Print Friendly and PDF

IŞIK VE GİZİL YAŞAMLAR




 


Hazırlayan: Ayşegül Ö. Poroy

Işık, yaşam enerjisi, değişim ve deneyimlerimizde rehberdir. Işık, günlük yaşam yoğunluğu içinde gözlerimizi gökyüzüne çevirmemizi ve evreni bir bütün içinde algılamamızı sağlayan güçlü bir etkendir. Gölgeler, yansımalar, yıldızların parıltısı ve ışığın birçok türevi bizi ve duyumlarımızı Samanyolu’na, uzayın bilinmeyenli gizemli ortamına sürükleyebilir.

Işık, varolanı gösterirken aynı zamanda gizemi sembolize eder. Bu bağlamda beynimizde birçok sorular-sorgulamalar yaratır. Gördüklerimiz ne kadar gerçek ya da hissettiklerimiz ne kadar renklidir?

Evrendeki değişimler dünyamıza renk oyunları ile ulaşırken, bizim de uyum içindeki bu dengenin değişmez bir parçası olduğumuzu daima hatırlatır. Günlük yaşantının kesintisiz ritmi, çeşitli olumsuzlukların insan ruhuna yönelik sürekli saldırıları, teknolojinin yarattığı yorgunluk bizleri sarmalarken, ışığın gücü karmaşık insan ilişkilerinin ve günlük sorunların arasından sıyrılarak, bu evrende asıl olan sürekli değişimi ve bunun ayrılmaz bir parçası olan uyumu hatırlatır. Gün boyu renkten renge giren ışık bu değişimin ve uyumun bir arada yansımasıdır.

Bizleri çevreleyen varlıklar, ışığın etkisinde farklı yansımalarla farklı anlamlar üstlenirlerken, ışığa da insanoğlu tarafından birçok anlam yüklenmiştir.

İnsanoğlunun teknolojinin hızlı gelişimiyle özünden ve doğadan uzaklaşması, evrendeki sürekli değişime karşı uyum sorunu onu mistik alanlara götürmüş ve ışığa farklı şekilde bakmasına neden olmuştur. Işığın etkisiyle evrenin ve mistisizmin derinliklerine yapılan her yolculuk onu tekrar kendine ve büyük denge teorisine getirmiştir.

GİRİŞ

Evren, sürekli değişimi içinde, enerji ve zaman gibi bu değişimi yansıtan işaretlere sahiptir. Evrendeki değişimler zinciri, bu evrenin bir parçası olan dünyayı ve en başta insanlar olmak üzere üzerindeki canlıların yaşamını etkiler. Bu değişimler zincirinde insan, her bir anını değişimi anlama ve ona uyum sağlamaya çalışmakla geçirir. Yeni oluşan şartlar sürekli tanımlanmaya çalışılarak, yaşamın devamlılığı sağlanmaya çalışılır. Gelecek ise, bilinmeyen olarak her zaman bir gizem taşır. Uzayda gezegenler arası çekim alanlarındaki sapma dereceleri bile dünyada mistik ve bilimsel araştırmalara konu olurken, bunların yaşamları nasıl etkilediği ve gizil yaşamların oluşumları izlenir.

İnsanlar ilkçağlardan bu yana gökyüzündeki hareketleri, renkleri ya da yıldızları yorumlamışlardır. Böylece pusulalar, denizcilere yol gösteren yıldız haritaları, güneş takvimleri gibi onlara günlük yaşantılarındaki sürekli değişimde yol gösterici yeni keşifler yapılmıştır. Gökyüzü ve içinde barındırdığı ışık, edebiyatın, sanatın ve müziğin de ilham kaynağı olmuştur. Gündoğumundan batımına değişen renkler, akşam yıldızlarla ışıldayan sonsuz derinlik bize evreninin sürekli değişiminin değişmez parçası olduğumuzu hatırlatır. Yaşamın izlerini sadece yeryüzünde aramak ve bütünden soyutlamak ne büyük bir yanılgıdır.

Gizemli gökyüzü ve uzayın derinlikleri bilim tarafından tanımlanmaya başlandıkça giderek insan üzerindeki romantik etkisini yitirir.

Bilim adamlarının araştırmalarında da ışık, ağırlıklı bir yer tutarken, düşünce biçimlerinde de değişim ve süreklilik kendini bir arada göstermiştir. Einstein’ın ışık hakkında yaptığı araştırmalar değişim ve süreklilik kavramlarına yeni bir boyut katmış, düşünce anlayışımızı sorgulamamıza neden olmuştur. Bu sorgulama insanlığa, evrenin ayrılmaz bir parçası olduğu ve onun kurallarına bağlı olduğu yolunda güçlü bir inanç kazandırmıştır. Stephan Hawking ve Carl Sagan da evreni ve ışığı fiziksel kurallarla tanımlarken değişimi ve sürekliliği bilimsel açıdan incelemişlerdir. Her ikisinin çalışmalarında da evrendeki enerjinin yansıması olan ışık önemli bir yere sahiptir.

Bu raporda bahsedilen çalışmalar, sürekli ve çok kısa zaman aralıklarında yaşanan farklı yaşamların ortaya çıkardığı, adeta bir anlık bir ışık değişimi kadar hızlı akan ve değişimler üzerine kurulu hayatlardan etkilenilerek ortaya çıkmıştır. Sanki sahnelenen bir tiyatro eserinin içinden çıkıp başka bir eser içinde o andan itibaren yeni bir görevle devam edilircesine...

Yaşamın içinde, belli bir zaman aralığında belli bir yerde ve daha sonra da yeryüzünün herhangi bir köşesinde, başka bir kültürle iç içe yaşamaya yeniden başlamak şeklinde ortaya çıkan sürekli değişim, uyumu ve bütünlüğü arama çabalarına yol açmış, bu çabalarda ışık her iki özelliğiyle de yol gösterici olmuştur.

İnsan değişimin değişmez kütlesel bir parçası olarak, sürekli değişimle mücadele etmek zorundadır. Değişim kelimelerin anlamını dahi sürekli sorgulamaktadır. Bir sözcükteki anlam zamanla değişmekte, yeni boyutlar kazanmakta, yok olmakta veya farklı algılanmaktadır.

Işık ve insan, içinde hem değişeni hem de sürekliliği barındıran ve evrensel olandır. Değişimlerde kaybolmaktansa resmin tümüne bakarak evrenselliği hissetmek yaşamın en büyük gizemi olsa gerek.

IŞIK NEDİR?

“Doğu ufkundan yükseldiğinde

Bütün ülkeleri güzelliğinle kapladın...

Çok uzaklarda da olsan

Işınların Dünya’nın üzerinde

Akhnaton

Güneş’e İlahi (MÖ 1370)” (Sagan 2006:35 )

Evreni sahip olduğumuz duyu organları ile algılayıp, anlamaya çalışırız. Bizi çevreleyen olayları görerek anlamamızı sağlayan enerjiye ışık denir. Eski Mısırda, firavun Akhnaton zamanında Güneş’e tapınılan, bugün unutulmuş tek tanrılı bir dinde ışığın Tanrı’nın bakışı olduğuna inanılırdı. Antik çağlardan itibaren ışığın ne olduğu üzerine birçok düşünce gelişmiştir. Örneğin Platon ışığın bakılan cisimlerden göze geldiğini iddia etmiştir.

1660 yılında Newton, güneş ışığını bir prizmadan geçirerek bir renk demeti elde etti ve buna spektrum adını verdi. Spektrum (tayf) renkleri; Macenta, Kırmızı, Sarı, Yeşil, Siyan mavisi, Koyu mavi renklerinden oluştu.

Newton’un çalışmalarından sonra, fizikçi Thomas Young da, ışığı tekrar oluşturmayı başardı ve beyaz ışığa ulaştı. Renkli lambalarda yaptığı deneylerle altı rengi üç temel renge indirgedi ve birincil ışık renklerini (ana), ikincil ışık renklerini elde etti.

“Resim”, ışık renkleri ile değil, tersine ışığı yutan boya pigmentleriyle yapılır. Boyaları birbirleriyle her karıştırmada ışık azalır.” (Parramon 2002:70).

Newton, beyaz ışığın, diğer renkli ışınların karışımı olduğunu, ışığın kendisinin çok hızlı yol alan parçacıkların akışı şeklinde gerçekleştiğini ve uzayın bu parçacıklarla dolu olduğunu ileri süren “Optics” adlı kitabını 1704’te yayınlandı. Bu kitap, ışık teorilerini kapsayan ilk temel kitap olarak bilinir. Aynı zamanda Cristian Huygens de ışıkla ilgili teori geliştirmiştir. Ancak onun ışık dalga teorisi değil, Newton’un parçacık teorisi kabul edilmiştir.

1905 yılında Einstein’ın özel görecelik kuramı ile bizim evrenimiz için ışık hızının sınır olması ve ışık hızına erişilememesi, evrenin insan için sınırlarını ortaya koydu ve ışığın parçacık teorisini destekledi.

Felsefede ise, ışığın çeşitli tanımları görülür. “Metafizikte ışık deyimi Doğuda ve Batıda gerek dinsel, gerek gizemsel anlamlarda tanrısal ya da evrensel bilgiyi ve bu bilgiyi vereni nitelemek için kullanılır.” “Işık, ilk düşüncelerden beri kutsallığın ve içsel aydınlanmanın simgesidir. Işığı bu anlamda, Fransız düşünürü Descartes Tanrı tarafından insana verilen bilme gücü, Alman düşünürü Schopenhauer de öznellikle nesnellik arasında sallanan bireysel sezgi olarak tanımlamaktadır.’’ (Hançerlioğlu 1996: 171).

“Gök mavi mavi gülümsüyordu,

Yeşil yeşil dallar arasından.

Altın sesi birdenbire sordu:

“Ne haber eski aşk yarasından!”

Kapandı, dedim, bitti karanlık;

Vuslatla sona erdi o çile;

Bu huzur şelalesi aydınlık

Yeni bir çağdır başlar seninle...”

(Cahit Sıtkı Tarancı)

Cahit S. Tarancı, Otuz Beş Yaş:1999:186

IŞIK VE RENK İLİŞKİSİ

Gözlerin duyarlı olduğu görünür ışığın frekansı çok yüksektir. İnsanlar farklı frekanstaki sesleri nasıl farklı müzik tonları olarak duyarsa, değişik frekansta ışık da değişik renkler olarak görünür ve her rengin ayrı bir frekansı vardır. Gözlerimizin duyarlı olduğu görünür ışığın frekansı çok yüksektir, göze saniyede 600 trilyon dalga çarpar. Örneğin kırmızı 460 trilyon, mor 710 trilyon dalgaya sahiptir. Bu iki ışığın arasında gökkuşağının bilinen renkleri yer alır.

Müzikte olduğu gibi, yüksek ve alçak tonlar olduğu gibi görüş alanımız dışında kalan ışık frekansları ya da renkler de vardır. Işık, çok daha yüksek frekanslara çıkıp çok daha düşük frekanslara inebilmektedir. Işık tayfında dizilim yüksekten düşük frekansa göredir. Bu dizilime göre x ışınları, morötesi ışık, görünür ışık, kızılötesi ışık ve radyo dalgaları yer almaktadır. Bu farklı ışık frekanslarına göre her bir düzeyde gökyüzü farklı görünmektedir. Gökyüzündeki parlak yıldızlar gamma ışınlarının ışığında gözükmemektedirler.

Güneş ve evren bize görünür ışık enerjisi gönderdikleri için bizler de bu frekansa göre görebilmekteyiz.

Kandinsky, rengin gözlenmesinin iki sonucu olduğundan bahsetmektedir ki, birincisi salt fiziksel etkidir:

“Fiziksel duygu derinlere işlendikçe daha derin duygular uyandırıp bir dizi ruhsal yaşantı oluşturabilirse, rengin yüzeysel etkisi de gelişip bir yaşantıya dönüştürülebilir... Ruhsal duyarlılık düzeyi düşükse, renk sadece yüzeysel bir etki yapabilir. Ama yüksek gelişim düzeylerinde bu temel etki daha derine inen, ruhsal bir sarsılmaya yol açar. Bu durumda ise rengi gözlemenin başlıca sonuçlarından ikincisi ortaya çıkmış demektir. Rengin ruhsal gücü kendini belli eder, bu güç ruhsal bir titreşim uyandırır. Birinci temel fiziksel etki ise rengin üzerinde kayarak ruha ulaştığı raya dönüşür.” (Kandinsky 1993: 49-50).

Mondrian resimde betimleyici renk ve biçimler ile kişiliğe bağlı unsurların bulunmasına kesinlikle karşıdır. Ona göre resimde her şey kişiliklerin üstünde genel ve evrensel olmalıdır. Bu nedenle resimlerinde herkesin olabilecek renkler ve biçimler kullanmıştır: kareler, dikdörtgenler, geometrik çizgiler gibi. Renkleri de aynı endişeler gereği saf sarılar, kırmızılar, maviler ile siyah ve beyazdır.

Mondrian resimlerinde kendine ait bir şeylerin, dış gözlemleri ya da duyguları sonucunda doğadan alınan hiçbir etkinin resimlerinde söz konusu olmaması için çaba harcamıştır. Kare biçim, nasıl kişilik bir tavra karşılık gelmeyen evrensel bir biçim ise saf renkler de aynı şekilde özellik taşımaktan uzaktırlar.

Mondrian’a göre bu renkler ve biçimler ne kişiden kişiye değişirler, ne de ülkeden ülkeye. (Wilson 1991:144).

Kandinsky, Klee ve Mondrian doğa ve mantıktan uzaklaştıkça, renklerle anlatımda başka bir dile ulaşmışlardır. Bu sanatçılar Zen anlayışından da etkilenerek yalınlık ve evrensellik üzerinde çalışmalar yapmışlardır. Sadece resim alanında değil, mimari veya mobilya tasarımı için de aynı anlayışın uygulanabilir olduğunu savunmuşlardır.

Renklere birçok anlam yüklenmiştir ve bunlar genelde insan psikolojisi üzerindeki etkilerine göre yapılmıştır. Kırmızı, insanda yüksek frekansının etkisiyle hızlı kan akışı ve kalp atışına sebep olduğundan bu durum enerji, arzu ve açlık hisleriyle anlamlandırılmıştır. Yeşil, güven veren mavi ise, sakinlik, sükunet, sadakat gibi anlamlar üstlenirler. Sarı, mutluluk, dikkat çekicilik ve umut anlamlarını taşır. Lacivert, kozmik bir renktir ve sonsuzluğu, otoriteyi çağrıştırır.

Goethe’ye göre, mor sevinç, kırmızı güç, koyu mavi soğukluk ve sükunet fikrini, yeşil cazibe, açık sarı asalet fikrini telkin etmektedir.

Ancak Kandinsky sarıyı tipik bir dünyevi renk, maviyi göksel bir renk, yeşili ise hareketsizlik ve dinginlik olarak tanımlamaktadır.

“Sarı, doğrudan bakıldığında insanı huzursuz eder, dürter, heyecanlandırır ve kendisinde dile gelen ve sonunda az muzip bir etki yapan kaba kuvvetin karakterini gösterir. Mavinin derinleşmeye eğilimi o kadar büyüktür ki, özellikle koyu tonları daha yoğundur ve daha karakteristik biçimde içsel bir etki yaparlar.

Mavi koyulaştıkça insanı o ölçüde sonsuzluğa çağırır ki, içindeki saf olana ve sonunda, duyu-üstü-olana duyulan özlemi uyandırır.’’(Kandinsky 1993:70).

“Güneşi sarı bir beneğe çeviren ressamlar var, bir de sarı bir beneği güneşe çevirdikleri için sanat ve yeteneklerine şükreden diğerleri.” Pablo Picasso

RENKLER

Gündüze alışan renkler,

Her gece perişan renkler.

Eşyada bakış mısınız,

Zamanda akış mısınız,

Gözümde hatıralar mı?

Yekpare varlığımı

Siz misiniz parçalayan,

Farksız kırık aynalardan

Sizde mi yaşamaktayım?

Gülmekte, ağlamaktayım,

Gündüze alışan renkler,

Her gece perişan renkler.

Cahit Sıtkı Tarancı

(Otuz Beş Yaş, 1999:71)

“Van Gogh, kardeşi Theo’ya yazdığı mektuplardan birinde: ‘Bir resme füzenle bir eskiz çizmek yerine doğrudan fırçayla başlamaktan daha çok hoşlandığım bir şey yok.’ Der.“ (Parramon 2002:96).

“Çözülmesi gereken ilk şey çizim, sonra değerlerin verilmesi, sonra da renktir.” Camile Corot (Parramon 2002:97).

“Resim olsun, desen olsun herhangi bir çalışmaya başlarken en koyu değerlerin eskiziyle işe başlamanın çok önemli olduğunu düşünüyorum.” Eugene Delacroix (Parramon 2002:97).

“Ben resimlerime gökyüzüyle başlarım.” Alfred Sisley ( Parramon 2002:97).

IŞIK, ZAMAN VE DEĞİŞİM:

Işık, zaman içinde birçok değişik anlatımlarla ifade bulmuştur. Ancak ışık ve zaman kavramları birlikte aynı anlatımda olduğunda ise, ortaya bambaşka ifadeler çıkmıştır.

Michelangelo’nun en son mimari çalışması olarak bilinen Roma- Termini bölgesinde bulunan “Santa Maria Degli di Angeli in Roma” kilisesinin giriş kısmı, Romalılardan kaldığı gibi muhafaza edilmiştir. Kilisenin restorasyonu, iç düzenleme ve tasarımları bizzat ressamın kendisi tarafından yapılmıştır. Bu tasarımı farklı ve ilginç yapan konulardan birisi de sanatçının ışık düzenlemesi ve ışık üzerine yaptığı tasarımlardır. Burada ışık öncelikle aydınlık amaçlı düşünülmüştür. Sütunlar ve iç alanların tasarımları aydınlıktan azami yararlanma üzerine olmuştur.

Karakalem çizimleri halen bu kilisede bulunmaktadır. Çizimler eski ve yeni karşılaştırmalı olarak gösterilmiştir. Değişimin olumsuz olmayabileceğinin çok güzel bir örneğidir. 

Aynı kilisede başka bir örnek de, ışık ve zaman kavramlarının birlikte kullanılarak aydınlık amaçlı değil, zaman göstergesi olarak yararlanılmasıdır.

Bu Bazilika’nın zemininde üçyüz yıldır bulunan büyük meridyenin genel olarak üç amaç için kullanıldığı düşünülmektedir. Öncelikle, astronomi ile uğraşanlara çeşitli bulgular sunduğu bilinmektedir. Örneğin kuzey yıldızı gibi bazı yıldız bilgileri için bu meridyenden teleskop gibi faydalanıldığı bilinmektedir. Kilise tarafından görevlendirilen mimar Bianchini, bu meridyen yapısını çizen Michelangelo’dan 1566 yılında almış ve 1702’de inşa etmiştir. Bu meridyen 1846 yılına kadar güneş saati olarak kullanılmıştır. 

Güneş ışıkları 20.3 m yüksekliğinde bulunan elips şeklindeki delikten yere doğru yönlendirilmiştir. Bu asıl olan ışıktır. Bir de daha kısa olanı vardır. Yerde bulunan meridyen 44 metredir. Asıl ışığın geldiği delik ise 22-110 cm. olan bir elipstir.

Işığın ilerleme durumuna göre meridyen üzerinde işaretli olan bilgiler, üzerine düşen ışık uzunluğuna göre yorumlanmıştır. 

Zaman kavramını resim sanatında da görmekteyiz. Sürrealist akımının önemli isimlerinden olan Salvador Dali resimlerinde saat figürlerini evren-zaman kavramlarını irdelemede kullanmıştır.

Salvador Dali, resimlerinde uzay-zaman sürekliliğini ele almaktadır. 1931 yılında Dalı, en meşhur eseri olan “Belleğin Azmi” resmini yaptı. Yumuşak Saatler ya da Eriyen Saatler olarak da bilinen eserde, geniş bir kumsal manzarası önünde eriyen cep saatleri resmedilmiştir. Bu resim genel olarak, katı ve değişmez zaman kavramına karşı bir protesto olarak yorumlanmaktadır. Dalı sonradan bu resmin ilhamını, sıcak Ağustos güneşi altında erimekte olan bir “Camembert” peynirinden aldığını yazmıştır.

Ünlü edebiyatçı Edgar Allen Poe, “ Eureka” adlı bir makalesinde de uzay-zaman konusunu ele almıştır. Yaklaşık doksan sayfalık makalesinde uzay ve zaman konularının birbirinden ayrılamaz kavramlar olduğunu belirtmiştir. Bu makale bu konuda yazılmış ilk makale olarak kabul edilmektedir. Uzay-zaman, bu sürekli ve birbiriyle bağlı kavramlar içinde, bir olay zamanı ve yeri tanımlanmış olan bir nokta olarak kabul edilir. Oluşan olaylar daima özel bir konumu tanımlar ise o “an” da özel ve tekrarı olmayandır. Bu olayın nerde olduğu ise koordinatlarla yani zamanla ilgi bir konudur.

Gizemli evren hakkında teoriler sonsuzdur. Bunlardan bir tanesi de aynı Salvador Dali’nin resmettiği gibi uzayın hızlanarak genişlemediği, aslında zamanın yavaşladığı önerisi üzerine kurulmuştur. Dali’nin resimlerinden yola çıkılarak ortaya atılmış bu teoride, uzak gökcisimleri gözlendiğinde milyonlarca yıl önce zamanın daha hızlı aktığı ortaya konmaktadır. Zamanın yavaşlaması fark edilemeyecek kadar yavaş olduğu için bunu yüzyıllar içinde ancak fark etmenin mümkün olabileceği düşünülmektedir.

GÖKYÜZÜ VE SÜPERNOVALAR:

Yüzyıllardan beri yıldızlarla dolu gökyüzüne bakıp da kayıtsız kalabilmiş hiçbir sanatçı olmasa gerek. Gizem dolu gökyüzünün binlerce yıl önce günlük insan hayatında daha yoğun bir şekilde yer aldığı eski edebiyat eserlerinden anlaşılmaktadır. Gökyüzüne olan yoğun ilgiye günümüzde modern eserlerde çok rastlanmamaktadır. Hakkında çok az şey bilinen ve kaderin gökyüzünden gelebilecek değişikliklerle ölçüldüğü romantik dönem geride kalmıştır.

Onaltıncı yüzyıldan beri yapılan gökyüzü keşifleri varolan gizemin ve dolaylı olarak gökyüzüne ilginin azalmasına neden olmuştur. Van Gogh’un “Yıldızlı geceler” tablolarında olduğu gibi, gökyüzü şairlerin de her zaman esin kaynağı olmuştur:

‘‘Birinci göğün Arabası ki

Ne doğmak ne de batmak bilir,

Ne de güneşten başka sis-peçe tanırdı,

Ve oradan herkesi görevine uyandırırdı;

Alttaki Araba kılavuzlarken kendisini Dümen kırarak limana doğru,’’

Dante ‘’Araf ‘’ 

‘‘Ne kadar da çabuk süpürür her şeyi sabah rüzgarı! Göz kırpar Büyükayı ve eğer göğü aşağı doğru.’’

Li Ho (MS 791-817)

Van Gogh’un bu tablosunda, gökyüzü hareketli etki verilerek sürekli bir değişim ve yaşamsal devinim etkisi uyandırmaktadır. Gökyüzünün yaşam coşkusu uyandıran canlı renkleri resmin genelinde bütün ilgiyi bu kısımda toplamaktadır. Gökyüzüne kutsal bir anlam yüklenmiştir. Kilisenin mimari çizimi ve servi ağacının resimde yer alışı ve oranı yine gökyüzünü işaret etmektedir. Servi ağacına yüklenen anlamlara göre hayat ağacı olarak da bilinen bu ağaç gökyüzü katmanlarına doğru mistik bir anlayış ile resimde yer almıştır. Gökyüzünün hareketli boyama tekniğine karşılık yerleşim bölgesi sakin ve huzur veren duygular yaratacak şekilde boyanmıştır. Tabloda gece mavisi ve turuncu renkleri daha ağırlıklı kullanılmıştır. Gece mavisi, derinlik ve evrensel anlamı, turuncu rengi ise yaşam tutkusunu yansıtmaktadır. Boyama tekniği ve ifadelerdeki özgür tavırlar modern resmin yolunu açan unsurlar da olmuşlardır.

‘’ Bir düş gördüm, pek de düş değildi aslında.

Parlak güneş sönmüştü, yıldızlar da

Kara kara dolaşıyorlardı ebedi uzayda

Işınsız ve yörüngesiz; buza kesmiş yerküre ise

Kararmış, kör olmuş, savruluyordu aysız havada...’’

‘’Ejderha’nın kuyruğunun altında birleşmiş babamla anam,

Ve ben Büyükayı’nın etkisi altında doğmuşum da,

 

Bu yüzden kaba, hoyrat ve de kösnülmüşüm. Hıh! Neysem

O olurdum yine, gökteki en bakire yıldız bile

Göz kırpmış olsaydı gebe kalırken anam bana,’’

Shakespeare ‘’ Kral Lear‘’

Evrendeki patlamalar, sönme ve yok olmalar, genişleme ve değişimler daima tüm canlıları etkisi altına almıştır. Tüm bu değişimler ışık hüzmeleri temel alınarak anlamlandırılmıştır. Oluşan bu değişimlerin ortak özelliklerinde ışık yok olmakta ya da eskisinden daha renkli ve güçlü bir hal almaktadır. Bu sadece görünen etki olup, izdüşümünde milyonlarca ışık yılı ötedeki canlıları birçok yönden etkisi altına almaktadır. Evrenin olağanüstü dengesi ve sürekli değişimi bu çalışmaların temelini oluşturmuştur.

Göklerde ararız hep yerde bulacaklarımızı,

Doğru, insanların ömrü çabuk tükeniyor, şapkalarına taktıkları çiçeklerden Daha çabuk....

(Gözlerimiz hayran da dillerimiz övgüsüz, Shakespeare)

IŞIĞIN RESİM SANAT TARİHİNDEKİ GİZEM DOLU SERÜVENİ

Işık etkilerini ortaçağda, ikonalarda ve vitray resimlerinde görmekteyiz. Vitray çalışmaları, o zamanın tarihinin aktarılması için sanatsal bir dil olarak kullanılmıştır. Sanat ortaçağda dinin gücü altında bulunmaktadır. Bu güçlü anlatımın etkisi katedrallerde özel camların da kullanılması ile arttırılmıştır. Işık yansımalarından, güneşin doğuşu ve batışına göre vitraylar düzenlenmiştir. Dini gücün altını çizmek için, ışıksal anlatımlar ikonalarda azizlerin portrelerinin çevrelerini oluştururdu.

Yeniçağda, İtalyan Rönesans’ı heykeltıraş Nicola Pisano ve ressam Giotto ile başlar ve bu 1260 yılı olarak kabul edilir.

Dönemin ünlü ressamı Giotto, sadece İtalya’nın değil bütün Avrupa’nın resim alanında yeniçağı başlatan ilk temsilcisidir. Giotto’nun konuları dinidir ancak yüz ifadelerine anlamlar yüklemiştir. Giotta’ya göre resimde ruhsal anlatımlar çok önemlidir. 14. yüzyılda Giottonun öğrencilerinden Taddeo Gaddi ve Bernarda Daddi resme artık rengin tadını sokmuşlardır. Bu yüzyıl Siena resim okulu ile anılır.

Bu devrin önemli ressamlarından biri de Pierro della Francesca’dır. San Francesca kilisesinde bulunan “Konstantin’in düşü” (1460 dolayları) adlı freskoda, perspektif sanatına çok hakim bir sanatçı olduğunu görüyoruz. Piero’nun, bu freskoda mekana ait gerekli duyguları yaratacak tüm ayrıntıları geometrik olarak kullandığını görmekteyiz. Ancak burada önemli bir yenilik vardır. Bu çok önemli yenilik ışık kullanımıdır. Ortaçağda çok önem verilmeyen ışık, yaklaşık olarak bir kuşak önce Masaccio tarafından da figürlerin ışık ve gölge ile hacimlendirilmesi suretiyle kullanılmıştır. Ancak ışığın getirdiği yeni açılımlar Piero’da olduğu kadar fark edilememiştir. Resimde ışık, sadece formların hacimlendirilmesine değil, aynı zamanda da perspektife de güç katmaktadır. Işık ve gölgeleme resme büyük bir etki getirirken bunu yine büyük bir sadelikle yapmaktadır. Piero della Francesca’nın renk konusundaki ilerlemeleri ressam Domenico Veneziano’nun renk ve ışığa olan eğilimi ile yakından ilgilidir.

15.yüzyılda, çizgide en önemli ustalardan sayılan İtalyan ressamı Botticelli’nin çizgisel öncelikleri, onun mekan kaygılarını ikinci plana itmesine yol açmıştır. Zarif çizgilerin elde edilmesi için doğaya karşı gelme özgürlüğü olarak görülmektedir.

16.yüzyılda, yaptığı bilimsel çalışmalarla resim sanatının da bir bilim olduğunu kabul ettirmeye çalışan ünlü usta Leonardo da Vinci yer almaktadır. Leonardo’yu ünlü yapan birçok yönü olmasına rağmen, büyük bir inatla doğayı incelemesi onun büyük bir buluş yapmasını sağlamıştır. Mona Lisa (1502 dolayları) adlı eserinde, İtalyanlar tarafından “sufumato” denilen bir yenilikle ortaya çıktı. Amaç, ressamın bazı ayrıntıları izleyicinin hayal gücüne bırakmasıdır. Dış hatların sert çizilmeyerek, daha yumuşak çizilmesiyle birlikte gölgede kaybolan dış hat havası verilerek katılıktan kurtulmaktır. Bu yumuşak renklerin kullanımı ile dış hatların eritilmesidir.

Daha sonra kendisinden yirmi üç yaş küçük başka bir dahi Michelangelo da bu yüzyıla damgasını vuran önemli sanatçılardan biridir. Michelangelo, on iki havarinin anlatıldığı Sistina Şapeli’nin tavanını boyamıştır (1508-1512). Sistina Şapeli’nin tavanında, aslında kilise için yaptırılan bir eserde evrensel bir anlatımla diğer tüm din insanlarını da kucaklayan bir anlatım tarzı bulunmaktadır. Bilinçli olarak kullanılan farklı tondaki deri renkleri bunun en basit örneklerindendir. Sadece tavan değil aynı zamanda yanlarda kalan dar kısımlar usta ışık kullanımı ile eşsiz bir hale getirilmiştir. Özellikle kumaş kıvrımlarının ışık ve gölgelemelerle ustaca çalışılması kuzey Avrupa resim yaklaşımlarını hatırlatmaktadır.

Bu iki ustanın ardından yetişen Raffaello’da da, aynı rahatlıkla renk kullanımını ve uyumlu kompozisyonları görmekteyiz. Kısacık ömrüne birçok değerli eser sığdırmış olan Raffaello’nun Pantheon-Roma’daki mezarına, çağın ünlü bilginlerinden olan Kardinal Bembo şunları yazmıştır:

“Raffaello’nun mezarı bu, doğa ana’nın korktuğu, yaşadığı sürece esiri olmaktan, ölünce de onunla ölmekten.”

İzleyen dönemlerde, Venedikli sanatçılar Michelangelo’nun insan figürü üzerinde durmuşlardır. Venedikli ressamlardan Tintoretto ve Tiziano dönemin başlıca önemli sanatçılarındandır. Tintoretto ışık ve gölge sorunlarına eğilmiştir. Bu dönemde Venedikli sanatçıların, çevrelerinde doğal olarak bulunan güzelliklerden ve özellikle de lagünlerden (denizden kopmuş göllerden) yansıyan nesnelerin dış hatlarını yoğun bir ışıkla adeta yumuşatan ve böylece renkleri kaynaştıran havası ile ışık konusuna daha fazla eğilmelerine neden olmuştur.

Floransa’lı sanatçılar, renkten çok çizimle ilgilenmelerine rağmen eserlerindeki renk kullanımı ve uyumları son derece başarılı olmuştur. Boyadan önce perspektif gelmesine rağmen son derece başarılı çalışmalara imza atmışlardır. Ancak Venedikli ressamlarda çizimden sonra bunu süsleyecek bir unsur olan rengin bulunmadığı görülmektedir. Venedikli sanatçılar ışık kullanımındaki ustalıkları parlak gözalıcı renkler kullanılmasında değil, renklerin yumuşaklığı ve zenginliğinde saklıdır. Giovanni Bellini’nin, “Meryem ve azizler” (1505) adlı eseri Venedikli sanatçıların ışıklı anlatıma verilecek örneklerden biridir. Artık resim sanatı renk ve çizim toplamından başka bir şeydir. Işığın etkisi kendini hissettirmektedir.

Tiziano’nun ardından Correggio da ışık ve gölge alanında birçok buluşa imza atmıştır. Kendinden sonraki resim okulları için temel oluşturmuştur. Işık ve renk ile formların biçimlendirilmesinde büyük gelişmeler sağlamıştır. Kilise tavanlarının gökyüzüne açık havası verdiği boyama biçimleri ışığı kullanımındaki ustalıklarına örnektir.

15.yüzyılda, İtalya dışında, Felemenk ressamlardan Jan van Eyck, Rogier van der Weyden, Almanya’da Dürer gibi sanatçılar da boya ve yağ üzerine bilimsel çalışmalar yapmışlar ve resim sanatına büyük katkılarda bulunmuşlardır.

17.yüzyılda, barok döneminde, resimde en ünlü ustalardan birisi de Caravaggio’dur. Caravaggio’nun doğalcı bakış açısı ve resimdeki cesur tavırları ışığı kullanımındaki farklı yaklaşımı onu Barok döneminin en önemli ustası yapmıştır.

Contarelli şapeli 1597-98 Caravaggio alışılagelmiş olan güzellik anlayışını, bir devrim niteliğinde gerçekçi bir uslüp ile yeniden yorumlamıştır. Manierist sanatın aşırı ve suni genellemelerine karşı çıkmıştır. Çalışmalarında aktif bir kompozisyon kullanmıştır. Realist yaklaşımını lirik bir anlatımla süslemiş ve alışılmadık bir ışık kullanımı ile bunu tamamlamıştır. Sürekli arka fonu koyu çalışmış, üzerine parlak ışık kullanımı ile yeni bir tarz geliştirmiştir (tenebroso). Kompozisyonlarında, büyük zıtlıklar ve sahne ışıklandırması tarzında bir etki uyandıracak şekilde ışığı kullanmıştır. Çarpıcı gerçekçi tarzını dinsel konulardaki eserlerinde de değiştirmemiştir. Bu tutumu ise büyük tepki ile karşılanmasına rağmen, görsel alandaki büyük dürüstlük çabaları aynı zamanda takdir de görmüştür.

Caravaggio’nun etkileri daha sonra birçok ressamda görülmüştür. Buna İspanyol resminden örnek Velazquez’dir. Onun eserlerinde de ana figürler karanlık bir fondan dramatik olarak ışık hüzmeleri içinden çıkmaktadır. Fransız resminde ise ancak 15.yüzyılın sonlarına doğru çalışmaların yoğunlaşmakta olduğu gözlenmiştir. Caravaggio’nun Fransız resmindeki izdüşümlerinden biri de, George de la Tour’ dur. De la Tour, lirik anlatımdan ve gün ışığından faydalanmış, hem de tek bir mum ışığının aydınlattığı resimler yapmıştır. Renk kullanımındaki sadeliği de dikkati çekmektedir.

Caravaggio stili zamanının bir kadın ressamı tarafından da benimsenmişti. Bu ressam Artemisia Gentileschi’dir. Batı resim sanatının ilk kadın sanatçılarındandır. Resimlerinde Caravaggio’nun ele alış tarzı gibi, hikayedeki en yüksek dramatik an resme taşınmıştır.

17.yüzyılda HollandalIların deniz ve gökyüzü çalışmaları dikkat çekmektedir.

“HollandalIlar, sanat tarihinde, gökyüzünün güzelliğini keşfeden ilk kişiler

olmuştur.” (Gombrich,Sanatın Öyküsü,2004:418).

Jan van Goyen’in “Nehir kıyısında yel değirmeni” adlı gösterişsiz eserinde, akşamüstü ışığının kullanımındaki sadelik, bu eseri farklı bir örnek yapmaktadır.

Dönemin en önemli Hollandalı ressamı ise, bir renk ve ışık ustası, Rembrandt van Rijn’dir. Rembrandt da Caravaggio gibi güzellikten öte gerçek ve içtenlikle ilgilenmektedir. Eserlerinde, koyu tonların yarattığı güçlü kontrastlar, ancak çok kullanılmadan vurgulanan parlak renkler bulunmaktadır. Eserlerinde kullandığı ışık, sanki figürün projektörlerle aydınlatılmış havasındadır. Ortamın dramatik havasını vermek için, sihirli ışık ve gölge etkileri son derece bilinçli kullanılmıştır. Sanatçının özgün baskı eserlerinde de ışık ve gölge etkileri aynı şekilde kullanılmıştır

“Rembrandt çeşitli eserlerinde ışık-gölge sorununu figürlerin hem maddi hem de ruhsal ifadelerinin hizmetinde kullanabilmiştir. Işığın değişken bir derecelenme ile dağılıp eridiği resim düzenleri zaman zaman yorumlanması güç bir fizikötesi içerik bile kazanmıştır.” (Tansuğ 2006:218).

.Rembrandt’tan bir kuşak sonraki diğer bir usta Jan Vermeer van Delf’tir. Bir fotoğraf kadar kesin hatlarla yapılmış, figürün dış çizgileri yumuşatılmış, ışık hüzmeleri her bir dokunun tüm inceliklerini tanıtacak kadar ayrıntılı düşünülmüş eserler yapmıştır. Sadece ışık kullanımıyla değil, seçilen konularla da yeni bir bakış kazandırmıştır. Eserleri, içinde insan figürü olan ölüdoğa resimleri olarak da yorumlanır. Günlük hayatın en göze batmayan kesimlerini konu olarak almıştır. Bu resimler janr (günlük yaşam) resimleri olarak adlandırılmaktadır. Vermeer’in eserleri üzerinde çok durduğu ve toplam eser sayısı oldukça azdır. 

Vermeer’nin sadece yaşadığı kasabasını bu kadar sadelikle izleyici ile paylaşması (Resim 14) resmin etkisini arttırmaktadır. Gökyüzünün pusunu ve gizemini bizle paylaşmıştır. Yağmur’dan hemen sonra artık ışık yavaşça binalara ulaşmaya başlamış mıdır? Yoksa fırtına öncesi bir dinginlik midir? Resmin dinginliği bizim şu anı yaşamamıza, gökyüzündeki ışık değişimleri ile izin vermemekte ve merak uyandırmaktadır.

18.     yüzyılın en önemli isimlerinden biri de Fransız sanatçı Chardin’dir. Işıklandırma üzerine çalışmış ve ton değerlerini ustaca kullanmıştır. Resimlerinde ışık dolu anlatım yanında bir ciddiyet vardır.

19.     yüzyılda, İngiliz resminde iki önemli ışık ustası olan Constable ve Turner bulunmaktadır. Manzara resmi yapmalarına karşılık yaklaşımları oldukça farklıdır. Constable’da pastoral yaklaşım, Turner’da ise fantastik bir anlatım içinde ışık dolu güzellikler görülmektedir. Tablolarında gökyüzü denizle birbirinde erimiştir. Uyumdan öte amaç, göz kamaştırmaktır. Işık oyunları ve renklerin coşkusu, ayrıntılı figür incelemesine zaman vermez.

Fransa’dan bir sesin, resimde rengin çizimden, hayal gücünün de bilgiden daha önemli olduğunu savunan devrimci ressam Delacroix’nın, Afrika’ya giderek resmine Akdeniz renklerini ve ışığını taşıdığını görüyoruz.

Gustave Coubet’in değişimler içinde olan 19. yüzyılda, nesnelerin nasıl görülüyorsa öyle resmedilmeleri fikri, birçok sanatçıyı araştırmalara yöneltti. Manet “Kırda Kahvaltı” adlı resminde, cephe ışık kaynağı kullanıp alışılagelmiş tarz olan yanlardan ışık kaynağı kullanmamıştır. Gri tonlara yer vermeyerek biçimlerde düz, yassı bir görünüme ulaşmıştır. Claude Monet ise, empresyonist, yani izlenimcilerin lideri ve bu grubun yaratıcısıdır. Kendisini ışık sorunu üzerine çalışmalara vermiş ve “Bahçedeki Kadınlar” eseri ile ilk defa ışık incelemelerini resme yansıtmıştır. Bu eserde, resim ile ışık arasındaki somut bağ ilk sayılmaktadır. Monet’nin bakış açısına göre ışık, figür ve manzaranın bir bütünlük içinde oluşmasını sağlayan en önemli etmendir.

Monet ışığı ön plana aldığı için resimde zorunlu değişiklikler yapmıştır. Gök, kar, su gibi ortamlardaki ışık yansımaları üzerine yeni keşifler yapmıştır. Resimlerinde koyu kahverengini ve siyahı çıkartarak, özellikle gölgelerde birçok renk olabileceğini savunmuş, daha fazla ana renk ve parlak renk kullanmıştır.

Resimde ışık kullanımını, birincil etmen olarak kabullenmiş Monet yanında Renoir da anılmaktadır.

“Ussal bir çıkış noktası olan bu akım bu deneylerle ışık ötesine, fizikötesine yöneliyor gibiydi.” (Tansuğ, Resim Sanatının Tarihi, 2006:234). 

Empresyonistlerin son temsilcilerinden olan Paul Cezanne ve Vincent van Gogh ile birlikte o zamana kadar görülen klasik resim yaklaşımları değişti. Bu sanatçılar modern resmin doğuşuna büyük katkıları olmuş ressamlardır. Pierre Bonnard’ın resimlerinde ışık ve parlamalar ustaca yapılmıştır. Resimde geometrik şekillerin önemine de işaret eden Cezanne, ışık konusunda yeni yaklaşımlar benimsedi. Empresyonistlerin kullandığı renklerin yanına siyah rengini de ekledi. Nesnelerin formlarını renkler kullanarak ifade yolları aradı. Eserlerinde saf renk değerlerine gittiği görülse de, genel uyumu bozan bir şey yoktur.

”Cezanne ”modulation cadence” adını verdiği yeni bir biçimlendirme sistemiyle, resmi sağlam bir yapıya götürmeyi istemişti. Işık ve gölgenin var olmadığını söyleyen Cezanne, nesneleri renk ile biçimlendiriyordu. Ve böylece biçim, onun için yapıya göre bir renk dizisinin sonucu oluyordu.” (Turani,2000:560).

Gauguin yazdığı bir makalede fikirlerini şöyle özetlemiştir: “Kitle halinde ve sadeleştirilmiş biçimler, yüzeyde kalan bir renk sürme, biçimleri birbirlerinden sert konturlarla ayırma, ışıksızlık ve gölgesizlik, çizgi ve renkte soyutlama, doğa karşısında hürriyet.” ( Turani,2000:561).

Van Gogh eserlerinde rengi çok yoğun haliyle kullanmıştır ve bunu yoğun duygularını da ekleyerek kuvvetlendirdiği görülür. Onun eserlerinde figürü biçimlendiren, resmin ritim, oran ve derinliklerine yön veren daima renk oldu. Van Gogh “Ben, kırmızı ve yeşille insana dehşet veren insani ihtirasları tasvir etmek istedim.” diyordu. ( Turani,2000: 563).

Bu üç sanatçı, 19. yüzyıl sonrası, özellikle 1905 yılından itibaren başlayan önemli sanat akımları için rehber olmuşlardır. Bu akımlar; fovizm, ekspresyonizm, kübizm, fütürizm, konstrüktivizm, süprematizm, metafizik sanat, non figüratif, op ve pop-art’dır. Modern resmin doğuşunda, bu dönem sanatçılarını etkileyen Japon resim ve baskı sanatının da önemi büyüktür.

Fovizm akımında ışık ve renk kullanımına bakıldığında, artık ışık—gölge oyunlarının olmadığı görülür. Yoğun renk konsantrasyonları önem kazanır. Renkleri “dinamit lokumu “ olarak yorumladılar. Biçimlerde bozulmalara izin veriyorlardı ve renk etkisi öne çıkıyordu. Henri Matisse resimlerinde, tek rengin diğer renklere göre ağırlıklı kullanıldığı ve objelerin çizgilerle hacimsiz olarak yapıldığı görülür.

Matisse resim hakkında fikirlerini şöyle özetlemekte: ” Bir resimde, kelime ile belirtilebilen ya da daha önceden belleğimizde kalan hiçbir şey olmamalıdır. Bir resim kendine özgü bir organizmadır, ben onun tasvir ettiği şeyi unuturum. Önemli olan hatlar, biçimler ve renklerdir.” ( Turani 2000:568)

Aynı akımın temsilcilerinden Raoul Dufy: ”Sanat bir düşünce değildir. Bir iştir. Ressam için probleminin çözümlenmesi renk kutusunun içindedir.” (Turani 2000:567).

Ekspresyonist akımda şiddetli ve abartmalı biçim çarpıtmaları ile aşırı heyecan eğilimi vardı. Önceki dönemde karşılaştırıldığında resimde büyük değişim açıkça görülmektedir. Ekspresyonist sanatın sevilmeyen kısmı güzellikten uzaklaşılmasıydı. Figürlerin çirkinleştirilmesi ve bozulması bu tarzın bir gereğiydi. Ekspresyonistler fakirliği, sefaleti ve acıyı yorumladıkları için resmi çirkinleştirdiler. Artık resimde ağırlıklı siyah kullanımı görülür. Bu özellikler Kaethe Kollowitz ' in resimleri için de geçerlidir.

Bu arada, hala bir arayış içerisinde olan Alman ressamlar Die Brücke (Köprü) adını verdikleri bir dernek kurdular. Geçmişle olan bağlarını tamamen koparıp yeni bir gelecek için savaşmak istiyorlardı. Bu grubun üyesi olan Emil Nolde afişleri andıran etkili resimler yapmıştı. Ekspresyonist akım en fazla Almanya'da ilerlemişti. Bu dönem sanatçılarından, hayata güzel yanından bakmadan resmeden Oskar Kokoschka’nın yapıtları güzel olsa da içinde bir hüzün ve acı vardı. Bunun sebebi figürlerinin duruşu ve kullandığı renklerdi.

Paris'te ise kübizm akımı canlanmaktaydı. Bu akım figürü ortadan kaldırmaya değil yeniden yorumlamaya yönelikti.. Amaç basit geometrik şekillerden bir cismi üç boyutlu çizebilmekti. Artık biçimlere ışık ve gölge kullanarak hacim verilmeyecekti.

Cezanne'dan hiçbir ressam Pablo Picasso (1881-1973) kadar etkilenmemişti. Picasso Afrika sanatından etkilenip resmi basitleştirme yoluna gitti. Cezanne doğayı küreler, koniler ve silindirlerden oluşmuş gibi görmeyi öğütlemişti. Picasso bu tarzı denemeye karar verdi. Amacı bir cismi üç boyutlu olacak şekilde tekrar inşa etmekti. Fovlar cismi ışıklandırma yoluyla belirtmek isterken kübistler hacimleme yolunu kullanarak adeta yapbozlar yaratmışlardır. Picasso, rengi resmine sokmak için çok çalıştı ve deneyler yaptı. Ancak karıştırılmamış renk, yüzeysel bir biçimlendirmeye mecbur bıraktı yani renk kübik yapıya karşı koydu.

“Her zaman için önce biçim sonra konu gelir”. Bu düşüncenin en iyi örneği İsviçreli ressam ve müzisyen Paul Klee'dir (1879-1940). Bauhaus da imgeleri değişik şekillerde yaratmanın onları düpedüz kopya etmekten çok daha doğal olduğuna inanıyordu. Klee'nin resimleri biçim ve konu bakımından bir bulmaca gibidir. Sanatçı resmi yaparken aklına yeni şeyler geldikçe biçimler üzerinde oynamıştır. Çoğu modern sanatçıya göre bu yanlıştı.

Paul Klee’nin en yakın arkadaşı olan, Rus ressam Vassily Kandinsky (1866¬1944) non-figüratif çalışıyordu, ama resimlerinde bir ruhsallık vardı. Renkleri çarpıcıydı ve izleyiciye coşku veriyordu. Kandinsky resimlerine “rengin müziği” adını verdi. Kullandığı çarpıcı renkler artık onlara yüklenmiş olan anlamlarla anılıyordu.

Klee ”Eskiden, yeryüzünde görülmekte olan ve insanın severek gördüğü ya da görmek istediği şeyler resimlenirdi. Şimdi ise, görülen şeyin gerçeği belirli bir hale getirildi ve şu sırada görülebilenlerin, bütün dünyadakilere oranla, yalnız izole edilmiş birer örnek oldukları ve diğer gerçekleri çoğunlukta olduğu inancı ifade edildi. Objeler geniş ve değişik anlamlarda, dünün rasyonel bilgilerine çoğunlukla zıt olacak biçimde görünüyorlar. Şimdi rastlantısal olanın önemli hale getirilmesine çaba harcanıyor. Sanatın oluşu evrenin yaradılışına benzer. Yaratılan her sanat örneği, dünyanın ve kozmik evrenin yaratılışı gibi ortaya çıkar.”diyordu. (Turani, 2000:596). Delaunay’ın etkisi ile ayrıntılı olarak renk, nitelik-nicelik ilişkileri araştırıldı ve Klee renge yaklaştı.

Lyonel Feininger (1871-1956) iki boyutlu bir yüzeyde hacim ve hareket duygusu yaratmak için zekice bir yöntem geliştirdi. Resimleri birbiri üstüne binen üçgenlerden oluşuyordu. Bu üçgenler tiyatro sahnesindeki saydam tül perdeler gibi resme derinlik duygusu veriyordu.

Füturizmde zarif biçimler ve zevkli renkler görülür. Süratin güzelliği konu alınır.

Dadaların ardından Neo-plastisizmin önemli sanatçısı Piet Mondrian renkli kareler ve dikdörtgenler yaparak insanların duygularını uyandırmaya çalışıyordu. Mondrian renklerin arasındaki uyumu inceledi. Kübizmden faydalandı. Dikey ve yatay çizgilerin dengelerinden ve ana renklerden yeni bir tarz geliştirdi:

Mondrian ”Benim, resimde değiştirmeye zorunlu olduğun ilk şey renkti. Saf renk lehine olarak doğa rengine son verdim. Doğa renginin tuval üzerinde gösterilemeyeceğini hissetmeye başladım. İç güdüsel olarak duymaya başladığım şey, resmin doğa güzelliklerini anlatabilmesi için, yeni bir yol bulmanın zorunlu olduğu idi.” (Turani,2000:604).

Bu sıralarda Almanya ve Rusya’da Maleviç, Lisstzky ve Pevsner gibi sanatçıların çalışmalarından Konstrürktivizm doğdu. Sanat eserinin bilinçaltı zihninin tezahürü olduğunu savunarak, insan yapısı materyal özünü değil, evrenin açıklanamaz bilinmezliğini ifade için bir arzu olduğunu ilke edinmişlerdir.

Sürrealizmde bilinç altı rüya alemi ön plana çıkmış ve empresyonizmden bu yana kullanılmayan edebiyat renk ile harmanlanmıştır. Joan Miro, Fovların terk ettiği renkli lirizmden faydalanmıştır. Paletinde yer alan mavi, sarı, yeşil, siyah, resimlerinde tutumlu olarak kullanılmıştır. Miro Kandinsky’nin etkisinde kalmıştır.

1940’larda soyut resimde lekecilik akımı görülmektedir. Lekeci anlayış ilk olarak Amerika’da Marc Tobey’de görülmüştür. Tuvalinde renkli unsurları yüzeye yaymış, tek merkezlilikten kurtarmıştır. Resmin akışını süratlendirmiştir. Bu akımın diğer bir üyesi Jackson Pollock’ın büyük boy resimlerinde de aynı etki görülmektedir. Leke ağırlıklı eserleri boya akan fırçasından yayılmış olan renklerin tuval üzerine sıçratılmasıyla oluşur.

Lekeciliğin dışında olup kişilikleri ile resimde boya-resme önem veren sanatçılardan Manessier renkli ve ışıklı resimleri ile kendine özgüdür. Soulages, gri ya da açık renkte plan üzerine çoğunlukla siyah renkli çizgiler kullanmıştır.

Biçimler ve renkler bir araya geldiğinde izleyicide beklenmedik optik etkiler yaratan “Op art” akımı oluşmuştur. Soyut sanatta imge yapısının da görüldüğü sanatçılardan Nicolas de Stael buna örnektir. İnandırıcı manzara çağrışımları oluşturarak bize ışığın ve uzaklığın duygusunu hissettiren, bunu renklerin fiziksel varlıklarını unutturmadan yapan sanatçılardır.

Işığın resim sanat tarihindeki yolculuğunda, bugüne geldiğimizde, modern resim ilkel kaynaklara yakın ama kendi özellikleriyle esas gerçekleri görünür bir hale getirmektedir. Bu gerçekler en açık şekliyle soyut sanatta ifade edilir. Soyut sanat incelenirken, sanatçının ruhsal dünyasına yöneldiği görülür. Bugün ortaya Rönesans hümanizmasından farklı yeni bir hümanizma çıkmıştır. Bu ise, insanın içindeki sonsuzluğa yönelmişlik gösterir.

James Turell, somut ışık kaynakları ile yaptığı üç boyutlu çalışmalarında, ışığın günümüzdeki yolculuğuna dair farklı bir bakış açısı sunar. Konuları uzay ve ışıktır. Mekansal anlatımlar kullanmıştır, ancak Işık sanatta vazgeçilmeyen somut bir araç veya ifade yolu olmayı sürdürmektedir. .

Sabah ışıkları Orhan Veli tarafından şöyle anlatılıyor;

Gün Doğuyor

Dili çözülüyor gecelerin.

Gölgeler kaçışıyor derine.

Gün doğuyor şehrin üzerine.

Korkarak şekl’alıyor bacalar,

Gün doğuyor şehrin üzerine.

Bakıyorlar günün gözlerine

Gözleri uykulu atmacalar.

Sallayarak dallarını kavak

Yükseliyor her günkü yerine,

Gün doğuyor şehrin üzerine,

Mavi bir ışıkla ağararak.

Gün doğuyor şehrin üzerine,

Renk renk hacimle doluyor her yer.

Dalıyor dağınık yüzlü evler

Hala yanan sokak fenerine.

Toprak kımıldıyor yavaş yavaş,

Gün doğuyor şehrin üzerine;

Bembeyaz gece çiçeklerine

Sabahla düşüyor bir damla yaş.

Ve bir deniz hücumu halinde

Gün doğuyor şehrin üzerinde.

Orhan Veli ( Bütün Şiirleri )

SONUÇ

Gece iniyor, bulutlar kaybolup gitti;

Gök apaçık,

Arı, duru ve soğuk...

Sessizce gözlüyorum Yıldızlar Irmağı’nın,

Yeşim Kubbe’de dönüşünü.

Bu gece yaşamın tadını çıkarmalıyım sonuna dek,

Zira bunu yapmazsam, Gelecek ay, gelecek yıl, Kim bilebilir nerede olacağımı?

T’ung- Po, 11. yüzyıl, Eski Çin

Işığın serüveni insanın serüvenine eşlik ederken değişimler, uyum çabalarını, süreklilikler de devinimleri ortaya çıkarmaya devam ediyor. Işık yaşam serüveninde insana yol gösteriyor. İçerdiği mistik anlam hayata bağlılık konusunda insanlığın bir nevi kurtarıcısı oluyor. T’ung Po ve diğerleri, hepimiz, günlük, tekdüze yaşantımızı ışıkla ve onun bizde uyandırdığı duygularla renklendirip, sıradana anlam katabiliyoruz. Yaşantımızda bir anlam bulabiliyoruz. Sıradan insanlar ışığın görkemi karşısında sevinç, heyecan, mutluluk gibi duygular yaşarken, derinliğe sahip olanlarımız bu duygularını sanatın her dalında canlandırıyorlar. Monet, Vermeer, Rembrandt ve bu çalışmada değinilen diğerleri ışıkla yaratıp, ışıkla daha da yükseliyorlar.

Işık değişimin ve sürekliliğin temsilcisi olarak yaşantımızda bizlere eşlik ediyor. Işığın yarattığı anlık değişimler kırılganlığın ve sonun hazin habercileri olurken, bu değişimlerin süreğenliği sonsuzluğu hatırlatıyor. Bu süreçlerin bütünü ise bilinmeyenin, gizilin hem kendisi, hem de onu yaratan unsuru oluşturuyor.

İnsan, doğanın yarattığı dışında kendi ürettiği ışıkla, genel anlamda modern imkanlarla bu mistik yaklaşımlardan uzaklaşmışsa da ışığın içinde saklı gizem, gökyüzünün sürprizleri onu düşünmeye, hissetmeye ve anlamak için çaba göstermeye sevkediyor. Işığı resmedenler, ondan yaratmak için yararlananlar da yol gösterici bir rol üstleniyorlar.

Yaşam kaynağı olan ışık, yaşam sürdüğü sürece parlamaya devam edecek. Yaşam ışık olduğu müddetçe sürecek. Gizil yaşamlar da ışıktan beslenerek hayatlarımıza anlam katmaya devam edecekler. İnsanlar, ışıktan ve onun hatırlattıklarından esinlenerek üretmeye devam edecekler. Bu etkileşim ve yaratıcılık da ışığın kendisi gibi hem sürekli olacak, hem de çeşitli evrelerden geçerek değişimler gösterecek. Işığın serüveni ve insanda yarattıkları resmedilmeye ve yazılmaya devam edilecek. Son ışık hüzmesi de yok olana dek.

KAYNAKÇA

AKER, Aslı. Shakespeare’den Ruha Dokunan Düşünceler, İstanbul: Carpe Diem, lacivert yayıncılık, 2007.

EROĞLU, Özkan. Resim Sanatı Sözlüğü, İstanbul: Nelli Sanatevi, 2006.

SEAİLLES, Gabriel. Leonardo da Vinci, USA: Grange kitapları, 2006.

BERGER, John. Görme Biçimleri, (Çev: Yurdanur Salman), İstanbul: Metis Yayınları, 1992.

Edizioni Musei Vaticani. The Sixtine Chapel, Vatikan: Tipografia Vaticana, 1994.

TARANCI, Cahit Sıtkı. Otuz Beş Yaş, İstanbul: Can Yayınevi, 1999.

SAGAN, Carl. Milyarlarca ve Milyarlarca, (Çev: Füsun Baytok), Ankara: TÜBİTAK, 2006.

FİNLAY, Victoria. Renkler; Boya Kutusunda Yolculuklar,(Çev: Kudret Emiroğlu), Ankara: Dost Kitabevi Yayınları, 2007.

PARRAMON, Jose M. Resimde Renk ve Uygulanışı,(Çev: Erol Erduran), İstanbul: Remzi Kitabevi, 1991.

GOGH, Vincent Van. Theo’ya Mektuplar,(Çev: Pınar Kür), İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2004.

MİTTLER, Gene A. Art is Focus, Texas: Glencoe, 1994.

TANSUĞ, Sezer. Resim Sanatının Tarihi, İstanbul: Remzi Kitabevi, 2006.

GOMBRİCH, E.H. Sanatın Öyküsü,(Çev: Erol Erduran- Ömer Erduran), İstanbul: Remzi Kitabevi, 1997.

TURANİ, Adnan. Dünya Sanat Tarihi, İstanbul: Remzi Kitabevi, 2000.

ROBİNSON, Michael Rowan. Yıldızların Altında,(Çev: Murat Alev), Ankara: TÜBİTAK, 2005.

KANDİNSKY, Wassily. Sanatta Zihinsellik Üzerine,(Çev: Tevfik Turan), İstanbul:Yapı Kredi Yayınları,2005.

KANDİNSKY, Wassily. Sanatta Ruhsallık Üzerine,(Çev: İsmail Türkmen), İstanbul: Altıkırkbeş Yayınları,2002.

LYNTON, Norbert. Modern Sanatın Öyküsü,(Çev: Prof. Dr. Cevat Çapan- Prof. Dr. Sadi Öziş), İstanbul: Remzi Kitabevi, 1990.

VELİ, Orhan. Bütün Şiirleri,(Derleyen: Asım Bezirci), İstanbul: Can Yayınları, 1984.



Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar