Aç Yüzünü Sevdam
21
Vezin: Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün.
Aç gözün dildâra bak ref oldu yüzünden
nikâb,
Zulmeti sürdü çıkardı ara yerden âfitâb.
Şol “sakâhüm Rabbühüm” hamrın lebinden içegör,
Katresin nûş eyleyen uşşâk ebed görmez azâb.
Otuz iki harfi bildin dört kitâbın aslıdır,
Safha-i vechinde yazılmış kamû bî-irtiyâb.
Mekteb-i irfâna gir oku bu ilmin aslını
Gör ki nice derc oluptur bu ilimde dört kitap.
Her ne okursan çün otuzikiden taşra değil,
Yüzünün metnini şerh eder okuyan fasl-ü bâb.
Her ne söz kim söylenür âlemde Türki yâ Arab,
Tut kulağın kim sanadır cümle dillerden hitâb.
Her ne kim görür gözün andan cemâl-i yâre bak,
Çünkü gitti ey Niyâzî kalmadı asla hicâb.
Aç gözün dildâra bak ref oldu yüzünden nikâb,
Zulmeti sürdü çıkardı ara yerden âfitâb.
Aç gözün sevgiliye bak yüzünden nikâb perdeyi kaldırdı,
parlak yüzü ara yerden karanlığı sürdü çıkardı.
“Aç gözün dildâra bak”, dildârdan murat Hakk’tır. Senin
yüzünden örtü kalktı. Hak zulmeti sürdü, çıkardı
aradan, o zaman sen de her şeyde Hakk’ı apaçık görürsün.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;
“Allah Teâlâ halkını karanlık içinde yaratmıştır.” [1]
İbn’ül Arabî hakikati iki açıdan görür. Allah Teâlâ’yı bütün görünen
şeylerin özü sayar ve “Hakk” adını verir, ya da bir
açıdan görünen madde sayar ve “Halk” olarak adlandırır.
İbn’ül Arabî’ye göre, tek ve çok yalnızca bir hakikatin iki ayrı ifadesinin
isimleridir. Bu tek hakikat, hakiki birlik, fakat dış evrende müşahede edilen
çeşitliliktir.[2]
Hakk değişmeden kaldığı halde halk o değişmeyen varlığın değişen ve
sayılmayacak kadar çeşitlilik gösteren zuhur ve tecellisidir. İbn’ül Arabî,
Hakk’ın çok çeşitli şekilleri almasını şu örnekle izah eder: Su; buz, kar,
buhar, dolu, yağmur, çeşme, dalga, ırmak, deniz gibi şekiller ve adlar alır.
Görüntüler farklı olsa da bunların aslı sudur.[3]
İbn’ül Arabî Hakk ve evren ilişkisini “Hakk’ın dışında, evren denilen şey
O’nun gölgesi gibidir, işte bu gölge mümkün varlıkların özünü oluşturur.
Öyleyse, esasen insanın idrak ettiği sadece Hakk’ın vücudundan, bu evren olarak
yayılan şeyden, yani O’nun zatından ibarettir. Zira ondan başka varlık yoktur.”[4]
Şol “sakâhüm Rabbühüm” hamrın lebinden içegör,
Katresin nûş eyleyen uşşâk ebed görmez azâb.
“sakâhüm Rabbühüm” içkisini dudağından içegör,
Katresin içen âşıklar ebedi görmez azâb.
Burada وَسَقَيهُمْ رَبُّهُمْ شَرَابًا طَهُورًا “Rableri
onlara tertemiz içecekler içirir.” [5]
âyet-i kerimesine işâret olunuyor. Çünkü cennet ehli en önce
cennette süt içecektir, zirâ süt ilmin sûretidir. Hattâ bir
adam rü’yâsında süt içse âlim olur, şarap içse fâsık, bal içse dâim
bir kararda durur, yani doğduğu gibi değişmeden vefat eder.
İşte şarab-ı tahûr dan (temiz şarap) murad aşkın
şarabıdır. Aşkın ilk katresini içen dünyâ ve âhiret azâbından
berî, yani sâlim olur.
Otuz iki harfi bildin dört kitâbın aslıdır,
Safha-i vechinde yazılmış kamû bî-irtiyâb.
Dört kitâbın aslının otuz iki harf oduğunu bildin,
Şübhesiz hepsi yüzünün sayfasında yazılmış.
İslâm âleminde ise harflerin bazı husûsiyetlere sahip olduğu inancı oldukça
eskidir. Bu itibarla Kur'an'ın yirmi dokuz sûresinin basındaki harflere çeşitli
anlamlar verilmiştir. İslâm uleması arasında hurûf ile uğraşanların başında
Hallâc-ı Mansûr (hyt. 922) İbn Nedim (hyt. 987)'den sonra İbnü'l-Arabî
(1165-1240), İbn-i Haldûn (1332-1406), Abdurrahman-ı Bistâmî (hyt. 1454) ve
Sarı Abdullah Efendi (1584-1660) gelir.
İslâm Dünyası'nda Hurûfîliği bir inanç sistemi, bir fırka halinde yayan
Esterâbâdlı Fazlullâh-i Hurûfî'dir. XlV. asrın sonlarında İran'da Timur'un
saltanatında (1370- 1405), tarikat ehlinin büyük müsâmaha gördüğü zamanda
Fazlillâh-i Hurûfi, bugün Gurgan diye bilinen, İran'ın Hazar Denizi'nin
güney-doğu kıyılarına yakın Esterâbâd şehrinde fırkasını yaymaya başlamıştır.
Eski devirlerden beri batını akidelerin kök saldığı İran'da kendi
fikirlerini bu batınî metodlarla kurmaya çalışmış olan Fazlullâhi Hurûfi Bâtıniyye'den
Şeyh Hasan-i Cûrî (hyt. 743/1342-3) ve O'nun halifelerinin tesiri altında
kalarak fırkasını kurmuştur. Fazlûllâh, Bâtınîlerin te'vil metotlarını en iyi
bir şekilde değerlendirerek, harflerin önemini ve onların sayılarla olan
münasebetlerini ortaya koymuş, dînî emîr ve hükümleri Arap ve Fars
alfabelerindeki yirmisekiz ve otuziki harfe irca etmiştir. Allah
Teâlâ'ya ait sırların harf ve sayılarda gizlendiği kabul edilen manalarını
çözmeğe çalışmış; gelecekteki hadiseleri önceden keşf için faydalanılan Ulûm-i
garibe ve Ulûm-i harfiye yanında ilm-i hurûf'un esaslarını ortaya atarak bu
bilgiyi orijinal bir şekle sokmuştur.
Fazlullâh-i Hurûfî, otuz iki yaşında iken kurduğu fırkayı, önceleri
Tebriz ve İsfahan'da yaymaya başlamış ve yaptığı rüyâ tabirleriyle büyük şöhret
kazanmıştır. Kurduğu Hurûfîlik fırkası kısa bir zamanda İran'ın her tarafına
yayılmıştır.[6]
Fazlullâh Arap Alfabesindeki yirmisekiz harf yerine Fars
Alfabesindeki otuz iki harfi esas almıştır. Kur'ân-ı Kerim'e karşılık
olmak üzere, Farsça, Câvidân-nâme ismiyle kendi fikirlerinin ana kaynak kitabı
olan eserini telif etmistir.
Fazlullâh-i Esterâbâdı'nin dini görüşleri yani akîdesi Şeriata muhâlif
görüldüğünden, tevkif edilerek Alıncak Kalesi'nde yapılan muhâkemesi sonunda,
Timur'un oğlu Mırân Şâh (1404-1407)'ın emriyle (796/1394)'de boynu vurularak
katledilmiştir.[7]
Bu beyitte Niyâzî-i Mısrî kaddese’llâhü sırrahu’l azîz, eski türkçe
harflerin yirmidokuzu Arap harfleridir, üçü de yani “pe,
çe, je” Farsca harfleridir. Bu otuziki harf dört
kitabın aslıdır. Bunlar:
Zebûr, Tevrat, İncil ve Kur’an-ı Kerim’dir. Arap
harflerinin herbiri ilâhî mertebeleri bildirir. Meselâ “hemze” “Nûr-i
Muhammediyye” ye, “be” harfi “Nefs-i
kül-e”, “te” harfi “Heyûla” ya
vesâireye, yani herbir harf ilâhî mertebelerden bir mertebeyi beyân eder.
Farsça harflerden üçü de “Ulûhiyyet, Ahadiyyet,
Vâhidiyyet” mertebelerini bildirir.
Mekteb-i irfâna gir oku bu ilmin aslını
Gör ki nice derc oluptur bu ilimde dört kitap.
İrfân mektebine gir bu ilmin aslını oku
Dört kitabın bu ilmi nasıl içine aldığını görürsün.
Öğretim üç kısımdır: okuma yazma, ihtisaslaşma eğitimi ve irfan
mektebi’dir. İlmin aslını öğrenmek istiyorsan irfan mektebine
gir. Orada sana Mürşid-i Kâmil evvelce öğrendiklerinden
meselâ, “hemze” budur, “be” şudur diyerek ayrı ayrı beyân
eder.
Gözün her ne görürse, andan hicâbı, yani perdeyi kaldır,
Hakk’a bak, çünkü her ne şeye gözün erişirse, o şey sana hitâb eder
(şöyle der ):
“ Sakın bize aldanma, bizim müstakil vücûdumuz var olduğunu
zannetme. Bizim hakikatimiz olan Hakk’a bak. Biz
fitneyiz, seni aldatırız” diyerek hep nidâ ederler.
Niyâzî-i Mısrî kuddise sırruhu’l-aziz İrfân sofralarında buyurdu ki;
“Ey iman edenler Allah’tan korkunuz, O’na vesile arayınız ve O’nun yolunda
mücahede ediniz ki felaha eresiniz.” (Maide 35)
Bil ki ahiret yolcusuna iki ilim lazımdır: Zahir ilim, batın ilim. Zahir
ilim; sarf, nahiv, mantık, maani ve diğer alet kitaplarını okumak veya
erbabından dinlemekle öğrenilebilir. Batın ilim: halis amel, tehzib-i ahlak,
zikir, riyazet ve gece gündüz Allah Teâlâ yolunda mücahede ile kalbi
temizleyerek elde edilebilir. Birinci ilim kalbin cehaletini giderir ama nefs-i
emmarenin kibir, kendini beğenme, kin, hased gibi kötü sıfatlarını meydana
çıkarır. İkinci ilim, nefs-i emmare sıfatlarını giderir, ruhun, af, ezziyete
tahammül, kötülük edene iyilik, herkesin iyiliğini istemek gibi sıfatlarını
ortaya çıkarır. ..
Birinci ilim, evin duvarına çizilen nakış gibidir. İkincisi, birinci duvarın
karşısındaki duvarda bulunan cila gibidir. Bundaki nakış onda görünür. Onda,
âlemde olan her şey görünür. Hatta onda Allah Teâlâ’nın cemali de
görünür. [8]
İlm-i Zâhir- İlm-i Bâtın
İlim, bilmek manasına gelen Arapça bir kelimedir. Üzerinde çokça durulan bu
kelimeyi sûfiler, ikiye ayırırlar. Birincisi kazanmakla elde edilen (zâhirî)
ilim. Buna kesbî ilim de denir. İkincisi de, vehbî (batınî) ilimdir. Mutasavvıflar,
“ilm-i ledünnî (bâtınî)” sözüyle, kula vasıtasız verilen ilmi kastederler.
Onlara göre bu ilim, Allah Teâlâ’nın ilhamı ve kuluna bir öğretisidir. Nitekim
Allah Teâlâ Hızır aleyhisselâma, Mûsa aleyhisselâmı vasıta kılmaksızın bir
ilim vermiştir. İlm-i ledünnî, kulluğun, emre uymanın, Allah Teâlâ'ya karşı
samimi ve doğru olup Ona tam bir şekilde boyun eğmenin ve Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellemin meşalesinde ilim elde etmede bütün gücü sarf etmenin
meyvesidir...”
İlm-i bâtın denince şeriâtın dışında ona zıt bir ilim anlaşılmamalıdır.
Zira ilm-i bâtın, şeriâtın hakikati, özüdür ve şeriât'a uymak sureti ile ancak
elde edilebilen bir ilimdir. Nitekim bu konuda İmam-ı Şa'ranî şöyle der: “Şeriatın
ahkâmıyla halisane ibadet eden sûfî, zâhirî âlimlerin bilemeyecekleri öyle
ilimlere vakıf olurlar ki tarifi mümkün değildir. O, Kur'an ve Sünnet'in
zahirinden hüküm çıkarmaya muktedir olduğu gibi zâhir bilginlerin anlamayacağı
manalara da aşina olur.” [9]
Sûfiler, وَاَسْبَغَ عَلَيْكُمْ نِعَمَهُ ظَاهِرَةً
وَبَاطِنَةً “... Allah size nimetlerini zahir ve bâtın olarak bol
bol ihsan etti...” [10] Âyetinde geçen “bâtın
nimetler”'den, bâtın ilmini anlamışlardır. Bunun içindir ki İbn-ül Arabî
kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz, insan bilgisini aklî ve marifet olmak üzere ikiye
ayırır. Ona göre bilginin kaynağı akıl, marifetin kaynağı ise nefs (ruh) dir.
Marifet, Allah'a yakınlık kurmak sureti ile elde edilir ve aklî bilgiden daha
değerlidir. Aklî bilgi, ihtimalli iken, marifet kesin bilgidir ve İlahî
kaynaklıdır.
İlm-i Bâtın'ın Şer'i Yönü:
a) Kur'an-ı Kerim'den Deliller: Yusuf aleyhisselâmın ta Mısır'dan
kokusunu alan Yakup aleyhisselâm kendisini ayıplayanlara قَالَ اَلَمْ اَقُلْ لَكُمْ اِنِّى اَعْلَمُ مِنَ اللهِ مَا لاَ
تَعْلَمُونَ “Yakup, 'Ben size Allah tarafından (bana verilen bir
ilimlle) sizin bilemeyeceğiniz şeyleri bilirim, demedim mi? 'dedi.” [11] Bu âyet ve özellikle Hz.
Hızır'ın, Hz. Mûsa aleyhisselâma verilenden ayrı gizli bir bilgiye sahip
olduğunu gösteren Hızır'la Mûsa kısası, Allah Teâlâ'nın bazı kullarına lütf
ettiği manevî bir kavrayış ve ledünnî bir ilim olduğunu ispat eder.
Yukarıda belirttiğimiz gibi, mutasavvıflar, وَعَلَّمْنَاهُ
مِنْ لَدُنَّا عِلْمًا “Biz ona (Hızır'a) katımızdan
bir ilim (bâtınî) öğrettik”[12] âyetine dayanarak zâhir ilminden
başka bir de ledunnî ilim (bâtın) olduğunu kabul etmişlerdir. Onlara göre Hz.
Mûsa'ya melek vasıtasıyla gönderilen veya herkese tebliğ etmek üzere verilen
ilmi bilgiler, zâhirî ilim ve şeriat ilmi; Hz. Hızır'a doğrudan ve özel olarak
verilen dini bilgiler ise ledunnî ilim, hakikat ilmi veya bâtın ilmidir.
b) Hadis-i Şeriflerden Deliller:
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Harise radiyallâhü anha “Her
hakkın bir hakikati vardır. Senin imanının hakikati nedir.?” Diye sorduğunda
şöyle cevap vermişti ?:
“Ben nefsimi dünyadan men ettim. Geceleri uykusuz, gündüzleri susuz
geçirdim. Sanki ben Rabbimin arşını açıkça görüyor gibiyim. Ehl- i Cennetin
birbirlerini ziyaret edip durduklarını temaşa ediyor gibiyim. Cehennemliklerin
bağrışıp birbirleri üstüne yıkıldıklarını seyrediyor gibiyim” Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem bu cevap karşısında şöyle buyurmuştu:
“Sen işin farkına varmışsın. Anladığına iyi sarıl” [13]
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki: “Eğer siz
benim bildiklerimi bilseydiniz, az güler, çok ağlardınız, döşekte kararınız
kalmaz, dağlara çıkardınız.” [14]Bu hadis-i şerif, Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellemin belli bir hutbesinde söylenmiştir. Serrac der ki:
'Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin işaret ettiği bu ilim
herkesin bileceği halk arasında mutearef ilimlerden olsaydı. 'Benim
bildiğimi bilseydiniz' dediği zaman işitenler, 'senin bildiğini
biliyoruz' derlerdi.” Demek ki Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin
bahsettiği ilim herkesçe bilinmeyen özel bir ilimdi.
Mânâlar kesinlikle harflere sığmazlar,
Okyanusu bir kaba koymak mümkün olmaz!..
Biz ki, kendi sözlerimiz açısından sıkıntıdayız,[15]
Yine Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem başka bir hadis-i
şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır: “İlim ikidir, biri kalpte
gizlidir ki, faydalı olanı da budur.”[16]
Şu hadis de inananlar içinde kendisine ilhâm olunan kimseler bulunduğunu
bildirmektedir.
“Muhakkak ki (eski) ümmetler içinde muhaddesler (ilhamlı kişiler)
vardı. Eğer ümmetim içinde bunlardan bulunacaksa (ki şüphesiz bulunacaktır);
onlardan birisi de, Ömer'dir.” [17]
Buna dayanarak İbn-i Abbas radiyallâhü anh Hac süresinin 52. Ayetine
(Muhaddes) kelimesini ilave ederek وَمَا اَرْسَلْنَا
مِنْ قَبْلِكَ مِنْ رَسُولٍ وَلاَ نَبِىٍّ وَلاَ مُحَدَّثٍ şeklinde
okumuştur. Demek ki Muhaddes; peygamberliğin altında bir vahiy ve ilhâm
mertebesidir. Ve bu yüksek paye Hz. Ömer radiyallâhü anha tevcih
edilmiştir.” [18]
Muhaddesundan olan Hz. Ömer radiyallâhü anh demiştir ki:
“Ben üç şeyde Rabbime muvafakat ettim: Ya Resulallah, İbrahim makamını
namazgâh edinelim, dedim. Müteakiben 'Siz de İbrahim makamından bir namazgâh
edinin!' [19] ayeti nazil oldu.
Bir de hicap ayeti ki, 'Ya Resulallah, kadınlarına emretsen de, onlar perde
içine girseler! Çünkü hayırlı-hayırsız kimseler onlarla konuşabiliyor.' dedim.
Bunun üzerine hicap ayeti (Ahzâb, 32-33) nazil oldu. Yine Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellemin zevceleri, bir keresinde kendisine karşı kıskançlık
göstermek üzere ittifak etmişlerdi. Eğer o, sizi boşarsa, yerinize Rabbinin ona
sizden hayırlılarını vermesi ümit edilir, dedim. Derken bu (Tahrîm, 5) ayeti
nazil oldu.”[20]
Mehmed Sofuoğlu’nun şu izahı çok manidardır:
Hz. Ömer radiyallâhü anhın bu sözleri, ayetlerin inmesinden önce olduğu
hâlde, “Rabbim bana muvafakat etti” demeyip de, “Ben
Rabbime muvafakat ettim” demesi, Allah Teâlâ’a karşı bir edeptir.
Fıkhının ve ilminin açık bir nişanesidir. “Benim reyim, zuhurları muayyen
vakitlere kadar teahhur eden ezelî hükme muvafık düştü” demek istemiştir.[21]
Şeytan, ilhama mazhar olan Hz. Ömer’e Hudeybiye Antlaşması sırasında;
Furkan suresinin okunuşu ile ilgili olarak Hâkim b. Hizam’la olan tartışmasında
ve Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin vefatı sırasında birtakım
aldatmalarda bulunmuş ve Hz. Ömer’in nefsine arız olan bu düşünceler ve
yanlışlar nübüvvet nuruyla izale olmuştur.[22]
c) Sahabe ve Bazı Âlimlerden Deliller
Bâtın ilmine dair işaretler (deliller), sahabenin hayatında da mevcuttur.
“Eğer Kur'ân'daki Fatiha süresi hakkında konuşsaydık yetmiş deve yükü
kitap olurdu.” [23]
Yine Hz. Ali kerreme’llâhü vechenin şöyle dediği rivayet edilir: “Bir
kimse dünyadan yüz çevirirse Allah Teâlâ ona öğrenme olmadan öğretir. Hidayet
olmadan hidayet eder, gözünü açar, onu kötülükten kurtarır.” “Bende, Kur’an-ı
Kerim hakkında, bir kişiye Allah tarafından verilen bir anlayıştan (fehm) başka
bir şey yoktur.” [24]
Bu kelâm, Harise radiyallâhü anhın Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme
verdiği cevapta saydığı hususları teyit eder derecededir. Harise de: “Ben,
dünyadan nefsimi men ettim... Arşı, cehennemlik ve cennetlikleri görür
gibiyim.” diyordu. Hz. Ali kerreme’llâhü vechede dünyadan yüz
çeviren kişiye, AllahTeâlâ'nın kendisine verdiği (bâtın) ilimle, öğrenme
olmadan bilebileceğini söylemektedir ki bu ilm-i bâtına güzel bir delildir.[25]
İbn Abbâs'ın radiyallâhü anhın “Yedi kat göğü ve yerden de bir o
kadarını yaratan Allah'tır. Allah'ın fermanı bunlar arasında iner.” [26] âyeti hakkındaki; “Eğer ben
bu âyetin tefsirini söyleseydim, beni taşa tutup öldürürdünüz.” diğer
bir rivayette, “Kesinlikle benim kâfir olduğumu
söylerdiniz.” [27] sözünün bir anlamı olmazdı.
Ebû Hureyre'nin radiyallâhü anhın “Hz. Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellemden iki kap hıfzettim. Onlardan birini yaydım. Diğerine
gelince, eğer onu da yaymış olsaydım, benim şu boğazım kesilirdi.” [28] kelamını hatırlamak gerekir.
Sonuç olarak İlm-i zâhir ile ilm-i bâtın arasındaki münasebeti maddeler
halinde şu şekilde ifade etmek mümkündür:
1—İlm-i zâhir ile ilm-i bâtın temelde Kur'an-ı Kerim ve Sünnete dayanan, bu
iki kaynaktan zuhûr eden, kökü bir olan iki dal gibidir.
2—İlm-i zâhir ile ilm-i bâtın birbirine zıt olmayıp, biri (ilm-i bâtın)
diğerinin (ilm-i zâhir) kemale ermiş şeklidir.
3—Bâtınsız zâhir, zâhirsiz bâtının olması düşünülmemelidir. İkisi birlikte
ve bir şeyin içi ile dışı gibi anlaşılmalıdır.
4—Zâhire aykırı düşen bir ilm-i bâtın batıl olur ve kabul edilemez. Böyle
bir iddia, sapıtmış olan bâtınîlerin iddiası olabilir, Müslümanın değil.
5—İlm-i zâhir, ilm-i bâtına açılan kapı ve onun girişi mahiyetindedir.
İlm-i bâtın ise ilm-i zâhir'in kemale ermiş şekli ve semeresidir.
6—İlm-i bâtına nâil olan kimse, zâhirî ilimleri daha iyi anlar. Ancak ilm-i
zâhirde kalan, ilm-i bâtını bilemez.
7—İlm-i zâhir kesbî iken, ilm-i bâtın başlangıç itibarı ile kesbî olmakla
beraber sonuç itibarı ile vehbîdir.
8—Bâtınî yönü olmayan zâhir ilmi, içi boş kabuk mesabesindedir.
9—İlm-i bâtını elde edememiş, ancak zâhirî ilimler sınırında kalmış olan
kimse hakikatte var olan ilm-i bâtını inkâra kalkışmamalıdır.
10—İlm-i zâhir akıl ile irtibatlı ve beş duyu ile ilgili iken, ilm-i bâtın
gönül ve ilhamla ilgilidir.
Belki daha dikkatli bir inceleme ile bu maddeler daha da arttırılıp veya
azaltılabilir. Ancak sonuç itibari ile her iki ilim de İslamî ve birbirini
tamamlayan, birbirine zıt olmayan iki ilim oldukları bilinmelidir.[29]
Bu nedenle İlm-i Ledün eğitimin kurumsallaşmış şekli karşımıza Tarîkatlar’ı çıkarmaktadır.
Çünkü insânların yaratılış ve kabiliyetleri çok değişiktir. Öyle ki her insânı
başlı başına bir evren saymakta mübalâğa yoktur denebilir. O hâlde her ferdi
kendi yapısı içinde ele almak ve iç tecrübesini bu yapının gerekli kıldığı
usûllerle imkân dâhiline sokmak icâbeder. Bu yüzdendir ki Kur’ân, “Allah
Teâlâ’ya varmak için vesileler edinin”[30]diyor. Vesile, vahyin verileri ile
çatışmayan her türlü usûl ve çâre olabilir. Kur'an-ı Kerim bunu mutlak olarak
zikretmiş, hiçbir kayda bağlamamıştır. İşte Tarîkatlar, esâsen, bu vesile
edinme esprisinin mi’zac ve meşreplere göre teşkilâtlanmış şekillerinden başka
şeyler değillerdir.[31]
Her ne okursan çün otuzikiden taşra değil,
Yüzünün metnini şerh eder okuyan fasl-ü bâb.
Mademki her ne okursan otuziki harfden hariç değil,
Tafsil bölümü okuyan yüzünün metnini şerh eder.
Niyâzî-i Mısrî kaddese’llâhü sırrahu’l azîz başka yerde buyurduğu
Dağıla terkibim otuziki harf ola tamâm
Nokta-i sırrım kamunun cevherine kân ola
Beyitleri ile otuz iki harften kasıt ile bütün ilimlere havi vakıf olanın
insan olduğunu ve kendisini işaret buyuruyor. Hz. Mevlâna kaddese’llâhü
sırrahu’l-azizin
İki kişiyi aşan her sır yayılır, otuz iki dişten otuz iki orduya duyulur. [32] buyurduğu üzerede zamanında
Hakîkat ilimlerinin merkezi olduğuna işarettir.
Her ne söz kim söylenür âlemde Türki yâ Arab,
Tut kulağın kim sanadır cümle dillerden hitâb.
Âlemde söz Türkçe veya Arabça söylenir,
Kulağını tutarsan bütün dillerden hitâb sanadır.
Hz. Mevlâna kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz buyurdu ki;
Konuşan, söz söyleyen iki kişi bile birbirinin halinden haberdar olmazsa
duvarla kapı, nasıl birbirini anlar, duyar?
Ben, söz söyleyen adamın bile tespihinden gafil olursam gönlüm, sessiz
sedasız bir şeyin tespihini nasıl duyar? [33]
Anlayışsız olan için her şey ölü ve cansız, aksi için ise her şey konuşur.
Ancak bu beyit kulak sahibi olanlar için geçerli bir sözdür.
Her ne kim görür gözün andan cemâl-i yâre bak,
Çünkü gitti ey Niyâzî kalmadı asla hicâb.
Gözün ne görürse ondan cemâl-i yâre bak,
Çünkü Ey Niyâzî asla perde kalmadı, gitti.
Hz. Mevlâna kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz buyurdu ki;
Şeytan, Âdem’i adam akıllı sürçtürdü, ama Âdem’in arkası Allah Teâlâ idi,
elini tutan Hakk’tı. [34]
Niyâzî-i Mısrî burada kendisini yanlış anlayanlara sitem ederek hakîkati de
ifşa etmektedir.
[1] Tirmîzî, 2644
[2] Ebu’l Ala Afifî, Muhiddin İbn’ül
Arabî ’de Tasavvuf Felsefesi, İstanbul 1999, s. 35
[3] İbn’ül Arabî, Fusûs, s.
26,68,122; Süleyman Uludağ, İbn Arabî , Ankara 1995, s.124.
[4] İbn’ül Arabî, Fusûs, s. 47.
[5] İnsan, 21
[6] Abdulbaki Gölpınarlı, Hurûfilik
Metinleri Kataloğu, s.7.
[7] Dânişmandân-ı Azerbaycan(s.387)
Hurûfîyân(s.232)
[8] (ATEŞ, 1971) Kırk beşinci sofra
[9] (İDİZ, 2006)
[10] Lokman, 20
[11] Yusuf, 96
[12] Kehf, 64
[13] Ebu Nuaym, Hilyetul
Evliya, Mısır, 1933, X, 273; Suyutî, Celaluddin Abdurrahman, ed-Dürrül
Mensur, Beyrut, 1993, III, 163
[14] Buhari, Kusuf, 2, Nikah, 107, Rikak 28;
Müslüm, İbn Haccac Ebu'l- Hüseyin, el- Camiu's-Sahih, Kahire,1955,
Kusuf, I,
[15] (Şeyh Mahmûd Şebüsterî), b.50-51
[16] Ebu Talip El Mekki, Kûtu'l
Kulûb, Mısır, 1966, I,244-245
[17] Hadis değişik lafızlarla Hz. Aişe (r.),
Ebû Hureyre (r.) ve Ebû Saîd el-Hudrî'den (r.) rivayet edilmiştir. Hz. Aişe
(r.) rivayeti için bak: Müslim, Fedâilu's-Sahâbe (44), 23, hd.
no: 2398. Tirmizî, Menâkıb (50), 18, hd. no: 3693. Musned, 6,
55. Ebû Hureyre (r.) rivayeti için bak: Buharı, Fedâilu
Ashâbi'n-Nebi (62), 6. Hadisin Ebû Saîd el-Hudrî (r.) rivayeti için bak: Zevâid,
9, 69. Ayrıca bak: Şerhu Nehci'I-Belâğa, 12, 177. Bir
rivayette Hz. Ali (r.);”Mümin, muhaddes’tir.” demiştir.
Bak: Şerhu Nehci'I-Belâğa, 20, 320.
[18] (İDİZ, 2006)
[19] (Bakara, 215)
[20] Buhārî, Salât, 32/52.
[21] Mehmed Sofuoğlu, Sahîh-i Buhârî ve
Tercemesi, Ötüken Neşriyat, İstanbul 1987, 1/490. (TEKHAFIZOĞLU, 2005), s. 26
[22] İbn Teymiye, age, 2/91.
Hudeybiye Antlaşması’nın müşriklere taviz verir gibi gözüken bazı
maddeleriyle ilgili olarak Hz. Ömer, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme
itiraz etmiş ve
“Sen hak rasül değil misin ey Allah’ın Resulü!” demişti. Yine, Hakîm b. Hizâm’ı,
Furkan suresini kendi okuyuşundan başka bir tarzda okurken işitince onu apar
topar Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin huzuruna götürmüş ve
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem;
Böyle de okunur, Kur'an yedi harf üzere nazil olmuştur,buyurunca
sakinleşmiştir. Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin Hakk’a yürüyüşü
ile sanki şok geçiren Hz. Ömer radiyallâhü anh sokağa çıkarak “Kim
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem öldü derse, boynunu vururum” demiş,
Hz. Ebu Bekir radiyallâhü anhın Kur'an’dan ayetler okuyarak Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin da bir beşer olduğunu ve bir gün bu fanî dünyadan
göçeceğini hatırlatması üzerine kendine gelmiştir.
[23] İbn Ebî Cemre yoluyla Hz. Ali'den (r.)
nakledilmekte olan bu söz ve açıklaması için bak: Risâletu'l-Ledunniyye,
106. İtkân, 2, 1223-1224.
[24] Hz. Ali'den (r.) nakledilen bu cümlenin
değişik rivayetleri için bak: Buhârî, İlim (3), 39, Cihâd
(56), 170, Diyât (88), 23, 30. Tirmizî, Diyât (14), 16, hd.
no: 1412. Neseî, Kasâme (45), 12, hd. no: 4717-4718. Dârimî, Diyât
(15), 5. Müsned, 1, 79. Ayrca Hz. Ali'ye (r.), bir kişi; “Sana
gayb ilmi verilmiştir.” deyince, önce gülmüş ardından
da ona cevap olarak, gayb ilminin Kıyametin kopacağı vakit anlamında olduğunu,
bildiği ilmin ise, gerçek ilim sahibinden öğrenme (Ve innemâ huve
teallum min zî ilm) olduğunu söyleyerek, Lokman (31), 34. Âyetini
okuyup açıklamış, bu ilmin dışında ise, Allah'ın Rasûlüllah sallallâhü aleyhi
ve sellem öğrettiği ve kendisine de Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellemin öğrettiği bir ilim olduğunu ve bu ilmi sadrının anlaması ve gönlünde
toplanması için Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin kendisine dua
ettiğini söylemiştir. Bak: Şerhu Nehci'l Belâğa, 8, 215,11, 137-141,
13, 317-318.
[25] Ateş, Süleyman, İşarî Tefsir
Okulu, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları, Ankara, 1974,
s. 29-35
[26] Talak, 12
[27] İbn Abbâs'ın (r.), Talak (65), 12.
âyeti hakkındaki bu sözü yukarıdaki gibi değişik lafızlarla rivayet edilmiştir.
Bak: İbn Kesîr, 8, 183. Bu âyette ifade edildiği şekliyle, inmekte olan ilâhî
ferman hakkında İbnu'l-Arabî’nin yorumları için ayrıca bak: Futûhât, 1, 141,
156, 2,455, 3, 28, 382, 398, 4, 397.
[28] Buhârî, İlim (3), 42.
[29] (İDİZ, 2006)
[30] Mâide,35
[31] (ŞAHİNLER, 2004), s.84
[32] Mesnevi, c. VI, b. 197
[33] Mesnevi, c. III, b. 1499-1500
[34] Mesnevi, c. VI, b. 1344
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar