IŞIK VE GİZİL YAŞAMLAR
Hazırlayan:
Ayşegül Ö. Poroy
Işık,
yaşam enerjisi, değişim ve deneyimlerimizde rehberdir. Işık, günlük yaşam
yoğunluğu içinde gözlerimizi gökyüzüne çevirmemizi ve evreni bir bütün içinde
algılamamızı sağlayan güçlü bir etkendir. Gölgeler, yansımalar, yıldızların
parıltısı ve ışığın birçok türevi bizi ve duyumlarımızı Samanyolu’na, uzayın
bilinmeyenli gizemli ortamına sürükleyebilir.
Işık,
varolanı gösterirken aynı zamanda gizemi sembolize eder. Bu bağlamda beynimizde
birçok sorular-sorgulamalar yaratır. Gördüklerimiz ne kadar gerçek ya da
hissettiklerimiz ne kadar renklidir?
Evrendeki
değişimler dünyamıza renk oyunları ile ulaşırken, bizim de uyum içindeki bu
dengenin değişmez bir parçası olduğumuzu daima hatırlatır. Günlük yaşantının
kesintisiz ritmi, çeşitli olumsuzlukların insan ruhuna yönelik sürekli
saldırıları, teknolojinin yarattığı yorgunluk bizleri sarmalarken, ışığın gücü
karmaşık insan ilişkilerinin ve günlük sorunların arasından sıyrılarak, bu
evrende asıl olan sürekli değişimi ve bunun ayrılmaz bir parçası olan uyumu
hatırlatır. Gün boyu renkten renge giren ışık bu değişimin ve uyumun bir arada
yansımasıdır.
Bizleri
çevreleyen varlıklar, ışığın etkisinde farklı yansımalarla farklı anlamlar
üstlenirlerken, ışığa da insanoğlu tarafından birçok anlam yüklenmiştir.
İnsanoğlunun
teknolojinin hızlı gelişimiyle özünden ve doğadan uzaklaşması, evrendeki
sürekli değişime karşı uyum sorunu onu mistik alanlara götürmüş ve ışığa farklı
şekilde bakmasına neden olmuştur. Işığın etkisiyle evrenin ve mistisizmin
derinliklerine yapılan her yolculuk onu tekrar kendine ve büyük denge teorisine
getirmiştir.
GİRİŞ
Evren,
sürekli değişimi içinde, enerji ve zaman gibi bu değişimi yansıtan işaretlere
sahiptir. Evrendeki değişimler zinciri, bu evrenin bir parçası olan dünyayı ve
en başta insanlar olmak üzere üzerindeki canlıların yaşamını etkiler. Bu
değişimler zincirinde insan, her bir anını değişimi anlama ve ona uyum
sağlamaya çalışmakla geçirir. Yeni oluşan şartlar sürekli tanımlanmaya
çalışılarak, yaşamın devamlılığı sağlanmaya çalışılır. Gelecek ise, bilinmeyen
olarak her zaman bir gizem taşır. Uzayda gezegenler arası çekim alanlarındaki
sapma dereceleri bile dünyada mistik ve bilimsel araştırmalara konu olurken,
bunların yaşamları nasıl etkilediği ve gizil yaşamların oluşumları izlenir.
İnsanlar
ilkçağlardan bu yana gökyüzündeki hareketleri, renkleri ya da yıldızları
yorumlamışlardır. Böylece pusulalar, denizcilere yol gösteren yıldız
haritaları, güneş takvimleri gibi onlara günlük yaşantılarındaki sürekli
değişimde yol gösterici yeni keşifler yapılmıştır. Gökyüzü ve içinde
barındırdığı ışık, edebiyatın, sanatın ve müziğin de ilham kaynağı olmuştur.
Gündoğumundan batımına değişen renkler, akşam yıldızlarla ışıldayan sonsuz
derinlik bize evreninin sürekli değişiminin değişmez parçası olduğumuzu
hatırlatır. Yaşamın izlerini sadece yeryüzünde aramak ve bütünden soyutlamak ne
büyük bir yanılgıdır.
Gizemli
gökyüzü ve uzayın derinlikleri bilim tarafından tanımlanmaya başlandıkça
giderek insan üzerindeki romantik etkisini yitirir.
Bilim
adamlarının araştırmalarında da ışık, ağırlıklı bir yer tutarken, düşünce
biçimlerinde de değişim ve süreklilik kendini bir arada göstermiştir.
Einstein’ın ışık hakkında yaptığı araştırmalar değişim ve süreklilik
kavramlarına yeni bir boyut katmış, düşünce anlayışımızı sorgulamamıza neden
olmuştur. Bu sorgulama insanlığa, evrenin ayrılmaz bir parçası olduğu ve onun
kurallarına bağlı olduğu yolunda güçlü bir inanç kazandırmıştır. Stephan
Hawking ve Carl Sagan da evreni ve ışığı fiziksel kurallarla tanımlarken
değişimi ve sürekliliği bilimsel açıdan incelemişlerdir. Her ikisinin
çalışmalarında da evrendeki enerjinin yansıması olan ışık önemli bir yere
sahiptir.
Bu
raporda bahsedilen çalışmalar, sürekli ve çok kısa zaman aralıklarında yaşanan
farklı yaşamların ortaya çıkardığı, adeta bir anlık bir ışık değişimi kadar
hızlı akan ve değişimler üzerine kurulu hayatlardan etkilenilerek ortaya
çıkmıştır. Sanki sahnelenen bir tiyatro eserinin içinden çıkıp başka bir eser
içinde o andan itibaren yeni bir görevle devam edilircesine...
Yaşamın
içinde, belli bir zaman aralığında belli bir yerde ve daha sonra da yeryüzünün
herhangi bir köşesinde, başka bir kültürle iç içe yaşamaya yeniden başlamak
şeklinde ortaya çıkan sürekli değişim, uyumu ve bütünlüğü arama çabalarına yol
açmış, bu çabalarda ışık her iki özelliğiyle de yol gösterici olmuştur.
İnsan
değişimin değişmez kütlesel bir parçası olarak, sürekli değişimle mücadele
etmek zorundadır. Değişim kelimelerin anlamını dahi sürekli sorgulamaktadır.
Bir sözcükteki anlam zamanla değişmekte, yeni boyutlar kazanmakta, yok olmakta
veya farklı algılanmaktadır.
Işık
ve insan, içinde hem değişeni hem de sürekliliği barındıran ve evrensel
olandır. Değişimlerde kaybolmaktansa resmin tümüne bakarak evrenselliği
hissetmek yaşamın en büyük gizemi olsa gerek.
IŞIK
NEDİR?
“Doğu
ufkundan yükseldiğinde
Bütün
ülkeleri güzelliğinle kapladın...
Çok
uzaklarda da olsan
Işınların
Dünya’nın üzerinde
Akhnaton
Güneş’e
İlahi (MÖ 1370)” (Sagan 2006:35 )
Evreni
sahip olduğumuz duyu organları ile algılayıp, anlamaya çalışırız. Bizi
çevreleyen olayları görerek anlamamızı sağlayan enerjiye ışık denir. Eski
Mısırda, firavun Akhnaton zamanında Güneş’e tapınılan, bugün unutulmuş tek
tanrılı bir dinde ışığın Tanrı’nın bakışı olduğuna inanılırdı. Antik çağlardan
itibaren ışığın ne olduğu üzerine birçok düşünce gelişmiştir. Örneğin Platon
ışığın bakılan cisimlerden göze geldiğini iddia etmiştir.
1660
yılında Newton, güneş ışığını bir prizmadan geçirerek bir renk demeti elde etti
ve buna spektrum adını verdi. Spektrum (tayf) renkleri; Macenta, Kırmızı, Sarı,
Yeşil, Siyan mavisi, Koyu mavi renklerinden oluştu.
Newton’un
çalışmalarından sonra, fizikçi Thomas Young da, ışığı tekrar oluşturmayı
başardı ve beyaz ışığa ulaştı. Renkli lambalarda yaptığı deneylerle altı rengi
üç temel renge indirgedi ve birincil ışık renklerini (ana), ikincil ışık
renklerini elde etti.
“Resim”,
ışık renkleri ile değil, tersine ışığı yutan boya pigmentleriyle yapılır.
Boyaları birbirleriyle her karıştırmada ışık azalır.” (Parramon 2002:70).
Newton,
beyaz ışığın, diğer renkli ışınların karışımı olduğunu, ışığın kendisinin çok
hızlı yol alan parçacıkların akışı şeklinde gerçekleştiğini ve uzayın bu
parçacıklarla dolu olduğunu ileri süren “Optics” adlı kitabını 1704’te
yayınlandı. Bu kitap, ışık teorilerini kapsayan ilk temel kitap olarak bilinir.
Aynı zamanda Cristian Huygens de ışıkla ilgili teori geliştirmiştir. Ancak onun
ışık dalga teorisi değil, Newton’un parçacık teorisi kabul edilmiştir.
1905
yılında Einstein’ın özel görecelik kuramı ile bizim evrenimiz için ışık hızının
sınır olması ve ışık hızına erişilememesi, evrenin insan için sınırlarını
ortaya koydu ve ışığın parçacık teorisini destekledi.
Felsefede
ise, ışığın çeşitli tanımları görülür. “Metafizikte ışık deyimi Doğuda ve
Batıda gerek dinsel, gerek gizemsel anlamlarda tanrısal ya da evrensel bilgiyi
ve bu bilgiyi vereni nitelemek için kullanılır.” “Işık, ilk düşüncelerden beri
kutsallığın ve içsel aydınlanmanın simgesidir. Işığı bu anlamda, Fransız
düşünürü Descartes Tanrı tarafından insana verilen bilme gücü, Alman düşünürü
Schopenhauer de öznellikle nesnellik arasında sallanan bireysel sezgi olarak
tanımlamaktadır.’’ (Hançerlioğlu 1996: 171).
“Gök
mavi mavi gülümsüyordu,
Yeşil
yeşil dallar arasından.
Altın
sesi birdenbire sordu:
“Ne
haber eski aşk yarasından!”
Kapandı,
dedim, bitti karanlık;
Vuslatla
sona erdi o çile;
Bu
huzur şelalesi aydınlık
Yeni
bir çağdır başlar seninle...”
(Cahit
Sıtkı Tarancı)
Cahit
S. Tarancı, Otuz Beş Yaş:1999:186
IŞIK
VE RENK İLİŞKİSİ
Gözlerin
duyarlı olduğu görünür ışığın frekansı çok yüksektir. İnsanlar farklı
frekanstaki sesleri nasıl farklı müzik tonları olarak duyarsa, değişik
frekansta ışık da değişik renkler olarak görünür ve her rengin ayrı bir frekansı
vardır. Gözlerimizin duyarlı olduğu görünür ışığın frekansı çok yüksektir, göze
saniyede 600 trilyon dalga çarpar. Örneğin kırmızı 460 trilyon, mor 710 trilyon
dalgaya sahiptir. Bu iki ışığın arasında gökkuşağının bilinen renkleri yer
alır.
Müzikte
olduğu gibi, yüksek ve alçak tonlar olduğu gibi görüş alanımız dışında kalan
ışık frekansları ya da renkler de vardır. Işık, çok daha yüksek frekanslara
çıkıp çok daha düşük frekanslara inebilmektedir. Işık tayfında dizilim
yüksekten düşük frekansa göredir. Bu dizilime göre x ışınları, morötesi ışık,
görünür ışık, kızılötesi ışık ve radyo dalgaları yer almaktadır. Bu farklı ışık
frekanslarına göre her bir düzeyde gökyüzü farklı görünmektedir. Gökyüzündeki
parlak yıldızlar gamma ışınlarının ışığında gözükmemektedirler.
Güneş
ve evren bize görünür ışık enerjisi gönderdikleri için bizler de bu frekansa
göre görebilmekteyiz.
Kandinsky,
rengin gözlenmesinin iki sonucu olduğundan bahsetmektedir ki, birincisi salt
fiziksel etkidir:
“Fiziksel
duygu derinlere işlendikçe daha derin duygular uyandırıp bir dizi ruhsal
yaşantı oluşturabilirse, rengin yüzeysel etkisi de gelişip bir yaşantıya
dönüştürülebilir... Ruhsal duyarlılık düzeyi düşükse, renk sadece yüzeysel bir
etki yapabilir. Ama yüksek gelişim düzeylerinde bu temel etki daha derine inen,
ruhsal bir sarsılmaya yol açar. Bu durumda ise rengi gözlemenin başlıca
sonuçlarından ikincisi ortaya çıkmış demektir. Rengin ruhsal gücü kendini belli
eder, bu güç ruhsal bir titreşim uyandırır. Birinci temel fiziksel etki ise rengin
üzerinde kayarak ruha ulaştığı raya dönüşür.” (Kandinsky 1993: 49-50).
Mondrian
resimde betimleyici renk ve biçimler ile kişiliğe bağlı unsurların bulunmasına
kesinlikle karşıdır. Ona göre resimde her şey kişiliklerin üstünde genel ve
evrensel olmalıdır. Bu nedenle resimlerinde herkesin olabilecek renkler ve
biçimler kullanmıştır: kareler, dikdörtgenler, geometrik çizgiler gibi.
Renkleri de aynı endişeler gereği saf sarılar, kırmızılar, maviler ile siyah ve
beyazdır.
Mondrian
resimlerinde kendine ait bir şeylerin, dış gözlemleri ya da duyguları sonucunda
doğadan alınan hiçbir etkinin resimlerinde söz konusu olmaması için çaba
harcamıştır. Kare biçim, nasıl kişilik bir tavra karşılık gelmeyen evrensel bir
biçim ise saf renkler de aynı şekilde özellik taşımaktan uzaktırlar.
Mondrian’a
göre bu renkler ve biçimler ne kişiden kişiye değişirler, ne de ülkeden ülkeye.
(Wilson 1991:144).
Kandinsky,
Klee ve Mondrian doğa ve mantıktan uzaklaştıkça, renklerle anlatımda başka bir
dile ulaşmışlardır. Bu sanatçılar Zen anlayışından da etkilenerek yalınlık ve
evrensellik üzerinde çalışmalar yapmışlardır. Sadece resim alanında değil,
mimari veya mobilya tasarımı için de aynı anlayışın uygulanabilir olduğunu
savunmuşlardır.
Renklere
birçok anlam yüklenmiştir ve bunlar genelde insan psikolojisi üzerindeki
etkilerine göre yapılmıştır. Kırmızı, insanda yüksek frekansının etkisiyle
hızlı kan akışı ve kalp atışına sebep olduğundan bu durum enerji, arzu ve açlık
hisleriyle anlamlandırılmıştır. Yeşil, güven veren mavi ise, sakinlik, sükunet,
sadakat gibi anlamlar üstlenirler. Sarı, mutluluk, dikkat çekicilik ve umut
anlamlarını taşır. Lacivert, kozmik bir renktir ve sonsuzluğu, otoriteyi
çağrıştırır.
Goethe’ye
göre, mor sevinç, kırmızı güç, koyu mavi soğukluk ve sükunet fikrini, yeşil
cazibe, açık sarı asalet fikrini telkin etmektedir.
Ancak
Kandinsky sarıyı tipik bir dünyevi renk, maviyi göksel bir renk, yeşili ise
hareketsizlik ve dinginlik olarak tanımlamaktadır.
“Sarı,
doğrudan bakıldığında insanı huzursuz eder, dürter, heyecanlandırır ve
kendisinde dile gelen ve sonunda az muzip bir etki yapan kaba kuvvetin
karakterini gösterir. Mavinin derinleşmeye eğilimi o kadar büyüktür ki,
özellikle koyu tonları daha yoğundur ve daha karakteristik biçimde içsel bir
etki yaparlar.
Mavi
koyulaştıkça insanı o ölçüde sonsuzluğa çağırır ki, içindeki saf olana ve
sonunda, duyu-üstü-olana duyulan özlemi uyandırır.’’(Kandinsky 1993:70).
“Güneşi
sarı bir beneğe çeviren ressamlar var, bir de sarı bir beneği güneşe
çevirdikleri için sanat ve yeteneklerine şükreden diğerleri.” Pablo Picasso
RENKLER
Gündüze
alışan renkler,
Her
gece perişan renkler.
Eşyada
bakış mısınız,
Zamanda
akış mısınız,
Gözümde
hatıralar mı?
Yekpare
varlığımı
Siz
misiniz parçalayan,
Farksız
kırık aynalardan
Sizde
mi yaşamaktayım?
Gülmekte,
ağlamaktayım,
Gündüze
alışan renkler,
Her
gece perişan renkler.
Cahit
Sıtkı Tarancı
(Otuz
Beş Yaş, 1999:71)
“Van
Gogh, kardeşi Theo’ya yazdığı mektuplardan birinde: ‘Bir resme füzenle bir
eskiz çizmek yerine doğrudan fırçayla başlamaktan daha çok hoşlandığım bir şey
yok.’ Der.“ (Parramon 2002:96).
“Çözülmesi
gereken ilk şey çizim, sonra değerlerin verilmesi, sonra da renktir.” Camile
Corot (Parramon 2002:97).
“Resim
olsun, desen olsun herhangi bir çalışmaya başlarken en koyu değerlerin
eskiziyle işe başlamanın çok önemli olduğunu düşünüyorum.” Eugene Delacroix
(Parramon 2002:97).
“Ben
resimlerime gökyüzüyle başlarım.” Alfred Sisley ( Parramon 2002:97).
IŞIK,
ZAMAN VE DEĞİŞİM:
Işık,
zaman içinde birçok değişik anlatımlarla ifade bulmuştur. Ancak ışık ve zaman
kavramları birlikte aynı anlatımda olduğunda ise, ortaya bambaşka ifadeler
çıkmıştır.
Michelangelo’nun
en son mimari çalışması olarak bilinen Roma- Termini bölgesinde bulunan “Santa
Maria Degli di Angeli in Roma” kilisesinin giriş kısmı, Romalılardan kaldığı
gibi muhafaza edilmiştir. Kilisenin restorasyonu, iç düzenleme ve tasarımları
bizzat ressamın kendisi tarafından yapılmıştır. Bu tasarımı farklı ve ilginç
yapan konulardan birisi de sanatçının ışık düzenlemesi ve ışık üzerine yaptığı
tasarımlardır. Burada ışık öncelikle aydınlık amaçlı düşünülmüştür. Sütunlar ve
iç alanların tasarımları aydınlıktan azami yararlanma üzerine olmuştur.
Karakalem
çizimleri halen bu kilisede bulunmaktadır. Çizimler eski ve yeni
karşılaştırmalı olarak gösterilmiştir. Değişimin olumsuz olmayabileceğinin çok
güzel bir örneğidir.
Aynı
kilisede başka bir örnek de, ışık ve zaman kavramlarının birlikte kullanılarak
aydınlık amaçlı değil, zaman göstergesi olarak yararlanılmasıdır.
Bu
Bazilika’nın zemininde üçyüz yıldır bulunan büyük meridyenin genel olarak üç
amaç için kullanıldığı düşünülmektedir. Öncelikle, astronomi ile uğraşanlara
çeşitli bulgular sunduğu bilinmektedir. Örneğin kuzey yıldızı gibi bazı yıldız
bilgileri için bu meridyenden teleskop gibi faydalanıldığı bilinmektedir.
Kilise tarafından görevlendirilen mimar Bianchini, bu meridyen yapısını çizen
Michelangelo’dan 1566 yılında almış ve 1702’de inşa etmiştir. Bu meridyen 1846
yılına kadar güneş saati olarak kullanılmıştır.
Güneş
ışıkları 20.3 m yüksekliğinde bulunan elips şeklindeki delikten yere doğru
yönlendirilmiştir. Bu asıl olan ışıktır. Bir de daha kısa olanı vardır. Yerde
bulunan meridyen 44 metredir. Asıl ışığın geldiği delik ise 22-110 cm. olan bir
elipstir.
Işığın
ilerleme durumuna göre meridyen üzerinde işaretli olan bilgiler, üzerine düşen
ışık uzunluğuna göre yorumlanmıştır.
Zaman
kavramını resim sanatında da görmekteyiz. Sürrealist akımının önemli
isimlerinden olan Salvador Dali resimlerinde saat figürlerini evren-zaman
kavramlarını irdelemede kullanmıştır.
Salvador
Dali, resimlerinde uzay-zaman sürekliliğini ele almaktadır. 1931 yılında Dalı,
en meşhur eseri olan “Belleğin Azmi” resmini yaptı. Yumuşak Saatler ya da
Eriyen Saatler olarak da bilinen eserde, geniş bir kumsal manzarası önünde
eriyen cep saatleri resmedilmiştir. Bu resim genel olarak, katı ve değişmez
zaman kavramına karşı bir protesto olarak yorumlanmaktadır. Dalı sonradan bu
resmin ilhamını, sıcak Ağustos güneşi altında erimekte olan bir “Camembert”
peynirinden aldığını yazmıştır.
Ünlü
edebiyatçı Edgar Allen Poe, “ Eureka” adlı bir makalesinde de uzay-zaman
konusunu ele almıştır. Yaklaşık doksan sayfalık makalesinde uzay ve zaman
konularının birbirinden ayrılamaz kavramlar olduğunu belirtmiştir. Bu makale bu
konuda yazılmış ilk makale olarak kabul edilmektedir. Uzay-zaman, bu sürekli ve
birbiriyle bağlı kavramlar içinde, bir olay zamanı ve yeri tanımlanmış olan bir
nokta olarak kabul edilir. Oluşan olaylar daima özel bir konumu tanımlar ise o
“an” da özel ve tekrarı olmayandır. Bu olayın nerde olduğu ise koordinatlarla yani
zamanla ilgi bir konudur.
Gizemli
evren hakkında teoriler sonsuzdur. Bunlardan bir tanesi de aynı Salvador
Dali’nin resmettiği gibi uzayın hızlanarak genişlemediği, aslında zamanın
yavaşladığı önerisi üzerine kurulmuştur. Dali’nin resimlerinden yola çıkılarak
ortaya atılmış bu teoride, uzak gökcisimleri gözlendiğinde milyonlarca yıl önce
zamanın daha hızlı aktığı ortaya konmaktadır. Zamanın yavaşlaması fark
edilemeyecek kadar yavaş olduğu için bunu yüzyıllar içinde ancak fark etmenin
mümkün olabileceği düşünülmektedir.
GÖKYÜZÜ
VE SÜPERNOVALAR:
Yüzyıllardan
beri yıldızlarla dolu gökyüzüne bakıp da kayıtsız kalabilmiş hiçbir sanatçı
olmasa gerek. Gizem dolu gökyüzünün binlerce yıl önce günlük insan hayatında
daha yoğun bir şekilde yer aldığı eski edebiyat eserlerinden anlaşılmaktadır.
Gökyüzüne olan yoğun ilgiye günümüzde modern eserlerde çok rastlanmamaktadır.
Hakkında çok az şey bilinen ve kaderin gökyüzünden gelebilecek değişikliklerle
ölçüldüğü romantik dönem geride kalmıştır.
Onaltıncı
yüzyıldan beri yapılan gökyüzü keşifleri varolan gizemin ve dolaylı olarak
gökyüzüne ilginin azalmasına neden olmuştur. Van Gogh’un “Yıldızlı geceler”
tablolarında olduğu gibi, gökyüzü şairlerin de her zaman esin kaynağı olmuştur:
‘‘Birinci
göğün Arabası ki
Ne
doğmak ne de batmak bilir,
Ne
de güneşten başka sis-peçe tanırdı,
Ve
oradan herkesi görevine uyandırırdı;
Alttaki
Araba kılavuzlarken kendisini Dümen kırarak limana doğru,’’
Dante
‘’Araf ‘’
‘‘Ne
kadar da çabuk süpürür her şeyi sabah rüzgarı! Göz kırpar Büyükayı ve eğer göğü
aşağı doğru.’’
Li
Ho (MS 791-817)
Van
Gogh’un bu tablosunda, gökyüzü hareketli etki verilerek sürekli bir değişim ve
yaşamsal devinim etkisi uyandırmaktadır. Gökyüzünün yaşam coşkusu uyandıran
canlı renkleri resmin genelinde bütün ilgiyi bu kısımda toplamaktadır.
Gökyüzüne kutsal bir anlam yüklenmiştir. Kilisenin mimari çizimi ve servi
ağacının resimde yer alışı ve oranı yine gökyüzünü işaret etmektedir. Servi
ağacına yüklenen anlamlara göre hayat ağacı olarak da bilinen bu ağaç gökyüzü
katmanlarına doğru mistik bir anlayış ile resimde yer almıştır. Gökyüzünün
hareketli boyama tekniğine karşılık yerleşim bölgesi sakin ve huzur veren
duygular yaratacak şekilde boyanmıştır. Tabloda gece mavisi ve turuncu renkleri
daha ağırlıklı kullanılmıştır. Gece mavisi, derinlik ve evrensel anlamı,
turuncu rengi ise yaşam tutkusunu yansıtmaktadır. Boyama tekniği ve
ifadelerdeki özgür tavırlar modern resmin yolunu açan unsurlar da olmuşlardır.
‘’
Bir düş gördüm, pek de düş değildi aslında.
Parlak
güneş sönmüştü, yıldızlar da
Kara
kara dolaşıyorlardı ebedi uzayda
Işınsız
ve yörüngesiz; buza kesmiş yerküre ise
Kararmış,
kör olmuş, savruluyordu aysız havada...’’
‘’Ejderha’nın
kuyruğunun altında birleşmiş babamla anam,
Ve
ben Büyükayı’nın etkisi altında doğmuşum da,
Bu
yüzden kaba, hoyrat ve de kösnülmüşüm. Hıh! Neysem
O
olurdum yine, gökteki en bakire yıldız bile
Göz
kırpmış olsaydı gebe kalırken anam bana,’’
Shakespeare
‘’ Kral Lear‘’
Evrendeki
patlamalar, sönme ve yok olmalar, genişleme ve değişimler daima tüm canlıları
etkisi altına almıştır. Tüm bu değişimler ışık hüzmeleri temel alınarak
anlamlandırılmıştır. Oluşan bu değişimlerin ortak özelliklerinde ışık yok
olmakta ya da eskisinden daha renkli ve güçlü bir hal almaktadır. Bu sadece
görünen etki olup, izdüşümünde milyonlarca ışık yılı ötedeki canlıları birçok
yönden etkisi altına almaktadır. Evrenin olağanüstü dengesi ve sürekli değişimi
bu çalışmaların temelini oluşturmuştur.
Göklerde
ararız hep yerde bulacaklarımızı,
Doğru,
insanların ömrü çabuk tükeniyor, şapkalarına taktıkları çiçeklerden Daha
çabuk....
(Gözlerimiz
hayran da dillerimiz övgüsüz, Shakespeare)
IŞIĞIN
RESİM SANAT TARİHİNDEKİ GİZEM DOLU SERÜVENİ
Işık
etkilerini ortaçağda, ikonalarda ve vitray resimlerinde görmekteyiz. Vitray
çalışmaları, o zamanın tarihinin aktarılması için sanatsal bir dil olarak
kullanılmıştır. Sanat ortaçağda dinin gücü altında bulunmaktadır. Bu güçlü
anlatımın etkisi katedrallerde özel camların da kullanılması ile arttırılmıştır.
Işık yansımalarından, güneşin doğuşu ve batışına göre vitraylar düzenlenmiştir.
Dini gücün altını çizmek için, ışıksal anlatımlar ikonalarda azizlerin
portrelerinin çevrelerini oluştururdu.
Yeniçağda,
İtalyan Rönesans’ı heykeltıraş Nicola Pisano ve ressam Giotto ile başlar ve bu
1260 yılı olarak kabul edilir.
Dönemin
ünlü ressamı Giotto, sadece İtalya’nın değil bütün Avrupa’nın resim alanında
yeniçağı başlatan ilk temsilcisidir. Giotto’nun konuları dinidir ancak yüz
ifadelerine anlamlar yüklemiştir. Giotta’ya göre resimde ruhsal anlatımlar çok
önemlidir. 14. yüzyılda Giottonun öğrencilerinden Taddeo Gaddi ve Bernarda
Daddi resme artık rengin tadını sokmuşlardır. Bu yüzyıl Siena resim okulu ile
anılır.
Bu
devrin önemli ressamlarından biri de Pierro della Francesca’dır. San Francesca
kilisesinde bulunan “Konstantin’in düşü” (1460 dolayları) adlı freskoda,
perspektif sanatına çok hakim bir sanatçı olduğunu görüyoruz. Piero’nun, bu
freskoda mekana ait gerekli duyguları yaratacak tüm ayrıntıları geometrik
olarak kullandığını görmekteyiz. Ancak burada önemli bir yenilik vardır. Bu çok
önemli yenilik ışık kullanımıdır. Ortaçağda çok önem verilmeyen ışık, yaklaşık
olarak bir kuşak önce Masaccio tarafından da figürlerin ışık ve gölge ile
hacimlendirilmesi suretiyle kullanılmıştır. Ancak ışığın getirdiği yeni
açılımlar Piero’da olduğu kadar fark edilememiştir. Resimde ışık, sadece
formların hacimlendirilmesine değil, aynı zamanda da perspektife de güç
katmaktadır. Işık ve gölgeleme resme büyük bir etki getirirken bunu yine büyük
bir sadelikle yapmaktadır. Piero della Francesca’nın renk konusundaki
ilerlemeleri ressam Domenico Veneziano’nun renk ve ışığa olan eğilimi ile
yakından ilgilidir.
15.yüzyılda,
çizgide en önemli ustalardan sayılan İtalyan ressamı Botticelli’nin çizgisel
öncelikleri, onun mekan kaygılarını ikinci plana itmesine yol açmıştır. Zarif
çizgilerin elde edilmesi için doğaya karşı gelme özgürlüğü olarak
görülmektedir.
16.yüzyılda,
yaptığı bilimsel çalışmalarla resim sanatının da bir bilim olduğunu kabul
ettirmeye çalışan ünlü usta Leonardo da Vinci yer almaktadır. Leonardo’yu ünlü
yapan birçok yönü olmasına rağmen, büyük bir inatla doğayı incelemesi onun
büyük bir buluş yapmasını sağlamıştır. Mona Lisa (1502 dolayları) adlı
eserinde, İtalyanlar tarafından “sufumato” denilen bir yenilikle ortaya çıktı.
Amaç, ressamın bazı ayrıntıları izleyicinin hayal gücüne bırakmasıdır. Dış
hatların sert çizilmeyerek, daha yumuşak çizilmesiyle birlikte gölgede kaybolan
dış hat havası verilerek katılıktan kurtulmaktır. Bu yumuşak renklerin
kullanımı ile dış hatların eritilmesidir.
Daha
sonra kendisinden yirmi üç yaş küçük başka bir dahi Michelangelo da bu yüzyıla
damgasını vuran önemli sanatçılardan biridir. Michelangelo, on iki havarinin
anlatıldığı Sistina Şapeli’nin tavanını boyamıştır (1508-1512). Sistina
Şapeli’nin tavanında, aslında kilise için yaptırılan bir eserde evrensel bir
anlatımla diğer tüm din insanlarını da kucaklayan bir anlatım tarzı
bulunmaktadır. Bilinçli olarak kullanılan farklı tondaki deri renkleri bunun en
basit örneklerindendir. Sadece tavan değil aynı zamanda yanlarda kalan dar
kısımlar usta ışık kullanımı ile eşsiz bir hale getirilmiştir. Özellikle kumaş
kıvrımlarının ışık ve gölgelemelerle ustaca çalışılması kuzey Avrupa resim
yaklaşımlarını hatırlatmaktadır.
Bu
iki ustanın ardından yetişen Raffaello’da da, aynı rahatlıkla renk kullanımını
ve uyumlu kompozisyonları görmekteyiz. Kısacık ömrüne birçok değerli eser
sığdırmış olan Raffaello’nun Pantheon-Roma’daki mezarına, çağın ünlü bilginlerinden
olan Kardinal Bembo şunları yazmıştır:
“Raffaello’nun
mezarı bu, doğa ana’nın korktuğu, yaşadığı sürece esiri olmaktan, ölünce de
onunla ölmekten.”
İzleyen
dönemlerde, Venedikli sanatçılar Michelangelo’nun insan figürü üzerinde
durmuşlardır. Venedikli ressamlardan Tintoretto ve Tiziano dönemin başlıca
önemli sanatçılarındandır. Tintoretto ışık ve gölge sorunlarına eğilmiştir. Bu
dönemde Venedikli sanatçıların, çevrelerinde doğal olarak bulunan
güzelliklerden ve özellikle de lagünlerden (denizden kopmuş göllerden) yansıyan
nesnelerin dış hatlarını yoğun bir ışıkla adeta yumuşatan ve böylece renkleri
kaynaştıran havası ile ışık konusuna daha fazla eğilmelerine neden olmuştur.
Floransa’lı
sanatçılar, renkten çok çizimle ilgilenmelerine rağmen eserlerindeki renk
kullanımı ve uyumları son derece başarılı olmuştur. Boyadan önce perspektif
gelmesine rağmen son derece başarılı çalışmalara imza atmışlardır. Ancak
Venedikli ressamlarda çizimden sonra bunu süsleyecek bir unsur olan rengin
bulunmadığı görülmektedir. Venedikli sanatçılar ışık kullanımındaki ustalıkları
parlak gözalıcı renkler kullanılmasında değil, renklerin yumuşaklığı ve
zenginliğinde saklıdır. Giovanni Bellini’nin, “Meryem ve azizler” (1505) adlı
eseri Venedikli sanatçıların ışıklı anlatıma verilecek örneklerden biridir.
Artık resim sanatı renk ve çizim toplamından başka bir şeydir. Işığın etkisi
kendini hissettirmektedir.
Tiziano’nun
ardından Correggio da ışık ve gölge alanında birçok buluşa imza atmıştır.
Kendinden sonraki resim okulları için temel oluşturmuştur. Işık ve renk ile
formların biçimlendirilmesinde büyük gelişmeler sağlamıştır. Kilise
tavanlarının gökyüzüne açık havası verdiği boyama biçimleri ışığı
kullanımındaki ustalıklarına örnektir.
15.yüzyılda,
İtalya dışında, Felemenk ressamlardan Jan van Eyck, Rogier van der Weyden,
Almanya’da Dürer gibi sanatçılar da boya ve yağ üzerine bilimsel çalışmalar
yapmışlar ve resim sanatına büyük katkılarda bulunmuşlardır.
17.yüzyılda,
barok döneminde, resimde en ünlü ustalardan birisi de Caravaggio’dur.
Caravaggio’nun doğalcı bakış açısı ve resimdeki cesur tavırları ışığı
kullanımındaki farklı yaklaşımı onu Barok döneminin en önemli ustası yapmıştır.
Contarelli
şapeli 1597-98 Caravaggio alışılagelmiş olan güzellik anlayışını, bir devrim
niteliğinde gerçekçi bir uslüp ile yeniden yorumlamıştır. Manierist sanatın
aşırı ve suni genellemelerine karşı çıkmıştır. Çalışmalarında aktif bir
kompozisyon kullanmıştır. Realist yaklaşımını lirik bir anlatımla süslemiş ve
alışılmadık bir ışık kullanımı ile bunu tamamlamıştır. Sürekli arka fonu koyu
çalışmış, üzerine parlak ışık kullanımı ile yeni bir tarz geliştirmiştir
(tenebroso). Kompozisyonlarında, büyük zıtlıklar ve sahne ışıklandırması
tarzında bir etki uyandıracak şekilde ışığı kullanmıştır. Çarpıcı gerçekçi
tarzını dinsel konulardaki eserlerinde de değiştirmemiştir. Bu tutumu ise büyük
tepki ile karşılanmasına rağmen, görsel alandaki büyük dürüstlük çabaları aynı
zamanda takdir de görmüştür.
Caravaggio’nun
etkileri daha sonra birçok ressamda görülmüştür. Buna İspanyol resminden örnek
Velazquez’dir. Onun eserlerinde de ana figürler karanlık bir fondan dramatik
olarak ışık hüzmeleri içinden çıkmaktadır. Fransız resminde ise ancak
15.yüzyılın sonlarına doğru çalışmaların yoğunlaşmakta olduğu gözlenmiştir.
Caravaggio’nun Fransız resmindeki izdüşümlerinden biri de, George de la Tour’
dur. De la Tour, lirik anlatımdan ve gün ışığından faydalanmış, hem de tek bir
mum ışığının aydınlattığı resimler yapmıştır. Renk kullanımındaki sadeliği de
dikkati çekmektedir.
Caravaggio
stili zamanının bir kadın ressamı tarafından da benimsenmişti. Bu ressam
Artemisia Gentileschi’dir. Batı resim sanatının ilk kadın sanatçılarındandır.
Resimlerinde Caravaggio’nun ele alış tarzı gibi, hikayedeki en yüksek dramatik
an resme taşınmıştır.
17.yüzyılda
HollandalIların deniz ve gökyüzü çalışmaları dikkat çekmektedir.
“HollandalIlar,
sanat tarihinde, gökyüzünün güzelliğini keşfeden ilk kişiler
olmuştur.”
(Gombrich,Sanatın Öyküsü,2004:418).
Jan
van Goyen’in “Nehir kıyısında yel değirmeni” adlı gösterişsiz eserinde,
akşamüstü ışığının kullanımındaki sadelik, bu eseri farklı bir örnek
yapmaktadır.
Dönemin
en önemli Hollandalı ressamı ise, bir renk ve ışık ustası, Rembrandt van
Rijn’dir. Rembrandt da Caravaggio gibi güzellikten öte gerçek ve içtenlikle
ilgilenmektedir. Eserlerinde, koyu tonların yarattığı güçlü kontrastlar, ancak
çok kullanılmadan vurgulanan parlak renkler bulunmaktadır. Eserlerinde
kullandığı ışık, sanki figürün projektörlerle aydınlatılmış havasındadır.
Ortamın dramatik havasını vermek için, sihirli ışık ve gölge etkileri son
derece bilinçli kullanılmıştır. Sanatçının özgün baskı eserlerinde de ışık ve
gölge etkileri aynı şekilde kullanılmıştır
“Rembrandt
çeşitli eserlerinde ışık-gölge sorununu figürlerin hem maddi hem de ruhsal
ifadelerinin hizmetinde kullanabilmiştir. Işığın değişken bir derecelenme ile
dağılıp eridiği resim düzenleri zaman zaman yorumlanması güç bir fizikötesi
içerik bile kazanmıştır.” (Tansuğ 2006:218).
.Rembrandt’tan
bir kuşak sonraki diğer bir usta Jan Vermeer van Delf’tir. Bir fotoğraf kadar
kesin hatlarla yapılmış, figürün dış çizgileri yumuşatılmış, ışık hüzmeleri her
bir dokunun tüm inceliklerini tanıtacak kadar ayrıntılı düşünülmüş eserler
yapmıştır. Sadece ışık kullanımıyla değil, seçilen konularla da yeni bir bakış
kazandırmıştır. Eserleri, içinde insan figürü olan ölüdoğa resimleri olarak da
yorumlanır. Günlük hayatın en göze batmayan kesimlerini konu olarak almıştır.
Bu resimler janr (günlük yaşam) resimleri olarak adlandırılmaktadır. Vermeer’in
eserleri üzerinde çok durduğu ve toplam eser sayısı oldukça azdır.
Vermeer’nin
sadece yaşadığı kasabasını bu kadar sadelikle izleyici ile paylaşması (Resim
14) resmin etkisini arttırmaktadır. Gökyüzünün pusunu ve gizemini bizle
paylaşmıştır. Yağmur’dan hemen sonra artık ışık yavaşça binalara ulaşmaya
başlamış mıdır? Yoksa fırtına öncesi bir dinginlik midir? Resmin dinginliği
bizim şu anı yaşamamıza, gökyüzündeki ışık değişimleri ile izin vermemekte ve
merak uyandırmaktadır.
18. yüzyılın en önemli isimlerinden biri de
Fransız sanatçı Chardin’dir. Işıklandırma üzerine çalışmış ve ton değerlerini
ustaca kullanmıştır. Resimlerinde ışık dolu anlatım yanında bir ciddiyet
vardır.
19. yüzyılda, İngiliz resminde iki önemli ışık
ustası olan Constable ve Turner bulunmaktadır. Manzara resmi yapmalarına
karşılık yaklaşımları oldukça farklıdır. Constable’da pastoral yaklaşım,
Turner’da ise fantastik bir anlatım içinde ışık dolu güzellikler görülmektedir.
Tablolarında gökyüzü denizle birbirinde erimiştir. Uyumdan öte amaç, göz
kamaştırmaktır. Işık oyunları ve renklerin coşkusu, ayrıntılı figür
incelemesine zaman vermez.
Fransa’dan
bir sesin, resimde rengin çizimden, hayal gücünün de bilgiden daha önemli
olduğunu savunan devrimci ressam Delacroix’nın, Afrika’ya giderek resmine
Akdeniz renklerini ve ışığını taşıdığını görüyoruz.
Gustave
Coubet’in değişimler içinde olan 19. yüzyılda, nesnelerin nasıl görülüyorsa
öyle resmedilmeleri fikri, birçok sanatçıyı araştırmalara yöneltti. Manet
“Kırda Kahvaltı” adlı resminde, cephe ışık kaynağı kullanıp alışılagelmiş tarz
olan yanlardan ışık kaynağı kullanmamıştır. Gri tonlara yer vermeyerek
biçimlerde düz, yassı bir görünüme ulaşmıştır. Claude Monet ise, empresyonist,
yani izlenimcilerin lideri ve bu grubun yaratıcısıdır. Kendisini ışık sorunu
üzerine çalışmalara vermiş ve “Bahçedeki Kadınlar” eseri ile ilk defa ışık
incelemelerini resme yansıtmıştır. Bu eserde, resim ile ışık arasındaki somut
bağ ilk sayılmaktadır. Monet’nin bakış açısına göre ışık, figür ve manzaranın
bir bütünlük içinde oluşmasını sağlayan en önemli etmendir.
Monet
ışığı ön plana aldığı için resimde zorunlu değişiklikler yapmıştır. Gök, kar,
su gibi ortamlardaki ışık yansımaları üzerine yeni keşifler yapmıştır.
Resimlerinde koyu kahverengini ve siyahı çıkartarak, özellikle gölgelerde
birçok renk olabileceğini savunmuş, daha fazla ana renk ve parlak renk
kullanmıştır.
Resimde
ışık kullanımını, birincil etmen olarak kabullenmiş Monet yanında Renoir da
anılmaktadır.
“Ussal
bir çıkış noktası olan bu akım bu deneylerle ışık ötesine, fizikötesine
yöneliyor gibiydi.” (Tansuğ, Resim Sanatının Tarihi, 2006:234).
Empresyonistlerin
son temsilcilerinden olan Paul Cezanne ve Vincent van Gogh ile birlikte o
zamana kadar görülen klasik resim yaklaşımları değişti. Bu sanatçılar modern
resmin doğuşuna büyük katkıları olmuş ressamlardır. Pierre Bonnard’ın
resimlerinde ışık ve parlamalar ustaca yapılmıştır. Resimde geometrik
şekillerin önemine de işaret eden Cezanne, ışık konusunda yeni yaklaşımlar
benimsedi. Empresyonistlerin kullandığı renklerin yanına siyah rengini de
ekledi. Nesnelerin formlarını renkler kullanarak ifade yolları aradı.
Eserlerinde saf renk değerlerine gittiği görülse de, genel uyumu bozan bir şey
yoktur.
”Cezanne
”modulation cadence” adını verdiği yeni bir biçimlendirme sistemiyle, resmi
sağlam bir yapıya götürmeyi istemişti. Işık ve gölgenin var olmadığını söyleyen
Cezanne, nesneleri renk ile biçimlendiriyordu. Ve böylece biçim, onun için
yapıya göre bir renk dizisinin sonucu oluyordu.” (Turani,2000:560).
Gauguin
yazdığı bir makalede fikirlerini şöyle özetlemiştir: “Kitle halinde ve
sadeleştirilmiş biçimler, yüzeyde kalan bir renk sürme, biçimleri
birbirlerinden sert konturlarla ayırma, ışıksızlık ve gölgesizlik, çizgi ve renkte
soyutlama, doğa karşısında hürriyet.” ( Turani,2000:561).
Van
Gogh eserlerinde rengi çok yoğun haliyle kullanmıştır ve bunu yoğun duygularını
da ekleyerek kuvvetlendirdiği görülür. Onun eserlerinde figürü biçimlendiren,
resmin ritim, oran ve derinliklerine yön veren daima renk oldu. Van Gogh “Ben,
kırmızı ve yeşille insana dehşet veren insani ihtirasları tasvir etmek
istedim.” diyordu. ( Turani,2000: 563).
Bu
üç sanatçı, 19. yüzyıl sonrası, özellikle 1905 yılından itibaren başlayan
önemli sanat akımları için rehber olmuşlardır. Bu akımlar; fovizm,
ekspresyonizm, kübizm, fütürizm, konstrüktivizm, süprematizm, metafizik sanat,
non figüratif, op ve pop-art’dır. Modern resmin doğuşunda, bu dönem
sanatçılarını etkileyen Japon resim ve baskı sanatının da önemi büyüktür.
Fovizm
akımında ışık ve renk kullanımına bakıldığında, artık ışık—gölge oyunlarının
olmadığı görülür. Yoğun renk konsantrasyonları önem kazanır. Renkleri “dinamit
lokumu “ olarak yorumladılar. Biçimlerde bozulmalara izin veriyorlardı ve renk
etkisi öne çıkıyordu. Henri Matisse resimlerinde, tek rengin diğer renklere
göre ağırlıklı kullanıldığı ve objelerin çizgilerle hacimsiz olarak yapıldığı
görülür.
Matisse
resim hakkında fikirlerini şöyle özetlemekte: ” Bir resimde, kelime ile
belirtilebilen ya da daha önceden belleğimizde kalan hiçbir şey olmamalıdır.
Bir resim kendine özgü bir organizmadır, ben onun tasvir ettiği şeyi unuturum.
Önemli olan hatlar, biçimler ve renklerdir.” ( Turani 2000:568)
Aynı
akımın temsilcilerinden Raoul Dufy: ”Sanat bir düşünce değildir. Bir iştir.
Ressam için probleminin çözümlenmesi renk kutusunun içindedir.” (Turani
2000:567).
Ekspresyonist
akımda şiddetli ve abartmalı biçim çarpıtmaları ile aşırı heyecan eğilimi vardı.
Önceki dönemde karşılaştırıldığında resimde büyük değişim açıkça görülmektedir.
Ekspresyonist sanatın sevilmeyen kısmı güzellikten uzaklaşılmasıydı. Figürlerin
çirkinleştirilmesi ve bozulması bu tarzın bir gereğiydi. Ekspresyonistler
fakirliği, sefaleti ve acıyı yorumladıkları için resmi çirkinleştirdiler. Artık
resimde ağırlıklı siyah kullanımı görülür. Bu özellikler Kaethe Kollowitz ' in
resimleri için de geçerlidir.
Bu
arada, hala bir arayış içerisinde olan Alman ressamlar Die Brücke (Köprü) adını
verdikleri bir dernek kurdular. Geçmişle olan bağlarını tamamen koparıp yeni
bir gelecek için savaşmak istiyorlardı. Bu grubun üyesi olan Emil Nolde
afişleri andıran etkili resimler yapmıştı. Ekspresyonist akım en fazla
Almanya'da ilerlemişti. Bu dönem sanatçılarından, hayata güzel yanından
bakmadan resmeden Oskar Kokoschka’nın yapıtları güzel olsa da içinde bir hüzün
ve acı vardı. Bunun sebebi figürlerinin duruşu ve kullandığı renklerdi.
Paris'te
ise kübizm akımı canlanmaktaydı. Bu akım figürü ortadan kaldırmaya değil
yeniden yorumlamaya yönelikti.. Amaç basit geometrik şekillerden bir cismi üç
boyutlu çizebilmekti. Artık biçimlere ışık ve gölge kullanarak hacim
verilmeyecekti.
Cezanne'dan
hiçbir ressam Pablo Picasso (1881-1973) kadar etkilenmemişti. Picasso Afrika
sanatından etkilenip resmi basitleştirme yoluna gitti. Cezanne doğayı küreler,
koniler ve silindirlerden oluşmuş gibi görmeyi öğütlemişti. Picasso bu tarzı
denemeye karar verdi. Amacı bir cismi üç boyutlu olacak şekilde tekrar inşa
etmekti. Fovlar cismi ışıklandırma yoluyla belirtmek isterken kübistler
hacimleme yolunu kullanarak adeta yapbozlar yaratmışlardır. Picasso, rengi
resmine sokmak için çok çalıştı ve deneyler yaptı. Ancak karıştırılmamış renk,
yüzeysel bir biçimlendirmeye mecbur bıraktı yani renk kübik yapıya karşı koydu.
“Her
zaman için önce biçim sonra konu gelir”. Bu düşüncenin en iyi örneği İsviçreli
ressam ve müzisyen Paul Klee'dir (1879-1940). Bauhaus da imgeleri değişik
şekillerde yaratmanın onları düpedüz kopya etmekten çok daha doğal olduğuna
inanıyordu. Klee'nin resimleri biçim ve konu bakımından bir bulmaca gibidir.
Sanatçı resmi yaparken aklına yeni şeyler geldikçe biçimler üzerinde
oynamıştır. Çoğu modern sanatçıya göre bu yanlıştı.
Paul
Klee’nin en yakın arkadaşı olan, Rus ressam Vassily Kandinsky (1866¬1944)
non-figüratif çalışıyordu, ama resimlerinde bir ruhsallık vardı. Renkleri
çarpıcıydı ve izleyiciye coşku veriyordu. Kandinsky resimlerine “rengin müziği”
adını verdi. Kullandığı çarpıcı renkler artık onlara yüklenmiş olan anlamlarla
anılıyordu.
Klee
”Eskiden, yeryüzünde görülmekte olan ve insanın severek gördüğü ya da görmek
istediği şeyler resimlenirdi. Şimdi ise, görülen şeyin gerçeği belirli bir hale
getirildi ve şu sırada görülebilenlerin, bütün dünyadakilere oranla, yalnız
izole edilmiş birer örnek oldukları ve diğer gerçekleri çoğunlukta olduğu
inancı ifade edildi. Objeler geniş ve değişik anlamlarda, dünün rasyonel
bilgilerine çoğunlukla zıt olacak biçimde görünüyorlar. Şimdi rastlantısal
olanın önemli hale getirilmesine çaba harcanıyor. Sanatın oluşu evrenin
yaradılışına benzer. Yaratılan her sanat örneği, dünyanın ve kozmik evrenin
yaratılışı gibi ortaya çıkar.”diyordu. (Turani, 2000:596). Delaunay’ın etkisi
ile ayrıntılı olarak renk, nitelik-nicelik ilişkileri araştırıldı ve Klee renge
yaklaştı.
Lyonel
Feininger (1871-1956) iki boyutlu bir yüzeyde hacim ve hareket duygusu yaratmak
için zekice bir yöntem geliştirdi. Resimleri birbiri üstüne binen üçgenlerden
oluşuyordu. Bu üçgenler tiyatro sahnesindeki saydam tül perdeler gibi resme
derinlik duygusu veriyordu.
Füturizmde
zarif biçimler ve zevkli renkler görülür. Süratin güzelliği konu alınır.
Dadaların
ardından Neo-plastisizmin önemli sanatçısı Piet Mondrian renkli kareler ve
dikdörtgenler yaparak insanların duygularını uyandırmaya çalışıyordu. Mondrian
renklerin arasındaki uyumu inceledi. Kübizmden faydalandı. Dikey ve yatay
çizgilerin dengelerinden ve ana renklerden yeni bir tarz geliştirdi:
Mondrian
”Benim, resimde değiştirmeye zorunlu olduğun ilk şey renkti. Saf renk lehine
olarak doğa rengine son verdim. Doğa renginin tuval üzerinde
gösterilemeyeceğini hissetmeye başladım. İç güdüsel olarak duymaya başladığım
şey, resmin doğa güzelliklerini anlatabilmesi için, yeni bir yol bulmanın
zorunlu olduğu idi.” (Turani,2000:604).
Bu
sıralarda Almanya ve Rusya’da Maleviç, Lisstzky ve Pevsner gibi sanatçıların
çalışmalarından Konstrürktivizm doğdu. Sanat eserinin bilinçaltı zihninin
tezahürü olduğunu savunarak, insan yapısı materyal özünü değil, evrenin
açıklanamaz bilinmezliğini ifade için bir arzu olduğunu ilke edinmişlerdir.
Sürrealizmde
bilinç altı rüya alemi ön plana çıkmış ve empresyonizmden bu yana kullanılmayan
edebiyat renk ile harmanlanmıştır. Joan Miro, Fovların terk ettiği renkli
lirizmden faydalanmıştır. Paletinde yer alan mavi, sarı, yeşil, siyah,
resimlerinde tutumlu olarak kullanılmıştır. Miro Kandinsky’nin etkisinde
kalmıştır.
1940’larda
soyut resimde lekecilik akımı görülmektedir. Lekeci anlayış ilk olarak
Amerika’da Marc Tobey’de görülmüştür. Tuvalinde renkli unsurları yüzeye yaymış,
tek merkezlilikten kurtarmıştır. Resmin akışını süratlendirmiştir. Bu akımın
diğer bir üyesi Jackson Pollock’ın büyük boy resimlerinde de aynı etki
görülmektedir. Leke ağırlıklı eserleri boya akan fırçasından yayılmış olan
renklerin tuval üzerine sıçratılmasıyla oluşur.
Lekeciliğin
dışında olup kişilikleri ile resimde boya-resme önem veren sanatçılardan Manessier
renkli ve ışıklı resimleri ile kendine özgüdür. Soulages, gri ya da açık renkte
plan üzerine çoğunlukla siyah renkli çizgiler kullanmıştır.
Biçimler
ve renkler bir araya geldiğinde izleyicide beklenmedik optik etkiler yaratan
“Op art” akımı oluşmuştur. Soyut sanatta imge yapısının da görüldüğü
sanatçılardan Nicolas de Stael buna örnektir. İnandırıcı manzara çağrışımları
oluşturarak bize ışığın ve uzaklığın duygusunu hissettiren, bunu renklerin
fiziksel varlıklarını unutturmadan yapan sanatçılardır.
Işığın
resim sanat tarihindeki yolculuğunda, bugüne geldiğimizde, modern resim ilkel
kaynaklara yakın ama kendi özellikleriyle esas gerçekleri görünür bir hale
getirmektedir. Bu gerçekler en açık şekliyle soyut sanatta ifade edilir. Soyut
sanat incelenirken, sanatçının ruhsal dünyasına yöneldiği görülür. Bugün ortaya
Rönesans hümanizmasından farklı yeni bir hümanizma çıkmıştır. Bu ise, insanın
içindeki sonsuzluğa yönelmişlik gösterir.
James
Turell, somut ışık kaynakları ile yaptığı üç boyutlu çalışmalarında, ışığın
günümüzdeki yolculuğuna dair farklı bir bakış açısı sunar. Konuları uzay ve
ışıktır. Mekansal anlatımlar kullanmıştır, ancak Işık sanatta vazgeçilmeyen
somut bir araç veya ifade yolu olmayı sürdürmektedir. .
Sabah
ışıkları Orhan Veli tarafından şöyle anlatılıyor;
Gün
Doğuyor
Dili
çözülüyor gecelerin.
Gölgeler
kaçışıyor derine.
Gün
doğuyor şehrin üzerine.
Korkarak
şekl’alıyor bacalar,
Gün
doğuyor şehrin üzerine.
Bakıyorlar
günün gözlerine
Gözleri
uykulu atmacalar.
Sallayarak
dallarını kavak
Yükseliyor
her günkü yerine,
Gün
doğuyor şehrin üzerine,
Mavi
bir ışıkla ağararak.
Gün
doğuyor şehrin üzerine,
Renk
renk hacimle doluyor her yer.
Dalıyor
dağınık yüzlü evler
Hala
yanan sokak fenerine.
Toprak
kımıldıyor yavaş yavaş,
Gün
doğuyor şehrin üzerine;
Bembeyaz
gece çiçeklerine
Sabahla
düşüyor bir damla yaş.
Ve
bir deniz hücumu halinde
Gün
doğuyor şehrin üzerinde.
Orhan
Veli ( Bütün Şiirleri )
SONUÇ
Gece
iniyor, bulutlar kaybolup gitti;
Gök
apaçık,
Arı,
duru ve soğuk...
Sessizce
gözlüyorum Yıldızlar Irmağı’nın,
Yeşim
Kubbe’de dönüşünü.
Bu
gece yaşamın tadını çıkarmalıyım sonuna dek,
Zira
bunu yapmazsam, Gelecek ay, gelecek yıl, Kim bilebilir nerede olacağımı?
T’ung-
Po, 11. yüzyıl, Eski Çin
Işığın
serüveni insanın serüvenine eşlik ederken değişimler, uyum çabalarını,
süreklilikler de devinimleri ortaya çıkarmaya devam ediyor. Işık yaşam
serüveninde insana yol gösteriyor. İçerdiği mistik anlam hayata bağlılık
konusunda insanlığın bir nevi kurtarıcısı oluyor. T’ung Po ve diğerleri,
hepimiz, günlük, tekdüze yaşantımızı ışıkla ve onun bizde uyandırdığı
duygularla renklendirip, sıradana anlam katabiliyoruz. Yaşantımızda bir anlam
bulabiliyoruz. Sıradan insanlar ışığın görkemi karşısında sevinç, heyecan,
mutluluk gibi duygular yaşarken, derinliğe sahip olanlarımız bu duygularını
sanatın her dalında canlandırıyorlar. Monet, Vermeer, Rembrandt ve bu çalışmada
değinilen diğerleri ışıkla yaratıp, ışıkla daha da yükseliyorlar.
Işık
değişimin ve sürekliliğin temsilcisi olarak yaşantımızda bizlere eşlik ediyor.
Işığın yarattığı anlık değişimler kırılganlığın ve sonun hazin habercileri
olurken, bu değişimlerin süreğenliği sonsuzluğu hatırlatıyor. Bu süreçlerin
bütünü ise bilinmeyenin, gizilin hem kendisi, hem de onu yaratan unsuru
oluşturuyor.
İnsan,
doğanın yarattığı dışında kendi ürettiği ışıkla, genel anlamda modern
imkanlarla bu mistik yaklaşımlardan uzaklaşmışsa da ışığın içinde saklı gizem,
gökyüzünün sürprizleri onu düşünmeye, hissetmeye ve anlamak için çaba
göstermeye sevkediyor. Işığı resmedenler, ondan yaratmak için yararlananlar da
yol gösterici bir rol üstleniyorlar.
Yaşam
kaynağı olan ışık, yaşam sürdüğü sürece parlamaya devam edecek. Yaşam ışık
olduğu müddetçe sürecek. Gizil yaşamlar da ışıktan beslenerek hayatlarımıza
anlam katmaya devam edecekler. İnsanlar, ışıktan ve onun hatırlattıklarından
esinlenerek üretmeye devam edecekler. Bu etkileşim ve yaratıcılık da ışığın
kendisi gibi hem sürekli olacak, hem de çeşitli evrelerden geçerek değişimler
gösterecek. Işığın serüveni ve insanda yarattıkları resmedilmeye ve yazılmaya
devam edilecek. Son ışık hüzmesi de yok olana dek.
KAYNAKÇA
AKER,
Aslı. Shakespeare’den Ruha Dokunan Düşünceler, İstanbul: Carpe Diem, lacivert
yayıncılık, 2007.
EROĞLU,
Özkan. Resim Sanatı Sözlüğü, İstanbul: Nelli Sanatevi, 2006.
SEAİLLES,
Gabriel. Leonardo da Vinci, USA: Grange kitapları, 2006.
BERGER,
John. Görme Biçimleri, (Çev: Yurdanur Salman), İstanbul: Metis Yayınları, 1992.
Edizioni
Musei Vaticani. The Sixtine Chapel, Vatikan: Tipografia Vaticana, 1994.
TARANCI,
Cahit Sıtkı. Otuz Beş Yaş, İstanbul: Can Yayınevi, 1999.
SAGAN,
Carl. Milyarlarca ve Milyarlarca, (Çev: Füsun Baytok), Ankara: TÜBİTAK, 2006.
FİNLAY,
Victoria. Renkler; Boya Kutusunda Yolculuklar,(Çev: Kudret Emiroğlu), Ankara:
Dost Kitabevi Yayınları, 2007.
PARRAMON,
Jose M. Resimde Renk ve Uygulanışı,(Çev: Erol Erduran), İstanbul: Remzi
Kitabevi, 1991.
GOGH,
Vincent Van. Theo’ya Mektuplar,(Çev: Pınar Kür), İstanbul: Yapı Kredi
Yayınları, 2004.
MİTTLER,
Gene A. Art is Focus, Texas: Glencoe, 1994.
TANSUĞ,
Sezer. Resim Sanatının Tarihi, İstanbul: Remzi Kitabevi, 2006.
GOMBRİCH,
E.H. Sanatın Öyküsü,(Çev: Erol Erduran- Ömer Erduran), İstanbul: Remzi
Kitabevi, 1997.
TURANİ,
Adnan. Dünya Sanat Tarihi, İstanbul: Remzi Kitabevi, 2000.
ROBİNSON,
Michael Rowan. Yıldızların Altında,(Çev: Murat Alev), Ankara: TÜBİTAK, 2005.
KANDİNSKY,
Wassily. Sanatta Zihinsellik Üzerine,(Çev: Tevfik Turan), İstanbul:Yapı Kredi
Yayınları,2005.
KANDİNSKY,
Wassily. Sanatta Ruhsallık Üzerine,(Çev: İsmail Türkmen), İstanbul: Altıkırkbeş
Yayınları,2002.
LYNTON,
Norbert. Modern Sanatın Öyküsü,(Çev: Prof. Dr. Cevat Çapan- Prof. Dr. Sadi
Öziş), İstanbul: Remzi Kitabevi, 1990.
VELİ,
Orhan. Bütün Şiirleri,(Derleyen: Asım Bezirci), İstanbul: Can Yayınları, 1984.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar