Print Friendly and PDF

Giriş

Bunlarada Bakarsınız


Kâbetü’l-uşşâk bâşed in mekâm





Her ki, na-kes âmed incâ şod temam





[1]





الحمد لله رب العالمين والصلاة والسلام على رسولنا محمد وعلى اله وصحبه وسلم اجمعين





Mürşid-i kâmil olunca nâ-yâb (olmayınca)





Sana mürşid yetişir şimdi kitâb.





İnsandan maksat ancak insân-ı kâmildir. İnsan-ı kâmil,[2] Hakk ve hakikâte vesiledir. O âlemin nurudur. O Allah Teâlâ’nın tecelli sureti ve âlemin hakikâtlerini kendinde toplayandır.





İnsan mazhar-ı tâm’dır. Yani, Hakk’ın bütün kud­retlerinin zuhuruna mahal olabilecek mahiyettedir.[3]





İnsân-ı Kâmil Beytullah’dır. Bütün ilâhi isim ve sıfatların ahkâ­mı, fiilleri ondan zahir olur. Allah Teâlâ âleme onun nazarıyla bakar ve onun mevcudiyeti ile merhamet eder.





İnsan-ı Kâmil’in kemâli yalnız ilmen değildir. O Allah Teâlâ’nın zâtının birliğini keşfiyle idrak eden kimsedir.





İnsan-ı kâmil’den daha mükemmel bir mevcûd yoktur. Bu dünyâda, insanlar arasında olgunluğa, mükemmelliğe ulaşamayanlar, bir hayvân-ı nâtık (konuşan hayvan)’dır; herhangi bir suret’in cüz’üdür; insanlık derecesine ulaşamaz. Aksine onun insanlığa nisbeti, bir ölü’nün insanlığa olan nisbetidir. Şu halde o, hakiki manada değil, şeklen insandır....”





“Mâsivallah’da Allah Teâlâ’nın gölgesi, insan-ı kâmil’dir...”





İnsan-ı kâmil, O’nun suretinde yaratılmıştır...”





“Yaratıklar konusunda meleklerden daha şereflisi yoktur. Bununla be­raber Allah Teâlâ, kendi isimlerini ona öğretmekle, insân-ı kâmil’i, meleklere üstün kılmıştır..”





“Allah Teâlâ, insân-ı kâmil’i yaratınca, ona ilk akıl mertebesini vermiştir...”





“Allah Teâlâ’yı ancak insan-ı kâmîl bilir. Çünkü o, Allah Teâlâ’nın tecellî ettiği yer­dir.”





“İnsân-ı kâmil’in ehadiyetini, Hakk’ın ehadiyeti ile çarptı­ğın zaman, sende ancak bir ehadiyet kalır...” (1 x 1=1)





İnsân-ı kâmil, ferdiyet’de ilkdir...”





İnsân-ı kâmil ki, kendi zâtıyla Rabb’ine delâlet eder... İşte bu insan-ı kâmil, hedef itibariyle evvel (ilk), fiil (eylem) bakımından âhır (son); harf (söz) itibariyle zahir (açık) ve mânâ itibariyle de bâtın (gizli)’dır. Ve o insan-ı kâmil, tabiat ve akıl arasını bir araya getiren, toplayandır. Cisimlere hâkim olan maddelerden tecerrüd dahi onda bulunur. Oysa bu, ondan başka yaratıklarda yoktur. Allah Teâlâ’nın âlem’deki hükmü, insân-ı kâmil ile zahir olmuştur..”





İnsan-ı kâmil, kâinata Allah Teâlâ’nın gözü ile bakar. Bir kudsî hadisde Allah Teâlâ der ki; Ben onun gördüğü gözüyüm...”





“İnsan-ı kâmil, kendi başına bu âlemdeki gâyedir. Bu mükemmellik, Hz. Âdem’de zahir olmuştur...”





İnsân-ı kâmil, ancak Hakkın sûreti’ylekemâle ermiştir. Tıpkı, yaratılışı tâm olmasa dahi, ancak oraya bakan bir kimsenin suretinin tecellisi ile kemâle eren bir ayna gibi..”





Böylece “Allah Teâlâ, İnsan-ı kâmil’i kendi suretinde yarattı. Ve onun mertebesini melekler’e tarif etti. Ve onlara haber verdi ki, insan bu âlemde Allah Teâlâ’nın halîfe’sidir Göklerde ve dünyâda bulunanların hepsini, onun em­rine musahhar kıldı. Hakk bundan sonra da kendisini gizledi. Çünkü kendisine halef olacak kimsenin zuhuruyla, nâib’in artık bir hükmü yoktur... Allah böylece, gözler’den gizlendiği gibi basiret’lerden dahi gizlendi. [4]





İnsân-ı kâmil nefsin tehlikelerinden kurtulduğu için ihlâsı büyük iksir gibi­dir. Bir ameli yüz bin amel yerine geçer.





İnsan-ı Kâmil bin dünyaya değer. Misk kokusu gibi, diğer kokulardan kuvvetlidir.





İnsan-ı kâmilin izinde olanlar ve sülûk gö­renler bu gelişmeye ve kemale mazhar olurlar. Bu nedenle;





Çok az kişi ise, insanlığın en şerefli, en yüce mertebelerine ermiş kâmil ve mükemmil, âlî zevata kavuşmak, onların mübarek ellerini öpüp himmetlerini kazanmak, onların güneş ışığı gibi olgunlaştırıcı nazarları ve sohbetleri ile kimi az, kimi daha çok ölçüde nefislerini tanıyıp terbiye edebilmek mazhariyetine kavuşurlar. Ahmed Âmiş kuddise sırruhu’l-azîz Hazretleri tarîkat ehli için buyurdu ki;





“Yedi göbek yukardan, yedi göbek aşağıdan kabul edilmiş” bahtiyar kullardır. Derece derece, bu kişilerden kimi bilir, kimi bulur, kimi olur. En az nasîbdar olanı bile, bu yüce zevatın nazarlarına mazhar oldukları için akıbetleri İnşâallah hayra çevrilir. [5]





İnsanın kemâli de Allah Teâlâ’yı, nefsini ve İnsan-ı kâmili tanımasındaki kemâle bağlıdır.





İşte bu eserin esasen mevzunu oluşturan bu yolun esas gayesi de nefsi terbiye etmek ve kalbi saflaştırmaktır.





Ehl’u-llâh bir nuru hakikâttir.  Bu nura pervane olanlar sonunda vuslat şarabını içerler. Bu sebeptendir ki, Cüneyd-i Bağdadî kuddise sırruhu’l-azîz[6] Hazretlerine sormuşlar;





Evliyanın sözleri ve hikâyelerinden bir menfaat temin edilir mi?





Evet. Bu yolda sabırlı olmak, müşahede ve kuvveti kalb husule getirir. Kur’an-ı Kerim’de “Biz sana Peygamberlerin kıssalarını anlatarak kalbini tatmin ve tespit edeceğimiz her çeşit kıssayı sana anlatıyoruz” buyrulmadı mı? Cevabını vermiştir.[7]





Yazılı eserler insan-ı kâmile bir yoldur.[8] Ancak tasavvuf ilmi ve hakikî irfan söz ile tahsil edilmez, konuşan Kur’an-ı Kerim olan insandan talim olunur.





Bu açıklamalardan anlaşılır ki; Kâmil bir mürşide ulaşmak, onunla ko­nuşmak ve sözlerinden istifade etmek gerekli olmakla beraber; böyle bi­rine rastlanmadığı takdirde, geçmiş mürşitlerin sözlerinden istifade ede­bilmek için tasavvuf kitapları okumak da faydadan hâli değildir, hatta zaruridir. İşte bu türlü görüş ve düşünüşlerden dolayıdır ki, birçok mutasav­vıflar yazılı bir tek satır bırakmamışlar; bir kısmı da pek az eser yaz­mışlardır.[9]





“İnsanda yenilik meyli bir taraftan ruhun temayüllerindeki son­suzluktan, diğer taraftan da her gün oluşan hayatın, hâdiselerin ye­nilikleri içinde devam edip gitmesinden dolayıdır. Devamlılık içinde ye­nilenme, yenilenme içinde devamlılık. İşte nefsin aradığı budur.” [10] Hakikâte seyr-i sülûk etmek bu yolda mürşid veya kitabla olsun gereklidir. Niçin diye bir soru sorulursa, bunun cevabı: zamanla insan aslından yabancılaşır, aslını unutur. [11] Medeni denilen insanlarda dahi yozlaşmanın olması, insanın kendi başına kalması ile bozulmanın yani nefsânî duyguların ön plana çıkması neticesi ile terbiyeye muhtaç olduğu aşikârdır. İnsanın kurtuluş için kendi başına bulduğu çareler ise, efsanelere ve safsatalara yol açan nedenler olur.[12]





Neticede insan nefsinin esiri olur. Bir insanın kaybedilmesi nesilleri, nesiller milleti ve devleti yok eder. İnsanı-ı Kâmiller ise, bu yolda en çok muhtaç olunan zarurî kişilerdir.





Yolcuysan, yoldaysan, sana yol açarlar.
Yok olursan sana varlıkla yönelirler.





Züleyha, her taraftan kapıları kapadı ama Yusuf’ta hiçbir hareket görünmedi. Kilit ve kapı tekrar açıldı, yol göründü. Çünkü Yusuf, Rabbine dayanmıştı, her yana dönüp dolaşmaktaydı. Âlemde bir yarık görünmemekte ama Yusuf gibi hayran bir halde her yana koşup gelmek gerek ki, kilit açılsın, kapı görünsün, mekânsızlık size yer olsun.





Ey imtihan olan kişi, âleme geldin ama geldiğin yolu hiç görmüyor musun?





Sen bir yerden, bir yurttan geldin. Geldiğin yolu bilmiyor musun, hayır, değil mi?





Mâdemki bilmiyorsun, yol yok deme. Bu yolsuz yoldan bize gitmek görünür. Rüyada neşeli bir halde sağa, sola gitmektesin. O meydanın yolu nerede biliyor musun? Sen gözünü kapa, kendini teslim et de kendini o eski şehirde göresin. Fakat gözünü nasıl kapatabilirsin ki, yüzlerce mahmur göz, senin gözünü kapatmadan seni senden almakta. [13]





Tasavvufî Hayatın siyasî ve içtimaî durumu ve umumî bir bakış





Allah Teâlâ’ya yaklaşmak, onunla manevî bağlantı kurmak emeli ger­çek sûfîliğin başlangıcı sayılır.





İnsan iki hal üzeredir. Maddî ve manevî.





İnsanların mânevî hayatı bir bütün olarak incelendiğinde ihtiyaçları ile oluşmuş kurumlardan en belirgin olanı tarîkatlar olduğu görülür.  Tarîkatlar dinî, ahlakî, mistik ve kültür gibi birbirinden ayrılmayan unsurlar içerisinde yıllarca hayatın içinde bazen sönerek veya başka bir suret alarak sürekli devam ede gelmiştir. Yine bazı zamanlarda siyasetin şekillenmesi, bir devletin yıkılması ve kurulmasına etki edecek kuvveti de bulmuştur.





İslâm toplumları­na baktığımızda, devlet ile insan ilişkilerini düzenleyen bu ara tabakanın genel anlamda ümmet temeli üzerinde şekillenmiş olan ve birer sosyal yapı ve mües­sese olarak ortaya çıkan tarîkatlar tarafından doldurulduğu görülür.[14]





Tasavvufî hayatta XX. yüzyılda tarîkatların durumuna bakıldığında pek iç açıcı bir durum görülmemektedir. Kuruluşu ve kaynağı dinden olan tasavvufun her kurumda olduğu gibi XX. yüzyılda içeriği zayıflamıştır. Öyle ki, tasavvufi düşüncede yenilikler kaybolmuş, daha önceki tezler işlenmeye, tekrar edilmeye başlamış, seküler[15] fikirlerin çıkmaya başlamasıyla da, tasavvufi fikriyatta gerileme olmuştur.





Mezhep ayrılıkları gibi tarîkat çekişmeleri de, İslâm devletleri ve Osmanlı İmparatorluğu’nun özellikle gerileme döneminde, devletin çöküşünü hızlandıran ve giderek dinin yozlaşmasına neden olan sebeplerdendir. Bu nedenle on dokuzuncu yüzyıldan itibaren tarîkatlardaki bozulma hem artarken hem de fark edilmeye de başlamıştır. Öyle ki, ferdi bir kurum olan tarîkatın, giderek bir devlet dairesi haline gelmesi, şeyhlerin tahsisatla geçinen birer memur durumuna düşmesi, şeyhlikte liyakatin bir kenara bırakılarak babadan oğula miras kalması, tasavvufi kurumları ve fikriyâtı da yıpratmıştır. [16]





Hakiki tasavvuf ehli de kurunun yanında yaşın yanması gibi en büyük darbeyi, nakıs ehl-i tarik, tekke, zaviye ve müntesiplerini siyasî emellerine alet eden bir takım siyaset cambazlarından yemiştir.





Gerçek İslâm tasavvufuna karşılık son asırlarda meydana gelen çöküntüyü acı bir dille yeren bir zat şöyle demiştir:





Tasavvuf bir hal idi, bir kâr oldu.





Tasavvuf bir fedakârlıktı, bir kazanç yolu oldu.





Gizlenmekti, şöhret vesilesi oldu.





Eskilere uymaktı, geçim yolu oldu.





Gönülleri âbâd etmekti, gururu okşamak oldu.





Zâhidlikti, sefahat oldu.





Ahlaktı, ahlaksızlık oldu.





Kanaatkârlıktı, israfçılık oldu.





Tecerrüddü, ekmek peşinde koşmak oldu.





Cumhuriyetin 1923’te kurulması 30.11.1341/1925’de kabul edilen 677 sayılı “tekke ve zaviyelerle türbelerin kapatılması ve türbedarlıklarla birtakım unvanların men ve ilgasına dair kanun”la ve yeni devletin laik olduğunun anayasaya konması, bu anlatılan sıkıntıları bıçak gibi keserek sıkıntıları tarihe gömmüştür. Ancak devletin yeni ilkesinin yorumu da ayrı bir kargaşa ve boşluklar meydana getirmiştir. Aşağıdaki alıntılara bakılınca da sonuçları çok garib tezâhür etmiştir.





Sonra 3 Mart 1924 tarihli “Tevhid-i Tedrisat” kanunuyla, “Maarif Vekâleti Yüksek diniyat mütehassısları yetiştirmek üzere Darülfünunda bir İlahiyat fakülte­si tesis ve imamet ve hitabet gibi hidematı diniyenin ifası vazifesiyle mükellef memurlar yetiştirilmesi için ayrıca mektepler açacaktır. Millî Eğitim Bakanlığını, adeta “Hz. Ali kerremallâhü veche-Muaviye radiyallahü anh ihtilafında olduğu gibi” hakem kabul etmişti de, o da din adı altında ne kadar mektep varsa hepsini toptan kapatıvermiş, hem de bir hafta içinde kapılarına kara kilidi asmış da gidivermişti. Kanun yürürlükten kal­dırılmadığı halde; din okulları açmağa tam 27 yıl yanaşmamıştı.. Fakat öyle gün­ler oldu ki, bir köydeki cenazeyi dinî merasimle mezara gömebilmek için, öbür köyden imam getirme zorunluluğu doğmuştu.. Maddeten bitkin hale geldiği gibi, manen de bitmiş idi ülke akımlar ortaya çıkmıştır.





Milletin mânevi doktora olan ihtiyacını önlemeye kimsenin gücü yetmedi. Din öğretiminin yasaklanmasıyla ülkenin dört bir bucağında iyi, ya da kötü niyetli bir nevi tarîkatler ve şahıslar harekete geçmiş, Nurculuk, Süleymancılık vs. gibi türlü akımlar ortaya çıkmıştır.





Kimsenin açıkça, dini diyaneti savunması şöyle dursun; Allah Teâlâ’dan ve Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemden bahsedenler bile suçlanır olmuştu.. Ama din aleyhinde yakası açılma­dık sözler, küfür ve hakaretler serbest!..





Mukaddesatımız artık Ali Fuat hocanın deyimiyle; sahte tabiblerle, küfür eh­li arasında top gibi bir oyuncak olmuştu..[17]





“Birçok camiler camilikten çıkarılmış, hangar hâli­ne getirilmiş, ahır olmuş, Yahudilere, Ermenilere satılarak şarap deposu yapılmıştı.” “Böylece memleketin her tarafında yüzlerce, bin­lerce cami yıktırıldı, satıldı, depo ve ahır yapıldı.”[18]





“1946 seçim kampanyasından çoğunlukla seçilip gelen CHP mil­letvekilleri bozuktular. Parti, ilk defa milletten bir zılgıt yemiş, sar­sılmıştı... Uzun bir Tek Parti devrinin biriktirdiği hoşnutsuzluk yay­gındı. Denilebilir ki, halkın bir numaralı yakınması din hizmetleri ve din öğretimi bahsindeydi. Vatandaş: “Ölü yıkayacak adam bulamıyorum” diyordu.





  İmam Hatip mektepleri kapatılmış, uzun yıllar din adamı yetişmez olmuştu. Beş âyet ezberleyen din adamı geçiniyor, onlara da “hademe-i hayrât” adı veriliyordu....Nihayet, uzun yıllardan beri okullarımızda din öğretimi yoktu.”[19]





Dergâhlar örtüleli altı sene olduğu halde, hâlâ dervişlerin tekke çatısı altına girip girmediğini kontrol eden ve yasakların tatbik olunup olunmadığını takibe memur edilen kimseler, bu kontrole bir terör ve baskı manzarası vererek alâkalıları rahatsız etmeye devam ediyorlar­dı.





Semahânemiz ve müştemilâtı, vakıf olmayıp Hocamızın kendi maddî imkânlarıyla kurulmuş olması sebebiyle sahibine iade edilir edilmez içinde tadîlât yapılarak mesken hâline sokulmuş bulunuyordu. Buna rağmen yine de tadsız ve yersiz bir takibat devam ediyor, âdeta üç yüz küsur İstanbul dergâhı, bir düşman kalesi gibi dışarıdan göz­lenmekte bulunuyordu.[20]





Hususî surette çocuklarına din dersi, Kur’an-ı Kerim dersi vermek isteyen Müslümanların evleri basılıyor, mabetleri basılıyor, Kur’an-ı Kerim okutan, din dersi veren hocaları polisler yakalıyor, cürm-i meşhud mahkemelerine sevk ediyorlardı. Hattâ, hattâ.. O derece ki, —halkın anlattığına göre— Bursa’da polisler kapıları dinliyor, içerden Kur’an-ı Kerim sesi gelen ev sahipleri dinî tedri­satta bulunmak suçu ile sorguya çekiliyorlardı.[21]





Neticede insanlar o hale gelmişlerdir ki, evlerinde yüksek sesle Kur’ân okumaktan çekinmektedirler.





Muş’ta çok muhterem, âlim bir zat vardı. Velkanlı Hoca Mehmed Efendi. Komşusu ile arazi ihtilâfı bulunmaktaymış. Bu ihtilâfı lehine halletmek isteyen komşusu gidip şikâyet ed­er. Bu hoca çocuğuna Kur’ân öğretiyor der. Muş çarşısı o za­man küçük bir çarşıdır. Hoca camiden eve, evden camiye gi­derken bütün çarşı kalkar hürmet ederdi. Vali, çocuğuna Kur’ân öğretiyor diye Velkanlı Hoca Mehmed Efendi’yi iki ay hapse mahkûm eder. Bununla da yetinmeyip sırtına bir jan­darma bindirir. Bir jandarma da o uzun beyaz sakalından çe­kerek çarşının içinde gezdirir.[22]





Kıbrıs’ta dahi bu türlü olaylar yaşanmıştır.[23]





Sonuçta bahsedilen kanuna tepki olarak 1924 yılında kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının sözü edilmeyen bir tepki biçiminde tüzüğüne, “Fırka, efkâr ve itikadat-ı diniyeye hürmetkârdır” fırkası koyması;





 13–14 Şubat 1925 Palulu Şeyh Sait’in isyan etmesi ve devlet eli ile bastırılması;[24]





22 Aralık 1930’da Menemen’de Derviş Mehmet’in isyanında yörede 2200 kişinin tutuklanması,  Şeyh Esat Efendi’nin zehirlenmesi, Şeyh Halit ve Hoca Saffet Efendi gibi zatların asılması ile noktalanmıştır.





Fakat bu isyanların Kürt isyanları şekline girmesi, İngilizlerin karıştığı şüphesi olayları daha da büyütmüş bir başka boyuttan sıkıntıyı ikiye katlamıştır.





Ayrıca şapka kanunu ilân edilmiş, değişim unsuru olmuş çeşitli şekillerde ağırlığını toplum üzerinde hissettirmiş ve neticesi ise, sıkıntılar doğurmuştur. Ancak gayr-i müslimler üzerinde bu kanun ise, uygulanmamak-taydı. Bu da başka bir gariplikti.





Gençlerimizin bere giyen bir Prof.u ayıpladıklarını herhalde gazetelerden okumuşsunuzdur. Eğer, haber doğruysa cidden üzülmemek elde değil. Başka milletlerin aya roket fırlattıkları bir çağda, bizim gençliğin elâlemin başındaki bereyle uğraşması ne kadar hazîn..





Evet, bere denen şu Avrupalı serpuşun bir zamanlar ülkemizde yasaklandığı, giysilerin polis takibine uğradığı da cümlenin malumudur..





Bu vesileyle, vaktiyle İstanbul’da geçen bir olayı okuyucularımızın ibret nazarlarına sunuyoruz. Vak’a orkestraya mensûb bir viyolonistin başından geçer. Şimdi yaşamayan bu zat, o yıllarda bir dostumuza şunları anlatmıştı.





“Bilirsin, ben hep bere giyerim. Siz bere giymekten korkarsınız, ama ben as­la çekinmem. Sizi Ticânî diye yakalarlar, fakat benim kılıma dokunamazlar. Ne­denine gelince, sabret de anlatayım:





Dün akşam eve dönerken, yolumu kesen iki polis bana:





—Bu ne biçim kıyafet? Dediler. Sırtımda palto, elimde keman, kılık kıyafetimde bir tuhaflık göremiyordum. Şaşkınlıkla:





—Ne var ki? Dedim.





—Daha ne olsun? Bere giymişsin, bere!. Berenin yasak olduğunu bilmiyor musun? Sen de mi Ticânîsin yoksa?





—Ben ne Ticânîyim, ne de berenin yasak olduğundan haberim var.. Fakat po­lisler bir türlü yakamı bırakmadılar. Israrla dayattılar:





—Bere giydiğine göre, sen Ticânîsin, gericisin! Niye şapka giymiyorsun?





Doğrusu hayli korkmuştum. Allah Teâlâ’dan karakoldan evvel içlerinden biri:





—Adın ne senin bakalım?





—Yetvart Margosyan, dedim. Şaşkınlık sırası onlara geçti de yüzyüze baktılar..





—Vayy! Sen Ermeni misin? Diyerek derhal yanımdan uzaklaştılar...[25]





Binâenaleyh 1945’te çok partili döneme geçişle dinin yaşatılması için faaliyetler yeniden canlanma göstermiş,  14 Mayıs 1950’de Demokrat Parti’nin iktidara gelmesi ile dinî hayatta sükûnetin oluşmasını sağlamıştır.  Bu arada birçok türbeler yeniden faaliyete açılmış, Türkçe ezanın yanında Arapça okunmasına izin çıkmıştı.[26]





İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı Toprak Hazretleri o günlerin durumu hakkında buyurur ki;





“Demokrat Parti ehveni (daha hafifi)  şerdir.[27] İki müslümanın birbiri ile konuşmasına müsaade etti, önceden iki kişinin yan yana gelip konuşması mümkün değildi.” [28]





Kısaca anlatmaya çalıştığımız sıkıntılı, karışık, neyin ne olacağı belli olmayan devirde yaşayan İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı kuddise sırruhu’l-azîz ihvânı ile fazla yara almadan geçiştirmiştir.





İhramcızâde M. Kâzım Toprak Efendi [29] o günleri mülakatımızda şöyle aktardı.





“Sivas’tan baş­ka bir vilayete babam ziyarete giderken emniyetten en fazla üç veya dört gün izin (müsaade) ile gidebilirdi. Yazmış olduğu Mevlid-i Şerif emniyetçe haber alınınca mevlidi istinsah için verdiği Abdurrahman Hoca adı ile bilinen zatın yazdığını söyleyerek, 





“Oğul hile-i şer’iyeye başvurarak kendimizi kurtardık” demiştir. Bu nedenle iki ay sabahtan akşama kadar Efendi Babamın kütüp­hanesindeki kitaplar incelemeye tabi tutulmuştur”





İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı Efendi Hazretleri bu sıkıntılardan dolayı 1938 yılında göç için hazırlık yapmış ve hicret etmeye varacak kadar niyetlenmişlerdir. 





Ancak Reşadiye Oteli’nde[30] gördüğü mânevî işaret, O’nu niyetinden vazgeçirmiştir. Manasında kendisine kundak içinde bir çocuk verilmiş, 





Bu kimdir?” Sorusuna;





Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemdir. Rum’da O’nu büyüteceksin.”





Denilince 15 gün sonra fikrinden vazgeçip İstanbul’dan Sivas’a geri dönmüşler ve mânevî vazifesine devam etmişlerdir. (Bazı rivayetlerde İzmir’e uğramış sonra Sivas’a dönmüşlerdir.)





Buna rağmen 1938 yılında 38 kişi ile 38 gün ihvanlarından birkaç kişi ile hapis yatmışlardır. Yukarıda da anlatılanlara bakılacak olursa O’nun çok sıkıntılı dönemler içerisinde vazifesini yapmaya çalış­tığını görülür.





İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı kuddise sırruhu’l-azîz Hazretlerinin Hakk’a yürümesinden sonra yazılan gazete makaleleri o döne­mi gözler önüne sermektedir.





“Çünkü CHP devrinde her din adamına olduğu gibi Hacı İsmail Hakkı Toprak Efendi Hazretlerine de birçok baskı yapılıp durdu. Hatta bu son senelerde bile o çok yaşlı haliyle Hacı İsmail Efendi’yi Adliye koridorlarında süründürüp durdular. Hem de bir komünist iftira taktiğiyle.” [31]





“Hacı İsmail Efendi Hakkın rahmetine kavuştu. Sivas O’nun şahsında çok şeyler kaybetti. 





O tesbihin İmamesi gi­biydi.  Toplayıcı, yapıcı güzelleştirici ve huzur verici bir şah­siyeti vardı. 





İslâm’a yakın ve bağlı olanlar hariç tutulursa, denilebilir ki; O’nun bu şehirde hiç bir yakını yoktu. Aynı şekilde İslâm düşmanları hariç tutulursa, Onun bu şehirde hiç bir düş­manı da yoktu. Kanunlar çıkarılmıştı.  Hiç kimse  “BEY, EFENDİ, AĞA, PAŞA” gibi milletin ruhunda dilinde ve edebiyatında yer eden kelimeleri kullanamayacaktı.” [32]





Bu garip, bu acayip kanuna rağmen, o, bu şehirde ve bütün çevre vilayetlerde yarım aşırı aşan bir süre içinde hep “EFENDİ” ola­rak bilindi,  hep  “EFENDİ” diye kendisine hitap edildi.” [33]





Zaman her şeyin ilacıdır.





Zor dönemin büyük insanı devleti ve milletini uzun süre sırtında taşımış, birbirine ezdirmemiştir. Yenileyici (Müceddid) vasfını bidatler çerçevesinden azâde tutarak Ehl-i Sünneti ihya etmiştir.





O’nun için “Anadolu’ya İslâmiyet’i getiren adam” denildiği gibi O’na “Kasketli Şeyh” de demişlerdir.[34] 





İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı Efendi Hazretleri “Benim kasketimi getirin,  benim bayrağım gibi bayrak benim devletim gibi devlet yoktur” buyurarak onlara cevap vermiştir.[35] Hayatı boyunca siyasetten uzak durmuş ve “Gardaşlarım! Herkesin bir siyaseti vardır. Bizim siyasetimiz siyasete karışmamaktır Bu da ayrı bir siyasettir”düsturu ile hareket etmiş ve “eğri ayağa eğri ayakkabı yaparlar” buyurarak ince bir siyasetin örneği olarak havas ile avamın birbirine yabancılığını gidererek cemiyet hayatındaki ahengi sağlamıştır.





Yukarıda anlatılanlardan çıkan sonuç şu olabilir.





Allah Teâlâ ve Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin sevgisini kazanıp yaşamak ve başkalarına da yaşatmak gayesinden başka niyeti olmayan gerçek tasavvuf ehlinin eskiden olduğu gibi yeni nesilde de hizmetten geri kalmayacağıdır.





Mükrimin Halil Yınanç’ın bu konudaki tesbiti çok güzeldir.





“Eskiden kuvvetimiz tarîkatlerden gelmiş. İnhilâl eden cemiyeti toplamış. Moğol istilâsının yıktığını tarîkatler toplamıştır.”[36]





Yazan kişi önce yazı yazacağı tahtayı yıkar, temizler; sonra ona harfleri yazar.  Allah Teâlâ da önce gönlü kan eder, hor hakir gözyaşıyla yıkar, sonra o gönüle sırları kaydeder. Yıkamakla, o levhi bir defter yapmak istediklerini bilmek, anlamak gerek.





Bir evin temelini atacakları vakit oradaki eski ve evvelki yapıyı yıkarlar. Sonunda arı duru su çıkarmak için önce yerden toprak çıkarırlar. Çocuklar, hacamattan ağlarlar. Çünkü işin hikmetini bilmezler ki, Hâlbuki adam, hacamatçıya para verir, kan içen hançere iltifatlarda bulunur. Hamal ağır yükün altına koşar, yükü, başkalarından kapar.





Yük için hamalların savaşlarına bak. Din işinde çalışma da böyledir. Rahatın aslı zAhmed olduğu gibi acılıklar da nimetin önüdür. Cennet, hoşumuza gitmeyen şeylerle kaplanmış, cehennem de zevkimize giden şeylerle dolmuştur. Ateşin aslı yaş ağaç olduğu gibi ateşe yanan da Kevser’e ulaşmıştır. [37]





Tarîkatlerin Kapatılma Sebeplerine Bir Bakış





Genellikle velâyetin istikâmet üzere olduğunu bilmekteyiz. Ancak bu güzel yolun müntesipleri son yüzyılda sıkıntı içinde ve ülkemiz açısından bir istibdat gibi görünen sıkıntıya düşmüş olması, yorumu zor gibi gelen bir husustur. Görüldüğü üzere tarîkatlarda değişim vardır. Fakat bu değişim bozulma ile sapık fırkalar haline doğru giden bir hal almıştır. Ahlakî ve mistik bir unsur olan tarîkatlar sonunda maaş tahsisatı olan devlet kurumlarına, insan terbiyesi hedefi iken siyasî ve diğer dünyevî emellerin hizmetkârına dönüşmüştür.





Bu nedenledir ki, durum incelendiğinde Allah Teâlâ bozulmaya yüz tutan dinleri Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemden önce yeni bir nebi ile günceller iken, bu ümmette yok edip yenisi ile tekrar baştan kurmak yoluna gitmektedir. Bu şekilde ancak İslâm kıyamete kadar bâki kalacaktır.





İnsan üzerine inceleme yapıldığında, alışkanlıklarından vazgeçme hali hem zor ve zaman almaktadır. Ancak zorlandığında bir nevi strese girdiğinde ya tam çöküşe uğrar, ya da yeni baştan inşa olur. İslâm dini konusunda Allah Teâlâ’nın teminâtı var olduğundan bu stres genellikle bir yenilenme olarak tecelli etmektedir. Çünkü insan fıtratı İslâm’a muvafıktır. Binâenaleyh, milletimiz hakkında tecelli eden bu stres, rahmetin celal cihetinden tecellisidir. Üzülmemek lazımdır.





Bu konu üzerinde İbn-i Haldun mukaddimesinin on dokuzuncu fasıl’ında açıkladığı “Bir kabilenin düşkünleşip zelilleşmesinin ve başkalarına boyun eğmesinin, onların devlet olmasının önündeki engellerden biri olması” konusu bu sözlere çok iyi bir açıklama olacaktır. Şöyle ki;





“Bunun sebebi düşkünleşip zelil olmanın ve başkalarına boyun eğmenin asabiyeti ve asabiyetin şiddetini kırmasıdır. Zaten başkalarına boyun eğip zelil olmak, bunların kaybedildiğinin bir delilidir. Zilleti kabullenen kendisini savunmaktan da aciz kalır. Ken­disini savunmaktan aciz olan ise, bir şeyi elde etme mücadelesini hiç yapamaz.





Bu husus, İsrailoğulları’nın durumuna bakılarak daha iyi anlaşılabilir. Hz. Musa aleyhisselâm onlara, Allah Teâlâ’nın Şam’ın hükümranlığını kendilerine takdir ettiğini haber verip bunun için mücadele etmelerini isteyince, onlar acizlik gösterip şöyle dediler:





“Ey Musa! Orada zorba (azgın) bir topluluk var; onlar oradan çıkmadıkça biz oraya asla girmeyeceğiz” (Maide Sûresi, 22). Yani, Hz. Musa aleyhisselâma örtülü olarak dedikleri şuydu:





“Ey Musa! Allah Teâlâ kendi kudretiyle onları çarpıp oradan çıkarsın ve bu da senin mucizen olsun.” Hz. Musa aleyhisselâm, oraya girmeleri için ısrar edince onlar da inatlarında devam edip âsi oldular ve şöyle dediler:





“Ey Musa! Orada onlar bulundukları müddetçe biz oraya asla girmeyiz. Artık sen ve Rabbin gidip savaşın; biz burada oturacağız” (Maide Sûresi, 24).





Onların böyle ürkek bir tavır sergilemelerinin sebebi, âyetlerin açıklamasının da gösterdiği gibi, kuşaklar boyunca (Mısır’da) Kıptîlere boyun eğmeleri ve onlar karşısın­da zillet içinde bulunmaları nedeniyle, haklarını elde etmek için mücadele etmekten aciz oluşlarıdır, öyle ki, kuşaklar boyu süren bu zillet nedeniyle asabiyetleri tamamen yok olup gitmiştir. Bununla birlikte Şam’a girip hakkıyla mücadele etmemelerinin bir diğer sebebi de, Hz. Musa aleyhisselâmın haber vermiş olduğu, Allah Teâlâ’nın takdiriyle Şam’ın kendilerinin ol­duğu ve orada bulunan Amâlikalerın kendileri için bir av olduğu gerçeğine tam olarak iman etmemeleridir, işte bütün bu sebeplerden dolayı zillet onların tabiatlarının bir par­çası haline gelmiş, haklarını elde etmek için mücadele etmekten aciz kalmışlar ve nebilerinin kendilerine haber verdiği ve yapmalarını emrettiği şeye karşı gelmişlerdir. Böyle yapmalarından dolayı Allah Teâlâ da onları cezalandırmış ve Kur’an-ı Kerim’in anlattığı gibi kırk yıl Mısır ile Şam arasındaki Tih çölünde hiçbir toplumun arasına karışamadan başıboş dolaşmışlardır. Mısır’da Kiptiler, Şam’da da Amâlikalar bulunduğu ve iddialarınca onlara karşı kendilerini savunmaktan da aciz oldukları için, ne Mısır’a ve ne de Şam’a girebil­mişlerdir.





Bir bütün olarak bu ayetlerden anlaşılan, İsrailoğulları’nın kölelikten kurtulduk­tan sonra kırk yıl çölde dolaşmalarının bir hikmeti olduğudur. O da şudur:





Kuşaklar bo­yunca zillet içinde kalmış ve asabiyetleri yok olmuş neslin çölde kalınacak süre içinde or­tadan kalkmaları ve orada köleliği ve zilleti tanımayan yeni bir neslin yetişmesidir. Bu ne­sil sahip olacakları asabiyetleri sayesinde, haklarını elde etmeye ve galip gelmeye güç ye­tirebilecektir. Anlaşılacağı üzere kırk yıl, bir kuşağın yok olup, yeni bir kuşağın yetişmesi için ihtiyaç duyulacak en az süredir. Her şeyi hikmetle takdir eden ve her şeyi bilen Allah bütün eksikliklerden uzaktır.





İsrailoğulları’nın bu durumdaki asabiyetin önemi; kendilerini savunmak ve hakları­nı elde etmek için mücadele etmenin ancak asabiyetle mümkün olacağı ve asabiyetini kaybedenlerin bütün bunları yapmaktan aciz kalacakları hususundaki en açık delili teş­kil etmektedir.





Bir kabilenin zillet içinde olduğunu gösteren şeylerden biri de onların vergi ve ha­raç ödemesidir. Bir kabilenin birilerine vergi vermesi, o konuda zillete razı olması de­mektir. Çünkü başkalarına vergi ve haraç vermekte nefislerin kabullenemeyeceği bir zil­let vardır ve buna ancak ölümden ve yok olmaktan kurtulmak için katlanılabilir. Bu du­rum ise, asabiyetin zayıf olduğunu ve kendilerini savunabilmekten aciz olduğunu göster­mektedir. Kendilerine yapılan haksızlığı engellemeye güç yetiremeyip başkalarına boyun eğen ve zillete düşenlerin, (kendilerini savunmanın da ötesinde) bir şeyler elde etmek için mücadele edemeyecekleri açıktır. İşte bu yüzden acziyet ve zillet, daha önce de söy­lendiği gibi, devlet olmanın önündeki engellerden biridir.” [38]





Bu bahsin bize gösterdiği ana fikir değişimin gerekliliği zuhur ettiğinde, tecellisinin celâl ve cemâl yönünden olmasının pek önemli olmadığıdır. Olması gereken ve insanların layık olacağı şeyin vaktini en iyi tayin eden Allah Teâlâ’dır. Din konusunda bir bozulma olduğunda bu durum insanların eline tam bırakılmadığından daha öncede belirttiğimiz gibi Allah Teâlâ’nın bizâtihi izni ve tasarrufu altındadır.





Türkiye’de inkılaplar hayata geçirilince Efendi Hazretlerine sürekli sormaya başlamışlar. Efendi Hazretleri ise, “Mustafa Kemal’in kanunları Allah Teâlâ’nın kanunlarıdır.[39] Ulu’l emre itaat edin, ulu’l emre itaat farzdır” buyurarak işin hakiki cephesini beyan etmiştir.





 Hülâsa, kıyametin kopmasının ileri bir vakite ertelenmesi bu tür yenilenmelerin sürekli olmasındandır. 





“Her zorluk arkasından rahmeti kendine çeker.”





Ayrıca medeniyetin kendisi olan din sürekli olarak Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin varisleri tarafından ihyası ve tecdidi kaderin iktizasıdır.





“Din” kelimesinin mana ve mefhumunu ne kadar yazık ki, tam olarak milletçe anlayamamışızdır.  27 sene Medine’de ve Mekke’de Haremi Şerif Müdürü olarak çalışmış olan dedem şöyle derdi:





 “Evlâdım “din” in en hakikî manası mefhumu tarifi yine bir kelime üzerinde ifade edilir “Medeniyet” dir.”





Bizim dinimizin banisi olan Büyük Nebi bütün hadislerinde ve kendisine O büyük kadiri mutlak tarafından gönderilen eşsiz kitap Kur’ân-ı Kerim’de bu en güzel tarif ve tavsifi ifade ve emretmiştir. Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerim’in ayetlerinde de bilhassa bir ilim öğrenmeye çalışınız.  “Cahil misin, koş çabuk okuma yazma öğren yoksa benim yanıma yaklaşma” demiştir. Görülüyor ki, Medeniyetin en büyük mesnedi ve menşeî “Din” dir.





 “Medeniyet”i en güzel ifade eden Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemdir.  Kur’ân-ı Kerim’in bir ayetin tefsirinde;





“Ya Muhammedi! Senden sonra medeniyet meşalesi yakan başka rasül göndermeyeceğim, sen sonuncusun, yalnız bu yaktığın meşaleyi asırlar boyunca bütün dünyaya neşredecek nebi varisleri göndermeye devam edeceğim. Şeriat koyan yani “medeniyet” prensip, metot ve sistemleri koyacak olan bir rasül daha göndermeyeceğim.”





“Fakat büyük Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem ile göndermiş olduğu prensip ve metotları yani vazetmiş olduğu medenî doktrini neşredecek nebi varisleri göndereceğim” denilmiştir.[40]





Bu sözlerden anlaşılmaktadır ki, dünya ve kâinat üzerinde hiçbir şey başıboş olarak bırakılmadığı gibi, süreklide bir yenilenme içerisindedir.





Allah Teâlâ kullarını gözetir ve yardım edenlerin en hayırlısıdır.










[1] (Bu makam âşıkların Kâbesi oldu. Buraya noksan gelen tamamlanır)





[2] Sözlükte, olgun, ergin ve üstün insan demektir. Istılahta ise, Allah Teâlâ’nın zât, sıfat, isim ve fiilleriyle en mükemmel biçimde kendisinde te­cellî ettiği insandır.





[3] Selim Divane, Sadıkların Müşkillerinin Anahtarı, Ahmed Sadık Yivlik, İst, 1998, s.74





[4] KEKLİK, Nihat, El-Fütuhât El- Mekkiyye Kriterleri, İst, 1990, s. 438





[5] GÜNEREN, M.Fatih, Halvetiyye-i Şabâniye Âzizânın Hikmetli Sözleri ve Hatıralarım, İst, 2003, s. 2





[6] Kaddese’llâhü sırrahu’l azîz- Kuddise Sirruhu’l Aziz:





Daha çok Allah Teâlâ’nın sevdiği kullar olan evliyâdan birinin ismi anılınca veya yazılınca, onun sırrı (içi) temiz ve mübârek olsun mânâsına söylenen veya yazılan duâ, hürmet ve saygı ifâdesi.





İki kişi için “Kuddise Sırruhumâ” ikiden çok için “Kuddise sırruhum” denir.





Tezkiretü-l Evliya’da “Sırrı olmayan muzırdır” ibaresi geçmektedir. (Feridüddin Attar, Tezkiretü-l Evliya, hzl. Süleyman ULUDAĞ, Bursa, 1984, s.59)





Gavs-i Hizani kaddese’llâhü sırrahu’l azîz buyurdu: “Bir gün şeyhim Seyyid Taha kaddese’llâhü sırrahu’l azîzden sordum. Nefahat’te olduğu gibi bazı meşayıh için “takdis” bazıları için “rahmet” ile dua okunmasının sebebi nedir?





Buyurdular ki; “nefsinden tam kurtulan için “Kaddese’llahu sırrahu” nefsinden bir şey kalan için “Rahmet’ul-lahi Aleyh” diye dua edilir.”





Gavs kaddese’llâhü sırrahu’l azîz Hz. şeyhinin bu cevabını anlattıktan sonra buyurdular:





“Nefsinden tamamen kurtulmak irşadın şartı değildir. Kendisine rahmet okunan çok kişiler, irşad makamına geçmiş, doğru yol üzerine yürümüşler ve insanlara faydalı olmuşlardır.” (Gavs-i Hizani Seyyid Sıbgatullah-el Arvasi, Minah (Vergiler), İstanbul, Aralık 1996, s.55Minah: 33)





Evliyaullahın hepsinde bazı hususiyetler olduğu rivayetler arasındadır. Mesela:





Ali Usta, Şeyh Şerâfeddin kuddise sırruhu’l aziz Efendiye





Senin de böyle bir hassan yok mu Şeyhim?” dedim.





Var,” dedi. “Nakşibendî meclislerine, bizi anarak diz çökmüş herkese şefaat etmek; ikincisi çocuklara Levh-i Mahfuz’da kayıtlı olan isimlerini vermek; üçüncüsü bana ait olan müridanın ömrünü eksik veya ziyade etmek yetkileri, bana verilmiştir.” (Ali Usta’nın Hatıraları)





[7] Tezkiretü’l-Evliya s.47-Lâmiî Çelebi, Nefâhatü’l-Üns Tercümesi Abdurrahman Camî, hzl. Süleyman ULUDAĞ, Mustafa KARA, İst. 1998, s. 148





[8] Müfti’y-üs-sakaleyn denilen meşhur Osmanlı şeyhülislâmı ve büyük Türk âlimi İbn-i Kemal de kitap okumayı kastederek:





Cem-i kütüple ref-i hucüp kabil olmadı;





Bildim ki, maksut bilmek imiş;  okumak değil!





Türkçesi





(Bütün kitaplarla gizlilikleri kaldırmak mümkün olmadı.





Bildim ki, son hedef bilmek imiş, okuma da değil.)





[9] ERGİN, Osman Nuri; Balıkesirli Abdülazîz Mecdi TOLUN Hayatı ve Şahsiyeti, İstanbul, 1942, s: 78–79 (Konu geniş şekilde açıklanmaktadır.)





[10] YAZIR, E. Hamdi, Metâlib ve Mezâhib, XLVII.





[11] İbn-i Haldun demiştir ki; “Bu hayatın bir sonucu olarak daima talep ve ihtiyaçlar arkasından koşmak, birbiri ardınca ahaliyi yorar, üstelik bu tekellüflerin çok olan çeşitlerinden birini elde ettikten sonra, nefis diğer çeşitlerini de arzu eder. Bunun tesiri ile fısk ve fücur artar, meşru ve gayrimeşru yollarla geçinme vasıtalarını elde etmek üzere türlü çarelere başvurur.” (ÇETİN, Mahmut, X İlişkiler, İst. 2000, s.15, Yabancılaşma-İnsana Karşı Toplumsal Süreç; Dr. Sadık Kılıç Rahmet Y. İstanbul 1984 sf. 35)





Şehirliler bu dünyanın nimetlerine aşırı meylettiklerinden, zevk ve eğlencelerle çok meşgul olduklarından ve şehvetlerini tatmin etmeye yöneldiklerinden zamanla ne­fisleri kirlenmiş ve bu kirlilik oranında da iyi ve hayırlı şeylerden uzaklaşmışlardır. Hatta utanma duyguları bile gitmiştir. Birçoğunun meclislerde, büyüklerinin arasında ve mahremlerinin yanında son derece çirkin küfürler ettiğini ve utanma duygusunun on­ları artık bu gibi çirkin davranışlardan alıkoyamadığını görürsün. Çünkü sözlü ve fiili olarak yapa geldikleri çirkin ve kötü şeyler onları buna iyice alıştırmıştır. (İbn-i Haldun, Mukaddime, trc. Halil KENDİR, İst, 2004, s. 163 )





“Kötü alışkanlıklarımız, erdemlerimizden da­ha çabuk küreselleşiyor.” (Alvin TOFFLER-HeidiTOFFLER, Zenginlik Devrimi, trc. Selim YENİÇERİ, İst, 2006,  s.112)





[12]  “İnsanı, insanlıktan uzaklaştırmak; insanın, insan dünyasına ‘efsane’ demek, insan ile hayvan arasındaki farkı idrak edememek demektir. ‘İnsan efsanesini’ yıkarak, ‘hayvan insanı’ mutlu etmek” çabasına girerler ki, bu, oluş gereği imkânsız bir durumdur.”  (ÇETİN, Mahmut, X İlişkiler, İst. 2000, s. 15, Kendini Arayan İnsan; S. Ahmed Arvâsî Burak Y. İstanbul b. tarih 5. bs. sf. 150)





[13] Mesnevi, c.5, b. 1104–1114





[14] Aziz Mahmud Hüdâyi Uluslararası Sempozyum Bildiriler, İst-Üsküdar Beld. 2006, c. II, s. 15





[15] Dünyevî, cismânî, laik





[16] Abdülhakîm Arvâsî Efendi Hazretleri bu konuda şöyle buyurdular.





“Son zamanlarda, tekkeler cahillerin eline düştü. Dinden, imandan haberi olmayanlara şeyh denildi. Din düşmanları da, bu şeyhlerin sözlerini, oyunlarını ele alarak “dine hurafeler karışmıştır, İslâm dini bozulmuştur” dedi. Hâlbuki bozuk tarîkatçıların sözlerini, işlerini din sanmak, bunları tasavvuf büyükleri ile karıştırmak çok yanlıştır. Dini bilmemek, anlamamaktır. Dinde söz sahibi olmak için, ehl-i Sünnet âlimlerini tanımak, o büyüklerin kitaplarını okuyup, iyi anlayabilmek ve bildiğini yapmak lazımdır. Böyle bir âlim bulunmazsa, din düşmanları meydanı boş bulup, din adamı şekline girer. Vaazları ile kitapları ile gençlerin imanını çalmağa saldırarak millet ve memleketi felakete götürür.”





***





Bir veli, 1925 yılında tekkelerin kapatılması kararına “Tekkeler kendi kendilerini kapattılar”şeklinde karşılık vermiştir. Bundan sonra tasavvuf ve tasavvufçular sahnedeki istismarcılardan kurtulmuş, fakat asırlarca yanan bu irfan ışığı da sözde mutasavvıflar yüzünden resmen söndürülmüştür. Bundan sonra bu iş kenarda köşede kalan ve sırf Allah Teâlâ rızası için gizli kapaklı hizmete devam eden kimselere kalmıştır.





Halveti Şeyhi Mehmet Dumlu bu konuda şunları anlatmaktadır.





“Kütahya’da tekkelerin kapatıldığı günlerde Halvetiyye Şabâniye meşâyihinden Şeyh Salih Efendinin torunu Şeyh Bekir Efendi halkın irşadıyla meşguldü.





Şeyh Bekir Efendi, sohbeti hoş, hitabeti akıcı, bilgisi çok, ufku ge­niş, kültürlü, natuk Osmanlı Türkçesi’ne vakıf mîr-i kelâm bir insandı. Halk tarafından sevilip sayılan bu kâmil zat, aynı zamanda devlet ricalinin de sevgisini ve saygısını kazanmıştı. Özellikle tek partili dö­nemin Kütahya milletvekili Recep Peker Bey, Şeyh Bekir Efendiyi se­viyor; Kütahya’ya her gelişinde onu ziyaret ediyordu. Ziyaretlerinde Ankara’dan getirdiği tömbeki, tütün, vb. hediyeleri sunuyordu.





1925’te tekkelerin kapandığı o günlerde Recep Peker Bey, Anka­ra’dan Kütahya’ya gelir. Her zaman ki, gibi Şeyh Bekir Efendiyi zi­yaret etmek ister. Ancak bu sefer içinde bir ukde vardır:





“Şeyh Efendiyi ziyaret etmesine edeceğim, amma tekkelerin kapatılmasına acaba Şeyh Efendi ne der? Sizin başka işiniz yok da bizim tekkele­ri kapatıyorsunuz bir daha ziyaretime gelmeyin mi der; yoksa beni huzuruna kabul edip eskisi gibi sohbet mi eder?”





Recep Bey, bu rahatsız edici düşünceler içinde Şeyh Efendiye zi­yarete gider. Şeyh Efendinin dervişleri, Recep Bey’in geldiğini ha­ber verirler. Şeyh Bekir Efendi, Recep Bey’i güler yüzle ve daha ön­ceki gelişlerinden daha neşeli karşılar. Hatta tekkelerin kapatılması mevzuuna bile değinmez. Sonunda Recep Bey, kendisine tekkelerin kapatılmasına yönelik bir soru sorulmamasına dayanamaz ve Şeyh Bekir Efendiye:





Şeyhim ne dersiniz biz tekkeleri kapattık?” der. Bu sual karşısında Şeyh Bekir Efendinin tebessüm ederek kendi­ne özgü yöresel ağzıyla verdiği cevap çok ilginçtir





Ooo imanım! O emri, biz gece 12.00’de verdik. Siz gündüz 12.00’de kapattınız. O emri, size biz verdik. Çünkü dervişler, çor­baya pilava âşık oldu. Gerçek Hak âşıkları azınlıkta kaldı. Bizler, çorba pilav âşıklarına zahiri kapıyı kapattık. Gerçek Hak âşıklarını da gönül tekkemize aldık” der sonra elini kalbinin üstüne koyarak:





Recep Bey, Recep Bey! Buraya kilit kürek yanaşmaz. Vakit saat geldiğinde biz, onları gönül tekkemizden yine zahire çıkarırız ve tasavvufu sayılamayacak kadar çok bütün özellik ve güzellikleriyle tek­rar ortaya koyarız. Şimdi bekleyişteyiz, deyip bunun şuûnât-ı ilâhiyye olduğunu, Allah Teâlâ’nın emir vermeden ve murat etmeden bir yapra­ğın bile kımıldamayacağını biliriz.” (SIR, Ayşe Nur; Batmayan Güneş Devam Eden Gölgeler, Şeyh-i Halveti Mehmet Dumlu kuddise sırruhu, İstanbul, 2005, s. 269)





Tabiî ki, bu ifade edilenler yalnız Türkiye içindir. Diğer ülkelerdeki problemler de bu son üç asırda başka başka şekillerde kendini göstermiştir. Sanki bu çözülme, safiyet bozulması, İslâm âleminin her tarafında birbirine benzer olarak kendisini göstermiştir.





[17] Şenocak, Kemaleddin, Müslümanlar Arasında Bir Garib Yolcu, İst, 2004, s,94





[18] Eşref EDİB, Kara Kitap, İst, 1972, s. 32





[19] KABAKLI, Ahmed, Temellerin Duruşması, İst, 2000, s.209





[20] Ken’an Rifâî, Sohbetler, hzl: Sâmiha AYVERDİ, İst, 2000, s.270





[21] Eşref EDİB, Kara Kitap, İst, 1972, s. 25





[22] APUHAN, Recep Şükrü, Öteki Menderes, İst, 1997, s.19





[23] Şeyh Nazım Kıbrısî kuddise sırruhu’l-azîz, (Kıbrıs’ın Larnaka şehrinde 21 Nisan 1922 (26 Şaban 1340) Cuma günü doğdu. Soyu, baba tarafından, ehl-i beyte  ve Gavs-ı âzam  Abdülkadir Geylanî kuddise sırruhu’l-azîze ulaşır, anne tarafından ise, Mevlevi tarîkatı kurucusu Mevlana Celâleddin Rumî Hazretlerine dayanır.)  Kıbrıs’ta İslâmi eğitimi ve manevi terbiyeyi yaymaya başladı. Birçok insan gelip Nakşibendî tarîkatını kabul etti. Maalesef bu zaman, dinin Türkiye’de kısıtlandığı bir zamandı ve Şeyh Nazım Kıbrıs Türk toplumunda yaşadığı için orada da dini ibadetler kısıtlanmıştı. Ezanı Arapça okumak yasaktı.





Doğduğu yere gittiğinde yaptığı ilk şey camiye gidip Arapça ezan okumak oldu. Hemen tutuklanıp bir hafta hapis yatmak zorunda kaldı. Serbest kalır kalmaz Lefkoşa büyük camisine gidip minaresinde ezan okudu. Bu olay, resmi makamları çok kızdırdı ve aleyhine dava açtılar. Mahkemeyi beklerken bütün Lefkoşa ve yakın köyleri dolaşıp minarelerden ezan okudu. Neticede, aleyhine toplam 114 dava açıldı. Avukatlar, ezan okumaktan vazgeçmesini tavsiye etti fakat o, “Yapamam, insanların ezanı duyması lazım.” Diyordu.





Davaların okunma günü gelmişti. Eğer yargılanır ve suçlu bulunursa 100 yıl üzerinde hapisle cezalandırılacaktı. Aynı gün, Türkiye’den seçim sonuçları geldi: Adnan Menderes yeni başbakan seçilmişti. Başbakan olarak ilk işi bütün camileri açıp Arapça ezan okunmasına izin vermek oldu. Bu, Büyük Şeyh (Şeyh Şerâfeddin kuddise sırruhu’l-azîz) Efendinin bir kerameti olmuş ve Şeyh Nazım bu sayede serbest bırakılmıştı. http://www.naksibendi.net





[24] Fethi Okyar, 1925 Şeyh Said hadiselerinde başvekildir. İsyan bahanesi ile halk tenkil edilmek istendiğinde Fethi Okyar itiraz ediyor. Bu bir zabıta vakasıdır. Bu şekilde halkın üzeri­ne gidilmemelidir. Mesele sükûnet ve suhuletle halledilmelidir diyor. Bunun üzerine İsmet Paşa çağrılıyor. Kendisi ile gö­rüşülüyor. Fethi Bey’in yapmak istemediğini kabul ediyor. Halkı İsmet Paşa tenkil ediyor. (APUHAN, Recep Şükrü, Öteki Menderes, İst, 1997, s. 18)





[25] Şenocak, Kemaleddin, Müslümanlar Arasında Bir Garib Yolcu, İst, 2004, s,157





[26]  Türkçe Ezan Uygulaması





1931 yılının Aralık ayında, Mustafa Kemal Atatürk‘ün emriyle dokuz hafız, Dolmabahçe Sarayı‘nda ezanın ve hutbenin Türkçeleştirilmesi çalışmalarına başladı. Kur’ân-ı Kerim’in Türkçe tercümesi ilk kez 22 Ocak 1932 tarihinde İstanbul‘da Yerebatan Camii‘nde Hafız Yaşar (Okur) tarafından okundu. Bundan 8 gün sonra, 30 Ocak 1932 tarihinde ise, ilk Türkçe ezan, Hafız Rıfat Bey tarafından Fatih Camii‘nde okundu. 3 Şubat 1932 tarihine denk gelen Kadir Gecesi‘nde de, Ayasofya Camii‘nde Türkçe Kuran, tekbir ve kamet okundu. 18 Temmuz 1932 tarihinde Diyanet İşleri Riyaseti, ezanın Türkçe okunmasına karar verdi. Takip eden günlerde, yurdun her yerindeki Evkaf Müdürlüklerine Türkçe ezan metni gönderildi. 4 Şubat 1933 tarihinde, müftülüklere ezanı Türkçe okumalarını, buna uymayanların kati ve şedid (kesin ve şiddetli) bir şekilde cezalandırılacaklarını bildiren bir tamim gönderildi.





18 sene boyunca ezan Türkçe okunmuş, daha sonra Demokrat Parti‘nin iktidara gelmesi ile 16 Haziran 1950‘de ezanın Arapça da okunabilmesine izin verilmiştir. İlgili kararla, Türkçe ezan yasaklanmasa da, Türkçe ezan okunması tümüyle terkedilmiştir. Günümüzde, serbest olmasına karşın, camilerde yalnızca Arapça ezan okunmaktadır.





[27] Marâşi Ahmed Tahir kuddise sırruhu’l-azîz Hazretleri buyurdu ki;





“Sağın şerri solun hayrından iyidir.” (KÜÇÜK, Hafız Hasan, Risale Tarikât-ı Şabâniye’de Silsile Evrâd ve Dua, İst, 2003, s. 59)





[28] Ali Eriş isimli ihvandan dinledim.





[29] İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı Efendi’nin oğlu





[30] İstanbul-Fatih İlçesinde.





[31] Ergun GÖZE, “Sivas’a Başsağlığı Makalesi” 16 Ağustos 1969-Tercüman Gazetesi,





[32] (21 Haziran 1934) Soyadı kanunun kabulü





[33] Yavuz Bülent BAKİLER “İsmail Efendi” 4 Ağustos 1969-Hizmet Gazetesi (Sivas’ta yayınlanmıştır)





[34] Şapka ve kıyafet devrimi (25 Kasım 1925) 03.12.1934 Dinsel kisve giyilmesindeki düzenleme kanunu. Hangi dine mensup olursa olsun din görevlilerinin mabet ve ayinler dışında dini kisve taşımaları yasaklandı.





[35] Günümüzde çıkan bazı kitaplarda çağdaşı olan tasavvuf ehli kişilerin hayat hikâyeleri yazılırken, şeyhlerin kasketli fotoğrafları yeni nesilden saklanmaya çalışılmaktadır. Bu yanlış bir tutumdur. Bu hareket saklanırsa ileride aynı durumlar meydana gelince kişilerde yorum kargaşası meydana gelecektir. Bugün müntesiplerinin aşırı şekilde tenkit ettiği şapkanın onların başında olması muhakkak olduğu bilinen bir gerçektir.





[36] Gürlek, Dursun, Ayaklı Kütüphâneler, İstanbul, 2005 s. 310





[37] Mesnevi, c.II, b. 1827–1838





[38] İbn-i Haldun, Mukaddime, trc. Halil KENDİR, İst, 2004, s. 192





[39]   “Ahmed Amiş kuddise sırruhu’l-aziz Efendinin, yalnız müteşerrilerin (şeriât ilim sahipleri) değil, bir takım mutasavvıfların bile kolay kolay anlayıp hazmedemeyecekleri birçok sözleri ağızlarda dolaşmaktadır. Ehli ve erbâbı bu sözlerin her biri için birer vecih bulmakta iseler de, havsalası dar bulunanlar türlü türlü tef­sirlere kalkışırlar, aleyhinde atıp tutarlar. Bu türlü sözlerden de bir tanesini şuraya kaydediyorum:





Bir gün yanında damadı Darülfünun müderrislerinden Ahmed Naim (Baban) Bey bulunduğu sırada huzuruna bir genç gelir, elini öper, karşısında durur. Ahmed Efendi, bu gence hitaben:





               “Haydi, git, yine eskisi gibi kârhanelerde, meyhanelerde gez, dur.” Der.





Genç, tekrar elini öper, kalkıp gider. Müderris Ahmed Naim Bey, bu vaziyetler ve bu sözler karşısında hay­retler içinde kalır. Bunu anlayan Amiş Efendi, onun hayretini gidermek için der ki;





“Bunun âyan-i sabite’sinde (Levh-i Mahfuz’da) kârhanelerde,   meyhanelerde gezmek vardır.    Nasıl olsa bunu yapacak. Ben böyle söylemekle,  hiç olmazsa günahtan kurtulmuş olur. Çünkü bu takdirce yaptıklarını emirle yapar.” Bunu böylece nakleden üstat Abdülaziz Mecdi Efendi, bu şahsın hâlâ bu yolda gezmekte olduğunu söylerdi.” (Ergin, O. Nuri; Balıkesirli Abdülazîz Mecdi Tolun Hayatı ve Şahsiyeti, İst. 1942, s158)





Her şey Allah Teâlâ’nın emriyledir. Hakiki manada anlamak için ilm-i ledünnün bir kısım bilgisine sahip olmak gerekir.





[40] Berksan, Nazım, Tarafsız Konuşuyor, İst, 1960, s.249


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar