Print Friendly and PDF

Sevgiliye Kavuşmada Lazım "Parıltılar...Lemeât لمعات...فخرالدين عراقى"

Bunlarada Bakarsınız

 

"Parıltılar...Lemeât لمعات...فخرالدين عراقى" Kitabından




ON ALTINCI PARILTI

Çeşitli şekillerde görünen çokluk manzarasının nasıl olup da tek ve gerçek bir varlığın birliğine tesir etmediği bahsini aydınlatan bir misale işaret

 

Bir Üstad, gölge ve hayal perdesi arkasında türlü türlü suretler, birbirine uymayan şekiller gösteriyor. Bütün hareketler, duraklamalar, hüküm ve tasarruflar hep onun iradesi altında. O ise perde arkasına gizlenmiş.

Üstad, perdeyi kaldırıp da gösterdiği şekillerin hakikatini açıklayınca bunların ne olduğunu anlarsın.

كل الذى شاهدته فعل واحد

لمفرده لكن يحجب الاكنة

Gördüğün şeylerin hepsi tek bir yaratıcının işidir. O kendi yalnızlığı içinde türlü türlü kılıklara, çeşitli libaslara büründüğü için sana çokluk halinde görünür.

و اذا مازال الستر لم نر غيره

ولم يبق بالاشكال اشكال ريبة

Perde açılıp da o şekiller meydana çıkınca ortada o tek yaratıcıdan başka bir şey göremezsin. O şüphenin verdiği zorluk ortadan kalkar « ربك واسع المغفرة »

Rabbin mağfiretini yayıcıdır, âyetindeki işaret bütün kâinatın Tanrı zatına perde olduğunu göstermektedir (çünkü mağfiret sözü “gafr” kökünden gelir, gafr ise örtmek demektir). Onun zatı bir güneştir. İki cihanın da zatına gölgelik ettiğini görüyorum. Bu gölgeliğin arkasında işler başaran yine odur. Bu nükteye « وهم لا يشعرون» âyetinde işaret buyurulmuştur. Onlar, yaratıcının birliğini anlamazlar anlamındadır. Eğer « و الله خلقكم وما تعملون » sizi ve yaptığınız şeyleri Allah yarattı mealindeki âyette gizli olan sırrın cebren ve kahren onlara karşı cilve ettiğini herkes bilseydi bizim fiil ve iktidarla ilgimizin ancak onun yönünden geldiği ve onun, bizim suretimizde belirdiği anlaşılırdı. Ancak kendiliğinden varlığı olmayan şeylerde fiil nasıl olabilir? Onlarda iktidar nasıl bulunabilir?

Can’m secde etmesini ondan bil! Bulutun cömertliği güneş sayesindedir. Fiil’in aslı vücudî tecelli’dir ki, o da birdir. Yoksa her yerde istidadı icabı olarak başka bir renkte görünen ve her mahalde başka bir ad ile anılan fiil Gerçek fiil değildir.« نسقي بماء واحد وتفضل بعضها على بعض فى الاكل » Bütün varlıkları bir gıda ile besledik, bunlardan bazılarına ötekilere nazaran daha fazla feyz almaları için bir üstünlük verdik mealindeki hikmet buna delildir,


 

ON YEDİNCİ PARILTI

Mâşuk’un Tecellilerindeki Değişikliklerle Âşıkın İstidadına Göre Yükselişi ve İstidatlar Hakkında Söylenen Sözler

 

Mâşuk, her an bir sıfatın penceresinden âşıka bir yüz gösterir. Âşık mâşukun yüzündeki nurun pertevinden başka bir ışık bulur ve her nefes başka bir görüşe kavuşur. Mâşukun gösterişi arttıkça âşıkın aşkı da artar.

Aşk arttıkça mâşukun güzelliği de artmaya başlar. Güzelliğin artması mâşukun âşıka karşı yabancılığını artırır. Âşık, mâşukun cefasından aşkın vahdet sığınağına koşar. Âşık ve mâşuk ikiliğinden uzaklaşır. Aşkın birliğine atılır.

 كرز خورشيد بوم بی نيروست

از پي ضعف خود نه ازپي اوست

 هر چه روى دلست مصفا تر

زد تجلی ترا مهياتر

Baykuş, güneşten yılgındır, fakat aczi ile beraber güneşsiz de yaşıyamaz. Gönül yönünden gelen şeyler anlaşmıştır; sana hazır tecelliler gösterirler. Nurların zuhuru, istidadın miktarına ve kabiliyetin,, durumuna göredir. Onların« يا مبتدياً بالنعم قبل استحقاقها » Ey liyakat ve istihkak kazanmadan önce nimetlerinin ihsanına başlıyan Allah! diye münacatlarına bakılırsa mâşuk, âşıkm şuhut gözüyle görüşüne karşı cilvelenmek istediği zaman ona önce kendi cemali pertevinden âriyet bir nur verir. Âşık da bu nur ile onu görür ve faydalanır. Bu nur ve şuhuttan dilediğini tamam alınca mâşuk, yine parlak yüzünden başka bir nur daha bağışlar. Âşık bunun mülâhazasiyle de evvelkkinden daha parlak bir güzellik nuru görmüş olur. Âşık bu temaşa halinde tıpkı susuzluktan dudakları kuruyup da deryayı içmek istiyen bir insan gibidir. Ne kadar çok içerse susuzluğu o kadar artar. Bu o suya susamış olanlar asla kanmak bilmezler. « ما برجع الطرف عنه عند رؤية حتى يعود اليه الطرف مشتاقا » Göz güzeli görünce bakışından ayrılamaz. Ayrılacak olursa iştiyak ile dönüp bakmaya başlar. Yahya bin Muaz-i Razi, Bayazid-i Bistamî’ye şu:

مست ازمى عشق آنجنانم كه اكر

يك جرعه ازين بيش خورم يست شوم

Aşkın şarabından öyle sarhoşum ki bir yudum daha içecek olsam yıkılırım, beytini yazıp gönderiyor. Bayezid-i Bistami de şu cevabı veriyor:

شربت الحب كأسا بعد كأس

 فما نفد الشراب ولا رويت

Sevgi şarabını kadeh kadeh içtim, ne şarap tükendi ne de ben kanmış oldum.

كر در روزى هزار بارت بينم

 در آرزوى بارد كر خواهم بود

Seni bir günde bin kefe de görecek olsam, yine bir daha görmek dileğinde bulunacağım.

Verrak, Rabbimle benim aramda bir fark yoktur. Ancak ben kulluk yolunda ilerlemiş bulunuyorum, deemiştir. Verrak demek istiyor ki, benim Rabbime ihtiyaç ve istidadım, .Rabbimin ihsanı anahtarıdır. Verrak’tan daha keskin görüşlü bir zat Verrak’m bu sözünü işitince « فمن اعدى الأول » evvelkine kim sirayet ettir

 [Bu cümle, şerefli bir hadîsin sonudur. Peygamberimiz salla'llâhü aleyhi ve sellemin saadetli zamanında: uyuz bir deve diğer sağlam develer arasında bulunursa uyuzluk onlara da geçer denildiği zaman evvelki deveye kim sirayet ettirdi cevabiyle sirayetin Allah’ın iradesiyle olacağı beyan buyurulmuştur. Bu misalin bu bahiste iradı, tasavvuf ehlinin istidat hakkmdaki müşahedelerinin değişikliği dolayısiyledir. Verrak diyor ki: benim istidadım Allah’ın ihsan kapısı anahtarıdır. Diğer bir derin görüşlü ise, akdes feyze işaretle istidatların ona göre oluşlarını ve gayb anahtarlarının küllî isimlerden ve sıfatlardan geldiklerini gösteriyor. Tasavvuf terimlerinde varlığın başlagıcı iki türlü İlâhî feyz ile söylenmektedir: biri «akdes feyz», diğeri «mukaddes feyz»dir. Akdes feyz: ezelî bilgide isimler ve sıfatların belirmesi ve mukaddes feyz: malûm ve sabit ayan’m hariçte vücut bulmasıdır. Önsöz fasıllarında akdes ve mukaddes feyzlere işaret edilmişti.] diyor. Harkanî, buraya erişip de bunu keşif ile anlayınca « انا اقل من ربي بشئين» ben Rabbimden iki şeyle diğer bir rivayette iki sene [iki şey yahut iki sene eksik oluşu: akdes ve mukaddes feyzlerle hakkın iki mertebede halka tekaddüm etmiş olmasına işarettir.] ile eksik bulunuyorum demiştir.

Ebu Talip Mekki, Hırkanî’nin sözünü işitince: Hırkanî doğru söylüyor; Allah, varlığın haliki olduğu gibi yokluğun da halikidir, diyor. Bir diğeri: Tanrı takdirinin istidatta bir eseri olamaz, diyor.

İstidadm hakikati ne başka bir istidada munkalip olur ne de diğeriyle tebeddül eder. Evet meşiyet’in: has bir mahal tâyininde eseri olabilir. Has bir istidat için has bir mahal tâyininde meşiyet’in eseri görülüyor. Bu işaretten anlaşıldığına göre gayb âleminde bâtıni tecelli; kulun hakikatinde kabiliyetinden ibaret olan aslî istidadı suretini izhar eyleyince “vücudî” ve “ayni” tecelliye kavuşur. Bu tecelli vasıtasiyle başka bir istidat bulmuş olur. Bu istidat ile de şahadet âleminde “şuhudi” ve “vücudî” tecelliyi bulur. Bundan sonra hallerin gidişine göre her an diğer bir istidat bulmaya başlar. Dolayısiyle nihayetsiz tecelliler yüzüne açılır. Tecelliler nihayetsizdir. Ve her, tecelli bir ilmi gerekli kılar. Tecelli eden Allah’ın ilmine nihayet yoktur. Tecellilerde yeni yeni ilimlerin zuhurunda «وقل رب زدنى علما âyetinin emrine uyularak daima ilmin artmasını dilemek sırası gelmiş demektir. Manevî vuslat mertebelerinin evveli: « سير الى الله »ın, Tanrı’ya yönelmenin nihayetidir. Bu mertebeye erişip de vuslatın çeşmesinden içe içe kanmış olanlar; dileklerine erdiklerini ve اليه ترجعون» Allah’a döneceksiniz âyetinin mertebesinde bulunduklarını sanırlar heyhat! ne kadar uzaktadırlar. “Seyri’l-Allah” nihayet bulunca “Seyri’-fillâh” başlar ve bu yolda ilerledikçe konaklarımız tükenmez ebedî olarak devam eder. Allaha doğru dönüş; çıkış yeri değildir. Nasıl aynı olabilir? Dönüşün sonu çıkışın aynı olsaydı bu gelişin ne faydası olurdu? Sofiye büyüklerinden Ebu’l-Haseyn Nuri bu yolun uzaklığından ve tükenmezliğinden şöyle haber veriyor:

شهدت ولم اشهد لحاظاً لحظة

 وحسب لحاظ شاهد غير مشهد

Gördüm, fakat evvelce gördüğümü göremiyorum. Evvelce gördüğünü görmeyen için bu görüş yetişir. Allah yoluna giden: her an başka bir tecelliye mazhar olur. Bir kere mazharı olduğu tecelliye bir daha mazhar olamaz. Bu yolda vuslat mertebelerinden birinde daha evlâ ve daha âlâsına ermek iştiyakı bulunmazsa cennet ehli gibi köşklerine götürülmek emrinin verileceği makamdadırlar. Bu makamda müebbet olarak kalırlar ve yerlerinden ayrılmak istemezler.

 

ON SEKİZİNCİ PARILTI

Âşıkın hareket ve isteği ve bunların gerçekleşmesiyle ebedî olarak yükselişi

 

Âşık “ayn” mertebesinde oldu, olmadı gibi düşüncelerden ırak ve durgun bir haldeydi. Mâşukun yüzünü henüz görmemişti. ««کن»» Ol emrinin nağmesiyle yokluk uykusundan uyandı. Ve bu nağmeden bir vecde tutuldu. Hemen şu:

«عشق شورى در نهاد ما نهاد» aşk, bünyemize bir heyecan koydu, mısraiyle terennüme başladı. «والاذن تعشق قبل العين احيانا» Göz görmeden önce arasıra kulak âşık olur. Aşk onun zâhir ve bâtınını kapladı. « لان المحب لمن يهواه زوار» Seven, sevgilisini sık sık ziyaret etmesini ister. Bu istek onu raks ve harekete getirdi. Ebediyete kadar ne o teganni kesildi ne de o raks ve hareket bitti. Çünkü aranılan ve istenilen ebedîdir. Bu sırada âşıkın zemzemesi hep şudur:

تا جشم ركشادم نور رخ تو ديدم

تا كوش باز كردم آواز نوشنيدم

Gözümü açınca senin, yüzünün nurunu gördüm. Kulağımı dikince senin sesini işittim. Şu halde, «    وترى الجبال هامدة وهى تمر مرالسحاب » dağları durgun

görürsün ama onlar bulutun geçtiği gibi geçer gider, âyetinde denildiği gibi, âşık nasıl durgun olabilir. O daima raks ve harekettedir. Zerrelerin her bir, zerresi onun oynatıcısıdır. Her zerre bir “kelime”dir; her kelimenin bir ismi, her ismin bir dili, her dilin de bir sözü vardır. Muhibbin kulağı keskin olup da iyice duyacak olursa söyliyeni ve işiteni cem mertebesinde birleşmiş görür « السماع طير  يطر من ا لحق الى الحق» sema’ bir kuştur. Haktan Hakka doğru' uçar. Cüneyd, Ebu Bekir Şibilî’ye itab ile, bizim serdaplarda gizlice konuştuğumuz esrarı sen minber üzerinde açıklıyorsun, diyor. Ebu Bekir Şibilî: ben söylüyorum, ben işitiyorum. Her iki âlemde beriden başka kimse var mıdır? diye cevap veriyor.

در دائرهٔ  دور زمان جز من كيست

در سلسلهٔ كون و مكان جزمن كيست

من محودر او واو در اعيان سارى

زان ميكويم كه در جهان جز من كيست

Zamanın devri dairesinde benim gayrım kimdir? Kevn ve mekânın silsilesinde benim gayrım kimdir? Ben onda hiçim o âyânda saridir. Ondan dolayı benim gayrım olan kimdir? diyorum.

هر بوى كه از مشك و قر نفل شنوى

از شانهٔ آن زلف چو سنبل شنوى

Misk ve karanfilden kokladığın her güzel kokuyu sümbül gibi zülfün tarağından alıyorsun!

چون نغمهٔ بلبل از پی كل شنوى

 هم كل كويد كرچه ز بلبل شنوى

Bülbülün gül peşindeki nağmesini bülbülden dinliyorsun. Ama söyliyen güldür.

 

ON DOKUZUNCU PARILTI

Âşıkın kursağındaki genişlik ve bollukla yetkinliğin ve tam kabiliyetle gönül anlamının tahkiki ve gerçek birlik

 

Âşıkm gönlü taayyünden münezzehtir, izzetin kubbesi altında “gayb” ve “şahadet” deryalarının kavuşağıdır. Himmeti çok yüksektir. Deryayı kadehle bin kere içecek olsa bir daha içmek ister. Son derece genişliğinden bütün âleme sığmaz. Belki bütün âlem ona karşı görünmez olur. “Ferdaniyet”: “vahdanîyet”in alanında saltanatın otağını kurar. Bütün âlemlerin işlerini orada görür, açmayı, bağlamayı meydana kor. Kabz ve bast [ı]ı ve telvin ve temkin’i aşikâr eyler فاذا قبض اخفي ما ابدى و ایدی اذا بسط اعاد ما اخفي sıkarsa açıkladığını gizler. Açıklarsa gizlediğini geri verir.

بتى كز حسن در عالم نمى كنجد عجب دارم

كه دام در دل تنكم چه كونه خان ومان سازد

Güzelliğinden âleme sığmıyan bir put, şaşıyorum, nasıl oluyor da benim daracık gönlümde yerleşip ev bark kuruyor? Bayazid-i Bistamî: kendi gönül dairesinin genişliğinden haber verip diyor ki, eğer arş ve yüz binlerce arş miktarınca varlığı ârifin gönlü köşesine koysalar haberi olmaz. Cüneyd-i Bağdadî bu söze karşı: ârif nasıl duyabilir. « المحدث اذا قورن بالقديم لم يبق له اثر» sonradan olan: sonradan olmayan kadim ile karşılaşırsa hiçbir eseri kalmaz. Böyle kendinde sonradan olma bir hadîs bulunmıyan gönüle bakarsa dinde Bayazid gibi bir zat her halde« سبحان ما اعظم شانى ben kendimi tenzih ve takdis ederim. Benim şanım ne büyüktür, diyecektir. Buna bir misal: Birisi buz parçasından bir testi yapıyor ve içine su dolduruyor. Güneşin harareti tçstiye vurunca, testiyi yapan, testinin hep su olduğunu görüyor. «ليس فى الدار غيره ديار » Evde ev sahibinden gayrı bir kimse yoktur, demeye başlıyor.

صياد ههو صيد ههو دانه همو

 ساقى وحريف ومى وپيمانه همو

Avcı, av, tane hep o, saki, yoldaş, şarap ve kadeh hep o.

Ne acayip iş! وسعنى قلب عبدى والقاب بين اصابع الرحمان

Allah kutsal hadîsinde, yere göğe sığmam kulumun gönlüne sığarım diyor. Şerefli hadîste, gönül rahmanın parmakları arasındadır, buyuruyor.

O, gönülde, gönül de onun pençesinde! Meğerse tercümanın dilinden şöyle bir anlamın beyanı geçmiş olmalıdır:

كر چه در زلف توست جاى دلم

 درميان دل حزين منى

Gerçi gönlümün yeri: zülfünün içindedir. Sen benim gamlı gönlümün arasmdasın.

تا بدان كه از لطافت خويش

هم تو در بند زاف خويشتق

Bilmelisin ki sen de kendi güzelliğinin yüzünden zülfünün kıvrımları arasına gizlenmişsin! O daima kendi kendinin varlığı içindedir. Gayriyle pervası yoktur. “Ferdaniyet”, “vahdaniyet”in gayriyle birleşemez. Bu cihetten gönlün mahiyeti anlaşılabilir. Fakat bilenler azdır. Gönlün ne olduğunu anlıyanlardan bir zat münacatmda:

كفتم كه كراي تو بدبن زيباي

 كفت حسن خود را كه منم يكتايی

Ona sordum: bu güzellikle sen kiminsin? Benim biricik güzelliğim ancak kendime aittir, dedi.

هم عشق وهم عاشق وهم معشوقم

هم آيينه هم جمال وهم بينائی

Aşk da, âşık da, mâşuk da hep benim. Hem ayna hem cemal hem de cemali gören benim.

 

YİRMİNCİ PARILTI

Varlık yokluk sıfatlarının taksimi ve varlık sıfatlarının maşuka ve yokluk sıfatının âşıka izafesi ve yoksulluk anlamının tahkiki ile mertebeleri ve الفقر سواد الوجه فى الدارين  yoksulluğun her iki âlemde yüz karası oluşu

 

Aşk: saltanat ve istiğnayı mâşuka, düşkünlük ve ihtiyacı âşıka vermiştir. Âşıkın düşkünlüğü mâşukun izzetinden değil belki aşkın izzetindendir. Herhalde “gına” mâşukun ve yoksulluk âşıkın sıfatıdır. Âşık her şeye muhtaç bir yoksuldur. Ve hiçbir şey ona muhtaç değildir. Belki o her şeye muhtaçtır. Her şeye muhtaç oluşu tahkik ehli erenlere göre eşyanın hakikati itibariyledir. Çünkü her şeyin varlığı Allah’a aittir, her neye baksa onun yüzünü görmektedir. Yoksulluk ise bir hacet taayyün etmeksizin zatî bir ihtiyaçtır. Hiçbir şeyin âşıka muhtaç olmayışı ise üzerinde varlık hıl’ati emanet olduğundandır. ان الله يأمركم ان تؤدو الامانات الى اهلها Emanetleri ehline vermenizi Allah emrediyor, mealindeki âyet gereğince emaneti ehli olan maşuka vermiş ve mâşuk da hiçlik hırkasına bürünmüştür. O şimdi ezelde olduğu gibi Allah ile beraberdir. Böyle iken ona hiç muhtaç olmaz.

Çünkü yoksulluğun öyle bir makamı var ki, yoksul bu makamda hiçbir şeye muhtaç değildir.

« الفقير لا يحتاج الى ألله»Yoksul Allah’a muhtaç olmaz. Çünkü yoksulluğun deryasına dalmıştır. Yoksulluğu tamam olunca hiçbir ihtiyacı kalmamış olur. Yoksulluğun tamamında “gına” tecelli eder. Bir şey haddini geçerse zıddına döner. Allah: mutlak .gına sahibidir. Hiçbir şeyde hiçbir şeye muhtaç değildir.

هيچ باشى چوجفت فردى تو

 همه باشی چو هيچ كردى تو

Çift iken hiç olursan teksin. Kendini hiç edersen hep olursun. Şu halde Allah’a muhtaç olmıyan yoksulun rütbesi: her şeye muhtaç olup da kendine hiçbir şey muhtaç olmıyandan daha yüksektir. Çünkü bir yoksul aradığını perde arkasından görmektedir. Varlık yokluk halvethanesinde bulunan ve bulunmıyanla işini yoluna koyan Cüneyd’in dediği gibi« الفقير لايجتاج الى نفسه والى ربه » yoksul ne kendi nefsine ne de Rabbine muhtaç, olur. Cerirî diyor ki: benim nazarımda yoksul ne kalbi ne de Rabbi olan kimsedir. Şu halde yoksul, varlık sevdasından geçip nefsine de kendi yokluğyle anlaştıktan sonra kendi gözüyle Hakkın cemaline bakarsa kendi hiçliğinin karaltısı gözüne çarpar ve « الفقر سواد الوجه فى الدارين » yoksulluk iki âlemde yüz karasıdır anlamındaki şerefli hadîsle yüzünün peçelendiğini görür. O, ne kendi varlık sarayında bir ışık görebilir ki, yüzünü ağartsın ne de yokluk sarayında bir parıltı bulabilir ki, yüz karalığından kurtulsun. « كاد ألفقران يكون كفرا » Yoksulluk az kaldı ki küfür olsun, sözü şerefli hadîstir.

در مذهب ما سواد اعظم

 آنست سواد فقر پوشند

Bizim mezhebimizde sevad-ı âzam dedikleri şey, yoksulluğun libasına bürünmektir. Zengin kimse yakınlığın son derecesinde iken uzaktır. Yoksul kimse ıraklığın son derecesinde yakındır.

متى عصفمت ريح الولا فصفت اخا

 غناء ولو بالفقر هبمت لربت

Muhabbet rüzgârı ne zaman eserse zengini yerinden koparır. Yoksulluk ile esmiş olsaydı terbiye eder ve beslerdi. Kulağıma he diyorlar biliyor musun? Bir zengin ve bir yoksul aşk diyarına gidiyorlar. Zenginin elinde yanmakta olan bir mum, yoksulun elinde yarı yanmış bir odun parçası var. Rüzgâr esmeye başlayınca zenginin elindeki mum sönüyor. Yoksulun elindeki odun parçası parlıyor. Şu halde « أنا عندالمنكسرة قلوبهم » ben gönlü kırıkların yanındayım, kutsal hadîsi çevgâniyle bu meydanda topu ileriye yetiştirenler; gönülleri kırk kimselerdir.


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar