KEN’ÂN RİFÂÎ’NİN ŞAHSİYETİ VE FİKRÎ CEPHESİ
Hazırlayan: Arzu Eylül YALÇINKAYA
MİZACI
Ken’ân Rifâî’nin
tasavvufî anlayışını daha iyi değerlendirebilmek için onun mizaç
husûsiyetlerini tetkik etmemiz faydalı olacaktır. Bu başlık altında Rifâî’nin
yaratılıştan getirdiği kabiliyetler ile tasavvufî eğitim vasıtasıyla güçlenen
yönleri incelenerek böylelikle mânevî şahsiyeti ile mizaç özellikleri birlikte
değerlendirilecektir. Rifâî’nin kendi eserleri ile müridlerinin onun şahsiyet
ve mizacına yönelik ifadeleri bu bölümün temel kaynaklarıdır.
Ken’ân Rifâî
çocukluk ve ilk gençlik yıllarını mühim bir rahatsızlık yaşamadan sağlıklı bir
şekilde geçirmiştir. Rifâî yirmi beş yaşında Manastır Maârif Müdüriyeti
sırasında bir kalp rahatsızlığına tutulmuş kırk yaşlarında iken ise çok
okumaktan mütevellit gözleri rahatsızlanarak bir süre tedâvi görmüştür.[1] Ken’ân
Rifâî bu birkaç vaka hariç tutulduğunda hayatı boyunca, sağlıklı, mutedil ve
istikrarlı bir ömür sürmüştür. Rifâî’nin yaşamı boyunca yürüttüğü vazifelerini
istikrarlı bir şekilde devam ettirmesinde sağlıklı bir bünyeye sahip olmasının
olumlu bir katkısı olduğu söylenebilir.
Ken’ân Rifâî
yetişkinlik çağına eriştiğinde uzuna yakın orta boy ile fazla kilosu olmayan
müvazin ve zinde bir vücûda sahiptir. Anlatımlara göre Rifâî “melihu’l- vech”[2] ve “hüsn-i
talâkat sâhibi”[3] bir kimse
olup hâdiseleri olumlu tefsir etmeye müsâit, hayat dolu bir tabiata sahiptir.
Çocukluğunda afacan ve hareketli olan Ken’ân Rifâî,[4] gençliğinde yaratıcı ve
enerjik ve yetişkinliğinde ise pratik ve üretken bir kimse olarak karşımıza
çıkar. Ken’ân Rifâî’nin söz konusu mizaç özelliklerinin bir maârifçi ve şeyh
olarak karşılaştığı sorunları, kolay tatbik edilebilecek çözümler ile aşmasına
yardımcı olduğu anlaşılır. Rifâî bir konu etrafında devam eden uzun hayallerden
ziyâde karar aşamasından sonra derhal harekete geçme ve alınan kararları
uygulamaya dökme itiyadındadır. Şeyhin bu mizaç özelliğinin gelişmesinde
Osmanlı son dönem Rumeli’sinin hassas idâri havası içinde doğup büyümüş olması
etkilidir. Rifâî’nin yukarıda bahsettiğimiz maârif görevleri sırasında
insiyatif almayı gerektiren bölgelerde çalışması da teşebbüs kabiliyetini kuvvetlendiren
bir unsur olarak kaydedilebilir.
Ken’ân Rifâî
samimi ve mütevazi bir kimsedir. Rifâî’nin, ailesinden devraldığı maddi
imkanlara nispetle oldukça sade ve gösterişsiz bir hayat sürdüğü kaydedilir.
Rifâî’nin
yaşamında gözlemlenen bu sadelik, hayatının diğer yönlerinde de kendini
gösterir. Sohbet esnasında kullandığı örneklerin açıklığı, uslûbundaki akıcılık
ya da eserlerinin içeriğindeki mütevazilik onun bu özelliğinin farklı
alanlarındaki yansımaları olarak değerlendirilebilir. Rifâî’nin samimi ve
sıcakkanlı mizacının onun nasihat ve irşad faaliyetlerine olumlu bir katkı
sağladığını söyleyebiliriz.
Ken’ân Rifâî’nin
genel tutumundan güzeliği, sanatı, âhenk ve nizamı sevdiği anlaşılır.[5] Onun
çevresinde uyandırdığı teshir biraz da bu mizaç özelliğinden kaynaklanmaktadır.
Zira XIX. ve XX. yüzyılın buhranlar ve çalkantılarla dolu bir döneminde gerek
bürokratik görevlerini, gerekse tekke faaliyetlerini tutarlı bir şekilde devam
ettirebilmek bir denge ve istikrâr işidir.
Hüseyin Vassaf Sefine-i
Evliyâ’da Ken’ân Rifâî’yi şu şekide tavsif eder: “İlim ve fazlı
i’tibarıyla, zamânımız meşâyıhı arasında meslek sâhibi, tarîkine âşık, edîb,
kâmil bir zât olarak temeyyüz etmiştir. Uzun boylu, hâlen elli beş atmış
yaşlarında, melîhü’l-vech bir zâttır.”[6] Hüseyin Vassaf Ken’ân
Rifâî’nin, Seyyid Ahmed er-Rifâî adlı eserinde yer alan “ihvan-ı dînime
nasihat” bölümünden yola çıkarak, şeyhin başta frenk-meşreb olduğunu ancak ilk
gençlik yıllarında Allah’ın hidâyetine nail olarak “hüsn-i hâl”e erişmiş
olduğunu da ifade eder.[7] Vassaf
Efendi değerlendime yazısının devamında Rifâî’nin “hüsn-i takrîr” sahibi
olduğuna ve fazla okumaktan dolayı gözleri rahatsızlandığı için siyah gözlük
kullandığına dikkat çeker. Buraya kadar çoğunlukla Rifâî’nin zâhirî
özelliklerine değinen Vassaf onun mizacı ile ilgili olarak ise “ihtifâya
riâyet-kârdır”[8] ifadesini
kaydeder.
Gerçekten Ken’ân
Rifâî, ortaya koyduğu işlerde ihtifâya riâyetkâr bir tutum içindedir. İhtifâ
çıplak ayakla, sessizce yürümek yani gizlenmek anlamına gelir. Rifâî mizaç
bakımından bu tarife uygun yani gizemli bir duruş sergiler. Şeyh hayatı
hakkında fazla mâlumat vermeyi, ilerideki planları hakkında açıkça konuşmayı
sevmez. Rifâî’nin hayatına bakıldığında hemen bütün faaliyetlerini kapalı bir
üslûp içinde devam ettirdiği görülür. Ken’ân Rifâî’nin irşad faaliyetlerini
yürütürken sabırlı ve içe dönük bir duruş sergilemesi ve yakın sonuçlardan çok
uzak gelecekteki faydalarını gözeterek hareket etmiş olması bu mizaç özelliği
ile ilişkilidir. Öte yandan Rifâî hayatının hemen her alanına sirâyet eden bu
tavrında, geleneğe tabi olmak endişesinin bulunduğunu “ceddimden,
Resûlullah’tan aldığım terbiye gereğince, bir şey olmadan, vukua gelmeden evvel
ona olmuş nazariyle bakmam” sözleriyle ifâde eder ve devamında şöyle kaydeder:
“Manastır Maârif
müdürü bulunduğum zaman henüz yirmi beş yaşında idim. İstanbul’a gideceğim
vakit arabayı kapıya getirtir, maiyetimi çağırır Allaha ısmarladık, ben
İstanbul’a gidiyorum, derdim. Hareketimden evvel hiç kimsenin malûmatı olmazdı.
Bir şey tahakkuk safhasına girmeden etrafı dağdağaya vermek âdetim değildir.
Fakat yakınlarım bu meşrebime alışamadılar. Bir işi olmadan evvel açığa
vurmaktan birçok sebeplerden dolayı korkarım. Meselâ olabilir ki o iş hakkında
biri çıkıp: Oldu, bitti ve neticelendi artık! diye bir emniyet gösterir. İşte
ben bu emniyetten korkarım.”[9]
Yukarıdaki ifadelerden de anlaşıldığı üzere, Ken’ân Rifâî,
Kur’ân ve Sünnet’te nehyedilen “ferahlanma” ya da olmamış işe gerçekleşmiş
gözüyle bakma hatasına düşmekten çekinir. Bununla birlikte özel hayatındaki bir
çok örnek dikkate alınarak, Rifâî’nin söz konusu tavrında, geleneğe bağlılık
endişesi kadar mizacının gizemli ve kapalı tarafının da etkili olduğu
söylenebilir. Yukarıda saydığımız mizaç özelliklerine ilaveten, Ken’ân
Rifâî’nin mahcup, latif ve nüktedan bir tabiata sahip olduğunu da belirtmemiz
gerekir.[10]
Meşrep, zâhir ve
bâtın hükümleri çerçevesinde yaşanan İslâm mânevî ve derûnî hâyatı olarak tarif
edilir.[11] İslâm’ın
hükümlerine bağlı kalmakla beraber sûfîlerin yaşayışlarında görülen
farklılıklar, mizaç ve meşrep farklılıkları olarak kabûl edilmiştir. Sûfîler
arasındaki bu meşrep farklılıkları, tarihi süreç içerisinde muhtelif
tarikatların oluşumuna vesile olsa da meşrep kavramı bir sûfînin deruni
vechesini tarif eden bir kavram olarak canlılığını muhafaza etmiştir. Bu başlık
altında Ken’ân Rifâî’nin kendi eserleri, tasavvufî uygulamaları ve hakkında
yazılan eserlerden istifade edilerek onun tasavvufî meşrebi incelenecektir.
Böylelikle şeyhin bağlı olduğu tarîkatlara ait neşvenin,
onun
hayatı ve irşadındaki yansımaları değerlendirilecektir. Semiha Cemal Hanım’ın
(ö. 1936) Rifâî’nin meşrebine dair kaleme
aldığı Risâle, yine bu konu içerisinde kullanacağımız kaynaklar
arasındadır.
Ken’ân Rifâî’nin
meşrebini şekillendiren en önemli kaynaklar öncelikle icâzetli bulunduğu
tarîkatlardır. Bunlardan ilki on dokuz yaşında iken intisâb ettiği
Kadirîliktir. Ken’ân Rifâî, ilk seyr ü sülûkunu Kadirî usûlü ile tamamlamıştır.
Balıkesir’de memur olduğu sırada Üveysî-Kadirî meşrep sivil bir zât olan
Filibeli Edhem Efendi’nin gözetiminde gerçekleştirdiği seyr ü sülûk onun mânevî
yönüne tesir eden ilk önemli âmildir.
Ken’ân Rifâî’nin
meşrebindeki Kadirî unsurları daha iyi anlayabilmek için onun Abdülkâdir-i
Geylânî (ö. 561/1165-66) ile ilgili değerlendirmelerini yakından okumak
gerekir. Ona göre Abdülkâdir-i Geylânî Hakk’ın celâl ve azamet isimlerinin
tecellîsi olup kudret ve dirlik içinde iken fakr hâlini tecrübe etmenin
mücessem örneklerinden biridir. Şeyhin Geylânî’nin meşrebini tarif ederken dile
getirdiği “dünyâdan vazgeçip bu âlemin zevkini safâsını terketmemişler... Demek
ki kudretli, dirlikli ve safâlı bir ömür sürmek de mümkün imiş”[12] sözleri
esasen onun bu anlayış ve tavrını da yansıtır. Gerçekten de Ken’ân Rifâî dünya
meseleleri, sorumluluk ve nimetlerinden el çekmeden tasavvufî yaşantısını devam
ettiren bir şeyhtir. Rifâî sahip olduğu nimet ve mevkîi, çevresindekilere
hizmet etmek için bir araca dönüştürmeye çalışmıştır ki hizmet Kadirîliğin
temel prensiplerinden biridir. Bunlara istinaden Rifâî’nin Abdülkâdir-i
Geylânî’de hâkim olduğunu söylediği bu tasavvufî neşveyi kendi meşrebinde de
belli ölçüde yansıtmış olduğu söylenebilir.
Ken’ân Rifâî,
ilk mürşidi Filibeli Edhem Efendi’den Üveysî neşveyi almıştır. Özellikle
Rifâî’nin, mürşidi Filibeli Edhem Efendi’nin vefâtından sonra onunla hayatta
bulunduğu zamankinden çok daha irtibatlı olduğuna ilişkin ifadeleri bu açıdan
önemlidir. Rifâî, Edhem Efendi’nin hayatta iken sorularına çoğunlukla sukût ile
karşılık aldığını, ancak vefatından sonra bir sorusuna bin cevapla mürşidinin
mânâ âleminden mukabele ettiğini kaydeder. Ken’ân Rifâî, her işini mürşidinin
mânadan gelen işâretiyle gerçekleştirdiğini de belirtir.[13] Rifâî, kendi kaleme aldığı
tercüme-i hâlinde bu tür işâretlere birçok örnekler verir ki bunlar arasında
belki en mühim olanı, İstanbul Numûne-i Terakkî Mektebi’nde görevli iken
vazifesini bırakarak Medine’ye gitmesi yönünde Edhem Efendi’den aldığı mânevî
işarettir. Öte yandan Rifâî Medîne’de Ravza- i Mutahhara’da geçirdiği zamanlar
için doğrudan Hz. Peygamber’in mânâsından feyz aldığı bir dönem olarak
bahseder. Şeyh Tuhfe-i Ken’ân adlı kitabını yine Ravzâ-i Mutahhara’da,
Hz. Peygamber’den aldığı mânevî işaretle yazdığını belirtir.[14] “İhsan
alel ihsân olmak üzere, Rifâî ve Kadirî ve Mevlevî tarîkat-ı âliyyeleri üzerine
mürşid-i a’zam ve muallimü’l-hayrü’l-ekrem, ruhu’l-ervâh, mededü’l-fettah ...
Efendimiz hazretleri cânib-i seniyyelerinden ma’nen me’zûn ve me’mûr
bulunmuşumdur.”[15] Rifâî
yukarıdaki ifadelerinde Rifâîlik, Kadirîlik ve Mevlevîlik üzere irşad
ehliyetinin bizzat Hz. Peygamber (s.a.s.)’in mânâda verdiği izin ile tasdik
edildiğini de ifade eder.
Ken’ân Rifâî’nin
Şâzelî icâzetini hangi zâttan aldığı kesin olarak bilinmemektedir. Bununla
birlikte, Medîne’de Hamza er-Rifâî dergâhında iken yine bu Şâzelî usûlü ile
zikir telkini almış olması mümkündür. Rifâî’ye ait dökümanlar arasında, Cuma
ayinlerinde dervişlere okuttuğu Şâzelî evrâdının bir örneğine rastlanmıştır.[16] Malum
olduğu üzere Şâzeliyye mârifet kavramına vurgu yapan bir tarîkattır.[17] Şâzelî ve
takipçileri Cibrîl hadisinde geçen “ihsân, Allah’ı görüyormuşçasına ibâdet
etmendir, sen O’nu görmesen de, O seni görüyor” ifâdesinin ilk kısmının mârifet
olduğu görüşündedirler. Ken’ân Rifâî’nin tasavvuf anlayışına bakıldığında da,
söz konusu hadîsin ilk kısmının son derece merkezi bir öneme sahip olduğu fark
edilir. Öte yandan Şâzelîlik dünyâ nimetlerinden yüz çevirmeden, başka bir
deyişle nimete şükür yoluyla Allah’a yakınlaşma anlayışına vurgu yapar. Ken’ân
Rifâî’nin yaşantısında Şâzelîliğin bu anlayışını takip etmek mümkün olduğu gibi
sohbetlerinde de bu manayı destekleyen birçok ifâde yer alır:
“Dünyâya esir ve
mağlûp olmamak, mutlaka dünyâdan el yuğmak ve riyâzetle bir köşeye çekilmek
demek değildir. Her mülkün mâliki ve her servetin sahibi Allah olduğunu ve
dünyânın da, senin de bir hiç ve bir mülâhaza âletinden başka bir şey
olmadığını ve bu mevhum varlıkların cümlesinin bir gölgeden ibaret bulunduğunu
ve mevcûdun yalnız Allah olduğunu bilmek kâfidir. Bu hâsıl olduktan sonra o
debdebe ve varlıktan sana hiçbir zarar gelmez.”[18]
Yukarıda da
belirttiğimiz üzere Ken’ân Rifâî’nin teberrüken aldığı icazetlerden birisi de,
Mevleviyye tarîkatına aittir. Yukarıda belirttiğimiz üzere, Rifâî’nin Mesnevî
şerhininin bir Mevlevî Dedesi tarafından beğenilip Mevlevî dervişlerine
tavsiye edilmesi ile başlayan süreç, ilerde teberrüken Mevlevî hırkası ve
icâzeti giymesine vesile olmuştur. Gerçekten de Rifâî’nin gerek sohbetlerinde
gerek tekkesinde, Mevlevîliğin izleri açıkça görülür. Diğer yandan, Mevlevîliğin
esaslarından olan aşk ve muhabbet, onun şiir ve mûsikî yönünü besleyen iki ana
temâ olarak karşımıza çıkar. Ümmü Ken’ân Dergâhı’nda bazı günler semâ âyini
yapıldığı gibi, tekke ve konağın da genel anlamda Mevlevî tarîkatına ait adabın
hâkim olduğu, dervişlerin ve konak ahalisinin Mevlevî deyişlerini etkin olarak
kullandıkları görülür. Bu cümleden olmak üzere ışığı dinlendirmek, ocağı
uyutmak vb. ifadeler Mevlevî adâbının yansımaları olarak kendisinin tekke ve
konağında öne çıkan deyişlerdir. Ken’ân Rifâî eserlerinde Hz. Mevlânâ’nın
tasavvuf anlayışına doğrudan ve dolaylı referanslarda bulunmakta olup özellikle
muhabbet ve aşk konusularını Mesnevî beyitleri ile ele almayı tercih
eder.
Ken’ân Rifâî’nin
Medine’de bulunduğu dönemde Medîne Şeyhü’l- Meşâyıhından Hamza er-Rifâî’ye
intisab ederek, onun terbiyesinde geçen üç yılın ardından Rifâî icâzeti
aldığını kaydetmiştik (1903). Rifâî’nin mânevî şahsiyetinde bu tarihten sonra
Rifâîliğin temel özellikleri de görülmeye başlamıştır.
Burada öncelikle
Ahmed er-Rifâî ve Rifâîlik tarikatının öne çıkan özelliklerden ana hatları ile
bahsetmemiz doğru olacaktır. Ahmed er-Rifâî’ye (ö. 578/1182) nibet edilen ve
İslâm dünyasının ilk tarîkatlarından biri olan Rifâiyye XII. yüzyılda Ahmediyye
adıyla ortaya çıkmıştır. Rifâiyye XII. asırada ortaya çıkan tarikatlar
içerisinde kuruluşunu tamamlayarak teşkilatını oluşturan ilk tarîkatlardandır.
Rifâî’nin torunlarından Ahmed es-Sayyâd (ö. 670/1271) zamanında Rifâîlik Irak
sınırlarını aşarak Sûriye, Hicaz, Yemen ve Mısır’a kadar yayılmıştır. XIII. ve
XIV. yüzyıllardan itibaren Anadolu’da faaliyette olan Rifâîliğin İstanbul’da
yaygınlaşması XIII. yüzyılda Üsküdar’da Rifâî âsitânesi kurulmasından sonradır.
Rifâî-Sayyâdî şeyhi Ebü’l-Hüdâ es- Sayyâdî’nin nakibü’l-eşraf olarak II.
Abdülhamid’in yakınlarında bulunmuş ve bu dönemde Rifâîlik oldukça
yaygınlaşmıştır. XIX. yüzyılın son çeyreğinde İstanbul’da kırk kadar Rifâî
dergahı mevcuttur.
Ahmed
er-Rifâî’nin ifâdelerine göre Rifâîliğin temel esasları Kur’an ve sünnete
dayanan, tevazu, alçakgönüllülük ve yokluk esasına dayanır. Müridin sülûka
girişi, biat merâsiminin ardındandır. Saliklerin biattan itibaren Rifâî
sülûkunu nasıl gerçekleştireceği farklı kaynaklardan derlenmek suretiyle,
Ken’ân Rifâî’nin Rehber-i Sâlikîn ve Seyyid Ahmed er-Rifâî adlı eserlerinde
ayrıntıları ile tespit edilmiştir. Rifâiyye’de sohbet ve salavat terbiye metodu
olarak öne alınmıştır. Riyâzet ve halvet ise müridin sülûktaki mertebesine göre
farklılık gösterir. Rifâîlikte cehri zikir esas olup toplu zikirler ayakta yapılır.
Zikir meclislerinde çoğunlukla Ahmed er-Rifâî’nin düzenlediği evrad ve ahzabın
sekizinci bölümü yani sekizinci hizip okunur. Rifâîliğin sonraki dönemlerine
has uygulamaları arasında “burhan” adı verilen bir tür kerâmet izhârı da yer
alır. Burhan, zikir sınasında celal zikrinin hızlandığı bir noktada şeyhin
elindeki kılıç, şiş gibi aletleri dervişlerden bazılarının yanağına ya da
karnına saplamasıdır. Dervişler bu arada zikre devam ederler ve hallerinde bir
değişiklik olmaması onların Rifâî dervişi olduklarına dair bir nevi bürhan yani
dedildir. Bunun yanı sıra Rifâîliğin diğer kerametlerinden biri ateş ile
gösterdikleri olağanüstü işlerdir. Rifâîyye’de görülen kızdırılmış demiri
yalamak, ateşe atılmak ve cam çiğnemek gibi uygulamalar, Allah’tan başka güç ve
kuvvetin olmadığı ve o dilemedikçe hiçbir şeyin insana fayda ve zarar
eriştirmeye gücü olmadığını göstermek üzere yapılmaktadır.[19]
Ahmed er-Rifâî
bu tür harikulâde durumların sülûk esnâsında zuhûr edebileceğini ancak bunlara
fazla değer vermemek gereğini kaydeder. Ahmed er- Rifâî’den sonra bu tür
uygulamaların tarîkatın belirleyici özelliği olduğu kaydedilmekle birlikte ilk
kaynaklarda bu tür kerametlere yer verilmez. Ancak Ahmed er-Rifâî’ye atfedilen
bazı sözlere istinaden onun da bu tür kerametlere sahip olduğu ve dolayısıyla
halifelerinde de bu hallerin görüldüğü ileri sürülmüştür.
Bilineceği üzere
tarîkatlar içerisinde,Rifâlik müridlerine tevâzu ve yokluk telkin eden özelliği
ile öne çıkar. Ancak esasen tevâzu ve yokluk/fakr, Kur’ân ve sünnetin temel
mesajları arasındadır. Kur’ân-ı Kerîm her vesileyle müminleri tevâzuya davet
ederken, Allah Resûlü de sözleri ve yaşantısı ile inananları mütevazi olmaya
çağırmıştır. “O çok merhametli Allah’ın (has) kulları onlardır ki, yeryüzünde
tevâzu ile yürürler ve kendisini bilmeyen densiz kimseler onlara laf attığında
(incitmeksizin ve kırmaksızın) “selam!” derler (geçerler)”[20] ve “yeryüzünde böbürlenerek
dolaşma; çünkü sen (ağırlık ve azametinle) ne yeri yarabilir, ne de dağlarla
ululuk yarışına girebilirsin”[21] gibi
âyetlerde müminlere mütevâzi olmaları tavsiye edilirken, kibir ise kula
yakışmayan bir vasıf olarak zikredilmiştir. Hz. Muhammed (s.a.s.)’in sünnetine
bakıldığında, onun da son derece mütevazi bir hayat sürdüğü görülür.
Rivâyetlere göre Allah Resûlü günlük işlerini kendi görür, ev işlerinde
eşlerine yardım eder, fakirleri ve garipleri gözetir ve tüm hayatında sadeliği
gözetirdi. İslam’ın bu temel ahlâkî öğüdü Rifâîlik tarikatının kurucusu Ahmed
er-Rifâî tarafından benimsenerek tasavvuf anlayışının temel ikelerinden biri
haline gelmiştir.[22]
Ahmed
er-Rifâî’nin tevâzu ve yokluk anlayışı eserlerinde devam eden bir tema olarak
karşımıza çıkar. Ahmed er-Rifâî tevazunun derecelerini ifade etmek üzere,
eserlerinde acz,[23] fakr,[24] inkisar,[25] zül[26] ve
meskenet[27] gibi
farklı kelimeler kullanır. Kendisini “bir hiç bile olmayan Ahmedceğiz”[28] olarak
tanıtan Ahmed er-Rifâî, tevâzûnun kendi yolu açısından önemini aşağıdaki
ifâdelerle dile getirir:
“Efendiler!
Gitmediğim zor bir yol, hakikatine vakıf olmadığım bir meslek kalmadı. Hikmet
ve gayretimle hepsini, perdelerini kaldırıp açtım, her kapıdan girdim. Fakat
hepsini çok kalabalık buldum. Tevâzu ve mezellet kapısına varınca onu çok tenhâ
buldum ve oradan matlubuma vâsıl olma imkanı buldum. Diğer kapıların talipleri
hala yerlerindeydiler”[29]
Ahmed
er-Rifâî’nin bu ifadeleri, onun tasavvuf öğretisinde tevâzû ve zül kavramının
oldukça merkezi bir yerde bulunduğunu gösterir. Ancak Ahmed er-Rifâî tevâzûyu
yalnızca kendi meşrebi için değil, bütün sâlikler için temel bir ilke olarak
görür ve esasen bu meşrebin Hz. Peygamber (s.a.s.) ve ashâbınından tevarüs
edilmiş olduğunu kaydederek adeta onu İslâm ahlâkının en önemli bir özelliği
olarak değerlendirir:
“Nefsimi
zorlayarak sülûk etmedik hiç bir yol bırakmadıktan sonra sülûk sıhhatinin sâdık
bir niyyet ve mücâhedeye bağlı bulunduğunu iyice anladım. Sünnet-i Nebeviyye
ile amelden, tevâzû, mezellet ve fakr duygusuna sahip dervişlerin ahlâkıyla
ahlâklanmaktan daha sevimli, daha açık ve muteber bir yol göremedim. Hazret-i
Ebûbekir şöyle derdi: Kendisine vüsûl için aczden başka bir yol yaratmamış olan
Allah’a hamdolsun. İdrakten aciz olduğunu idrak, gerçek idraktir.”[30]
Ken’ân Rifâî’nin
eserlerinde de benzer bir vurgu söz konusudur. Hakk’a yakın olmanın kemalini
“yokluk”[31] halinde
gören Ken’ân Rifâî’ye göre Allah’ın en sevdiği amel kişinin mütevazi olması ve
aczini bilmesidir: “Evvelimiz bir katre su, âhirimiz bir leş. Böyle olduğu
halde, senden iki damla göz yaşını alıp, yerine lutuflar ihsan ediyor. Çünkü
Allah, acizden, yokluktan hazzeder.”[32] Rifâî’nin tevâzû ve fakr
ile ilgili görüşleri ilerde tasavvuf anlayışı bahsinde ayrıntıları ile ele
alınacağından burada özetle onun yazılarında tevâzû, acz, fakr gibi kavramlara
mukabil olarak Türkçe bir kelime olan “yokluk” kavramının öne çıktığını belirtmek
isteriz. Ken’ân Rifâî’nin konu ile ilgili aşağıdaki ifadeleri bu kullanıma
örnek olarak verilebilir:
“Kezâlik Cenâb-ı
Hak da fakirleri gedâları arar. İş, her umurda Hakk’a acz ve ihtiyâcını
arzetmekte ve tamâmiyle ona muhtaç olmaktadır. İşte bütün tâat ve ibâdat ve
riyâzâtın mânâsı budur. Keza, lâ ilahe illallah da budur... acz, ihtiyaç, fakr
ve yokluk... ben yokum sen varsın.”[33]
Ken’ân Rifâî’ye
göre zahir ve bâtın ilmine sahip olan Ahmed er-Rifâî’nin kurucusu olduğu
Rifâîliğin ayırt edici vasfı da esasen tevâzû ve yokluktur: “Hazret-i Pîr’in
büyüklüğüne nihayet yoktur. Fakat evsaf ve ahlâkı, dâima tevâzû, acz ve
yokluktan ibarettir. Onun için Rifâîlerin başlıca tecellîsi tevâzûdur. Gerçi
bütün tarikatlar için tevazu, alçak gönüllülük esastır. Fakat Rifâîlere
tecellî, ifrat tevâzû cihetiyledir.”[34] Ken’â Rifâî Ahmed
er-Rifâî’nin Hz. Peygamber’in kabrini ziyâreti sırasında, onun elini öpmesi ile
ilgili olarak aktarılan rivâyeti de bu bağlamda yorumlar. Buna göre Ahmed
er-Rifâî, hadiseye şâhit olanların huzûrunda kendisini yere atarak, üzerine
basılmasını istemiştir. Ken’ân Rifâî bu rivâyeti Ahmed er-Rifâî’nin tevâzû ve
fakr anlayışının en açık bir örneği olarak değerlendirmektedir.
Araştırmacılar
Ken’ân Rifâî’nin, Rifâî tarîkatının Sayyâdiye koluna mensup olduğunu kaydeder.[35] İzzeddin
Ahmed Sâyyadi’nin kurucusu olduğu bu kolun en önemli özelliği, bu kola mensûb
Rifâî şeyhlerinin müridlerini onların meşrebinden görünerek etkileme ya da
Rifâîlerin deyişi ile “avlama” özelliğidir. Müridlerin intisabı ile ilgili
anekdotların birçoğunda, Ken’ân Rifâî’nin Sayyadîliği yani avcılığına vurgu
yapılırken, aktarımların, “bizi bizden görünerek avladı”, meâlindeki ifadelerle
neticelendiği fark edilir. Ken’ân Rifaî’nin konu ile ilgili açıklamaları da bu
yöndedir.[36] Şeyhin,
mürşid kavramını izah ederken kullandığı, “kâmil mürşidin kuş dili bilen
Süleyman gibi olması gerektiği”, şeklindeki izahları da onun tasavvuf
anlayışında söz konusu meşrebin yerini gösteren ifadeler olarak
değerlendirilebilir.[37]
Ken’ân Rifâî’nin
eserlerinden Seyyid Ahmed er-Rifâî’de yer alan, Mihrâb ve Zarfın
Tefsiri adlı metinde geçen Ken’âniyye ifadesi, onun kendine has tasavvufî
meşrebini ortaya koyan bir ifade olması bakımından önem arzetmektedir. Seyyid
Ahmed er-Rifâî adlı eserin, 1925 yılındaki baskısı için hazırlanan kapak
resmi, Ümmü Ken’ân Dergâhı mihrabının bir tasviridir. Ken’ân Rifâî baskıdan
önce damadı Ziya Cemal Büyükaksoy’dan tevhidhanenin mihrab kısmında yer alan
Rifâî unsurlarını izah için bir yazı kaleme almasını istemiştir. Ziya Bey’in yazdığı
metinde anlaşıldığı üzere Ümmü Ken’ân Dergâhı mihrabında Osmanlıca harflerle
“Ken’âniyye” ifadesi yazılır. Kitabın içerisinde yer alan metnin ilgili kısmı
şu şekildedir:
“Her bir sancak
üzerinde âyete’l-kürsî muharrer olup Allah (celle şânuhû), Muhammed (Sallallâhu
aleyhi ve sellem), Alî (aleyhi’s-selâm) aşikâr olarak okunmaktadır. ... (Kalem,
68/4) [Yâni: Muhakkak sen yüce bir ahlâka sahipsin!] âyet-i celîlesinin medlulü
de “nüsha-i küll”ün sîne-i sâfında muharrer bulunmaktadr. Beherinin belinde güne
gibi parlayan “halîle”lerin etrafında birer peyk gibi mevzû ve “şakku’l-kamer”e
işâret olan iki “kudüm” bulunmaktadır ki, aynı zamanda bunlar birer ... [kâf]
ve ... [nûn]’dur. Şems ve kamerin yekdiğere incizab ve kısmen ittihadından
mevcedar olan, titreyen sancağın dalgalarından “seccâde-i irşâd”a kadar varan
kef, nûn, ayn, elif, nûn, yâ, he [Ken’âniyye] ve aynı zamanda H. Cenân hâsıl
olup vahdetin ezelî işâreti olmak üzere .... meknuzdur. Zahirde iş bu maânîden
birinin diğerini tevlîd ettiği görülmekte ise de yekdiğerinde mündemiç olan, bu
iki mânâ hakikatte birdir...iş bu hânın ucu hangâhın seccâde-nişîni ve
hâkîkat-i Muhammediye’nin vâris-i güzînî şeyh-i muhteremim Ken’ân er-Rifâî
hazretlerini göstermektedir.”[38]
Ken’âni
ifâdesine, Rifâî’nin müridlerinden Meşkûre Sargut’un kaleme aldığı “Efendim
Hayâtımda” adlı metinde de rastlanır. Metinde, Meşkûre Sargut, annesinin Ken’ân
Rifâî’ye intisap hikayesi içerisinde Rifâî’nin dilinden “sen Rifâîlik,
Kadirîlikle aklını yorma. Siz Kenânîsiniz” ifadesini nakleder.[39] Yine
Rifâî’nin takipçileri arasında, Ahmed er-Rifâî için yazılmış olan intisabım
Tâ Ezelden adlı ilâhinin, nakarat kısmı olan Ahmediyem ifadesinin, ilk
okumada aslına uygun olarak Ahmediyem şeklinde okunduğu, ikinci okumada ise
ibarenin “Ken’âniyem” şeklinde okunduğu kaydedilir:
“İntisabım ta
ezeldendir cenâb-ı Ahmed’e
Varis-i sırr-ı
nebi sultan-ı gavs-i emcede
N’ola böyle
fahr’idersem essala aşıklara
Ahmedi’yem
Ahmedi’yem Ahmedi’yem Ahmedî
Ken’âni’yem
Ken’âniyem Ken’âniyem Ken’ânî
Cam-ı aşkı
hazret-i gavs-i Rifâî’den içip
Neş’e-yi tevhid
ile hesti-i alemden geçip
Sadi’ya subh-ü
mesa böyle tefahür eyleyip
Ahmedi’yem
Ahmedi’yem Ahmedi’yem Ahmedi
Ken’âni’yem
Ken’âniyem Ken’âniyem Ken’ânî”[40]
Yukarıdaki
ifadelere dayanarak Ken’ân Rifâî’nin, müridleri tarafından Rifâîliğin Sayyâdiye
şubesinin Ken’âniyye kolunun kurucusu olarak kabul edildiğini söylememiz
mümkündür.
Bu
açıklamalardan sonra Ken’ân Rifâî’nin Sohbetler 'inde en çok vurgu
yaptığı hususun tarîk-i Muhammedî olduğunu ifâde etmemiz gerekir. O’nun için tarîkat,
belli bir usûl ile tasavvufî terbiye veren bir gruba dahil olmaktan çok,
Muhammedî ahlâk ve edebi telkin eden kamil bir mürşid bulmaktır: “Onun için, iş
tarîkata girmekte değil, insan bulmaktadır. Halbuki bâzıları, tarîkata girmekte
zannederler. Tarîkat tarîk-i Muhammedî’dir.”[41] Kâmil mürşid hangi usûl ile
seyr ü sülûk yaptırırsa yaptırsın, esasen bu usûl ile Hz. Muhammed’in ahlâk ve
edebini telkin etmektedir. Bu açıdan bakıldığında bütün tarîkatların çağrısı
tarîk-i Muhammedî’yedir.
“Tarîk, sâliki maksûduna,
müridi muradına, cüz’ü külle kavuşturan yola derler ki, Resûl-i Kibriya (s.a.)
Efendimiz tarafından gösterilmiştir. İşte çeşitli surette görülen ve fakat
hakikat cihetiyle yekdiğerinden katiyen farklı olmayan yollar birdir ve hepsine
birden tarîkat-ı Muhammediye denir.”[42]
Ken’ân Rifâî’nin
yukarıdaki ifâdeleri, kendisinin tasavvuf anlayışı ve tarikatlar hakkındaki
görüşlerini işlediğimiz yerde, farklı açıdan tekrar okunacaktır. Ancak bu
bağlamda değerlendirildiğinde kendisinin farklı meşrep ya da tarîkatları Hz.
Muhammed (as)’in tavır ve meşrebine eriştiren birer vasıta olarak gördüğü ve
asıl hedefinin ise bu vesileye tevessül ederek Muhammedî ahlâka ulaşmak olduğu
anlaşılır. İşte tam da burada girişte bahsettiğimiz risâlenin muhtevasına temas
etmemiz gerekir.
Ken’ân Rifâî’nin müridlerinden Semiha Cemal Hanım, henüz
mürşidi hayatta iken kaleme aldığı Ken’ânRifâî’ninMeşreb-i Şerifleri
adlı risâlede, şeyhin meşrebi hakkında bilgi verirken her hangi bir tarîkattan
bahsetmez. Risâle başından sonuna kadar, Ken’ân Rifâî’nin ahlâk-ı Muhammedî ile
uyumunu ortaya koyan söz ve fiillerine tahsis edilmiştir.[43]
XVII. yüzyılda
İsmail Rusûhî Ankaravî (ö. 1041/1631) tarafından telif edilen Mecmûatü’l-letâif
ve ma ‘mûretü’l-maârif günümüze kadar en çok itibar edilen Mesnevî şerhlerinden
biridir.[44] İsmâil
Ankaravî şerhiyle beraber tasavvufî düşünceye ait literatür ve İslâmî ilimlere
ait kaynakların yorumunun da şerh faaliyetlerine katılması söz konusu olmuştur.
Sarı Abdullah Efendi (ö. 1071/1660) ve İsmâil Hakkı Bursevî (ö. 1137-
1138/1725) Mesnevî’nin I. cildini şerh ederken,[45] Ken’ân Rifâî ile aynı dönem
içerisinde kabul edebileceğimiz Âbidin Paşa (ö. 1324/1906)[46] ve Ahmet Avni Konuk (ö.
1357/1938) eserin tamamını klasik üslûp ile şerh etmiştir. [47]
Ken’ân Rifâî, Mesnevî
şerhi sırasında İsmail Rusûhî Ankaravî’ye ait olan Mecmûatü’l-letâif ve
ma‘mûretü’l-maârif adlı eseri takip eder.[48] Şeyh önceleri Mesnevî’yi
Türkçe tercümesini okuyarak şerh ederken, ilerleyen zamanlarda Farsça’sından
okuyarak şerh etme usûlünü benimser. Rifâî’nin metni bazen beyit beyit tercüme
ettiği, bazen de ayrıntıya girmeyerek beyitlere toplu mânâ verdiği görülür.[49] Rifâî
takrirler sırasında dönemin meselelerine temas ederek, yaşanan sorunlara çözüm
önerileri getirir. Şeyhin, bu üslûbuyla metni şerhederken, bir anlamda bugünkü
tabirle metni güncellediği de söylenebilir.
Ken’ân Rifâî’nin
Mesnevî şerhinin en önemli özelliği, şerhte hâkim olan Rifâîlik ve Ahmed
er-Rifâî vurgusudur. Mesnevi I. cildin şerhinde genel olarak tevbe, sabır,
tevekkül, rızâ, muhabbet, fakr gibi tasavvufî kavramların izahları dikkat
çekerken Rifâî’nin Mesnevî II. ve III. cilt şerhinde öne çıkan temâ
Rifaîlik ve Rifâîliğin esaslarıdır. Rifâî, temel tasavvufî meseleleri, Ahmed
er-Rifâî’nin o konuya ilişkin görüşlerine başvurarak açıklama itiyadındadır.
Burada Rifâî’nin o sıralar yazmakta olduğu Seyyid Ahmed er-Rifâî adlı
eserle ilgili çalışmaların Mesnevî şerhine bu şekilde tesir ettiği
kaydedilebilir.
Son olarak şu
hususa da değinmek istiyoruz ki Ken’ân Rifâî’nin dergâhının açıldığı dönem,
bazı çevrelerce Osmanlı’nın Batı karşısında geri kalmışlığının faturasının
tasavvufa ve tekkelere kesildiği bir dönemdir. Elmalı Hamdi Yazır o dönem
kaleme aldığı bir makalesinde geri kalmışlığın göreceli bir kavram olduğunu son
derece kapsayıcı bir şekilde ortaya koymuş olsa da, toplumda yankı bulan
görüşlerden en etkili olanı tasavvufun ilerleme önündeki menfi etkisidir.[50] Bu
anlayışın devamında, artık eskimiş olduğu düşünülen her şeyin, ilerleme önünde
bir engel teşkil ettiği kanaati yaygınlaşmıştır. Eski edebiyatımızın ve kültür
mirasımızın taşıyıcılarından olan şerh ve hâşiye geleneği de, bu nedenle
reddedilmekte, bu anlayışın bir devamı olarak yeni nesil eski ile bağlarını
kopararak kendi fikirlerini ortaya koymaya çağırılmaktadır. Tekke ve tasavvuf
çevrelerince bu eleştiri bazı yönlerden haklı görülse de, mutasavvıflar şerh
faaliyetlerini büsbütün terk etmekten çekinmişlerdir. Zira bu durum gelenekle
bağları, büsbütün koparmak demektir. Burada reddedilen esasen şerh usulü
olmayıp, kulu Hakk’a ileten silsiledir. Devrin insanı, kendisini hakikate
iletecek zinciri kırmak ve bu suretle bireyselliği tecrübe etmek arzusundadır.
Yüzyılın insanı, ferdiyetçiliğin zirve yaptığı bu dönemde Hakk’a ulaştıran
zincirin bir parçası olmaktansa müstakil birer halka olma eğilimindedir. İsmail
Kara “halbuki şerh ve hâşiye geleneği başlıbaşına ve
ciddi bir telif tarzıdır”[51] şeklindeki yorumuyla, dönemin bu çarpık
telakkisine dikkat çeker. Ken’ân Rifâî’nin tasavvufî kavramların aktarılmasında
Mesnevî şerhi usûlünü takip etmesi onun devam eden bir geleneğe katkıda
bulunma isteğinin göstergesi olarak değerlendirilebilir.
Ken’ân Rifâî,
iyi bir piyano, keman ve ney icracısıdır. Ken’ân Rifâî’nin mûsikî eğitiminde
ilk durağı Galatasaray Sultanisi’dir. Rifâî, okulun öğrencilerine sunduğu
nazariyat ve enstrüman icrasına yönelik derslerinden istifade etmiştir.[52] Ken’ân
Rifâî’nin mûsikî eğitiminde ikinci mühim yer Balıkesir’dir. Balıkesir
memûriyeti sırasında yanında olan mürşidi Şeyh Edhem Efendi, Rifâî’den mûsikî
konusundaki malumatını geliştirmesini ve ney meşkine başlamasını ister. Kısa
sürede her iki hususta ilerleme gösteren Ken’ân Rifâî’nin, ney üflediği
vakitlerde muhitin kendisini dinlemek için kulak kesildiği aktarılan bilgiler
arasındadır. Araz Balıkesir’deki ikametgâhın hemen karşısında bir Kadiri
dergâhı olduğunu ve Rifâî ney meşketmeye başladığı vakit dervişânın cûşa
geldiğini kaydeder.[53]
Ken’ân Rifâî’nin
bestelerinin notaya geçirilmesinde önemli katkıları olan Yusuf Ömürlü, onun
şiir yönünün, bestekarlığı üzerinde olumlu tesiri olduğu kanaatindedir.
Rifâî’nin bestelerinin bazıları zikir içinde okunabilecek formda iken bazıları
serbest formda olduğundan zikir için uygun bulunmamıştır. Tekkelerin ilgâsından
sonra, şeyhin bazı eserlerinin şarkı formuna yakın olarak meşkedilmesi bunda
etkili olmuştur.[54]
Ken’ân Rifâî’nin
şiirlerini besteleyen birçok bestekar olmuştur. Rifâî’nin müridlerinden olan
İzzetin Hümayi Bey otuz kadar bestesiyle en çok beste yapan sanatçılardan
biridir. Ömürl, İzzettin Bey’in bestelerinde yeni ile geleneğin uyumlu
birlikteliğinin hissedildiğini kaydeder. Ona göre, “İzzettin Hümâyi Bey’in
bestelerini dinleyen birisi onda Ken’ân Efendi’nin gönlünün sesini yansıttığını
hisseder.”[55] Verdâ
Yünlü ise, İzzettin Bey’in gerek ilâhî, gerekse şarkı formundaki eserlerde
klasik uslûbu muhafaza ettiği görüşündedir.[56] Muallim Kazım Bey, Yusuf
Ömürlü, Neyzen Necip Dede, Çinuçen Tanrıkorur, Özcan Ergiydiren Ilâhiyât-ı
Ken’ân1 da adı geçen bestekârlardır. Yakın dönemde Ahmet
Hatiboğlu, Ahmet Şahin, Mehmet Kemiksiz ve başka sanatçılar tarafından yapılmış
yeni besteler de mevcuttur. Ken’ân Rifâî’nin bestelerinin notaya geçirilmesi,
Yusuf Ömürlü tarafından gerçekleştirilmiştir. Bunu yaparken, Rifâî’nin mûsikî
yönü kuvvetli iki çocuğundan Kazım Büyükaksoy ve Kâinât Büyükaksoy’un
okuyuşları dikkate alınmış ve böylelikle meşk sırasında vâkî olan okuyuş
farkları tek bir okuyuşa indirilmeye çalışılmıştır.[57]
Rifâî’nin
bestelerinin müzikal analizi ve değerlendirmesi yapılmıştır.[58] Tezimiz
kapsamında en çok istifade ettiğimiz, Yüce Gümüş’ün master tezi olan Ken’ân
Rifâî’nin Mûsikî Yönü adlı çalışmadır.[59] Ken’ân Rifâî’nin Ilâhiyât-ı
Ken’ân isimli kitabında, bizzat kendi bestesi olan otuz dört ilâhisi yer
alıp bunlardan birçoğu cumhur ilâhisi denilen ve tekkede okunmak üzere
bestelenmiş ilâhilerdir. Rifâî’nin tek başına icrâ edilmeye müsâit besteleri de
mevcuttur. Bu açıdan şeyhin ilâhileri içinde, güfte açısından dinî-mânevî
içerikli olmakla birlikte, müzikal anlamda şarkı formunu andıran ilâhilere de
rastlanır.[60] Ken’ân
Rifâî’nin bu tür eserleri, tekke için değil ancak mânevî sohbetlerin yapıldığı
diğer meclisler için bestelediği söylenebilir. Rifâî bu yönünü derslerinde bir
araç olarak kullanmış ve çoğunlukla takdir ile karşılanmıştır.[61]
Mûsikînin dinî
meşrûiyeti konusu Ken’ân Rifâî’de temel bir tartışma meselesi değildir. Ancak
eserlerine bakıldığında, bu konuda mûsikînin meşrûiyetini savunan müellif ve
sûfîlere yakın durduğu anlaşılır.[62] Şeyh
dinî-tasavvufî ritüellere eşlik eden teganniyi, sâliğin tekamülüne olumlu katkı
sağlayacağını düşünerek tasvip eder. Ken’ân Rifâî’nin anlatımlarında Hz.
Peygamber’in mûsikî ile ilgili uygulamalarına referanslar vardır: Örneğin Hz.
Peygamber (s.a.s.)’ın hicret ederek Medine’ye ulaştığı esnâda, Medine halkı
neşe ve heyecanlarını mûsikî ile ifade etmişlerdir. Ken’ân Rifâî’nin, Rasulullah’ın
memnuniyetini, bu tür uygulamaların meşrûiyetine bir delil olarak kabul ettiği
anlaşılmaktadır.[63] Ken’ân
Rifâî’nin bu husustaki görüşleri esasen Ahmed er- Rifâî’nin semâın meşruiyeti
ile ilgili açıklamaları ile benzerlikler arzeder. Ken’ân Rifâî’nin, Seyyid
Ahmed er-Rifâî adlı eserinde, Ahmed Er-Rifâî’den yaptığı derlermeler
arasında semâ bahsi de yer alır ki burada Ahmed er-Rifâî mûsikî ve semânın
hangi şartlarda muteber ve mubah olduğunu izah eder: “Biliniz ki, nameler ile
semâ, Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz hazretlerinin Ahsenü’l-Kur’âne
bi’s-savti’l-hasen [Kurân’ı güzel sesle süsleyiniz] şerefli sözleriyle yâni
işlenmesinde sevap ve günah olmayan ve özellikle güzel nameler ve zevk veren
şiirler ile olursa yapılması helâldir.” Yukarıdaki açıklamalarıyla Ahmed
er-Rifâî bu hususta bir ölçü belirtir ve tarîkata intisabı olan sâlikler için
bu ölçünün mürşid tarafından belirlenmesi gerektiğini vurgular. Neticede Ken’ân
Rifâî’nin tarîkat pirinin sema ve teganni ile ilgili bu görüşlerini, mûsikî
hakkındaki kanaatleri için temel bir prensip olarak kabul ettiği
anlaşılmaktadır.[64]
Ken’ân Rifâî’ye
göre mûsikî, tasavvufî eğitimin bir parçasıdır ve kâmil bir mürşid, musîkîyi
terbiye metodu içerisinde usûlünce tatbik edecek derecede mûsikîye vâkıf
olmalıdır. Rifâî, bu bağlamda tekkede yapılan mûsikî faaliyetlerini de Allah’ı
hatırlatan bir unsur olması bakımından zikir olarak değerlendirir. Ancak zikre
ve Allah’ı hatırlamaya vesile olmayan, yalnız mûsikî gösterisinden ibâret
uygulamalar, bu kapsamın dışındadır. Zira şeyhe göre, böyle bir zikir icrâsını
bir gramafon, insandan çok daha kuvvetle ve daha uzun süre yapabilir. Ona göre
insanı bir teknik âlet derekesine indiren bu yaklaşımlar, tasavvufun rûhu ile
bağdaşmaz. Şeyhin anlayışında asıl mesele her vesile ile Allah’ı hatırlamak ve
onu bilmek için bulunduğumuz dünyâda herşey gibi mûsikîyi de yine bu maksata
hizmet eden bir vasıta olarak kullanmasını bilmektir.[65]
Rifâî için
semâhâne mukaddes bir mekândır. Buna istinaden Ümmü Ken’ân Dergâhı’nda zikir ve
semâ yapılan mekân tevhidhâne olarak adlandırılmıştır. Zira tevhidhâne,
dervişin nefisle mücâhede ederek, nefsinin ikiliğinden kurtulup tevhidi idrak
ettiği bir mekandır. Rifâî Hz. Peygamber’in hadisine istinaden nefisle
mücâhedeyi en büyük bir cihad olarak kabul eder. Nitekim semâhânedeki
sancaklar, teberler, topuzlar dervişin nefisle olan savaşını ona hatırlatmak
üzere bir araya getirimiş sembolik unsurlardır. Ken’ân Rifâî’nin zikir
meydanındaki sembolizmi küçük cihat büyük cihat ilişkisi ile irtibatlandırması
esasen onun zâhirî her unsuru, insan nefsinde tekabül ettiği meleke ile
ilişkilendirmesinin en tipik örneklerinden biridir. Âfak ve enfüs ilişkisi onun
sohbetlerinde ve eserlerinde her zaman dikkat çektiği bir konudur. Buna göre
semâhanedeki her zâhirî unsur, dervişe içindeki mücâhedeyi/cihad hatırlatmak
için özenle yerleştirilmiş birer semboldür. Şu halde söz konusu sembollerin
fayda ve zararı - ki buna mûsikî ve müzik aletleri de dahildir- sâliki murada
eriştirmedeki katkıları bakımından değerlendirilmelidir. Rifâî bu açıdan tekke
mûsikîsini, cihadda nefere cesâret ve heyecan veren mızıka gibi olumlu bir araç
olarak görür. Ken’ân Rifâî nefis mücâhedesinde bulunan dervişin tekke
mûsikîsinden feyz alarak sülûkunda hız kazanacağı kanaatindedir. Ona göre,
mıtrıp heyetinin gerek sesleri, gerek sazları ile icrâ ettikleri mûsikî
dervişin içindeki Allah aşkını kuvvetlendirmek içindir:
“İlâhîler,
naatlar, tevşihler okuyan zâkirlerin, birer asker sayılan dervişleri nefis
muhârebesine teşvik edip o heyecanı uyandırmaları, hep insanın yüksek duygulara
doğru yol alması içindir ve bütün bu ilâhî nağmeler, sesler, sözler bakınız
bunlar ile ne diyoruz? Allah diyoruz. Ud ve kemanda kendi lisanıyla Allah
demektedir.”[66]
Allah’ı
zikretmeyen bir şey olmadığını belirten Rifâî, sazlardan çıkan sesleri de
eşyânın Hakk’ı zikretmesinin bir örneği olarak görür. Hz. Ali’nin çan sesinde
Allah zikrini işitmesi de onun düşüncesinde aynı teorik zemine dayanmaktadır.[67] Buradan
da anlaşıldığı üzere şeyhin nazarında mûsikî icrasından maksad nefsin
mücâhedesine iştirâk etmek yani nefsin ıslâhıdır. Rifâî’ye göre gâye mutlak
mânada icrânın kendisi olmayıp bunlar tekke ve tarîkatın şartı değil ancak
yardımcı unsurlarıdır.
Rifâî için
mûsikî ve onun gereklerinden olan, ses ve saz ile icrâ, insanı Allah’a
yaklaştırdığı nispette meşru, uzaklaştırdığı nispette kendisinden kaçınılması
gereken bir değer hükmündedir. “Her ne ki seni Allah'tan gafil etmezse ve
Allah'ın aşkını sende ziyâde ederse, onu can kulağı ile dinle. Her ne ki seni
Allah’tan gafil ederse, ondan kaç! Allâh’a olan aşkını ziyâdelendiren ve
Allâh’a gittikçe seni yaklaştırandan niçin korkarsın?”[68] Zikrin tegannî ile
yapılması mevzûuna gelindiğinde Ken’ân Rifâî konuyu hafî ve cehri zikir
meselesi içerisinde ele alır. Ona göre cehrî zikrin nefis terbiyesinde hızlandırıcı
bir rolü vardır. Buna göre hafî zikir yapan tarîkatlar, -burada kolları ile
beraber Nakşilik akla gelir ki- yalnız kalbî zikre yönelmişlerdir. Cehrî zikir
yapan tarîkatlar ise hafî zikir yapanlardan farklı olarak ism-i Celâli açıktan
ve yüksek sesle söyler. “Böylelikle, zikirlerini nefislerine de duyurmak
isterler ve onu zikre alıştırdıktan sonra tedrîcen kalbe giderler.” [69] Rifâî’nin
burada kullandığı tedricî ibâresi onun cehrî zikri, kalbî zikre ve bu suretle
nefsin ıslahına bir araç olarak değerlendirdiğini göstermesi bakımından
önemlidir.
Ken’ân Rifâî incelik ve zevk bakımından tekke mûsikîsinin
camî mûsikîsinden daha ileride olduğu kanaatindedir.[70] Ona göre maksada
uygun olan da budur: Tekkede nefsin terbiyesi titizlikle ele alındığından, buna
vesile olacak mûsikînin de aynı ölçüde titiz ve ince bir zevkin ürünü olması ve
bu suretle dervişlerin nefsini cûşa getirip ruhu letafet alemine iletmesi
beklenir. Rifâî’nin mûsikî ile ilgili yaklaşımları ile tekkesindeki
uygulamaları arasında bir tutarlılık mevcuttur. Ken’ân Rifâî’nin, kabiliyetine
istinaden, resmî tahsili ve mânevî terbiyesi esnasında geliştirme ve ilerletme
imkânı bulduğu mûsikî yönünü, gerek maârif vazifeleri ve gerekse tekke şeyhliği
içerisinde talebelerinin/müridlerinin maddî ve mânevî tekâmülünde etkin bir
araç mevkiinde kullandığını söyleyebiliriz.[71]
Ken’ân Rifâî
hayatı boyunca öğrenme ve öğretme faaliyeti içinde olmuş, özel hayatını da bu
ilgi çevresinde şekillendirmiştir. Rifâî bu ilgi ve sevgisini “yaşadığım
müddetçe ya bir şey öğrenmeli ya da öğretmeliyim”[72] sözleriyle dile getirir.
Ken’ân Rifâî’nin bu özelliği, onun şahsiyeti ile ilgili yazılan metinlerde de
öne çıkan bir vurgudur. Rifâî’nin talebelerinden Semiha Cemal Hanım’ın, onun
şahsiyetini ele aldığı Ken’ân Rifâî’nin Meşreb-i Şerifleri[73] adlı risâlesine
“[onun] en sevdiği şeylerden biri, bilmek veya bildiğini öğretmektir”
ifâdesiyle başlaması bunun en tipik örneklerinden biridir. Ken’ân Rifâî ilim
sevgisi ile doludur ve bu vasfı onun şahsiyetine ve eğitimciliğine şekil veren
en önemli âmillerden biridir. Ancak Ken’ân Rifâî her vesileyle insanın Allah’ı
tanıma ve bilme özelliği ile mahlukat arasında en şerefli bir yerde bulunduğunu
hatırlatarak, asıl peşinde koşulması gereken ilmin “marifetullah” olduğuna
dikkat çeker.[74] Bu yüce
gâye için yaratılmış insanın kendini başka işler peşinde helak etmesini esef
edilecek bir durum olarak gören Rifâî’nin ilim öğrenme ve öğretme ameliyesinin
merkezinde de yukarıda belirttiğimiz gibi mârifetullah yani Allah bilgisi
bulunmaktadır. Rifâî’nin ilme ve öğretmeye yönelik bu ilgisinin, onun
eğitimciliğindeki merkezi yerinin anlaşılması bakımından burada kısaca
geleneğimizde ilmin fazileti konusuna kısaca temas etmemiz doğru olacaktır.
İlmin mahiyeti ve
ilim öğrenmenin fazileti ilk dönemlerden itibaren sûfîlerin üzerinde durduğu
konulardan biridir. Tasavvuf klasiklerinden el-Lümâ’nın giriş bölümünde
es-Serrâc, ilimlerin türlerinden bahsederken, el-Hücvîrî ise eseri Keşfü’l-
Mahcûb’a ilmin ispâtı ve fazileti konusu ile başlar.[75] Ancak tasavvuf
literatüründe konuyu en ayrıntılı bir şekilde ele alan şüphesiz el-Gazzâlî Ebû
Hâmîd’ dir. (ö. 505/111) el-Gazzâlî, Ihyâu ulûmi’d-dîn adlı meşhur
eserine ilimle ilgili özel bir bahis ile başlar. Müellif bu konuyla
başlamasının sebeplerini izah ederken, gerçek ilmi ortaya çıkarmak, faydalı
ilmi zararlıdan ayırmak ve ilmin kabuğunda kalanlara hakiki ilmi hatırlamak
maksadıyla bu bahse değinmenin gerekli olduğunu kaydeder. Zira eser boyunca
okuyuca aktarılan olan şey ilimdir ve ilmin kıymetinin anlaşılması adına
öncelikle bu konunun ele alınması önemlidir.[76]
El-Gazzâlî, Ihyâ’u
‘ulûmi’d-dîririm birinci babınında ilmin fazileti hakkında bilgi verirken
konuyu Kur’ân ve sünnetten örneklerle izah eder.[77] İmam-ı Gazâlî’nin bu
bölümdeki hadis seçkisi arasında konumuz bakımından en önemli olanı sahabenin,
“en üstün amel hangisidir?” mealindeki sorusuna Hz. Peybamber’in verdiği “azîz
ve celîl olan Allah’ı bilmektir” şeklindeki cevabıdır. Nitekim Resûlullah
konunun daha iyi anlaşılması için “o noksan sıfatlardan münezzeh, kemal
sıfatlarıyla bezenmiş olan Allahu Teâlâ’yı bilmeyi kasd ediyorum” şeklinde
“Allah’ı bilmek” ifadesini bir derece daha açarak izah etmiştir.[78] Müellif
ilgili bölümde, ilim öğretmenin ve âlimlerin faziletini ortaya koyan bu meâlde
pek çok hadis nakleder. Nitekim el-Gazzâlî’nin İslâm büyüklerinden konuyla
ilgili yaptığı nakillerde de aynı şekilde Allah’ı bilmenin fazîleti ve faydalı
ilmin insanı bu dünya ve ötesinde saâdete kavuşturacağı şeklindeki vurgunun
devâm ettiği görülür.[79] Semiha
Cemal Hanım’ın Ken’ân Rifâî’nin meşrebini kaleme aldığı risâlesine “en sevdiği
şey bilmektir” şeklindeki ifâde ile başlaması Rifâî’nin de İslâm geleneğinde
ilme ve özellikle manevî ilimlere verdiği değeri göstermesi bakımından
önemlidir.
Ken’ân
Rifâî’inin eğitimciliğinde öne çıkan diğer bir özellik, öğrencileri ve
müridleri konusuda hoşgörü ve müsâmaha sahibi olmasıdır. Rifâî’nin maârif
görevleri sırasında farklı etnik gruplardan gelen öğrencileri arasında ayırım
yapmadığı hemen göze çarpan bir husustur. Onun bu yaklaşımında, Osmanlılık
bilincinin tesiri olduğu kadar tasavvuf geleneğinin hoşgörü, insan sevgisi ve
yaratılmışa hürmet gibi temel prensiplerinin de etkili olduğunu söyleyebiliriz.
Ken’ân Rifâî,
öğrencilerine rol model olma konusunda özel bir hassasiyet içindedir.[80] Rifâî bu
hususta son derece açıkça şöyle der:
“Çocuklar! Ben
gıybet ediyor muyum? Ediyorsam siz de edin. Ben yalan söylüyor muyum? Söylüyorsam
siz de söyleyin. Ben kalp kırıyor muyum? Kırıyorsam siz de kırın. Ben kin
tutuyor, kibrediyor, haset eyliyor muyum? Yapıyorsam size de bol bol izin! Ama
beni hocanız bilmişseniz bende olmayan hasletlerin herhangi birinde konuklamak
üstünüzdeki manevî hakkımı reddetmek olmaz mı?”[81]
Bir çok teorisyen
tarafından da eğitimin temel esaslarından biri olarak kabul edilen örnek olma
yöntemi, İslam dininde esasen Hz. Peygamber (s.a.s.)’ın ümmetine olan örnekliği
ile ilişkilendirilir. Nitekim bu gerçek müminlere Kur’ân-Kerîm’de “andolsun ki
Allah'ın resulünde sizler için güzel bir örnek vardır” (Ahzab, 33/21) ayetiyle
hatırlatılmaktadır. Peygamber (s.a.s.) hayatı boyunca tavsiye ettiği
prensipleri öncelikle kendi hayatında uygulayarak ashâbına örnek olmuş ve
böylelikle eğitimde rol model olmanın önemini bizzat kendi hayatıyla
delillendirmiştir. Bunun yanı sıra ilk dönem zâhid ve sûfîlerine bakıldığında
onların da aynı prensibe istinad ettikleri ve doğrudan kendi hayatlarında
tatbik etmedikleri bir şeyi çevrelerine tavsiye etmekten kaçındıkları görülür.
Nitekim, nefis terbiyesini telkin eden mürşid ya da şeyhin, gerek sözleri ve
gerek davranışlarıyla Hz. Peygamber’e ayna tutması ve bu suretle dervişlere
örnek olması, tasavvuf geleneğinin en temel esaslarındandır. Mürşid kendisine
rol- model olarak Hz. Peygamber’i örnek alırken, şeyhi takip eden dervişler de
onu kendilerine rol model alır ve onun adımlarını takip ederler. Bu durum
tasavvufî yaşantının bir parçası olduğu gibi, tasavvuf literatürünün özellikle tarîkatlar
dönemi eserlerinin de temel konularından biridir. Gelenekte yer alan bu
rol-model olma ilkesinin günümüzde pedogojik çalışmalar yapan araştırmacılar
tarafından değerlendirildiği ve sûfî pedagojisinin önemli bir çalışma alanı
günümüzde olarak belirginleştiği görülmektedir.[82]
İlk
dönem sûfîlerinin hayatlarına ve öğüt metodlarına bakıldığında da aynı şekilde
rol model olma ya da gelenekteki ifadesiyle, yaşayarak örnek olma vasıflarının
bulunduğu görülür. Öyle ki güzel konuşan ve vaaz eden Kadı Ebü’l-Abbâs Ahmed b.
Ömer b. Süreyc el-Bağdâdî (ö. 306/918),
bu özelliğini Ebü’l-Kâsım Cüneyd b.Muhammed el-Hazzâz el-Kavârîrî’nin (ö.
297/909) sohbet meclislerine devam etmekle kazandığını söylemiştir. Burada
Cüneyd’in Hakk’ı davet metodu olarak güzel söz söylemeyi bir prensip olarak
benimsediği ve bu haliyle kendisinden sonraki eğitmenlere de tesir ettiği
görülür. Söz gelimi Ebû Sâlih Hamdûn b. Ahmed b. Umâre en-Nîsâbûrî (ö.
271/884)’a öğüt vermenin ne zaman caiz olduğu sorulduğunda, farzları ve dinî
vazifeleri öncelikle kişinin kendisinin yerine getirmesi gerektiğini, bunu
gerçekleştiren kişinin başkalarını irşad etme kuvvet ve yetkisine doğal olarak
erişeceğini söylemesi son derece mühimdir. Ebû Abdillâh Muhammed b. Hafif b.
İsfikşâd ed-Dabbî (ö. 371/982), Ruveym’den nasihat talep ettiğinde Ebû Muhammed
Ruveym b. Ahmed el- Bağdâdî (ö. 303/915-16)’nin, bu iş can feda etmekle elde
edilir şeklindeki cevabı da yine aynı manaya örtülü bir şekilde dikkat çeken
bir ifade olarak kaydedilir. Nitekim Ruveym ifadesinin devamında, söz-fiil
uyumsuzluğu arzeden sûfîlerin bu konudaki zaaflarından duyduğu infiali ortaya
koymaktadır. Yine bu hususta Ebû Türâb Asker b. Husayn en-Nahşebî (ö. 245/859)
son derece etkileyici bir tavır içindedir. Nahşebî müridlerinde hoş olmayan bir
davranışa tesadüf ettiğinde, bunun kendi amelleri ile ilişkili olduğunu
düşünerek, nefis muhasebesine dönmeyi bir prensip edinmiştir. Burada
Nahşebi’nin rol model olmanın, eğitimcinin başarısında etkili bir unsur
olduğuna dair bir kanaati olduğu görülmektedir.[83]
Öte yandan yine
ilk dönem sûfîlerinin, öğrencilerinin terbiyesi sırasında onlara karşı
merhametli ve yumuşak oluşlarına dair örneklerde mevcuttur. Bu tür hikayeler
şeyh, müridlerinin hata yapacağını önceden hissederek, bu yanlışa vesile olacak
yolları baştan kapatır yahut şeyhinin isteğini yerine getirmek uğrunda kendi
gücünü aşacak işlerin yüklerin altına giren müridini bir şeyin o zor vaziyetten
çekip kurtardığı şeklinde örneklere yer verilir.[84]
Ken’ân Rifâî,
öğretim tekniklerinde modern usûlleri kullanırken, yeni ve modern olan
unsurları, eğitimin geleneksel gayesi olan iyi insan yetiştirme yolunda bir
araca dönüştürmeye çalışmıştır. Rifâî bilimsel veriyi dinî bilginin anlam
katmanlarını çözümlemede bir araç olarak görmüş ve böylelikle onu ikincil bir
unsura indirgemiştir. Bu yaklaşım Rifâî’nin eğitim metod ve teknikleri
konusunda oldukça titiz olduğunu götermesi bakımından iyi değerlendirmelidir.[85]
Ken’ân Rifâî Sohbetler’inde
kullandığı retorikten anlaşıldığı üzere irşad esnasında müridin eğitim durumu,
meşrebi, hazır bulunuşu, maddî ve mânevî kapasitesi gibi çeşitli değişkenleri
dikkate alır. Şeyh genel sohbetlerinde ortamın genel kültür ve bilgi seviyesine
göre nasihat eder. Özel terbiyesinde ise müridinin geçmiş yaşantısı ve gelecek
ile ilgili beklentilerini de inceleyerek değerlendirmede bulunur. Müridlerin
bireysel farklılıklarını önemsediği görülen Ken’ân Rifâî, modernite sürecinde
ihmal edilmekte olan geleneksel bir eğitim yöntemini bu suretle muhafazaya
çalışmıştır. Ken’ân Rifâî’nin günümüz eğitim teorileri içerisinden öğrenci
merkezli bir eğitim anlayışını benimsediğini söylemek mümkündür.[86]
Bu bağlamda
Ken’ân Rifâî’nin irşâdının merkezinde ne olduğu sorusunu sormak gereklidir?
Rifâî’nin irşâdının merkezinde, insanı kendi içinde ahenkli bir yapı olarak
tesis ederken, sosyal bünye içerisinde onun meşrebine uygun bir vazife ile yer
almasını teşvik etmek, insanı kendisi ve alem ile barışık, Hakk’a ve halka
karşı vazifelerini yerine getiren şahsiyet sahibi bir insan olarak yetiştirmek
vardır. Zira şeyhe göre, kişinin iç dengesi sağlandıktan sonra, onun topluma da
ahenkle iştirâk etmesi tabidir.[87] Ken’ân
Rifâî’nin gayesi, bu ahlâki dereceyi, her bir talebesinin kendi kabiliyeti
ölçüsünde gerçekleştirmesidir. Sohbetler adlı eseri bu açıdan
okunduğunda, Ken’ân Rifâî’nin öğrencilerine verdiği cevaplarda muhatabına göre
farklı yaklaşımlar geliştirdiği ve o esnada karşısındakinin zaafını tespit ve
tedaviye yönelik bir tutum içinde olduğu görülür. Ayverdi, Ken’ân Rifâî’ye has
olan bir terbiye yönteminden daha bahseder ki müellif bunu dağlama olarak
adlandırır. Buna göre Ken’ân Rifâî, dağlama yöntemi ile öğrencisinin nefsani
açıdan en zorlandığı konuyu tespit ederek terbiyesine doğrudan oradan başlar.
En zorlandığı konu üzerine çalışmaya başlayan müridin, mücâhedesi sırasında
diğer kötü huylarının da sönmeye yüz tuttuğu görülür. Diğer bir deyişle Rifâî
müridlerinin mânevî gelişimde yolu kesen en problemli konuları görerek
terbiyeye doğrudan oradan başlamak şeklinde kendine has bir yöntem uygular.
Böylelikle Rifâî’nin müdahele de hızlı davranması, bir nevi dağlama etkisi
göstererek diğer mânevî rahatsızlıkların iyileşmesine de tesir eder.[88]
Yukarıdaki
ifadeler farklı bir bakış açısıyla değerlendirildiğinde Rifâî’nin kemiyetten
çok keyfiyete dikkat ettiği söylenebilir. Bu da bize Rifâî’nin irşad
metodlarını tatbik ederken, o günün sosyolojik açıdan değişim teorilerini
dikkate aldığını gösterir. Nitekim toplumsal değişimle ilgili tartışmalar
arasında değişimin tabandan mı yoksa tavandan mı başladığı ile ilgili yaklaşımlar
mühim bir yer tutmaktadır. Rifâî’nin bu tartışmalarda toplumun değişiminde ilk
etapta tavandan tabana yayılan bir değişimi uygun gördüğü anlaşılır. Bu
bağlamda Ken’ân Rifâî’nin Meşrutiyet döneminde eğitim alanında ortaya çıkan
görüşlerden Tuba ağacı modelini[89] tasavvufî
eğitimde tatbik ettiği ve olumlu sonuçlar almış olduğu söylenebilir.
Ken’ân Rifâî’nin
sohbet notları incelendiğinde onun soru-cevap olarak bilinen kadim yöntemi son
derece etkin bir şekilde kullandığı farkedilir. Hemen bütün büyük öğretmenlerin
tercih ettiği bu yöntemi Rifâî de[90] gayeye
uygun olarak etkili ancak ölçülü bir şekilde kullanur.[91] Ders esnasında,
talebelerinin tenkidlerini anlayışla kabul eden Rifâî’nin “hakikatle mağlub
edilmekteden üstün bir zevkim yoktur”[92] şeklindeki ifâdesi bu
tavrın en açık bir göstergesidir.
Rifâî dersleri
sırasında dünya ile alem, âlem ile Kur’ân, Kur’ân ile insan arasında bir
özdeşim kurarak bu sûretle insana Kur’ân ayetinin de işaret ettiği gibi afakta
ve enfüste Allah’ın işaretlerini okuma yollarını gösterir. Bu amaçla şeyh
derslerinde devamlı surette insan ve dünya arasında irtibat kurarak böylelikle
eşyâdan ilme ulaşma yollarını öğretir. Rifâî’nin sohbetleri ve günlük hayatında
eşyâdan ve olgulardan ilme ulaşma çabası tekvinî ayetleri okumaya yönelik bir
çabanın örneği olarak kabul edilebilir.[93]
Bu vesileyle
Rifâî’nin Cumhuriyet dönemi eğitim anlayışından memnun olmadığını da
belirtmemiz gerekir. Onun istediği örgün eğitimin dinî-mânevi bir nitelikte
olmasıdır. Şeyh, tekkelerin tarih boyunca yüklendiği fonksiyonun, iyi yetişmiş
bir eğitimci kadrosu ile örgün eğitim çatısı altında devam etmesinin doğru
olduğu kanaatindedir. Ken’ân Rifâî’nin bu dönemde katıldığı bir dâvet esnâsında
Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel[94] (ö. 1961) ile arasında
geçen konuşma Ken’ân Rifâî’nin Cumhuriyet dönemi eğitim sistemini millî ve
mânevî değerlerin muhafazası açısından yetersiz bulduğunu gösterir. Ev sahibi
tarafından Yücel ile aynı masada ağırlanan Ken’ân Rifâî, bir ara Hasan Ali
Yücel’e “Beyefendi, nedir bu maârifin hâli, bu nesil nereye gidiyor? Başı boş
bırakılmış, faydalı bilgi verilmiyor. Çocuklarımız gayr-i milli ve gayr-i
İslâmî terbiye ile yetiştiriliyorlar.” şeklinde serzenişte bulunur. Bunun
üzerine Hasan Ali Bey “bu nesil böyle gitsin, arkadan gelecek nesli istediğimiz
gibi yetiştiririz” şeklinde cevap verir. Ken’ân Rifâî’nin maârif nâzırının bu
cevabından müteessir olarak şu şekilde mukabele ettiği kaydedilir: “Gelecek
nesil, bu neslin devamıdır. Bu nesle öğretilmeyen ondan sonraki nesle nasıl
öğretilir? Hiç mâzisi olmayan istikbal olur mu? Geçmişten faydalanmayan, hiç
bir gelecekten hayır gelmez.”[95] Ken’ân
Rifâî’nin yukarıdaki ifâdeleri esasen onun bütün eğitimcilik hayatındaki
faaliyetleriyle gerçekleştirmek istediği gayeyi ortaya koyar. Rifâî, kaçınılmaz
olarak bir değişimi tecrübe eden Türk toplumunun, geleneğine sahip çıkması
gerektiği ve bu yolda örgün eğitime çok vazifeler düştüğü kanaatindedir.
Buradaki ifadede Rifâî’nin kullandığı, “kökler” ifadesi geleneği işaret eder
ki, Rifâî’ye göre Türk insanı ve toplumunun tutarlı bir şekilde ilerlemesi
ancak geleneğini tanımak, ona sahip çıkmak ve gerektiğinde tasfiye ederek onu
sonraki nesillere devretmekle mümkündür. Rifâî’nin yukarıdaki ifâdelerinin,
onun müridlerinden Ayverdi ve çevresinin temsilcileri arasında bulunduğu, “kökü
mâzide olan âtî” anlayışına bir mahreç olduğu şeklinde değerlendirilebilir.[96]
Ken’ân Rifâî’nin
Tanzimat ve Meşrûtiyet dönemi temel meseleleri hakkındaki görüşleri nelelerdir?
Rifâî’nin dönemin temel meselelerine yaklaşımlarının incelenmesi müstakil
olarak önemli olduğu gibi, onun tasavvuf anlayışının içinde bulunduğu devir ile
ilişkisi göstermesi bakımından da anlamlı olacaktır. Bu başlık altında XIX.
yüzyıl sonu ile XX. yüzyıl başında Osmanlı düşünce hayatına giren kavramlar ile
sırasıyla Ken’ân Rifâî’nin bu kavramlar hakkındaki görüşleri ele alınacaktır.
Terakki kavramı
Aydınlanma döneminde ortaya çıkan ilerleme (progress) kavramının XIX. yüzyıl
Osmanlıcasındaki karşılığıdır. Osmanlı düşünce dünyasına XIX. yüzyılın ikinci
yarısında giren terakkî kelimesi Batı medeniyetinin XIX. yüzyılda bilim, teknik
ve hukuk alanındaki gelişimi ve aynı alanlarda Doğu toplumlarının geri
kalmışlığını ifade etmek üzere kullanılmıştır. [97]
Tanzimât ve
Meşrûtiyet dönemlerinde bir maârifçi ve tekke şeyhi olarak vazife yapan Ken’ân
Rifâî terakkî konusuna ilgisiz kalmamış ve kavramı farklı bağlamlarda
kullanmıştır. Rifâî’nin izahlarından Fransız diline ve Batı kültürüne aşinalığı
nedeniyle ilerlemeci anlayışın tarihi ve felsefî boyutlarını asıl
kaynaklarından takip ederek değerlendirebildiği anlaşılır. Rifâî, aynı zamanda
İslâm geleneğinin terakkî anlayışı ve sürecine de vakıftır. Ancak Batılı
anlamda ilerlemecilik ve ilerlemeci tarih anlayışını benimsemenin, geleneğin
kendisi ile tenâkuz arzettiğini görebilmiş midir? Burada Rifâî’nin
metinlerindeki terakkî kavramına odaklanılarak yukarıdaki sorulara cevap aranacak
ve böylelikle şeyhin fikrî cephesinine nüfûz etmemize imkan verecek önemli bir
anahtara ulaşılacaktır.
Ken’ân Rifâî,
terakkî kavramını ele alırken bu bağlamda çokça işlenen “bir günü diğerine denk
olan kayıptadır” ifadesini değerlendirir. Ona göre insan daimî surette
ilerlemeli, her konuda bir önceki günden öteye geçmelidir. Rifâî’nin bu hususta
söylediği “bulunduğun yerde kalma... ileri geç... geç de ne kadar geçersen
geç... yoksa, ömrünün geçmesi, mezara yaklaşman olmasın” ve “yürü, dâima yürü!
Eğer ölüm seni yolda iken yakalarsa, onu Allah bilir. Yeter ki dururken
olmasın”[98] şeklinde
konuyla ilgili görüşlerini özetler mahiyettedir. Şeyh için terakkî öncelikle
mânevî değerlerde ileri geçmek, şerden hayra, kötü huylardan iyi huylara ya da
en genel anlamda nefisten ruha dönmektir.
Ken’ân Rifâî’ye
göre âlem ve eşyâ için değişim ve gelişim mukadder olmakla birlikte her şeyin
terakkîsi kendine göredir.[99] Söz
gelimi bir bitkinin terakkisi tohumun aşikar olup meyvenin zuhûr etmesi ile
gerçekleşirken, çocuğun terakkisi yaşının icâbı olan halleri sırayla tecrübe
etmek sûretiyle gerçekleşir.[100] Genel
anlamda insanın terakkîsi de dünyaya geldiği andan başlayarak Hakk’a
kavuşuncaya kadar devam eden kesintisiz bir süreçtir: “Git, git, git nihâyet
yok. Bulamazsın. Terakkî ettikçe Allah’tan gayrı mahbûb, maksûd yok. Onu
bilirsin ve ona göre mülâhaza edersin.”[101] İnsanın eşyâ ile irtibatı
neticesinde bir mâlûmat ortaya çıkar ki buna terakkî denir. Şu halde eşyâ Hak
tecellîsi olduğu ve tecellîye nihâyet olmadığı cihetle, oradan elde edilen ilme
ve dolayısıyla terakkiye de nihâyet yoktur. Bununla beraber Rifâî terakkîyi
tasavvufun temel meselelerinden biri olan tekâmül ile birlikte ele alır.
Ken’ân Rifâî
mevcûdat âlemindeki her şeyin tekâmülde olduğu kanaatindedir. Her şey bir
noktadan bir başka noktaya devamlı surette ilerlemektedir. İnsan ise mânâ
aleminden madde alemine düşmüş bir varlık olarak devamlı ilerlemeli ve aslî
vatanı olan mânâ alemine dönmelidir. Şeyhe göre insanın aslına dönüşü bir
yükseliştir. Ken’ân Rifâî konu ile ilgili görüşlerini, Mesnevî III. cilt
şerhinde daha açık bir şekilde ifâde eder. Rifâî toprakta yok olan tohumun,
sonrasında tekrar yükselişini tasvir eden Mesnevî beyitlerinin şerhinde
terakkî kelimesini tam da bu anlamda kullanır: “Demek oluyor ki
tevâzû ve tenezzülden, bu cemâd mertebesinde olan şey ziyâde terakkî ve terfi’
eylemiş oluyor.”[102] Rifâî,
cansız olduğu düşünülen gıdânın da insana karıştığında, aynı şekilde salih
amele dönüşüp arşa yükseleceğini kaydeder. Ken’ân Rifâî için, bu anlamda
terakkînin yönü ise tevhide yani Allah’ın birliğine doğrudur.[103] Bir
başka deyişle terakkî parçadan bütüne ya da cüzden küllî olan varlığa doğrudur.
Rifâî küllî varlık olan Allah’ın tecellîlerinin sonsuz olması nedeniyle
terakkînin de sürekli bir durum olduğunun altını çizmektedir.[104]
Rifâî’ye göre
insan bu dünyaya Allah’ı tanımak, bilmek ve ruhûnu kemâle erdirmek için
gelmiştir. “Tekâmül Allah’ın bir isminden diğer ismine yapılan yolculuktur.
Sâlik, devamlı surette bir ilâhî ismin tecellîsinden diğer bir ilâhi ismin
tecellîsine doğru terakkîdedir.[105] Şu
durumda sâlik, okuyup öğrendiği ile yetinmeyerek tevâzu içinde,[106] âlemde
Hakk’ın ayetlerini okumaya devâm etmelidir.[107] İdrâk sahibi bir mümin,
böylelikle her yeni tecellîde/şe’n,[108] Allah’ın başka bir ismini
görecek ve onunla ilgili bilgisini arttıracaktır.[109] Şu halde Ken’ân Rifâî’nin,
Batı felsefesinden ithal edilmiş şekliyle lineer/düzlemsel bir terakkîye değil,
İslâm mânevî hayatının en temel bir prensibi olan mânevî ilerlemeye kıymet
verdiğini söylemek mümkündür. Ken’ân Rifâî’de terakkinin yönü geleneksel
yaklaşımdaki hâliyle döngüseldir.[110] Esasen Rifâî’nin söz
konusu yaklaşımı onun tarih ve zaman algısı ile de yakından ilişkilidir.
Rifâî’nin zamanla
ilgili görüşleri, geleneksel anlamda iyi ve güzel olanın, evrenin ve zamanın
başlangıcında kaldığı, bir başka deyişle mânâ aleminde kaldığı şeklinde geleneksel
zaman telakkisi ile çoğunlukla örtüşür. Burada da çizgisel olmayan yine
döngüsel bir zaman ve tarih algısı ile karşılaşırız. Rifâî’nin bu görüşünü sûfî
gelenekteki “el ân kemakân” anlayışı ile birleştirerek tarih konusunda
derinlikli bir yaklaşım benimsediği görülür. Onun için zaman “benî İsrail
zamanında -söz gelişi olarak söylüyoruz, yoksa zaman hep o zamandır”[111]
şeklindeki ifadesinden de anlaşılacağı üzere döngüseldir ya da tek bir andan
ibarettir. Ken’ân Rifâî’ye göre her ne kadar bu dünyada gece ve gündüz
birbirini takip etse de Allah katında zaman olmayıp hakikat mertebesinde akşam
ve sabah yoktur. Ona göre zaman esasen insanın kendisi demektir.[112]
Rifâî’nin tarihi bir hadiseyi ya da bir kıssayı aktarırken vurguladığı
hususlardan biri de insan ve zaman özdeşliğidir. Tarih boyunca gerçekleşen
hadiseler, Kur’ân’da bahsi geçen kıssalar ve insanlığın farklı devirleri bir
anlamda insanın kendi serüveninin türlü safhaları gibidir. Zamanın bu tür bir
yorumu, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin Mesnevî1 sinde birçok
yerde zikredilir. Rûmî dinlediğin kıssa senin kıssan, bu hikâye senin
hikâyendir, şeklindeki ifâdeleriyle insan tabiatının değişmeyen taraflarına ve
beraberinde anın sürekliliğine dikkat çeker.[113] Öte yandan
İbnü’l-Arabî’nin Füsûsü’l- Hikem’inde de benzer bir zaman algısı
karşımıza çıkar. İbnü’l-Arabî’ye göre her bir peygamber kendi devrine yani
zamanına has bir idrak seviyesini temsil eder.[114]
Ken’ân Rifâî
zamanın izâfî olduğu kanaatindedir. “Mâzî ve müstakbel dahî, umûr-i
izâfiyedendir.”[115] Ona göre
insanlık tarihi baştan sona dünyaya gelip çekisini tamamladıktan sonra buradan
gidenlerin türlü hikayelerinden ibarettir. Metafizik gerçeklikler ve eşyânın
hakikati zamanın ilerlemesi ile gelişen ya da değişen şeyler değildir. Eşyâ Hak
tecellîsidir ve her şey Hak ile kaimdir. Bu mesele onuncu asırda böyle olduğu
gibi, Rifâî’nin deyişiyle “yirminci asırda da böyledir”.785 Ken’ân
Rifâî, zamanın ilerlemesiyle insanın daha mükemmel bir hayata ulaşacağı
şeklindeki
yaklaşımı reddeder. Ona göre zamanın ilerlemesi ve asırların birbirini takip
etmesi insanlığa saâdet getirmek için müstakil olarak yeterli değildir.[116]
Ken’ân Rifâî’ye
göre XIX. yüzyılda bir inanç gibi bağlanılan terakkî/progress düşüncesinin
sağlaması XX. yüzyılda yapılmıştır. Rifâî için I. ve II. Dünya savaşları,
ilerlemeci söylemin geçersizliğinin en açık bir göstergesidir. Ona göre zamanın
ilerlemesi ve teknik buluşların artması, ümid edildiği gibi insanlığı daha iyi
bir konuma getirmemiş bilakis onun vahşet tarafını bilemiştir. Rifâî’nin bu
kanaati “iyice bildiğimiz bir şey varsa, maddî ilerlemelerin netîcesi,
insanları daha süratle ve kütleler hâlinde öldürecek vâsıtaları çoğaltmakta ve
geliştirmektedir”[117]
ifadesinden açıkça anlaşılır. Şeyh teknik ilerlemelerin nefsani arzuların
hizmetine verilmesinin acı neticeler doğuracağına dikkat çekerke, aynı maddi
imkanların insanın alemi ve kendini bilmesi için vesile olacak şekilde
kullanımını ise anlamlı bulur.
Ken’ân Rifâî için
ilim ve fende terakkînin anlamı ya da fonksiyonu nedir? Ken’ân Rifâî’nin
konuyla ilgili genel yaklaşımlarından anlaşıldığı üzere ilim ve fende terakkî,
insanın kendini bilme ve nefsini kemale erdirme sürecinin tabi bir sonucu
olarak zuhûr eder. İnsan kendini ve rabbini tanıma, âfakta ve enfüsteki
ayetleri okuma kasdiyla âleme yöneldiğinde eşyânın üzerindeki perdeleri de
kaldırmaya başlar. Böyle bir yönelişin semereleri ise hikmete uygun olarak
kullanılması hâlinde insana hizmet edecek maddî icadlar ve buluşlardır. İnsan
Kur’ân mushafının ayetlerini okumakla mükellef olduğu kadar kendi nefsine ve
âfâka yazılmış olan ayetleri okumakla da mükelleftir. İnsan bu emre itaat
ederek âfaktaki ayetleri okudukça eşyânın üzerindeki esrâr perdesi aralanır ve
ortaya çıkan bilgiden yine insanın dünya ve ahiret saadetine vesile olacak
ürünler ortaya çıkar. Bu süreçte ilim ve fen alanında kaydedilen ilerlemeler bu
açıdan insanın nefsini bilme ve alemdeki ayetleri okuma tecrübesinin doğal bir
neticesidir: “Şu halde bu sathî vücûd ilminden ileri geçip bilinecek ve ihtisas
peyda olunacak ne ilimler, ne hakikatler vardır ki insan olana bununla da
kalmayıp asıl maksut olan, kendini bilmek ilmine sahip olmak gerektir.”[118] Maddî
ilerleme denilen şey âlem aynasındaki âyetleri okumak ve onlarla yine insanın
yaratılış gâyesine uygun işler yapmaktır. Şeyhin ifadesiyle: “Refah ve rahatın
âmili nedir? Kendini bilmek ve kimseyi incitmemektir.”[119] Teknik vasıtasıyla elde
edilen refah burada Ken’ân Rifâî için gâye değildir. Ona göre asıl gâye
insanlık hakikatine ulaşma yolunda ilerleme kaydetmektir. Kendini bilme gayreti
esnasında ortaya çıkan ürün ise, insan için emeğinin hakkı olan ve yine ona bu
yolda hizmet edecek bir vasıtadan ibarettir. Rifâî’nin gaye edinilmemek
şartıyla fen ve teknik alanındaki ilerlemeleri olumlu telakki edildiği
anlaşılmaktadır.
Ken’ân Rifâî
insanın maddî ve mânevî ilerlemeyi birlikte götürmesi gerektiği kanâatindedir. [120] Esâsen
onun anlayışında ilerleme mânevî anlamda alındığında maddî ilerlemeyi de intâç
etmektedir. Yalnız teknik ilerleme hedeflendiği taktirde, bu durumun bir süre
sonra her iki anlamda da terakkîye mani olması kaçınılmazdır. Ken’ân Rifâî
sadece teknik alandaki gelişmeyi terakkî olarak görenlerin içinde bulunduğu
yanılgıyı anlatmak için eski hakîmlerin gözüyle XX. yüzyıla bakar ve şöyle
sorar: “Bu büyük insanlar, şu terakkî ve tekâmül devrinde gelmiş olsalardı
acaba ne derler ve ellerini başlarına koyup nerelere kaçarlardı?”[121] Rifâî
fen ve teknikte ilerlemeyi adeta bir din edinmiş çağın insanı için endişelidir.
Ona göre ilerleme anlayışı maneviyatsız kalmış ve bu nedenle bir tür tüketim
yarışına dönüşmüştür:
“Beşer tabiatı
öyle bir dağınık, karışık ve çözülmez bir muammadır ki her taraftan bizi saran
esrârın, şüphe yok ki en büyüğüdür. Bu fikre dayanarak bugün dünyânın en
pozitif riyaziyecilerinden Sir Edington bile bütün yirminci asır keşiflerinin
bizi mistisizme götürdüğünü iddia ediyor. Artık şuna kanâat getirdik ki ilim ne
kadar terakki ederse etsin, bu sırları keşfedebilmesine imkân yoktur. Bu sırlar
bâki kaldıkça da din bâki kalır.” [122]
Şeyhe göre eşyâ
Hak tecellîsidir. İnsanın eşyâ ile yani fizik aleme irtibatı, onu tecellînin
kaynağında eriştiremeyeceğinden metafizik âlem daima gizemini koruyacaktır.
Ken’ân Rifâî, “o nedenle sırlar bâki olduğu sebeple din de bâkidir”[123] derken
konuyla ilgili nihaî kanâatini de ortaya koymuş olur.
XIX. ve XX.
yüzyıl bilim algısı insanı içinde bulunduğu tabiattan üstün ve ona hakim bir
mevkiye yerleştirmişti. İnsan, mutlak hâkimi olduğunu düşündüğü âlem ve eşyâ
üzerinde dilediği gibi gözlem ve deney yapıyor, elde ettiği bulguyu analiz
ederek bir mâlumata ulaşıyor ve o malumatı da fennin konusu haline getiriyordu.
Bütün bu bilgi edinme sürecinin nihâî gayesi ise esasen, ticaret metaı olarak
işletilebilecek bir ürün ortaya koymaktı ki bunun neticesinde bilgi, büyük
ölçüde ihtiyaçları temin için bir tür araca indirgenmiş durumdaydı. Böyle bir
yaklaşım ise, bilgiyi hakikatle özdeşleştiren ve insan için bilgiyi nihâî gaye
olarak gören geleneksel bilgi anlayışının bütünüyle değişmesi anlamına
gelmekteydi.
Ken’ân Rifâî’nin
tabiat ve insan anlayışında ise geneleksel prensipler ön plandadır.[124]
Rifâî’nin savunmacı bir yaklaşımla değil fakat kadim bir anlayışın modern
dönemdeki temsilcisi hüvetiyle dikkat çektiği hakikat şudur: Tabiat, hayy ve
kayyûm olan Allah’la kaimdir ve cemâd yani cansız olarak düşünülen eşyâ da
ilâhî hayat ile dolu yani hayat sahibidir.[125] Rifâî bu prensibi izah
ederken çoğunlukla Niyâzî-i Mısrî’nin “haktan a’yân bir nesne yok, gözsüzlere
pinhân imiş”[126] beyitine
atıfta bulunur. Ona göre insan gibi eşyâ da canlı olup her ikisi üzerinde de
mutlak hâkim Allah’tır. Şu halde Allah istediği ve izin verdiği takdirde -insan
müdahalesi olmaksızın- her şey mümkündür. Ken’ân Rifâî’nin konuyla ilgili
ifadelerine bakıldığında aydınlanma düşüncesinin devamı olan insan ve tabiat
anlayışını reddettiği, insan, âlem ve Tanrı irtibatına yönelik görüşlerinde
bütünüyle İslâm tasavvuf geleneğine bağlı kaldığı görülmektedir.
XIX. ve XX.
yüzyılın bilim algısı eşyâ üzerinde mutlak hakim olan insanın araştırma ve
tetkiklerine dayanırken; Rifâî Hak tecellîsi olarak gördüğü eşyâ üzerinde
insanın mutlak hakimiyetini reddederek bu kanalla elde edilen bilginin
geleneksel anlayışla çatıştığını ve yetersiz olduğunu ortaya koyar.[127] Ken’ân
Rifâî yüzyılın pozitivist bilim adamını ve yaygın bilim anlayışını eserlerinde
ustalıkla eleştirir. Bu gayeye yönelik olarak Ken’ân Rifâî, Rumî’nin zâhir
ulemasına eleştiriler yönelttiği beyitleri değerlendirirken pozitivist bilim
adamlarına yönelik kritiklerde bulunur.[128] Bu anlayışta olan bilim
adamlarını, “ilim ve fennine güvenenler” tabirini kullarak hicveden[129] şeyhe
göre, delil ve ispat ile ilim yapan ve bunun dışında bir yöntem tanımayan bu
zümre bütünüyle gaflettedir. Rifâî söz konusu anlayışa mensup bilim
insanlarını, “mütefennin” olarak adlandırır ki onun lügatinde mütefennin,
teknik mâlûmâta sâhip olmakla eşyânın sırrını çözdüğüne kâni olan mağrûr kimse
anlamındadır.[130] Bu zümre
tabiatın bilgisine sahip olduklarından, tabiatın sahibine muhtaç olmadıkları
düşüncesindedir. Rifâî durumu eleştirerek, modern bilimsel metodlarla elde
edilen mâlûmâtın da Allah’ın lütfettiği bir nimet olan aklın eseri olduğuna
dikkat çeker. Ona göre akıl insandan bir lahza alınacak olsa, elde edilen bilgi
ve ürün bir anda yokluğa karışacaktır. Akıl ile diğer canlılardan ayrılan
insan, bu yetisini kaybedecek olsa, bir anda söz ve işine itibar edilmeyen
basit bir mahluk seviyesine iner. Ken’ân Rifâî’ye göre fen bilgisi eşyânın
sûretleri hakkındaki mâlumattan itibaret olup eşyânın zâhirinde kalan ve
hakikatine nufûz etmeyen bu bilgi cehâletten farklı değildir. Maddenin zâhiri
ve fizik yapısını araştırırken bâtınî tarafını ihmal edenlerin meşguliyeti ilim
değil yalnızca malumat toplamaktan ibarettir. Böyle bir anlayışla çalışan
âlimin ise hamaldan farkı yoktur. Ona göre gerçek ilim aslını yani kendini
bilmek, başka bir deyişle işin başını gördüğü gibi sonunu yani ahireti de
bilmektir. Ken’ân Rifâî’nin aşağıdaki ifâdeleri bu husustaki kanaatlerini
özetler mâhiyettedir:
“Canını bilmek
yalnız rûhun emr-i İlâhî ve nefha-ı Rabbânî olduğunu bilmek değil, belki
canının Rabbi ile kâim olduğunu ve onun kemâl-i karîni bulmasını ve ondan dâimâ
feyz-i nûr aldığını, ona mazhar-ı mir’ât olduğunu ve onun evsâf-ı ahlâkıyla
muttasıf olduğun yakînen bilmesi demektir.”[131]
Yukarıdaki
ifadelerden anlaşıldığı üzere, Rifâî’ye göre bilgide esas olan, insanın kendini
yani aslını bilmesidir. Alim de aczini bilmek suretiyle Rabbi’ni tanıyan ve
bilen kimsedir. Ken’ân Rifâî’ye göre, pozitivizmin üstüne bina edildiği delil
getirme (evidentialism) metodu, hakiki bilgi için yeterli değildir. Zira şeyhe
göre delilleri yaratan Allah, onları yok etme irade ve kudretine de sahiptir.
Ken’ân Rifâî XX. yüzyılın bilim anlayışına meydan okurcasına, sohbetlerinde
delil ve ispatla çözümlenemeyecek mucize ve keramet gibi olağanüstü vakalara
yer verir.
Gerçekten de
Rifâî, dönemin genel bilim algısına ters olarak, olağanüstü ve bilim tarafından
açıklanamayan hadiselerin olabileceği görüşündedir ve bunu çeşitli vesilelerle
dile getirir. Şeyh, herşeyin akıl dairesinde izahının mümkün olduğunu düşünen
ve akıl ötesi/fizik ötesi alem ile ilâhî kudreti inkar eden zihniyete, bu tür
örneklerle itirazda bulunur. Rifâî’nin çağdaşı olan İslâm alimleri arasında,
delilsiz bilgiyi reddedenler mevcuttur. Bu anlayışta olan İslâm düşünürleri
arasında büsbütün mucize ve kerameti reddedenler olduğu gibi, keramet ve
mucizenin ilmen izahını gerekli görenler de mevcuttur. Rifâî, bu tür
yaklaşımların bulunduğu bir dönemde keramet ve mucizeyi savunduğu kadar havarık
cümlesinden, izahı kabil olmayan hadiselerin dahi olabileceğini de kaydeder.
Şeyh buna örnek olarak, tevâtür seviyesine ulaşmış söylemlere -akıl dışı da
görünse- itibar edilmesi gereğine dikkat çeker.[132] Ken’ân Rifâî
özellikle Rifâî âyinlerindeki olağanüstü uygulamaları bu açıdan değerlendirme
gereği duyar: “Efendiler yirminci asırdayız, bunlar olur mu derseniz işte bu
havârıkı Cenâb-ı Hak bu asırda da Hazret-i Pîr Ahmed-er Rifâî Hazretleri’nin
evlâtlarından zuhûrunu aklın hâricinde olarak kemâl-i hayretle temâşâ
ettiriyor.”[133]
Ateşin Rifâî
dervişini tanıyarak onu yakmadığını kaydeden şeyh, içine giren derviş için
ateşin ateda bir gül bahçesine dönüştüğünü söyler:
“İçine girse ona
gülzâr oluyor. Kılıç, topuz câmid iken ona te’sîr etmiyor, işte bunlardan
anlıyorsunuz ki binlerce sene evvel demek oluyor ki cemâdât Hak cânibinde
hayydır. Binâenaleyh ey münkir, inanmaz isen gel gözünle gör Allah için asır
yok. Yirminci asırda o, onuncuda da o. Evvel de âhir de o; zâhirde o bâtında o.
Ezelîdir, ebedîdir, hâsılı kudret-i kuvvet-i sübhânî dâimâ mevcûd.”[134]
Ken’ân Rifâî
terakkînin mânevî planda gerçekleşmesi hâlinde ilim, fen ve medeniyette
ilerlemenin de mümkün olacağı düşüncesindedir. Ona göre medeniyet mânevî olarak
ilerleyen kabiliyetli ruhların kendi varlıklarından taşarak çevrelerini tesir
altına almaları neticesinde tesis olan bir yapıdır. Ken’ân Rifâî ferdi anlamda
tekamül ve terakkîyi, kişinin ahlâkının güzelleşerek tutarlı bir iç dünyaya
kavuşması ile özdeşleştirirken, ictimâî anlamda terakkîyi ise bir medeniyetin
kendi içerisinde ahenkli ve huzurlu bir yapı arzetmesi ile özdeşleştirir. Rifâî
için Batı’nın teklif ettiği anlamda yalnız teknik alanda ilerlemek -metafizik temelleri
de bulunmadığından- neticeleri bakımından medeniyetten ziyade vahşeti
hazırlamaktadır.
Medeniyetin
öncelikle insanlık ve İslâmiyet icâbı bir keyfiyet olduğunu düşünen Ken’ân
Rifâî, Osmanlı aydınları arasında Batılılaşma hareketleri ile birlikte telaffuz
edilmeye başlanan Batı Medeniyeti tabirinden oldukça bîzârdır. Ona göre
Batı’dan örnek alınması gerektiği söylenen, temizlik, tertip, düzen gibi
hususiyetler İslamiyet’in icâbı haller olduğu cihetle bunları Avrupa’dan ithal
etmeye ihtiyaç yoktur: “Şerîat-ı celîle-i Muhammediye ..medeniyeti âmirdir.” [135]
“Medeniyet ve bütün güzellikler İslâmiyet’tedir.”[136] Müslüman temizliğine özen
gösteren, toplum düzenini bozacak şeylerden imtinâ eden, yalnız kendi hayrını
değil toplumun da hayrını düşünerek bu yolda çalışan kimsedir. Bu yöndeki
çalışması onun imânının neticesidir. Zira Hz. Peygamber’in konu ile ilgili
buyruğu bunu gerektirir: İmânın en küçük bir işâreti yoldan geçerken halka
eziyet olacak bir şeyi kaldırıp bir kenara koymak olduğuna göre imânın kemâli bir
medeniyeti bütünüyle ihyâ edecek güzel davranışları intaç edecektir. Rifâî hayâ
ile iman ilişkisine de dikkat çekerek haya ve edeb gibi meziyetlerin insanlığın
hayrına vesile olacak birçok güzel işin temelini teşkil ettiğini kaydeder. Bu
ve benzeri izahlarından Ken’ân Rifâî’nin medeniyet mefhumu ile vicdân ve imân
arasında bir ilişki kurduğu anlaşılır. Ona göre medeniyet selîm kalp sahibi
müminlerin çevresinde tesis olunan manevî bir yapıdır. [137]
Rifâî’ye göre XX.
yüzyılda medeniyet icabı denilerek yeni bir şey gibi Batı’dan ithal edilmeye
çalışılan unsurar esâsen İslâmiyet’in icâbıdır ve geleneğimizde mevcûttur.
Sağdan yürümeyi, yeni bir uygulama telakki ederek İsviçre’den öğrendiğini
söyleyen bir talebesine Peygamber (s.a.s.)’ın, “sağı ihtiyâr ediniz” hadisini
hatırlatması bu sebepledir. Ona göre İslâm tarihi medeniyetin en veciz
örnekleri ile doludur. Rifâî bu noktada, İslâm geleneğini ve kendi mirasını
hakkıyla bilmek gerektiğine vurgu yapar. Nitekim Batı düşüncesine ait medeniyet
söylemlerinin, XX. yüzyılda arka arkaya baş gösteren savaşlarla birlikte kuru
bir iddiadan ibâret olduğu anlaşılmıştır. Yıllarca ilim ve teknikte gelişmek
suretiyle medeniyete doğru ilerlediği sanılan Batı, bu ilerleyişi ile insanın
tekâmülüne değil, vahşetin tekâmülüne vesile olmuştur. Batı’nın terakki dediği
şey insanın nefsâni arzularının ilerlemesi demektir. Nefis ise böyle bir başı
boşluk içinde devam ettiği taktirde kırkıncı asıra da ulaşsa, bulacağı şey
ancak vahşîce bir tekâmüldür. Şeyhin ifadesiyle böyle bir medeniyet “dünyâyı
harâbiyete götüren medeniyet!”tir.[138] Ken’ân Rifâî’ye göre,
insan nefsi terbiye edilmedikçe gerçek anlamda bir medeniyet kurmak mümkün
değildir.
Ken’ân Rifâî’ye
göre medeniyet iddiasında bulunan Batı, bu hâliyle bir nefis medeniyeti kurmaya
teşebbüs etmiş, neticede ise insanlığı yok etmesinden korkulacak bir kaosun
içine düşmüştür. Onun düşüncesinde bir nefis medeniyeti olan Batı’nın güç
sahibi olma hırsıyla yaptığı ileri hamleler insan ve toplum bünyesinde bir
düzen oluşturmaya vesile olmaktan çok insanlığın o güne kadar ortaya koyduğu
güzelikleri de yakıp yok etmiştir.[139] Rifâî her an bir savaş ve
huzursuzluk peşinde olan Avrupa devletleri bu halleriyle âleme, cemiyete,
ailelere, çoluk çocuğa, gence ihtiyara huzur bırakmadığı kanaatindedir. Bu
halden bîzar olan Rifâî sorar: “Söyleyin Allah aşkına insan denilen mahlûk bu
mudur? Bütün mevcûdatın kuvvetleri, zübdesi olan bu hilkat şaheseri, âbide-i
ulûhiyet bu mudur?”[140] Bu
soruya Rifâî’nin cevabı olumsuzdur. Dünyâ medenileşmek niyetiyle gösterdiği bu
vahşet nedeniyle günden güne kendi sonunu hazırlayarak aslında ibtidâî
günlerine dönmeye hazırlanmaktadır. Şeyh burada ibtidâ yani başlangıca dönüşün
bir nevi dünyanın sonu anlamına geldiğini kaydeder. Ona göre insanlık kendi
elleri ile ortaya koyduklarını yakıp yok ederek kendi sonunu getirme tehlikesi
içindedir. Ken’ân Rifâî’nin burada başlangıçtan kasdı insanlığın henüz dünyâyı
mâmur etmediği ibtidâî dönemdir.[141]
“Evet, bu nasıl
insanlık? Birbirlerinin boğazlarını kesip kanlarını akıtıyor, bu kadar
senelerden beri vücûda getirdikleri mamureleri vîran ediyor, bir anda mahvedip
hânümanları söndürüyor, yekdiğerlerini boğazlayıp kanlarını içerek bunu
kendilerine iftihar ve zevk addediyorlar. Demek oluyor ki bu adamlar insanlık
mefhumundan ne kadar uzak bulunuyorlar. Bunların hayâtı bir cidal ve daimî bir
can çekişmeden ibarettir. Halbuki insanlık mefhumunu bulmak için gerek bir fert
olsun, gerek bir millet olsun bu hayvan sıfatlarından geçip mutlak kendi
varlığını arayıp bulmak, kendi yüksek benliğine kavuşmak ve dolayısiyle buraya
kendini bir sebep ve hikmet tahtında göndermiş olan Allah'ını bilmek, bulmak,
görmek ve bu suretle huzûr-ı kalp elde ederek iki cihanda da mesut olmak lâzım
gelir.” [142]
Yine ifâdelerden
anlaşıldığı üzere Rifâî için medeniyetin ölçüsü, bir milletin sahip olduğu
maddî imkanlar ve refah olmayıp bir topluluğun ortaya koyduğu ahenk, birlik ve
huzur gibi mânevî değerlerdir. Onun anlayışına göre medeniyet denilen terkip,
tevhid, imân, ihsân ve hayâ gibi değerlerin etrafında, bir başka deyişle bu
değerlerin müşahhas ifâdesi olan kâmil insanların etrafında kurulabilir.[143]
Ken’ân Rifâî’nin
XX. yüzyılda “inşallah, maşallah” gibi, cüz’î iradenin Hakk’ın iradesine teslim
edilişini dile getiren ifadeleri sarfetmekten çekinenleri uyarmaktadır. Ona
göre her iş her asırda Allah’ın iznine tabi olduğu ve her devirde O’nun iradesi
hakim olduğu için bu tür durumlarda inşallah demek gereklidir.[144]
“Bir züppeyi otomobil çiğneyecek imiş. Gazeteciler nasıl
kurtuldunuz demişler. O da demiş ki, evvelâ şöförün mahâreti, sâniyen tesâdüfün
mürüvveti ile kurtuldum.” Dîni istihkar, milliyeti istihfâf etmek. Züppelik bu
imiş. Hâkim dâimâ Allah’tır. “ j^l f^ll ^ fS^ll t<_>le.”
vardır. A hâin.. Allah’ın inâyetiyle kurtuldum desen ne olur? Bu kadar milyon
halkın taptığı Allah’ı inkâr mı ediyorsun? Hâkim dâimâ Allah’tır.”[145]
“Bâyezid-i
Bestâmî Hazretleri buyuruyorlar ki: “Eğer arş-ı muhît yüz bin kere büyük olarak
ârifin kalbi köşelerinden birine vaz’ olsa, bu köşe onu hiç duymaz bile.”
Yirminci asırda neler söylüyor demeyiniz. Hakîkat “lâ-yetegayyer” dir. Kânûn-ı
ilâhî değil yirminci de bin yirmincide de böyledir.”[146]
Bu başlık altında
Ken’ân Rifâî’nin siyâsi görüşünü anlamamıza imkan verecek şekilde dönemin
siyasî çağrışımı olan vatan ve hürriyet kavramları ile idârî alanda terakkî
hakkındaki görüşleri incelenecektir. Bu saydıklarımızdan vatan mefhumu Osmanlı
düşünce dünyasına Tanzimat döneminde Namık Kemal (ö. 1888) ile birlikte
girmiştir. Ken’ân Rifâî’nin vatan mefhumu üzerine tefekkür süreci ise küçük
yaşta vatan toprağını terkederek Filibe’den İstanbul’a göç ettiği dönemlerde
başlamıştır. Bu döneme ait bir hatırayı yukarıda aktararak tahlil etmiş ve bu
bağlamda Rifâî’nin memleket ve vatan gibi kavramalarla öncelikle tecrübî olarak
temas ettiğine değinmiştik. Öte yandan Rifâî ilerleyen yıllarda bu mefhumların
tasavvufî anlamlarını da çeşitli eserlerinde ele almıştır.[147] “Canlar Vatanı” adlı şiiri
bunun en açık örneklerinden biridir: “Canlar vatanından kopup hicrân ile
geldim.”[148] Bu
ifadelerin ünlü sûfî Ebü’l-Hüseyn en-Nûrî (ö. 295/908) “görmez misin? O beni
nasıl vatanımdan koparıp yollara düşürdü” ifadesiyle benzerlik arz ettiği
söylenebilir.[149] Diğer
yandan şeyhe göre insan nefsinde yani varlığında vatanın sembolü ise insan
vücûdudur. İnsan öncelikle kendi vücûdunu bir vatan ve memleket olarak görmeli,
orada adâlet ve dengeyi tesis etmelidir. Kişi bunu gerçekleştirdiği nisbette
harici alemdeki memlekette de bu prensipleri tesis edip yaşatabilecektir. Şeyh
bu manayı şu sözleriyle dile getirir: “Her şeyin düzelmesi, insanın kendi
düzelmesine bağlıdır. Bir insan kendi vücûdundaki tebaanın ihtilâl ve
isyanlarına karşı koyamazsa halk ile hüsn-i muaşeretini nasıl temin eder?
Kendine hayrı olmayanın başkasına hayrı olur mu?”[150] Dönemin vatan mefhumu ile
birlikte anılan bir başka kavramı da hürriyettir. Burada Rifâî’nin
konuyla ilgili görüşlerine kısaca temas etmek faydalı olacaktır.
Ken’ân Rifâî’ye
göre hürriyet anlam katmanlarına sahip bir kavram olup hakikî maânâsı nefsin
elinden kurtulmaktır. Nefsin elinden kurtulmak ise ancak Allah’a kulluk ile
mümkündür. Şeyh için gerçek hürriyet nefsin arzularına karşı çıkarak Allah’ın
iradesine tabi olmakla mümkündür. “Zîra şâh-ı dîn olmak, o hazrete bende ve
efkende olmak ve cân-u bâşı anın uğrunda ve târik-i Hakk’ta fedâ kılmaktır.”[151] Hürriyet
bir başka yerde aklın sebeplerden kurtulması şeklinde izah edilir. Rifâî akıl
melekesinin sebepleri görme özelliği nedeniyle ilâhî hakikate doğrudan ulaşma
hususunda zayıf olduğunu kaydeder. Ancak ilâhî ya da küllî akıl ile birleşmiş
olan akıl sebepler zincirinden kurtularak hürriyetine kavuştuğu için bu
tehlikeden korunmuştur. Ken’ân Rifâî için hürriyet özgürlüğün sınırlarının
çizilmesi durumunda bir anlam ifade eder. Kişinin hür olarak iş görmesi
sınırlamaların olması durumunda bir anlam ifade eder. Rifâî bu hususun
anlaşılması için bir boksörün durumunu örnek verir. Boksör’ün ringde iken belli
sınırlar dahilinde rakibine vurma hürriyeti vardır. Ancak ringi kaldırırsan
vurma özgürlüğü de elinden alınmış olur.[152] Rifâî hiç bir sınır
olmaksızın uygulamaya konulan hürriyetin de bir anlamı olmayacağı
düşüncesindedir.
Burada konuya
kısa bir ara vererek Ken’ân Rifâî’nin eserlerini,dönemin siyasî mevzu ve
mefhumlarına yer vermesi açısından değerlendirmek istiyoruz. Şunu söylemek
gerekir ki siyâsî görüşlerini tespit amacıyla Rifâî’nin metinleri
incelendiğinde değerlendirilecek çok fazla bir malumat ile karşılaşılmaz.
Özellikle sohbet notlarında bu tür ifadelerin yer almamasından anlaşıldığı
üzere devrin hassasiyetinden dolayı şeyh siyasî meselelere sohbetlerinde yer
vermemektedir. Sohbetlerinde bu tür mevzuların yer almaması Rifâî tarafından
dönemin genel karakteri olan otosansür mekanizmasının işletilmiş olması ile
ilişkili olabileceği gibi not tutan öğrencileri tarafından da aynı sansür
anlayışının uygulanması da ilgili olabilir. Ayverdi’nin ifâdelerinden
anlaşıldığı üzere Rifâî siyâsetin ancak ehli olan kimseler tarafından hakkıyla
yapılabileceğini düşünerek kendi alanını eğitim ve terbiye ile
sınırlandırmıştır. Yazara göre “siyâsî görüşü her çağında çok keskin olmakla
beraber, sonuna kadar hamiyetli bir vatandaştan ileri politik hayâtı asla
düşünmemiştir.”[153] Bununla
beraber Ken’ân Rifâî II. Meşrûtiyet’in hemen öncesinde yani henüz tekkesi
faaliyete başlamadığı dönemde konağında tertip ettiği selamlık sohbetleri
nedeniyle sıkı takip altına alınmıştır. Rifâî’nin Fatih’teki konağının
çevresinde gözlemlenen canlılık, hükümet tarafından bir muhalefet hareketi için
potansiyel tehlike olarak algılanmış, ancak konağa yapılan arama ve
denetimlerde siyasî bir oluşuma dair herhangi bir iz bulunamamıştır. Ken’ân
Rifâî’nin tekke yönelmesi biraz da irşad faaliyetlerini bu tür zanlara mahal
vermeden gerçekleştirebilmek içindir. Yaşanan baskın sonrasında Rifâî irşad
faaliyeti için konak sohbetlerinin yeterli ve meşru bir ortam olmadığına kanâat
getirerek kendi tekkesini açmak üzere başvurularda bulunmuştur. Hadisenin diğer
bir yönü ise bu aramalar sırasında muzır evrak olabileceği endişesi ile
Rifâî’nin pedogoji makaleleri, Fransızcaya yaptığı hadis tercümeleri ve Camille
Flammarion’un (ö. 1925) Omega adlı eserinin Türkçe tercümesine de el
konulmuş olmasıdır.[154] El
konulan bu müsveddlerin ilerleyen zamanlarda ortaya çıkması da imkan
dahilindedir.
Ken’ân Rifâî’nin
siyasî görüşünün her devirde son derece keskin olduğunu söyleyen Ayverdi’nin
ifadesi şeyhin görüşleri konusunda bize çok fazla ipucu vermez ve bizi
Rifâî’nin metinleriyle başbaşa bırakır. Başlangıç olarak şeyhin terakkî
konusundaki görüşlerinin siyâsî alanı da kapsayıp kapsamadığını
değerlendirmemiz gerekir. Başka bir deyişle Rifâî’nin siyasî alanda derhal
değişim yapılması gerektiği şeklindeki düşünceye nasıl yaklaştığını anlamamız
gerekir. Ken’ân Rifâî’nin konuya yönelik açık bir ifadesine rastlanmasa da
hürriyet, ferdiyyet ve vatan gibi yeni mefhumlarını izah ederken o gün yaygın
olan kullanımlarından çok tasavvufî anlamlarına vurgu yapması dikkat çekicidir.
Tekrar hürriyet konusuna dönecek olursak, Rifâî için hürriyet nefsin
esâretinden kurtulmaktır. Ona göre devrim arayışındakilerin iddia ettiği gibi
hesapsızca her istediğini yapmak, hürriyet olarak kabul edilemez. Rifâî’nin
“hakîki hürriyet, nefsin elinden âzâd olmaktır. Yoksa ben hürüm, hürriyet var
demekle kimse hür olmaz”[155] ve “adem
oğlu evvelâ kendi kendisiyle sulh yaptıktan sonra cümle âlemle de barış hâline geçmekle
huzûr ve sükûna kavuşur ki işte hürriyet budur” şeklindeki ifâdelerine
dayanarak konuya geleneksel bir bakış açısıyla yaklaştığını söylememiz
mümkündür. Nitekim II. Meşrutiyet’in ilânı sırasında Darüşşafaka müdüriyetinde
bulunan Ken’ân Rifâî rejim değişikliğinden sonra hürriyet kavramını okulda
istedikleri gibi hareket etme imkanı şeklinde algılayan öğrencilerine “aynı
hürriyet bana da sizi sınıfa sokma özgürlüğü veriyor”[156] şeklinde cevap vermiştir.
Şeyhin burada hürriyeti kavramını anlam katmanlarını dikkate alarak
değerlendirmeleri konusunda bir farkındalık uyandırmaya çalıştığı görülür. Bu
tecrübeyi bir başka açıdan yorumlayacak olursak burada onun siyasî ve sosyal
alandaki değişimler için gereken uyum sürecini eğitimle aşma çabasını da görmek
mümkündür. Rifâî’nin yukarıdaki yaklaşım ve uygulamaları dikkate alındığında
siyasî anlamdaki hürriyetlerin, toplumun hazır bulunuş durumu dikkate alınarak
tatbik edilmesi gerektiği kanaatinde olduğunu söylememiz mümkündür.
Ken’ân Rifâî’nin
ifade ve uygulamalarından anlaşıldığı kadarıyla o toplumsal alandaki değişim ve
gelişmeler için öncelikle insanın maddî ve mânevî eğitimini gerekli
bulmaktadır. Galatasaray’dan mezuniyetinin ardından Bâbıâli’de kısa bir süre
çalışmış ancak eğitim alanında hizmet vererek memlekete daha faydalı olacağı
düşüncesiyle çalışma hayatına Maârif Nezâreti bünyesinde devam etmiştir. Ona
göre ferdî ve ictimaî anlamda değişim ve ilerleme ancak bireyin maddî-mânevî
hazır bulunuşu ile yani eğitim ile temellendirilmelidir. Rifâî’nin gerek örgün
eğitimde gerekse tekkesinde ortaya koyduğu terbiyeciliğin temelinde bu anlayış
yer alır.
Buraya kadar
Ken’ân Rifâî’nin terakkî, medeniyet, hürriyet, vatan gibi mefhumlar ve pozitivizm
üzerine görüşlerini incelemeye çalıştık. Söz konusu kavramlar XVIII. ve XIX.
yüzyıl Batı düşüncesindeki felsefi akımlar, bilim algısındaki değişim ve bu
esnada patlak veren siyâsî hadiseler neticesinde ortaya olan kavramlardır. Batı
dünyasının tecrübeleri neticesinde ve yine o düşünce ikliminde zuhur etmiş
mefhumlardır. Tanzimat ile birlikte Osmanlı düşüncesine giren bu mefhum ve
anlayışlar birçok Osmanlı aydını tarafından dönemin galip medeniyetine ait ve
dolayısıyla peşinen kabul edilmesi gereken mefhumlar olarak algılanmıştır. Bu
nedenle Batı düşüncesinde anlaşıldığı şekliyle - sorgulanmaksızın -Türk
tefekkürüne dahil edilmeye çalışılmış, süreç içerisinde bu peşin kabul dönemin
aydın kesiminde, kendi gelenek ve kültüründen şüphe duymak şeklinde bir infiâle
neden olmuştur. Söz konusu infialin ilk vetiresi ise savunmacı bir dil
geliştirilmesi ile, İslam’ın inanç unsurları da dahil olmak üzere mânevî
hayatımızın pek çok unsuru, kavramı ve simgesinin, modernleşme uğruna yeniden
tanımlanmasıdır. Rifâî’nin fikrî cehpesine bakıldığında yukarıdaki mefhumları
tarif ederken savunmacı bir yaklaşım içerisinde olmadığı fark edilir. Ken’ân
Rifâî bu kavramları tanımlarken İslâm ve tasavvuf geleneğinde ortaya çıktıkları
dönemdeki anlamlarından başlayarak, tarihi süreç içerisinde kazandıkları anlam
zenginliklerine kadar hemen birçok katmanı dikkate alır. Rifâî esasen İslâm
geleneğini donuk ve katılaşmış bir sistem olarak görmez. Bilakis o geleneği,
başlangıçtan yani Hz. Peygamber döneminden itibaren dinamik bir yapı olarak
değerlendirir. Rifâî’ye göre Hz. Peygamber’in davet ettiği dinin yapısı
yeniliklere açık olmayı yalnızca tavsiye etmekle kalmaz, ayrıca o süreç
içerisinde daimi bir yenilenmeyi de teklif eder. Zira Allah her an yeni bir
şe’nde ve alem ise her an yeni bir oluş ve değişimdedir. Bu nedenle Rifâî asr-ı
saâdete özlem içinde bulunan ve o gün tecrübe edilen durumdan müştekî bir tutum
içinde değildir. Ona göre yeni ya da modernite denilen şey de İslâm geleneğinin
geçirdiği tecrübe safhalarından biridir. Gaye değişmediği, yani insan için
yegane hedef olarak nefsini ve rabbini bilmek hedefi canlı olduğu sürece, hangi
cihetten gelirse gelsin yeniliklere açık olmak böylelikle anlamlı hale
gelmektedir. Zira yeni anlayış ve oluşumlara açık olma Hakk tecellîsini kabul
etmeye hazır bulunma anlamına gelmektedir. Ken’ân Rifâî bu açıdan tasavvuf
düşüncesinde başlangıçtan beri süregelen uygulamalardan kendi adına emindir.
Bununla birlikte Batı ile XX. yüzyıl şartlarında temas neticesinde ortaya çıkan
etkileşime de -geleneğin lehine olmak üzere- açıktır. Bu cümleden olmak üzere
Rifâî’nin dönemin sezgici düşünürlerinden Henry Bergson’a (ö. 1941) olan
ilgisine de değinmemiz gerekir. Rifâî’nin Sohbetler adlı eserinde XIX.
ve XX. yüzyıl Batı düşüncesinin,gelenekle ters düşen taraflarına yönelik
eleştirileri olduğu halde, bilgi anlayışında sezgiciliği ile tanınan Doğu ve
Batı filozoflarına yönelik olumlu ifadeler bulunduğu görülür. Söz konusu olumlu
ifadelerin en çok Bergson hakkında yapıldığını söyleyebiliriz.[157]
Yukarda Ken’ân Rifâî’nin,
son dönem Osmanlı fikir hayatına giren kavramlar hakkındaki görüşlerini genel
anlamda değerlendirirken şeyhin öncelikle İslâm geleneği ve tasavvuf
literatürünün dikkate aldığını ancak fikir hayatımıza giren yeni mefhum,
yaklaşım ve kurumlara geleneğin gâyesine hizmet ettiği ölçüde müsade ettiğini
söylemiştik. Bu yaklaşımına rağmen Rifâî’nin siyâsî neticeleri olan kavramların
kullanımı konusunda daha hassas bir yaklaşım içinde olduğu görülür. Rifâî
özellikle terakkî ve hürriyeti bir an evvel kontrolsüzce ele geçirmek
şeklindeki anlayışa karşı mesafeli bir tutum içindedir. Uygulamaları ve
meseleye getirdiği izahları dikkate alındığında Rifâî’nin her türlü ictimâî
hak, özgürlük, anlayış ve kurumun toplumun hazır bulunuşluk durumuna göre
kademeli olarak uygulamaya konulması gerektiği düşüncesinde olduğu anlaşılır.
Yukarıdaki
izahlardan sonra Rifâî’ni, söz konusu yaklaşımı ile Osmanlı aydınları
içerisinde yalnız olmadığını belirtmemiz gerekir. Rifâî’nin bu yaklaşımı
Osmanlı bürokrasisinin en önemli isimlerinden Cevdet Paşa (ö. 1895) mektebinden
izler taşır: Osmanlı Devleti’nin XIX. yüzyıldaki Batılılaşma hamleleri
sırasında ve tüm kurumların hızla Batılı modeller örnek alınarak yenilenmesi
gereğinin vurgulandığı bir devirde yaşayan Cevdet Paşa gelenek ile modern
arasında bir sentez arayışı içerisinde olan bir zâttır. Cevdet Paşa Osmanlı
müesseselerinin bir kalemde yenileri ile değiştirilmesinin mümkün olmadığı
görüşündedir zira devletin her bir kurumu İslam geleneği ile yoğrulmuştur. Ümit
Meriç’e göre Cevdet Paşa, “Batı devletleriyle Osmanlı Devleti’nin farklı din ve
medeniyetlerden doğduğunu, bu nedenle her yönden Batılılaşma’nın hem yanlış hem
de imkansız olduğunu düşünmüş, sonuç olarak Batı taklitçiliğine ve maddeci
felsefeye şiddetle karşı çıkmıştır.”[158] Bu anlayışı benimseyen
Paşa idarî konuları büsbütün halkın eline vermeyi ilk değişimin ilk aşamasında
uygun görmemektedir. Ona göre Osmanlı devleti için en güzel model, Padişahın
işi ehline verdiği ve sonrasında bu güç odaklarının ahenkli işleyişini takip
ettiği idarî bir usûldür.[159]
Ken’ân Rifâî’nin
yetişkinlik yılları Cevdet Paşa ve Tanzimat sonrasına yani I. ve II. Meşrûtiyet
dönemine tesadüf eder. Onun içine doğduğu Osmanlı hükümeti ve icraatında Cevdet
Paşa’nın tesirinden izler mevcuttur. Rifâî’nin söz ve uygulamalarına
bakıldığında onun bu dönemin ruhuna tesir eden Cevdet Paşa’nın görüşlerine
yakın durduğu farkedilir. Gerçekten de Rifâî’nin Batı ve Avrupa karşısında
kendi gelenek ve kültüründen emin duruşu, güçlü devlet anlayışı, Doğu-Batı
sentezinde Osmanlı kültürü ve İslam geleneğini öne alması gibi yaklaşımları
dikkate alındığında, Cevdet Paşa ve onun öncüsü olduğu güçlü devlet ekolünün
etkisinde olduğunu söylemek mümkündür. Bununla birlikte Rifâî tasavvuf
geleneğine sadık çizgisi ile kendine özel duruşunu da hissettirir. Yukarıda ele
aldığımız kavramlara getirdiği izahlardan anlaşıldığı üzere Ken’ân Rifâî, Batı
düşüncesinden Osmanlı tefekkürüne dahil olan her bir kavramı öncelikle
geleneksel düşünce yapımızın süzgecinden geçirir. Rifâî bu esnâda kavramın
tasavvuf geleneğindeki kökenlerine inmek suretiyle meseyi bu zeminde
değerlendirme eğilimindedir.
Diğer yandan
Rifâî’nin Osmanlı tasavvuf düşüncesi ve İslâm mânevî hayatının en temel
kavramları olan tevekkül, gayret, fakr gibi kavramları da Batı düşüncesi
karşısında aklamak gibi bir yola tevessül etmediği görülür. Osmanlı Devleti’nin
geri kalmışlığının faturasının tasavvufa çıkarıldığı bir
dönemde ve hassaten bahsi geçen tasavvufî kavramlar hakkındaki muhalefete
rağmen şeyh bu kavramları lilteratürde ifade edildiği şekliyle ele alma
konusunda istikrarlıdır. Rifâî devletin çöküş sebeplerinden biri olarak
tasavvufî düşüncenin günah keçisi olarak öne sürüldüğü son dönem Osmanlı
Devleti’nde esasen geçmiş ile gelecek arasındaki köprüyü tasavvuf düşüncesi ile
kurmanın isabetli olacağı kanaatindedir.
Tekke Kurumu Üzerine Değerlendirmeleri
Ken’ân Rifâî’nin
tasavvufî hayatın kurumsal bir ifadesi olan tekke müessesesinin XX. yüzyıldaki
durumuyla ilgili bazı endişeleri vardır. Bu endişeleri ve Rifâî’nin tekkelerin
geleceği ile ilgili düşüncelerini aktarmadan önce tarîkat ve tekke ile ilgili
genel yaklaşımına bakmamız gerekir. Şeyh ilk tasavvufî eğitimini tekke şeyhliği
vazifesi olmayan ve Üveysî-Kadirî meşrep bir zât olan Filibeli Edhem Efendi’nin
husûsî terbiyesi vasıtasıyla almıştır. Dolayısıyla, mânevî feyzin tekke kurumu
dışında aktarımını bizzat tecrübe ederek görmüştür. Ancak Rifâî ilerleyen
yıllarda Medine’de bulunduğu dönemde Hamza er-Rifâî’nin tekkesine devam ve
hizmet ederek tekke usulüne başka bir deyişle mânevî feyzin bir eğitim kurumu
vasıtasıyla nakledilmesine de şahit olmuştur. Konuyla ilgili ifadelerinden
anlaşıldığı üzere Rifâî, tasavvufî geleneğinin aktarım vasıtalarından biri
olarak yüzyıllardır hizmet veren tarîkat ve tekke kurumuna hürmet hissi içindedir.
Ona göre tekke müessesesi, olgunluk devrini idrak ettiği dönemde irfan sahibi
insan yetiştirmenin yani mânevî eğitimin en ideal bir modelini ortaya
koymuştur. Şeyhe göre klasik dönemdeki haliyle tekke, bir ilim ve irfan
okuludur.
Ken’ân Rifâî’nin
tekkelerin XX. yüzyılın ilk yarısındaki durumuyla ilgili olarak ise biraz
endişeli olduğu görülür. Şeyhe göre tarîkat ehlinden olduğunu söyleyenler
arasında dergâhları çok farklı anlayanlar bulunmaktadır. Rifâî “işin yalnızca
dışında, kabuğunda kalanlar”[160] şeklinde
isimlendirdiği bu zümre için daha doğrusu işi yalnızca haricî unsurlara
indirgeyen anlayış için pek de müsbet bir kanaate sahip değildir:
“Tarîkat demek
edeb demektir. Ta’n etmeyin ki tarîkatten maksat, yevm-i muayyende tekkeye
gelip sâde sûrî zikredip bağırıp çağırmak değildir. Herkes ilmin var, ahlâkım var
zannediyor. Kolay değil, insanlık büyük şeydir. Kendini bulacaksın, bileceksin,
Allah’ını bulup bileceksin, nefsinin acz ve zilletle hiç olduğunu bilince -ama
lafla değil- işte o zamân Allah’ını birliğiyle azametiyle bulacaksın. Ve sen
kendini aradan çıkaracaksın.”831
Ken’ân Rifâî
burada tarikatın öncelikle edep tahsilini hedeflediğine dikkat çekerken tekke
kurumunun söz konusu eğitime yönelik fonksiyonuna da vurgu yapar. Nitekim
tekkede uygulanan ritüeller, sâlikin edep ilmini öğrenmesine vesile olduğu
nisbette anlamlıdır. Diğer türlü bu uygulamalar günlük hayatın bir gereği olan
alışkanlıklara indirgenmiş olacaktır ki bu durum tekkenin esas gayesi olan
ahlâk eğitiminden uzaklaşması anlamına gelecektir:
“Ben tekkeden
yetişmedim, dergâh açılacağı zaman ağabeyimle tekke tekke gezip usûl, erkân
öğrenmeye çalışmıştık. Şeyhler meclisinde filân kimse beyyûmî zikri çok güzel
yaptırıyor, falan kayyûmî zikirde daha ileri gibi hükümlerle, mürşidliği zikir
ve devranda üstat olmakla ölçerlerdi. Halbuki tarikat demek, edep, irfan ve
insanlık demektir.” diyordu.” 832
Ken’ân Rifâî’nin
tekke kurumunun son asırlarda değişen çehresi karşısında bu ve benzer
ifadelerine, Sohbetler adlı kitabında da rastlanır. Rifâî kurumun
yozlaştığının farkındadır. Bir anlamda insan ve topluma birçok yönden hizmet
vermiş bir kurum, miadını doldurmak üzeredir. Peki bundan sonrası ne olacaktır?
Rifâî’nin tasavvufî terbiyede esas olarak gördüğü unsurları değerlendirerek bu
konuya açıklık getirilebilir.
Ken’ân Rifâî’ye
göre tarikat demek aşk ve cezbe yolu demektir.833 “Cezbetmek,
cezbedilmek ve cezbedilenin de cezbedene muhabbet ve itaati, tarîkat denen Hak
yolunun esâsı demektir ki, maksûda varmak için cezbedenin gittiği yolu
takiptir.”834 Akıl dışı değil ancak akıl ötesi bir metod olan feyz
ile bu aşk ve cezbe taliblere aktarılır. Allah aşkı ve cezbenin nakledildiğinin
en önemli işâreti ise başından beri ifade edildiği gibi, derviş ve müridlerde
ilim ve irfan hasıl olmasıdır. Yukarıdaki ifadelerden anlaşıldığı üzere
Rifâî’ye göre tekkede aşk ve cezbenin bulunduğu, bir başka deyişle mânevî
feyzin bulunduğu, o kurum dahilindekilerin irfan ve edep dahilindeki
davranışlarından anlaşılır. Son dönem Osmanlı tekkeleri ise bu haddeden geçmiş
tekke adamı profilini insan ve topluma kazandırmak husûsunda zaaf içindedir.
Ken’ân Rifâî
tekke kurumunu zafiyet içerisinde görmek bakımından devri içerisinde yalnız
değildir. Hatta bu tarihi müessesenin miadını doldurduğunu ilk olarak söyleyen
XIX. yüzyılda yaşamış bir sûfî olan Kuşadalı İbrahîm Halvetî’dir (ö.1845) ki
tekkesinin yanmasının ardından “elhamdulillah! Merasimden kurtulduk”[161] demek
suretiyle tekke kurumunun son demlerini yaşadığını, melâmi meşrep bir sûfî
olarak kendi tarzıyla ortaya koymuştur. Rifâî ise devrin şartları müsade ettiği
ölçüde tekkelerin irşada vesile olması için gereken unsurları hatırlatmış ve
kurum dahilinde irşad faaliyetlerine devam etmiştir. Ancak 1925 yılında tekke
ve zaviyelerin ilgası ile ilgili kararın ardından devletin bu uygulamasını
Hakk’ın takdiri olarak kabul etmiş ve “neysek yine oyuz, erenler! Evvelce,
zâhir tekkesinde demsâz idik; şimdi kalp tekkesinde dilsâzız. Allah böyle
istemiş, böyle yapmış. Mademki ondan geliyor, hepsi hoş”[162] diyerek, dergahların
ilgasını tasavvufî hayat için bir eksiklik olarak görmediğini ifade etmiştir.
Bu meyanda Ken’ân Rifâî’nin “tekkeler bir gün açılacaktır fakat akademi olarak
açılacaktır”[163]
şeklindeki beyanı önemlidir. Gerçekten de Ken’ân Rifâî, tasavvuf literatürüne
yönelik okumaların ve bu vesileyle tasavvufî eğitimin devletin örgün eğitim
kurumları kanalıyla yapılması gerektiği kanaatindedir. Hatırlanacağı üzere
Rifâî’nin maârif müdürlüğü ve öğretmenlik yaptığı dönemdeki uygulamalarında
tasavvuf literatürünü orta öğretim müfredatına kendi insiyatifini kullanarak
dahil ettiğinden bahsetmiştik. Ken’ân Rifâî bunu yaparken ders ayrımına
gitmemiş çalıştığı okullarda tasavvuf literatüründen örnekleri sosyal bilimler
ve fen bilimleri alanında verdiği derslerin müfredatına her dersin yapısına
uygun şekilde entegre etmeye çalışmıştır. Geleceğe yönelik temennisi ve
öngörüsü de bu yöndedir. Tekkelerin icra ettiği fonskiyon akademilerde yani her
kademeden örgün eğitim kurumunda devam etmelidir, edecektir.[164] Bu
durumda tarihi süreç içerisinde irfan sahibi, kendini ve Rabbini bilen insan
tipini topluma kazandıran tekkeler olduğu gibi o tarihten sonra aynı görevi
devletin resmi okulları devam ettirecektir.
Yukarıda belirttiğimiz gibi Rifâî devletin çöküş
sebeplerinden biri olarak tasavvufî düşüncenin hesaba çekildiği son dönem
Osmanlı Devleti’nde tekke kurumu eskimiş olsa da, tasavvufî düşüncenin canlı
olduğuna ve meşrû bir kanal ile sonraki nesillere aktarılacağı görüşündedir.
Esasen Ken’ân Rifâî geçmiş ile gelecek arasındaki köprüyü tasavvuf düşüncesi
ile kurma gereğine ve bunun için de en güzel vasıtanın örgün eğitim kurumları
olduğuna işaret etmektedir.
[1] BOA:
MF.MKT.749.29, (23 Şaban 1321/14 Kasım 1903).
[2] Ulusoy,
a.g.e., ss. 173-174.
[3] Demirci, “Ümmü
Ken’ân”, s. 11.
[4] Rifâî, Sohbetler,
s. 405.
[5] a.g.e., s. 142.
[6] Osmânzâde Hüseyin
Vassâf, Sefine-i Evliyâ, İstanbul: Kitabevi Yayınları, 2011, C. I, ss.
264-266.
[7] a.g.e., s.
264.
[8] a.g.e., s. 264.
[9] Rifâî, Sohbetler,
s. 152.
[10] Rifâî’nin nükte ve
latîfelerine örnekler için bkz. Rifâî, “Sohbetler”, Ken’ân Rifâîve Yirminci
Yüzyılın Işığında Müslümanlık, ss. 522-532.
[11] Reşat Öngören,
“Tasavvuf’, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (DIA), İstanbul:
Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM), 2001, C. 40, ss.
119-126.
[12] Rifâî, Sohbetler,
s. 193.
[13] Rifâî, Rehber-i
Sâlikîn, s. 21; Rifâî, SeyyidAhmed er-Rifâî, ss. 259-261.
[14] Rifâî, Tuhfe-i
Ken’ân, Armağan, 2018, s. 18.
[15] Rifâî, Rehber-i
Sâlikîn, 2019, s. 20.
[16] Evradın bir örneği
şahsi kütüphanemizdedir.
[17] Şâzelîliğin mârifet
anlayışınının üzerine binâ edildiği Allah’ı görürcesine ibâdet etmek ve o idrâk
ile yaşamaya son derece kıymet vermektedir. Şâzelî, müridlerine dünyâ işleri ve
koşturmacası içindeyken devâmlı sûrette Allah’ı müşâhede etme ve bunun
gereğiyle amel etmeyi telkin eder. Bu tavrı ile Rifâî’nin, Şâzelî meşrebini
kendi özel hayatında ve şeyhliğinde en açık bir şekilde yansıttığını söylemek
mümkündür. Ahmed Murat Özel, “Şâzeliyye”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm
Ansiklopedisi, İstanbul: Türkiye Diyanet İslâm Ansiklopedisi, 2010, C. 38,
ss. 387-390.
[18] Rifâî,
Sohbetler, s. 193.
[19] Mustafa Tahralı, “Rifâîyye”,
Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı
İslâm Araştırmaları Merkezi, (İSAM), 2008, C. 35, ss. 99-103; Mustafa Tahralı,
“Rifâiyye”, Türkiye’de Tarîkatlar: Tarih ve Kültür, ed. Semih Ceyhan,
İstanbul: İsam Yayınları, 2015, ss. 293299.
[20] Furkan, 25/63.
[21] İsrâ, 17/21.
[22] Ahmed er-Rifâî, Delillerle
Mârifet Yolu, çev. Hasan Kâmil Yılmaz, İstanbul: Erkam Yayınları, 1985,
ss. 52-54; İbrahim b. Muhammed el-Kâzerûnî, Ahmed
er-Rifâî Menkıbeleri, çev. Nurettin Bayburtlugil, Necdet Tosun, İstanbul:
Vefa Yayınları, 2008, ss. 63-77; Rifâiyye tarikatının esasları için bkz. Yûnus
eş-Şeyh İbrahim es-Samarrâî, Esseyyid Ahmed er-Rıfâî, çev. Münir Atalar,
İstanbul: İlk Harf Yayınevi, 2013, s. 77-83.
[23] Ahmed er-Rifâî,
el-Bürhânü’l-müeyyed , ed. Ahmed Farid el-Mizyadi, Beyrut: Dârülkutubü’l-
İlmiye,
2010, s. 110-111, 132.
[24] er-Rifâî, a.g.e., s.
110.
[25] a.g.e, s. 103, 147.
[26] a.g.e., s. 138.
[27] a.g.e., s. 118,
[28] a.g.e., ss. 109-110.
[29] a.g.e., s. 148.
[30] a.g.e., s. 132.
[31] Rifâî, Sohbetler,
s. 258.
[32] a.g.e., s. 592.
[33] a.g.e., s. 131.
[34] a.g.e., s. 555.
[35] Ken’ân Rifâî’nin,
Ebu’l-Huda Efendi vesilesiyle, Sayyâdiye’den de icazeti olduğuna dair bilgi
için bkz. Mehmet Demirci, “Ken’ân Rifâî’de Tasavvuf Şiiri ve Mûsikîsi:
İlâhiyât-ı Ken’ân”, Keşkül Dergisi, 2013, S. 28, s. 117.
[36] Rifâî’nin
sohbetlerinde avcı hikayeleri ve avcılık mesleği mecaz ve hâkîki olarak birçok
yerde geçmektedir. Onun nazarında avcılık, insanlığa hizmetin bir aracı ve
hizmetin yaygınlaşması için bir vesiledir. Yahut mâneviyata davet metodlanndan
biridir. Örnekler için bkz. Rifâî, Sohbetler, s. 346, 72, 186.
[37] “Evet bir mürşidin
Süleyman (a.s.) gibi, bütün kuşların lisânına âşinâ olması lâzımdır.” Rifâî, Sohbetler,
s. 71.
[38] Metnin aslı ve
sadeleştirilmiş olanı karşılaştıralarak buraya alınmıştır. Rifâî, Seyyid Ahmed
er-Rifâî, 2008, s. 269-269i.
[39] Meşkure Sargut’un
söz konusu metni bir video kaydı olarak tespit edilmiştir. bkz. https://www. youtube.com/watch?v=5feGLO3YRqg
(19.08.2019)
[40] Güfte ve bestesi
Sâdi Bey’e ait olan ilâhinin söz ve notası bkz. https://www.neyzen.com/nota
arsivi/01 ilahiler/075 rast/intisabim ta ezeldendir.pdf
[41] Rifâî, Sohbetler,
s. 547.
[42] a.g.e., s. 431.
[43] Risâle tarafımızdan
günümüz alfabesine çevrilmiş, üzerine tahlil çalışması yapılmış ve uluslararası
bir
sempozyumda sunulmuştur. Arzu
Eylül Yalçınkaya, “Son Dönem Mutasavvıflanna Âit Bir Hâl Tercümesi: Semiha
Cemâl Hanım’ın Anlatımıyla Ken’ân Rifâî’nin Meşreb-i Şerifleri”, I.
Uluslararası Tasavvuf Araştırmaları Lisansüstü Öğrenci Sempozyumu Bildiri Kitabı, İstanbul: Üsküdar
Üniversitesi Yayınları, 2020, ss. 62-71; Risâle’nin aslı
için bkz. Ek 9.
[44] Semih Ceyhan, “Mesnevî”,
Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (DIA), İstanbul: Türkiye Diyanet
Vakfı İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM), 2004, C. XXVIV., ss. 325-334.
[45] İsmail Güleç,
İsmail Hakkı Bursevî tarafından I. cildin ilk 738 beytini kapsayan Rûhu’l-Mesnevî
adlı oldukça geniş Türkçe Şerh için Mesnevî’nin Ekberî-Konevî
perspektifinden yorumunun önemli bir örneği olduğunu kaydeder. Bursevî, klasik
şerh metodunu kullanmıştır. bkz. İsmâil Hakkı Bursevî, Mesnevî Şerhi,
haz. İsmail Güleç, İstanbul: İnsan Yayınları, 2004, s. 53.
[46] Eserler ilgili daha
fazla bilgi için bkz. Abidin Paşa, Mesnevî Şerhi, İstanbul: İz
Yayınları, 2007, s. 12.
[47] Metni verdikten
sonra metin içinde geçen kelimelerin sözlük anlamlarını bir örnekle açıklanır.
Kelimelerin açıklanmasını beytin tercümesi takip eder. Bu tercümeler bazen kısa
olduğu gibi bazen de geniş bir şekilde olabilir. Tercümeden sonra beyitte
kastedilen konu örneklerle açıklanır. Kur’ân ve hadîs açıklamalarda en çok
başvurulan kaynaktır. Açıklamaları konu ile ilgili bir dua takip eder. bkz.
Şeydâ Öztürk, Şem’î Efendi ve İlk Mesnevî Şerhi, İstanbul: İSAM
Yayınları, 2011, s. 148.
[48] Ken’ân Rifâî’nin Mesnevî
takrirlerine ait not defterlerinden II. ve III. cildi günümüz alfabesine
çevirirken, Ankaravî’nin eserinden istifade edilmiştir. Rifâî’nin metni takip
ettiği ders notlarından anlaşılmaktadır. İsmail Rusûhî Ankaravi,
Mecmûatü’l-letâif ve matmûretü'l- maârif, Bulak : Dârü't- Tıbâati'l-Âmire,
1835, C. 2-3.
[49] Ankaravi, a.g.e.
[50] Elmalı Hamdi Yazır,
“Müslümanlık Mâni’-i Terakki Değil, Zâmin-i Terakkidir”, Meşrutiyetten
Cumhuriyete Makaleler Din, Felselfe, Siyaset, Hukuk, haz. A Cüneyd Köksal
ve Murat Kaya, İstanbul: Kaynak Yayınları, 2013, ss. 261-282.
Sultânîlerdeki mûsikî eğitimi hakkında bilgi için bkz.
Erhan Özden, Osmanlı Maârifinde Mûsikî, (Doktora Tezi), Bursa: Bursa
Uludağ Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, , 2013, s. 74.
Dergisi, C. 1, S. 2,
2015, ss. 51-60; . Rifâî’nin, “Yâ Resulallah, yâ mahbube Rabbi’l-âlemîn”, “Rûh
u cism-i bâtın u zâhirsin elhak yâ Resul”, “ey benim lebbeyki aşkım” başlıklı
eserleri bu kullanıma örnektir. bkz. Rifâî, İlâhiyât-ı Ken’ân: İlâhî ve
Manzûmeler, s. 27, 207.
[61] Hakan Alvan,
“Ken’ân Rifâî Hazretleri ve Müzik”, Rahmet Kapısı: Ken’ân Rifâî Sempozyum
Bildirileri, ed. TÜRKKAD İstanbul Şubesi Yayın Komisyonu, İstanbul: Nefes
Yayınları, 2017, s. 144.
[62] Gınâ’nın
meşrûiyyeti ile ilgili İslâm alimlerinin görüşleri için bkz. H. Yunus Apaydın,
“Mûsikî”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, İstanbul: Türkiye
Diyanet Vakfı İslâm Araştırmaları Merkezi, (İSAM), 2006, C. 31, ss. 261-263.
[63] Rifâî, Sohbetler,
s. 603
[64] Rifâî, SeyyidAhmed
er-Rifâî, s. 89.
[65] a.g.e., ss.
376-377.
[66] Rifâî, Sohbetler,
s. 602; Mahir İz, Tasavvuf adlı eserinde, zikir esnâsında teganni de bulunmak
üzerine benzer kanaatler serdetmektedir: “Zikirlerde kullanılan mûsikî unsuru
için de şöyle bir açıklaması var:
“Güzel bir ses veya saz işitince “Herşey Hakk’ı tesbih
eder” mealindeki ayet-i kerimeyi düşünen, zikir mertebesine yükselmiş olur,
hevasat-ı nefsaniyyeyi düşünen ise o derekede kalırlar.” Mahir İz, Tasavvuf
Mahiyeti, Büyükleri ve Tarikatlar, İstanbul: Kitabevi, haz. M. Ertuğral
Düzdağ, 1995, s. 18; Carl W. Ernst, Sufism, An Introduction to the Mystical
Tradition of İslam, Boston & London: Shambala Publication, 2011, s.
185.
[67] Rifâî, Sohbetler,
ss. 557-558.
Necdet Tosun, “Nakşibendiyye”, Türkiye’de Tarîkatlar
Tarih ve Kültür, ed. Semih Ceyhan, İstanbul:
İSAM Yayınları, 2015, ss. 611-692.
[72] a.g.e., ss. 322-323.
[73] Bkz. Ek 9.
[74] Rifâî, Sohbetler,
ss. 160, 322, 453, 447, 498, 541, 598, 603.
[75] Ebû Nasr es-Serrâc, el-Lümâ:
İslâm Tasavvufu, İstanbul: Altınoluk, 1996, ss. 9-11; Hücvirî, Hakîkat
Bilgisi: Keşfu’l-Mahcûb, İstanbul: Dergâh Yayınları, 2014, ss. 77-84.
[76] el-Gazzâlî Ebû
Hâmîd, İhyâ’u ‘ulûmi’d-dîn, çev. Ahmet Serdaroğlu, İstanbul: Bedir
Yayınları, 1977, s.
5.
[77] el-Gazzâlî, Ihyâ’u
‘ulûmi’d-dîn, çev. Ahmet Serdaroğlu, İstanbul: Bedir Yayınları, 1977, ss.
13-41.
[78] a.g.e., s. 23.
[79] a.g.e., ss. 23-26.
[80] Rifâî, Sohbetler,
s. 377; Öğretmende aranan vasıflar bakımından söz fiil uygunluğu konusunda daha
fazla bilgi için bkz. Faruk Bayraktar, İslâm Eğitiminde Öğretmen-Öğrenci
Münasebetleri, İstanbul: Marmara Üniversitesi ilahiyat Fakültesi Yayınları,
1989, ss. 159-160; Öğretmenin tevazu özelliğine sahip olması ile igili daha
fazla bilgi için bkz. Bayraktar, a.g.e., s. 150.
[81] Rifâî, Sohbetler,
s. 139.
[82] Şakir Gözütok, Sûfî
Pedagojisi, İstanbul: Nesil, 2012, s. 145.
[83] El-Kuşeyrî
Abdülkerîm, Tasavvuf İlmine Dair, Kuşeyri Risalesi, haz. Süleyman
Uludağ, İstanbul: Dergâh Yayınları, 2014, ss. 113-14, 118, 143-144.
[84] a.g.e., ss.
143-144.
[85] Pozitivist
yaklaşımın hâkim olduğu bir çağda bu şekilde bir hassasiyet göstermesi son
derece önemlidir. İlk etapta din ve mâneviyat lehine görünen bu yaklaşıma karşı
Ken’ân Rifâî mesâfelidir. Rifâî yeri geldikçe bilimsel verileri mânevî
konuların anlaşılması için bir araç olarak kullanmış ancakdinî bilginin pozitif
ilimlerle sağlamasını yapma usulüne başvurmamıştır.
[86] Jeffrey
Cornelius-White, “Learner-Centered Teacher-Students Relationships Are
Effective: A Meta- Analysis”, Review of EducationalResearch, 2007, S.
77, ss. 113-143; Alberto Zucconi, “The Need for Person-Centered Education”, Cadmus
Journal, 2016, S.3, ss.1-26
[87] Rifâî, Sohbetler,
ss. 365, 461.
[88] a.g.e., s. 7, 9,
14, 40.
[89] İkinci Meşrutiyet
Dönemi nazırlarından Emrullah Efendi’nin Tuğba ağacı nazariyesine göre ülkedeki
eğitimin düzelmesi için öncelikle iyi yetişmiş elemana ihtiyaç vardır. Buna
göre öncelik yüksek öğretime verilmeli, bu sayede yetişen akil kişiler ilk
öğretimden başlayarak toplumun her kademesini aydınlatmalıdırlar. Burada tuğba ağacının
kökleri, “seçkinler”, “iyi eğitimliler”i temsil etmektedir. Kökü güçlü olan
ağacın elbette dalları da semereleleri de yüksek olacaktır. Memleketin içinde
bulunduğu şartlar dolayısıyla nazır Emrullah Efendi öncelikle yüksek öğretim
reformunu tatbik etmek istemektedir. Ken’ân Rifâî de kendi sohbet halkası
içerisinde böyle bir model geliştirmiş, öğretmen olarak seçtiği zümre ile
yakından ilgilenmiş ve bu surette gelecek nesillere daha kaliteli bir sûfî
eğitimi sunmayı hedeflemiştir. Mehmet Salih Erkek, “2. Meşrutiyet Dönemi Maârif
Nazırları”, Tarih İncelemeleri Dergisi, C. 28, S. 2 (2013), ss. 393-394.
[90] Sokratik yöntem
hakkında ayrıntılı değerlendirmeler için bkz. Darren Garside, “Socratic
dialogue and teacher-pupil interaction”, Journal of Education for Teaching,
2012, S. 38, ss. 516-518; Michale Gose, "When Socratic Dialogue is
Flagging: Questions and Strategies for Engaging Students.", College
Teaching, 2009, S.57, ss. 45-50
[91] Rifâî yalnızca bu
özelliği ile değil fakat bir hatipte bulunması gereken birçok özelliği
derslerinde sergilemektedir. Dînî hitabet ve hatibin sahip olmsı gereken
özellikler için bkz. İsmail Lutfi Çakan, Dînî Hitabet Çeşitleri, İlkeleri,
Örnekleri, İstanbul: Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı
Yayınları, 1998, ss. 112-119.
[92] Rifâî, Sohbetler,
s. 135.
[93] a.g.e., s. 437;
Rifâî’nin mürşidliği ve eğitimciliği hakkında değerlendirmeler içi bkz. F.
Cangüzel Güner Zülfikar, “Ken’ân Rifâî Hazretleri’nin (1867-1950) Mürşidliği ve
Mürebbîliği”, Rahmet Kapısı: Uluslararası Ken’ân Rifâî Sempozyumu, İstanbul:
Nefes Yayınları, 2017, ss. 113-129; James Winston Morris, “Mânevî Öğretmen
Olarak Ken’ân Rifâî: Hz. Mevlânâ’nın MesnevTsi ile İlgili Derslerinden
Kazanımlar”, Rahmet Kapısı: Uluslararası Ken’ân Rifâî Sempozyumu, İstanbul:
Nefes Yayınları, 2017, ss. 174-183.
[94] Hasan Ali Yücel
hakkında ayrıtılı bilgi için bkz. Ahmet Güner Sayar, “Yücel, Hasan Ali”, Türkiye
Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslâm
Araştırmaları Merkezi, (İSAM), 2006, C.44, ss. 45-46.
[95] a.g.e., s. 45
[96] F. Cangüzel Güner
Zülfikar, “Kenan Rifâî Hazretleri’nin (1867-1950? ”, Rahmet Kapısı Kenan
Rifâî, Sempozyum Bildirileri, İstanbul: Nefes Yayınları, 2017, ss. 113-129.
[97] Terakki düşüncesine
Osmanlı fikir hayatına girişi ve temsilcileri için bzk. Ülken, a.g.e., ss.
70-80.
Doğumunun 70. Yılı Anısına Düzenlenen Ibnü’l Arabî
Sempozyumu Makaleleri, (2010), ss.
363-372;
Ekrem Demirli, “İbn Arabî ve Takipçilerinin Tanrı Anlayışı:
Tenzih ve Teşbih Hükümlerinin Birleştirilmesi”, y.y., Şark Felsefesi
Problemleri, S. 1, 2011, ss. 29-35.
[106] Ayverdi, Araz,
“Netice”, Ken’ân Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, s. 338.
[107] Yalçınkaya, a.g.t.,
s. 161.
[108] Rahman 55/29:
“Göklerde ve yerde bulunanlar, (her şeyi) O’ndan isterler. O, her an yeni bir
ilâhî tasarruftadır.”
[109] Kainatın ilâhî
ayetlerle dolu olduğu düşünüldüğünde kişi çevresindeki nesneleri hem
kendilikleri hem de ilâhî kökleriyle irtibatları açısından okumak suretiyle
derinliği olan bir anlam dünyasında devamlı surette Hakk’ın bir isminden bir
başka ismine doğru ilerlediği anlaşılır.
[110] Geleneksel tarih
anlayışı döngüseldir. Buna göre iyi ve mükemmel olan başlangıçtadır. Dünya
planında bu asr-ı saâdette yaşanmıştır, zaman ve mekan üstü düşünüldüğünde ise
ezel alemindedir. Kara, Tanzimat ve Modernite döneminde İslamcıların, terakkî
fikrinin cazibesine kapılarak, medeniyetin ilerlemek suretiyle elde edileceği
şeklindeki genel hükmü benimsediklerini ve imi birikimlerini İslam’ın bu
anlamda terakkiye mani olmayıp biakis teşvik ettiğini ispatlamak yolunda
kullandıklarına işaret eder. İslam’ın terakkiyi teşvik ettiğine yönelik dönemin
yazınından örneker getirir. bkz. İ. Kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi 1:
Metinler Kişiler, s. 314.
[111] Rifâî, “Sohbetler”, Ken’ân
Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, s. 362.
[112] a.g.e., s. 527.
[113] Rumî, Konularına
Göre Açıklamalı Mesnevî Tercümesi, C. 5-6, s. 534; Rumî, a.g.e., C.
3-4, s. 330.
[114] Ebu’l-Alâ
Afîfî, Füsûsü’l-Hikem Okumaları İçin Anahtar, çev. Ekrem Demirli,
İstanbul: İz
[124] Şeyhe göre, âlem ve
eşyâ, Allah’ın büyüklük ve kudretinin temâşa edildiği bir aynadır. İnsan tabiat
ve eşyâya yaklaştıkça, orada Hakk’ın kudretini ve sanatını müşâhede ederek
kendi acziyetini duyar bu durum onda kulluk ve insanlık şuurunu uyandırır.
Yalçınkaya, a.g.t., ss. 167-168.
[125] a.g.e., s. 229.
[126] Niyâzî-i Mısrî,
Türkçe Şiirleri, Malatya: Malatya Belediyesi Kültür Yayınları, 2004, s.
109.
[127] Dolayısıyla zâhirî
delillere istinad ederek Kur’ân’daki mûcizeleri reddetmek cahilliktir.
Rifâî’nin bu tür şeyleri reddetmeyi asrın icaplarından sayanlara yönelik
eleştirileri Mesnevî beyitlerinin şerhinde karşımıza çıkmaktadır.
Mevlânâ Celâleddin Rûmî’nin Mesnevîsinde, aynı konu bağlamında
eleştirilen zümre zâhir uleması olarak addedilen muteziledir. Yalçınkaya,
a.g.t., ss. 210-211.
[128] Mutezile Allah’ın
adalet vasfı sebebiyle kullarına zulmetmiyeceğini düşünüyordu. Yaptıkları
ihtiyâri fiillerin Allah tarafından kendilerine verilen hür iradeleriyle
yaptıklarını aksi takdirde kulun cebr altında yaptığı şeylerden sorumlu
tutulmasının Allah’ın adaletiyle çelişeceğini iddia ediyorlardı. Mutezile’nin
beş esasından el-adl prensibi hakkında daha fazla bilgi için bkz. A.
Saim Kılavuz, Anahatlarıyla İslâm Akaidi ve Kelâm’a Giriş, İstanbul:
Ensar Neşriyat, 1993, s. 306.; Bekir Topaloğlu, Kelâm İlmi Giriş,
İstanbul: Damla Yayınevi, 1993, s. 175.
[129] Bu tür hicivler
Mesnevî beyitlerinin şerhinde sıkça görülür. Mesnevi’de Hz. Musa
kıssalarından, asanın ejder olması ile ilgili bölümün şerhinde özelikle bu
durum öne çıkmaktadır. Zira Mûsa (a.s.)’ın asasının bir çöp iken türlü
sûretlere girmesi yüzyıl insanının kolayına kabul edebileceği bir şey değildir.
Yâda Hz. İbrâhim (a.s.)’ın ateşe atıldığı halde ateşin ona tesir etmemesi zâhir
ulemasına göre ilmî olarak izah edilemez. Ken’ân Rifâî aynı şeyin Rifâî
dervişeri için de geçerli olduğunu, ateşin bir bu dervişelri tanıyarak
yakmadığını ve bilim ile bunu açıklamanın mümkün olmadığını söylemektedir. bkz.
Yalçınkaya, a.g.t., ss. 210-211; Rifâî, Mesnevi Şerhi Notları, C. III,
D. IV, s. 34b.
[130] Yalçınkaya, a.g.t,
ss. 157-158.
[131] a.g.e, s. 231.
[132] Rifâî’nin İspanya
Kraliyet ananesindeki bir rivayeti aktarması buna örnek olarak verilebilir.
İspanya'da bir kilit varmış. Kraliyet an’anesinde ötedenberi bunun açılmaması
adetmiş. Bu kilit açıldığı takdirde ispanya'nın zevale ereceği kanâati
mevcutmuş.” yahut I. Dünyâ savaşının sebebini tarih ilmi farklı açıdan
değerlendirirken, Rifâî konu ile ilgili bir tevatürü zikretmekten çekinmez:
Savaş öncesinde üç lider bir kibritten sigara yakmışlardır. Halk arasında
yerleşik olan inanca göre bir ateş üç kişi istifade ederse aralarında mutlaka
kavga kopar. Nitekim harb bu vakadan sonra patlak vermiştir. Rifâî, Sohbetler,
ss. 12-13.
[133] Yalçınkaya, a.g.t.,
s. 211.
[134] a.g.t., ss. 210-211.
[135] a.g.t., s. 160.
[136] Rifâî, Sohbetler,
s. 183.
[137] a.g.e., s. 160.
[138] a.g.e, s. 410.
[139] Rifâî, “Sohbetler”, Ken’ân
Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, ss. 377-378.
[140] a.g.e., s. 509.
[141] Rifâî, Sohbetler,
s. 498.
[142] a.g.e., ss. 508-509.
[143] Ken’ân Rifâî
medeniyet adına yapılan hamlelerden son derece bizâr olduğunu sohbetlerinde
çeşitli ifadelerle dile gitirmektedir. Özellikle terakkî ederek günden güne
daha iyi bir toplum yapısına sahip olunacağını iddia eden pozitivizme karşıdır.
Bununda August Comte’un üç hal teorisini açıkça çöküşünü ortaya koyan dünya
savaşları ile ispat edildiği kanaatindedir. Konu ile ilgili izahları için bkz.
Rifâî, Sohbetler, s. 459.
[144] Rifâî, Mesnevî Şerhi
Notları, C. III, vr. 25a.
[145] Yalçınkaya, a.g.t.,
ss. 144-145.
[146] a.g.t., ss. 225-226.
[147] Rifâî, Sohbetler,
s. 382-383, 461
[148] Rifâî, Ilâhiyât-ı
Ken’ân: İlâhî ve Manzûmler, s. 154.
[149] Vatan kavramı
hakkında sûfîlerin görüşleri hakkında daha fazla bilgi için bkz. Süleyman
Uludağ, “Vatan”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, İstanbul:
Diyanet İslâm Ansiklopedisi, 2012, C. 42, ss. 563-564.
[150] Ken’ân Rifâî’den
nakil ile, Ayverdi, Araz, “Din ve İman Anlayışı”, Ken’ân Rifâî ve Yirminci
Asrın Işığında Müslümanlık, s. 171.
[151] Rifâî, Mesnevî
Şerhi Notları, C. III, D. IV, vr. 44b-45a.
[152] a.g.e., vr. 47a-47b.
[153] Ayverdi, Araz,
“Memuriyet Yılları ve Hayatla ilk Karşılaşmaları”, Ken’ân Rifâî ve Yirminci
Asrın Işığında Müslümanlık, s. 63.
[154] Ken’ân Rifâî’nin
Camilla Flammarion’dan Dünyanın Inkılabı adıyla tercüme ettiği kitap
hakkında eserleri bölümünde bilgi verilecektir.
[155] Ayverdi, Araz,
“Tasavuf ve Aşk Anlayışı”, Ken’ân Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında
Müslümanlık s.
226.
[156] a.g.e., s. 116.
[157] Rifâî, Sohbetler,
s. 253, 446.
[158] Yusuf Halaçoğlu,
Mehmet Akif Aydın, “Ahmed Cevdet Paşa”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm
Ansiklopedisi, İstanbul: Diyanet İslâm Araştırmaları Merkezi, 1993, C. 7,
ss. 445; Cevdet Paşa, icraatında Osmanlı-İslâmcılığı sürdürmekle birlikte
metodda yeniliği benimsemesi, Batı’nın pozitif bilimlerde ve teknik konularda
ve yönetim ile ilgili konularda üstünlüğünü kabul ederek, Osmanlı kurumlann
Batı’dan ilham alınarak ıslah edilmesi gereğini müdafa etmiştir. Fransız
kanunlarınn aynen alınıp kullanılmasını isteyen devlet adamlarına karşı çıkarak
Mecelle’nin hazırlanmasına öncülük etmiş ve yazımında en büyük payı
üstlenmiştir. Ancak bütün icraatında Osmanlıcı-İslamcılığı sürdürmekle birlikte
metodda yenilikçiliği benimsemiş, Batı’nın pozitif bilimler, teknik ve yönetim
alanlarındaki üstünüğünü kabul ederek bu alanlarla ilgili Osmanlı
müesseselerinin Batı tarzında ıslahını savunmuştur. Avrupa kanunlarının ve
kurumlarının olduğu gibi alınmasına karşı çıkan Cevdet Paşa İslâmî geleneklerin
korunması gerektiğini söylemiş ve bir kısım devlet ileri gelenlerinin Fransız
kanunlarının tercüme edilip alınması yönündeki görüşlerine karşı çıkarak
Mecelle’nin hazırlanmasında en önemli rolü oynamıştır. Cevdet Paşa, güçlü
devlet inancına sahiptir. Buhranlı bir devrinde dünyaya geldiği Osmanlı
Devleti’ni çöküşten kurtarmak ister. Ümit Meriç Yazan, Cevdet Paşa’nın
Toplum ve Devlet Görüşü, İstanbul: İnsan Yayınları, 1992, s. 21.
[159] Mustafa Oğuz,
“Osmanlı Devleti’nin Durumu Hakkında Cevdet Paşa’nın Görüşleri”, TÜBAR,
C. XXVI, (2009) s. 153.
[161] Süleyman Uludağ,
Tasavvuf ve Tenkit, İstanbul: Dergah Yayınları, 2014, s.175
[162] Ken’ân Rifâî’den
nakil ile, Ayverdi, Araz, “İkinci Medine Yolculuğu”, Ken’ân Rifâî ve
Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık s. 123.
[163] Ceylân, a.g.e., s.
85.
[164] Modern eğitim
kuramlarında tasavvufi eğitim verilmesinin, modern eğitim açısından anlam ve
işlevi ile ilgili değerlendirmeleri için bkz. Melike Türkan Bağlı, “Modern
Eğitim ve Tasavvuf: Ken’ân Rifâî’nin Tekke Anlayışından Ne Öğreniyoruz?”, I.
Uluslaraası Tasavvuf Araştırmaları Lisansüstü Öğrenci Sempozyumu, İstanbul:
Üsküdar Üniversitesi Yayınları, 2020, ss. 238-244.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar