887 yılında vefat eden oğlu için de şairin mescidinin yanına büyük bir kubbe yaptırmıştır.

 

Keşif ve Kerametleri

Kelime olarak kerem, ihsan, lütuf gibi manalara gelen keramet, tasavvufî bir kavram olarak sûfîlerin hayatlarında görülen harikulâde olay ve davranışlardır.  Keşif ise açığa çıkarma, perdenin açılması, örtülü olanı açma ve sezme gibi anlamlara gelen bir kelime olup tasavvufta riyazet ve tasfiye yoluyla sûfînin kalp gözünün açılmasını ifade eder. 

İbnu’l-Fârid’in hayatının anlatıldığı biyografi kitaplarında şaire atfen bazı keşif ve keramet türünden olaylara yer verilmektedir. Bunlardan bazıları şöyledir:

Melik Kâmil, tanışmak ve tertip ettiği edebiyat meclislerine davet etmek üzere özel kâtibi Kadı Şerefuddîn’i beraberinde bin dinarla birlikte o sıralar Ezher Camii’nin müştemilatında ikamet eden İbnu’l-Fârid’in yanına gönderir. Şerefuddîn yola çıkmadan önce bir an tereddüt eder ve İbnu’l-Fârid’in bu altınları kabul etmeyeceğini öne sürerek Melik’ten kendisini bu görevden muaf tutmasını ister. Melik ısrar edince ve Şerefuddîn de bu görevi yerine getirmekten başka çare bulamayınca Ezher camii’ne doğru yola çıkar. Şerefuddîn oraya vardığında İbnu’l-Fârid’i kapıda bekler vaziyette bulur. İbnu’l-Fârid, hemen söze başlayarak şöyle der: “Ey Şerefuddîn ! Sen ne hakla benim adımı sultanın meclisinde anarsın? Altınları ona geri ver ve bir sene boyunca da benim yanıma uğrama. ”

İbnu’l-Fârid ile Şerefuddîn arasında geçen bu olay daha sonraları onun ferasetiyle veya Allah’ın onun kalbine verdiği ilham sayesinde bazı olaylara muttali olmasıyla izah edilmiştir.

İbnu’l-Fârid ile ilgili anlatılan olağanüstü olaylardan biri de onunla Suhreverdî arasında geçmektedir. Şeyh ‘Alî, İbnu’l-Fârid ile Suhreverdî’nin Harem-i Şerifteyken aralarında geçen olayı şöyle anlatmaktadır: Suhreverdî bir gün tavaftayken büyük bir kalabalık görür. O esnada İbnu’l-Fârid’in de orada olduğu haberini alır ve onu görmeyi arzular. Sonra kendi kendine şöyle der: “Acaba! Ben, Allah katında şu insanların benim hakkımda zannettikleri gibi miyim? Acaba! Bugün sevgilinin huzurunda anıldım mı?” O esnada İbnu’l-Fârid belirir ve ona şöyle der: “Ey Suhreverdî! Müjde sana! Üzerindekileri çıkar, sen anıldın ve sendeki eğrilik kaldırıldı. ”

Daha önce de kısmen değindiğimiz benzeri bir olay da İbnu’l-Fârid Hicaz’dayken Mısır’da bulunan şeyhi Ebu’l-Hasen el-Bakkâl’ın vefat edeceği zaman İbnu’l-Fârid’i, kendisinin teçhiz, tekfin ve defin işlemlerini yapmak üzere çağırması esnasında meydana gelmiştir. Hicaz ile Mısır arasındaki uzak mesafeye rağmen İbnu’l-Fârid, hocasının durumunu hissetmiş ve onun vasiyetini yerine getirmiştir.

Aynca İbnu’l-Fârid’in Mekke’nin vadilerinde yolculuk yaparken vahşi hayvanlarla arkadaşlık ettiği rivâyet edilir.      Onun, Mekke ile on günlük yürüme mesafesindeki bir vadide konakladığı ve bu vadiden her gün Harem-i Şerife beş vakit namazı kılmak üzere geldiği, ayrıca geliş ve dönüşünde kendisine büyük bir aslanın eşlik ettiği ve ona, ey efendim! Bininiz, dediği ve İbnu’l-Fârid’in de o hayvana hiç binmediği rivâyet edilenler arasındadır.

Tüm bunların ötesinde ilginç bir kıssada ise İbnu’l-Fârid’in, ömrünün son anlarında Allah Teâlâ’yı gördüğü ve daha henüz dünyadayken rü’yetullaha erdiği anlatılmaktadır. Burhâneddîn el-Ca‘berî, İbnu’l-Fârid’in oğluna, babasının vefatından önce yanında bulunurken şâhid olduğu olayları şöyle anlatmaktadır: el- Ca‘berî’nin anlattığına göre, öleceği esnada İbnu’l-Fârid, cennet bahçelerini görür ve cennetin ötesini arzuladığını söyler. Şair bu arzusunu şu son dizelerinde şöyle dile getirir (Basit):

 “Eğer, sizin katınızda aşktaki makamım(ın karşılığı) bu gördüğüm ise, (geçen) günlerimi zayi etmişim.

Bir zaman ruhumun elde ettiği arzum, bugün sanırım, bir rüya imiş, ”

el-Ca‘berî, İbnu’l-Fârid’e dönerek “bu büyük bir makamdır”, dediğinde, İbnu’l-Fârid ona şöyle cevap verir: “Ey İbrahim! Râbi'atu’l-'Adeviyye bir kadın olduğu hâlde şöyle diyor: “Ey Allah ’ım! Senin izzetin hakkı için yemin ediyorum ki; ben, ne senin ateşinden korktuğum için, ne de cennetini istediğim için sana kulluk ettim. Sadece senin yüce zâtına olan saygım ve sana olan sevgimden ötürü sana ibadet ettim. ” Bu benim istediğim makam değil, ben ömrümü O’na ulaşmak uğruna geçirdim. ” el-Ca‘berî, onunla ilgili şu şekilde bir anekdota yer vermiştir: 

“gökle yer arasında sesini duyduğum fakat kendisini göremediğim birisi şöyle dedi: “Ey Ömer! Ne istiyorsun?” O da bunun üzerine şöyle dedi (Tavîl):

“Senden ayrılığım çok uzun sürdü. (Artık,) Cemâlini görmek istiyorum. Bu hedefim uğruna da nice kanlar döküldü. ”

Şair, bu beytinde, Allah’a kavuşma yolunda bir hayat geçirdiğini ve bu sürenin artık kendisi için yeterince uzadığım, bir an önce O’na kavuşmak ve cemâlini müşahede etmek istediğini dile getirmektedir. Allah’a kavuşma ve O’nun cemâlini müşahede etmenin bedelinin çok ağır ve bunun bir kişi için ne derece zor olduğunun da farkında olan şair, istediği şeyi elde etmek için nice insanların canlarından olduğunu söyleyerek bu uğurda kendisinin de ölmeye razı olduğuna işaret etmektedir.

el-Ca‘berî diyor ki: “bundan sonra yüzü neşe içinde parıldadı, tebessüm etti ve sevinçli bir şekilde vefat etti. Bundan, istediğinin kendisine verildiğini anladım."

İbnu’l-Fârid’in rüyasındayken Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem’den nesebiyle ve “et- Tâ’iyyetu’l-Kubrâ” isimli kasîdesiyle ilgili bilgiler almasını da bu cümleden rivayet edilen haberler çerçevesinde değerlendirmek mümkündür.

Kendi anlatımına göre İbnu’l-Fârid, Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellemi bir gün rüyasında görür ve Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem ona nesebini sorar. Şair de nesebinin Benî Sa‘d’a dayandığını söyler. Ancak Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem ona şöyle diyerek karşılık verir:

“Hayır, sen bendensin, nesebin bana bağlıdır.” İbnu’l-Fârid,

“Ey Allah’ın Resulü! Ben, babamdan ve dedemden öğrendiğime göre nesebimin Beni Sa'd’a dayandığını biliyorum, ” der. Bunun üzerine Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem sesini yükselterek:

 “Hayır, sen bendensin, nesebin bana bağlıdır” der. İbnu’l-Fârid de bunun üzerine: “Doğru söyledin ey Allah’ın Resulü” der.     

Buna rağmen şair, Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve selleme olan bağlılığının akrabalıktan çok, sevgi yönü itibariyle olduğunu ve bu şekildeki bağlılığın da diğerinden daha güçlü olduğunu şöyle dile getirmektedir (Remel):

“Aramızda, sevgi yolundaki bağlılık, ana-babadan gelen nesep bağlılığından daha kuvvetlidir. ” 

Bir başka defasında Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem, İbnu’l-Fâride rüyasında “et- Tâ’iyyetu’l-Kubrâ” kasîdesine ne ismini verdiğini sorar. O da cevaben “Levâ’ihu’l-cenân” ismini verdiğini söyler. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem de, “hayır onu “Nazmu’s-sulûk” diye isimlendir" der.

İbnu’l-Fârid’in rüyasında Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem ile görüşerek O’ndan yukarıda zikredilen konularda bilgi almasını, şairin mahzar olduğu keşifler cümlesinden saymak mümkündür.

Tasavvufî Kişiliği

İbnu’l-Fârid, tam anlamıyla mutasavvıf bir Arap şairidir. Zira o, hayatının tamamını başka hiçbir şeye ilgi duymadan yalnızca İlâhî aşkı terennüm ederek yaşamıştır. Şair, bir beytinde divânının mihverini teşkil eden İlâhî aşkı, tasavvufta kendine yol edindiğini şöyle ifade etmektedir (Tavîl):

 “Aşktan başka gideceğim bir yolum yoktur. Ve ben o (yolumdan) bir gün ( bile) sapsam dinimden ayrılmışımdır. ”

**

“Eğer gönlüme hata ile senden başka bir istek gelecek olsa kendimi dinden dönmüş (gibi) sayarım. ”

Aslında İbnu’l-Fârid’in Allah’a olan sevgisinin temellerini Kur’an ve Sünnet’te bulmak mümkündür. Zira Kur’an-ı Kerim’de Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “ .. .Allah öyle bir kavim getirecek ki, Allah onları sevecek; onlar da Allah’ı sevecekler,”  Bir başka ayette ise şöyle buyrulmaktadır: “İman edenlerin Allah sevgisi daha kuvvetlidir. ”  Ayrıca bir kudsî hadis’te ise Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Kim benim veli kuluma düşmanlık ederse ben de ona harp ilân ederim. Kulum farz ibadetlerle yaklaştığı kadar başka hiçbir şeyle bana yaklaşamaz. Nafile ibadetlerle de bana yaklaşmaya devam eder. O kadar çok yaklaşır ki ben onun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli, yürüyen ayağı olurum. Artık o benimle görür, benimle işitir, benimle tutar, benimle yürür. Böyle bir kul bana sığınırsa onu korurum, benden bir şey isterse dileğini yerine getiririm. ” 

Tasavvuf erbabı Allah’a olan sevgilerini ve Allah’ın da kendilerini sevmesini daha sâde anlamıyla “İlâhî aşkı” yukarıdaki âyetler ve hadis-i şerif ile temellendirirler.

İbnu’l-Fârid çeşitli siyasî, felsefî ve tasavvufî düşüncenin yoğun olarak cereyan ettiği bir ortamda yaşamış ve duygularını böyle bir ortamda dile getirmiştir. İslâm dünyasında, şairin yaşadığı asra kadar altı asırlık tasavvufî, fikrî ve kültürel bir birikim söz konusudur. Şair de bu birikimden etkilenmiş ve şiirlerinde bu birikimin ıstılahlarına çokça yer vermiştir. Şairin tasavvufî düşüncelerini döneminin yaygın olan “vahdet-i vucûd” literatürünü kullanarak dile getirmiş olması çoğu zaman şiirlerini şerh edenler tarafından kendisinin de “vahdet-i vucûd” ekolüne müntesip olduğu zannına kapılmalarına sebep olmuştur.

 

Vahdet anlayışı

İbnu’l-Fârid yaşadığı hayatı, takip ettiği tasavvufî yolu ve nazma döktüğü şiirleri “İlâhî aşk” ile “vahdet” düşüncesi çerçevesinde ortaya koymuştur.

İbnu’l-Fârid’in “vahdet” anlayışına girmeden önce İslâm düşüncesinde “vahdet” kavramının menşeine genel olarak değinmek yerinde olacaktır, “vahdet” kavramı, kelâmî bir kavram olan ve Allah’ın zâtî sıfatlarından birinin adı olan “Vahdâniyet” sözcüğüyle ilişkilidir. Zira, “Vahdâniyet” kavramının anlamında Allah’ı her türlü ortaktan, benzerden, zıt ve denk olabilecek her şeyden arındırma vardır. Bu kavramdan yola çıkarak Allah için “Vâhid”, “Vâcibu’l-Vucûd ” gibi nitelendirmeler yapılmıştır ki, bunun anlamı; Allah’ın gerçek anlamda varoluşta tek olması ve O’nun zâtı dışındaki her şeyin varlığının Allah’a bağlı olması ve dolayısıyla O’ndan başka her şeyin tamamen fâni olacak olmasıdır. Çünkü, Allah’ın zâtı dışındaki her şeyin varlığı “mümkinu’l-vucûd ” dur. Yani, onların varlıkları bir başka şeyin varlığına bağlıdır, varlıkları kendi zâtlarından değildir.

Allah için kullanılan “Vâcibu’l-Vucûd ” kavramı ise, O’nun gerçek fâil, gerçek kâdir ve gerçek mürîd olması şeklinde tefsir edilmiştir. Daha sonraları “birlik” kavramının anlam çerçevesi daha da genişletilerek Allah için olabilecek her türlü ortağın inkârından, Allah’ın dışındaki her şeyin varlığının inkârına gidilmiştir. Dolayısıyla Allah’ın dışındaki kesret âlemi inkâr edilerek bunların hepsinin hayal ve vehimden ibaret olduğu anlayışına gidilmiştir. Bu düşüncenin tabiî sonucu olarak “Allah’tan başka ilâh yoktur” ifadesi yerine

 “Allah’tan başka gerçekte hiçbir varlık yoktur”

anlamında kullanılmıştır. Başlangıçtaki birlik anlayışı âvâmın, sonraki birlik anlayışı ise havassın birlik anlayışı olarak isimlendirilmiş ve aynı zamanda sonraki anlayış için “vahdet-i vucûd ” kavramı kullanılmıştır.

Mutasavvıflar “birlik” kavramının kazandığı bu son anlam ile de yetinmeyip bu kavramı daha da geliştirmişlerdir. Allah’ın birliğini ve sonradan yaratılan varlıklara muhalefetini “ikrâr” etmekten ibaret olan “birlik” kavramının anlamım başka bir boyuta taşımışlardır ki, o da şudur: Onlara göre “birlik”; kulun Allah’ı tefekkürde derinleşmesi neticesinde benlik bilinciyle beraber Allah’ın zâtı dışındaki hiçbir şeyi görmez hâle gelip sonsuz ve ebedî olan Allah’ın zâtım “idrak” etmesidir. Görüldüğü gibi “birlik”in anlamı “ikrâr” noktasından “idrak” seviyesine taşınmıştır. Sûfîler bu anlamdaki “birlik” için “fenâ” kavramını kullanırlar. Bu seviyeyi idrak etmiş olan sûfî kendi benlik bilinciyle birlikte kişisel iradesini de yitirdiğinden ve Allah’ın zâtı dışındaki varlıkları algılayamadığından artık varlık âleminde Hak’tan başka bir şey görmez, O’nun ef’âlinden ve iradesinden başka hiçbir şeyi de hissetmez hâle gelir.

İbnu’l-Fârid’in “vahdet” anlayışı; “vecd” ve “fenâ” durumunda “mâsivâ” (Allah’ın dışındakiler) mn yok olması ile her yerde sadece “Bir’i görmesi şeklindedir. Bu durumda Şair, her yerde Allah’ın tecellisini görür, müşâhede eder. Bu şekilde müşahedesinde birliğe ulaşır. Ancak Şair, kendindeki bu “vecd” hâli geçtikten ve kendi benlik bilincine yeniden kavuştuktan sonra “Hak” ile “Halkı yeniden ayn görür.  Bu şekildeki “Vahdet” anlayışı tasavvufî literatürde “Vahdet-i Şuhûd” diye tabir edilir.

Burada “Vahdet-i Vucûd ” ile “Vahdet-i Şuhûd” kavramlarının farkına kısaca değinilecek olursa; “Vahdet-i Vucûd ”; daha önce de kısmen değinildiği üzere Allah’tan başka varlık olmadığının idrak ve şuuruna sahip olmak, bilmektir. Şuhûdî tevhitte yani “Vahdet-i Şuhûd” da sâlikin her şeyi bir görmesi geçicidir; birlik bilgide değil görmededir. “Vahdet-i Vucûd ”da ise, bu birlik bilgidedir. Yani; sâlik gerçek varlığın bir tane olduğunu, bunun da Hakk’ın varlığından ibaret bulunduğunu, Hak ve O’nun tecellilerinden başka hiçbir şeyin hakikî bir varlığı olmadığım bilir. Ancak Vahdet-i Vucûd ehli bu bilgiye nazarî olarak değil yaşayarak ve manevî tecrübeyle ulaşır.  

İbnu’l-Fârid vecd hâlindeyken Allah ile insan ve Allah ile kâinat arasındaki ikiliği ortadan kaldıran ifadeler kullanmıştır. O aşağıdaki beytinde kendisi ile sevgilisinin bir olduğunu şöyle dile getirmiştir (Tavîl):

 “O (Sevgili), ortaya çıkınca bâtınım bana gösterildi. Ben halvetimin celvetinde (iç ahvâlimim zuhûrunda), o makamda zâtımı O’nun zâtı olarak buldum. ”

Şair yukarıdaki beytinde yer verdiği halvet kelimesiyle kendi bâtınını ve aynını kasdetmektedir. Vahdet mertebesinde gayriyyet olmadığından şair, iç ahvâline ve özüne ait sırlar kendisine açıldığında kendi zâtını sevgilisinin zâtı olarak görmektedir.  

O, aşağıdaki beytinde, Allah’ın isim ve sıfatlarının tecellisini kâinatta müşahede ederken aslında her şeyde Allah’ı gördüğünü şu şekilde ifade etmektedir (Tavîl):

 “(Sevgili) ortaya çıktığında mevcudâtı gözümün önüne koydu, (ancak) her görülen şeyde O ’nu görüyordum. ”

İbnu’l-Fârid vecd hâlindeyken dile getirdiği şatahât içerikli ifadelerinin “hulûl”      anlamını çağnştırabileceği endişesiyle, bazı beyitlerinde kendisinin “hulûl” akidesinden uzak olduğunu şöyle dile getirmektedir (Tavîl):

 “ “Ben O’yum” sözümden ve “O, bana hulûl etti” deyişimden - (bu sözleri söylemek) benim gibisinin ne haddine! - döndüğüm zaman ( ... dualarıma karşılık vermesini istedim). ”

**

“Bu iki rü’yetten en doğrusu olan (Peygamber’in) rü’yetinde, inancımı hulûl nazariye sinden temizleyen bir işaret vardır. ”

Şair, bu beyitten önceki beyitlerde Cebrâil (aleyhisselâm)’ın Sahabeden Dihyetu’l- Kelbî suretinde Hz peygambere vahiy getirdiği esnada, Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem’in onu vahiy getiren bir melek olarak gördüğü hâlde Sahabenin ise, Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellemle sohbet eden bir insan olarak gördüklerini anlattıktan sonra yukarıdaki beyitte bu iki görüş şeklinden Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem’in görüşünü kastederek: “Bu iki rü’yetten en doğrusu olan (Peygamber’in) rü’y etinde, inancımı hulûl nazariye sinden temizleyen bir işaret vardır” demektedir. Şair yukarıdaki beytinde salt manada “hulûl” anlayışının kendi akidesinde yer bulamayacağını Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem’in Cebrâil’i bir melek olarak görmesiyle delillendirmektedir. Zira; Cebrâil (aleyhisselâm) her ne kadar Sahabelere bir insan suretinde gözükmüş olsa da suretinde göründüğü Dihyetu’l-Kelbî isimli sahabenin bedenine hulûl etmiş, girmiş değildir. Çünkü, Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem Cebrâil (aleyhisselâm)’ı aslî hey’etinde müşahede ederken sahabeler onu insan şeklinde görmüşlerdir. Bundan dolayı İbnu’l-Fârid, gerçek manada hulûlun olamayacağını söylemektedir. Şair, bir başka beytinde ise şöyle demektedir (Tavîl):

 “Aşkıyla tutuşan ruhum onunla karışıp bir oldu, fakat bu, bir cismin ötekiyle karışıp birleşmesi türünden değildi. ”

İbnu’l-Fârid, hulûl inancını aşağıdaki beyitlerinde de açıkça görüldüğü üzere her türlü şekliyle reddetmiştir (Tavîl):

 “Neshi dile getirenden, mesh olmuştur diyenden kurtulmaya bak ve onların (bu türden) inandıkları şeylerden uzak dur. ”

 “O (inandıkları) şeyi fesh iddialarıyla birlikte ebediyyen terk et. Resh de her dönem sabit olsa da terk edilmeye lâyıktır. ”

Ali Sâfî Hüseyn’in de dediği gibi divân ve özellikle de “et-Tâ’iyyetu’l- Kubrâ” isimli kasîde bütünüyle incelendiğinde bunlarda şairin hulûl, ittihâd ve Vahdet-i Vucûd kavramlarım çok dikkatli bir şekilde ele aldığı görülmektedir.

Mahlûkatın vahdeti ve Hakikat-ı Muhammediyye

Yukarıda değinilen felsefik boyutuyla birlikte İbnu’l-Fârid’in şiirlerinde “Hakikat-ı Muhammediyye”  nazariyesi de kendisini gösterir. Hakikat-ı Muhammediyye veya Muhammedi gerçek, bütün güzel isimleri kendisinde barındıran ve bulunduran ilk taayyünle  birlikte olan zâttır. Her şey bu hakikatten ve bu hakikat için yaratılmıştır.  Bu nazariyeye göre Muhammedi [salla’llâhu aleyhi ve sellem) ruh kadîm olup, varlığı tüm mevcudâtın varlığından öncedir. Hakikati ise tüm enbiya, hulefa ve evliyanın önüne geçmiştir. Tüm peygamber ve velîler, onun nurundan feyiz alarak mucize ve kerâmet gösterirler. İbnuT-Fârid “Hakikat-ı Muhammediyye” lafzını açıkça şiirlerinde kullanmamıştır. Ancak bazı beyitlerinde ifade ettiği anlamlar şairin bu düşünceye sahip olduğunu ortaya koymaktadır.

Şair, bir beytinde tüm ruhların O’nun ruhundan ve tüm cisimlerin de O’nun cisminden südûr ettiğini ifade ederek şöyle der (Tavîl):

 “Ruhum ruhlara candır, kainatta gördüğün her güzellik benim mizacımdan zuhur etmiştir. ”

Aşağıdaki beytinde kendi düşüncesinin önce oluşundan ve tüm peygamberlerin olanca farklılıklarına rağmen bu düşünceden südûr ettiklerinden ve şeriatlerinin de kendi şeriatinden kaynaklandığından bahseder (Tavîl):

 “Onların hepsi benim düşüncemin önceliğinden dolayı çevremde dolaşmakta yahut, benim yoluma varmakta. ”

İbnu’l-Fârid yukarıdaki beyitleriyle maddî ve manevî tüm mevcudâtın eşit bir şekilde tek bir hakikatten çıktığım, tek bir kuvvetten zuhur ettiğini ifade etmektedir.

Dinlerin vahdeti

İbnu’l-Fârid, çeşitli dinlerin zâhiren birbirlerinden farklı görünüyor olsalar da hakikatleri ve özleri itibariyle aralarında bir ayrılığın olmadığı görüşündedir. Ona göre var olan tüm dinler, mezhepler ve inançlar aslında tek bir hedefe götüren vasıtalardan ibarettir. Bu hedef ise, tüm dinlerin ortak çizgisi olan tek bir ilâha ibadet etmektir. Burada İbnu’l-Fârid’in, bu düşünceleri dile getirirken kendisinin bir fakih olduğu kadar, sübjektif manevî tecrübe ve zevklerinin etkisinde duygularını dile getiren sûfî bir şair olduğunu da unutmamak gerekir. O, bu meyanda şöyle demektedir (Tavîl):

 “Mescidin mihrabı vahiy ile aydınlanmışsa, manastırın heykeli Incil ile fesada uğramış değildir. ”

 “(Mûsa) Kelimullah’ın kavmine getirdiği Tevrât’ın cüzleriyle Yahudi âlimler her gece Allah’a münâcatta bulunurlar. ”      

 “Puthânede ibadet eden taşlara secde etse de (onun Allah ile arasındaki) bağlılığı inkâr etmeye yol yoktur. ”

 “Dinara tapan da putperest bir müşrik olarak ayıplanmaktan mânen münezzehtir. ”

 “Hiçbir dinin bakışı (haktan) sapmış değildir ve hiçbir mezhebin efkârı (başka yöne) meyletmiş değildir. ”

İleride değinileceği üzere şair, dinlerin vahdeti düşüncesi sebebiyle bazı İslâm âlimleri tarafından olumsuz yönde eleştirilmiştir.

Bilginin ve mârifetin vahdeti

İbnu’l-Fârid’in tespit edip divânında yer verdiği ana vahdet unsurlarından biri de bilginin kaynağının tek olması konusudur.  O, insan ruhunu bilginin kaynağı olarak görmektedir. Ona göre bilgi, insan ruhuna ezeldeyken daha bedenle birleşmeden önce verilmiş bir yetenektir. Sâlik, özündeki bilgiyi ve mârifeti idrak edebilmek için riyâzet  ve mücâhede  ile birtakım merhâleleri kat eder. Böylelikle birbirinden farklı makam ve mertebeleri aşarak nefsini kirlerinden arındırır. Bunun akabinde ruhunda mârifet nurları belirmeye başlayan sâlik mükâşefe  yoluyla ilmi ilâhî’yi elde eder. Neticede ârif olmuş olan sâlik, elde ettiği mârifetin sırf mücâhede ile meydana gelmediğinin de farkındadır. Zira; mârifet, kesbî değil bilakis Allah’ın, kullarından dilediğine bahşettiği vehbî bir lütuftur. İnsan nefsinin beşeriyetten sıyrılarak bir anda melekleşebilme yeteneği vardır. Bu da ancak nefsin rûhanî kişiliğini tamamlamasından ve mele-i âlâ’yı (kudsî topluluk) müşâhede etmesinden sonra olur. Böylelikle sâlik, beş duyu ile algılama sınırında duran âlimler mertebesini aşmış olur  (Tavîl):

 “Bana de ki; “senin beş duyun da uyuyarak sükûnete erdiği hâlde kim ilimlerini sana verdi?”

 “Sen bundan önce dün ne cereyan ettiğini ve yarın sabah da ne olacağını bilmezdin. ”

“Derken, geçmişin haberlerini ve geleceğin esrarını güvenilir bir şekilde bilir oldun. ”

 “ Ruha ilimler nakşedilmiş ve eşyanın isimleri ona, eskiden babaya gelen vahiyle  bildirilmişti. ”

Kaynak: Y. Seracettin BAYTAR, İbnu’l-Fârid, Hayatı Ve Divânı, Doktora Tezi, Atatürk Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü Temel İslâm Bilimleri Anabilim Dalı, 2008, Erzurum


KASİDEİ TÂİYYE-
 İBNÜ’L-FÂRİD

 kuddise sırruhu'l-âlî

 

 

1.         سَقَتني حُمَيَّا الحُبَّ راحَةَ مُقلَتي

            وَكَأسي مُحَيَّا مَن عَنِ الحُسنِ جَلَّتِ

Göz bebeğim olan sevgili, bana sevgi şarâbını içirdi. Benim kadehimde o yüce sevgilinin bilinen ve kayıtlı güzellikten üstün olan yüzüdür.

2.         فَأَوهَمتُ صَحبي أنَّ شُربَ شَرابهِم

            بهِ سُرَّ سِرِّي في انتِشائي بنَظرَةِ

Arkadaşlarım gibi içince onları vehim ve şaşkınlıkta bıraktım.

Bakışta onlar gibi içişim olunca, sarhoşken kalbim sevinçle doldu. [ bu halle onların idrak gözlerinden uzak kaldım.]

3.         وبالحَدَقِ استغنَيتُ عن قَدَحي ومِن

            شَمائِلِها لا من شَموليَ نَشوَتي

Zât'ın cemâlini gördüğüm için kadehimden/kadehlerden yüz çevirdim.  Sarhoşluk sevincim, hallerim ise şaraptan değil zâtın ve sıfatlarındandır.

4.         ففي حانِ سُكري حانَ شُكري لِفِتيَةٍ

            بِهِم تَمَّ لي كَتمُ الهَوَى مَعَ شُهرَتي

Böyle olunca, gençlikteki sarhoşluk yeri şükür hanesi oldu.  Sevgiyle tanınan birisi olduğumdan tatmin olan hevamı/nefsânî arzularımı gizlemem gerekti.

5.         وَلَمَّا انقضى صَحوي تَقاضَيتُ وَصلَها

            وَلَم يغشَني في بَسطِها قَبضُ خَشيَةِ

Ayıklığım son bulup sarhoşluğum galip gelince sevgilime ulaşmak zamanı geldi. Sevgilime kavuşunca gönül ferahlığına, bir daha (ayrılık) korku ve sıkıntısı gelmedi.

6.         وَأَبثَثَتُها ما بي وَلَم يَكُ حاضِري

            رَقِيبٌ لها حاظٍ بخَلوَةِ جَلوَتي

Celvetimin halvetinde [iç dünyamda] sevgilimden başka nefsânî haz ve cismânî şeyler gözleyici  olmadığı ve ona kavuşmayı istediğim vakit, bendeki hallerden haberdar ettim..

7.         وقُلتُ وحالي بالصبَّابَةِ شاهدٌ

            وَوَجدي بها ماحِيَّ والفَقدُ مُثبِتي

Sevgilime olan halim aşkımın şiddetine şahittir. Bu aşkımla sevgiliyi bulmam bütün varlığımı mahvedici oldu;

8.         هَبي قَبلَ يُفني الحُبُّ مِنِّي بَقيَّةً

            أَراكِ بِها لي نَظرَةَ المتَلَفِّتِ

Aşk bende kalmış vücud bakıyyesini/artığını yok etmeden bana müteleffitin  bakışıyla görmeyi hibe eyle dedim.

9.         ومُنِّي عَلى سَمعي بلَن إن مَنَعتِ أَن

            أَراكِ فمِن قَبلي لِغيرِيَ لذَّتِ

Seni görmemi men ediyorsun, bâri [لَن-asla] demek sûretiyle işitmem için lütufta bulun, zîrâ benden evvel, başkasına [Hz. Mûsâ] bu kelime lezzet verdi.

10.       فعِندي لسُكري فاقَةٌ لإِفاقَةٍ

            لَها كَبِدي لَولا الهَوى لم تُفتَّتِ

Zîrâ benim katımda sarhoş olmaya ihtiyaç vardır; sevgilimin aşkı ve sevgisi olmasaydı, o sevgili için benim ciğerim parça parça olmazdı.

11.       وَلَو أَنَّ ما بي بِالجِبالِ وَكانَ طُو

            رُ سِينا بها قبلَ التَجلِّي لدُكَّتِ

Aşk yolunda bana gelen belâ ve meşakkat, dağlara inseydi, dağlarla birlikte Tûr-ı Sînâ tecellîden önce parça parça olup yerle bir olurdu.

12.       هَوى عَبرَةٌ نَمَّت بِهِ وجَوىً نَمَت

            بِهِ حُرَقٌ أدوَاؤُها بِيَ أودَتِ

Bendeki arzuyu gözümün yaşı koğuculuk edip açığa çıkardı; o sebeple dert ve belâ arttı. İçimin yanıp tutuştuyla, hastalık ve sıkıntı beni helâk eyledi.

13.       فَطُوفانُ نوحٍ عندَ نَوحي كَأَدمُعي

            وَإيقادُ نِيرانِ الخَليلِ كلَوعَتي

Hz. Nuh'un tûfanı, benim feryat ve figanla ağlamam yanında benim gözyaşım âdetâ, içimin yanması da Hz. İbrâhim Halil'in ateşinin tutuşturulması gibidir.

14.       وَلَولا زَفيري أَغرَقَتنيَ أَدمُعي

            وَلَولا دُموعي أَحرَقَتنيَ زَفرَتي

Hal böyle olunca, iç yangınım ve acıklı âhım olmasaydı, gözyaşlarım beni boğar, göz yaşlarım da olmasa, ateşim ve yanışım beni yakardı. [Göz yaşlarım bağrımın ateşini söndürür ve gönül yanığım göz yaşımı yok eder. ]

15.       وَحُزني ما يَعقوبُ بَثَّ أقلَّهُ

            وكُلُّ بِلى أيُّوبَ بعضُ بلِيَّتي

Yâkub'da görülen hüzün benim hüznümden daha azdır. Eyyub'un çektiği belânın tamamı bile benim belâmın sâdece bir kısmı sayılır.

16.       وآخِرُ ما لاقى الأُلى عَشِقوا إلى الرْ

            رَدَى بعضُ ما لاقيتٌ أوَّلَ مِحنَتي

Âşık olup da kendilerini helâke atanların belâ ve sıkıntılarının en son noktası bile, benim bu imtihanda karşılaştığım belânın sâdece bir kısmıdır. Onların, işin başında çektiklerini ben daha başlangıçta çektim.

17.       فلَو سَمِعَت أذنُ الدَّليلِ تَأَوُّهي

            لآلامِ أسقامٍ بِجِسمي أضَرَّتِ

Eğer benim âh ü vâhımı, bedenime zarar veren elem ve sıkıntılardan doğan âhımı, kervanın başındaki kimse (rehber) işitseydi;

18.       لَأَذكَرَهُ كَربي أَذى عَيشِ أزمَةٍ

            بِمُنقطِعي ركبٍ إِذا العيسُ زُمَّتِ

Keder ve hüznüm, o rehbere, deve yularlanıp herkesin merkebi yüklendiği sırada kâfileden kopan kimsenin çektiği sıkıntıyı hatırlatır.

19.       وَقَد بَرَّحَ التَّبريحُ بي وَأَبادَني

            وَأَبدى الضَّنى مِنِّي خَفِيَّ حَقيقَتِي

Muhakkak ki hüzün ve şevkin şiddet ve zorluğu beni tüketti. [Aşkın şiddeti bana çok ağır geldi, beni mahvetti.] Bu zayıflık benim hakikatimin gizli sıfatlarını ve kalbimin örtülü hallerini açığa çıkardı

20.       فنادَمتُ في سُكري النُحولَ مُراقِبي

            بجُملَةِ أَسراري وتَفصيلِ سِيرَتِي

Aşk sarhoşluğumun şiddeti bana gâlip gelerek hakikatimin gizli yönlerini ortaya çıkarınca, konuştum ve gözetleyicime bütün sırlarımı ve yolumun tafsilâtını hal diliyle haber verdim.

21.       ظَهَرتُ لَهُ وَصفاً وَذاتي بِحَيثُ لا

            يَراها لِبِلوى مِن جَوى الحُبِّ أَبلَتِ

O benim cismimi görmeyen gözeticiye, sıfat ve mânâ bakımından zâhir oldum. Bu, sevgiden oluşan belâ bedenimi eskitmiş, iyice harap hale getirdi.

22.       فَأَبدَت وَلَم يَنطِق لِساني لِسمعِهِ 

            هَواجِسُ نَفسي سِرَّ ما عَنهُ أخفَتِ

Nefsimin o gözetleyiciden gizlediği sırrı, nefsimin kuruntuları ve cismimin fikirleri ifşâ etti. Halbuki benim dilim o gözetleyicinin kulağına o sırrı söylememişti.

23.       وظلَّت لِفكري أُذنُهُ خَلَداً بها

            يدورُ بِه عن رؤيَةِ العينِ أغنَتِ

Rakibin (gözetleyicinin) kulağı, düşüncemi anlama konusunda gözün görmesinden müstağni köstebeğin kulağı gibi düşüncemi kuşatırdı.

24.       فَأَخبَرَ مَن في الحيَّ عَنِّيَ ظاهراً

            بِباطِنِ أَمري وَهُوَ من أهلِ خُبرَتي

Rakîb, benim bütün hallerimden haberdar olunca, zâhiren âlemdeki veya aşk yolundaki kimselere, benim içimin sırrını ve işimin iç yüzünü haber verdi. Aslında rakîb beni en iyi bilenlerdendir

25.       كَأنَّ الكِرَامَ الكَاتِبينَ تَنَزَّلوا

            على قلبِهِ وَحياً بما في صَحيفَتي

Sanki Kirâmen kâtibin, vahiy şeklinde sahifelerdeki olanları rakibin kalbine indirdi. [Öyle ki, benim zâhir ve bâtınımın sırrına ve hallerime benden zuhûr etmeksizin muttali' oldu.]

26.       ومَا كانَ يَدري ما أُجِنُّ وما الَّذي

            حَشايَ مِنَ السِّرِّ المَصُونِ أكنَّتِ

Rakîb, kendisinden gizlediğim şeyi bilmezdi; bâtınımın, koruduğu sırdan gizlediği şeyin ne sır olduğunu bilmezdi.

27.       وَكَشفُ حِجابِ الجسمِ أبرَزَ سِرَّ ما

            بِهِ كَانَ مَستُوراً لَه مِن سَريرَتِي

Rakîb benim gözleyip içimde sakladığım sırdan haberdar olmadıysa da; cisim perdesinin açılıp yok olması, örtmekte olduğu sırrımı ortaya koydu.

28.       فَكُنتُ بسِرِّي عَنهُ في خُفيَةٍ وَقَد

            خَفَتهُ لِوَهنٍ من نحوليَ أنَّتي

Ben bu sırrımla o rakîbden gizliydim, hâlbuki o sırrın gizliliğini ve zayıflığımın yol açtığı inlemem sebebiyle yok etti. Böylece inleyişim, beni gizlilik mertebesinden zuhûra getirip rakîbe sırlarını açtı.

29.       فَأَظهَرني سُقمٌ بِهِ كُنتُ خافياً

            لَهُ وَالهَوى يَأتي بِكُلِّ غَريبَةِ

Ben sırrını rakibden gizlemiştim. Fakat hastalık beni rakîbe gösterdi. Aslında ben o hastalık sebebiyle rakîbin gözünden ve başka insanlardan gizlenmiştim. Oysa arzu ve hevâ çok garib bir durum ortaya çıkardı.

30.       وَأَفرطَ بي ضُرٌّ تَلاشَت لمَسِّهِ

            أَحاديثُ نَفسٍ بالمَدامِعِ نُمَّتِ

Zarar ve elemler benim için haddi aştı. Nefsimin hâtıraları ve içimde olup bitenler, o zararın bana dokunması için yok oldu, içimde olup bitenler de gözyaşlarım gibi sırrımı ifşâ etti.

31.       فلو هَمَّ مَكروهُ الرَّدى بي لَما دَرى

            مَكاني وَمِن إِخفاءِ حُبَّكِ خُفيَتي

Elem ve hastalıklar görünen vücûdumu nefsânî kuruntularımı tamâmen mahvetmişti. Helâkin meşakkati benim mekânımı/vücûdumu bulamaz. Benim gizli hâle gelmem senin sevgininin beni gizlemesinden dolayıdır.

32.       وما بينَ شوقٍ واشتياقٍ فَنِيتُ في

            تَوَلٍّ بحَظرٍ أو تَجَلٍّ بِحضرَةِ

Ben şevk ve iştiyak arasındayım. Zîrâ ne zaman ki benden yüz çevirip ayrılsa, şevkin ateşi vücûdumu yok eder, ne zaman kendini gösterip vuslatını sunsa, yine aynı şekilde o büyük iştiyak beni fâni ve perişan kılar.

33.       فلو لِفَنائي من فِنائِكَ رُدَّ لي

            فؤاديَ لم يرغَب إلى دارِ غُربَةِ

Eğer benim ulu huzurunda îtikâf hâlinde olan kalbim, benim yokluğum için bana geri verilseydi, kalbim orayı bırakıp bu gurbet diyârına rağbet etmezdi.

34.       وعُنوانُ شأني ما أبُثَّكِ بِعضَهُ

            وما تحتَهُ إظهارُهُ فوقَ قُدرتي

Senin mükemmel güzelliğinin konusunda hallerimin sâdece bir kısmını sana gösterdim. Benim hâlimin altında gizli olan kısımları izhar etmek ise, kudretimin üstündedir.

35.       وأُمسِكُ عَجزاً عَن أُمورٍ كَثيرةِ

            بنُطقِيَ لَن تُحصى وَلَو قُلتُ قَلَّتِ

Hallerimin birçoğunu beyan etmekten âciz olduğum için sükût ederim, zîrâ sözümle o pek çok iş sayılamaz. O işleri anlatırken ne kadar azaltmak istesem yine de binde biri açıklanmaz.

36.       شِفائِيَ أَشفى بل قَضى الوَجدُ أَن قَضى

            وبَردُ غليلي واحِدٌ حَرَّ غُلَّتي

Benim şifâm, beni helâke yaklaştırdı. Belki benim gamım, hüznüm, sevgi ve iştiyâkım ölüme hükmeyledi. Şevk-ı yârdan dolayı olan susuzluk harâretimin kaybolup sönmesi, susuzluğun harâretini bulucudur.

37.       وباليَ أبلى مِن ثيابِ تَجَلُّدي

            به الذَّاتُ في الإعدامِ نيطَت بلَذَّةِ

Benim hâlim sabır elbisemden daha eskidir, sebat ve tahammül elbisemden daha zayıftır. Belki benim sevgim onu yok etmekten lezzet bulmuştur.

38.       فَلو كَشَفَ العُوَّادُ بي وتَحَقَّقُوا

            منَ اللَّوحِ ما مِنَّي الصَّبابةُ أبقَتِ

Eğer beni ziyarete gelenlere durum keşf olsa, sevgilinin sevgisinin levh-i mahfuzdan benim vücûdumda ne kadar bıraktığını bilebilseler;

39.       لمَا شاهَدَت منِّي بَصائِرهُم سِوى

            تخَلُّلِ رُوحٍ بينَ أثوابِ مَيِّتِ

O ziyâretçiler benim vücûdumda, bedeni darmadağın olmuş ölünün elbiseleri arasına bir rûhun girdiğini görmekten başka bir şey müşâhede edemezlerdi.

40.       وَمُنذُ عَفا رَسمي وَهِمتُ وهِمتُ في

            وُجودي فَلَم تَظفَر بكَونِيَ فِكرَتي

Benim bedenim yok olup, şekil ve hey'etim yıkılıp ben deli ve şaşkın olalıdan beri vücûdumda yanılıp hatâ eder oldum. Bu sebeple, fikrim benim vücûdum olmasına zafer bulamadı ki benim vücûdum var mıdır yok mudur bilebilesin.

41.       وَبَعدُ فَحالي فيكِ قامَت بِنَفسِها

            وَبَيِّنَتي في سَبقِ روحي بَنِيَّتي

Benim hâlim olan sevgi, senin huzûrunda kendi kendine bizzat kâim oldu.

Benim bu hususa delîlim, rûhumun bedenimin önceliğinde sâbittir.

42.       وَلَم أَحكِ في حُبِّيكِ حالي تَبرُّماً

            بِها لاضطِرابٍ بَل لِتَنفِيسِ كُربَتي

Ey sevgili, hâlimi, elem ve dertlerden acı duyduğumu ifâde için anlatmadım. Aksine bunu ferahlamak, gam ve tasadan uzaklaşmak için yaptım.

43.       ويَحسُنُ إظهارُ التَجلُّدِ للعِدى

            ويقبُحُ غَيرُ العَجزِ عندَ الأحِبَّةِ

Ben belâ ve zorlukları âcizlik ve zayıflığımı şikâyet olarak segiliye arzedip niyazda bulundum. Zîrâ sevgililer huzûrunda aczden başka bir şey ortaya koymak çirkindir.

44.       وَيَمنَعُني شكوَايَ حُسنُ تَصَبُّري

            وَلَو أَشكُ لِلأَعداءِ ما بي لأَشكَتِ

Benim güzel sabrım, beni düşmanlara şikâyetten alıkor. Eğer bende olup biten şeyleri düşmanlara şikâyet etsem; bana olan büyük merhametin dolayı o şikâyeti benden gidermeye çalışırlardı.

45.       وَعُقبى اصطِباري في هَواكِ حمِيدةٌ

            عَلَيكِ وَلَكِن عَنكِ غَيرُ حَميدَةِ

Sana kavuşma yolunda, benim zorluklar ve sıkıntılara sabretmemin sonucu iyi bir şeydir. Fakat sevgiliden sabır, yâni ayrılık acısına sabretmek, güzel değildir.

46.       وَما حلَّ بي من مِحنَةٍ فَهوَ مِنحَةٌ

            وقد سَلِمَت من حَلِّ عَقدٍ عَزيمَتي

Mihnetten bana gelen her türlü belâ ve elem, benim için bağış ve nimettir. Halbuki benim azimetim mihnet akdini çözmekten sâlim ve emîn oldu.

47.       وكُلُّ أذىً في الحُبِّ مِنكِ إذا بَدا

            جَعَلتُ لهُ شُكرِي مكانَ شَكِيَّتي

Aşk yolunda senden gelen her ezâ ve belâ sebebiyle ben şikâyet yerine şükrederim. Zîrâ senin gibi sevgiliden her ne gelirse sevimlidir.

48.       نَعَم وَتَباريحُ الصَّبابَةِ إن عَدَت

            عَلَيَّ مِنَ النَّعماءِ في الحبِّ عُدَّتِ

Evet işte bu, doğru ve gerçektir. Eğer aşk ateşinin şiddeti, şevk ve aşk ateşinin zorlukları benim üzerime yüklenip beni zorlarsa dahi benim için en büyük nimetlerden biri sayılır.

49.       وَمِنكِ شَقائي بَل بَلائِيَ مِنَّةٌ

            وفيكِ لِباسُ البؤسِ أسبَغ نِعمَةِ

Senin vuslatından benim mahrum olmam, benim belâm benim için büyük bir nimettir. Senin murâdın benim hicran ve mahrûmiyetim ise, murâdın üzre olmak bana büyük nimettir.

50.       أرانِيَ ما أُوليتُهُ خيرَ قِنيَةٍ

            قديمُ وَلائي فيكِ من شَرّ فِتيَةِ

Eski aşkım bana, senin sevginin sebebiyle kıymetli bir sermâye verildiğini gösterdi. Koğuculardan bana her ne gelirse gelsin, kadîm/ilk ve tek aşkıma sermâye olur.

51.       فلاحٍ وواشٍ ذاك يُهدي لِعزَّةٍ

            ضَلالاً وذا بي ظَلَّ يَهذِي لغِرَّةِ

Gammazlayıcı kimseler olarak benim zikrettiklerimin bazısı bir takım kötüleyici kimselerdir ki, aşk yolunu bilmediklerinden dolayı beni gaflet yoluna götürürler. [ Aşırı kıskançlıklarından dolayı benim hakkımda boş ve saçma sapan sözler söyler.]

52.       أُخالِفُ ذا في لومِهِ عن تُقَىً كما

            أخالِفُ ذا في لؤمِهِ عن تَقيَّةِ

Ben şeytan ve nefse kötüleyici oluşlarında muhalefet ederim. Ben takvâ kemâliyle bunların kötülüklerine aldanmayıp, isteklerini yerine getirmeyerek bunlara muhalefet ederim.

53.       وَمَا رَدَّ وَجهِي عَن سَبيلِكِ هَولُ ما

            لَقيتُ ولا ضَرَّاءُ في ذاكَ مَسَّتِ

Senin aşkın yolunda karşılaştığım elem verici belâlar beni alıkoymadı; o korku ve belâların bâzısı hüzün ve yanıp yakılma gibi iç dünyâma inse de yüzümü yolundan çevirmedi.

54.       وَلا حِلمَ لي في حَملِ ما فيكِ نالَني

            يُؤدّي لحَمدي أو لمَدحِ مَوَدّتِي

Benim hilmim, [nefsimi öfkenin heyecanından onu alıkoymam seni sevmiş olmam dolayısıyla koğucu ve gammazın beni ayıplayıp kötülemesi konusunda değildir.] Bu hilm beni aşk ve sevgimi övmeye sevk eder. [ hilimle övülmüş methedilmiş olmak için değildir.]

55.       قضى حُسنُكِ الدَّاعي إِليكِ احتِمالَ ما

            قصَصتُ وأَقصى بَعدَما بعدَ قِصَّتي

Senin, aşkına sebep olan güzelliğin, benim belâ ve sıkıntılardan haber verdiğim şeylere katlanmak gerektiğine hükmetti ve benim anlattıklarımdan sonraki şeylerin uzaklığını  gördü.

56.       وما هُو إلَّا أَن ظَهَرتِ لِناظِرِي

            بأَكمَلِ أَوصافٍ على الحُسنِ أَربَتِ

Senin o sevgine yol açan şey güzelliğinin hükmü değildir. Belki de kâmil vasıflarının benim gözüm üzere genişce zuhurundur.

57.       فَحلَّيتِ لي البَلوَى فَخلَّيتِ بَينها

            وبَينِي فَكانَت مِنكِ أَجملَ حِليَةِ

Benim gözüme sen en güzel vasıflarla zâhir olduktan sonra belâyı bana tatlı veya süslü kıldın ve belâ ile benim aramı boşalttın, böylece o belâ bana senden gelen en güzel zînet oldu.

58.       ومَن يَتَحَرَّش بِالجَمالِ إِلى الرَّدى

            رَأَى نَفسَهُ من أَنفَس العَيشِ رُدَّتِ

Her kim ki (cemâle) yönelse veya tutulup âşık olsa ben onun nefsini, en güzel yaşayış olan hayattan yokluk ve ölüme çevrilmiş görürüm. [Her kim ki bir cemâle avlansa, ben onun nefsini en güzel yaşayışta helâke çevrilmiş görürüm.]

59.       وَنَفسٌ تَرى في الحُبِّ أن لا ترى عَناً

            مَتى ما تَصَدَّت للصَّبابِة صُدَّتِ

Herkes bilmeli ki, sevgi ve aşka yönelip de sıkıntı ve belâ görmemek mümkün değildir. Zîrâ bu yolda bir kimseye zahmetsiz ve meşakkatsiz âşinalık müyesser olmaz.

60.       وما ظفِرَت بالوُدِّ روحٌ مُراحَةٌ

            ولا بالوَلا نَفسٌ صفا العيشِ وَدَّتِ

Kendisine râhatlık verilen ve nefsânî arzuları huy edinmiş olan bir ruh, dost sevgisini elde etmede başarılı olamaz. Aynı şekilde yaşama zevkinin peşinde olan, sevgilinin sevgisine nâil olamaz.

61.       وأَينَ الصَّفا هَيهات من عَيشِ عاشِقٍ

            وجَنَّةُ عَدنٍ بالمَكَارِهِ حُفَّتِ

Râhatlık isteyen ve maddî hayâtın zevkleri peşinde olan âşıkın sevgiyle ülfet etmesi imkânsızdır. Zaten cennet dert ve sıkıntılarla (mekârih) kuşatılmıştır.

62.       ولي نفسُ حُرٍّ لو بذَلتِ لها على

            تَسَلّيكِ ما فوقَ المُنى ما تَسلَّتِ

Benim dünyevî kayıtlardan tehlikelerinden âzâd olmuş bir nefsim vardır ki, eğer sen o nefse senden teselli olmak üzere akıl ve idrâkin ötesinde sayısız bir ölçüde nefsânî arzu ve rûhânî lezzetler versen yine de teselli olmaz.

63.       ولو أُبعِدَت بالصَّدِّ والهجرِ والقِلى

            وقَطعِ الرَّجا عن خُلَّتِي ما تَخلَّتِ

Men ederek, zorla, ayrılık ve hicranla, buğz ve düşmanlıkla yahut ümidini kırarak hakîkî sevgilim benim şahsımı uzaklaştıracak olursa (veya ben uzaklaştırılacak olursam), nefsim râhat halde olmaz.

64.       وَعَن مَذهَبي في الحُبِّ ما لِيَ مذهَبٌ

            وإن مِلتُ يوماً عنهُ فارَقتُ مِلَّتِي

Benim mezhebim ve inancım aşkta, başka gidecek yerim yoktur. Eğer istemeyerek bir gün o mezhebimden başka bir yola meyledecek olsam, kesin olarak din ve milletimi ayıracağımı anladım.

65.       ولو خطَرَت لي في سِواكِ إرادةٌ

            على خاطري سَهواً قضيتُ بِرِدَّتِي

Eğer benim hatırıma sehven senden başka bir istek doğsa, âşıklar dîninden çıktığıma hükmederim. Zîrâ âşıklar mezhebinde mâsivâya nazar gizli şirktir.

66.       لَكِ الحُكم في أَمري فما شِئتِ فَاصنَعي

            فَلَم تكُ إلّا فيكِ لا عَنكِ رَغبَتِي

Benim hakkımda hüküm senindir; Ne istersen yap, senden yüz çevirmem, rağbet ve yönelişim ancak yine sana olur.

67.       ومُحكَمِ عهدٍ لم يُخامِرهُ بيننا

            تَخَيّلُ نَسخٍ وهوَ خيرُ أَليَّةِ

Ben aramızdaki vazgeçilmez aşka yemîn ederim ki, onda asla bozulma/değişme hayali dahi yoktur. Şu da var ki bu muhkem aşka yemîn etmek, yeminlerin en büyüğüdür.

68.       وأخذِكِ ميثاقَ الوَلا حيثُ لم أَبِن

            بِمَظهَرِ لَبسِ النَفسِ في فَيءِ طِينَتي

Ey Sevgilim!

Ben henüz nefs elbisesine bürünmemişken yani zuhûra doğru dönen yaradılış gölgemde aşk yeminini aldığın (an) hakkı için..

69.       وسابِقِ عَهدٍ لم يَحُل مُذ عَهِدتُهُ

            ولاحِقِ عَقدٍ جَلَّ عن حَلِّ فَترَةِ

Ezel âleminde verdiğim söz o zamandan beri asla değişmemiştir. Dünya âlemine geldikten işte bu sonraki yeminde de zayıflıkla kendisi  bozulmaktan münezzehdir. [ eski yemini yenilemekten ibarettir]

70.       ومَطلَعِ أَنوارٍ بطلعتِكِ الَّتي

            لِبَهجَتِها كلُّ البُدُورِ استسَرَّتِ

Senin yanağındaki nurların doğuşu veya doğduğu yerler, parlaklığı ile bütün ayların gizlenmiş olduğu vücûd-ı mutlak ışıklarının zuhûr mahalli ve kaynaklarıdır.

71.       وَوصفِ كمالٍ فيكِ أحسنُ صورَةٍ

            وأقوَمُها في الخَلقِ مِنهُ استَمدَّتِ

Sendeki gizli ve en güzel sûretteki kemal sıfatı hakkı için; o en güzel sûretin en düzgünü de insan unsurunun yaratılışında olandır ki o kemal vasfından medet ister, işte bu sıfatla mevsuf olan kemal hakkı için yardım istiyorum

72.       ونَعتِ جَلالٍ منكِ يعذُبُ دونَهُ

            عذابي وتحلو عِندَهُ ليَ قَتلَتِي

Senden bütün eşyâya sirâyet edip, âlemlerdeki her güzelliğin kendisi sebebiyle görünüp tamamlandığı, lütfunun sıfatı olan cemâl sırrın hakkı için de!..[ yardım istiyorum]

73.       وسِرِّ جَمالٍ عنكِ كُلُّ مَلاحَةٍ

            بِه ظَهَرَت في العالمِين وتمَّتِ

Senden bütün eşyâya sirâyet edip, âlemlerdeki her güzelliğin kendisi sebebiyle görünüp tamamlandığı, lütfunun sıfatı olan cemâl sırrın hakkı için de!..

74.       وحُسنٍ بِهِ تُسبَى النُّهَى دلَّني على

            هَوىً حسُنَت فيه لِعِزِّكِ ذِلَّتِي

Ve o büyük güzellik hakkı için, onunla akılları yağmalarsın, işte o arzû ve istekte senin izzetin için benim zillet ve hakârette kalmam tam ve makbul oldu.

75.       وَمَعنىً وَرَاء الحُسنِ فيكِ شَهِدتُهُ

            بِه دَقَّ عن إدراكِ عَينِ بَصِيرتِي

Bilinen güzellik, çirkinliğin zıddıdır. İşte o bilinen güzelliğin ötesinde olan mutlak güzellik ve mânâyı muhakkak hakkı için ki ben onu senin zâtında müşâhede eyledim. Bu öyle bir güzellik ki baş gözüne ve basiret gözüne gizlidir.

76.       لأنتِ مُنى قَلبي وغايَةُ بُغيَتِي

            وأَقصى مُرادي واختِياري وحِيرَتي

Bu zikredilen mânâlar hakkı için gönlümün arzûsu, maksûdumun en sonu, arzû ve ihtiyârımın en nihâyeti benim dilediğim varlık sensin.

77.       خَلَعتُ عِذاري واعتِذَاري لابِسَ ال

            خَلاعَةِ مسروراً بِخَلعي وخِلعَتي

Ey Sevgilim!

Senin sevginde ilgi ve engellerin bağlarından soyulup temizlenmem, mahlûkâtın merâsimleri, âdetleri, hürmetlerinden boşalmış ve soyulmuş olmam bana farzdır.

78.       وخَلعُ عِذاري فيكِ فَرضي وإِن أَبىاق

            تِرَابيَ قَومِي والخلاعَةُ سُنَّتي

Ar ve nâmusla şekillenmiş olan zâhidlerin ve âbidlerin alışılmış şekillerinden fâriğ/soyulmuş olup ve uzaklaşıp kânunları yıkmam, İlmî ıstılahları çözmeye çalışan âlimlerin ve fakihlerin riyâ ve gösterişle olan sahte amelleri ve hayâlî hallerinden uzak olmam benim için lâzım ve vâcibdir. Eğer kavmim benim kendilerine yaklaşmamdan yüz çevirip sakınırlarsa da bunun önemi yoktur.

79.       وَلَيسوا بِقَومي ما استعابوا تَهَتُّكي

            فَأَبدَوا قِلَىً وَاستَحسَنوا فيكِ جَفوَتي

Zâhir erbâbından olan bir takım şekil düşkünleri benim kavmim değildir. Çünkü onlar benim perdeyi yırtıp şekil ve âdetlerin hükümlerini kaldırıp; kuralları, ayıp ve utanma endîşesini kırmamı ayıp sayarlar.

Perdeleri yırtmam sebebiyle düşmanlık göstererek senin sevgin uğrunda bana ezâ ve cefâ göstermeyi iyi bir şey sayarlar. Her ne kadar onlar sûreta bana benzer iseler de arada büyük farklılık vardır.

80.       وَأَهليَ في دين الهَوى أَهلُهُ وَقَد

            رَضُوا ليَ عاري واستَطابوا فَضيحَتي

Benim ailem ve kavmim hevâ ve sevginin ehlidir. Onlar benim ârıma, ayıp endîşesini ve kuralları kırmama râzı oldular, benim rüsvaylığımı iyi ve makbul saydılar.

81.       فَمَن شَاءَ فَليَغضَب سِواكِ ولا أَذىً

            إِذا رضِيَت عَنِّي كِرامُ عَشيرَتي

Şekil düşkünleri benim kavmim olmayıp, bana düşmanlık göstererek senin sevgin uğrunda bana cefâ etmeyi iyi ve makbul bir iş saydıklarına göre, artık ey hakîkî sevgilim senden başka kim isterse gazab eylesin;

yeter ki şekillerin ve âdetlerin dışına çıkıp melâmet ve harâbat rütbesine yükseldiğimden dolayı, aşiretimin birlik ve irfan ehli olan ileri gelenleri benden râzı olsunlar.

82.       وإِن فَتَنَ النُّسّاكَ بعضُ محاسِنٍ

            لَديكِ فكُلٌّ مِنكِ مَوضعُ فِتنَتي

Eğer senin katında olan güzel huylar ve yüce sıfatlardan bâzısı âbidleri ve zâhidleri fitne ve belâya bıraktıysa, o halde senden olan sıfatlar, isimler ve bütün eşyâ hepsi benim fitne ve belâmın mevziidir.

83.       وَما احترتُ حَتَّى اختَرتُ حُبِّيكِ مَذهباً

            فَواحَيرتي إِن لَم تَكُن فيكِ خيرَتي

Senin aşkını seçinceye kadar ben hayrette ve şüphede olmadım. Senin sevgini seçtiğim andan beri hayretteyim. 

Ey hayret!

Eğer senin aşkında benim hayretim olmazsa hazır ol ki vaktidir.

84.       فَقالَت هَوى غَيري قصَدتَ ودونَهُ اق

            تَصَدتَ عَميّاً عَن سواءِ مَحَجَّتي

Sevgilim bana dedi ki: Benden başkasının istek ve sevgisine yöneldin ve bu istek ve yönelişin sırasında, benim aşk yolumun hakikatini görmeyerek oraya girdin ve durakladın, aracı olup uygun gördün. Oysa beni sevmenin kemal noktası, nefsânî arzulardan tamâmen soyunma ve cismânî isteklerden kurtulmaktır.

85.       وَغَرَّكَ حَتَّى قُلتَ ما قُلتَ لابِساً

            بِه شَينَ مَينٍ لَبسُ نَفسٍ تَمَنَّتِ

Kendi istek ve arzûlarının peşinde olan nefsin hilesi seni gaflete düşürdü de yalanın hilesine bürünmüş olduğun halde diyeceğini dedin.

86.       وَفي أَنفَسِ الأَوطارِ أمسَيتَ طامِعاً

            بِنَفسٍ تَعدَّت طَورَها فتَعَدَّتِ

İsteklerin ve aşkların en nefisi, en hoşu ve en değerlisi bana kavuşmaktır; oysa sen haddini aşan ve bu sebeple sana zulmetmiş olan nefisle (başka şeylere) tama' eyledin.

87.       وَكَيفَ بِحُبِّي وهوَ أَحسَنُ خُلَّةٍ

            تَفوزُ بِدعوى وهيَ أقبَحُ خَلَّةِ

Gerçekten "da'vâ", doğru olduğu takdirde bile kötü bir sıfattır, zîrâ kendini beğenmişlik ve enâniyetten hâsıl olur. Fakat yalancı olacak olursa çirkinin çirkini ve kötünün de kötüsü bir sıfattır.

88.       وأينَ السُّهى مِن أكمَهٍ عن مُرادِهِ

            سَهَا عَمَهاً لكن أمانيكَ غَرَّتِ

Şaşkınlık, hayret ve tereddütten dolayı, maksadını unutmuş olan anadan doğma körün bakışıyla Sühâ yıldızının nerede olduğu bilinir mi? Lâkin, nefsânî arzûn seni mağrur kılıp gurur kapısını çaldın.

89.       فقُمتَ مقاماً حُطّ قَدرُكَ دونَهُ

            على قدَمٍ عَن حَظِّها ما تَخَطَّتِ

Nefsânî arzûların seni mağrur eyledi de vuslat talebinde bulundun. Böylece nefsinin hazzından uzaklaşmış olan ayağın üzerinde kadrinin düştüğü bir makamda vuslat talebin için azimli ve kararlı oldun.

90.       ورُمتَ مَراماً دونَهُ كَم تَطاوَلَت

            بأعناقِهَا قومٌ إليهِ فَجُذَّتِ

Sen öyle bir istekte bulundun ki, nice insan o istek ve maksada boyunlarını uzattılar ve o maksad uğrunda boyunları kesildi.

91.       أَتيتَ بُيوتاً لم تنَل من ظُهُورها

            وأَبوابُها عن قرعِ مثلِكَ سُدَّتِ

Ey âşık; sen, arkalarına geçilmeyen (içlerine girilmeyen) evlere geldin, yüce makam kapılarına gelmeye niyet ettin ki, o isim ve sıfatların arkasından o makamlara kimse nâil olmadı.

92.       وبينَ يدَي نجواك قَدَّمتَ زُخرُفاً

            ترومُ بهِ عِزّاً مَرامِيهِ عَزَّتِ

Sevgili dedi ki: Ey iddiacı kişi, arzû ettiğin sırrın önünde sahte bir söz ve düzme bir dâvâ ileri sürdün. Bununla benim yakınlığım ve vuslatım olan izzet ve mertebeyi istersin.

93.       وجئتَ بوَجهٍ أبيضٍ غيرَ مُسقِطٍ

            لِجَاهكَ في دارَيكَ خاطِبَ صَفوَتي

Dünyevî ve uhrevî makamından geçmeksizin, benim safvetimle izdivaç isteyerek, yakınlık ve vuslat gelinime tâlib olarak beyaz bir yüz ile huzûruma geldin. [… aklî ve hissî, rûhânî ve cismânî, dünyevî ve uhrevî herhangi bir haz bulunursa, bu, vücud artığıdır ve nefsin gereğidir.]

94.       ولو كنتَ بي مِن نُقطَةِ الباء خَفضةً

            رُفِعتَ إلى ما لم تَنَلهُ بِحيلَةِ

Ey âşık!

بي 'de bânın noktasından alçalmış olaydın; veya sen, بي noktasından alçak olduğun halde benimle durmuş olaydın; veya: Be'nin noktasından alçak olduğun cihetten..

Hileyle ve çalışıp mücadele etmekle nâil olmadığın bir mertebeye yükseltilirdin.

95.       بحيثُ تُرى أن لا تَرى ما عَدَدتَهُ

            وأَنَّ الَّذي أعدَدتَهُ غيرُ عُدَّةِ

Çalışmakla elde edemediğin mertebeye ulaşasın, bilmemeyi ve görmemeyi iyice bilecek hale gelesin! Kavuşma sebebi saydığın ameli görmemeyi bilesin, bana ulaşmak ve yaklaşmak için hazırladığın sâlih ameller, iyi işler, ibâdetlerin yeterli olmadığını görebilesin!

[olarak yaklaşmak için hazırladığın şeylerin hepsini boşa gitmiş olduğunu bilesin.]

96.       ونَهجُ سبيلي واضِحٌ لِمَنِ اهتدَى

            وَلَكِنَّها الأهواءُ عَمَّت فأَعمَتِ

Fıtratının aslı itibariyle hidâyeti kabul etmiş olan kimseye benim doğru yolum apaçıktır, fakat nefsin arzû ve istekleri basiret gözünü bürüdü ve onu doğruyu görmekten alıkoydu.

97.       وقد آنَ أَن أُبدِي هواكَ ومَن بهِ

            ضَنَاكَ بما يَنفي ادِّعاكَ محَبَّتي

Sevgilim dedi ki:

Muhakkak ki senin istek ve aşkını açıklamanın vakti geldi; bana âşık iddianı yok etmek sûretiyle senin zayıflığına yol açan kimseyi açıklamanın vakti yaklaştı.

[Senin bana aşkın tam değildir, nefsânî maksadla karışıktır da sen dürüstlük iddia edersin, işte nihâyet vakti geldi, senin arzûnu ortaya koydum, tâ ki iddianı silsin.]

98.       حَليفُ غَرامٍ أنتَ لكِن بنفسِهِ

            وَإِبقاكَ وصفاً مِنكَ بعضُ أَدِلَّتي

Sevgilim buyurdular ki:

Sen bu dâvâda sâdıksın ve aşk musibetine düşmüşmüşsün. Ancak bana değil nefsine âşıksın. O delillerden bâzıları, senin kendine âit sıfat ortaya koyman ve varlık kalıntılarını açıklamandır.

99.       فَلمْ تَهْوَني ما لم تَكنْ فيَّ فانِياً

            ولم تَفنَ ما لا تُجْتَلى فيكَ صورتي

Hal böyle olunca, senin vasfın sende bâki olup nefsânî hazzın sevgi dâvana karışınca, sen bana sevgi iddia edemezsin. Zâtını, sıfatlarını ve irâdeni benim zâtım, sıfatlarım ve irâdemde yok edip fânî olmadıkça ve sende benim sûretim tecellî etmedikçe, beni sevmiş olmazsın.

100.     فدَعْ عنكَ دَعوى الحبِّ وادعُ لِغيرِهِ

            فؤادَكَ وادفَعْ عنكَ غَيَكَ بالَّتي

Sen zâtının isteğini sevmekten, sıfatlarının gereğine âşık bir kimse olmaktan vaz geçip tam yoklukla muttasıf olmayınca, beni sevdiğine dair iddiayı terk eyle, gönlünü benim sevgimden başka yerlere, kendi nefsânî hazlarına ve rûhânî isteklerine çağır.

101.     وجانِبْ جنابَ الوَصْلِ هَيهاتَ لَم يكُنْ

            وها أنتَ حيٌّ إن تكن صادقاً مُتِ

Ey iddia sahibi, bana ulaşmaktan uzak ol, ne yazık ki bu vuslat sana hâsıl olmaz, sen dirisin, eğer bana ulaşma isteğinde samîmi isen "Ölmeden önce ölünüz"  gereği öl,

102.     هُو الحُبُّ إِن لم تَقضِ لم تَقضِ مأرَباً

            منَ الحُبِّ فاخترْ ذاكَ أَو خَلِّ خُلَّتي

Benim sevgim öyle bir sevgidir ki, mücerred kuruntu ve temenni ile ona ulaşılamaz, [sâdece iddia ve hırsla isteyerek ona yaklaşılamaz. Hal böyle olunca sen iki şeyden birini seçmekte serbestsin, ya ölümü seç; ]yahut da böyle yapmazsan benim dostluğumu terk et.

103.     فقُلْتُ لها روحي لديكِ وَقَبْضُها

            إليكِ ومَن لي أن تكونَ بقَبضَتي

[Sevgilinin hitab ve azarlaması sona erince ben de şöyle dedim:]

Ey hakikat sultanı, benim rûhum senin huzûrundadır ve rûhumun kabzı sana ısmarlanmış ve teslim edilmiştir.

104.     وما أَنا بالشَّاني الوفاةَ عَلى الهَوى

            وشأني الوَفا تأبى سِوَاهُ سَجِيَّتي

Dedim ki,

Ey sevgilim, senin yolunda ben ölümü kötü görücü değilim. Benim vasfım vefâlı olmak ve seciyem/karekterim de sana kendimi fedâ etmektir.

105.     وَماذا عَسى عَنِّي يُقالُ سِوى قضَى

            فُلانٌ هَوى مَنْ لي بذا وهْو بُغْيَتي

Benim hakkımda, filân kimse aşk ve hevâdan dolayı öldü denmesi ümid edilir; bundan ne çıkar? Keşke benim için "filân hevâ/arzusu için öldü" denilse. Beni, o ölüme ulaştıran ve götüren kimdir, işte o benim matlûbumdur.

106.     أجَلْ أَجَلي أَرضى إِنقِضَاهُ صَبَابَةً

            ولا وصْلَ إن صَحَّتْ لِحُبِّكَ نِسبَتي

Az önce "filân kimse aşktan öldü" denilmesi benim için saâdetin tâ kendisidir! demiştim. Eğer senin sevgine benim nisbetim sahih olursa, ömrümün âşıklıkla geçmesine râzıyım. Vuslata eremesem bile senin sevgine mensub olmanın saâdeti bana kâfi gelir. 

107.     وَإِنْ لَم أفُزْ حَقّاً إليكِ بِنِسْبَةٍ

            لِعِزّتها حسبي افتِخاراً بِتُهْمَةِ

Ey Sevgilim, eğer ben izzet ve şeref taşıyan bir nisbetin bu özelliğinden dolayı o nisbetle senin aşkına sahip olamazsam da bana, iftihar vesilesi olarak âşıklık ithamına ulaşmam bile kâfi gelir.

108.     وَدونَ إِتِّهامي إنْ قَضَيْتُ أَسىً فما

            أَسأتُ بِنَفْسٍ بالشَّهَادةِ سُرَّتِ

Senin aşkın ve sevginle itham edilerek, eğer ben, aşkın kemaline ulaşamamaktan dolayı hüzün ve keder sebebiyle ölürsem herhalde sen, şehâdet şerefiyle sevinçli olan kimseye kötülük etmezsin.

109.     ولي منكِ كافٍ إن هَدَرْتِ دمي ولَم

            أُعَدَّ شهيداً عِلمُ داعي مَنِيَّتي

Ey Sevgili, benim kanımı mübah edip öldürdükten sonra şehitler zümresinden sayılmazsam da senin beni bilmiş olman kâfidir. [başkaları seninle olan ilgimi bilsinler veya bilmesinler fark etmez.]

110.     ولم تَسْوَ روحي في وِصَالِكِ بَذلَها

            لَدَيّ لِبَونٍ بَيْنَ صَونٍ وبِذْلَةِ

Benim rûhum sana ulaşma yolunda harcanmaya değmez. Mâsum ve aziz olan senin visâlinle, hakîr ve değersiz olan benim rûhum birbirine çok uzaktır.

111.     وإِنِّي إلى التَّهديدِ بِالمَوتِ راكِنٌ

            ومِن هَولِهِ أركانُ غيري هُدّتِ

Hakîkaten ben ölümle tehdit edilmeye istekli ve meyilliyim. Halbuki o ölümün korkusundan, benden başkasının uzuvları yıkılıp kırılmıştır. Fakat o bana bir armağandır.

112.     ولم تعسِفي بالقَتْلِ نفسي بَل لَها

            بِهِ تُسْعِفِي إن أنتِ أتلَفْتِ مُهْجَتِي

Ey lütuflar ve ihsanlar menbaı, eğer sen beni öldürerek rûhumu ifnâ ve telef edersen, bana zulüm ve adaletsizlik etmiş olmazsın; aksine, nefsimi öldürerek ihtiyâcını giderip arzûsunu yerine getirerek onu diriltirsin.

113.     فإنْ صَحّ هذا الفال مِنْكِ رَفَعْتِني

            وأعلَيْتِ مِقدارِي وأَغلَيْتِ قِيمَتِي

[Ey canın canı, az evvel benim dilimden dökülmüş ve içime doğmuştu ]demiştim ki:

Eğer bu fâl doğru çıkacak olursa sen beni yüceltirsin, derecemi yüksek ve kıymetimi üstün kılarsın.

114.     وها أنا مُسْتَدْعٍ قضاكِ وما بهِ

            رِضَاكِ ولا أختارُ تأخيرَ مدَّتِي

Ey Sevgilim, benim ölümüme hükmetmeni, senin rızân olan şeyi ve  ömrümün uzamasını istemiyorum. Senin rızân ne ise onu istiyorum.

115.     وعِيدُكِ لي وعدٌ وإنجازُهُ مُنىً

            ولِيٍّ بغيرِ البُعْدِ إن يُرْمَ يَثْبُتِ

Yine, senin öldürmen ve tehdit etmen, her ne kadar [diğer insanlara göre kötülük ve korkulacak] bir vaîd ise de bana vaaddir, [beşâret ve saâdet müjdesidir.] vaade vefâ etmek, uzaklıktan başka bir şeyde sâbit-kadem olan velînin arzûsudur. [Belâ ve kazâ oku atılınca uzaklıktan başka bir şeyde sâbit-kadem olan uzaklık ve ayrılığa sabredemeyen sâdık sevgili ve âşık velînin arzûsudur.]

[Uzaklık iki türlüdür. Biri sevgili ve âşıkı uzaklaştırıp, rızâsı da uzaklıkta olmaktır. Öteki, âşık kendi arzûsuna ve nefsine uymak sûretiyle sevgiliden uzak olmaktır. Bu beyitte بغيرِ البُعْدِ demesi, kendi tarafından olan uzaklıktır. Aksi halde sevgili tarafından olan uzaklığa ârif-i billâh olanlar yine sabredici ve râzı olurlar. Zîrâ Hakk'ın murad ettiği bir uzaklık, binlerce vuslattan evlâdır.]

116.     وقد صِرْتُ أرجو ما يُخافُ فأسعِدي

            بِه روحَ مَيتٍ للحياةِ استعدَّتِ

Böyle olunca, korkulan ve kavuşmaktan sakınılan ölümü ben ümit eder oldum. Ben kendisini isteyici ve ümit edici olduğum için o ölümle, hayâta kâbiliyetli olan ölünün rûhunu mes'ud et ve yardımcı ol.

[Burada ölü canlı âşık demektir, hayattan kasıd da yokluk ve ölümdür.]

117.     وبي مَنْ بها نافسْتُ بالرّوحِ سالِكَاً

            سبيلَ الأُلى قبلي أَبَوا غيرَ شِرْعَتِي

Ben rûhumu ve nefsimi sevgiliye fedâ ettim, onun yardımı sebebiyle, aşk yolundaki yokluğa rağbet ettim, bunu öyle bir yola âşık olarak yaptım ki, benden evvelkiler onun dışında bir yola girmekten kaçınmışlardı.

118.     بكُلِّ قَبِيلٍ كمْ قتيلٍ بها قضَى

            أسىً لم يَفُزْ يوماً إِليها بِنَظرةِ

Her kabilede nice ölü, onun aşkı sebebiyle hüzün ve elemden kaybolup gitti; o sevgiliye bir gün bir kerre bakmağa muvaffak olmadı.

119.     وكم في الوَرَى مِثلي أماتتْ صَبَابَةً

            ولوْ نَظرتْ عطْفَاً إليهِ لأحْيَتِ

Benim gibi çok kimseleri sevgi yüzünden, aşk için o sevgiliyi öldürdü. Eğer onlara merhametle bir kere nazar etse tamamen ihyâ edip maksada kavuştururdu.

120.     إذا ما أَحلَّتْ في هواها دَمي فَفي

            ذُرَى العِزّ والعلْيَاءِ قَدري أحلَّتِ

Sevgilim arzusu için benim kanımı helâl kılarsa benim kadir ve kıymetimi izzet mertebelerinin en yükseğine çıkarır.  [Benim zâtımı ve sıfatlarımı bu yok etme ve helâk etme sebebiyle yükseltir. (Damla gibi ki, denizde yok olunca denizin bütün sıfatları onun sıfatları hâline gelir).]

121.     لَعَمْري وإن أتْلَفْتُ عُمري بِحُبِّها

            رَبِحْتُ وإن أَبْلَتْ حشايَ أَبَلَّتِ

Hayâtım hakkı için, eğer ben ömrümü onun sevgisinde telef eylesem fayda elde etmiş olurum. Ve eğer o benim vücûdumu yok etse, ten ve canı hastalıktan arındırıp şifâ verir.

122.     ذَلَلْتُ لها في الحيِّ حَتَّى وَجَدْتُنِي

            وأدنَى مَنالٍ عندهم فوقَ هِمَّتي

Ben onun sevgisiyle sebebiyle zelîl oldum; o kadar ki, onların katındaki en aşağı mertebeyi nefsimin fevkinde buldum.

123.     وَأَخملني وهناً خُضُوعي لهُم فَلم

            يَرَوني هواناً بي محلّاً لِخدمَتي

Tevâzuum, zayıflık bakımından beni öyle isimsiz ve belirsiz hale getirdi ki, onlar beni görmezler; hor ve hakîrlikteki aşırılığımdan dolayı beni bir hizmete lâyık ve değer kabul etmezler.

124.     ومِنْ دَرَجَاتِ العِزّ أمسيْتُ مُخلِداً

            إلى دَرَكَاتِ الذُّلِّ من بَعدِ نخْوَتي

Vuslat erip izzet ve şerefden dereceleri ile vasıflanınca; nefsime büyük bir gurur ve kibir geldiğinde zayıflığa yönelip aşağı indim

125.     فلا بابَ لي يُغشى ولا جاهَ يُرْتَجَى

            ولا جارَ لي يُحْمى لفَقْدِ حَمِيَّتي

[Hallerim tevazu ve alçalmada bu şekilde olunca,] benim kemâlâttan ne kapım var ki ona bir kimse gelip dayansın. Benim ne komşum var ki, benim için muhafaza edilsin. Onun için benim ar ve gayretim tamamen yok oldu

126.     كَأَنْ لم أكُنْ فيهِمْ خطيراً وَلَمْ أزَل

            لَدَيْهِمْ حقيراً في رَخاءٍ وشِدَّةِ

Sanki ben onların içinde ferahlıkta ve sıkıntı da, kadri büyük olmadım ve hakîr ve fakîr olmaktan kurtulamadım.

127.     فَلَو قيلَ مَن تَهوى وصرَّحتُ باسمِها

            لَقيلَ كنَى أوْ مسَّهُ طيفُ جِنَّةِ

Bana deselerdi ki:

Kimi seversin?

Ben de o sevgilimin ismini açıklasaydım; cinli ve şeytan vesvesesi dokunmuş, kinâye yapıyor derlerdi.

128.     ولو عَزَّ فيها الذُّلُّ ما لذَّ لي الهَوى

            ولم تكُ لولا الحُبُّ في الذلِّ عِزَّتي

Eğer sevgilimin aşkında fakr ve zillet yok olsaydı, bana arzu lezzetli gelmediği gibi ve aşk zillette görünseydi benim izzetim de olmazdı.

129.     فحالي بِها حالٍ بعقْلِ مُدَلَّهٍ

            وصِحَّةِ مَجهودٍ وعِزِّ مذلَّةِ

Aşk sultânı vücud ülkemi harab, akıl ve fikrimi perişan ve fânî kılmışsa da, benim halim şimdi o sevgilinin aşkı sebebiyle şaşmış akılla, gücü kuvveti yok olmuş ve zelillikle izzet bulmuştur.

130.     أَسَرَّتْ تمَنِّي حُبِّها النَفسُ حَيثُ لا

            رقيب حِجاً سِرّاً لسِرِّي وخَصَّتِ

Nefsim, ruhuma o sevgilinin aşk temennisini başkalarından gizleyerek aşikâr etti; o sırada akıl rakîbi [ayak bağı] orada yoktu ve nefsim o isteği ruhuma ve kalbime tahsis etti.

131.     فأشفَقْتُ مِن سَيرِ الحديثِ بِسائِري

            فتُعرِبُ عن سِرِّي عِبارةُ عَبرَتي

Nefsim aşk arzûsunu kalbime açınca, o sözün başka organlarıma sirâyet etmesinden ve yabancılar katında gizli olan sırrımın, gözyaşlarımın akmasıyla ortaya çıkmasından korktum.

132.     يُغالِطُ بَعضي عنهُ بَعضي صيانةً

            ومَينيَ في إخفائِه صِدْقُ لَهجَتي

Sevgilinin sırrını korumak için benim kuvvetlerimden bâzısı, diğer bâzılarını yanıltır. Oysa o sırrı gizlemekte benim yalanım, lisânımın doğruluğudur.

133.     ولمَّا أبَتْ إظهارَهُ لجوانِحي

            بَديهةُ فِكري صُنتُهُ عن رَوِّيَّتي

Kendiliğinden içime doğan düşüncem, aşk sırrını bâtınî kuvvelerime göstermekten sakınınca, ben de o sırrı fikrimden ve aklımdan sakladım.

134.     وبالَغْتُ في كِتمانِه فنسِيتُهُ

            وأُنسيتُ كَتمي ما إليهِ أسرَّتِ

Sevgilinin aşk sırrını gizlemede o kadar ileri gittim ki, sonunda o sırrı da unuttum; nefsimin kalbime açtığı sevgiliyi sevme arzusunu gizlemem gerektiği de bana unutturuldu.

135.     فإن أجنِ مِن غرْسِ المُنى ثمَرَ العنا

            فَلِلَّهِ نَفسٌ في مُناها تمَنَّتِ

Eğer ben arzularımın ağacından belâ ve sıkıntı meyvesi toplarsam korkum yoktur. Zîrâ Allah hakkı için, o ne hayrete layık nefstir ki arzû ve maksadı uğrunda belâ ve sıkıntıya sabretti.

136.     وأَحلى أَماني الحُبِّ للنَّفسِ ما قَضَت

            عَناها بهِ مَنْ أذكَرَتْها وأنسَتِ

Aşktan, nefsime hâsıl olan arzûların en tatlısı, nefsimi ayırıp hasretine ulaştıran şeyi vuslattan sonra da nefsime, kendisini ve arzûsunu da tamâmen unuttursun. [Ayrıca ona arzûsunu unutturmuş, hattâ kendisini ve benliğini vücud karışıklığından ve arzû bağından kurtarsın.]

137.     أَقامتْ لها مِنِّي عليَّ مُراقِباً

            خَواطِرَ قَلبي بالهوى إن ألَمَّتِ

Sevgilim nefsimi kalbimin havâtırının gelmesi konusunda murâkabe ve muhâfaza altında tutarak, nefsânî kuvvelerimden sevgisini korumak için hevâsına yerleştirdi.

[Eğer benim kalbim onun sevgisiyle bana gelseydi, sevgili, aşkı için benden benim üzerime bir muhâfız dikerdi de başkasına ilgi gösterip göstermeyeceğimi gözetirdi.]

138.     فَإنْ طَرَقتْ سرّاً مِنَ الوَهمِ خاطِري

            بِلا حاظِرٍ أطرَقْتُ إجلالَ هَيبَةِ

Eğer, bir mâni olmaksızın, vehim ve akıldan gizli olarak bir gece sevgilinin hâtırası kalbime gelse, ben onun pek yüce ululuk ve heybetinden dolayı başımı önüme eğerim ve gözlerimi yeryüzünden yukarı kaldıramam.

139.     ويُطرَفُ طرْفي إِن هَمَمْتُ بِنَظرَةٍ

            وإن بُسِطَتْ كفِّي إلى البَسطِ كُفَّتِ

[Bu beyit bir soruya cevaptır:

Niçin sevgilinin cemâlini müşâhededen bakışını çevirirsin?]

Eğer ben sevgilimin cemâline nazar etmeğe niyet etsem, benim gözüm heybetten çevrilir, eğer ben onunla konuşmaya çalışsam büyüklüğünden dolayı benim bu teşebbüsüm men edilir.

140.     فَفي كُلِّ عُضْوٍ فيَّ إقدامُ رغبَةٍ

            ومِنْ هَيبةِ الإِعظامِ إحجامُ رَهبَةِ

Benim her bir organımda sevgilim tarafına yöneliş vardır. Zîrâ bütün organlarım onun aşkıyla boyanmıştır. Onun azametinin heybetinden, korkumun men'i vardır ki onun yakınlık ve vuslatına o korkunun engeli oluyor.

141.     لِفِيّ وسَمعي فِيَّ آثارُ زَحْمةٍ

            عليها بَدَتْ عِندي كإيثارِ رَحمَةِ

Vücûdumdaki kulağım ve ağzım için o sevgilinin zikri veya onun zahmeti konusunda darlık ve sıkıntı belirtileri var. Öyle ki her biri hissesini almak için lütuf ve rahmeti seçerler, yine rahmete koştukları gibi zahmetine veya zikrine de koşarlar.

[Benim kulağım ve ağzım için sevgilinin zahmeti üzerine sıkıntı ve darlık belirtileri var veo zahmet benim yanımda zâhir iken onlar rahmete yöneliyorlar. ]

142.     لِسانِيَ إن أبدى إِذا ما تَلا اسمَها

            لهُ وصفُهُ سمْعي ومَا صَمَّ يَصمُتِ

Dilim, sevgilimin ismini söylediği sırada; kulağım, onu dinlerken sağır olmadan ve sözlerini dinleme iştiyâkı varken, dinlemek ve kavramak olan vasfını kendisine izhar etse, dilim merhameten sükût eder. [Ta ki dertli kulak sevgilinin sözünden lezzet bulsun ve coşsun diye.]

143.     وأُذْنيَ إن أهدَى لِسانِيَ ذِكرهَا

            لِقلبي ولم يستَعبِدِ الصَّمتَ صُمَّتِ

Eğer benim dilim zevkten dolayı sevgilimin zikrini kalbime hediye etse dilim sükûta mâlik olmadan kulağım sağır olur ve o dilime olan büyük merhamet ve şefkatinden dolayı kendi payını ona ikram eder.

144.     أَغارُ عَلَيها أن أهيمَ بحُبِّها

            وأعرِفُ مِقداري فأُنكِرُ غَيرَتي

Ben öyle bir sevgiliyi kıskanırım ki, onun aşkıyla şaşkın hale gelirim, sonra da Ben kimim ki, onun âşık ve hayrânı olayım ve onu kıskanayım! Bu sebeple kendi kıskançlığımı da inkâr ederim.

145.     فتُختَلسُ الرُّوحُ ارتياحاً لها وما

            أُبَرِّئُ نفسي من تَوَهُّمِ مُنْيَةِ

Benim rûhum neş'eye vesîle olduğundan dolayı sür'atle sevgilime sürüklenir, ben nefsimi arzû ve murad kuruntusundan temizleyemedim. Zîrâ görmek arzûsu nefse âit işlerdendir.

146.     يَراها على بُعدٍ عَنِ العَينِ مسمَعي

            بطَيْفِ مَلامٍ زائرٍ حينَ يَقظَتي

Benim kulağım beni ziyâret eden kötüleyicinin hayâli vâsıtasıyla, gözden uzak olmasına rağmen uyanıkken dahi sevgiliyi görür.

[Yâni ne zaman ki benim kulağım, sevgilinin zikrini, beni ziyâret eden kötüleyiciden dinlese, sanki onun hayâli gözümde canlanır ve o kötüleyici, kendisini zikr eyledikçe, tıpkı gözümün görmekten lezzet alması gibi, kulağım ondan son derece zevk alır.]

147.     فيغْبِطُ طَرْفي مسمَعي عِندَ ذِكرها

            وَتَحْسِدُ ما أَفنتْهُ مِنِّي بَقِيَّتي

[Sevgilimin zikri sırasında gözüm kulağımı kıskanır ve der ki: ]

Keşke ben kulak olaydım ve sevgilinin can bahşedici sözünü dinleyeydim.

[Kulak da müşâhede sırasında gözü, kıskanır ve şöyle der:]

Ah keşke onun yok ettiği ben olaydım.

148.     أمَمْتُ أَمامي في الحَقيقَةِ فَالوَرى

            وَرائي وكانَت حَيثُ وجَّهتُ وِجهَتي

Sevgilide fânî ve aradan ikilik kalkınca, hakikat âleminde ben önde imam oldum, âlem halkı benim arkamda durdu. Sevgilim ise her nereye yüzümü döndürdümse oradaydı.

149.     يَراها إِمامي في صلاتيَ ناظِري

            وَيشهدُني قلبي أمامَ أئِمَّتي

Gözüm sevgilimi, namazımda kendisine uyduğum imamım olarak görür. (Hemzenin fethasıyla olursa: Benim gözüm sevgiliyi, namazımda önümde görür) Benim kalbim de beni, önde imam olanların imamı ve kendisini görür.

150.     ولاَ غرْوُ إِنْ صَلَّى الإِمامُ إليَّ إِنْ

            ثَوَتْ في فؤادي وهْيَ قِبلةُ قِبلتي

İmam ve bütün halk, hakîkatte benim canıma yönelip namaz kılarlarsa bunda şaşılacak bir şey yoktur. Şu bakımdan ki, sevgili benim kalbimde ikâmet edip yerleşti. Halbuki sevgilim, şerîate göre yöneldiğim Kabe'nin kıblesidir.

[Durum böyle olunca, elbette her imam Kâbe'ye yöneliktir, Kâbe Cenâb-ı Hakk'a yöneliktir; Cenâb-ı Hakk ise "Ben yere göğe sığmam, fakat mü'min, müttaki, temiz, verâ sahibi kulumun kalbine sığarım"  kudsî hadîsi hükmünce benim kalbimde bulunmaktadır. O halde gerçekte herkesin teveccühü ve namazı benim canıma olur. Onun içindir ki Hasan Harakâni buyurur: "Beni tanırsanız bana secde edersiniz"]

151.     وكُلُّ الجِهاتِ السِّتِّ نَحوي تَوَجَّهتْ

            بما تَمَّ من نُسْكٍ وَحجٍّ وعُمرَةِ

Kâbe altı cihetiyle, fer'in asla teveccühü gibi benden tarafa yönelmiştir; kendisinde olan şeylerin hepsi ile nüsük; [tavaf, vakfe, ihram, sa'y, taş atma] hacc ve umre olarak ne varsa cümlesi benden tarafa yönelmiştir.

[Zîrâ bunların hepsinin yönelişi Hakk'adır ve Hakk benim kalbimin arşını kaplamış olup, ikilik ortadan kalkmış, vücûdum arşullah ve kalbim beytullah olmuştur. O halde bütün bu eşyânın ibâdetleri ve yönelişi benim tarafımadır.]

152.     لها صَلَواتي بالمَقامِ أُقِيمُها

            وأشهَدُ فيها أنَّها ليَ صَلَّتِ

Makâm-ı İbrahim'de veya birlik makamında kıldığım namaz sevgili içindir; ben o namazda, sevgilimin de bana salât ettiğini müşahede ederim.

153.     كِلانا مُصَلٍّ واحِدٌ ساجِدٌ إلى

            حقيقتِهِ بالجمعِ في كُلِّ سجدَةِ

Cem' makamında olan hakikate her secdede, biz ikimiz yâni sevgilim ve ben tek namaz kılıcı ve secde ediciyiz.

154.     وما كان لي صَلَّى سِوايَ وَلَم تَكُن

            صَلاتي لغَيري في أدا كُلِّ رَكعَةِ

Musallî ve musallâ (namaz kılan ve kılınan), cem' hükmüyle "bir" oldu ve benim için salât edip namaz kılan benden başkası olmadı ve her rekâtın edâsında salâtım da benden başkasına olmadı.

155.     إِلى كَم أُواخي السِّتْرَ ها قد هَتَكتُهُ

            وحَلُّ أُواخي الحُجبِ في عَقدِ بَيْعَتي

Daha ne zamânâ kadar örtüye ve hicâba sarılacak ve beşeriyyet perdesiyle hakikatin yüzünü örteceğim? Haberin olsun ben onu yırttım! Zaten örtü bağlarının çözülüp açılması benim ezeldeki bîat ahdimde vardır.

156.     مُنِحْتُ وَلاها يومَ لا يوْمَ قبل أَن

            بدَتْ عند أخْذِ العهدِ في أَوَّلِيَّتي

Sevgilinin aşkı bana öyle bir günde verildi ki,  o zaman bizim bildiğimiz, geçmiş, gelecek ve hal ile vasıflanan günler yoktu. Hattâ zemin, zaman, kevn ve mekân da henüz ortaya çıkmamıştı; ahd ve mîsâk sırasında sevgilinin vücûdunda zâhir olmasından  da önceydi.

[Nitekim Hz. Mevlâna da mârifetli bir gazelinde bu mânâya işâret eder:

"Dünyâda bağ, şarap ve üzüm yokken, Lâ-yezâl olan Allah'ın şarâbı ile canımız sarhoş idi. O, ben, ben de O idim. Ben sâkî idim, O büyük kadehi sabaha kadar içti durdu."]

157.     فَنِلْتُ وَلاها لا بِسَمْعٍ وناظِرٍ

            ولا بِاكتِسابٍ واجتِلاب جِبِلَّةِ

Sevgilimin aşkı bana ahd ve mîsâk âleminden önce verilince, ben onun sevgisine ve arzusuna nâil ve vâsıl oldum. Bu işiterek ve görerek olmadığı gibi fıtrat ve yaratılışımın çekişiyle de olmuş değildir.

[yâni, bendeki başka bir vasfın onun aşkını kazanmasıyla veya kulağım onun sözünü işitip, gözüm onun cemâlini görmek sûretiyle sevmedim. ]

158.     وهِمتُ بها في عالَمِ الأمْرِ حيثُ لا

            ظُهورٌ وكانت نَشوَتي قبلَ نَشأَتي

Ben sevgilimin aşkıyla âlem-i emrde sarhoş ve kendimden geçer oldum. Şu şekilde ki, benim zat ve sıfatlarım zuhûr etmemişti; onun aşk şarâbından benim sarhoş olmam, bu mizâcî sûretlerimin şehâdet âleminde zuhûr etmesinden önce idi.

159.     فَأَفني الهَوى ما لم يكُنْ ثَمَّ باقِياً

هُنا من صِفاتٍ بينَنَا فاضمحلَّتِ

Orada hevamı kaybolup o aşkla kendimden geçmiştim. Sonra beşeriyet mertebesinde ise, benimle sevgilim arasında perde teşkil eden beşerî sıfatlarımı da sevgilinin arzû ve sevgisi yok etti.

160.     فألفيْتُ ما ألقَيتُ عنِّيَ صادراً

            إليَّ ومنِّي وارِداً بمَزيدَتي

Benim beşeriyet sıfatlarım fenâ mertebesinde benden yok olduysa da, kendimden uzaklaştırdığım o sıfatları, [bakâbillâh] mertebesinde yine kendime dönücü ve bana âit buldum; ziyâdesiyle olarak zâtımdan yine bana gelici buldum.

161.     وشاهدتُ نفسي بالصِّفاتِ الَّتي بها

            تحجَّبْتِ عنِّي في شُهودي وحِجْبتي

Ben nefsimin hakikatini ve zâtımın bâtınını örtülmüş hâlini, kendileri sebebiyle kendimden perdelendiğim sıfatlarla müşâhede ettim.

162.     وإنّي الَّتي أحبَبْتُها لا مَحالَةً

            وكانت لها نفْسي عليَّ محيلَتي

Kendimin, sevgilime şeksiz şüphesiz âşık olduğumu gördüm. Hâlbuki nefsimin sevgiliyi bilmesi, onun ayn-ı zatı üzeredir. Yâni Sevgilim benim zâtım üzre havâle ediyordu.

[Sevgilim bana şöyle dedi: Eğer beni bilmek ve beni görmek istersen; (Zâriyât, 51/21). "...kendi nefislerinizde de öyle. Görmüyor musunuz?"]

163.     فَهَامَتْ بها من حيْثُ لم تدرِ وهي في

            شُهودي بنفس الأمْرِ غير جَهو لةِ           

Ben zâtını bilmenin ma'rifetini nefsim üzerine havâle edince, o sevgiliyi bilmediğinden, onu kendi zâtı ve aynı olarak göremediğinden dolayı şaşkınlığa düştü.

[Görüş sırasında, ikilik kalkıp aralarında ayrılık yok olunca]  şimdi nefsim işin aslını bilmektedir, câhil değildir.

[Sevgilim, benden ayrı ve benim zâtımdan başka değildir.]

164.     وقد آنَ لي تفصِيلُ ما قُلتُ مُجملاً

            وإجمالُ ما فصَّلْتُ بسطاً لبَسطتي

Evvelce özet olarak zikrettiğim sırları tafsil etmek ve tafsil eylediğim şeyleri de icmal etmemin artık vakti geldi.

165.     أفادَ اتِّخاذي حُبَّها لاتّحادنا

            نوادِرُ عن عادِ المُحبِّينَ شَذَّتِ

İttihad [birleşmek] ten ötürü sevgilinin sevgisini almam/ kabul etmem âşıkların âdetleri dışında nice nâdir işleri ifâde etti. Bu yüce tâife arasında "ittihâd"dan murad, iki zâtın bir zat olması demek değildir.

[Fahr-ı Râzî rahimehullah der ki: Eğer bir şeyin birleşmesi farz edilse, birleşme hâsıl olunca ya ikisi birlikte fânî olur veya biri fânî biri bâki olur. Eğer ikisi birlikte bâki olurlarsa, aralarında ikilik olur, birleşme olmaz. Eğer her ikisi de fânî olsalar, Hakk dâimâ bâki olduğu için yine birleşme olmaz. Eğer biri bâki biri fânî olsa, yine birleşme olmaz, zîrâ var olan, yok olanın kendisi olmaz. O halde birleşme bâtıldır.]

166.     يَشي لي بيَ الواشي إليها ولائِمي

            عليها بها يُبْدي لديها نَصيحتي

Gammazlayıcı benim için koğuculuk yapar ve bana yardım eder. Sevgilime olan gammazlığı ve onun aşkı üzere beni kötüleyen ona yardım eder ve onun yanında bana nasîhatte bulunur.

167.     فأُوسِعُها شكراً وما أسلفَتْ قِلىً

            وتَمنحُني بِرّاً لصِدقِ المحبَّةِ

Hal böyle olunca, ben sevgiliye çokça şükürde bulunurum. [Ben, cem' mertebesine ulaşarak, tefrika/ayrlık/ikilik makamından kurtulunca,] bu halden önce beni sevgiliye ulaşmaktan alıkoyan kötüleyici ve gammazlığınız, belki de aşk ve sevgi takdir etmiş ve sevgideki sıdkımdan dolayı bana dâimâ hayır ve ikramda bulunmuştur.

168.     تَقرَّبْتُ بالنَّفْسِ احتِساباً لها ولمْ

            أكنْ راجياً عنها ثواباً فأدنَتِ

Sevgiliye yakınlık olsun diye nefsimi kurban ederek, nefsin arzûsuna karşı koyup [onun zevk aldığı ve ülfet ettiği şeyleri izâle etmek sûretiyle] sevab olarak kendi dışında bir şey ümit etmedim. [sâdece onu istedim.]

169.     وقدَّمْتُ مالي في مآليَ عاجلاً

            وما إن عساها أن تكونَ مُنِيلتي

Talep maksadıyla çabucak son bulucu olduğu için dünyâya ve içindekilere bakmadım. Lâkin âhiretin devam ve bakâsına rağbet ettim; sâlih ameller ve rızâya vesile olacak işlere sarıldım.

170.     وَخَلَّفْتُ خَلفي رؤيتي ذاكَ مخلِصاً

            ولستُ براضٍ أن تكونَ مَطيَّتي

Samîmî ve hâlisâne bir şekilde bunları görmeyi de arkamda bıraktım, terk ettim, bunlarla ilgimi kestim. Bununla birlikte, cânânın rızâsı uğrunda kurban ettiğim nefsimin bana âhirette binek olmasına râzı değilim

171.     ويمَّمنا بالفَقْرِ لكِنْ بوَصْفِهِ

            غَنِيتُ فألقَيْتُ افتِقاري وثروتي

Tam bir "fakr" ile, [yâni zahiren ve bâtınen; ameller, fiiller, makamlar ve hallerden kendimde bir şey görmemek sûretiyle,] sevgilime ulaşmaya niyet ettim; fakat o fakrın vasfıyla yâni tam fakr hâsıl olunca Hakk'ın sıfatlarıyla zengin oldum.

[fakr sıfatıyla zengin olunca, gördüm ki fakr ile sıfatlanmış olmak da bir bakıma vücud /varlık isteyici olmaktır.]

172.     فأثنَيتَ لي إلقاء فَقريَ والغِنى

            فضيلةَ قَصدي فاطرّحْتُ فضيلتي

Hakikatiyle tahakkuk eden fakr ve zenginlik kendimde oldu. sanki bir yönden benim niyet ve yönelişime fazilet katınca bu fazileti dahi attım.

173.     فلاحَ فَلاحي في اطّراحي فأصبحَتْ

            ثَوابي لا شيْئاً سِواها مُثِيبتي

[Fakr ve gınayı atmaktan hâsıl olan fazileti de atınca,] hemen arkasından felâh nûru ve kurtuluş aydınlığı parladı ve Hz. Müsîbim  [İsâbetli, yanılmayan, doğru sevgili * Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellemin isimlerinden birisi] bana sevab oldu ve o sevgiliden başka, bana bir sevab kalmadı.

[(Fakr tamamlanınca o Allah'tır) sırrı doğru "Lâ mevcûde illallah" nûru parıldadı.]

174.     وظِلْتُ بها لا بي إليها أدُلّ مَن

            بِه ضَلّ عن سُبْل الهُدى وهيَ دَلّتِ

Ben kendi kudret ve kuvvetimle değil, sevgilinin yardımı ve hidâyeti sebebiyle, hidâyet yolundan ayrılmış olan kimseyi sevgiliden tarafa gitmek üzere delil ve yol gösterici olmuştum. Oysa, hidâyet ve yol gösteren ben değilim, sevgilimdir.

["Onun sem'ı ve basarı olurum" sözü gereği bir âlet gibiyim. O halde benim irşad ve hidâyetim aynı onun hidâyetidir.]

175.     فخَلّ لها خلّي مُرادَكَ مُعْطِياً

            قيادَكَ مِن نَفسٍ بها مُطمئِنّةِ

İrâde yularını, istek ve inkıyad [boyun eğme] gemini sevgiliye ve onun mazharı [şerefi] olan saâdet sâhibine vermezse, [nefsânî hazlardan tamâmen soyunup] sükûn bulmuş olan nefsime âit irâde yularını ona ve ona delil olan büyüklere vererek isteklerini terk et.

176.     وأمْسِ خليّاً من حُظوظك واسمُ عن

            حضيضِكَ واثُبتْ بعد ذلك تنُبتِ

Nefsânîyet çukurundan sevgiliye ulaşma zirvesine çık. Bu hususta kararlı ve zorluklarına karşı sabırlı ol. Tâ ki büyüyüp ve vücud ağacından birlik meyvesi bitsin.

177.     وسَدّدْ وقارِبْ واعتصِم واستقم لها

            مُجيباً إليها عن إنَابَةِ مُخْبِتِ

İşlerinde ve hallerinde doğruyu ve doğruluğu benimse, huzur ve murakabeyle sevgiline yakın ol. Bu doğruluk, yakınlık, i'tisam ve istikâmetin, sevgilinin dâvetine icabet ederek olmalıdır ve [bu icabet alçalmış olan kimsenin dönüşünde daha ileri bulunmalıdır.]

178.     وعُد من قريب واستجب واجتنب غداً

            أُشَمّرُ عن ساقِ اجتِهادٍ بنهضَةِ

Sevgilin dâvetine icâbet et ve gecikmekten sakın ki yarın ben engel ve ilgilerden sâlim olan âni doğruluş ve kuvvetimle gayret ve çalışma bacağının paçalarını sıvarım. Ve tevbe ve inâyetimle Cenab-ı Hakk'a yönelirim.

179.     وكن صارماً كالوقت فالمقتُ في عسى

            وإيّاك عَلاّ فهْيَ أخطَرُ علّة

Her vakitte nefsin üzere emirleri yerine getirmede kestirip atan kılıç gibi ol. Zîrâ عسى (keşke ne olurdu..) demede büyük buğuz/illet vardır. [hele şimdi yiyip içelim, tevbe kapısı açıktır demekte şiddetli günah vardır.]

180.     وقُمْ في رِضاها واسْعَ غير مُحاوِلٍ

            نشاطاً ولا تُخلِدْ لعَجْزٍ مُفَوِّتِ

Sevgilinin rızâsını istemede sevinç istemeksizin vuslat yolunda çalış ve gayret göster. Zîrâ nefsânî sevinç ve ferahlık istemek, birçok zevkten alıkor.

181.     وسِرْ زمناً وانهض كسيراً فحَظّك ال

            بَطالَةُ ما أخَّرْتَ عزْماً لِصِحّةِ

Nefis tabiat arzusuyla kayıtlı olduğuna göre, mizâcı bozuk hasta gibidir ve mânevi sıhhat ve ruh selâmetinden uzaktır. Eğer hastalıkların galebesi sırasında tamâmen gaflete dalıp tedbir ve ilâca başvurmazsa, hastalık baskın çıkarak mizâcını yok eder ve onu öldürür.

182.     وَأقِدمْ وقَدّمْ ما قعَدْتَ لهُ معَ ال

            خوالِف وَاخرُجْ عن قيود التّلفّتِ

Fânî ilgileri kesmekte acele et Kendileri için sevgili yolundan geri bırakan [malı, mevkii, haşmeti ve lezzeti ver,] elinden çıkar ve engel olucu, alâka çekici şeylere yönelmek kaydından kurtul.

183.     وجُذّ بسيْف العَزْم سوفَ فإن تجُد

            تجِد نفَساً فالنفسُ إن جُدتَ جَدّتِ

Ne zaman ki nefsin atlatma ve bahâne arayışı sana mâni olursa kararlılık kılıcıyla onu kes ve sür'atle ve mahcûbiyetle sevgiliye yönel. Nefis ilgilerinin kayıtlarından, fânî engellerin zorluğundan kurtulursun ve fânî ve cismânî meşguliyetler sebebiyle kaybetmiş olduğun bir büyük kimse olursun.

184.     وأقبِلْ إليها وانحُها مُفلِساً فقدْ

            وصيَتَ لِنُصْحي إن قبِلتَ نصيحتي

Sevgili tarafına yönel. Nasihatimin kabûlü için vasiyetimde birçok faydayı bir araya getirdim. Eğer sen nasihatimi kabul edersen saâdete erişirsin, aksi halde varlıkla bu sırlardan mahrum kaldın demektir.

185.     فلم يَدْنُ منها موسِرٌ باجتِهادِهِ

            وعنها بِهِ لم ينأ مؤثِرُ عُسْرَةِ

[Zirâ iyi işler de işlese çalışması sebebiyle, ] zenginlik ve çalışma vuslat yakınlığına sebep teşkil etmez. Fakrı tercih eden müflis, çalışması ve fakrı sebebiyle sevgiliden uzak olmadı.

186.     بِذَاك جَرَى شَرْطُ الهوى بينَ أهلِهِ

            وطائفةٌ بالعَهْدِ أوفَتْ فوَفّت

Bu yüce zümreden bir grup sözlerinde durarak aşkın şartını tam olarak edâ edip emellerini tamâmen terk edip isteklerinden sevgilide de vaz geçti. ["O zümre sözlerini yerine getirdiler, sözlerinin hukûkunu ve sevgilerinin şartını en iyi şekilde eda ettiler"]

187.     متى عَصَفَتْ ريحُ الوَلا قصفَتَ أخا

            غَناء ولو بالفَقْرِ هَبّتْ لَرَبّت

Aşk rüzgârı şiddet ve kahr ile estiği vakit, başkasıyla zengin olanları kahredip muhtaç ve fakîr hâle getirir. Aşk rüzgârı fakra doğru esince, besleyip büyütür ve ikbâlin doruğuna ulaştırır.

[Meselâ zenginin elinde yanmakta olan bir mum bulunsa, aşığın elinde de yarı yanmış bir odun parçası olsa, aşk yeli "zenginlik" rüzgârının şiddetiyle esince zenginin mumunu darmadağın eder, aşığın odun parçasını ışıklı hâle getirir.]

188.     وأغنى يَمينٍ باليَسارِ جزاؤها

            مُدى القطع ما للوصل في الحب مُدَّت

Sevgiliye bütün vesilelerden boşalmış ve kopmuş olarak teveccüh et. Zîrâ mal-mülkçe çok zengin olan bir elle, sevgilinin vuslatına uzanma durumunda olan elin cezâsı keskin bıçaktır.

189.     وأخلِصْ لهاواخلُص بهاعن رُعونة اف

            تِقارِكَ مِنْ أعْمالِ بِر تزكّت

Amellerini ve hallerini nefsânî şâibelerden şeytânî kuruntu ve vesveselerden, riyâ ve gösterişten ve yanlarında iyi anılman söz konusu olan başkalarını dikkate almaktan sevgili için serap ümid etmekten hâlis eyle, ihlâslı olmayı görmekten bile sâfî ve hâlis ol.

[Ebû Ya'kub şöyle der: "İhlâslarındaki ihlâsı fark etttikleri vakit onların ihlâsları yeni bir ihlâsa muhtaç olur, zîrâ ihlâs, ihlâsı görme hastalığına mâruz kalmış demektir"]

190.     وعادِ دواعي القيلِ والقالِ وانجُ من

            عَوادي دعاوٍ صِدْقُها قصْدُ سُمْعة

Sevgiliye, vuslat gerçekleşmeden söz ve ibârelerle tâlim ve irşaddan sakın, kıyl ü kâl sebep ve vesilelerine düşman ol, dâvâların zulüm ve şerrinden, övünme sözünün fayda ve zararından kurtul. [Nefsin haz duyarak insanlara işittirdiğin her amel riyadır.]

191.     فألسُنُ مَنْ يُدْعى بألسَنِ عارِفٍ

            وقد عُبِرَتْ كل العِباراتِ كَلّت

Âriflerin fesâhat ve belâğatçilerin en güzel konuşanların lisanları;[o hakikat konusunda bütün ibâreleri, işâretleri ve istiâreleri ile]  söz sarf etseler, dilleri tutulur, akılları hastalanırdı.

192.     وما عنه لم تُفْصحْ فإنّك أهلُهُ

            وأنْتَ غريبٌ عنه إن قلتَ فاصْمت

Sâhibi olduğun sırları izhar etmekten sakın, söylediğin takdirde o sırra yabancı ve bîgâne olursun. Söylemek suretiyle ona ehil olmaktan çıkarsan sükût et.

[Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem buyururlar ki: "Hikmeti ehil olmayana vermeyiniz, ona zulmetmiş olursunuz. Onu ehlinden sakınmayınız, ehline zulmetmiş olursunuz".]

193.     وفي الصمتِ سمتٌ عنده جاهُ مسكةٍ

            غدا عبْدَه من ظنَّه خيرَ مُسْكتِ

Ey âşık, sükût hâlinde nefsin âfetlerinden hâli olacağını zannetme. Zîrâ sükûtta alçak bir niyet ve kötü bir yön vardır ki o niyette makam artığı bulunur. Zîrâ nefs sükûtla sebat ve vakar murad edip kibirlenir.

194.     فكن بصِراً وانظُرْ وَسمعاً وعِهْ وكن

            لساناً وقُل فالجَمْعُ أهدى طريقَةِ

[Sükûtta yâni samt sıfatında dedikodu, bunların her birinde bir yönden âfet ve zarar olduğu anlaşılmaktadır.] O halde sen "cem'iyyet" mertebesine sâhip olup mahallinde baştan ayağa göz ol ve bütün mevcûdâta bak; zâhiren ve bâtınen kulak ol, mahallinde rûhânî ve cismânî varlıkları dinle, lisan ol söyle.

195.     ولا تتّبعْ منْ سَوّلَتْ نفسُهُ لَهُ

            فصارَتْ له أمّارَةً واستمرّتِ

Nefsin bâtıl isteklerini güzel gösterdiği kimseye uymaktan sakın. Zîrâ nefsi ona kötülüğü emreder ve emmârelikte güçlü, devamlı ve sağlamdır.

196.     وَدَعْ ما عداها واعدُ نفسَك فهي من

            عِداها وعُذُ منها بأحصَنِ جُنّةِ

Sevgilinin sırlarına tâlip olan ondan başka maddî mânevî ne varsa terket. Nefsin şerrinden ve gürültüsünden en muhkem ve sağlam sipere sarıl.

197.     فنَفْسيَ كانَتْ قبلُ لَوّامَةً متى

            أطعْها عصَت أو أعصِ عنها مُطيعتي

Sevgiliye vuslattan önce nefsim "levvâme" idi. Ne zaman ben sevgiliye itâat etsem, nefsim bana isyan ederdi. Yine ne zaman ki ona isyan olunsa, nefsim bana itâat edici olurdu.

198.     فأوْرَدْتُهَا ما المَوْتُ أيْسَرُ بَعْضِهِ

            وأتْعَبْتُها كيَما تكونَ مُريحتي

Mâdem ki nefse itâat ettikçe isyan edici ve ona isyan ettikçe itâatli olunuyor, ben nefsimi zor riyazetlere, mücâhedelere, zahmetlere yönelttim ki bunların bâzısından ölüm daha kolaydır.

199.     فعادتْ ومهما حُمِّلَتْهُ تحَمّلَتْ

            هُ مِنّي وإنْ خفّفّتُ عنها تأذَّتِ

 [zorluklara yönelttikten sonra] Nefsim levvâmelik mertebesinden tâat ve ibâdet tarafına döndü. Emmâre ve levvâmelikten öylesine döndü ki, bana ne yüklendiyse, nefsim ona tahammül gösterir, hattâ onu iyi karşılardı.

200.     وكَلّفْتُها لا بل كَفَلْتُ قيامَها

            بتكليفِها حتى كَلِفْتُ بِكُلَفتي

Nefsin mükellef tutulmasına kefil oldum. Hattâ nefsim külfet ve meşakkate düşkün hâle geldi. Sevgilinin külfetinden dolayı bir an onsuz olamam.] Zîrâ nefs neye alıştırılırsa onu ister.]

201.     وأذْهَبْتُ في تهذيبِها كُلّ لَذّةٍ

            بإبْعادِها عن عادِها فاطمأنّتِ

Ben nefsimi âdetlerinden uzaklaştırarak dünyevî ve uhrevî haz lekelerinden, ahlâkî ve fıtrî ayıplardan temizlemek sûretiyle bütün maddî ve mânevî lezzetleri ondan giderdim. Böylece levvâmelikten dönüp mutmainne oldu.

202.     ولم يَبْقَ هوْلٌ دونَها ما ركِبْتُهُ

            وأشهَدُ نفسي فيِه غيرَ زَكيّةِ

Nefsin katında korkunç sayılan şeyleri ben irtikâb ettim. O korkulu şeylerin işlenmesinde nefsimin riyâ pisliğinden ve gizli şirkten temiz halde olmadığına da şehâdet ederim.

203.     وكلّ مقام عن سُلوكٍ قطَعتُهُ

            عُبودِيّةً حَقّقْتُها بعُبودةِ

Sülük [aşk yolu] makamlarından, kul olarak katettiğim her makamı, kulluğumla tahkik ve tesbit eyledim.

[Lügatler Lügat bakımından "ubudiyet" ile "ubudet"in farkı yoktur. Ubûdiyet âşıkın sevgiliye vâsıl olmadan önceki kulluğudur, vâsıl olunca ubûdiyet, "ubûdet"e dönüşür; sâlikin her ibâdet ve tâatı korku ve ümitsiz, külfetsiz, zahmetsiz, zevkle ve sevgiliye kavuşma şevki ile olur.]

204.     وصرتُ بِها صَبّا فلمّا تركْتُ ما

            أريدُ أرادَتْني لها وأحبّتِ

Sevgiliye âşık biri idim. Kendi irâdemi terk edince sevgilim beni kendi zâtı için diledi ve sevdi. [Böylece ben "mürid" iken şimdi "murad" oldum ve seven (muhib) ike sevilen (mahbûb) oldum.]

205.     فَصِرْتُ حبيبا بل مُحِبّا لِنَفْسِهِ

            وليسَ كقَولٍ مَرّ نفسي حبيبتي

Ben irâdemi terk edip de sevgilim beni kendisi için isteyerek bana sevgi ettiği vakit ben "sevilen" oldum; Belki de kendi zâtıma seven oldum ve zâtım bana sevgili oldu.

206.     خَرَجْتُ بها عني إليها فلم أعُدْ

            إليَّ ومثلي لا يَقولُ بِرَجعَةِ

Ben vücud evimden sevgilinin sevgisi sebebiyle çıkıp ona ulaştım. Artık kendi beşerî vücûduma dönmedim. Benim gibi vahdet mertebesine vâsıl olan birlik ehli, ayrıldığı vücûduna tekrar dönemez.

207.     وأفْرَدْتُ نفسي عن خُروجي تكرماً

            فلم أرْضهَا منْ بعد ذاكَ لصُحبَتي

Ben şeref ve büyüklük izhârı için, nefsimden çıkışımı görmekten kendimi tecrid ettim. [ Ben kendimi, çıkışı görmekten kerem ve şeref îtibâriyle tecrid ettim.] Böylece mücerred olup nefs tek kaldıktan sonra, onun bana arkadaş olmasına râzı değilim.

208.     وغَيّبْتُ عن إفرادِ نفسي بحيثُ لا

            يُزَاحِمُني إبْداءُ وَصْفٍ بحَضْرتي

Hakîkî birlik tecellîsi bana görünüp beni benliğimden kaybetti ve ben nefsimi tecrid etmekten kayboldum, öyle ki birliğin hakîkatiyle huzûrum sebebiyle bana asla bir vasfın zuhûru zahmet vermez oldu.

[Bu mertebede zâhir olan her sıfat kahır ve lütuf, her neyse, sevgilinin olur ve bu mertebede müşâhede gözleri için "başkalık" söz konusu olmaz. Beşeriyet ahlâkından bir sıfatın zuhûru ona zahmetli gelmez.]

209.     وها أنا أُبدي في اتّحاديَ مَبدَئي

            وأُنْهي انتِهائي في تواضُعِ رِفعتي

Ey âşık uyan ve ayık ol. Ben sevgiliyle olan birliğimin başlangıç hâlini gösteririm ve rif'atimdeki tevâzuumun son mertebesini bildiririm.

[Yani vahdet mertebesiyle yükseldikten sonra, kesret âlemine inip tevâzu göstererek müridlerin terbiyesi ve irşâdı ile memur olduğunu bildirmedir. Gerçekten tenezzül ve tevâzu yükseklikteki kemaldendir ki Allah'ın ve Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellemin halîfesidir.]

210.     جَلَتْ في تَجَليّها الوجودَ لِناظري

            ففي كُلّ مَرْئيٍ أراها برؤيَةِ

Sevgilinin tecellîsinde benim nâzırıma ve temiz gözüme mutlak vücûdunu zâhir eyledi. [Bâsîret gözüm öyle aydınlandı ki "Gördüğüm her şeyde Allah'ı gördüm" ifâdesinin hükmü ile] mevcud görünen her şeyde sevgilimi rü'yetimle görürüm.

211.     وأشهِدْت غَيبي إذ بدتْ فوجدتُني

            هُنَالِكَ إيّاها بجَلوَةِ خَلْوتي

Benim aynım ve bâtınım Sevgilimin tecellî ve zuhuru vaktinde içim ve dışım bana gösterildi. Ben halvetimin celvetinde o makamda zâtımı sevgilinin zâtı buldum. ["Halvet" boş yerin ismidir. Burada murad bâtını ve aynıdır. ]

[“O (Sevgili), ortaya çıkınca bâtınım bana gösterildi. Ben halvetimin celvetinde (iç ahvâlimim zuhûrunda), o makamda zâtımı O’nun zâtı olarak buldum. ”]

212.     وطاحَ وُجودي في شهودي وبِنْتُ عن

            وُجودِ شُهودي ماحيا غيرَ مُثبِت

Vücûdumun karanlığı şühûdumun nûrunda darmadağın ve yok oldu; varlık resmini mahvederek, müsbit [ispat eden] olmaksızın, iç görüşümden ayrıldım, bundan sonra kendimde vücud görmem.

213.     وعانقْتُ ما شاهدتُ في محْوِ شاهدي

            بمَشهدِهِ للصّحْوِ من بَعد سَكرتي

Sarhoşluktan sonra hâsıl olan ayıklık sırasında, görüş ve huzûru sebebiyle gönlümü ve canımı veya zâhirî vücûdumu mahvettiğim şeyi içime aldım ve ona ulaştım.

214.     ففي الصّحوِ بعد المَحْوِ لم أكُ غيرَها

            وذاتي بذاتي إذ تحَلّتْ تجَلّتِ

Sevgilime vâsıl olduğum için, mahv ve fenâdan sonra olan ayılıkta ben ondan gayrı değilim. Benim görülen zâtım, nisbetler ve izâfetlerle kayıtlı vücûdum, sevgilim berâberlik süsü ve birlik zînetiyle zâtıma tecellî edince, diğerlerini yok  etti.

215.     فوَصْفيَ إذ لم تُدْعَ باثنَين وصفُها

            وهيئتُها إذ واحدٌ نحنُ هيئَتي

Aradan gayriyet ve ikilik kalkıp tam vahdet ve birlik hâsıl olup da benim vasfım ikilik ve başkalıkla çağrılmadığı zaman sevgilinin vasfıdır.

216.     فإن دُعيَتْ كنتُ المُجيبَ وإن أكُن

            منادىً أجابَتْ مَن دعاني ولَبّت

İkilik kalkarak gayriyyet yok olunca ve vahdet-i zât-ı hakîkînin güzelliği vücud aynamda görününce, eğer sevgiliye bir murad için duâ edilse, ben duâya icâbet edici olurum.

[Zîrâ sevgilinin halîfesi ve mutlak vücûdun nâibiyim. Benim icâbetim onun icâbeti, benim hidâyet ve korumam onun hidâyet ve korumasıdır.]

217.     وإنْ نَطقَتْ كنْتُ المُناجي كذاك إن

            قَصَصْتُ حديثا إنَّما هي قَصَتّ

Eğer sevgilim konuşsa ve söz söylese o söze sırdaş ben olurum. Aynı şekilde ben bir kıssa anlatıp söz söylesem sevgilim benim kıssam olur.

218.     فقد رُفِعَتْ تاءُ المُخاطَب بَينَنَا

            وفي رَفعِها عن فُرْقة الفَرْقِ رِفْعَتي

Sevgilimle aramızdan hitap te'si kalktı ve yok oldu. Senlik ve benlik zâil oldu. O hitap te'sinin kalkmasında ehl-i tefrika fırkasından ve mahcûbîn zümresinden benim yüksek olma özelliğim vardır, [zîrâ onlar birlik mertebesine ve cem' makamına ulaşmamışlardır.]

219.     فإن لم يُجَوِّزْ رؤيَةَ اثنَينِ واحدا

            حِجاكَ ولم يُثْبِتْ لبُعدِ تثَبُّتِ

Ey tefrika ve çokluk mertebesinde kayıtlı ve ayağı bağlı olan kimse, eğer senin aklın tevakkuf ve ispat etme şartının uzaklığından dolayı ikiyi bir görmeyi caiz kabul etmezse;

220.     سأجْلو إشاراتٍ عليكَ خَفِيَّةً

            بها كعباراتٍ لدَيكَ جَليَّةِ

Öyle görmen sebebiyle sana gizli olan bir takım işâretleri yakında açar ben sana gösteririm. Öyle açarım ki o gizli işâretler senin katında açık ibâreler ve sarih kelimeler gibi vâzıh ve kesin olur.

221.     وأُعْربُ عنها مُغرِبا حيثُ لاتَ حي

            نَ لَبْسٍ بتَبْيانَيْ سَماعٍ ورؤيِة

İkiyi bir görmeyi aklın mümkün görmediyse, ben sana bu rü'yetle gizli olan işaretleri açık ibareler gibi açıklayım, o gizli işaretleri veya ikiyi bir görmeyi garib gösterici olarak, yâni garib bir misal getirerek açıklayayım.

222.     وأُثْبِتُ بالبُرهانِ قَوليَ ضاربا

            مثالَ مُحِقٍّ والحقيقةُ عُمْدتي

İkiliği kaldırmaya, hakîkî tevhîde ve mânevî ittihâda dâir olan sözümü, kat'î burhanlar ve parlak delillerle isbat ederim, bunu muhakkik [İç yüzüne inceliyerek vakıf olan] kimsenin darb-ı mesel getirmesi gibi yaparım. Aslında sahih ilimlerin menşei olan hakîkat benim dayandığım yer ve asıl maksadımdır.

223.     بِمَتْبوعةٍ يُنبيكَ في الصّرعِ غيرُها

            على فَمِها في مَسّها حيثُ جُنّتِ

[Ey mânevi birlik sırrından gâfil olan kimse, ben birleşme ve birlik konusundaki] sözümü sar'alı kadın misâliyle isbat ederim. [Böyle bir kadın kayıp şeylerden haber verir, aslında haber veren o kadın değil, sar'a hâlinde ona yapıştığı zaman] onun ağzından konuşan cindir, o sırada kadın mecnundur.

224.     ومِنْ لُغَةٍ تبدو بِغَيرِ لسانها

            عليهِ براهينُ الأدلّةِ صَحّت

Verdiği haber kadının bilmediği başka bir dille de olabilir. Yâni kadının lisânı Rumca ise Arapça olarak; kadın Arap ise Rumca olarak konuştuğu görülebilir.

[Lügatler cinnin kendisine tâbi olduğu ve metbû yaptığı ve üzerinde tasarrufta bulunduğu kadın demektir, bu hal sevdâ maddesinin ona baskın çıkarak mizâcını bozması şeklinde olur, sonuda sar'aya tutulur. Lügatte bir kimsenin galebesi veya bir hâlin istilâsı ile yere yıkılıp düşmeye derler.

Sar'alının lisânından dökülen sözlere insanların çoğunun itimâdı vardır. Zirâ bâzı kimselerin bir şeyleri kaybolsa veya bir isteği olsa, cincilerden bir üstâda başvururlar; o da ya bir kadını veya bir çocuğu getirip, sonra bâzı efsunlarla cinlere tasarruf edip onu sar'alı hâle getirir. Sonra ona, kaybolan eşyâyı ve arzû edilen şeyleri sorar. O sar'alının dilinden o cin ona cevap verir. Bâzen sar'alı Rum ve Acem olur, ondan konuşan cin Arapça konuşur; bâzen Arap olur, konuşan ise Rumca ve Acemce konuşur. İnsanların çoğu sar'alının bu şekildeki sözüne uyduklarından dolayı sar'alıya "metbûa" denildi.]

225.     وفي العِلم حقا أنّ مُبدي غريبِ ما

            سمِعتَ سواها وهْي في الحُسن أبدت

Sar'a ilminde veya bizim ilmimizde mecâz şaibesi olmaksızın, açık seçik gerçek olarak garib bir mânâ ortaya çıktı; öyle bir garib mânâ ki sen onu sar'alıdan dinlersin, oysa başkasındandır.

[O sar'alı, görünüşte garib mânâyı ve o tuhaf sözü kendisi ortaya koyar gibidir. Lâkin o sözler, o acâip ve tuhaf ifâdeler, her ne kadar görünüş îtibâriyle ondan çıksa da, o sar'alının değildir. Bunu böyle anladınsa, hakkânî vahdet ve rabbânî kuvvet insana tecellî edince, mutlak vücûdun ezici kuvvetinden, insanın sonradan olma sıfatları darmadağın olup kadîm İlâhî sıfatlar onda zâhir olur.]

226.     فلو واحدا امسيْتَ اصبحْتَ واجِدا

            مُنازَلةً ما قُلتُهُ عن حقيقة

[Eğer sen, zâhiren ve bâtınen] bütün varlığından bir ve tek olup izâfetleri ıskat etseydin, münâzele makamında (veya münâzele îtibâriyle) benim dediğim sırları ve hakikatlere âit benim söylediğim sözleri bulurdun.

227.     ولكنْ على الشّرْك الخفيّ عكفْتَ لو

            عرَفتَ بنَفسٍ عن هَدي الحق ضلّت

Hak yolundan sapmış nefis ile gizli şirk üzerine ikâmet eyledin. Sen gizli şirk nedir onu da bilmezsin. Eğer bilseydin dalâletten hidâyete dönüp muvahhid olurdun.

228.     وفي حُبّهِ مَن عَزّ توحيدَ حِبّهِ

            فبالشّرْكِ يَصلى منِهُ نارَ قَطيعةِ

Sevgisinde sevgiliyi birlemek bulunmayan aşk; gizli şirk sebebiyle kesilmesine yanar ve ayrılık ateşiyle kebap olur.

229.     وما شانَ هذا الشأنَ منكَ سوى السّوى

            ودعواهُ حقّاً عنك إن تُمْحَ تثُبت

Bu birlik işini senin zâtından, ikilik ve ayrılıktan başka bir şey ayıplı kılmadı veya birlik işi, mânen, sendeki ayrılıktan başka bir şeyi ayıplı kılmadı. O birlik işini iddia etmen, eğer sen mahvolursan senden gerçekleşir. [Aksi halde mahvolmadığın takdirde iddian şirkin bir çeşididir, bu durumda iddia sahibi müşrik hükmündedir.]

230.     كذا كُنتُ حينا قبلَ أن يُكشف الغطا

            منَ اللَّبْسِ لا أنفّكُّ عن ثَنوِيَّة

İlk zamanlarımda ben de böyleydim. Nice zaman şüphe ve şek perdesi keşfolunmadan ben ikilik şirkinden ayrılmazdım, beşeriyet perdesi ve ikilik körlüğü kalkınca anladım ki, birleyen ve birlenen, kasdeden ve kasdedilen, gören, görülen ve gösteren hepsi O'dur.

231.     اروحُ بفَقْدٍ بالشّهودِ مؤلِّفي

            وأغْدو بوَجْدٍ بالوجودِ مُشَتّتي

İkiliğin kaybolması sebebiyle ben zâtımı toplarım, bu ikiliğin kaybolması şühûdum sebebiyledir. Vücûdumu bulduğum için kendimi dağıtırım. kendisizlik) birleşmeyi mûcib iken, kendine önem vermek (beşerî vücud kesret) ikiliği ve dağılmayı gerektiricidir.

232.     يُفرّقُني لُبّي التِزاما بمَحضَري

            ويَجمعُني سَلْبي اصْطلاماً بغيبتي

Aklım hazır bulunduğu her vakitte beni ikiliğe ikiliğe yöneltir. Aklı kaldırmam kaybetmem, yakıp helâk ederek vücud ve şühûdumu yok etmem sebebiyle beni cem' eder [ikilikten kurtarır].

233.     أخال حضيضي الصّحو والسكر معرجي

            إليها ومَحوي مُنتَهى قابِ سِدرتي

Benim ayıklığım ve aklı başında oluşum alçak ve aşağı mertebede oluşumdur. Benim sarhoşluğum, sevgiliye yükselişim ve zirve mertebemdir. Gene sanırdım ki, benim vücûdumu mahvetmem makam ve menzillerin en son noktasıdır, hayret ve tereddüdümün nihâyetidir ve seyr ü sülükte bunun ötesinde imkân yoktur.

234.     فلمّا جلَوْتُ الغَينَ عنّي اجتَلَيْتُني

            مُفيقا ومنّي العَينُ بالعَين قَرّتِ

Ben ince perdeyi ve örtüyü açıp, gayriyetten zât aynamı iyice temizleyince, kendimi ikilik  sarhoşluğundan ayık olarak gördüm; gözüm zâtımı görmek sûretiyle aydınlandı. Böylece zâtımın hakîkati bana apaçık göründü ve "gayr" sandığım da "ayn" olup vahdet-i zâtım ortaya çıktı.

235.     ومِن فاقتي سُكراً غَنيتُ إفاقةً

            لدى فَرْقيَ الثَاني فجَمْعي كوَحْدتي

Ben ayıklığımdan dolayı ben sekre muhtaç olmaktan kurtuldum. Ki o ayıklık bana, halkın anlayışından uzak olan farktan hâsıl oldu. [ O ayılma bana, cem'den sonraki fark olan ikinci farkta hâsıl oldu.]

236.     فجاهدْ تُشاهدْ فيكَ منكَ وراءَ ما

            وصَفْتُ سُكوناً عن وجُودِ سَكينَة

Eğer benim zikreylediğim hallerin ve mertebelerin müşâhedesini istiyorsan çalışıp çabala; nihâyet benim vasfettiğim haller ve makamların ötesinde olan şeyleri ve sırları kendi zâtından müşâhede eyle. Söz konusu bu sırlar vücûd-ı sekîne ve kâmil yakînden hâsıl olan sükûn ve tuma'nînettir.

237.     فمِن بعدما جاهدتُ شاهدتُ مَشهَدي

            وهادِيّ لي إيَّايَ بل بيَ قُدْرَتي

Ey âşık, mücâhede eyle ki müşâhedeye ulaşasın, deyişim şunun içindir: Çünkü ben; maksadımı, mücâhede ettikten sonra müşâhede ettim ve bana delil ve hidâyet edici olanı yine bana delâlet eder gördüm.

[Hayır böyle değil, belki kendi zâtıma uyduğumu gördüm. Her ne kadar zâhiren başka birine iktidâ edersem de hakikatte uyan ve uyulan yine benim, hidâyet eden ve edilen yine kendi zâtımdır.]

[Ey âşık, eğer bu sırra vakıf olmak istersen ve benim maksad ve gâyem nedir duymak dilersen, mücâhede ettikten sonra müşâhede edersin ki benim meşhedim banadır, benim hâdî ve delilim yine banadır, hattâ benim uyuşum kendi nefsimedir, başka değildir. Benim uymuş olduğum tek hakikattir ki nice aynalarda görünmüştür.]

238.     وبي موْقِفي لا بلْ إليَّ تَوَجُّهي

            كذاكَ صَلاتي لي ومِنِّيَ كَعْبتي

Mücâhededen sonra müşâhede eylersin ki benim her yerde vukûfum yine banadır. Veya Arafat'ta durduğun yer ve duruşun benimle kâimdir. Hayır, belki de benim zâhir kıblesine yönelişim gerçekte yine banadır. Yine benim sevgilim için yaptığım ibâdet ve tâatlar, kıldığım namaz yine benim içindir. Kendisine yönelinen Kâbe benim eczamdan bir cüzdür ve benden sâdır olmuştur.

239.     فلاتَكُ مَفْتُوناً بحُسْنِكَ مُعْجباً

            بنَفْسِكَ مَوْقوفاً على لَبْسِ غِرة

Ey âşık iyi hâline meftun olma, nefsinle gururlanıp kibirlenme; hicab, gaflet ve gurûra bağlanıp kalma, ta ki zâtının hakikatinden haberdar olasın.

240.     وفارقْ ضَلالَ الفَرْق فالجَمْعُ مُنتجٌ

            هُدى فِرْقَةٍ بالاتّحَادِ تَحَدَّت

Ey âşık, ikilik dalâletinden uzaklaş ve ayrıl ki bunlar çokluk alâkaları ve sûret engelleridir ve cem' ve birlik mertebesine tâlib ol, zîrâ "cem"' ittihadları sebebiyle birlik mertebesine yönelenlerin doğru yolu bulması sonucunu doğurur.

241.     وصرّحْ باطْلاقِ الجَمالِ ولا تَقُل

            بتَقْيِيِدِهِ مَيلاً لِزُخْرُفِ زِينَة

 Sevgilinin cemâlini mutlak kılmayı açıkça yap. Ödünç ve hayâli süslere meylinden ötürü, mutlak cemâlin muayyen sûret ve hey'etlerden biriyle kayıtlanmasına meyletme ve inanma.

[Ödünç her şey mutlaka ödünç alandan ödünç verene geri döner. Arif odur ki ödünç tâlibi olmasın. Zîrâ çabuk son bulur. Cemâlin aslı olan mutlak cemâl zevalsiz ve sonsuzdur. İşte O'na âşık ve tutkun halde olmak gerektir. Tâ ki sonunda mahrum ve zarar görmüş olmasın]

242.     فكُلّ مَليحٍ حُسنُهُ منْ جَمالها

            مُعارٌ لهُ بل حُسْنُ كلّ مَليحِة

Ey âşık, her güzelin güzelliği, her latîfin letâfeti sevgilinin güzelliğinden ödünç alınmadır. Bütün güzellerin ve sevgililerin güzelliği de o sevgilinin mükemmel güzelliğinden âriyettir.

243.     بها قَيسُ لُبْنى هامَ بل كلّ عاشق

            كَمجنون لَيلى أو كُثَيّرِ عَزَّة

Sevgilinin cemâli sebebiyle, Lübnâ'nın âşıkı olan Kays şaşkın ve hayran oldu. Hattâ bütün âşıklar sevgilinin cemâli sebebiyle şaşkın hâle geldi. O âşıklar Leylâ'nın Mecnûn'u olsun, Azzete'nin Küseyyir'i olsun, hepsi onun cemâlinin parlaklığını mezâhir aynasında görerek o parlaklığa âşık ve mübtelâ oldular.

244.     فكُلُّ صَبا منهُمْ إلى وَصْفِ لَبْسِها

            بصورةِ حُسنِ لاحَ في حُسنِ صورة

Zîrâ bunlardan her birisi sevgililerin güzellik aynasında ve güzellerin cemâlinde güzellik elbisesi şeklinde, güzel bir biçimde, sevgilinin görünen sıfatına mâil oldular. Bütün bu sevgililer, gerçek sevgilinin cemâlinin aynasıdır.

245.     وما ذاكَ إلاَّ أن بدَتْ بمَظاهِرٍ

            فظَنُّوا سِواها وهي فيها تجَلَّتِ

O vasıflar zâhiri giyinme değildir. Ancak sevgilinin muhtelif aynalarda zâhir olmasıdır. Mecaz âşıkları, güzellerin yüzünde o cilve ve nazı görünce, o güzelliğe âşık oldular. Zannettiler ki görülen güzellik, onlarındır. Oysa ki tecellî eden hakîkî sevgilimdir. 

246.     بدَتْ باحْتِجابٍ واختَفَتْ بمَظاهر

            على صِبَغِ التَّلْوينِ في كلّ بَرْزَةِ

Sevgili, zatlar ve kâinatla perdelenmek sûretiyle zâhir oldu, varlıkların görüntüleriyle örtünüp gizlendi. [İlâhî isimler kâinattaki görünüşlerde çeşitli renklerde ortaya çıkmış] boyası, gök ve yer ahâlisinin üzerine her bir zattan her zuhûr ve görünüşte ortaya çıktı.

247.     ففي النَّشأةِ الأولى تَرَاءتْ لآدَمٍ

            بمَظْهَرِ حَوَّا قبل حُكم الأمومة

Sevgili, neşe-i ûlâda yani Âdem ve Havvâ'nın yaradılışının başlangıcında Adem'e, çocuklarına anne olmazdan evvel Havvâ ile zâhir oldu. Âdem Havvâ'nın vücûdunda bu güzellik ve cemâli müşâhede edince sevgi ve şevkle coşku ve galeyan gösterip hayran ve perişan oldu. Bu âşık oluş Âdem evlâdının zuhûruna sebep oldu.

248.     فهامَ بها كَيما يكونَ بِه أباً

            وَيَظْهَرَ بالزَّوْجَينِ حُكم البُنوَّة

Hz. Âdem Havvâ sebebiyle çocuklarına baba ocağından dolayı ve nübüvvet hükmü (sırrı) karı-koca vâsıtasıyla görüleceğinden ötürü Havvâ'nın cemâline hayran oldu. Fakat Hz. Âdem emanet edilen bu sırlardan habersizdi. Ne ki Âdem'in Havvâ'ya âşık olması mutlakâ tabiî arzûlar değildi. Bu keyfiyet insanın zuhûrunun sebebi oldu.

249.     وكانَ ابتدا حُبِّ المَظاهِرِ بعْضَها

            لبَعْضٍ ولا ضِدٌّ يُصَدّ بِبغْضَةِ

Âşıkla mâşuk, Âdem ve Havvâ arasında zuhûr eden sevgi, birbirimize olan sevginin başlangıcıdır. O zaman buğz ve düşmanlıkla, seveni sevgiliden alıkoyacak bir zıdlık ve engel yoktu.

250.     وما برِحَتْ تَبْدو وتَخْفَى لِعلَّةٍ

            على حَسَبِ الأوْقاتِ في كلِّ حقْبَةِ

Sevgili, güzelliğiyle Âdem zamanından bu ana kadar, zaman ve vakitler îtibâriyle zamânın son bulmasına kadar, saatler ve zamanların icâbına göre herşeyde mukayyed güzellik şeklinde her an görülürse de birçok vakitte gizlenir ve kimseye görünmez. Bu görünüş ve gizleniş bir sebep ve hikmet içindir.

[Beyt: Sebepsiz sevdiğimi görüyorum. Bana öyle bir hal geliyor ki, yolumu şaşırıyorum. Ateş yakıyor sonra bir damla su onu söndürüyor. Bunun için sen beni yanmış ve boğulmuş görüyorsun. ]

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar