Print Friendly and PDF

İhramcizâdenin Örnek Hayatından


II-ADAB-I MUAŞERETİ





Anne Sevgisi





Efendi Hazretleri, Validesi Aişe Hanım’ın “Annem bizi sever iyi olmamızı isterdi” ve kendisi için söylediği şu dörtlüğü okurdu;





“İsmail’im âzam sensin





Gül yüzlü tazem sensin





Dört kitabın hakkı için





Gönlümde gezen sensin”





Ve ardından hasretle ağlardı.





“Gardaşlarım! Biz anamızın ayağını çok öperdik. “Cennet anaların ayağı altındadır.” Hadisini söylerdi.





Efendi Hazretleri sohbetlerden çok geç saatte eve dönermiş. Geldiğinde de annesini uyur bulunca muhabbet ve hürmet o ya, ayaklarının altını öpermiş ve o anda annesi uyanırmış. Hep ona dua edermiş. Dermiş ki “Dağ taş evladın olsun”.





Zaman içinde gün gelip kendileri bu hatırayı anlattıktan sonra şöyle demiş:





“Vadiler dolusu ihvanımız oldu.”





Arkadaşlığı





Şükrü Sefa DALAK Efendi anlattı.





“Dedem ihvanlara devamlı tavsiyede bulunurdu. Defalarca ağzından duydum ki;





Cevher var iken pul neye yarar,





Aczini bilmeyen kul neye yarar.





Herkes bir yol tutturmuş gider





Mevla’ya gitmeyen yol neye yarar.





“Gardaşlarım! Bu dünya ahiretin bir bahçesidir. Bu dünyada ne ekerseniz ahirette onu biçeceksiniz.”





“Çiçekler vardır, gül başkadır.





Arkadaş vardır, dost başkadır.”





Çarşamba Günü





Efendi Hazretleri, yeni başlayacağı işlerde Çarşamba gününü tercih etmiştir. Bu duruma vakıf olan ihvan, bu güne dikkat ederdi. Hacı Hasan Akyol Efendi, sefer hazırlıklarını bu gün başlatırdı. [1]





Çocuk sevgisi





Şükrü Sefa DALAK Efendi’nin anlattığına göre çocukların biricik sığınağı idi.





“Evimiz, Mehmetpaşa Mahallesinde 250–300 m mesafede olduğundan çocukken yaramazlık edince dedemlere kaçar, şefkatli kucağına sığınırdım. Babaannem bizi, Efendi Hazretlerine şikâyet ederdi. Dedem ise;





Valide, valide! Sen düşünme, onun sonu iyi olacak, der bizi korur ve güven verirdi.”





“Ben küçüktüm.  Efendi Hazretleri, kahvaltıyı saat 10.00–10.30 da yaparlardı. Haziran ayı idi. Bir gün yine sabah kahvaltısını arka odada yaptık. Kale Camisi yanında Tan sineması vardı. Yanında da üstü açık yazlık sinema vardı. Orada taş plaktan şarkı çalardı. Dedemlere sesleri geliyordu. Dedem;





Sesler nereden geliyor?” Ben de;





“Efendi Hazretleri ileride sinema var ya, oradan geliyor,” dedim. O sırada Hafız anne;





“Sefa sinemaya gidiyor musun?,”diye sordu. Bende gitmiyorum mu desem, gidiyorum mu desem diye düşünürken, Efendi Hazretleri durumumu fark edip;





Giden, giden oğlum” dedi. “Bende evin tavuklarını anamdan habersiz 3 kuruşa 5 kuruşa satar, Hacivat ve Karagöze giderdim,” deyince dünyalar benim olmuştu.





Davete İcap ederdi





Efendi Hazretleri hiçbir daveti ret etmezdi. Çünkü kimseye karşı yok kelimesini telaffuz etmemiştir. Ancak bazen devlethaneye gelince yemeği istifra ederdi. İhvan bu durumu bilirdi. Efendi Hazretlerinin hizmetkârı Fadime Mahma Hanım’dan akşam Efendi Hazretlerinin kusup kusmadığını sorarlar, eğer istifra etmemişse kendileri için sevinirlerdi.





Fedâkârlığı





Efendi Hazretlerine memleketimiz üzerine gelecek büyük bir felaket bir rivayette topluca ölümlerin olacağı bir hastalıklar zuhur edeceği malum olunca, bir bedelin ödenmesi gerektiğinden kızı Hayriye GÜNDÜZOĞLU (vefatı 1957)na durumu açmış o da buna razı olmuştur.[2]





Evdeki Hali





Ev işlerinde hanımına yardım eder, eşlerine iyi davrananları severdi. Bu hâle kılıbıklık diyenlere kızardı. [3]





Hâli





Devamlı murakabe, tefekkür ve istiğrak [4] hâlinde idi. Sakin, sabırlı bir tabiata sahipti.





Dili tatlı, az konuşur, sözü karmaşık söylemez, lüzumsuz yere uzatmaz ve aşırı mübâlâğa yapmaz, lafebeliğini sevmezdi.[5] Düşünmeden âni, seci’li, kafiyeli şiir gibi söz söylemezdi. O’nun kalbinde, kendisini öteki dünya ile sürekli olarak meşgul eden bir nur var olduğundan, dedikodu için gelenleri dinlemezdi.





Yaşayışıyla da, ihvanlarına örnek olur, onları birer güzel ahlâk numuneleri olarak yetiştirmeye çalışırdı. Mütevazı bir hayat sürer, kanunlara uyar, siyasî hayatla ilgilenmezdi.





Efendi Hazretleri, aşırı bir ibadet etmeyi ve şeriatın ahkâmına sıkıca bağlı kalmayı arzu ederek yaşamıştır.[6]





Bu sebebden dolayı nafileleri ve Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellemin sünneti, sosyal ha­yatlarında büyük yer kaplamıştır.[7]





Hasta Ziyareti [8]





—Şükrü Sefa DALAK Efendi anlattı.





 “Dedem, büyük küçük dinlemez, hasta ziyaretini çok severdi. Bütün Sivas’ta hastası olan evleri dolaşırdı. Cuma günü muhakkak bir hastane ziyareti yapardı. Ben 1967’ de çok ağır bir hasta olmuştum. Durumumu bir hanım, Efendi Hazretlerine bildirince beni ziyarete gelmişti. O hastalığımda bana şifa olsun diye kiraz getirmişti.”





Hüsn-ü Zannı





—Güllüceli Durmuş Şeftali (d. 1932) anlattı.





“Ulu Camii’nde minberin dibindeki sütunun yanında namaz kılıyordum. Efendi Hazretleri, yanında Tokatlı Mustafa Haki kuddise sırruhu’l-azîzin Hatim Hocası ile beraber oturuyordu. Ben namazımı bitirip kenarda oturmuş onlara bakıyordum. Efendi Hazretleri halının üstündeki motife gül diyor, hatim hocası haç işareti diye ısrar ediyor ve





“Efendi Hazretleri camiye haç ta koymuşsun” diyince Efendi Hazretleri;





“Gardaşım! Gözlerini silde bak, o gül” diyordu. O da inat ediyordu. Efendi Hazretleri beni çağırdı.





“Durmuş Efendi! Gel canım, bu ne?” diye sordu. Ben de;





“Efendi Hazretleri gül” dedim. Hatim çavuşu ise;





“Efendi Hazretlerinin hatırına haça gül deme” diyerek kızdı.





Efendi Hazretleri beni görünce;





“Benim şahidim, gülüm” diye hep söyler ve “Güllüceli Durmuş Efendi” diye seslenirdi.





İnsanlarla İlişkisi





—Şükrü Sefa DALAK Efendi anlattı.





“Dedem, bir şey olunca mahkemeye başvurmaz, sorunu olanlara da tavsiye ederek öyle yapın, böyle yapın diye yol gösterirdi.





Her şeyi tevekkülle karşılardı. Haksızlığa uğradığını söyleyenlere de, “Allah Teâlâ’ya havale ettim” derdi.”





İnsanlara Saygısı





Hayatı boyunca bir kimse ile tartıştığı duyulmamış ve toplumun bütün kesimleri ile iyi geçindiği görülmüştür. İlim ehli yanına geldiği zaman, onlara saygısını eksik etmezdi. Bilmiyormuş gibi dinlerdi.[9] Yabancı memleketten birileri geldiği zamanda onun kapısından başka, açık kapı bulamazdı. Ecnebiler dahi, tarafından karşılanırdı.





İyi Su İçme Hakkında





“Gardaşlarım! Maaşınızın üçte ikisinin gideceğini bilseniz dahi, iyi su için.”





Giyimi





Giyimi mutedildi. Elbiselerinin ütülü olmasını isterdi.  Başlarına kasket takardı.[10]





Devletin kanunları çerçevesinde hareket eden Efendi Hazretleri, zamanın gereğine göre hareket etmesi yanında, itikadı yönden Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin çizgisinden bir adım ayrılmaz iken, merhameti icabı terk ettiği durumlar çok olurdu. Giyimde ihvanına işaret olacak simgelerden uzak olunmasını isterdi. Taylasan [11] ve sarık sarararak cemaatin içinde sivrilmeyi istemez, zamanın durumuna göre hareket edilmesini isterdi.[12]





İhvanı­nı sade giyime davet ederdi. Kendileri yazın takım elbise, kışın üzerine pardösü giyerlerdi. Genellikle kurşunî renkleri tercih ederdi.





Sarık Sarmak Sünnettir





Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin sarık sardığı sahih hadislerle bilinmektedir.





“Amir Bin Hureys radiyallâhü anhtan; “Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi başında bir ucunu omuzları arasına sarkıtmış bir siyah sarık olduğu halde gördüm.”[13]





Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem Fetih günü, Mekke’ye başında siyah sarık olduğu halde girdi.”[14]





 “Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem son hastalığında başında bir siyah sarık ile hutbe irad eylemişlerdir.”[15]





“Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem başına sarık sardığı zaman, ucunu iki omuzu arasına sarkıtırdı”[16]





Sahabeler ve melekler sarık sarmışlardır.





“İbni Abbas Radiyallâhü anhtan; “Melekler kendilerini sarı sarıklar sararak alametlendirmişlerdi. (Bedir’de) Ebu Dücane kırmızı, Zübeyr de radiyallahü anhuma sarı sarık sarmışlardı.” [17]





“Allah Bedir’de ve Huneyn’de başlarına sarık sarmış meleklerle yardım etti.”[18]





Cebrail Aleyhisselâm ve meleklerin sarıklı olduklarına dair rivayetlerde sarığın bir şiar olduğunu gösterir. Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellemin kendisini temsîlen gönderdiği kimselere bizzat sarık sarması şekli temsilin de gereğine bir delildir.





İbn’ül Arabî,  Münavi ve sair ulema; “Sarık, başın sünneti, Nebilerin sünneti ve sadâtın âdetidir.”Demişlerdir.





Kur’an-ı Kerim’e Hizmeti





Kur’an-ı Kerim okumayı sevdiği gibi, okunmasını da çok isterdi. Bu sebebden, hafızlara çok hürmet eder, onlar gelince ayağa kalkıp karşılar ve başköşeye alırdı. İstanbul’a giden talebeleri, Gönenli Mehmet kuddise sırruhu’l-azîz Efendi’ye gönderir ve yardım ederdi.





Kurban Kesilirken





Efendi Hazretleri, kurban kesilirken sırtını döner, kesilen mahlukatın canını verişine nazar kılmazdı. Bu hal, onun merhâmetinin coşkunluğundan başka bir şey değildi.





Mezhep Görüşü





Efendi Hazretlerini alevi olan birisi ziyaret etmek isteyince buyurur ki;





“Gel canım, bu işin Alevisi Sünnîsi diye bir şey olmaz. Hepimiz Allah Teâlâ’nın kulu­yuz”





Ziyaretine gelen alevi kardeşlerimize de, Efendi Hazretleri;





“Gardaşım! Alevi misin?” dediklerin­de,





“Evet, Efendim”demeleri üzerine,





“Gardaşım! Alevi olabiliyor musun?” diye sorardı.





Misafir Sevgisi





Dışardan gelen misafirleriyle bizzat ilgilenmeye çalışır, onların barınma, yeme içme ve banyo gibi ihtiyaçlarının üzerinde ihtimamla dururdu. Misafirlerini hamama göndermek âdetindendi.





Misafirlerini tren garından karşılanacaklar varsa aldırır, uğurlanacakları yine ya bizzat veya bir ihvan ile gönderirdi.  Efendi Hazretleri;





“Giden yolcu dayan dur





Halim sana beyandur





Gelişine can kurban





Gidişin ne yamandur”





Dörtlüğünü okur, bazen de;





“Gelen gelsin saadetle, giden gitsin selametle.” Buyururlardı.





Misafirin üç hakkı var, o da; “istirahat ettiririz, karnını doyururuz bir de hamama göndeririz.” Buyururlardı.[19] Nefsi için yemek çeşidini aramaz iken misafirlerine çeşitli yemeklerin hazırlanmasını isterdi.[20] Yemek yedirme konusunda ihtimam gösterirdi. Çünkü Efendi Hazretleri, bir yere misafir olmuş. Orada ona çay ikram etmişler.





           “Gardaşlarım! Bize çayı içirdiler. Mübarek, Canım! Karnımız aç diyemedik. Onun için gelen misafirlerimize karnınız aç mı diye soruyoruz.”





Şeyhine Vefası





Şeyhinin akrabası ve çocuklarına hürmet eder, aynı Şeyhi imiş gibi onlara muamelede bulunurdu.





Şeyhine olan muhabbetinden dolayı, Tokat’tan gelen misafirlerine ayrı bir muamelede bulunurdu.[21] Onlara gelince;





Tokat bir dağ içinde,  gülü bardağı içinde





Tokat’tan yar sevenin, yüreği yağ içinde





Türküsünü okurdu.





 Efendi Hazretleri, Mehmet Kâzım Efendi’nin oğluna, Mustafa Hâkî adını verdiği için, taşıdığı isme hürmeti, torun sevgisinin ötesinde sevmiş, ondan hayatı boyunca alâka ve sevgisini hiçbir zaman esirgememiştir.   Âdeta adı dolayısıyla ona bir nevi şeyhi imiş gibi hürmet etmiştir. Kan kanserinden vefat edince, Efendi Hazretleri buyurur ki;





“Bu ad bizden bize kaldı.”





Temizliği





Gerek iç, gerekse dış temizliğe çok önem verirdi. Özellikle cuma günleri ihvanları ile hamama gider, onların ve hamamda hizmet edenlerin parasını kendi öder ve cuma’ya hazırlık yaparlardı.[22] Sakal uzatanların toplatmalarını, kesenlerin her gün tıraş olmalarını isterdi.





İhvanlarının erken veya geç saatlerde hamama yalnız gitmelerine razı olmaz, hamamda avret yeri açılmadan oturulmasının edep olduğunu söyler, uyulmasını isterdi.





Bazı zamanlar hamama üç kere gittikleri vardır. [23]





Tırnak Kesmesi





 Efendi Hazretleri, cuma namazından sonra önce sağ elinin küçük parmağından başlayarak, birer parmak atlayarak; orta parmak, başparmak, yüzükparmağı ve şehadet parmağıyla sağ elini keser. Sonra sol elinin başparmağıyla başlayarak, orta parmak, küçük parmak, şehadet parmağı ve yüzükparmağıyla bitirirdi. [24]





Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ve Ehl-i Beyt Sevgisi





Ehl-i Beyt’i çok sever, “bizim ser-tâcımız” [25] diye muamelede bulunurdu.[26] Abdestsiz Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin isimlerini anmazdı.[27]





Yardımseverliği





Efendi Hazretleri, içtimai yardımlaşmanın daima öncülerindendir. İhtiyaç içinde bulunanlara ayrım yapmaksızın, imkânlar çerçevesinde yardım yapmayı bir vazife bilirdi. Yardımseverliği ile de çevresine örnek olur, özellikle kendisine yardım edenleri unutmaz, onlara fazlasıyla yardım etmeye çalışırdı.





 Binmesi için kapısı ve camii önünde duran faytonları reddet­mez,





“Onların da çoluk çocuğu var, onlar da nasiplensin.” Diye binerdi.[28]





Yemekteki Hali





Yemek yerken, misafir olmasını ister, yalnız yemeyi sevmezdi.[29] Yemek yerken misafir olmasını ister yalnız yemeyi sevmezdi.  Sofrada 5 kişi,  7 kişi veya 11 kişi olması için himmet gösterirdi. El ile yemeği severdi.





Şükrü Sefa DALAK Efendi anlattı.  “Yemeğe başlamadan önce birinin elinde ibrik, diğerinde ibrik altı bulunan 2 kişi, her misafirin eline ılık su dökerlerdi. Sofrada bir tabağın içinde tuz, diğerinde çörekotu konur, yemeğe başlamadan önce tuza sonra çörekotuna el banılırdı. Ağzı açık yemek, kapı ve su kabı bıraktırmazdı. Yemeğin artık kalmasını istemez “Birer lokma alıp sünnet edelim” diye teşvik ederdi. Ekmek parçacıklarını bizzat parmakları ile toplardı. Sonradan öğrendim ki, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin sünnetleri imiş.”





Yürüyüşteki Hali





Yolda insanların elini öpmesini istemezdi. Yolda hızlı gider ve tenha yerleri seçerdi. Yolda elinin öpülmesini istemezdi.





Zâhire Hükmetmemek Hakkında





Efendi Hazretleri, İslâmî emirleri uygularken zahirden çok batınî yönü ön planda tutardı. Konu ile ilgili olarak şu hadise çok önemlidir.





Sivas’ta, Osmanlı medrese ulemâsının son temsilcilerinden Erzurumlu Vâiz Ahmed Yılmaz Efendi sürekli olarak Efendi Hazretlerinin ellerini göğsünün üzerinde ve kalbi üzerinde bağlayarak namaz kıldığı için, “Efendi Hazretlerinin kıldığı namaz, namaz değildir” diyerek haber gönderir. Bu birkaç sefer tekrar edince, durumu sukut ile geçiştiren Efendi Hazretleri;





“Gardaşım! Biz namazı Allah Teâlâ için kılıyoruz, şekil için kılmıyoruz, elinizi nasıl bağlarsanız bağlayın “ buyurmuştur.





Zühdü





Efendi Hazretleri, her zaman faytona bindiği için Gaziantepli ihvanlar yeni çıkmış taksilerden birini şoförü ile beraber Sivas’a getirmişlerdi. İhvanların niyetleri, yaşı ilerlemiş olan Efendi Hazretlerini rahat ettirmek idi. Ancak, Efendi Hazretleri; “Gardaşlarım! Bunu götürün ihtiyacımız yoktur” buyurmuşlardır. Yine aynı şekilde, Çorapçı Hanı’ndaki vekâlenin eski bir yer olduğu daha güzel bir yer yapılması için teklif yapılmıştır. Efendi Hazretleri yer değişikliğine razı olmamıştır.





3-SÖZLERİNDEN





*    “Akıl nefsin yuları, başına takılırsa her türlü fenalıktan emin olur.”





*    “Akşam namazının farzında Felâk ve Nâs suresi okunmaz.”





*    “Allah Teâlâ’ya kul olmak zor,  tarikât-ı âliye içinde insan olmak da ne zor.  Gardaşları içinde, dışı insan içi hayvan olmak da ne zor.” [30]





*    “Allah Teâlâ, isteyene her şeyi verir. Allah Teâlâ’dan kendini de isteyin. Gardaşlarım!  Allah Teâlâ, kendini de verir.” [31]





*    “Alamayacağın yere borç para vermek, günahtır.”[32]





*    “Arif-i billâhlar, dünyada hiç gam çekmezler.” [33]





*    “Aslanın dişisine de aslan derler. Bizim öyle kadın ihvanlarımız vardır.” [34]





*    “Ben vaiz olsam, dinleyenlere göre hitap ederim, İmam olsam, cemaate göre namaz kıldırırım.”





*    “Beşerdir hata işler,  üçer beşer.” [35]





*    “Birbirinizde mahvolun”  “Yok olun, yok olursanız,  Allah Teâlâ var olur.”





*    “Bir gönlüm var, onu dostuma verdim.” [36]





*    “Biz, Allah Teâla’ya sarılmışız ki, bize sarılıyorsunuz”





*    “Benim ihvanım, abdestsiz ve gafletle yemek hazırlamaz.” [37]





*    “Bizi sevenler, Yemen’de de olsa dizimizin dibindedir. Sevmeyen ise, dizimizin dibinde de olsa Yemen’dedir.”





*      Bize sordular. “Cünüp iken yemek yenir mi? Bizde demişiz ki, “Gardaşlarım!  Benim ihvanım, abdestsiz yemek yemez.”





*    “Bizim yolumuza atan bizdendir. Attıran bizden değildir.” [38]





*    “Bizim ihvanımızın uzaklığı yakınlığı yoktur, her an onlarla beraberiz.”





*    “Biz şaraptan dönme sirkeyiz.”





*    “Bizim bir gözümüz daha vardır, onu da Cenâb-ı Hakk nasip etmiş.”





*    “Biz gidenlerle gider, gelenlerle geliriz.” [39]





*    “Biz, dünya ve ahirette maddi ve manevi işlerinizde beraberiz, biriz.”





*    “Biz, değil ihvanımıza, ihvanımızın kapısındaki kedisine, köpeğine de sahip çıkarız.”[40]





*    “Biz, ihvanın ismini geç öğrenir,  geç unuturuz.”





*    “Biz, Mekke ile Medine’yi burası yaptık.”





*    “Biz, dört mezhep üzerine hükmediyoruz.”





*    “Biz, hüsn-ü zanna memuruz.” [41]





*    “Biz, halimizi şikâyet edemeyiz,  ama hikâyet edelim.”[42]





*    “Biz, her gün bal yiyoruz. İstiyoruz ki, siz de bundan nasiplenin. Bize yirmi senedir balı öğrettiler. Şimdi onu tadıyoruz.”





*    “Bizim sulbümüzden gelen değil, bizim yolumuzdan giden evladımızdır.”[43]





*    “Bizim ihvanımız, devlet malı gibi değerlidir. Her yerde tanınır.”





*    “Biz iyi ki, hoca olmamışız. İmam varsa müezzin olun, müezzin de varsa cemaat olun; hiçbiri yok, cemaat varsa kaçmayın. “





*    “Bu âlem âdemden doğar. Âdem olmasa cihan olmaz. Eğer bu âlem
olmasa, bu âleme âdem olarak gelemez. Ancak bu âleme gelen,  küfrü ile gelir.”





*    “Bu âlemde bedenimizle bile olan ruhumuz, nefes adedimiz tükendiğinde bedenimizden ayrılacak ve berzâhta dirileceğimiz güne kadar bekleriz.”





*    “Bu vücudum mülkü elden çıkmadan





 Çarh-ı devran bu binayı yıkmadan





 Suretle mana bir arada iken





 İki âlemde fırsat elde iken





Gel Hubb-u dünyayı gönlünden gider





Alasın can âleminden bir haber.”





*    “Bundan önceki iptila geçtiydi,  bu da geçer diye sabrediniz.”[44]





*    “Bütün dünya bizi tanıdı da Sivas tanımadı.” [45]





*    “Cahilin şekerli helvasını yeme, kâmilin zehrini iç, zararı olmaz.”





*    “Cümle âlem zat imiş





   Deryayı hikmet imiş





   Hak ile vuslat imiş





        Allah Teâlâ’dan gayri yok imiş





      Gardaşlarım! Bunu altın harfler ile yazmak lazım.”





*    “Ders çekmeyen, dert çeker.” [46]





*    “Deveciye komşu olan,  kapısını büyük yaptırır.”





*    “Dünya malına tenezzül etmedim.  Tenezzül etse idik, halimiz ni­ce olurdu.” [47]





*    “Dünya’da Türkiye, [48] Türkiye’de Sivas’ın kıymetini bilin.” [49]





*    “Eden eyleyen Allah,  vela havle velâ kuvvete illa billâh.”





*    “Eğri ayağa eğri ayakkabı yaparlar” [50]





*    “Ehl’u-llahın nazar ve himmeti dağlan taşları eritir ve ihya eder.”





*    “Ehl’u-llah incinmezler. Fakat Allah Teâlâ razı olmaz.” [51]





*    “El kârda, gönül yarda olmalıdır.” [52]





*    “En faziletli ilim, ilm-i hal; en faziletli amel huzuru hâl’dir.”





*    “Erken yatmak ve erken kalkmak dünya ve ahiret için faydalıdır.*”





*    “Ervah-ı ezelde ruhlar beraber olmuşlar, onun için burada beraberiz. Her evliya, veli ve rasülün bir tur yeri vardır.”





*    “Erzincan depreminden sonra gelen ihvanlara, “Gardaşlarım siz hatim okumuyor mu­sunuz” [53]





*    “Gardaşım bize şeyh diyorlar. Biz şeyh değiliz. Fakat körde değiliz.”





*    “Gardaşlarım! Babam anam şeyh değillerdi. Fakat ezel vergisi Hakk ve halk sevgisi bize şeyh dedirdi.”





*    “Gardaşlarım! Kimsenin kusurunu aramayın ve görmeyin, gördüğünüz za­manda üzerini örtüp geçin” [54]





*    “Gardaşlarım! Gayride görülen hatadan kişi mahşerde mahcup olur. Gayrinin hatası dağ kadar, kendi hatan mercimek tanesi kadar olsa, gözünüzün bebeğine kendi hatanızı tutun, gayrinin hatasını görmeyin.”





*    “Gardaşlarım! Bizim tarîkatımız sohbet tarîkatıdır. Sohbetten âri olmayın, sohbetlerinizde konuşacak bir şey bulamazsanız, bizim gıybetimizi yapın.” [55]





*    “Gar­daşlarım! Biz, bize teslim olan ihvanı, Allah Teâlâ’ya teslim ederiz. Kıyamet günüde ondan teslim alacağız.”





*    “Gardaşlarım! Uzak yollardan geliyorsunuz. Veremezsek bize yazık, alamazsanız size yazık.” [56]





*    “Gardaşım! Tarîkatın en ince yolundasınız. Daimî abdestli olmak, dersinize ve namazınıza devam etmek ve bizi de unutmamak şarttır.” [57]





*    “Gardaşım! Atanın şöhreti evladın alnında yazılı billurdur, evlat siler parlatır. Evlat ata ile övünemez. Ata evlat ile öğünür. Göçmüşün duası da bedduası da diriden çok geçer.” [58]





*    “Gardaşlarım!  Biz, şeyhimiz adımı­zı bilse yeter derdik.”





*    “Gardaşlarım bu âlem hayaldir.  Bu fotoğraf da, hayalin hayali.”





*    “Gardaşlarım! Gayını Kaf yaptık (Garibullah’ı Karibullah yaptık).”





*    “Gardaşlarım! Ben aşk acısını çok iyi bilirim” “İstedim vermediler. Kız kederinden verem olup Hakk’a yürüdü” “Ben aşk acısını çok iyi bilirim”





*    “Gardaşlarım! Yeni ders alanların tırnağı olabilsek.”[59]





*    “Gardaşlarım! İçinde olduğumuz durumu sultanlar bilseydi, o hali elde etmek için muhakkak bize kılıçlarıyla savaş açarlardı.” [60]





*    “Gardaşım! Duymak var, işitmek var.” 





*    “Gökten düşenin parçası bulunur, gönülden düşenin parçası bulunmaz.”[61]





*    “Gönlünüze sahip çıkın.” [62]





*    “Hacca giden ve yeni tarîkata intisap edenlerin geçmiş günahları af olunur. Ancak ondan sonraki günahları iki kat yazılır.”





*    “Hacılar, hocalar tekin tekin (kolay kolay) teslim olmazlar, teslim olunca da bırakmazlar.”





*    “Hatm-i Hâce’ye altı saatlik yerde dahi olsa gidiniz.”





*    “Her canlı ölür. Bir Allah Teâlâ ve muhabbet bâkî kalır.”





*    “Herkes Allah Teâlâ’dan korkar, biz nefsimizden korkarız.”





*    “Her isteğimiz yerine geliyor, onun için Allah Teâlâ’dan bir şey istemeye hicap ediyoruz.”[63]





*    “Hatim’de ve sohbette dünya ve ahiret işlerinizi de, Cenâb-ı Hakk
halleder.” [64]





*    “Her sohbette bir vuslat vardır, vuslatsız sohbet olmaz. Sohbetlerinizde edep ve muhabbetinize sahip olun”





“Hakkın kullarını bazı kul eyler, 





Anı kul eylemez yine ol eyler.” [65]





*    “Her işte beraberlikten Allah razı olur ve yardım eder.”





*    “Her şeyin cilası ve gıdası vardır. Kalbin ki, ise, zikirdir. Bunun kıymeti ise, sonra anlaşılır.”





*    “Her yerde aradığın sende, sende sendesin.”





*    “Himmetin bir zamanı vardır.” [66]





*    “Hizmeti minnet bil, minneti hizmet bilme.” [67]





*    “İdare ilmini öğrenin, insan kızınca şeytanın malı olur.”





*    “İdare,   Müdara,   Dubara”





*    “İhvan kocadıkça koç olur. Avam ise, kocadıkça hiç olur.”





*    “İşte her ne varsa O,  bu kadar.”





*    “İlmin başı sabırdır.  Sabrın başı yokluktur.  Yok olana taş değmez.” [68]





 *   “İhvanlık bir dağı delmek kadar zor,  bir sigara kâğıdını iğne ile delmek kadar kolaydır.”





*    “İhvan, bizsiz olmaz, biz de ihvansız.” [69]





*    “İhvanımız bizi sevdiği kadar beraber oluruz.”





*    “İlmin başı sabırdır. Nefis güzel süslenmiş kadına bezer. Fakat huyu kötü ve aldatıcıdır.”





*    “İnsanların kelamı, Hakk’ın kalemidir.” [70]





*    “İnsan ne ararsa zannında bulur.”





*    “İnsan kendisini müdafaa etmelidir.” [71]





*    “İnsan ruhundan ve kalbinden bir an gafil olmamalıdır.”





*    “Kapımızdan gidiyorsunuz, ama defter silinmiyorsunuz.”





*    Kendisine başkasını şikâyete geleni, “Gardaşım! O zat Allah Teâlâ’nın kulluğundan da mı çıktı?” diye cevap verirdi.





*    “Kendini bilmek, kendine gelmek, kendini bulmak, kendine ermek, nerden gelip gittiğini anlamaktır” [72]





*    “Keramet, insanı yoldan geri koyar.” [73]





*    “Kitap yazmadık, ama yazdırıyoruz.” [74]





*    “Gardaşım! Sen kitap ol.”





*    “Kıyamet muhakkak gelicidir. Mahşerde mahcup olacak her şeyden sakınmayı maneviyatta ve vefâda da sevmeyi sevilmeyi burada mizân etmelidir.”





*    “Kıymetli ömrü, kıymetsiz işlerde sarf etmek doğru mu? Nevm-i gaflet, nevm-i mevtanın daha fevkindedir. (Gafilin uykusu ölünün uykusundan üstündür. Zamanı değerlendirin demektir.)





*    “La İlâhe İlla’llâh, nihayet ‘La mevcude İlla’llâh’. Allah Teâlâ’dan başka yok.”[75]





*    “Maaşınızın üçte ikisinin gideceğini bilseniz dahi, iyi su için.”





*    “Mâdemki âdem,  her biri bir âlem.”    





*    “Muhabbeti olan hata görmez, görse de göz yumar.”





*    “Muhabbet gözüyle bakan, noksan görmez.” [76]





*    “Mürşid-i Hakîki, Allah Teâlâ’dır.”





*    “Namazın kazası olur, sohbetin kazası olmaz.” [77]





*    “Nerede hatim okunuyor, nerede zikir varsa oturun. Biz dört koldan oradayız.”





*    “Neyi seversen, onunla kalırsın,  ne ile meşgul isen, O’sun.” [78]





*    “Nefsimiz düşmanımız, ruhumuz dostumuz­dur ki, asla bizden ayrılmaz. Ölüm ahir olmayınca.”





*    “Ne yaparsak şeyhimizin eli ile yaparız.” [79]





*    “Gardaşım! Allah Teâlâ’nın rızasını al gönlünü yap,  işini O’na gördür.”





*    “Okçular cirit oynarken; “Ha gayret ay aşmadan, bir ok daha atalım” derler. “Biz bekâ âleminin yolcusuyuz.  Güneş aşıyor, bizi bir daha bulup ta noksanlarınızı ikmal eyleyemezsiniz.”





*    “Öl söz verme, eğer söz verdin ise, o sözden dönme.”





*    “Ölümü, kabri, kalkışı, mahşeri tefekkür edin. Tefekkürü dünya sevgisine kalkan yapın. Dünya zülden ibaret. Ahiret ise, ebediyettir.”





*    “Ömrümüz memuriyette geçti, nafilelerimizi bile terk etmedik.” [80]





*    “Gardaşım! Haline kanaat et,  bir yere dükkân aç,  pazar pazar dolaşma” [81]





*    “Pirimizin elinden bir bardak çay içtik, biz ondan alacağımızı aldık. Almasını bilen, vermesini de bilir.”





*    “Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, kabrini ziyaret edenleri görür. Her insan ziyaretçisini görür. İdâre ışığı gibi, lüks ışığı gibi. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ise, güneş gibi görür.”





*    “Saat-ı vahidedir ömr-i cihan,





        Saati taata sarf eyle hemân” [82]





*    “Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme gelen vahiyler kendinden kendine geliyordu.”





*    “Sema aysız, ihvan semaversiz olmaz.”





*    “Sen seni sevdiğinle bil, O seninledir.” [83]





*    “Siz birbirinizi Allah için severseniz, Gayret’ullah zuhur eder, Allah Teâlâ’da sizleri sever.” [84]





*    “Siz bizi sevemezsiniz. Biz sizi seviyoruz ki, bizi seviyorsunuz.” [85]





*    “Siyaseti olmayan bir cemiyet, çökmeye mahkûmdur. Herkesin bir siyaseti vardır. Bizim siyasetimiz, siyasete karışmamaktır Bu da ayrı bir siyasettir” [86]





*    “Sükûtumuzu anla­mayan, sohbetimizi hiç anlayamaz. Söz ile olsaydı, bu işi herkese söylerdik.”





*    “Söz bilmiyorsanız, büyüklerin dedikodusunu yapın.”[87]





*    “Sol el ile aş yemek mekruhtur.  Onu da görmek haram­dır.”[88]





*    “Şeriat bir dervişin başında tacı, sırtında abası ve elinde asası gibidir.”





*    “Şeriatı gözetin. Şeriatı gözetmeyenin tarîkatı olmaz.”





*    “Şeriatta kıl kadar noksanı olanın, havada uçtuğunu görürseniz, vurup kanadını kırın. İstidraçtan başka bir şey değildir.”





*    “Tasavvuf, yok olup, sonra var olmaktır.”[89]





*    “Tarîkat,  libas gibi olmalıdır.”





*    “Tarikâtin edebi ikidir. Olduğun gibi görünmek, göründüğün gibi olmak.”





*    “Taş atan bizden, taş attıran bizden değildir.”





*    “Ustanın elinde keser olmazsa yiğidim, yerinde yeller eser.”





*    “Ya bizi terk eder, ya da sigarayı”[90]





*    “Ya Rabbi!  Bu kadar nebinin evliyanın yüzü suyu hürmetine imanımız sana emanettir.  Pirim bu emaneti alır, Allah Teâlâ’ya havale eder.”





*    “Yemek içmek için, çok emek sarf oluyor. Ahiret için lakayt olunuyor.”





*    “Ya Rabbi! Bizim ömrümüzde yaşadığımız müddet içinde, ne kadar
cünamız[91] varsa da, bize kabir genişliği ver.”





*    “Yeter ki, bu âlemden bu âdem ayrılmasın, dünyaya dalıp ta
ahireti unutmasın.”





*    “Yok olunur, var olunur.”





*    “Yok olmayan var olmaz.  Taş atsan, vursan, bana değmez.” [92]





*    “Yok olun. Yok olursanız Allah Teâlâ var olur.”[93]





*    “Vakitler nakitleri satın alır,  nakitler nakitleri satın alamaz.”





*    “Vakitle yakut kazanılır. Yakutla vakit kazanılmaz.”





*    “Vakit nakittir mâna dakiktir. Ömür kısa mügayyebattandır. Meçhul yol uzaktır. Gayret ister.”





*    “Zaten ezelde tanışmamış olsa idik, burada buluşmamız mümkün olmazdı. Şeyhimin hakka yürümesinden sonra bu mukaddes vazife, bize verildi.  12 tarîkatı bize teslim ettiler.  Biz bakıyoruz.”[94]





4-SOHBETLERİNDEN





Allah Teâlâ’yı İsteme Hakkında





“Gardaşlarım! Kuldan Allah olmaz. Allah Teâla’dan kendini de isteyin. Allah Teâlâ dilerse kendini de verir.





 Mecnun ve Leylâ vardı, Mecnun âşık idi.





Leylâ bir gün yanına gelip,  ben Leylâ’yım demiş, meğer Leylâ olmuş.  Mecnun ellerini açarak ya bendeki Leylâ kim demiş. [95]





Mecnûn’a sordular Leylâ nice oldu





Leylâ gitti adı dillerde kaldı





Benim gönlüm şimdi bir Leylâ buldu





Yürü Leylâ ki, ben Mevlâ’yı buldum





Leylâ Leylâ derken Allah’ı buldum





Bu hal ile olun, Gardaşlarım! Bu âlem bir hayaldir. [96] Allah Teâla için birbirinizi sevin. Biz sizi Allah Teâla için seviyoruz.  Karıncayı da Allah Teâla için seviyoruz. Dışarı çıkıyorum, bakıyorum,  ne görüyorsak Allah Teâla’yı görüyoruz. Sizi de gördük Allah Teâla’yı gördük.  Biz Allah Teâla’ya sarılmışız ki, Siz bize sarılıyorsunuz.” [97]





Zatı Hakk-ı anla zatındır senin 





Hem sıfatı hep sıfatındır senin





Sen seni bilmek necatındır senin





Gayre bakma sende bul





Niyazi Mısri kuddise sırruhu’l-azîz





 “Gardaşlarım! Allah Teâla’dan başka bir şey yoktur. Zaten bizde yokuz. Bizi yok bileceksiniz. Bizde sizinle düşüp kalkıyoruz. Konup göçüyoruz. Ama biz,  biz de yokuz.”





Beni bende demen bende değilem





Tenim boş gezer dondan içeri





                                           Yunus Emre kuddise sırruhu’l-azîz





Sizde böyle yok olun. Gezen duran siz olmayın. Allah Teâla’nın bir ismi Gayyur (çok kıskanç)’dur, İnsanlar birbirini sevince, Allah Teâla’da onları sever”





“Zat-ın biri Allah Teâlâ’ya,





— ‘Ya Rabbi! Kapını aç’ demiş. Allah Teâlâ;





— ‘Kulum sen gel, kapı açık’ demiştir.





Allah Teâlâ’nın Ehli Hakkında





“İşte hulasa sizler Allah Teâlâ’nın ehlisiniz. Allah diyene “Ehl’u-llah” derler, ne yazık ki, çalışmıyorsunuz. “Temûtune kemâ te’îşûne ve tub’asûne kemâ te’îşûne “ buyrulmuştur.





Dünyada hangi sıfatta ve ne amel üzerine iseniz o halde vefat edersiniz





Hangi sıfat üzere vefat ederseniz, o sıfat üzere haşr olursunuz. Müminin kalbinin daima Allah Teâlâ ile olması lâzımdır. Vefatımız zamanında dahi Allah Teâlâ ile olalım.”





Efendimiz sallallâhü aleyhi ve selleme sormuşlar. “Allah Teâlâ katında amellerin hangisi efdaldir.”





 “Bu dünyadan çıktığınız zaman diliniz, Allah ile teslim-i ruh etmeli. Hatta hakkınızda riyakâr deninceye kadar, Allah Teâlâ’yı zikretme­li. Gardaşlarım! “Amellerin efdâli zikirdir.” Fakat çalışamıyoruz. Yeter ki, Allah Teâlâ’ya kul olmalı.”





Âlemler Hakkında





“Gardaşlarım! Şu görmüş olduğunuz yıldızlar, sizin aklınızın alamayacağı şekilde dünyadan çok büyük, Allah Teâlâ’nın yarattığı varlıklardır. Bunların üzerinde d,e Allah Teâlâ’ya itaat eden mahlûkatlar vardır. Onlar da Allah Teâlâ’yı zikrederler, kulluk ederler. Yalnız onların şekilleri bize benze­mez. Bu ayrı bir meseledir”





Aile Hukuku





Efendi Hazretleri torunu Aişe Sıdıka Hanım’ı severken validesine olan nisbet ve benzerlikten dolayı “benim güzel Anam” diye sever, sofrada yemek yenilirken ağzına lokmalar ikram eder ve





“Kızım sizinle uğraşan benimle uğraşır, benimle uğraşan Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimizle uğraşır.” Demiştir.





Av Eti Hakkında





Efendi Hazretlerine av eti ikram etmişler. “Gardaşım! Ava kıyamayız. Ama av etini de severiz.” [98] Buyurmuştur.





Dilenciler Hakkında





Efendi Hazretleri Ulu Camii kapısında her zamanki gibi dizilmiş dilenciler için buyurdu ki;





“Bunlara hiç para vereceğim gelmiyor, vermeden de geçemiyorum.” [99]





Dedikodu Yapan Hakkında





Efendi Hazretleri, şikâyete gelen bir kişiye “Allah Teâla’ya bu kulu yaratmasını bilmemişsin mi diyelim”bir başkasına “kuldur hata işler, üçer,  beşer” diyerek hakikâte sevk etmiştir.[100]





Denizler Hakkında





“Gardaşlarım! İnsanoğlu aya gitmek için boşuna çaba sarf ediyor. Bir şey bulamayacaklar. Denizleri araştırsalardı daha çok menfaat bulurlardı.” [101]





Ders Vermede Liyakatin İkinci Plana Atılması





Efendi Hazretlerinin damadı Hayyat Mehmet Efendiden nakledilen bir rivayete göre, bir gün huzurlarında sohbet esnasında, orada hazır bulunanlardan bir kaçı:





“Efendim, Size gelen herkese, tefrik etmeden ders veriyorsunuz, bunun hikmeti nedir?” diye soruyorlar.  Efendi buyurur ki;





“Gardaşlarım! Eskiden medrese, tekke gibi ilim irfan yerleri vardı. Camiler aslî mekânlardır, tali mekânlar kalmadı. Tarîkata girme hevesiyle gelenleri biz boş çeviremeyiz, fakat bizim bir gönül dairemiz vardır ki, bizce malumdur.” Başka bir zamanda şöyle buyururdular;





“Bir kimse bostanına karpuz eker. Karpuzları büyüdükten sonra, en iyilerini satıp para kazanır. Ondan ehvenini eşine dostuna ve aile efradına yetirir. Geriye kalanını da hayvanlarına yedirir. O bostan ekenin bunda bir zararı var mı?





 Gardaşlarım! O ders verdiğimiz kimse hiç bir şey yapmayıp ta kötü ahlaklarından vazgeçse, bu da bir kâr değil midir?”Gardaşım en azından beş vakit namazını bırakmaz.





Devlete İtaat Hakkında





 Efendi Hazretleri kıyafet kanunun çıktığında, eş­leri Hatun Hanım ve Hacı Hanım için iki manto iki atkı alıp getirdiğinde Hatun Hanım’ın, “Efendi bunlar ne ki?” sorusuna karşılık,  Efendi Hazretleri buyurur ki;





“Hanım! Bundan sonra dışarı çıktığınızda bun­ları giyeceksiniz” demesi üzerine Hatun Hanım,





“Efendi bizim çarşaflarımız var. Biz on­ları giyeriz” demesine cevaben, “Hanım onlar kanunen yasak olmuştur. Onun için bir zaman bunları giyeceksiniz” demiş ve ayrıca ulü’l emre itaati anlatmışlardır.





Ayrıca şapka kanu­nu gereğince kendisi dışarıda şapka ile bulunmuştur.





“Buna herkes şapka diyor, biz ise, ser­puş (Başa giyilen başlık) diyoruz” Bu şapka içinde itirazda bulunanlara da,





“Gardaşlarım ulü’l emre (kanunla­ra) itaat gereklidir” der dışardan geldiğinde şapkasını kapının yanındaki çiviye asar, iç mekâna sokmaz çıkarken de, abdest almaya çıkıyor dahi olsa, şapkasını örtmeden çıkmazdı.





Dünya Hayatı Hakkında





“Amelleriniz tartılmadan önce, kendinizi hesaba çekiniz. Hâkikat ve hidayet yolundan ayrılmayınız. Cenâb-ı Hakk’a ihlâs ile ibadet etmenizi tavsiye ederim. Allah Teâlâ, dünyada hayrı da şerri de insanların tercihine bırakmıştır. Sakın ha kendinizi gafletten koruyunuz.[102] Size hoş görünse de fenalıktan, günahlardan sakınınız. Allah Teâlâ’nın emirlerini yerine getiriniz, çünkü emirlerin yapılmaması bir felâkettir. Ölüm yolunu kolaylaştıracak yegâne şey, sizin amellerinizdir.





Size tebliğ edilen emirlere ittibâ ediniz. Taharet üzere yaşayınız. Takva üzere olunuz. Her teşebbüsünüzde Cenab-ı Hakk’ın size yardım etmesini ve geçmiş günahlarınızı affetmesini niyaz ediniz. Tevazu ve sabır, takva ve sıdk şiarınız olsun. Hesaba çekilmeden kendilerini hesaba çekenler büyük mükâfatlara nail, bunu ihmal edenler ise, büyük zararlara duçâr olurlar.





Her türlü musibet ve belâlar, kişinin tekâmül sebeblerindendir. Bunlar da nefs-i emmâreden raziye ve marziyeye kadar gider. Çoğu zaman nefs-i levvâmeye uğrarlar. O zaman kul kendi günah ve hatalarıyla uğraşır. İnsanın kendi hatasını görmesi kadar güzel irfan olmaz. Bunların hepsini unutup kulluk va­zifesinde bulunmak, yani cismindeki canı gibi, dostu canında bulmak





Bu dünya fânidir, âdemdir, misafirhanedir, âhiretin tarlasıdır. Âhirete hayırlı ameller götürmek lazımdır. Sen, seni sevdiğinle bil. Bir hadis-i şerifte; “ Kişi, sevdiği ile beraber haşr olacaktır.”





“Gardaşlarım insan dünyada bir yolcu gibi veya bir misafir gibi, yâda bir kiracı gibi olmalı. Yolcu veya misafirin nesi olur ki, Konar, geçer o kadar.”





Şu Beyitleri çok tekrar ederdi.





Fâilâtün,  fâilâtün,  fâilâtün,





Yüzün suyu değer cihanı bütün





Verirlerse dünyayı sen alma satın





Yüz aklığı iki cihana değer





Hak kul elinden intikamını kul eli ile alır





İlm-i Hakk-ı bilmeyenler anı kul yaptı sanır.





Cümle eşya haktandır kul eli ile işlenir





Emr-i Bâri olmayınca sanma bir çöp deprenir.





Kazara bir sapan taşı bir altın kâseye değse





Ne taş kıymet kazanır, nede kâse kıymetten düşer





Tekkeönü’ndeki sahra sohbeti dönüşünde “Gardaşım, Zindana dönek bakalım.” Derdi. [103]





Dostlar Hakkında





“Piş-i meni, der-Yemeni.  Der -Yemeni, piş-i meni.”[104]





 “Bizi sevenler Yemen’de olsa dizimizin dibindedir.  Sevmeyen ise, dizimizin dibinde olsa bile Yemen’dedir. Biz kimseye vurmayız, kendi kendine vurursa, kendi bilir. Biz dünya ve âhirette, maddî ve manevi işlerinizde beraberiz.”





Efendi Hazretlerinin Kendi Makamı Hakkında





Sormuşlar. 





“Efendi Hazretleri sizi nerede buluruz?





“Eğer bu dilberi ararsanız Sivas Ulu Camii’nde. Orada bulamazsanız Şam-ı Şerif’te Ümeyye Camii’nde.  Orada bulamazsanız, Mekke’de Kâbe’de. Orada bulamazsanız, Medine’de Ravza’da.  Orada bulamazsanız,  Sivas’a bir sefer eyleyin Ulu Camii’nde bulursunuz.”  





Efendi Hazretlerinin Bir Münacatı





“Ey Hâlık-ı kâinat! İlticâgâhım ancak sensin. Üzüntü ve sürûr zamanımda da sana yalvarırım. Günahlarım büyüktür, fakat senin affın ondan daha büyük değil midir? Münâcatımı işitiyorsun. Gönlümde muhabbetini eksik etme. Beni bin yıl ateşinde yaksan yine senden ümidimi kesmem. Rehberim sen olursan, hiçbir vakitte gümrah (yolunu kaybetmiş, sapıtmış, azmış) olmam. Sen bana yol göstermezsen ilelebet dalâletten kurtulamam.”





“Yâ İlâhi! En büyük korkum, beni kapından tard edecek olursan ne yapacağım. Senin yükselttiğini kimse alçaltamaz. Senin alçalttığını kimse yükseltemez. Hâlik sensin, hakîm ve âlim olan sensin, ilmin her şeyi kaplamıştır, rahmetin her şeye şamildir. Felâketzedelere yardım eden, musîbetzedelerin imdadına yetişen, kalbleri kırılanlara teselli veren Sensin. Kullarına yardım için daima hazırsın. Bütün esrar ve efkârı bilen Sensin. Bütün nimetleri bahşedensin. Fakirlerin dostu sensin. Sadıkların, tahirlerin yardımcısı sensin. Yardımını isteyenlerin hepsine yardım edersin”





“Ya Rab! Biz aciz, fakir, nakıs, zayıf ve fânî kullarınız. Ebedî ve ezelî olan, zengin ve kudretli olan, rahîm ve alîm olan sensin. Senin marifet ve muhabbet nurunu arıyoruz. Muhabbet ve marifetini ihsan eyle. Günahlarımızı affeyle.” [105]





Ehl-i Beyt Hakkında





Efendi Hazretleri hayatı boyunca Ehli Beyt’e olan sevgisi “Sizler bizim Ser tacımızsınız” ifadesi ile hayat bulmuştur.[106]





“Gardaşlarım! Ahmed ve Mehmet, bizler sizin adınızı abdestsiz bugüne kadar ağzımıza dahi almadık.” [107]





Fenâ fi’ş- Şeyh Hakkında





“Gardaşlarım! Bir zaman sonra gördük ki, elimiz şeyhimizin eli her şeyimiz şeyhimiz olmuş. Biz yok olmuşuz o var olmuş. Yok olun Gardaşlarım! Yok olun, sonunda Allah Teâla var olur. “





Gavslığı Hakkında





1955 senesinde Efendi Hazretleri “Gardaşlarım! Gavslık Kadirî’lerden Nakşî’lere verildi” Gavsiyet müjdesini verdi.





Gerçek Hafızlar Hakkında





“Gardaşlarım!





Bir kimse, ben öldükten sonra benim malımı dünyanın en cahil adamına verin derse; o adanıp malını Kur’an-ı Kerim hafızı olup ta manasını bilmeyene vermeli imiş yine bir kimse benim malımı âlim kimseye verin derse, o kimsenin malını velev ki, Kur’an-ı Kerim’i yüzünden okumasını bilmesin, Kur’an’ın hükmünce amel edene vermeli imiş.” [108]





Gerçek Temizlik Hakkında





Efendi Hazretlerinin ziya­retine giden ihvan,





“Önce hamama gideyim de bir boy abdesti alayım. Efendi’nin yanı­na tertemiz varayım” düşünerek hamama ve oradan doğruca Çorapçı Hanı’ndaki vekâleye gider. Kapıyı açıp içeri girdiğinde Efendi Hazretleri buyurur ki;





“Hacı, hacı temizlik yokluktur. Yok olarak geleceksin. Kalbteki bütün varlığını atacaksın ki, temiz olasın.”





Hacca Gidemeyenler Hakkında





“Gardaşlarım!  Hacca gitmek isteyipte gidemeyenler üzülmesinler. Gidenler yanımızda,  gidemeyenler canımızda. Gidemeyenler Ulu Camii’yi ziyaret etsin. Burayı O`ra, O`rayı bura yaptık.  





“Haccın şartı 3’tür. Helâl paran olacak, sıhhatin yerinde olacak, iyi bir arkadaşın olacak, beraber gideceksiniz.





Herkes Mekke ve Medine’ye gitmek ister.  Bizde diliyoruz. Ama sizleri bırakıp gidemiyoruz.  Biz Mekke ve Medine’yi burası yaptık.”





Halife-i zadesin,  makbulsün. Her neye muhabbetin varsa ona kulsun. Cennete gitsek bile siz vazifenizi yaptıktan sonra biz sizi almadan gidersek cennet bize haram olsun. Biz sizi bırakmayız, yeter ki, siz vazifenizi yapın.[109] Bu dünyadan çıktığınız zaman diliniz Allah Teâla ile teslim-i ruh etmeli, hatta hakkınızda müraî deninceye kadar zikretmeli.” 





Hacılar Hakkında





“Gardaşlarım! Üç türlü hacı vardır, birini Allah Teâlâ çağırır o orada kalır ve geri dönmez. Birini Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem çağırır oradan döner geldiğinde kâmil bir hayat yaşar ve hacı olarak dünyası­nı değiştirir. Bir hacıda vardır ki; şeytan çağırır döndüğünde eskisinden daha şerli ve eşet (şiddetli) olur. Gardaşlarım! Allah Teâlâ bizi bu üçüncüsünden eylemesin.” [110]





Hakikât Hakkında





“Ol mahiller ki, derya içredir deryayı bilmezler.”





“Gardaşlarım! Balıklar şahlarına gidip sorarlar ki;





“İnsanlar bir sudan bahsediyorlar. Bize suyu gösterir misin?” dediklerinde





Siz bana su olmayan yeri gösterin” demiş. İşte sizlerde o suyun içinde olduğunuzu bilin ve bunu unutmayın.”





Hastalıktan Şifa Bulma Hakkında





“Gardaşlarım! Bir kimsenin vücudunda bir hastalık zuhur etse  fatiha-i şerifeyi okur, nefesini içine çeker, şifa bulur.”





“On bir adet salâvat-ı şerife de iyi gelir.”





Helal Rızık Hakkında 





“Gardaşlarım! Bedenimiz helal rızıkla gıdalanıp, temiz kılıf olursa ruhumuz memnun olursa bu âlemde bedenimizi toprakta korur. Hem de ebedî âlemde tez bulur. Berzâh âleminde bedenimiz ruhumuzla beraber bekleyecek. Ebedî âlemde tekrar dirileceğimiz zaman ruhumuz bizi bulacaktır.”  





Himmet Hakkında





Efendi Hazretlerinin kendilerine intisap için bir zatı sınadıktan sonra buyurur ki;





“Gardaşım! Bu muhtar mührü değil ki, hemen verelim. Biz de bir şey yok, Allah Teâlâ bize, biz de size vereceğiz.”





Bir gün eşi İmmihan Hanım  “Efendi Hazretleri herkese himmet ediyorsun. Bizim Halis’e de bir himmet etsen” demiş. Efendi Hazretleri “Peki, sabah abdest suyumuzu döksün” demiş.





Sabah namazı vakti bir türlü Halis Efendi’yi İmmihan Hanım kaldıramamış. Devlethânenin abdest yeri avluda olduğundan o saat bir köpek[111] Efendi Hazretlerine öyle baka baka kalmış. Köpeğin hali değişmiş. Meğer himmet nasipten başka bir şey değilmiş.[112]





Hüsn-ü Zan Hakkında





“Gardaşlarım, Allah Teâlâ’nın kulunu sevmek o kulda kusur görmemekle olur. Baş­kasında kusur gören kendinde varlık görür. Allah Teâlâ’ya sonsuz hamd olsun ki, bulduğum bu Allah Teâlâ sevgisiyle Allah Teâlâ’nın kullarına hizmet etmek ve onlara faydalı olmak en büyük dileğimdir.”





İhvanlık Hakkında





“Gardaşlarım! Ders alan birinin oruç ve namazdan önce gözü kör,  kulağı sağır,  dili peltek ve eli ayağı kötürüm olmalıdır. Gardaşlarım! İhvan olmak kolay, insan olmak zor. Gidersin bir mürşide ders alırsın eve ihvan dönersin. Ama insan olmak öyle değil. Şeyhimden ders aldıktan sonra, Şeyhimin boyasına boyanmışım. İşte bu sizin gelmeniz, Şeyhimin himmetidir. Himmet verilmez alınır. Himmeti vermeli,  almalı. Biz verebiliyor muyuz siz de alabiliyor musunuz? 





Biz Allah Teâlâ’nın hiçbir işine karışmadık.[113] Naz makamında dahi olmadık.” “İhvan vaktin oğlu olmalıdır” “İhvan ihvanlığı ile avama karşı gururlanmamalı ve riyaya gitmemelidir. Yolumuzun dört esası vardır. Devamı sohbet, devamı sünnet, devamı zikir ve seyr-i sülûk. İhvanda huşu ve huzur birleşmezse zevk alamaz.





İhvan iki kısımdır. Birinin her gün yediği baldır, balı bilmez. Diğeri  de şekli ve şemailini bilmez.  Bal baldır, tadından ayrılmaz.





İhvan özürsüz üç hatmi terk ederse ihvanlıktan terk edilir. İhvan Allah Teâlâ için bakarsa Allah Teâlâ ona ölmez bir göz verir. Dinlerse, ölmez bir kulak verir. Hâsıl insan bütün azasını Allah Teâlâ’ya verirse, Allah Teâlâ ona ölmez bir vücud verir ve ruh olur. Edeb, ihlâs ve muhabbet bir ihvanda bulunmaz ise, ilerleyemez.”                                                            13.07.1963





İhvandan İstenilen Şey Hakkında





Efendi Hazretlerine ‘Başka şeyhlerin ihvanları uçuyor kaçıyorlar, niye bizde böyle bir hal yok’  dediler.





“Gardaşlarım! Sinekte uçuyor. Siz uçmayı kaçmayı bırakın. Allah Teâlâ’ya kul olmaya bakın. Uçmak bir şey değil. Sizin Allah Teâlâ yanında sinek kadarda mı, kıymetiniz yok. Yoksa daha ne çalışıyorsunuz. Sizleri bir damla sudan bu hale getiren Allah Teâlâ değil mi? Onun için uçmaya kaçmaya bakmayın. Allah azîmü’ş şân bize kulum desin yeterde artar.”[114]





İhvan Felç Olmaz ve Bunamaz





Efendi Hazretlerine bir ihvan bacının felç olduğu haberi gelince;





“Gardaşım! Bizim ihvanımız felç olmaz ve bunamaz, onun şeriattan (eliyle işaret ederek) şöyle bir yeniği varmış. Yoksa bu hal zuhur etmezdi.”





İhvanın Çokluğu Hakkında





Türkelili Mevlâna Küçük Hüseyin Efendiden dinledim.





Efendi Hazretleri, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin “Mahşerde ümmetimi çokluğu ile öğüneceğim.” buyurduğunu ifade etmiş ve





“Gardaşlarım! Her asrın halifesi gibi, bizde ihvanımızın çokluğu ile öğünürüz” dedi. Daha sonra evinin önünde havuz yapan ihvanları eve çağırdı ve onlarla çay içer iken, uzun bir müddet rabıtadan sonra buyurdu ki;





“Gardaşlarım! Siz görevinizi bugün burada çalışarak ve yorularak edâ ettiniz. Allah Teâlâ her kula bir görev verdi. Bize de bugün bir görev verildi. Allah Teâlâ meleklere bu yıl kıtlık olacak buyurdu. Melekler razı oldular. Bize de bu ahval ilham olunca razı olmayıp, Ya Rabbi kullarına kıtlık iptilasını verme, dedik. Duamız kabul olundu.”





İlk Vazife





“Gardaşım! Erkek ihvanın ilk vazifesi incinmemek ve incitmemek, kadın ihvanların ilk vazifesi kocasının nefsine hizmet etmektir.”





İlkbahar Mevsimi Hakkında





3 Mayıs 1960 yılında yaptıkları bir sohbette Efendi Hazretleri buyurur ki;





“Gardaşlarım! Bu mevsimde hava ne kadar soğuk olursa olsun insana dokunmaz. Çünkü her şeye hayat veren, şifalı havadır. Güz mevsiminde ise, hava az soğuk olsa da dokunur. Çünkü otları ve her şeyi yakan havadır.” [115]





İnsana Değer Veren Şeyler Hakkında





“Gardaşlarım! Amellerin efdâli zikirdir. Fakat çalışmıyoruz. Kul daima Allah Teâla ile olmalıdır. Vefatında bile.  Gardaşlarım! Piyasada tonlarca kâğıt var. Bunların belirli bir kıymeti var. Ama kâğıda imza atılıp mühür vurulduğu zaman para oluyor. Kâğıdı para yapan Mühür ile imzadır. İnsanı insan eder zikirdir. Allah Teâla’yı zikir edin. İnsan, namazını ve dersini hiç bırakmamalıdır. Her şeyin cilası ve gıdası vardır. Kalbin ki, ise, zikirdir. Bunun kıymeti sonra anlaşılır.”  





İstemeyi Bilmek Hakkında





“Mecnun ve Leylâ vardı. Mecnun âşık idi. Leylâ bir gün yanına gelip,  “ben Leylâ’yım” diyince Mecnun, “ya ben­deki Leylâ kim” demiş. Meğer Leylâ olmuş. 





Gardaşlarım! Allah Teâlâ’yı isteyin. Allah kendini verir.  Bu hal ile olun Gardaşlarım! Bu âlem bir hayaldir.





 “Gardaşım, Allah’dan hayâ ediyoruz. Bakıyoruz, gönlümüze ne geliyorsa o oluyor. Allah’dan utanıyoruz.”





Allah için birbirinizi sevin,  biz sizi Allah için seviyoruz. Karıncayı da Allah için seviyoruz ne görüyorsak Allah’ı görüyoruz.  Sizi de gördük Allah’ı gördük.  Biz Allah’a sarılmışız ki, siz bize sarılıyorsunuz.”





“Vaktinizin kıymetini bilin. Dünya beni aldattı. Üstü bal tadı, altı beni aldadı.” [116]





İsim Koyması Hakkında





Efendi Hazretleri ihvanın çocukları doğunca isim talebi ile geldiklerinde çocuk getirilmişse kulağına ezan okur adını koyardı. Tükürüğü veya tatlı bir şeyle tahnik yapardı.[117]





Adlarda genellikle Ehl-i Beytin, sahabenin veya pirân-ı izâmın adlarını tercih ederdi.[118]





Bir gün Hacı Murat isimli ihvan Efendi Hazretlerine gelerek;





“Efendi Hazretleri bir mahdumunuz oldu. Ne buyurursunuz.” Efendi Hazretleri;





Hatice-i Kübra, olsun.” Hacı Murat;





Efendi Hazretleri Bir öncekine vermiştiniz,” dediğinde elini sallayarak





Yâ, öyle mi!  Peki Fatıma’tüz- Zehra olsun” buyurdular.





İşlerin Değiştirilmesi Hakkında





Hasan Hüseyin Karataş Efendi’ye hitaben ihvana “Gardaşım! Büyükler buyurur ki, “Sebep sizi terk etmeden, siz sebebi terk etmeyin,” söylemiştir.[119]





İşlerin Hakikâti Hakkında





Efendi Hazretleri bir gün annesine “Babama söyle de, bana sarık alsın.” Der. Annesi buyurur ki;





“Oğlum sen sarık ol, âlem seni başında taşısın.” Başka bir zaman ise, “Babama söyle, bana koku alsın” demesi üzerine, “Oğlum sen koku ol, bütün âleme tüt.”





Efendi Hazretleri biz bu kasketi takmayalım ve dışarı çıkmayalım diye niyet etmişler. Fa­kat manasında Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi görmüş. “İsmail Efendi bezde bir keramet yok. Ümmet-i Muhammed’i irşada çık vazifeni yap.” [120]  Emrine tabi olup kasketi takınmış ve “Oğul, eğri ayağa eğri ayakkabı yaparlar.  Bizde öyle yapıyoruz” buyurmuşlardır.[121]





İşlerin Zahiren Söylenmesi Hakkında





“Gardaşlarım! Bir şey sormak icap ederse veya sıkıntınız olunca bize zahiren söylemeniz icap eder. Allah Teâlâ bize bildirirse biz biliriz.”





İşlerin Tecellisi Hakkında Takdirin Önemi





Efendi Hazretleri 1949 yılında ziyaretine gelen Darendeli Hacı Hasan Efendiye,





“Gardaşım! Hacca gideceğiz.” buyurunca O da;





“Efendi Hazretleri param yok” demiş. Efendi Hazretleri de;





“Gardaşım! Bizimde paramız yok, İnşâ-allah gideceğiz.” diyerek davet edildiklerini aşikâr kılmış.





Kaza Namazı Hakkında





Bir gün vekalede sohbet sırasında birisi,





“Kaza namazı olanın nafile ve sünnet namazları kabul olmaz diyorlar. Siz ne buyuruyorsunuz?” dediklerinde;





“Gardaşlarım! Yarın ruz-i mahşerde ilk sual namazdan olacaktır. Namazın hesabında hesaba ilk defa farz namazları alınacak, ondan sonra noksan kalan kısımları kaza namazları ile ta­mamlanacak. Ondan noksan kalan kısımları da derecelerine göre sünnetlerle, ondan noksan kalan kısımları da nafile namazlarla tamamlanacaktır.





Gardaşlarım! namazla­rınızı ihmal etmeyin. Vaktiniz oldukça borcunuz varsa kaza namazı ve Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemden intikal yâni gelmiş olup, sizlere bildirdiğimiz sünnet namazlarını kılınız.”





Gardaşlarım! Akşam namazından sonra ikişer rekâttan altı rekât evvâbin namazı kılanın geçmiş on yıllık günahı af olunur. Ondan sonraki evvâbin namazları için de her birine bir umre sevabı verilir. Teheccüd namazını kılın, iki rekât işrâk ve dört rekâtta duhâ namazı kılın”[122]





Kendine Söylenmiş İlahilerin Hakikâti Hakkında





“Bu sözler Allah Teâlâ ve Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme söylenmiş sözlerdir. Ancak yol bizden geçtiği için bize söylenmiştir. Fenâfı’l-ihvân olduysanız, bu sözler ihvana, Fenâfi’ş-şeyh olduysanız bu sözler şeyhe, fenafı’r-resûl olduysanız bu sözler Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme, bekâbi’llâh olduysanız bu sözler Allah Teâlâ’ya söylenmiştir”[123]





 “Gardaşım sevmeli sevilmeli. Her insanın sevgisi Allah Teâlâ ve Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme ulaşmaz. Siz bizi sevin, bizde şeyhimizi seviyoruz. Bu sevgi, silsileyi meşâyih yolu ile Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme, oradan Allah Teâlâ’ya ulaşır.”





Kendini Beğenenler Hakkında





“Herkes yanımıza nefsimizi yendik diye gelirler. Hele bir do­kun bakayım, işin aslı nasıldır bir göresin.” [124]





Bir gün Efendi Hazretlerinin huzurlarına bir adam gelir,





“Efendim otuz beş sene­dir teheccüd namazımı aksatmadım” demesi üzerine Efendi Hazretleri buyurur ki;





“Ne o namazı kılsaydın, ne de bu sözü söyleseydin. Bunda varlık kokuyor, Gardaşım.[125]





Varlıktan Allah Teâlâ’ya sığınırız. Biz hiç kimseyi hor görmeyiz.[126] En günahkâr insan tövbe eder. Allah Teâlâ’nın sevdiği kulu olur. İbadetine güvenen insana varlık gelir ve mahvolur.”





Keramet Hakkında [127]





İhvanlardan biri, Efendi Hazretlerinin huzurunda sohbette iken gönlünden geçirir ki,





“Efendi’nin de hiç kerameti yok” o anda Efendi Hazretleri ona döner ve buyurur ki,





“Gar­daşım siz ders almadan önce Teheccüd namazına kalkar mıydınız?” o da, “Kalkmaz­dım Efendim”diye cevap verir.





“Peki, şimdi kalkar mısınız?” diye sorunca;





“Evet Efendim. Hem de hiç kaçırmam” diye söyleyince, Efendi Hazretleri buyurdular ki,





“Gardaşım bundan bü­yük keramet olur mu?”





Kokusu





Efendi Hazretlerinin vücud kokusunun bir rivayette karanfil gibi koktuğu rivayet edilir.[128] Şükrü Sefa Efendi ise:  ‘O gül gibi kokardı. Kaldığı ve geçtiği yerlerden kokusu uzun süre gitmezdi’ diye ifade etmiştir.





Leylâ ve Mecnun





“Mecnun, kırk yıl Leylâ’yı, Leylâ diye sevdi. Kırk yıl sonra Leylâ’da, sevdiğinin Mevlâ olduğunu anladı. Yine Leylâ’yı sevdi. Fakat Mevla diye sevdi.





Mecnun’a sordular.





“Leylâ için deli oldun. Ya bu ayrılığa nasıl dayanıyorsun?” dedi ki;





“Ayrılık ne kelime. Ben Leylâ’yı düşüne düşüne kendimi unuttum. Şimdi kendimi de unuttum, fark edemiyorum. Ben, ben miyim? Yoksa Leylâ mıyım?” Sonunda mecnun Leylâ; Leylâ, Mecnun oldu.





Âşık ve maşuk bir suda boğulurken, birisi erkeği kurtarmak istemiş. O ise; beni bırak, maşukamı kurtar, o boğulmasın. Diyerek elini vermiyor ve boğuluyor.





Bir âşık;





Sevdiğimin kendini değil, fesinin püskülünü görsem bana yeter. Demiştir.”





“Mecnun Leylâ’nın aşkından dağlarda çöllerde gezer iken bir bakmış ki, bir sayyad (avcı) bir ceylan yakalamış. Bunu bırak demiş. Avcı; nasıl bırakayım. Mecnun;





“Ceylanın gözü Leylâ’nın gözüne benziyor. Sana elbisemi vereyim. Demiş”





“Mecnun’un çöldeki haline babasının yüreği dayanamamış. Oğluna demiş ki;





“Oğlum seni Kâbe’ye götüreyim. Hacer-i Esved’e yüz sür de bu aşk belasından kurtar.” Mecnun;





 Ya Râb belayı aşk ile kıl aşina beni





Bir dem belâ-yı aşktan etme cüda beni





Az eyleme inayetini ehli derdden





Yani ki, çok belâlara kıl mübtelâ beni





“Allah Teâlâ’m benim aşkımı o kadar artır ki, kimse Mecnun vefasız demesinler.”





Meczuplar Hakkında





“Gardaşlarım! Meczuplara fazla dokunmayın, gerekirse uzak durun. Onların duası,bazen beddua yerine geçer.” [129]





Misafirlik Hakkında





“Gardaşlarım! Hepimiz misafiriz. Misafir aç olmayacak, ev sahibine güç olmayacak misafirliğimizi bilmeliyiz. İnsan bar (yük) olmamalı, yar olmalı, yani hizmet ehli olmalıdır.” [130]





Misafirler Hakkında





“Gardaşlarım! Günde yanımıza otuz kişi gelir. Bunlardan onu bizi tetkik için. Onu, yemek-içmek için. Diğer onundan sekizinin dünya işi var, ikisi ise, Allah rızası için ziyarete gelir.”





Münakaşa Hakkında





“Gardaşlarım! Sakın münakaşa yapmayın. Allah Teâlâ bilir deyin, işin içinden çıkın.”





Naci Fırkası Hakkında





“Gardaşlarım! Naci denilen fırka sizlersiniz.[131] Bakarsınız bazı kişiler tarîkata giriyorlar. Çok geçmeden acaibten garâibten bahsetmeye kalkışıyorlar. Kendilerini büyük adam olduklarını zannediyorlar. Fakat büyük kim, küçük kim, o sonra belli olur.  Bizim tarîkatımıza gelen kimse uzun yıllar çalışır. Ancak kendi küçüklüğünü fark eder. Yetmez mi bu fark. Çünkü keramet kulu Allah Teâlâ’dan uzaklaştırmaya yarar.  İnsan Ahlak-ı Muhammedi ile ahlaklanmalı, kuldan istenen budur.  İnsan ile ebedi âleme gidecek kazançta budur.[132]





Rabıta Hakkında





“Rabıta, mürşidin eliyle müridin kalbinden geçirilip, dergâh-ı izzete bağlanan haberleşme ipidir.”





“Rabıtasız insan kör ve sağır.”





Ramazan Ayı Hakkında 





“Gardaşlarım!





Birbirinizle bir araya geldiğiniz zaman, gönüllerinizi dünya taallukatından âri kılarak hep bir ruh gibi olmaya gayret ile celb-i himmet ve ruhaniyyet eyle­meniz iktiza eder.[133]





Bunun hilafındaki hareketler, maddî ve mânevî işlerinizin bozulmasına ve gönüllerinizin perişanlığına sebep olacağından, şu Ramazan-ı mağfiret nişanın­dan birbirinizle hubben lillâh helâlleşerek, gayet samimi ve ciddi olarak muhab­bet eylemenizi eltâf-ı ilâhiyyeden niyaz ederim.”





Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin, Efendi Hazretlerine isim vermesi Hakkında





Bir Ravza-ı Mutahhara ziyaretinde,  Efendi Hazretleri buyurmuş ki;





“Biz bu kapının kıtmîriyiz.” Biraz bekledikten sonra; 





“Yok, canım bütün âlem,  bu kapının kıtmîridir.”  Birazbekledikten sonra;





“Gardaşlarım! Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem üç defa adımızı değiştirdi. Garib’u-llah,  Refî’u-llah ve sonunda adımızı Yakîn’u-llah koydu.” 





Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme Olan Sevgisi Hakkında





“Gardaşlarım, Ahmed ve Mehmet! Bizler sizin adınızı abdestsiz bugüne kadar ağzımıza dahi almadık.”





“İsmim Muhammed Efendim” diyen kişiye Efendi Hazretleri;





“Allah Teâlâ’yı seversen sus, abdestimizi tazeleyelim ondan sonra adınızı söylersiniz” buyurarak, Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellemin ismine dahi olan hürmetini göstererek,  O’nun sevdalısı olduğunu izhar ederdi.





Rusya Hakkında





“Gardaşlarım! Evliyalar da silahı ele alıp harbe iştirak ederler­ ve kazanırlar. Biz elimize silah almadan,  Rus’u yirmi senedir yerinde durdurduk ve ona öyle bir iş ettik ki, kıyamete kadar belini doğrultamazlar”





Sabrı Hakkında





Ankara’dan gelen bir müfettiş gizli olarak bir süre takibat yapmış, gideceği zaman Efendi Hazretlerine gelerek kendini tanıtmış;





“Efendi Hazretleri siz  müstesna bir insansınız, bu kadar  insan, nefsini düşünüp dünya menfaati için etrafınızda yuvalanmışlar ve nemâlanıyorlar.”dediğinde, Efendi Hazretleri;





“Gardaşım, biz bunların hepsini ve durumlarını biliyoruz.” Buyurmuştur.[134]





Sahte Şeyhler Hakkında





“Gardaşlarım! Bakıyoruz, bazı kimseler kendiliğinden şeyhlik ediyorlar. Tevbekâr olmadan ölen,  fahişe kadınlar ellerinde bıçaklar ile kendilerini doğrayacaklar. Kendiliğinden şeyhlik edenlerin hali,  mahşer yerinde onlardan beter olacak. “





Her mürşide dil verme kim yolunu sarpa uğradır





Mürşidi kâmil olanın gayet yolu asan imiş





Niyazi Mısrî kuddise sırruhu’l-azîz





Sakal Hakkında





Efendi Hazretlerine, “Sizin ihvanınız,  sakalını niye kısa uzatıyor” diye sorulunca, “Gardaşım bizde içeriye doğru uzatıyoruz” buyurmuşlardır. [135]





Bir arkadaş gurubu ile ziyaret yapan Şahab Ünal’a,  Efendi Hazretleri “Gardaşım! Sakalınızı bırakınız” diye ısrarlı teklifi olduğu, kendilerinin ise, bu ısrarlı teklif karşısında söz verdiklerini söylemiştir. [136]





Sevmek Hakkında





“Siz birbirinizi Allah Teâla için severseniz,  gayret’u-llah zuhur eder. Allah Teâla hepinizi sever. Muhabbeti olan hata görmez, görse de göz yumar. Her işte beraberlikten Allah Teâla razı olur. İdare ilmini öğrenin,  insan kızınca şeytanın malı olur.





İdare müdâra ve dubâra.





Nefis çok mübarektir. Ruha âşık olmuştur. Aşkın kıymeti çok büyüktür. Âşık olmayan insan,  insan değildir. Asıl mesele nefsi, ruha tâbi kılmaktır. Nefsin dediğine gitmemektir. Ne ararsan insanda mevcuttur. Bir şeyh (Şeyh Sena ) Rum papazının kızına âşık olmuş. Ruh şeyhtir, Nefiste Rum papazının kızıdır. Hepinizi Allah Teâla’ya emanet ettik. Biz de zaten Allah Teâla’ya emanetiz. Cenâb-ı Allah Teâla,  hepinize mazhar-ı tevfik buyursun. Tarîkatta bir şey varsa, o da insanın gözü ayağının ucuna bakmasıdır. “





Efendi Hazretleri bir sohbetinde sevmek hakkında Musa aleyhisselâmın kıssasını anlatırlar.





 “Allah Teâlâ,  Tur-i Sina’da,  Musa aleyhisselâma buyurmuşlar ki,





“Ya Musa benim için sen ne yaptın” Hz. Musa aleyhisselâm,





“Ya Rabbi namaz kıldım, oruç tuttum, zekât verdim” Buyurunca, Allah Teâlâ buyurur ki;





“Onlar senin için Ya Musa, karşılığını elbette verece­ğim, benim için sen ne yaptın” sualine Hz. Musa aleyhisselâm,





“Yarabbi sen bilirsin” demesi üzerine Allah Teâlâ,





“Ya Musa,  benim için bir kul sevdin mi? buyurmuşlardır.





“Onun için kul, Allah Teâlâ’yı sevmeli, her şeyi de Allah için sevmelidir. Gardaşlarım biz hepinizi Allah için seviyoruz,” yerde giden karıncayı göstererek,





“Şu karıncayı da, Allah için seviyoruz”[137]





Siyaseti Hakkında





Efendi Hazretleri,  bütün partilere karşı aynı uzaklıkta kalmış herhangi bir siyasi parti hakkında yakınlık belirten bir söz söylememiştir. Hatta 1954 seçimlerinde gelen misafirler­den birisinin,





“Efendi yakında seçim var. Biz reyimizi hangi partiye vereceğiz” demesi Efendi Hazretlerinin canının sıkılmasına sebep olmuş ve buyurmuşlardır ki,





“Gardaşlarım! Allah Teâlâ herkese göz vermiş görmek için; kulak vermiş duymak için” işaret parmağıyla başını göstererek,





“Allah Teâlâ bir de akıl vermiş, gözünüzle görüp kulağınızla işitip aklınıza danı­şacaksınız, aklınız ne diyorsa onu yapacaksınız”





“Biz, siyasetle asla uğraşmayacağımızı söyledik, siyasetle uğraşmayacağımıza dair, Duyunu Umumiye Memurluğumuzda imza verdik. Bizim o taahhütnamemiz halen câridir. [138]





Gardaşlarım! Zahirde senet verdik, ervâh-ı ezelde de söz verdik. Bizim siyasetle alâkamız yoktur. Benim bir reyim var. Kime verirsem vereyim, başkasını ilgilendirmez. Her kim ki, ‘Efendi oyunu filan partiye veriyor’ diye konuşursa bizim semtimize uğramasın, onunla bizim alâkamız kesilmiştir.”





 “Gardaşlarım! in­san beşer,  hata eder üçer beşer. Hata işlemeyen kul olmaz, hükümete gelince olma­yan hükümetten, olanın en kötüsü yine iyidir. Memleketimize sahip olun. Dünya’da Türkiye, Türkiye’de Sivas,  kıymetini bilin”





 “Gardaşlarım! Sizler ne niyetle oy verirseniz verin. Oylar sandıkta Allah Teâlâ’nın melekleri tarafından layık olduğunuz yönetimin gelmesi için değiştirilir.” [139]





Cihana padişah olmak kuru bir kavga imiş





Bir mürşide bend olmak cümleden evla imiş..





Yavuz Sultan Selim





Sofra Duası





İhramcizâde İsmail Efendinin yemek sonunda genelde yaptığı dua bu şekildedir.





Elhamdulillah [3] Eşşekrulillah, zâd’allah, ziyâdellah, takabbelallah,  tezeyyenallah, şükran’illahil’fatiha…





Sohbet Hakkında





Efendi Hazretleri iki konu üzerinde ısrarla dururdu. Bunlar:





“Hatm-i Hâcegân’ı ve sohbetleri terk etmemektir.”





“Gardaşlarım! Sohbetlerinizde edebinizi, muhabbetinize sahip olun.[140] Her sohbette vuslat vardır. Hiç vuslatsız sohbet olmaz. Hiç bir şöhret afatsız olmaz, öyleyse şöhretten kaçının.” [141]





“Sohbetin dört şeyine dikkat etmelidir. Terk et dünyayı,  bul ukbayı.[142] Terk et ukbayı, bul Mevla’yı.[143] Terki terk eyle. Sen seni terk ettikten sonra kendin çalışarak ara. Tam beş yüz senelik yoldur. Bir perde vardır. Bu perde ise, kalbde gözle görülmeyecek kadar ufaktır. Bir nokta kadardır.”[144]





“Sohbet ihvanın tesiri altında değil, ihvan sohbetin tesiri altındadır.”





            Son olarak söylediği Gazel [145]





Sanmam ki, bizi şire-i engür ile mestiz





Biz ehli harabattanız kim mest-ü elestiz.





Ol demde kim ikrar eyledi bizleri ey dost





Şimdi dirilüb çevremiz gördü ki, mestiz.





Bu zevke erer ehl-i hırat kim bula bir yol





Akıl ana tuzak olmuş iken, mümkün mü gide yol





Aşkın elemi her kimi zar etti o makbul





Safi demesin kim bu yolda biz dahi mestiz.





……





Bezm-i ezele vakıf olan ehl-i harabat.





Terk eylemez bizleri olsak ta pür-afat





İşte o zaman bilir ki, biz ezeli mestiz.





Bu dedikodular olacak hep cümle güzel





Çün başa getirmiş o takdiri ezel





Bildim ki, bu âlem hareketi sun-i lem-yezel





Toprak olup ayaklar altına yüz koydum elbette ki, mestiz.





Şeyhliğin Kazanılması Hakkında





Bir gün bize iki kimse geldi.  “İsmail Efendi sen bu şeyhliği buldun mu?  Çaldın mı?  Aldın mı? Dediler.  “Bende onlara;  ne buldum, ne çaldım,  ne de aldım. Hini sabavetimden beri kendimi bir yokluk içinde ve yok bilirim;  dedim.”  Onlar; “Haydi İsmail Efendi imtihanı kazandın dediler.”





Şeyhin Üstünlüğü Hakkında





“Gardaşlarım! Her şeyin bir tüccarı vardır. Bizde dert tüccarıyız. Hem de öyle bir dert tüccarı ki,  bütün dermanın fevkindedir.”





 “Gardaşlarım!  Ananız,  babanız mı üstün yoksa biz mi? Elbette biz üstünüz. Onlar sizi ulvi âlemden süfli âleme getir­diler.  Biz ise, o ulvi âleme götürmeye memuruz.” [146]





Gardaşlarım! Acaba ve şüpheyi kaldır. Hatanı bileceksin. Hava giren yerini yama. Gemi cevher yüklü,  su almış batmış. İnsanoğlu cevher yüklü,  sakın batırma. Sahibine teslim et. Arabanın gıcırtısı bile muhabbeti bozar.  Çorumlu Pirimiz buyurdular ki;





“ Biz cevher olanı biliriz. Bırakmayız. Biz insan hırsızıyız. “[147]





Zatın biri, Allah Teâla’ya kapını aç demiş. Gaipten ses gelmiş: Ya kulum,  sen gel zaten kapı açık demiş.





En faziletli ilim ilm-i hal





      En faziletli hal huzur-u hal





      Kul rah-ı hakta buluna





      Rahimdir Allah Teâla kuluna





Bu âleme gelen küfrü ile gelir. Neyi seversen onunla kalırsın,  ne ile meşgul isen sen O’sun. Şeriatı gözetin, şeriatı gözetmeyenin tarîkatı olmaz. Ama sol el ile yemek mekruhtur, fakat onu görmek haramdır;”





Şeyhin Makamı Hakkında





Cennete gitsek bile, siz vazifenizi yaptıktan sonra biz sizi almadan gidersek,  cennet bize haram olsun.  Biz sizi bırakmayız, yeter ki, siz vazifenizi yapın.





Ehl’u-llâh derler,  işte Allah Teâlâ’nın ehlisiniz,  bize Allah Teâlâ için ziyarete uzaktan yakından geliyorsunuz. Tarîkatımız Halidî Hâki Nakşibendî’dir. Evveli Şeriat ortası tarîkat ahiri yine şeriattır. Bizim Şeyhimiz Hacı Mustafa Hakî Hazretleridir.  Bizde sizin gibi,  Allah Teâlâ için ziyaretlerine giderdik Türbe-i saadetleri İstanbul’da Fatih Camii’ndedir. Yine gidip geliyoruz.  Biz beraberiz. Hadis-i Kudsî “Men arefe nefsehu fekat arefe rabbehu.” Nefsini bilen Rabbi’ni de bilir ezelî ervahta. İşte böylece ruhlar bir arada görüşmüşler burada da görüşüyoruz.”[148]





Şeyhin Gerekliliği Hakkında





“Kendi başına biten bir ağacın meyvesi olmaz. Allah Teâla’nın âdetinde bir şeyi sebebe bağlamak lazımdır. Nasıl ki, ana ve baba olmadan çocuk dünyaya gelmiyorsa, bir Mürşidi kâmil terbiyesine girmeden olan doğuşta sakatlıklar olur. “[149]





Boş çeşmeye koydum bakraç,





Bulamadım derdime ne merhem ne ilaç                                            La





Şeyhliğinin Hakikâti Hakkında





“Gardaşlarım! Sâdi derki, Bir gün hamamda bir sevimli insan bana bir parça güzel kokulu kil verdi. O kile:





“Misk misin, yoksa amber misin, senin güzel kokundan mest oldum.” dedim. Kil cevap olarak bana şöyle dedi:





“Ben adî bir kil idim, fakat bir zaman gül ile arkadaş oldum, onun güzel kokusu bana sindi, yoksa ben bildiğin toprak parçası­yım.” [150]





Şeyhliğin Hakkını Vermek Hakkında





“Gardaşlarım! Eğer biz kendimize düşen vazifemizi yapamıyorsak, bu vazife bizden alınsın; sizler bir şey alamıyorsanız bizler ne yapalım.”





Şevval Orucu Hakkında





“Gardaşlarım Ramazan 30 gündür. 6 günde Şevval-i şerifte oruç tutarsanız 30 gün rama­zan 300 gün, 6 günlük Şevval orucuda 60 gün eder bir senede oruç tutulabilecek gün 360 gündür, bu suretle bir senenin gecesi kaim, gündüzü sâim olmuş oluruz. Biz Şevvali Şerif’in dokuzunda oruca başlar on beşinde bayram ederiz. Bu suretle eyyam’ı biyd orucunun sevabını da kazanmış oluruz.” [151]





Takdir Hakkında





“Gardaşlarım! Allah Teâlâ ruhları ezelde topladı, herkese istediği sanat gösterildi. Biz de dervişliği aldık, sizinle de ezelde tanıştık. Her insana ömrü, rızkı ve nasibi ruhu ile beraber verildi. Bu âlemde tedbir alıp takdire saygılı olduğumuz kadar amelî edebimizle daha kim yakîn olur diye âleme imtihan için gönderildik. Burada biliştik mahşerde buluşacağız.” İkinci durağımız berzah âleminde toplanacağız. Üçüncü durağımız mahşerde toplanacağız, buluşacağız. Allah Teâlâ buyurdu ki; 





‘O gün mahşerde hiç kimseye soyu şöhreti sorulmaz. Ameli, edebi ve yakınlığı ile mükâfatlandırırız’.





Gardaşlarım! Kâinat bize bağlı, bizdeki cana bağlı, canda canana bağlı. Bu can bizden gitti, başka can geldi. Allah Teâlâ kula nimet verir başkası bin çalışsa o lutfa erişemez. Gardaşlarım! Eden eyleyen Allah, Lâ Havle velâ kuvvete illâ billâh”





“Gardaşlarım! Her insan için ezelî bir hüküm var. Her nebinin mekânı zamanı ve ashâbı ezelde bilindi. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin ve halifelerinin de mekânı, zamanı ve ashâbı ezelde bilindi. Bizimde zamanımız bu, Sivas mekânımız imiş. Allah Teâlâ bizi sevdi, biz de Allah Teâlâ’yı seviyoruz. Her şeyi,  yerdeki karıncayı Allah Teâlâ için seviyoruz. Siz de emri ilâhiye iman ve ameli edebi ile bizi sevmiş olursunuz. Bizi sevmekle Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme, oradan Allah Teâlâ’ya yakın olursunuz. Amelî edebinizle, Murakabe-i Hayr ile çok zikirle yakınlığınıza sa’yü gayret edeceğiz.”





“Gardaşlarım! Kim bizi severse, bizle yaşarsa, bizim sevgimizle ölürse, mahşerde beraber oluruz.”





Tarîkatı Hakkında





“Halidî Hâki Nakşibendî olan tarîkatımızın evveli şeriat, ortası tarîkat, ahırı (sonu) ise, şeriattır.”





Ulu Camii Hakkında





“Dünya üzerinde altı mescit vardır.





1- Beytullah,  2- Ravza-i Mutahhara 3- Kudüs-ü Şerif 4- Şam’da Camii Emeviyye’de Mescidi Yahya,  5- Halep’te Mescidi Zekeriyya,  6- Sivas Ulu Camii. Bu bir Hâkikâttir,  biz böyle kabul ettik.”[152]





Üç Aylar Hakkında





“Gardaşlarım! Üç aylarda günahların keffareti olarak bir gün oruç tutun, bütün günahlarınızı silip götürür.”





Tekkesi Hakkında





“Gardaşlarım! Bizim siyasetle alâkamız yoktur. Cumhuriyetin ilanından sonra tekke ve zaviyeler kapatılıyordu, bize dediler ki;





“Efendi siz şeyhsiniz. Tekke ve zaviyel­er kapatılıyor, siz irşat faaliyetlerinize devam edecek misiniz?” Biz de,





“Evet, gök kubbenin altı bizim tekkemiz. Ay, güneş ve yıldızlar tekkemizin kandil­leridir.” dedik.





Vefalı olmak Hakkında





Efendi Hazretleri bir gün devlethanede uzun müddet hasbıhâl ettiği yaşlı bir misafire abdest tazelettirmek için oğlu Kemal Bey’e işaret etmiş. Kemal Bey hizmetini yaparken bir ara demiş ki:





“Efendi Hazretleri sizin gösterdiğiniz ilgiye layık biri değilmiş.”





“Bizi Şeyhimize ilk götüren Tokat Mal Müdürü’ne saygımıza gölge düşürmek eğri olur. Mahşerde eğrinin gölgesi de eğridir. Eğrilik mahşerde ise mahcupluktur.”





Vefat Eden Kişi için Kelime-i Tevhid Hatmi





“Gardaşlarım! Vefat eden gardaşımız için,  Kelime-i Tevhid Hatmi okuyalım. Cehennemde olanı çıkarır.”[153]





Vesvese Hakkında





“Gardaşlarım! Her işte, melâike de şeytan da müessirdir. Adamına göre bazı kimse, melâikeden ilham ve bazı şahıs şeytandan vesvese alır. Biz ise, muvazene ile yola gideriz. Her kim melâikeye mukârin olursa,  işlerinde ilham, şeytana yak­laşırsa vesveseden istilzam alır.”[154]





Zahiri İlim





“Her canlı ölür. Bir Allah Teâlâ ve muhabbet bâkî kalır.”





“Muhabbet manevî ilimle bulunur. Almanya’da bir arabayı yedi,  Amerika’da otuz yedi günde yapıyorlar. Zahirî ilim artacak. Fen daha ilerleyecek. Uzak yeri yakın edecek. Kişi üstüne giydiği elbisenin düğmesine basacak istediği yere gidecek. (Başka bir sohbette devamında) Fen o kadar ilerleyecek ki, nefesi biten kişiyi sağlığındaki gibi hareket ettirecekler. Fakat bu zâhirî ilmin sonu olacak. Ancak maneviyatın üstünlüğü devam edecek. Mümin,  geçen nebilerin ve velilerin sesini kendi ağzından duyacaktır.”





Zikir Hakkında





“Gardaşlarım! İnsana tarîkatı âliye-de kalbden bir ders verirler. Çeke,  çeke kalb ıslah olur. Kalb ıslah olunca da bütün vücuda dağılır. Vücud ıslah olunca,  bütün kâinat ve mükevvenat ıslah olur”





“Gardaşlarım! Kuşlar, balıklar zikirden düşünce av olurlar. Başınızda şemsiyeyim, eğer her halinizi bilmez isek, Allah Teâla şeyhliği elimizden alsın. Her nefes ve alışverişinizden haberdarım. Biz şimdi bir kestirme yol bulduk, gönülden gidiyoruz. Bu vücud, bir gemidir. Bu gemiyi deryada yüzdürmek lazım. Kul beşerdir. İnsan namazına ve dersine devam etmeli,  yatarken, kalkarken ve yerken daima abdestli olmalıdır. Yemede ve içmede bir şey yoktur, nefsi körletmek içindir. Asıl mesele ruha gıda vermektir. Nefs, daima ruhun peşinden getirmelidir. İnsan, zikre başladığı zaman zikre girmeli, kendisi yok olmalı, top atılsa duymamalıdır. Zikirden kendisini almamalıdır.”





“Cenab-ı Allah Teâla’ya karşı kulluk vazifemizi yapamıyoruz. Allah Teâla, Kur’an göndermiş,  rasül göndermiş. Kitap,  sünnet icma-i ümmet; utanıyoruz. [155]  Allah Teâla derse,  ben Allah Teâla’ya ne cevap vereyim. Söylesek olmaz,  söylemesek olmaz. Ben daima şeyhimle beraberdim. Siz de, daima şeyhinizle beraber olun. Gardaşlarım! Hepinizi Allah Teâla’ya emanet ettik. İnsan yok olmalı, bu da laf ile değil,  halle olacak. İnsan dört şeyden mürekkeptir. Hava, su,  toprak ve ateş. İnsanda bir et parçası var o da kalptir. En mukaddes şey.





Gardaşlarım! Soyadımızı Toprak koymuşlar ama toprağa bakıyorum da utanıyorum. Dirimizi,  ölümüzü ve gıdamızı hep o muhafaza ediyor. Biz toprak gibi tevazulu olamıyoruz.”





Kısa Şiirleri





Ocak yanmayınca ateş olmaz, 





Ateş olmayınca duman tüter mi?





Kıyamet gününe gelmeyince bu dert biter mi?





****





Cihanın devleti başındayken





Sana gam yakışmaz İsmail





Eğer konmasaydı aşkın kuşu başına





Olmazdı cihan âşık sana





****





Muhammed bir güneştir





Onun kökü Ebûbekir





Meyvesiyiz bizler Anın[156]





****





Çiğnemeyin,  çiğnetmeyin





Yeşerin meyve verin





Solmayın,   sararmayın





Olgunlaşın ham kalmayın





Fakat kökten ayrılmayın





Buna say ettikçe siz





Başınızda gölgeyiz.[157]





****





Bu vücudun mülkü elden çıkmadan





Çarh-ı devran bu binayı yıkmadan





Suretle mana bir arada iken





İki âlemde fırsatın elde iken





Gel hubb-u dünyayı gönlünden gider





Alasın can âleminden bir haber





****





Hastanın halinden ne bilsin sağlar





Kıymetimizi bilenler bizim için ağlar





Bunun gibi ağalar,  kaba kaba sözlerle bağlar










[1]  Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdular ki; “Çarşam­ba günü başlanılan iş muhakkak tamamlanır.”





Abdurrahman eş-Şeybânî eş-Şafii bu hadis için: Aslı olduğunu bil­miyorum, (Çarşamba günü uğursuz bir gündür) hadisi buna karşı çıkmakta­dır. Taberânî bu hadisi “Evsât’” ında rivayet etmiş olup zayıf bir hadistir diyor. (Çarşamba günü alış-veriş yoktur) şeklinde İbn-i Abbas’tan rivayet edilen hadis da zayıftır. Abdurrahman eş-Şafii demiştir ki, bazı âlimlerden duyduğuma gö­re, Çarşamba günü, insanların kendisini uğursuz kabul etmelerini Allah Teâlâ’ya şi­kâyet etti. Allah Teâlâ da bu güne yukarıdaki “Çarşamba günü başlanan iş muhakkak tamam olur” hadisini ikram etmiştir, bkz. Abdurrahman Şeybânî, Temyiz s. 143, Beyrut.





Ebû Hanîfe hazretleri de, bu şekilde derslerini çarşamba günü başlatarak, yukarıda geçen hadisi, hocası Şeyh Kivamuddin Ahmed b. Abdürreşîd’den rivayet ederdi.





Şeyh Ebû Yusuf el-Hemedânî kuddise sırruhu’l-azîz de, işlerini Çarşamba gününe rastlatırdı. Bu­nun sebebi Çarşamba gününün, Allah Teâlâ’nın, içinde nur yarattığı bir gün oluşudur. Nurlu olan bu gün, kâfirler için uğursuz ve mübarek sayılmayan bir gündür. Kâfirler için mübarek olmayan gün ise, mü­minler için bereketli bir gündür. (İmam Burhanüddin Ez-Zernûcî, Ta’lim ve Müteallim, trc. Y. Vehbi Yavuz, İst, 1993, s.99)





               Hz. Ali kerremallâhü veche Divanında buyuruyor ki;





               “İlâç almak ve kullanmak isteyenler, çarşamba gününü tercih etmelidir­ler. Çünkü o günün tedaviye iyi geldiği bilinmektedir.”





Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem pazartesi, salı ve çarşamba günleri iki namaz arasında kalan vakitlerde dua edip arzusunun yerine gelmesi için Allah Teâlâ’ya yalvardılar. Çarşamba günü öğle na­mazı vaktinin girişinden sonra duasının kabul olunduğuna dair belirtiler görünmeğe başladı.





Cabir radiyallahü anh “en güç işlerin olması için o vakti tercih edip duânın kabule mazhar olduğunu müşahede ederim” buyurmuşlardır. Bunlardan anlaşılan çarşamba gününün uğur­suz sayılması, ancak inanmayan insanların ileri sürdükleri bir görüştür. Hanefîmezhebinin ünlü fıkıh bilginlerinden Hidâye sahibine atfedilen bir görüşe göre: eskiden talebeler çarşamba günü derse başlarlardı. O günde başlanan bir işin mutlaka sonuca ula­şacağına dair bir hadîs-i şerifi delil olarak getirirlerdi. Her ne kadar hâdis rivayet eden râviler, böyle bir hadîsin bulunmadığını söylemişlerse de tecrübeler, Hidâye sahibinin haklılığını ortaya koymaktadır. (Hz. Ali kerremallâhü veche Divanı, trc, Müstekımzâde S. Saadettin Ef., İst. 1981, s. 32)





[2] İki türlü ka­der vardır. Birine Levh-i mahfuz, diğerine Levh-i muallâk deniyor. Levh-i mahfuz, değişmeyen kaderdir. Levh-i muallâk ise, şarta bağlı olarak de­ğişebilen kaderdir. Yâni Cenâb-ı Hakk’ın: Şu kulum şu işi yaparsa ona falan iyiliği vereceğim yahut şu kötülüğü yaparsa ondan falan nîmeti alacağım, gibi şartlara bağladığı kaderdir. Onun için levh-i muallâk yâni şarta bağlanmış olan kader, levh-i mahfuz gibi kat’î ve değişmez kader değildir.





Galata Mevlevîhânesi’nde, Mesnevi şârihi İsmail Rusûhî Ankarâvî Hazretleri medfundur. Kendileri bir zaman hastalanmış ve birkaç haf­ta mukabeleye çıkamamışlar. Öteden beri kendisine Ganem ismi veril­miş bir dervişi varmış. Hazret’in üç dört hafta semahaneye çıkama­dıklarından pek üzgün olan Ganem Dede de, Aşçı Dede’ye: Sultanımıza ne oldu? Çok hasretiz... Ne vakit mukabeleye çıkacaklar? Diye sormuş. Aşçı Dede de: Vallahi Ganem Dede, Efendimiz çok rahatsız! Diye cevap verince Ganem Dede ağlamaya başlamış ve: Ne olur, bir Fatiha çeksen de, sultanımın uğruna ben kurban gitsem! Demiş. Bunun üzerine Aşçı Dede bir Fatiha çekmiş ve Ganem Dede de derhal cemâle yürümüş. Bundan sonra da Hazret gittikçe iyileşerek semahaneye teşrif etmeye başlamışlar. Ganem Dede’nin başının, Hazret’in türbesi içine tesadüf ettiği bilinir.





İşte bunun gibi, şartlı kaderde, yâni Levh-i muallakta kat’iyet yok­tur.” (Ken’an Rifâî, a.g.e. s. 529)





“Bir gün, Hazret-i Muhyiddin kuddise sırruhu’l azizi, Şam’da iken kendisini bir yere götürmüşler ve:





“Hükümdarın kızı hastadır, bu kızın millete çok iyilikleri vardır, nazar buyursanız...” demişler. Kız, ölüm hâlinde imiş. Muhyiddîn Ârâbî kuddise sırruhu’l-azîz Hazretleri nazar buyurduktan sonra gözlerini açmış ve Hazret-i Muhyiddin kuddise sırruhu’l azizi hür­metle selâmlamış, böylece de yavaş yavaş iyileşmiş.





Hâdise karşısında, Hazret-i Muhyiddin kuddise sırruhu’l aziz buyurmuş ki;





“Azrail Aleyhisselâm bu kızı götürecekti. Fakat kendisinin çok iyilikleri ve etrafına türlü faydaları olduğu için, onun yerine kendi kızımı vereyim,” dedim. Çünkü gelince bir şey götürmeden gitmek âdeti değildir.





Sonra kızıma dedim ki;





“Evlâtlarımın içinde en sevgili sensin. Fa­kat bir hükümdar kızı kadar millete faydan dokunamaz. Bu sebeble de onun yerine seni veriyorum.”





 Babasının teklifini memnuniyetle kabul eden kız, o anda ruhunu teslim etmiş.” (Ken’an Rifâî, a.g.e. s. 340)





[3] Kadınlar hakkında dikkat edilmesi gereken hususlar:





Hz. İbnu Abbâs radiyallâhü anhümâ anlatıyor: “Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem onları kadınların yanına geceleyin gelmeyi yasakladığı zaman, iki kişi bu yasağı dinlemeyip, geceleyin evlerine geldi. Her ikisi de, evinde hanımının yanında bir yabancı erkek buldu.” (Tirmizî, İsti’zân 19, 2713)





Mevlânâ Celâleddin Rûmî bu olayı şu şekilde anlatıyor.





“Rivâyet etmişlerdir; Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem sahâbeyle bir savaştan gelmişti.





“Bu gece şehrin dışında yatacağız, yarın gireceğiz şehre diye davul çalın buyurdu.”





“Ya Rasûlallah dediler, sebebi ne?”





“Olabilir ya dedi, kadınlarınızı yabancı erkeklerle buluşmuş görürsünüz; canınız sıkılır; bir fitnedir, kopar.” Sahâbeden biri dinlemedi; kalkıp gitti; karısını bir yabancıyla buldu. Nebî’nin yolu buydu: Kıskançlığı, öfkeyi gidermek için zAhmed çekmek; kadını doyurmak, giydirip kuşatmak için zAhmed çekmek; yüz binlerce hadsiz-hesapsız zAhmedler tatmak; böylece de Muhammedîlik âlemi yüz gösterinceye dek dayanmak, İsa aleyhisselâmın yolu, mücâhede, halvet ve şehvetten kaçınmaktı. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin yoluysa kadının ve insanların derdini-cefasını çekmek. Mâdemki Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin yoluna gidemiyorsun, bâri İsa aleyhisselâmın yoluna git de bir uğurdan yoksun kalma. Sende bir arılık varsa yüz sille yersin, meyvesini, karşılığını ya görürsün yahut da göreceğine inanırsın; mâdemki buyurmuşlardır, haber vermişlerdir, elbette böyle bir şey var, sabredeyim de zamanı gelir, birdenbire o haber verdikleri şey bana da ulaşır dersin; ulaştığını da görürsün. Değil mi ki, bu zAhmedler yüzünden şu anda hiçbir şey elde edemedim amma sonunda defineler bulacağım diyorsun. Bunu gönlüne koymuşsun; definelere ulaşırsın, beklediğinden, umduğundan fazlasını elde edersin. Bu söz, şimdi tesir etmez, amma bir zaman sonra daha pişkin, daha olgun bir hale gelirsin, o vakit adam-akıllı tesir eder sana.





Kadın nedir, dünya ne?





İster söyle, ister söyleme; o, neyse gene odur, yaptığını bırakmayacaktır o. Hattâ söyledikçe daha da beter olur. Meselâ bir ekmek al, koltuğuna koy, sakla, bunu kimseye vermeyeceğim de vermeyeceğim; vermek şöyle dursun, göstermeyeceğim de. Ekmek, bolluğundan, ucuzluğundan yerlere dökülüp saçılmıştır, köpekler bile yemiyor amma vermemeye, göstermemeye kalkıştın mı, bütün halk ona düşer; sakladığın, göstermediğin o ekmeği mutlaka göreceğiz diye yalvarmaya, seni kınamaya, sövmeye koyulur. Hele koltuğuna-yenine sakladığın, vermemeye, göstermemeye savaştığın o ekmeğe öylesine düşerler ki, bu düşkünlük, haddi-sınırı aşar-gider. Çünkü “İnsan men’edildiği şeye hırslıdır.” Kadına gizlen diye emrettikçe onda, kendini gösterme isteği çoğalır-durur; halkta da o kadın ne kadar gizlenirse onu görmek isteği o kadar artar. Şu halde sen oturmuşsun, iki tarafında isteğini kızıştırıyorsun. Sonra da bunu doğru-düzen bir iş sanıyorsun; oysaki bu iş, bozgunculuğun ta kendisi. Mayasında kötü bir işte bulunmamak varsa, yapma desen de, demesen de iyi huyuna, temiz yaratılışına uyacak, ona göre hareket edecektir o; bırak, işkillenme sen. Yok, tersine, mayası pisse gene kendi yolunu tutacaktır o. Gerçekten de yapma-etme, görünme demek, isteği arttırır ancak; başka şeye yaramaz. (Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Fîhi Mâ Fîh, trc. Ahmed Avni Konuk, hzl. Selçuk Eraydın, İst. 2001, s. 82)





     [4] Mevlüt Sarıoğlu Efendi İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı kaddese’llâhü sırrahu’l azîz Efendinin istiğrak halini şöyle bir hatırasıyla anlatıyor:





     “Efendi Hazretleri sürekli murakabe halindeydi. Bazen kendinden geçer, bu hali saatlerce sürerdi. Onunla Zara’nın bir köyüne gitmiştik. İkindi namazını kıldıktan sonra bu hal vuku buldu. İstiğrak hali uzun sürünce,  ben Hakk’a yürüyeceğini düşünerek Yasin oku­maya başladım. Bir süre sonra kendisine geldi ve bana Sivas’a döneceğimizi söyledi. İhvanın arzusu hilafına, dönme kararı alması önemli bir gelişmeye işaretti. Nitekim dönüşümüzde.  Valide hanımın merdivenden düşmüş olduğunu gördük.”  (Fatsa, Mehmet, Tasavvufta Mekkî Kolu, İst,  2000, s. 175)





[5] Marifet ehli olan kişilerin hali, sözden çok sükûta yakın olur.





[6] Tasavvuf müntesiplerinden biri, ölümünden sonra Cüneyd Bağdâdî kuddise sırruhu’l aziz rüyasında gördüğünde sorar:





Allah Teâlâ sana nasıl davrandı?”





O işaretlerin hepsi silindi, o ibarelerin hepsi yok oldu. Bize sadece seher vakitleri gerçekleştire geldiğimiz rekâtçıklar fayda verdi.” (Tenbîhu’l Muğterrîn, a.g.e.48)





[7] Efendi Hazretlerinde bulunan dokuz hal şu hadisi şerifte açıkça gelmiştir.





Ebu Hureyre radiyallâhü anh anlatıyor: Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdular ki;





“Rabbim bana dokuz şey emretti:





1-Gizli halde de aleni halde de Allah Teâlâ’dan korkmamı,





2-Öfke ve rıza halinde de adaletli söz söylememi,





3-Fakirlikte de, zenginlikte de iktisad yapmamı,





4-Benden kopana da sıla-ı rahm yapmamı,





5-Beni mahrum edene de vermemi,





6-Bana zulmedeni affetmemi,





7-Susma halimin tefekkür olmasını, konuşma halimin zikir olmasını,





8-Bakışımın da ibret olmasını,





9-Ma’rufu (doğru ve güzel olanı) emretmemi.” (Kütüb-i Sitte)





[8] Bâyezid el Bestâmî kuddise sırruhu’l-azîz buyurur ki;





“Her kim Kur’an-ı Kerim okur da müslümanların cenazelerinde hazır bulunmaz, hastaları ziyarete gitmez öksüzleri soruşturmaz ve tasavvuftan dem vurursa onun bir sahtekâr olduğunu biliniz.” (Tezkiretü’l-Evliya, s.219)





[9]   “Biz hakikat dilencisiyiz. Gâvurdan çıfıttan, kimden olursa ol­sun, hakikate dâir bir söz duyarsak keşkülümüzü uzatırız. Fakat hakikat sözünü de, herkes anlamaz.” (Ken’an Rifâî, a.g.e. s. 402)





[10] Efendi Hazretleri hacca giderken, Şam’da ikamet eden Tokatlı Mustafa Haki Hazretlerinin oğlu Hacı Behâüddin Efendiyi ziyaret etmeden, Hicaz’a gitmezlerdi. Giderken de, azami miktarda hediye götürürlerdi. Yine bir ziyaretlerinde, otelden çıkarken etrafındakiler­den biri,





“Efendim, burası Şam. Kasketle çıkmanız başka şekil anlaşılır” diyince,  Efendi Hazretleri, “Ver gardaşım kasketimi, dinimiz gibi din, devletimiz gibi devlet yok” buyurdular.





“Aşçı İbrahim Dede anlatıyor. Cenâb-ı Mürşid-i A’zam Efendimize söylediler ki, “Baba Ruznamçeci, Frenk gömleği giymiş.” İşte o saat pınar gibi yüzümden ter cereyan etmeye başladı. Şimdi buna cevap olarak, Hazret-i Ulemâ-billâh Efendimiz buyurdular ki;





“Hayır, sizin yanlışınız var. Bu gömleği Müslüman giyer ise, Müslüman gömleği derler; Frenk giyer ise, Frenk gömleği derler. Ne zararı vardır ve gömleğin ne kabahati vardır! Lâkin bazı Müslümanlar “familya” tabir ediyorlar. İşte bu lâfız Frenk gömleği gibi değildir. Çünkü “familya” tabiri, Frenk çoluk çocuğu demektir, on­lara mahsus bir isimdir, bunun için “familya” tabiri mahzâ hatadır. Lâkin gömlek böyle değildir. Müslüman sırtında, Müslüman gömleği denir.” “Frenk sırtında, Frenk gömleği tabir olunur” buyurması üzerine fakire bir rüzgâr-ı me­serret esmesiyle sâhil-i selâmete çıktım ve zaten meşrebimin hilafı olduğu ci­hetle ferdası günü, diğer gömlek giyip Frenk gömleği giyemeyeceğimi söyledim. Ve onlar da bir daha teklif etmediler. (Aşçı İbrahim Dede, a.g.e. c. I, s.476)





[11] Sarığın ucunu serbest bırakarak sarma şekli.





[12] Akçakocalı Hacı Hasan Efendiden 1997 yılında görüşmemizde duydum.





“Manada Efendi Hazretlerinin bize “Gardaşım Hasan başındaki kasketi artık çıkar” buyurdu.





[13] Sahihtir. Müslim(Hacc 453) Ebu Davud(4077) Nesai(8/211) Tac(4/295) Tirmizi(1782) Tirmizi Şemail(17/2) İbni Mace(1104) Ahmed(4/307)





[14] Sahihtir Müslim(1357) Tirmizi(1735) Tirmizi Şemail(17/1) Rıyazus Salihin(784)





[15] Sahihtir Müslim (1359) Buhâri Tarih (7/418) Nesai (fedâil 241) Beyhaki (6/371) Buhari(4/226) Ebu Davud(4/78) İbni Mace (2/1186)





[16] Tirmizi(1736) Şemail(17/4)





[17] Razi Tefsir(7/52) Hâkim(3/230) İbn-i Kesir(1/411) Taberi (4/83) El Havi(1/358) İbni Kuteybe Garibul Kur’an (109) Hayatus Sahabe(2/24) Mecma(6/109) Mevahibu Ledüniye(1/110)





[18] Suyuti El İtkan (2/489)





[19] Şükrü Sefa DALAK Efendi anlattı.





“Dedemgil veya vekâlede olsun hiç misafir eksik olmazdı. Dedemin sofrası Halil İbrahim aleyhisselâm sofrasıydı. Dertliler derman, hastalar şifa, borçlular eda bulurdu.





Dedem yazın Sıcak Çermik’e terefli (üstü hava bacalı) çadır kurdururdu. Bunlar iki kapılı olup ancak çadırcılar tarafından kurulurdu. Yemek zamanı kurulan sofralardaki yemekler her zaman yeter, gelen misafirlerin hepsi tok kalkardı. Ben de hayran ve şaşkın olarak dedemin kerametlerine şahit olurdum.”





“Dini bayramlardan birinin üçüncü günüydü. Dedemgilin bahçede oynuyordum. Kalabalık bir grup geldi. Bana;





“Efendi Hazretleri içeride mi?” Diye sordular. Ben de;





“Evet,” dedim. Koştum dedeme haber verdim. O da bana;





“Gardaşım! Misafiri kapıda niye bekletiyorsun,” dedi.





Dedemin misafirleri her kesimden olur, kapısından geri çevrildiği görülmemiştir.





[20]  Hz. Âişe radiyallahü anhanın bir sözü:





“Misafire çeşitli yemekler ikram etmek, israf sayılmaz.” (Tenbîhu’l Muğterrîn, a.g.e.361)





[21]   “Kuşadalı Hazretleri, Hz. Pir Nasûhî Hazretleri ziyaret kasdıyla bir gün Üsküdar’a doğru yola düşmüşler. Beraberlerinde Zeyrek’teki, Kilise Camii kayyımı Hacı Efendi bulunur imiş. Kayıkla Kız Kulesi civarına geldiklerinde,





“Hacı! Edebini ta­kın. Zira Hz. Pîr’in köyüne yaklaştık.” Buyurmuşlar. Tekkeye vardıklarında cüm­le kapısının önünde ayakkabılarını çıkarıp, mest ile içeri girerler imiş. Ne zaman Hz. Pîr Nasûhî Hazretleri ve Hz. Mevlânâ Hazretlerinin mübârek isimleri yâd olunsa, alınlarında bir da­mar zuhur edip vecd zuhura gelir imiş ve





“Bunların isimlerini duyunca kendimi gâib ederim.” Buyururlar imiş.





Hüseyin Vassaf Hazretleri buyurur ki;





“Hz. Fatih türbedarı Amiş Efendi Hazretlerinde yukarıdaki hâli gördüm. Ziyaretine gittim. Benim evlâd-ı Pîr’den olduğuma muttali’ oldukta, vecd zuhura geldi ve bana hi­taben, “Sen mirasyedisin, senden korkarım.” dediler. Dahası var, fakat bu kadar elverir.” (Osmanzade Hüseyin Vassaf, Sefine-i Evliya, hzl. Prof. Dr. Mehmet AKKUŞ- Prof. Dr. Ali YILMAZ, İstanbul, 2006, c.IV, s.83)





[22]   “Efendimiz hazretleri de işte böyle sıkça hamamda yıkanırlar ve hamamcılara pek çok para ih­san ederlerdi ve ihvandan kimse var ise, onun dahi hamam parasını ihsan buyu­rurlar idi. Ekseriya fakir de birlikte olur idim. “Hamamcıların hakkı büyüktür, onlara çok para vermeli” buyururlar idi. Hazret-i Hayyât kuddise sırruhu’1-azîz Efendimiz Hazretleri de sıkça hamamda yıkanırlar imiş.” (Aşçı İbrahim Dede, a.g.e. c. I, s.392)





[23]  Abdurrauf Açıkalın isimli ihvandan işittim.





Şeyh Lutfullâh Tennûrî’den; babasına Tennûrî denilmesinin ve Tennûr uygulamasının sebebini sordum. Dedi ki;





“Babam Şeyh İbrahim, Ak Şemseddîn kuddise sırruhu’l-azîz daha hayatta iken, izinleriyle Kayseri’de irşadla meşgul oldukları esnada büyük bir kabz hastalığına yakalanmışlar, her ne kadar çalışmışlarsa da, kabzın çözülmesi mümkün olmamış, en son çare olarak, Ak Şemseddîn kuddise sırruhu’l-azîzi ziyaret etmeyi ve yakalandığı kabz hastalığını da, tedavi ettirmeyi kararlaştırarak (h.848 /m.1444)yılı civarında yola çıkmışlardır. Bu esnada Ak Şeyh kuddise sırruhu’l-azîz İskilip yakınlarındaki Evlek isimli köyde oturmakta imiş. Fakat Karaman oğullarının kargaşalık zamanı olduğundan, babam Şeyh İbrahim, Kayseri’den İskilip’e doğrudan gitmeyerek Tokat’tan dolaşmışlardır. Yolculuk esnasında konakladığı bir yerde rüya görmüşler; rüyasında Şeyh Ak Şemseddîn kuddise sırruhu’l-azîzin suretinde bir kimseyi arkasına, önü dikilmiş bir cübbe giymiş, başındaki tacı altına bir tülbent örtülmüş olarak görmüş; Şeyh Hazretleri bir sıcak Tennûr (Tandır) üzerine oturup:





 “Siz dahi kabızı gidermek için böyle yapınız!” demişlerdir. Babam Şeyh İbrahim dahi, hemen yanındaki hizmetçileri Hoca Ahmed Dede’ye bir Tennûr içine ateş yaktırmışlar, bu işlem tamamlandıktan sonra da, şeyhin gösterdiği şekilde tandırın üzerine oturup iyice terlemişler, hemen kabız çözülüvermiştir. Daha sonra da şeyhin huzuruna varıp, gördüğü rüyayı ve yaptıklarını arz etmişler, Şeyh Hazretleri de:





“Bundan sonra bu âdeti terk etmeyiniz! İçlerinin temizlenmesi için, dervişlere de, bu usûlü uygulayınız!”





Diye tasvip eylemişlerdir. Bu tavsiyeden sonra, kendisine intisap edenleri de, sıcak tandıra oturtmak, üzerlerini bir şeyle örtüp, onlara testi testi su içirerek terletmek suretiyle içlerini temizleyerek sülûke başlamış ve bu sebeble kendisine “TENNÛRΔ denilmiştir. (KARABULUT, Ali Rıza, Kayseri’de Meşhur Mutasavvıflar, Kayseri, 1984, s. 187)





               [24]  Hz. Ali kerremallâhü veche buyurdu ki; “Tırnaklarını sünnete uygun olarak kes. Sağ elin küçük parmağından başlayarak; sonra orta parmak, sonra başparmak, sonra küçük parmağın ya­nındaki parmak, sonra da şehâdet parmağının tırnağını kes. Sol elde de aynı sırayı takip et.” (Hz. Ali kerremallâhü veche Divanı, trc, Müstekımzâde S. Saadettin Ef., İst. 1981, s. 102) 





[25] Başımızın tacı.





[26] Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur:





“Kim, Muhammed’in akrabalarını (âlini) severek ölürse şehit olur.





Kim, Muhammed’in akrabalarını severek ölürse bağışlanmış olarak ölür.





Kim, Muhammed’in akrabalarını severek ölürse tövbe etmiş olarak ölür.





Kim, Muhammed’in akrabalarını severek ölürse kâmil mümin olarak ölür.





Kim, Muhammed’in akrabalarını severek ölürse ölüm meleği daha sonra da münker-nekir kendisini cennetle müjdeler.





Kim, Muhammed’in akrabalarını se­verek ölürse gelinin damadın evine götürüldüğü gibi cennete götürülür.





Kim, Mu­hammed’in akrabalarını severek ölürse mezarından cennete iki kapı açılır.





Kim, Muhammed’in akrabalarını severek ölürse rahmet meleklerinin yörüngesi kadar Allah kabrini genişletilir.





Kim, Muhammed’in akrabalarını severek ölürse ehl-i sünnet ve’1-cemaat üzerine ölür.





Kim, Muhammed’in akrabalarına  buğz ederek ölürse kıyamet günü alnında ‘Allah’ın rahmetinden ümit kesmiş’yazısı ile gelir.





Kim, Muhammed’in akrabalarına buğz ederek ölürse kâfir olarak ölür.





Kim, Mu­hammed’in akrabalarına buğz ederek ölürse cennetin kokusunu alamaz.” (sallallâhü aleyhi ve sellem)





(Aziz Mahmud Hüdâyi Uluslararası Sempozyum Bildiriler, İst-Üsküdar Beld. 2006, c. I, s. 300)





[27] Mevlâna Hâlid-i Bağdadî Hazretlerinin, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin aşk ve muhabbetiyle yanan bir şiirinin tercümesi;





 “Ey âsîlerin sığınağı! Sayısız hatalarımla beni himayene alman için kapına geldim.





Âh o mübârek ayağını bastığın eşiği, her zaman doya doya öpebilsem!”





“Bu gönül sevdâm, sadece beni mi bu hâle koydu?





Ârifler bilirler ki, mübârek ayağını öpmek, aşk ve iştiyâkı, felekleri bile mecnûnun etmiştir!





Şimdi onlar, kendilerinden geçmiş bir vaziyette hiç durmadan senin aşkınla dönüp duruyorlar.”





“Ey Letâfet Güneşi! Senin güzelliğin, teşbih sanatını dahi yok eder.





Zira vasıfların yazıya da, şiire de sığmıyor!”





“Akıl seni medh u senâda sıkıntıya düştü.





Çünkü onun istidâdı, seni lâyıkıyla idrâke kâfî değil...”





“Ey Allâh’ın Sevgilisi! Âlemleri bir zerreye sığdırmak mümkün olur, fakat seni lisana sığdırmak mümkün olmuyor.”





“Her yıl hacılar, Kâbe’yi tavafa koşmakta, ancak Kâbe ise, senin Ravza-i Mutahhara’nı tavâf için can atıyor.”





“Senin hürmetine sudan inci, taştan cevher, dikenden de gül geliyor.”





“Yâ Rasûlallâh! Sonsuz merhametine sığınıp kapına geldim!





Bana rahmet deryandan bir damla lutf et!”





“Günahım sayılamayacak kadar çok, yüzüm katran gibi karadır.





Ey canımdan azîz cânân! Su ile temizlenmesi mümkün olmayan bu kirleri, senin şeref verdiğin toprağa yüz sürerek temizlemeğe geldim!”





[28] Salih kimselerin çoğu halka şu nasihati vermiştir





“Dilinizle iyi sözler söyleyin. Sizden bir şeyler isteyen fakirleri boş çevirmeyin. Oruç ve namaza devam edin. Müminlere hayır dua edin. Eğer bunları yaparsanız istediğinizi bulursunuz. İhtiyaçlarınızın giderilmesi için dua ettiğinizde kabul olunur”





[29] Ömer b. el-Hattab radiyallâhü anhın rivayet ettiği bir hadiste Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Hep birlikte yemek yeyiniz ve dağılmayınız. Çünkü şüphesiz ki, bereket, cemaat ile birliktedir.” (İbn Mace, Et’ıme 17,- Camiu’s-Sağir, IV, 168)





[30]  Hal sahibi olmak aşk ve muhabbet, terk ve uzlet ister, yoksa söz ve gaflet insana hal olmaz! Hakk’ın cezbesi zuhur etmedikçe, bu yakınlık ve uyanıklık kimseden zuhur etmez. (Selim Divane, S. Müşkillerinin Anahtarı, a.g.e., s.95)





[31]  Kul Allah Teâlâ’yı tesbih, temcid, tahmid ve tâatla zikrederse; Allah Teâlâ da kulu rahmetiyle zikreder. Kul dua ile zikrederse; Allah Teâlâ da, duasına icabetle zikreder. Kul sena ve itaat ile zikrederse; Rabb Teâlâ da, af ve mağfiretle zikreder. Kul dünyada zikrederse; Allah Teâlâ da, onu âhirette zikreder. Kul tenhalarda zikrederse; Allah Teâlâ’da, onu sahralarda zikre­der. Kul Allah Teâlâ’yı toplulukta zikrederse; Mevlâsı da onu Mele-i âlâda zikreder. Kul ibâdetle zikrederse; Allah Teâlâ da, yardımla zikreder. Kul mücâdele ile zikrederse; Allah Teâlâ da, hidâyeti ziyâde ile zikreder. Kul sıdk ve ihlâs ile Allah Teâlâ’yı zikrederse, Allah Teâlâ da, onu kurtuluş ve muvaf­fakiyetle zikreder. Kul rubûbiyetle Allah Teâlâ’yı zikrederse; Allah Teâlâ da, niha­yette o kulu rahmet ve ubudiyetle zikreder. (Muhammed Hikmet Efendi, Marifet-i İlahiyye Tarîkat-ı Aliyye, İst, s. 98)





“Nefsinizdedir, bakmıyor musunuz?” (Zâriyât, 21) “Nefsini bi­len O’nu bilmiştir.”





Hikâye:





Bir âşık, ışıklı gönlü ile Allah Teâlâ’yı rüyada görmüş.  Dertli âşık, onun eteğine sıkıca sarılarak: “Ben senden baş­kasının elinden tutmadım,” demiş. Derviş uykudan uyanınca ken­di eteğini, yine kendisinin sağlamca tuttuğunu görmüş!





İmam Tirmizî, Ebû Hureyre’den radiyallâhü anh Nebi’nin sallallâhü aleyhi ve sellem “Şayet siz bir ipi arzın aşağısına doğru sarkıtsanız, mutlaka Allah’ın üzerine iner.” Buyurmuş ve dönüp şu âyeti okumuş: “O evveldir, âhirdir, zahirdir, bâtındır, her şeyi bilendir.” (Hadid, 57/3) (Nefâhatü’l Üns, a.g.e. s. 123)





[32] Ali Eriş isimli ihvandan dinledim.





[33] Râbia Adviye kuddise sırruhu’l-azîz buyurur ki;





“Allah Teâlâ’m! Bu dünyadan bana ayırdığın payım ne ise, onu, Senin düşmanlarına ihsan et; öteki dünyadan bana ayırdığın payımı da, dostlarına ihsan et. Sen bana yetersin.”





[34]   “Kırklar kaç erdir? Diye zâtın birine sormuşlar. Kırk nüfustur, demiş. Niçin er demediniz de nüfus dediniz? Diye tekrar sorunca:





İçle­rinde kadın da vardır da onun için... Buyurmuş. (Ken’an Rifâî, a.g.e. s. 340)





Tezkire-i Evliya adlı kitapta, Feridüddin Attar kuddise sırruhu’l aziz buyurur ki;





“Hususi bir mahremiyet perdesi altında saklı ve ihlâs örtüsü ile gizli olan, aşk ve iştiyakla tutuşan, yakîn ve yanık olmaya vurulan, Meryem-i Safiye aleyhisselâma nâib bulunan, erenler nezdinde kabul gören Râbiatu’l-Adeviye radiyallâhü anha’dır. (h.y.t. 185)





Biri çıkıp onu; “Niçin erkekler safında zikr ettin,” diye sorarsa bana, derim ki; Hâce’-i Enbiya Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem “Allah Teâlâ sizin suretinize bakmaz...” buyurmuşlardır.





Şimdi amel, surete göre olmayıp iyi niyete göredir. Şayet dinimi­zin üçte birini Aişe-i Sıddîka radiyallâhü anhadan almak caiz ise, aynı şekilde onun cariyelerinden, (yâni halefleri olan veliye hanımlardan) dini­mizi öğrenmek (ve feyz) almak da caizdir.





Bir kadın, Allah Tealâ’nın yolunda er olursa, artık ona kadın de­nilmez. Nitekim Abbase-i Tusî: “Yarın Arasat meydanında, “Ey erler!” diye nida edildiği vakit, rical (erkekler) safına ilk önce ayağını basacak olan Hz. Meryem’dir,” demiştir.





Bir şahıs (Râbiatu’l-Adeviye radiyallâhü anha) ki, o mecliste ha­zır olmayınca Hasan Basri radiyallâhü anh konuşmazdı. Öyle bir şahsın mutlaka er­kekler safında yâd edilmesi lazım gelir. Belki hakikat açısından ba­kılınca, görülür ki, bu zümrenin bulunduğu makamda herkes tevhidde yok, (İlahî Vahdette fâni) olmuştur. Şu halde tevhidde: “Ben” ve “sen” namına bir şey kalmamış,  olduğundan :  “Erkek” ve “kadın” ayrımından söz edilemez.





Nitekim Ebu Ali Fârmedî  (h.y.t. 477) nübüvvet, izzet ve şerefin ta kendisidir, “orada büyüklükten-küçüklükten söz edilemez,” demiştir. İmdi velayet de aynen öyledir, bahis konusu olan Râbiatu’l-Adeviye radiyallâhü anha olursa. Zira muamele ve marifet itibarı ile çağında onun bir eşi daha yoktu. O zamandaki büyükler ne ise; muteber olup çağdaşlarına karşı sözü kat’î bir hüccet idi.” (Tezkiretü’l-Evliya, s. 111–112)





Ahmed Âmiş kuddise sırruhu’l-azîz Hazretleri buyurdu ki;





“Kadınlara dikkat ediyor musun? Onların içinde erkekleri vardır. Onlara iyi dikkat et.” (GÜNEREN, a.g.e.,  s. 69)





Prof. Dr. Amiran Kurtkan Bilgiseven, Mevlana kuddise sırruhu’l-azîze göre insan kategorisinde recül (erkeklik) sıfatı üzerinde incelemesi özet olarak şu şekildedir.





“Yine Mevlânâ kuddise sırruhu’l-azîze göre, cemiyet âleminde de, Kur’ân-ı Kerîm’in emrettiği gibi kendimizden, olduklarını görerek seçtiğimiz idareciler, er kişilerdir. İdare edilenler zümresi, cemiyetin (bu iyi idarecileri seçmede aktif, fakat daha sonra pasif kalması gereken) kadın varlığıdır. Bu anlayış kadın-erkek çiftinin üç anlam boyutundan üçüncüsü olan ledünni boyutu meydana getirmektedir.





Buna göre Kadın-erkek çifti üç boyuttur.





Birinci anlam boyutu BİYOLOJİK BOYUT tur.





Kadının gebelik süresini, iddet müddetini, ay hali durumunu, erkeğin kadını kendinden meydana getirmesini (yâni XY spermatazonlanna sahiplik durumunu) söz konusu eden bütün âyetler, kadın-erkek çiftinin biyolojik boyutuna değinen âyetlerdir. (Kadının yâni her çocuğun cinsiyeti sadece annedeki XX cinsiyet hücreleri tarafından tayin edilememektedir. Erkekten gelen spermatazona göre XX bileşimi kız çocuğunun, XY bileşimi ise, erkek çocuğunun cinsiyetini tayin eder. Çünkü erkekte hem X, hem de Y spermatazonları vardır.)





İkinci anlam boyutu HUKUKİ BOYUT tur.





Kadın veya erkek öldüğü zaman, eşine ve her ikisinin ölümleri halinde kız ve erkek çocuklara kalacak olan miras payını, evlenme, ayrılma ve diğer hukuki konuları düzenleyen bütün âyetler, kadın-erkek çiftinin hukuki boyut’unu ele alan âyetlerdir.





Üçüncü boyut, LEDUNNİ BOYUT tur.





Bu da, kadın-erkek çiftini ilm-i ledün açısından ele alan boyuttur. Bu boyuta giren âyetlerde erkek (veya er kişi) daima racul olarak anılır. Racul kavramı, ister kadın ister erkek olsun, tıpkı bir uzviyetin aklı gibi insanları idarede onları doğru yola sevk eden olgunlaşmış fert anlamını taşır. Diğer insanlar, racule nazaran, beynin idaresi altındaki organlar gibidirler. Ancak, bu organlardan farklı olarak, onların da cüz’i iradeleri ve akılları olduğu içindir ki, başlarına geçirecekleri insanların iyisini seçme hususundaki sorumluluk, kendilerine aittir.





Ledünni anlamda, Mevlâna kuddise sırruhu’l-azîze göre, çeşitli istekleri ile nefsi temsil eden millet kadın, aklı temsil eden idareciler ise, erkek’tir. Mesnevi de, kötü tedbirlerle bir milletin birliğini parçalayan ve onu yokluğa sürükleyen idare­cileri sembolik olarak merkebe benzetmiştir. (Mesela, Lokman suresinin 19. Ayetinde, yüksek sesle bağırıp çağıranlar merkeplere benzetilmiş ve seslerin en çirkininin merkeplerin sesi olduğu ifade edilmiştir.)





İnsan olana, insan olan er kişi yakışır. Gerçek anlamda insan olan milletler de insan niteliğini taşıyan idarecileri seçerler. Ledünni anlamda millet, (kadın-racul) çiftinin kadın bölümünü oluşturur. Racul ise, sadece maddi açıdan değil, fakat manen de olgunlaşmış olan ferttir. Kadın durumundaki vatandaşları (ki, bunlar biyo­lojik anlamda kadınları da erkekleri de kapsayan bir nüfus kategorisidir) ledünni anlamda dölleyen, yâni onların zihin ve gönüllerden ibaret mana rahimlerine en iyi tedbir ve izahlarla en güzel manevi tohumları atabilecek olanlar, bu türlü mana erleridir. Eğer, bir millet, kendi cinsinden, yâni kendisi gibi birlik (tevhid) sağlayıcı, akıllı, bilgili ve iyi ahlaklı raculleri seçip iş başına getirebilmişse hayatta kalır ve gelişir. Aksi takdirde parçalanarak tarih sahnesinden silinip gider.





Fakat seçim, her zaman tekrarlanması mümkün olan bir işlem değildir. Bundan ötürü, her nasılsa, iyi zannettiği kötü idarecileri iş başına getirmiş bir milleti kötü tedbir­lerden koruyacak olan vasıta, beşeri hukuktur.





Mevlâna kuddise sırruhu’l-azîz, fert olarak ve millet olarak, nefsâni isteklerini akılları üzerine hâkim kılanların hepsini kadın olarak kabul eder. Onlar, mânâ rahimlerine, racul karakterine sahip (tevhit ehli) kişilerin manevi tohumları durumundaki fikirlerini kabul edip, hayırlı evlatlar gibi olan iyi amelleri doğurmaya muh­taç bulunan nüfus kategorisini oluşturmaktadırlar. Yoksa Mevlâna’ya göre, (biyolojik anlamda) kadınlık ve kadın, mukaddestir. Mesnevi’de: “kadın Hakk nurudur” derken, bunu ifade etmiştir.





Kadın ve erkek çiftinin bu üç boyut açısından farklı anlamlarda ele alınışını tenkit edebilmeye imkân yoktur. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm’de bu üç boyutlu izah tarzı ele alınmıştır. Az önce de belirtmiş olduğumuz gibi, üçüncü boyut Ledünni bir nitelik taşımaktadır. Ledünni anlamda erkek (veya er kişi) kadını da erkeği de kapsayan racul’dür. O halde, Tebaa (vatandaşlar kitlesi) anla­mında kadın iyi olursa, başına getireceği idarecilerin de iyi ol­maları ihtimali yüksektir. Bundan ötürü Kur’ân-ı Kerîm’de “İyi kadınlar iyi erkeklere” ifadesi yer almıştır. Gerçi bu ifadeye bazı tercümelerde “yakışır” kelime­si eklenerek âyette ifade edilen kadın ve erkeğin, Ledünni anlamın dışında tutulduğu görülmektedir. Hâlbuki nasılsanız öyle idare edilirsiniz ifadesi ve ülkeler batırılacağı zaman kötüleşmenin idarecilerden başlayacağına dair Kur’ân-ı Kerîm hükmü dikkate alınırsa, Kur’ân-ı Kerîm’de iyi vatandaşların çoğunlukta ol­duğu ülkelerde idarecilerin de iyi ve kaliteli olmaları ihtimalinin yüksek olacağının belirtildiği anlaşılır. İyi kadınlardan (dürüst ve dirayetli idarecile­rin) meydana geldiğinin Kur’ân-ı Kerîm’de belirtilmiş olduğu çok açık bir gerçektir.





Bu anlamda erlik, cinsiyet gücünü ifade etmez, nefse hâkimiyet anla­mına gelir. (Din Eğitimi Araştırmaları Dergisi Yıl: 2002 Sayı: 10, Mevlana, Prof. Dr. Amiran Kurtkan Bilgiseven, s. 15–17)





“İlm-i billah erkektir. Yâni kabili kabul eder. Ve onda ki, ilm-i billâh yoktur kadın gibidir.” (İsmail Hakkı Bursevî, Tuhfe-i Vesimiyye, hzl: Şeyda ÖZTÜRK, İst., 2000, s.124)





Bu söz gösteriyor ki, kadınlık ve erkeklik cinsel bir farklılaşma değildir. “Tanınmış ruh hekimlerinden Prof. Dr. Ayhan Songar, fakültelerinin bir mezuniyet gününde öğrencilerine yaptığı bir sohbette şunları söylüyor: “Birbirine gerçek dost iki kadın gördünüz mü? Ben gör­medim. Her kadın bütün diğer kadınları kendine rakip görür ve (bilerek veya bilmeyerek) hepsinden nefret eder. Bu, kadınlığın ta­biatında vardır. Erkeklerde ise, bu rekabet hissi, daha çok meslek­taşlar çevresine inhisar etmektedir. Daima kendi yapamadığımızı yapana hasetle bakar, ondan nefret eder, onu küçültmek isteriz.” (ÇOŞKUN, Ahmed, Sohbetler, Hatıralar, İst, 1982, s. 61)





Bu şeyhlik, dedikleri dava ile şöhret ile olmaz. Hele, çok muhip edinip, kalabalık ve hengâme ile hiç olmaz. Nuh Peygamber aleyhisselâm, ŞEYH-İ-ENBÎYÂ iken dokuz yüz yıl halkı davet etti, ancak doksan kişi toplayabildi. Yoksa mü­ritlerin çokluğuna ve kalabalığa itibar olmaz. Zira şeyhle­rin bir terbiyeleri vardır ve o terbiyeye varamayan kişiler, şeyhlik edemezler. Şeyhlikte MERTEBE-Î-RACÛLÎYYET, yâni tamam erlik mertebesi şarttır. Yarım erlik mertebesinde kalanlar, tamam erlik mertebesine erişemeyenler şeyhlik ede­mezler. Çünkü talibin akidesini bozarlar.





Erlik mertebesi nedir? Tam er kime denir?





Bir kimse, iki cihanı ayağı altına alsa, kendisinin geçen haline ve gelecek sırlarına vâkıf olsa, kendi batın sırlarına da vâkıf bulunsa, Allah Teâlâ’nın acayiplerini ve birçok sırlarını da bilse, bütün mahlûkatın zahirine, batınına, sır­rına ve alâniyyetine de vâkıf olsa, o henüz kâmil bir veli de­ğildir. Tam erlik mertebesine de yetişememiştir. İrşadı dü­rüst değildir.





Mürşidi kâmil odur ki, bunların da üstünde olmalı, Allah Teâlâ’nın zâtına ve sıfatına ait ilme vâkıf bulunmalı­dır. O ilim, gizli bir ilimdir ve hiç sonu yoktur. Zahiri ilimler, onun yanında okyanusa nisbetle bir damla gibidir.





 (Eşrefoğlu Rumî, Müzekkin Nüfus, İst, s. 425)





[35]   (Üçer, dörder, beşer…)





“Hatasız insan ölü insandır. İnsan hatalar ve yanlışlar karmaşasıdır. Bir iş yapanın hata yapması muhakkak umulur.”





Kulun üzerinde zuhur eden her halde kesin bir noksanlık vardır. Bunu Allah Teâlâ´mız af buyurmasa, sevap defterine bir nokta dahi yazılmaz. Onun için Hz. Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz devamlı bulunduğu halin istiğfarına devam ederdi.





Aslında kendisinin hata işlemeyeceği bir istikamet üzere olacağı, Allah Teâlâ´mız tarafından buyrulmuştur.





“Böylece Allah, senin geçmiş ve gelecek günahını bağışlar. Sana olan nimetini tamamlar ve seni doğru yola iletir.” (Fetih,2)





İnsan için önemli olan, hatayı işlememek değil, hatanın Allah Teâlâ tarafından af edilmesidir. Çünkü yaratılış gereği beşerin özüne noksanlık özellik olarak ilave edilmiştir.





“Allah sizin tövbenizi kabul etmek ister;…” (Nisa,27)





 “Allah Teâlâ sizden hafifletmek ister. İnsan zayıf olarak yaratılmıştır.” (Nisa,28)





Duamız, Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem´in şu duası olmalıdır.





“Ya Rabb´i önce işlediğim ve sonra işlerim sandığım, gizli yaptığım ve aşikâre işlediğim bütün günahlarımı bağışla.”





“Sen´den başka ibadete layık ilah yoktur.” (ALTUNTAŞ, Kutsi Dua, 2006, s.102) 





Meleklerin, insan sesine hasret kalmalarının sebebi, onların yaradılışı, ismete (günâh işlememeğe) dayandığı içindir. Allah Teâlâ’ya yalvarma ve herhangi bir istekte bulunmalarına lüzum yoktur. Oysaki böyle bir durum, ancak insanoğlunun iyilik ve kötülüğe meylinin ve yaradılışında mevcut duyguların bir gereğidir. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:





“Melekler, Vedud ismi şerifinin mânasını bilmezler. Bunun içindir ki, herkes bilmediği şeye karşı bir iştiyak ve arzu duyar. Hazreti Âdem aleyhisselâmın yaratılma­sı söz konusu edilince melekler, O’na itiraz ederek Cenâb-ı Hakk’a şöyle dediler:





“Hani Rabbin meleklere ‘Muhakkak ben yeryü­zünde benim emirlerimi tebliğ ve infaza memur bir halife, bir insan, âdem yaratacağım’ demişti. Melekler de, ‘Biz seni hamdinle tesbih ve seni takdis (ayıplardan, eş koşmaktan, eksiklik­lerden tenzih) edip dururken, yerde orada bozgunculuk edecek, kanlar dökecek, kimse mi yaratacaksın?’ demişlerdi. Allah Teâlâ da “sizin bilemeyeceğiniz şeyi her halde ben bilirim demiştin, (Bakara Sûresi, 30). Böylece kendilerinin insana tercih edilmesi gerektiğini ve nefislerini temize çıkararak “Biz seni anı­yoruz” diyerek değişik bir teklifte bulundular. İnsanların çıkar­dıkları karışıklık, döktükleri kan, yaradılışa sebep olmuştur. Çün­kü bazı eserlerde şöyle bir söz nakledilmektedir: “Eğer siz günah işlemez bir topluluk olsaydınız. Cenâb-ı Hakk sizi yok edip günahkâr bir kavim yaratırdı ki, günahlarını itiraz ederek affetme­sini talep etsinler ve Cenâb-ı Hakk da onların kusurlarını affe­dip, günahları affeden ve kusurlarını örten gibi sıfatların gereği­ni icraya vesile ve sebep olurdu.” (Hz. Ali kerremallâhü veche Divanı, trc, Müstekımzâde S. Saadettin Ef., İst. 1981, s. 40)





[36] Selâhaddin Zerkûbî Konevî kuddise sırruhu’l-azîz Hazretleri; Hazret-i Pîr’in dü­nürü, gelininin babası anlatıyor:





“Hz. Mevlânâ kuddise sırruhu’l-azîz bir gece odasında yoktu. Dışarı çıktım, medresenin dışına. Eyvan var, önü açık eyvan... Hz. Hüdavendigâr secdeye kapan­mış. Hava öyle soğuktu ki, gözünden akan yaşlar don­muştu. Gözüyle yer arasında donmuş bir buz sütunu du­ruyordu. Buz yanağını sıyırır diye kaldırmaya kıyamadım, hohlaya hohlaya buzu çözdüm de öyle kaldırdım.” (İNANÇER, Ömer Tuğrul, Sohbetler, İst, 2006, s.177)





Ahmed Âmiş kuddise sırruhu’l-azîz Hazretleri buyurdu ki;





“İnsanda en son kaybolan, mânevî saltanat hırsıdır.” (GÜNEREN, a.g.e., s. 74)





[37] Şah Nakşibend Bahâüddîn Hazretleri’nin huzuruna çorba ge­tirirler. O esnada, kendileri murakabeye varırlar. Murakabeden sonra:





“Ben bu çorbayı içmem, çünkü bunu pişiren kimse, pişirdiği esnada Allah Teâlâ’dan gafil bulunuyordu.” buyururlar. (Ken’an Rifâî, a.g.e. s. 543)





[38] Selim Divane, Sadıkların Müşkillerinin Anahtarı, a.g.e.,  s.15





[39] Efendi Hazretleri biz kimseyi kırmayız demek istemiştir.





Ken’an Rifâî kuddise sırruhu’l-azîz bu konuyu çok güzel anlatıyor.





 “Gitmek nedir? Gitmek gelmek var mıdır? Bunlar ârızî şeylerdir. İş, seninle olanla senin de beraber olmandadır. Fakat bu da lâfla mümkün değil.” (Ken’an Rifâî, a.g.e. s. 79)





[40]  Ahmed Âmiş kuddise sırruhu’l-azîz Hazretleri buyurdu ki;





“Biz kabul ettiğimizi yedi göbek yukarıdan, yedi göbek aşağıdan kabul ederiz.” (GÜNEREN, a.g.e., s. 67)





[41]  Hakikate varmış evliyâullahın büyüklerinden Sehl bin Abdullah Tüsturî: “Eğer Musa aleyhisselâmın ve İsa aleyhisselâmın ümmetlerinde, İmâm-ı A’zam Ebû Hanife radiyallâhü anh gibi bir zat bulunsaydı; bunlar, Yahudiliğe ve Hıristiyanlığa dönmezlerdi “demiştir.





Ölümü pahasına da olsa, kanaatinden caymayan bu büyük insanın son sözü şu olmuştur: “Beni gasbedilmemiş, temiz bir toprağa gömünüz.” Hakk’a yürüdükten sonra rüyada görüldü. Gören tarafından soruldu:





“Rabbin sana ne yaptı?”





“Beni bağışladı.”





“İlmin sayesinde mi?”





“Hayır. Hangi ilimden söz edersin? Nerede ilim? Onun bir sürü edeb-i erkânı var. Kim yerine getirebilir? Yapan pek azdır.”





“O halde bağışlama sebebi nedir?”





“Halkın iyi zannı. Onlar benim için iyi düşünürdü. Bende olmayan iyiliği onlar, var zannederlerdi. (BURGAY, Hasan,Hazreti Muhammed (s.a.v.)’in Varisleri, Ankara, 1994, s.105)





“Her yerde ve herkese karşı edebi muhafaza etmelidir. Çünkü Hakk’ın tecellîsine mazhar olmayan hiçbir şey yoktur.





Hz. Ali kerremallâhü veche: “Her sınıfın bir kutbu vardır,” buyurur. Onun için kimsenin işine karışmamalıdır. Kimde ne olduğu belli olmaz ki,... Herkesi hoş görmeli ve kimsenin işine karışmamalıdır. Tulumbacıların, sütçülerin, sakaların ve ilh... Her sınıfın bir mânevî başı vardır. Olur ki, bunlardan birine tesadüf edersin, elbet bu merkeze sataşmak senin için hayırlı ol­maz... Bu sözün açık manası kimsenin gönlünü kırmamaya çalışmalıdır.” (Ken’an Rifâî, a.g.e. s.231)





[42]   “Bişr el-Hâfî kuddise sırruhu’l-azîz ve Ma’ ruf el-Kerhi kuddise sırruhu’l-azîz hastalandı, doktor gidip kendilerini ayrı ayrı sorardı. Bişr hastalığını söyler, Ma’ruf söylemezdi. Doktor Ma’ruf’a:





Neden Bişr gibi hastalığını söylemiyorsun?” dedi. Ma’ruf cevap verdi:





İster misin ki, Allah Teâlâ’yı sana şikâyet edeyim?”





Doktor Bişr’e gitti, Ma’ruf’un sözünü ona haber verdi. Bişr dedi ki;





Ey doktor, biz sana Allah Teâlâ’yı şikâyet etmedik, O’nun bizdeki gücünü (bize neler yapabileceğini) anlattık.” (Ebu Abdurrahman Sülemî, Risâleler, trc. Süleyman ATEŞ, Ankara, 1981, s. 52)





[43] Tasavvuf Büyüklerinden İbnü’l-Fârız kuddise sırruhu’l-azîz:





“Bizim ara­mızdaki mânevî neseb, kan bağı demek olan maddî nesebden daha yakın ve daha kuvvetlidir” diyor.( YILMAZ, Hülya, a.g.e.,  s.9)





“Dünyâda en büyük, en yakın akrabalık bir ihvanın diğer bir ihvana olan muhabbetidir. İşte hasep ve nesep budur. Bu muhabbet, amca, dayı, kardeş muhabbetine benzemez. Hepsinin üs­tündedir. Çünkü Allah Teâlâ içindir, Allah nâmmadır. Diğerleri ise, tesadüf icâbıdır.” (Ken’an Rifâî, a.g.e. s. 348)





İslâm’da karabet (akrabalık) üç şekilde tahakkuk eder.





  1. Din karabeti
  2. Kan karabeti
  3. Sıhriyyet karabeti




Kan karabeti, baba tarafına taalluk eder. Sıhriyyet karabeti ise, aile tarafına taalluk eder. Eğer iki tarafta dinen bağlılık yoksa, bunların her ikisi de izafîdir, kabire kadardır, kabirden öteye gidemez. Amma din karabetine gelince; iman kardeşliğidir; ulvîdir, kutsidir, melekîdir, imânî ve islâmîdir. Hayatta, mematta, haşirde ve neşirde daimî­dir. Din karabeti yâni dinen akrabalık diğer iki akrabalığın fevkindedir. Kan karabeti ve sıhriyyet karabetiyle yakın olan kişiler birbirle­rine din karabetiyle de bağlıysa nurun alâ nurdur. (Muhammed Hikmet Efendi, Marifet-i İlahiyye Tarîkat-ı Aliyye, İst, s. 23)





[44] Hz. Ali kerremallâhü veche buyuruyor ki;





“Senin başına bir belâ ve musibet geldiğinde sabret. Çünkü Kur’an-ı Kerim’de İnşirah sûresinde Üsürlerin ikisi bir, yüsürler iki olmakla; bir darlığa iki kolaylık takdir ettiğini düşünerek teselli bul.”





Allah Teâlâ, Kur’ân-ı Kerîm’deşöyle buyurmuştur: “Demek haki­katen güçlükle beraber kolaylık var. Muhakkak güçlükle beraber kolaylık var,” (İnşirâh Sûresi, 5)





Ayetlerde iki defa zikredilen “elüsr = güçlük” Arap dil ve edebiyatına göre ma’rifedir. İkisi de aynıdır. Aynı güçlük demek­tir. “Yüsren = kolaylıklar ise, nekredir. Başka başka kolaylık demektir. O halde Cenâb-ı Hak, bir güçlüğe mukabil iki kolaylık ihsan etmiştir. Şu mealdeki hadîste buna işaret ediyor: “Bir güçlük, iki kolaylığa asla galebe etmez. Hazret-i Ali kerremallâhü vechebelâ ve mu­sibetle karşılaşırsan, sıkılma, üzülme, diyor. Çünkü bir sıkıntıya karşılık iki ferahlık vardır. Bazıları da birinci ayette geçen ko­laylıktan maksat dünyadaki fetihler ve sairedir. İkincisindeki ise, âhiret sevabı ve makamıdır, demişler. (Hz. Ali kerremallâhü veche Divanı, trc, Müstekımzâde S. Saadettin Ef., İst. 1981, s. 201)





Afitabî doğa devlet güneşi bir gün ola





Hak Teala kulunu kahr ile daim kılmaz





(Gün gelir sevgiliye, mutluluğa ulaşmamızı engelleyen dertler biter. Başımız­daki kara bulutlar yok olur.





Biz ümitliyiz, çünkü Allah Teala kullarını daimi sıkıntı içinde bırakmaz.)





(Seydi Ali Reis, Mir’at-ül Memalik (Memleketlerin Aynası),  hzl. Eyüp CULUM, Beşikdüzü, 2005, s. 27)





[45]   “Bir seferinde Kabe’ye gitmek için bindiğimiz bir takside, elli yaşına yaklaşmış bir şoför, bir yandan kadın mugan­niyenin şarkılarını dinlerken bir yandan da sekiz kadınla evlendiğini, dördünü boşadığını, yirmi civarında çocukları olduğunu, çoğunun ismini bile bilmediğini söylüyordu. İkaz edici bir iki sözümüzden sonra teybi kapattı ve aslında iki hanımının olduğunu söyledi. Herhalde bu çeşit sohbetler bazı yolcuların dikkatini çekiyor, o da böylece söylediği yalan ve mübalağalarla kafa buluyordu. Kendisine kaç defa hac yaptığını sorduk “Bin sene yaşayayım da ondan sonra” diye cevap verdi. Nasıl bir yerde bulunduğunun farkında değildi. Bir arkadaşımız ise, bir şoförün kendisine “Ben daha Kabe’ye bile girmedim” dediğini nakletti. Senelerdir Mekke’de yaşayan orta yaşlı bir insan nasıl bir defa olsun Kabe’ye girmemiş olabilirdi? Cami kapısında karşılaşıp gel dediğim solcu bir öğrencimi hatırladım “Allah beni kabul etmez ki!” demişti.” (Abdullah AYMAZ,  Işığın Düştüğü Yerler. İst, 2005 s. 43)





[46] Ali Haydar kuddise sırruhu Efendi buyurdu ki;





“Meşâyih her gece gelir bakar, sen seccade üzerinde misin, değil misin? Eğer sen dersine durmuşsan sana teveccüh ederler, yoksa bırakır giderler” (Mustafa İsmet Garibullah, a.g.e. c.2, s.124)





 Şeyh Nâzım Kıbrısî anlatıyor ki; Abdullah Dağıstânî kuddise sırruhu’l-azîz elinde tesbihi tutardı ve tesbihin püsküllü imâmesini göstererek;





“Nakşibendî tarîkatında bu kadar evradlar vardır, bunların telleri kadar. Hepsini tutsan bu kadar kuvvet meşâyihleri onunla beraber gider, bundan bir tanesini sağlam tutarsa gene çeker götürür”





Yüz tâne de olsa tesbih çekmeyi bırakmayacaksın, o zaman onların himmeti seninle beraber yükselir. Şimdi dünyada başlangıçtaki kimseye, bir hizmet verildiği vakitte şeyh isterse ona;





“Geceleyin yatmadan evvel on defa Allahû Allahû Allahû Hak, Allahû Allahû Allahû Hak, Allahû Allahû Allahû Hakk Diyeceksin, senin dersin budur” derse, kancayı ona taktı demektir. Onun kancasından kurtulacak adam yoktur. Geceleyin on defa bu zikri yapsa, ona da Nakşibendî’nin aşı kuvveti verilir, onlara da o kuvvet yetişir, bırakmaz toplar.





Men zâdelillâh zâdehûllah: “Her kim Allah Teâlâ için artırıyorsa Allah Teâlâ onuda artırır.” (Sohbetler, Ebediyet, 176)





[47]   “Rızkı veren Allah Teâlâ’dır; O herkesin rızkını takdir ve taksim etmiştir. Hakk’ın takdirini değiştirmek mümkün olmadığına göre, insanın kendisini Kur’ân-ı Kerîm’e göre değiştirmesi isabetli bir davranıştır.





Mesela; Hz. Mevlânâ kuddise sırruhu’l-azîze göre insanların rızkın peşinde koşmaları lü­zumsuz bir gayrettir; zîrâ rızkın insana tâlib olması ve onu talep etmesi lâzımdır.





Bu ifâdeler kaderci bir anlayışın ileri sürdüğü fikirler gibi görünüyorsa da, gerçekte Ehl-i Sünnet itikadının değişik bir yo­rumudur.





Yâni mümin Allah Teâlâ’nın peşinde koşarsa, rızkını pe­şinden koşturmuş olur. Rızkın değil, rızkı veren Rezzâk’ın ar­dınca yürümek, içtimaî münâsebetlerimizi de müspet bir tarzda geliştirir ve kalabalıkların cemâat şuuruna sahip olmalarını temin eder.





Meselâ rızkın peşinde koşmayıp, Rezzâk’ın peşinde koşmak, insanın hareketlerinin Kur’ân’a göre tanzimini sağlar. Mülkün sahibi olan Allah kulu için ezelde ne takdir etmişse, ziyade ve noksansız olarak ona ulaşır. Rızkın peşine düşen insan, Rezzâk’dan uzaklaşacağı için, meşru ve gayr-i meşru sınırını kaybeder, ölçüyü kaçırır; ihtiras, kıskançlık vs. gibi kötü huyların hükmü altına girer. Bu kimse de Allah Teâlâ ezelde onun için ne taksim etmişse, ziyade ve noksansız yine ona sahip olur.





Rızkın peşinde koşan, ava gidip avlanan avcı gibi, sahip olduğunu zannettiği malının esîri olur. Rızkı verenin arkasından giden ise, verenin rızasına göre kazancını tasarruf eder.





Dünya malı bazen gelir, bazen gider. Dünya malı insana te­veccüh ettiği zaman onu sevindirir, gitmesi de üzer. Gelip-gidene değil de, bu med ve cezrin (yükselme ve inme) Rabb’ine teveccüh eden kimse, kâr-zarar peşinde koşmaktan kurtulur. Nitekim bir ayet-i kerimede:“Böylece elinizden çıkana üzülmeyiniz ve Allah Teâlâ’nın size verdiği nimetlerle sevinip şımarmayınız. Çünkü Allah Teâlâ kendini beğenip böbürlenenleri sevmez” (Hadîd, 23) buyrulur. (Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Fîhi Mâ Fîh, trc. Ahmed Avni Konuk, hzl. Selçuk Eraydın, İst. 2001, s. XXI)





[48] Ali İhsan Yurd Hocaefendi bu konuda şöyle demiştir.





“Türkiye cihan terazisinin daima orta ayağıdır, hiçbir zaman terazinin kefesi olmamıştır.” (Gürlek, Dursun, Ayaklı Kütüphâneler, İstanbul, 2005 s.378)





[49]    “Rum’un merkezi, Sivas vilayetidir.”





(Seydi Ali Reis, Mir’at-ül Memalik (Memleketlerin Aynası),  hzl. Eyüp CULUM, Beşikdüzü, 2005, s. 52)





Sivas -Adının menşei





Sivas şehri, Selçuklulardan önceki devirde ilkçağda kurulmuş olduğundan Sivas şehrinin adı da tarih boyunca değişikliklere uğrayarak Selçuklular devrindeki kaynaklarda Sivas şeklinde son biçimini almıştır





İlkçağda Sivas ismine kaynaklık eden tarihi gelişmeler hakkında çeşitli görüşler mevcuttur: Tarih öncesi çağlarda Sivas’a farklı dönemlerde hâkim olan devletler, şehre kendilerine özgü değişik isimler vermişlerdir. Bunlar;





Talaura, Talavra, Tavra, Talaurs, Talkaramauru, Talaura-Karana, Diapolis, Suppas /Şuppiaş, Sebasip, Sipas /Sipaş, Kabeira /Kabira /Kebires, Megalopolis, Diopolis /Diospolis/ Diyospolis /Diyapolis, Se-as, Sebas /Sebast, Sebaste  /Sebesteia, Sebestia, Sevast /Sevaste, Danişmend İli, Darü’l Âla, Eyaleti Rum, , Eyalet-i Rumiye-i Sügra, Eyaleti Sivas.





Bazı isimlerinin manası:





Sivas şehrinin ismi, birçok araştırmacıya göre; “Sipas” kelimesinden gelmektedir. Sipas: Şükür, Sipardâr: Şükretmek, Sipâsdârlık: Şükretmek anlamlarına gelir.





Sivas şehrinin ilk kurulduğu dönemlerde, bugünkü şehir merkezinin bulunduğu yerde, büyük çınar ağaçlarının altında, “üç adet su gözesi” (kaynağı) bulunmaktaydı.





Bu gözelerden bir tanesi “Allah Teâlâ’ya hamd ve şükür etmeyi, ikincisi “Ana-baba’ya saygı”yı, üçüncüsü de “küçüklere sevgi”yi temsil ediyordu. Bölgede yaşayan insanlar, zamanla bu özelliklerini, erdem ve faziletleri koruyamayıp yitirince, bu üç su gözesi de kurur, şehrin isminin de “üç göz” anlamına gelen “Sipas” tan kaynaklandığı ve zamanla bugünkü kullandığı biçim olan “Sivas”a dönüştüğü ileri sürülmektedir. Sipaş ismi, “şükran, minnet ve şefkat anlamlarına gelmektedir





Sivas şehri isminin, Romalılar döneminde “Dio-polis” yâni “Tanrı şehri” anlamındadır.





Selçuklular devrinde Sivas’ın unvanı “Dâru’l-âlâ”dır.





Sultan Alaeddin Ertana zamanında Sivas şehrinin ismi, “Yücelik Beldesi” anlamına gelen “Darül âlâ idi.





(ÖZ, Mehmet Ali,Bütün Yönleriyle Gürün İlçesi Tarihi Ve Coğrafyası, Sivas, 2002)





[50]   “Çarpık ayakkabı, çarpık ayağa uyar.” Mesnevi c.II, b.843





[51] Mehmet Işık Efendi (Zara-Kızık Köyü)





[52]   “Herkes cemâli görür, fakat irfan sahibi dâim cemal içindedir.” (Ken’an Rifâî, a.g.e. s. 400)   





[53] Depremin olduğu gece bekçilik yapan kişiden “Sivas’a doğru gelen bir kızıllığın Gardaşlar Tepesi’nde kutsal iki el tarafından durdurulduğunu” gördüğünü dinledik. (Yazan)





[54] Hazret-i Mevlânâ kuddise sırruhu’l-azîz buyuruyor ki;





“Onlara beddua edeceğine, kendi etrafını tavaf et. Sebeblerin ya­ratıcısı Allah Teâlâ’dır.” (Ken’an Rifâî, a.g.e. s. 385)





Hz. Mevlânâ kuddise sırruhu’l-azîz kusurları, çıbanlara benzetir. Kendinde olandan tiksinip rencîde olmadığı halde, başkasında görünce rahatsız olan insanlar, aynalardan uzaklaşmış, başkalarının kusurlarıyla avunup, kendini unutmuş kimseler gibidir.





İnsan, başkasında çok açık ve net olarak gördüğü fenalığı, kendisinde de aynı netlikte göremiyor. İşte bu görüşe sahip olanlar, önce kendi nefislerinin düşmanı olurlar. (Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Fîhi Mâ Fîh, trc. Ahmed Avni Konuk, hzl. Selçuk Eraydın, İst. 2001, s. XXII)  





[55] Büyük mürşitler, talipleri terbiye için üç yol kabul etmişlerdir:





Seyahat,   Sohbet,  Halvet.





Sohbetlerde illaki gıybet durumu bir şekilde zuhur eder. Onun için büyükleri hatırlamak ve anlatmak günah olan gıybet halinden kurtulmaya sebep olur. Gıybetlerde bir alışveriş vardır. Bu alışveriş içinde zararı az olanı tercih etmelidir. Büyüklerin hallerini anlatmak da, feyiz zuhur edeceği rivayeti meşhurdur.





Abdullah b. el-Mübarek kuddise sırruhu’l-azîz şöyle der:





“Birisinin gıybetini yapacak olsaydım, annem ile babamın gıybetlerini ya­pardım çünkü onlar sevaplarıma başkalarından çok daha lâyıktır.”





[56] Muammer Su adlı ihvandan işittim.





[57] İbni Mace, Ahmed ve Beyhaki’nin Sevban radiyallâhü anhdan rivayet ettiği hadis-i şerif, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurur ki;





“Doğru olun men edilmeyeceksiniz. Bilin ki, en hayırlı ameliniz na­mazdır. Gerçek mü’min devamlı abdestli olmaya çalışır.”  





[58] Ali Eriş isimli ihvandan dinledim. Efendi Hazretleri Fatsa’ya geldi. Sohbet esnasında ihvana hitaben söylenmiştir.





[59]  Nuri Atasoy isimli ihvandan dinledim.





“Yeni ders almıştım. Efendi Hazretlerini çok seviyordum. Sivas’a gidince hizmet için can atardım. Bir sahra sohbetinde gençlikte başımızda olduğu için ‘acaba Efendi Hazretleri yaptığımız hizmeti fark eder mi?’ diye gönlümüz arzuladı. Efendi Hazretleri, aşk ve şevkimizi artırmak için oturduğu yerden sürekli başıyla bizim bulunduğumuz tarafa meyleder, bizim tarafa nazar kılardı. Hayatımın bütün neşesi olan şefkatli nazarlarını hiç unutamamışımdır.”





[60] Cüneyd-i Bağdadî in bu sözünü çok tekrar ederdi.





İbrahim İbni Edhem kuddise sırruhu’l-azîz Hazretleri, ibâdet ve teheccüd namazlarının arkasından dermiş ki; “Eğer melikler ve hükümdarlar ve hattâ servet sahibleri, beyler, paşalar bizim nail olduğumuz lezzetleri bilmiş olsalar, bizim elimizden almak için, bizimle muhârebeye kalkışırlardı.” (Müzekkerât fî Fıkhı’s-sîret s. 18) (Mehmet Zahid KOTKU, Tasavvufî Ahlak, İst, 1998, s.149)





[61] Bu kelam tasavvufta atasözü gibidir.





“Necmeddin-i Kübrâ kuddise sırruhu’l-azîz der ki; “Kim tarîkata girer, sonra ayrılırsa “mürted-i tarîkat” olur. Tarîkattan kovulmak, şeriattan kovulmaktan beterdir. Çünkü şeriattan çıkan kelime-i tevhidi söylemekle kurtulur. Ancak tarîkattan kovulan “‘amel-i sakaleyn” ile bile işe yaramaz. Geçmiş hâli talep etmek muhaldir.” (ÇAVUŞOĞLU, a.g.e. s. 134)





[62] Mesnevide Hz. Mevlâna kuddise sırruhu’l-azîz buyurdu ki;





“Bu defter, hayalidir, gizlidir. Büyük haşirde o defter meydana çıkar. Bu hayal (hatıra gelen) her şey, burada gizlidir, eseri görünür. Fakat bu hayal, orada suretlere bürünür. (c: V, b. 1789,1790)





Gönülde yurt tutan her hayal, mahşer gününde bir surete bürünecektir.” (c: 5, b. 1793)





[63]  Ahmed Âmiş kuddise sırruhu’l-azîz Hazretleri buyurdu ki;





“ Allah Teâlâ’nın takdir etmediği vukua gelmez. Takdir ettiğinden korkmak da küfürdür.” (GÜNEREN, a.g.e., s. 67)





[64]   “Allah Teâlâ ile oturup kalkmak isteyen kişi, veliler huzurunda otursun. Velilerin huzurundan kesilirsen helak oldun gitti. Çünkü sen küllü olmayan bir cüz’üsün. Şeytan birisini kerem sahiplerinden ayırırsa, onu kimsiz kimsesiz bir hale kor, o halde de bulununca başını yer, mahvedip gider. Topluluktan bir an bile ayrılmak, bil ki, şeytanın hilesinden ibarettir.” (Mesnevi c.II, b.2163–2166)





[65] Mevlâna Celâleddin-i Rumî kuddise sırruhu  “Ehlullah ile bir oturuş, bin sene riyasız ibadetten daha efdaldir” buyuruyor” (Mustafa ismet Garibullah,a.g.e. s.507)





[66]   “Her olacak şey için tâyin edilmiş bir vakit vardır. Onun için, vakitsiz olan bir şey kötü netice verir. Yeni sülûke giren bir kimseye ki, ihvanın derdi arzusu Allah Teâlâ olduğu halde sizin çok zamanlardan beri duyup öğrendiğiniz hakikatleri söylesek, yolunu sapıtır, şaşırır kalır. Böylece de ona, talebinin vakitsiz verilmesi kendi hakkında hayırlı ol­maz. Cenâb-ı Hak her şeyi bilir ve talep sahibine, arzusunu, onu haz­medecek hâle geldiği zaman verir.” (Ken’an Rifâî, a.g.e. s.229)





Evliyâullâhın sertâcı, mahbûb-u Sübhâni, Gavs-ı Samedâni, Pîr-i A’zam  Cenâb-ı Abdülkâdir-i Geylânî Hazretlerine hizmet edenlerden biri, Hazreti Gavs’ın cemalli bir zamanında huzûruna çıkarak:





“Efendim, Cenâb-ı Hak, Zat’ınıza kudretinin tasarrufunu bahşetmiştir. Onun için istediğiniz kimselere ufak bir nazar-ı âlinizle birçok rütbeler verebiliyorsunuz. Bu kulunuz da size epey hizmet etti, ama bana hâla bir şey ihsan etmediniz, niyâz ediyorum,” der.





Abdülkâdir-i Geylânî Hazretleri;





“Pekâlâ, bugün bana bir helva pişir de, bakalım Kudret neler ihsan eder, senin de gönlün olsun,” buyururlar.





Adamcağız, “Baş üstüne” diye sevinerek, helvayı pişirmeye başlıyor. O esnada da Hindistan’dan bir heyet gelerek, Hazreti Abdülkâdir-i Geylânî e arz-ı ubûdiyyet ettikten sonra:





“Efendimiz, hükümdarımız öldü, bize bir hükümdar göstermenizi niyâza geldik,” derler. Bunun üzerine Hazreti Pîr, helva pişiren adamını çağırarak:





“Nasıl, Hind padişahlığını kabul eder misin?” diye ferman buyururlar. Adamcağız pür-neşe:





“Aman Efendim, ihsan buyurdunuz,” diye can atarak sevinirken, Hazreti Gavs Abdülkâdir-i Geylânî Hazretleri:





“Yalnız, seni şu şartla oraya padişah yapıyorum: Ne kazanırsan yarı yarıya paylaşacağız,” buyururlar.





Pek tabiî olarak tâlip, bu emri minnetle kabul ediyor. Nihayet adamcağız hakikaten söylendiği gibi, Hindistan’da büyük bir saltanata, muazzam saraylara, güzel eşlere sahip olduğu gibi, bir de erkek evlâda sahip olur. Aradan on bir sene geçiyor ve bir gün Hazreti Abdülkâdir-i Geylânî in teşrifleri haberi çıkıyor. Hükümdar, Gavs-ı Samedâni’yi karşılayarak sarayında bir kaç gün hizmetinde bulunduktan sonra Cenâb-ı Pîr artık döneceklerini haber veriyorlar. Padişah:





“Efendim, biraz daha kalıp bizleri sevindirin,” diye ricada bulunuyorsa da Hazret-i Gavs’ın muhakkak gideceklerini anlayınca:





“Efendim, bari kusurlarımızı af buyurun,” diyor. O vakit Sultan Abdülkâdir-i Geylânî Hazretleri, hükümdara:





“Yalnız sizinle bir sözümüz vardı. Sizi biz buraya padişah olarak gönderirken ne kazanırsanız yarı yarıya olacak, diye bir söz vermiştiniz. İşte şimdi, buraya geldikten sonra ne kazanmış iseniz hesaplaşmak istiyorum,” buyuruyorlar.





Padişah bunun üzerine bütün servetini tesbit ederek yarı yarıya ayırıyor ve Hazreti Gavs’ın huzuruna arz ediyor. Sultânü’l Evliya:





“İyi amma siz bir erkek evlat da kazandınız; onu da taksim etmeniz lazımdır,” buyurunca, padişah:





“O nasıl olacak?” diye soruyor. Cenâb-ı Gavs cevaben:





“Çocuğu ikiye böleceğiz, size istediğiniz tarafı vereceğim,” diye emrediyorlar.





Çocuk ortaya getiriliyor. Gavs-ı A’zam Hazretleri keskin kılıçlarıyla: “Destûr” deyip çocuğu tam ikiye ayıracakları esnâda, padişah belindeki mücevher işlemeli hançerini çekerek:





“Eeey sehhar herif! Senelerce bana hizmet ettirdiğin yetmiyormuş gibi şimdi de tesadüfün bana verdiği nimeti elimden almak istiyorsun,” diye tam Hazreti Gavs’ın göğsüne saplarken bir de bakıyor ki, elindeki kaşık helva tenceresine saplanıyor. Ne saraydan eser var, ne saltanattan ve ne de çocuktan bir iz kalıyor. Bu hal karşısında hayretler içinde kalan tâlibe, Cenâb-ı Pîr tebessüm ederek:





“Oğlum karıştır helvayı… Biz cimri değiliz, veririz, amma zamanı gelmeden de olmaz…” buyuruyorlar.





Seyyid Osman Hulusi Efendi Hazretleri bu konuda buyurdu ki;





“Oğul, geliyorlar himmet istiyorlar. Bazen himmet gecikiyor, ya rızkının zamanı tahakkuk etmemiş oluyor, ya da daha hayırlı bir iş oluyor. Onun için himmet gecikiyor.”





[67] Tasavvuf hayatımızdan intikal etmiş bir söz vardır. Mürîd, “Himmet şeyhim!” demiş. O da “Hizmet der­vişim!” demiş. Çünkü him­met bir alışveriş, bir hizmetin karşılığı değildir. Hiz­met zaten dervişin vazifesidir. Talebenin hocasına, çı­rağın ustasına, müridin mürşidine hizmet etmesi, zaten normal bir şeydir. Hizmet ediyor diye himmet edilmez. Ayıptır, bunlar yanlış sözlerdir. Ha, belki hiz­mete teşvik için söylenmiştir diye te’vîl edilebilir. Ama hakikatte yanlıştır. (İNANÇER, Ö. Tuğrul, Vakte Karşı Sözler, hzl. Ayşe ŞASA-Berat DEMİRCİ, İst.2006, s.26)





[68]   “Allah Teâlâ, yüz binlerce kimya ilaç yarattı; amma insanoğlu sabır gibi kimya görmüş değil.” Mevlana  





[69] Abdülkâdir Geylânî Hazretlerinin müridlerinden biri, rüyasında kendini cennette köşk ve sarayların içinde hurilerin gılmanların arasında gördü.





Bir kaç kez bu böyle devam edince kendinin ulaşılacak en büyük makama ulaştığını mürşidine ihtiyacı kalmadığını zan ederek mürşidinin sohbetlerini terk etti. Bir zaman sonra, Abdülkâdir Geylânî Hazretleri tevâfuken, onu gördü. Ve sohbetlere neden gelmediğini sordu. O da rüya­sını anlatarak kendisinin mürşidine ihtiyacı kalmadığını, cen­netlik bir insan olduğunu ifade etti.





Bunun üzerine Abdülkâdir Geylânî Hazretleri ona bir daha o rüyayı gördüğünde: “Bismillah, Ya Abdülkâdir Geylânî!” demesini tembih etti.





O da o rüyayı gördüğünde, şeyhinin tembih ettiği gibi söyledi. Öyle söyler söylemez cennet olarak gördüğü yer bir zibillik, çöplük haline geldi. Mürid de görmüş olduğu rüyanın şeytanî olduğunu anladı ve tövbe etti.





[70]  Ali Eriş isimli ihvandan dinledim.





1952 yılında Efendi Hazretlerini ziyarete gittiğimde adımı sordu. Bende Ali dedim. Babamın adı da Ali olduğundan Efendi Hazretleri;





“Gardaşım! Ali’yi gencelttik.” Buyurdu. Hacda Efendi Hazretleri ile ayrıca bir görüşmemiz oldu o zaman





“Gardaşım! Hacı Ali! Hacı Ali! Diye seni Hacı yaptık” buyurdu.





***Yavuz Sultan Selim bir sefere giderken Gerede yakınlarında mola vermiş “Ümm-ü Kemal” isimli velinin namını duymuş ve kendisini davet etmiş, sohbet etmiş, hürmet etmiştir. Ancak bu zatın büyüklüğünü sınama hevesine kapılmış. Söylentiye göre, lalasıyla gizlice anlaşıp hiç kimseye sezdirmeden gece lalasının ölmüş olduğu haberini yayıp, o zatı cenaze namazına çağırtmış. Namaz kıldırmak üzere tabutun başına geçen Ümm-ü Kemal Hazretleri birden bire arkasındaki padişaha dönüp:





“Padişahım, Ölü kişi niyetine mi, diri kişi niyetine mi ?” deyince, padişah şaşkınlıkla:





 “Tabii ölü kişi niyetine” demiş. Namaz kılınıp bittiğinde ve tabut açıldığında, lalanın ölmüş olduğu görülmüştür.





[71] Hazret-i Mevlâna kuddise sırruhu’l-azîz buyuruyor ki;





“Allah Teâlâ, bir kimsenin namus perdesini yırtmak isterse, o kimseye ehlullâha karşı kötü söz söylettirir.” Yine buyuruyor ki;





“Allah Teâlâ, bir kimsenin ayıbını yüzüne vur­mak isterse, o kimseye başkalarının ayıbını söyletir.” (Ken’an Rifâî, a.g.e. s.90)





[72]  Ebu Abbas Kassâb kuddise sırruhu’l-azîz buyurur ki;





               “Allah Teâlâ’yı Allah Teâlâ arar,  Allah Teâlâ’yı Allah Teâlâ bulur, Allah Teâlâ’yı Allah Teâlâ bilir.” (Tezkiretü’l-Evliya, 676)





[73] Keramet iki nevidir:





  1. Kerâmet-i kevniyye,
  2. Kerâmet-i irfâniyye.




Kerâmet-i kevniyye insanın yolunu kesen eşkiyadır.. Asıl maksûd keramet, kerâmet-i irfâniyyedir.





Hazret-i Pîr (Hasan Sezâi kuddise sırruhu’l-aziz) Efendimizin;





Gel keramet damına düşme, keramet bundadır





Buyurdukları, kerâmet-i kevniyyeye nazırdır. Ke­râmet-i irfâniyye-i Muhammediyye, yegâne maksuddur. Mürşidini, kerâmet-i kevniyye ile imtihana çekmek bir mürîd için şüpheden kurtulmamış manasınadır. Sakın böyle bir emelin peşine düşmeyiniz. İrfân-ı Muhammedi en büyük keramettir. Onu görmeye, ona mâlik olmaya ça­lışınız. (Şeyh Şuayb Şerafeddin Gülşenî, Şeyh Şuayb Şerafeddin-i Gülşenî’nin Hayatı İst, Buhara Yayınevi, 2001, s 121)





Tasavvufta keramet şart kılınmadı ve keramet şeyhin faziletli olmasına alâmet olmaz. Bazen de şeyh Efendiye keramete izin verilmemiştir. Şeyh Efendi de keramet aramak, ona inanmamak ve teslim olmamak demektir veya şeyh keramet göstermeyi lüzum görmemiştir de, onun için keramet göstermez. İstikamet, bin kerametten efdâl olduğunu da hiç unutmamalıdır.





Arifler ise, keramete itibar etmeyip, hayz-ı ricalden addederler. Cüneyd-i Bağdadî Hazretleri buyurur ki;





“Su üzerinde yürüyen kimseler vardır, amma onlardan çok yüksek ve efdal olan bahtiyarlar, susuzluktan ahirete göçmüşlerdir.”





Yusuf Hemedânî kerametler hakkında buyurdu ki;





“Bunlarla, tarîkat çocuklarını yetiştirirler.”





Ahmed Avni  Konuk kaddese'llâhü sırrahu’l-aziz “ledünnî ilim”ile ilgili bir bahsin sonunda şunu nak­letmektedir: Ariflerden birine “Keramet mi efdal, marifet mi efdaldir?” diye sormuşlar.





“Elbette marifet efdaldir. Zîrâ keramet abdestin bozulması ile yok olur. Marifet ise gusle ihtiyaç hâlinde bile ariften ayrılmaz” demiştir. Halk nazarında maddî âlemle ilgili “keramete (kevnî keramet) büyük bir alâka gösterilir ve bu nevî kimselerin büyük bir velî olduğu zannedilirse de, bu çeşit olağanüstü şeyler, manevî yolculuğa çıkan sâlike daha yolculu­ğunun başlarında iken zahir olduğuna göre, mübtedîlerin kemâl sahibi ve büyük velî olacakları elbette düşünülemez. Tasavvuf ehlinin büyükleri “ilmî kerâmet”i  “kevnî” kerâmet” ten yâni fizik âlemin kânun ve kaideleri dışına çıkan olağanüstü haller göstermekten üstün olduğunu söylemişlerdir. İbn Arabî kaddese'llâhü sırrahu’l-azizin





“Arifin marifeti yükseldikçe onun himmet ile tasarrufu eksilir” (A. Avni Konuk, Fusûsul-Hikem Tercüme ve Şerhi, c. III, s. 58.) şeklindeki sözü de bu kanâatin veciz bir ifadesidir. Onun için diyebiliriz ki, İbn Arabî, Mevlânâ kaddese'llâhü sırrahu’l-azizân ve diğer tasavvuf büyüklerinin günümüze kadar gelen ilim ve irfan yüklü eserleri onların “ilmî keramet” sahibi velîler olduğunun şahitleridir. (KONUK, Ahmed Avni ,”et-Tedbîrâtü'l-İlâhiyye fi Islâhı Memleketi'l-İnsâniyye” Tercüme ve Şerhi, hzl: Mustafa TAHRALI, İst. 1992, s. XIII)  





[74] Seyyid Osman Hulusikuddise sırruhu Efendi hakkında söylenmiştir.





[75] İslâm’da emredilen iman ‘Lâ ilâhe illa’llâh’ tevhidi yâni tevhidi ulühiyyettir. ‘Lâ mevcude illâ’llah’ diye ifade edilen tevhid-i vücud değildir. Vücud tevhidi marifet yolunda ilerlemiş havas için geçerlidir. Bu tevhidi inkâr etmek mümkün değildir çünkü sabit olmuştur. Lakin ‘Allah Teâlâ’dan başka mevcut yoktur’ demekle ‘Her mevcut Allah’tır demek arasında pek büyük fark vardır. Birinci sözde tevhid, ikincisi şirki hissetme ihtimali düşünülür. Ancak ‘Allah’tan başka mevcut yoktur’ denildiği zaman yaratılmışlara isnad edilen vücudun hakiki olmayıp hayalî, vehmi veya gölgesi olduğudur. Hakiki vücud ancak Allah Teâlâ’ya mahsustur. Yoksa bir olan Allah Teâlâ’ya nisbetle ‘Her şey Allah Teâlâ’dır’ denilmemektedir. 





[76]  Hazret-i Gavs Abdulkadir Geylânî kuddise sırruhu’l-azîz buyururlar ki;





“Âlemde, çirkin görme. Zira çirkin gördüğün, çirkinliği değil; o benzersiz cemâlin, o eşsiz güzelliğin kemâlini bildirmek için bir güzelliktir.” “Suret yüzünden, bir şey sebebiyle ondan ihticâb etme. Yâni hiç bir şey sana karşı Hakka perde olmasın. Zira her gördüğün perdenin arkasın­da nur açığa çıkar.” (YEŞİL, Şemseddin, Gavs-ı Azam Abdülkadir Geylanî Hazretlerinin Nutuklarından, İst, 1978, s.16)





[77]   “Bir gün ashâb Mevlana kuddise sırruhu’l-azîzi müsteğrak buldular. Namaz vakti idi. Mürîdândan bazıları, namaz vakti gelmiştir, diye Mevlâna’ya seslendiler. Mevlâna bir şey söylemedi ve onlara iltifat eyleme­di. O mürîdân kalkıp namaza meşgul oldular. İki mürîd, şeyhe uyarak namaza durmadılar. Namazda olan mürîdlerden Hâcegî nâmındaki birisine sır gözüyle ayan gösterdiler ki, namaz­da olan cümle ashabın arkaları, imamla beraber kıbleye gelmiş idi; ve şeyhe uymuş olan iki müridin yüzleri kıbleye müteveccih idi. Zîrâ şeyh; “ Ölmeden önce ölünüz!” hükmünce “mâ” ve “men” den, yanî bizlikten ve benlik­ten geçip ve kendi kendinden fena bulup, nûr-i Hakk’ta fenâ oldu; ve artık o, nûr-i Hakk olmuştur. Ve her kim ki, arkasını nûr-i Hakk’a dönüp, yüzünü duvara çevire, muhakkak surette arkasını kıbleye döndürmüş olur. Çünkü o, kıblenin canı olmuştur. Evet, kıblenin canı odur. Bu halkın yüzlerini çevirdiği kıbleyi, İbrahim Nebi bina etmiştir. O evi o bina ettiği için, kıblegâh-ı âlem olmuş­tur. Şimdi onun zât-ı şerifinin kıble olması, bi-tarîk-ı evlâdır. Çün­kü onun yüzünden kıble olmuştur. (Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Fîhi Mâ Fîh, trc. Ahmed Avni Konuk, hzl. Selçuk Eraydın, İst. 2001, s.14)





[78]   “Allah Teâlâ ile beraber olunuz. Buna güç yetiremezseniz, Allah Teâlâ ile beraber olan salihlerle olunuz.”





İbrahim İbni Ethem bir gün ağaca yaslan­mış bir vaziyette duruyordu. Gökten yeryüzüne bir melek indi, Elinde defter kalem vardı, yazmaya başladı. İbrahim İbni Ethem e bu hal gösterildi, sordu:





“Ne yazı­yorsun?” Melek:





“Allah Teâlâ’nın dostlarını yazıyorum.” dedi.





İbrahim İbni Ethem;





“Ey Allah’ın elçisi! Rabbinin bu aciz kulunu da yazıver.” Deyince, Melek:





“Senin için emri ilâhî yoktur ya İbrahim!” diye cevap verdi. O zaman İbrahim İbni Ethem;





“Ben Allah Teâlâ’nın dostlarından, değilsem de onları çok seviyorum.” Deyince başka bir melek gelerek





“O’nun ismini listenin en başına yaz” dedi.





[79]  Hatta bir kıssa, ya da menkıbe anlatılır: Fahreddin-i Râzî âhirete intikal ettiğinde, malum sualler... Hepsine cevap verdikten sonra “Senin imanın nasıl bir iman?” suali­ne cevap veremiyor. Aklına gelmiyor, manevi olarak Necmüddîn el-Kübrâ kuddise sırruhu’l-azîz Hazretlerine soruluyor. Necmüddîn el-Kübrâ diyor ki;





“Taklit­tir, de, taklit.” Taklittir, diyor. “Kimin taklidi?” diye soruyorlar. “Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin taklidi,” diyor. Ha geçtin, diyorlar.





Bunun için kelime-i şehâdette olsun, kelime-i tevhîdde olsun, ba­zı irfan sahibi büyüklerimiz “La ilâhe illa’llah alâ muradillah” La ilâhe illa’llah’tan Allah Teâlâ’nın kastettiği murat ne ise,”alâ murad-ı Rasulillah” “Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz tebliğ ederken ne kastediyorsa ben de o kasıt­la diyorum” veya “sen de öyle de” derler. Ve bu taklittir.





Hatırıma ge­len bir kıssa daha var: Hz. Mûsâ aleyhisselâm zamanında Firavun’un palyaçoların­dan biri, Hz. Musa aleyhisselâmı taklit ediyor. Malum, Hz. Mûsâ aleyhisselâm kıllı vücudlu, gö­bekli, başı dazlak bir zât-ı şerif. İşte adam, başına işkembe geçiriyor, o zaman naylon yok tabiî, karnına bir yastık koyuyor, elinde asayla Hz. Musa aleyhisselâmı taklit ediyor. Niye, Firavun’u güldürecek çünkü. Hz. Mûsâ aleyhisselâm bunu haber alıyor. Bir mükâleme, Allah Teâlâ ile konuşma sırasında, “Bunu kahret Yâ Rabbî” diyor. “Kahretmem” diye hitap ediyor Cenâb-ı Allah Teâlâ





“Firavun’u değil, seni taklit ediyor.” inceliği anlatabildim mi? (İNANÇER, Ö. Tuğrul, Gönül Sohbetleri, İst, 2005, s. 13)





[80] ŞeyhYakub Efendi Hazretleri anlatır.





Sülûkünün ilk yıllarında idi. Bir kere ikindi namazının sünnetini ihmal etmiştim. O gece şuhul haline girdiğimde, karşıma çıplak bir zat geldi. Ben:





“Edep yerini ört, niçin böyle çıplak dolaşıyorsun?” diye sordum. O zat bana:





“Beni sen çıplak bıraktın. Üzerimdeki elbiseleri aldın, birde bana çatıyorsun” dedi. Ben:





“Allah Teâlâ saklasın ben bir şey yapmadım” dedim. O zat:





“Ben ikindi namazının sıfatıyım. Sünnet benim elbisemdir, sünneti kılmadın ve bende böyle çıplak kaldım. Bu halimin sebebi sensin” dedi.





“Ben bu halden sonra beş vaktin sünnetlerinden hiç birini terk etmedim” diye buyurmuştur.(M. Cemâleddin el-Hulvi, Lemezât-I Hulviyye, Serhan Tayşi, İst, 1992)





Ravzatü’l-Ahyar isimli kitapta zikredildiğine göre, Davud İbni Hasen in adamlarından Davud İbni Reşîd buyurmuştur ki;





“Bir gece teheccüd’e kalktım, çok şiddetli bir soğuk vardı. Üşümekten ağladım. Ve oturduğum yerde kendimden geçtim.





O haldeyken bana:





“Diğer insanları uyuttuk, seni kaldırdık, onun için mi ağlıyorsun?” denildi. O geceden sonra Davud ibni Reşîd uyumamıştır. (Mustafa ismet Garibullah, a.g.e.  c.2, s.68)





Hasan-i Basri kuddise sırruhu’l azizin bir tespiti:





“Kişinin gece ibadetine kalkmamasının tek sebebi işlediği bir günahtır. Öyle ise, her gün akşamleyin nefislerinizi sorgulayıp ken­dinizi denetleyiniz, gece ibadetine kalkmanız için Rabbinize tevbe ediniz.” (Tenbîhu’l Muğterrîn, a.g.e. s.135)





[81] Pazarcılık yapan Şen Veliye söylenmiş.





Marâşi Ahmed Tahir kuddise sırruhu’l-azîz Hazretleri buyurdu ki;





“Bir iş yeri açmak, Allah Teâlâ’ya keşkül sunmaktır. Allah Teâlâ kendine uzatılan ikramı geri çevirmez. Ona bir şeyler ihsan eder. Dükkân kapısı, Hakk kapısıdır. Hak çeşmesi akmasa da damlar.” ( KÜÇÜK, a.g.e., s. 59)





[82] (Cihanın ömrü bir saat kalsa bile, o bir saati Allah Teâlâ’ya kulluğa sarf eyle)





[83]   “Allah Teâlâ’ya ve Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme itaat edenler, Allah Teâlâ’nın nimetine mazhar kıldığı Nebiler, sıddıklar, şehidlerle beraberdir. Onlar ne güzel arkadaştırlar” (Nisa, 69) ayetine şu tefsiri yapılmıştır.





“Bu ayet Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin mevlası Sevban radiyallâhü anh hakkında nazil olmuştur. Sevban radiyallâhü anh, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi çok severdi, ondan ayrılmaya dayanamazdı.





Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem bir gün Sevban’ın rengini değişmiş gördü.(Sebebini sorunca) Sevban radiyallâhü anh dedi ki;





“Ya Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem (ahirette senin derecen yüksek olduğu için) seni göremeyeceğimden korkuyorum” Bunun üzerine Allah Teâlâ O’nun kerametini anarak dedi ki,





“Kim (farzlarda) Allah Teâlâ’ya (sünnetlerde) Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme itaat ederse, işte onlar cennete Allah Teâlâ’nın nimetini mazhar kıldığı Nebilerle, sıddıklarla, şehidlerle ve salihlerle beraberdir. Onlarla arkadaş olmak ne güzel şeydir!”





[84]   “Hakk’a yakınlığın artması şöyle anlaşılır; “Halkı gittikçe daha fazla sever.”





Zira halkı fazla sevmek, Hakk’a yakınlığın fazla olmasından ileri gelir.” (Selim Divane, Sadıkların Müşkillerinin Anahtarı, a.g.e., s.19)





Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin “Sa’d, çok kıskançtır, ben Sa’d’dan daha kıskancım, Allah Teâlâ ise, benden de kıskançtır. Kıskançlığından dolayı görünür, görünmez bütün kötülükleri haram etmiştir” hadîsi Hakk kıskançlıkta bütün âlemlerden ileri gittiği içindir ki, bütün âlem kıskanç oldu. (Mesnevi, c.I, b. 1762–1764)





Bu nedenle sevenlerin sevgisini kendisinden fazla olmasını istemeyerek onları daha çok sever. Gayret’u-llah zuhur eder.





[85] Nuri Atasoy isimli ihvandan dinledim.





(Samsun) Terme İlçesi’nde bir Kuran Kursu öğretmeni başından geçen hadiseyi ona şu şekilde anlatmıştır.





“Dini emirleri en itinalı bir şekilde yaşamaya çalışıyordum. Fakat etrafımdaki bazı ehl-i tarik benim bu halimden dolayı beni içlerinde görmek istiyorlar ve sürekli tekliflerle geliyorlardı. Bu tekliflerini reddetmediğim gibi de yanaşmıyordum. Nakşî ve Kadirî gruplarından birkaç cemaat geldi. Tavsiyelerini dinledim, fakat tam bir cevap vermedim. Daha sonra İhramcızâde Hacı İsmail Efendi Hazretlerinin ihvanları gelip tarîkat yolunun güzelliklerini anlattılar. Ben de artık bu konu üzerinde duyarsız kalamazdım. Bu hal üzerimde devam ederken bir gece rüyamda, kendimi uçarken gördüm. Bir zaman uçtuktan sonra yerden göğe doğru uzanmış nuranî bir direk birden önüme çıktı ve çarpıp yere doğru düşmeye başladım. Bu düşme sonucunda, bir güzel zatın önüne düşmüştüm. Onun cemalini seyrederken uykudan uyandım. Anladım ki, bu rüya, tarîkata girmem gerektiği işaretiydi. O gördüğüm zatı bulmam gerektiği düşüncesiyle bana tavsiye eden kişilere, beni efendilerine götürmelerini istedim. Fakat gördüğüm zâtı bulamıyordum. En sonunda İhramcızâde Hacı İsmail Efendi Hazretlerinin ihvanlarına, beni Efendinize götürün dedim. Beni götürdüklerinde Efendi Hazretlerini görünce rüyamda gördüğüm zâtın o olduğunu anladım ve ihvanlığa kabul buyurması için arz-u niyaz eyledim. Efendi Hazretlerini bulmak benim için uzun bir yol olmuştu.”





“Bir gün Şeyh Sadreddîn’in taşkın dervişlerinden biri semâ’ edi­yormuş. Şeyh Sadreddîn’e bakarak:





“Mağrur olma... Senin bu güzelliğin, benim aşkımdandır!” demiş. Hazret de ona:





“Ne tuhaf! Bir baba, evlâdını kollarıyla yukarı kaldırdığı vakit, o oğul kendini babasından büyük farz eder. Fakat baba bırakıverirse düşüp parça parça olur,” karşılığını ver­miş.





Şeyh Hazretleri’nin bu cevabını alan derviş bir ishale tutularak üç, gün içinde ölüp gitmiş.”(Ken’an Rifâî, a.g.e. s. 335)





Ahmed Âmiş kuddise sırruhu’l-azîz buyurdu ki;





“Sizin gelmeniz size bağlı değildir. Biz istemeyince sizler gelemezsiniz.”  (GÜNEREN, a.g.e., s. 37)





[86]―Mükerrem Taşçoğlu Beyefendi ile görüşmemizde konu hakkında bir hatırasını anlattı.





 “1957 senesinde abim Muharrem çalışma bakanlığında çalışırken Sivas’ı teftişe geliyor. İsmail Efendi Hazretleri ile görüşüyor. Efendi Hazretleri onun Muharrem Efendinin torunu olduğunu anlayınca sevgi nişanesi olarak hamama beraber götürüyor. Abim 1957 yılında Güven Partisine giriyor. Turhan Feyzioğlu abimin İsmail Efendi Hazretleri ile olan ilişkisindeki yakınlığı hissedince Güven Partisine destek sağlamak için aracı olmasını istiyor. Durumu Efendi Hazretlerine iletince;





“Benim siyasetle ilişkim yok. O kişi Sivas’tan girmek istiyor. Muharrem ne beni sok, ne kendin gir.”





Turhan Feyzioğlu ön seçimleri Sivas’tan kazanamadı ve Kayseri’den milletvekili olarak seçildi.





1969 yılında Adalet Partisinden milletvekili seçilmek için Sivas’a gittim. Sadettin Güçlü;





“Mükerrem ne cesaret, Sivas’ta iki tane büyük grup var, ne yapacaksın? 1281 köy var, 140 dolaşamamışım. Ben onlar çarpışırken aradan çıkabilirsin belki, Müftü Enver Akova ile işbirliği yaparsan  iyi olur” dedi. Fakat ön seçimi kaybettim. Fakat aklıma Turhan Feyzioğlu Efendi Hazretlerine gidip yardım istemişti, belki bana izin verir düşüncesiyle yanına gittim.





Çorapçı Hanı’ndaki vekâleye gidip Efendi Hazretleri ile tanışınca abime yaptığı iltifatı ve daha fazlasını bana yaptı. Yanındaki sedirde bana yer verdi. Doksanı geçmiş yaşına rağmen hala zekâsının çok canlı ve berrak olduğunu gördüm.  Cuma günü olduğu için Cuma namazı için camiye gittik. Enver Akova vaaz ediyordu.  Namazdan sonra herkes Efendi Hazretlerinin elini öperken,  bende yanında olduğum için elimi öpen oluyordu. Daha sonra vekâleye geldik. Dilsiz bir hizmetçi vardı, ona durumu anlattım. O da söylenenleri Efendi Hazretlerine bir şekilde aktarınca;





“Gardaşım! Arkasındayız, izin verdik, devam etsin” dedi. Fakat çok yakın olan seçimden önce Efendi Hazretleri Hakk’a yürüdü. Bende seçimi kaybettim. 





Fakat bu duanın bereketi ile seneler sonra1983 yılında Sivas’tan milletvekili seçildim ve bakan dahi olduk. Her Sivas’ı ziyaret edişimde Ulu Camii ve Efendi Hazretlerini ziyaret ederim.”





[87] Dedikodu; et yemek gibidir. Büyüklerin eti temiz olduğundan, insana zarar yerine şifa olur.





Tezkire-i Evliya’da “Salihlerin anıldığı yere rahmet iner, fazl ve rahmet yağar” buyrulmaktadır. (Tezkiretü’l-Evliya s. 47, Nefâhatü’l-Üns Tercümesi, s.49)





Yusuf-u Hemedânî Hazretlerine sordular:





 Bu yüce taife, yüzlerine perde çektikleri zaman selâmette kalmamız için biz ne yapalım? Buyurdular ki;





“Her gün bir miktar onların marifetli söz ve eserlerinden okuyunuz.” (Muhammed Pârisa, Risale-i Kudsiye, A. Oğuz- M.S. Aydın, 1969, s. 33)





Meşâyih, yeryüzünde Allah Teâlâ’nın askerleridir. Allah Teâlâ’yı isteyen taliplere yardım ve imdat etmek ve onları nefis, şeytan ve hevâları elinden kurtarmak için memur edil­mişlerdir. Taliplerin gönüllerine şeytan tarafından bir ves­vese veya nefisleri cihetinden bir telâş ve rahatsızlık gelse, meşayihin menkabelerini dinlemekle onu defederler. Talip, ri­yazet ve perhize boyun vermekten korkunca, meşayih sözünü dinlemek bu ürkmelerini ve korkularını da giderir. Bunun için: “Meşâyihin kelimeleri, yeryüzünde Allah Teâlâ’nın askerleridir” denilmiştir.





Hem de meşâyih sözlerini dinlemek, kişiye muhabbet ge­tirir ve gönlünden Allah Teâlâ muhabbetinden gayrı muhab­beti götürür. Zira muhabbet denilen şey, gönüllere ya gözden veya kulaktan girer. Kişi, görmek veya işitmekle âşık olur. Özellikle, Hakk Teâlâya âşık olmak böyle olur. Nitekim, Allah Teâlâ Kur’an-ı Kerim’de buna münasip olarak şöyle buyurur:





“Ey Rabbimiz! Biz, Rabbiniz Allah Teâlâ’ya iman edin diye insanları imana davet eden bir münâdi işittik, ona icabetle imana geldik.” (Âl-i-İmran, 192) (Eşrefoğlu Rumî, Müzekkin Nüfus, İst, s. 56)





Şeyhülislâm Hz. Abdullah Ensâriyyü’l-Hırevî kuddise sırruhu’l-azîz buyur­dular:





“Her pirden bir söz ezberleyiniz. Eğer buna gücünüz yetmezse onların adlarını ezberleyiniz ki, nasibdâr olasınız.” (Safer Baba, Tasavvuf Terimleri, İst., 1998, s.)





“Nice toprak gibi mezarda yatanlar var ki, faydaları, feyizleri bakımından yüzlerce diriden iyidir, üstündür. Gölgesini gizlemiş (ölmüş) ama toprağı gölge vermekte. Yüz binlerce diri, onun gölgesinde gölgelenmekte.” (Hz. Mevlâna kuddise sırruhu, Mesnevî, VI, 3012, 3013)





[88] Bu sözden şu mana anlaşılmalıdır ki;





“Yine Hakk’ın hikmetlerinden bir hikmet olarak, dünyânın payidar olması için kullara gaflet verilmiştir. Ahmaklar ol­masa dünya helak olur, buyruluyor.





Bir gün Hazret-i Musa aleyhisselâm dua etti: Ya Rabbî, kullarının üstünden bu gafleti al! Diye yalvardı. Duası kabul olup, insanların üstünden gaflet perdesi kalkınca, herkes tâat ve ibâdâta daldı. Ve böylece de beşeriyete lâzım olan ihtiyaçlar temin edilemez hâle geldi. Ne fırıncı ekmek yoğur­du, ne terzi elbise dikti, ne çiftçi ekin ekti ve nizam-ı âlem de yerinden oynamış oldu.





Demek oluyor ki, âlemin nizamı, ancak çeşitli isimlerin ve zıt sıfat­ların harekete geçmeleriyle mümkündür.





Fakat şu da var ki, bu gaflet ölçülü olursa faydalıdır. Gerek ferde gerek cemiyete. Yoksa ruhunu külliyen ihmal edip sırf maddesine hiz­met ettiren gaflet, işte o, insanoğlunun en yaman düşmanıdır.” (Ken’an Rifâî, a.g.e. s.89)





“Tabiî burada işaret edilen mertebe tevhîd-i ef âl mertebesidir. Hayır ve fayda iyi ve kötü ne varsa kulların yaptığı her şey ilâhî irâde ve kaza ve kader icâbıdır. Karagöz perdesi, sinema, tiyatro bunun bariz bir numunesi değil mi?





Karagöz’ün, Karagözcü tarafından oynatıldığı bilindiği halde mü­teessir olmamak heyecanlanmamak kabil olmuyor. Gülmekten, ağla­maktan, müstağni olunmuyor. Nitekim seyircilerden bir Arnavut, heyecanından cadıya kızarak rovelveri çekip cadıyı vuruyor. Hâlbuki yapan cadı mı, yoksa Karagözcü mü?





Peki, bunu ne için dünya sinemasına, tiyatrosuna, yâni dünya sah­nesine teşmil etmiyorsun? Rolleri yapanlar canlı göründükleri için mi? Veyahut perde, sahne mahdut olmayıp geniş olduğu için mi?





Fakat bunu da herkesin bilmesi lâzım gelmez, herkes bilirse, dün­ya payidar olamaz. Levle’l-humakâ le-huribeti’d- dünya: Ahmaklar ol­masa, dünya harap olur. Zira ihtiyâc-ı beşerin temini için her anlayışta insana lüzum vardır.” (Ken’an Rifâî, a.g.e. s.103)





[89]   “Biri de der ki; Kime yetiştimse ona tasavvufun ne olduğunu sordum; biri bir şekilde tanımladı, başka biri başka bir şekilde. Bu tanımlamalar beni tatmin etmedi. Sonunda Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemi rüyamda gördüm ve mübarek ayaklarına yüz sürerek sordum.





 Halk ile bilişmeyi terk et dedi. Daha dedim;





 Halk ile bilişliği inkâr et dedi. Daha dedim;





 Elinden gelirse öyle bir hâlde ol ki, ne kimse seni bilsin ne de sen kimseyi bil dedi.” Hadayıku’l-Hakayık’ta şöyle denir:





Gerçek sofinin alâmeti, bilinirken bilinmez olmak; zenginken fakir olmak; izzet içindeyken mezelleti seçmek­tir; yalancı sofinin alâmeti ise, bunun tam tersidir. (ÇAVUŞOĞLU, a.g.e. s.130)





[90] Efendi Hazretleri gençliğinde sigarayı bir müddet kullandıklarını Torunu Şükrü Sefa Efendiden işittik. Şükrü Sefa DALAK Efendi (d. 1947)  anlattı.





“Ben küçüktüm. Efendi Hazretleri buyurdu ki;





“Gençliğimde sigara içtim bırakalı kırk yıl oldu”





İsmail Hakkı Bursevî kuddise sırruhu’l-azîz anlatıyor.





Şam’da iken Şeyh-i Ekber kuddise sırruhu’l-athar birkaç kere temessül edip





“Şol ki, halk ona yaprak der, o bizim yanımızda habis ve haramdır.” Buyurdu. Tütüne İşarettir. Sefine-i Evliya, c.III, s.68





[91] Bir şeyi basıp meylettiren sıklet demek olup, harec, sıkıntı ve alel-ıtlak ism-i vebal manasına da gelir ki, “günah” kelimesinin aslı budur.





[92] Ali Eriş isimli ihvandan dinledim.





[93]   “Şeyh Sâdî-i Sahavî kuddise sırruhu’l aziz Hazretleri, bindiği atı bir gün dereden geçir­mek istedi. At bir türlü geçmedi. Suyu bulandırın, dedi. Bulandırdılar ve at dereyi geçti.





Demek oluyor ki, insan da kendini gördükçe, Hakk yolunu geçemez ve vücud kaydından azat olmadıkça maksuda eremezmiş.” (Ken’an Rifâî, a.g.e. s. 347)





[94]  Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyuru ki;





“Sizden her birinizin cennet veya cehennemdeki yeri ezelde yazılmıştır.” (Buhari) Bu Hadis-i Şerif’e göre ihvanlık ezeliyete tekâbül eder.





[95] Leylâ ve Mecnûn, aslında Arab halk edebiyatına ait bir hikâyedir. Leylâ ve Mecnûn hikâyesi kısaca şöyledir.





Necd’de bulunan Beni Amir kabilesine mensup olan Kays (Mecnûn) ile Leylâ, kabilelerinin hayvanlarını otlatırken, birbirini severler; yaşlarının büyümesi ve aşklarının meydana çıkması üzerine Leylâ çadırda alıkonur ve Kays ‘a gösterilmez; bunun üzerine Kays’da aşkın ilk ızdırabı başlar.





Kays’in babası Leylâ’yı ister ise, de, aşk sebebi ile dillere düştüğünden veya kızlarını rüsva ettiğinden yahut başka bir bahane ile teklif reddedilir ve Leylâ bir başkasına nişanlanır. Bu hale müteessir olan Mecnûn, ıztıraplarının te’siri ile büsbütün aklını kaybeder. O sırada kendisini görüp, muradına erdirmek isteyen Mervân b. El-Hekem (H:45–65; Miladi: 675–683)’in vergi (sadakat) me’muru Ömer b Abd el-Rahmân ile yerine tâyin edilen Nevfel b. Musahik’ın teşebbüsleri boşa gider. Mecnûn’un babası, duâ ile iyi olacağını ümit ederek, onu Mekke ile Medine ‘ye götürür ise, de, Mecnûn aşkının artması için duâ eder ve çöllere kaçarak, vahşi hayvanlar ile yaşamaya başlar. Mecnûn’un Leylâ’ya benzettiği ceylanı avcılardan kurtarması v.b. vakalar, bu sırada vaki olmuştur. Sonunda Leylâ, Mecnûn ‘u sevdiğinden, aşk ızdırapları içinde ölür; Mecnûn’da ona ağıtlar söyleyerek ve aşkının acılarını terennüm ederek, çöllerde dolaşır, nihayet bir gün ölüsü bulunur.





Efendi Hazretlerinin bahsettiği hikâye Müzekkin Nüfus adlı kitapta Eşrefoğlu Rumi kuddise sırruhu’l-azîz bu hikayeyi şu şekilde nakil etti.





Mecnun ibn-i Kays’a sordular:





               “Adın nedir?” dediler.





               “Adım Leylâ’dır,” dedi. Zira her nereye baksa kendisine Leylâ’dan başka kimse görünmezdi. Gönlü Leylâ ile doluydu, dilinde gece gündüz söylediği Leylâ adı idi. Leylâ’dan başka kimseyi bilmez ve tanımazdı. Bütün isimleri unutmuştu. Bu acayip bir sırdır. Sadık âşık ona derler ki, dost adından başka bütün adları kalbinden çıkarır.





Bir gün, Mecnun yine sarhoş gibi, deli divane bir halde şehrin içinde LEYLÂ LEYLÂ diye feryat edip gezerdi. Leylâ onun feryadını duydu, kalbi mahzun oldu ve





               “Gideyim şu miskine kendimi bir daha göstereyim. O, benim için gece gündüz niyaz eder, ben de ona bir gözükeyim, hatırını sorayım,”dedi ve hemen Mecnun’un bulunduğu yere giderek, tam karşısında durdu. Mecnun, hâlâ:





               “Leylâ.. Leylâ.,” diye feryat ediyor, ağlıyordu. Kimseyi görecek, gözü yoktu. İnleyerek, sızlayarak şehirden çıktı, sahralara düştü. Güneşe karşı bir yerde oturdu ve Leylâ’sını anmağa devam etti.





Leylâ, merak ve hayret içinde peşinden gitti, onun otur­duğu yere vardı, dört tarafını dolanarak ona kendisini gös­terdi. Mecnun, oralı olmadı ve Leylâya iltifat bile etmedi. Leylâ, Leylâ diyerek kendinden geçti, düştü ve bayıldı. Fa­kat, yattığı yerde bile, bütün azalarından Leylâ adı işitili­yordu.





Leylâ, bundan bir şey anlayamadı. Bekledi, Mecnun ken­disine gelip yattığı yerden doğruldu. Bu defa, Leylâ güneşin bulunduğu tarafa gitti ve Mecnun’un önünde durdu, gölgesi Mecnun’un üzerine vurdu. Mecnun, başını kaldırarak uzun uzun Leylâ’nın yüzüne baktıktan sonra sordu:





“Kimsin, ne istiyorsun?”





Leylâ da ona bir soru ile cevap verdi:





               “Aşk elinden halin nedir?”





               “Ne sorarsın halimi? Git, yanıma gelme. Yoksa sen de benim gibi deli olursun. Hem sen kimsin? Ben seni tanımı­yorum.”





               “Beni tanımadın mı? Leylâ Leylâ diye istediğin ve inle­diğin işte benim, nasıl tanımazsın?”





               “Var git işine, âlem bana hep Leylâ oldu.. Gönlüme hep Leylâ doldu.. Eğer, sen gerçekten Leylâ isen, ya bu bendeki Leylâ kimdir?” dedi





[96] Ahmed Âmiş kuddise sırruhu’l-azîz Hazretleri buyurdu ki;





“Olmuş olmuştur, olacak da olmuştur. Olacak bir şey yoktur.” (GÜNEREN, a.g.e., s. 73)





[97]   “Bir gün balıklar toplanarak demişler ki;





“Su, su...” dedikleri bir şey varmış. Yalnız ismini işitiyoruz, kendini göremiyoruz. İçlerinden biri demiş ki;





“Falan denizde her şeyi bilen bir balık vardır. Gidelim de ona soralım... Olsa olsa müşkülümüzü o halleder.”





Gidip dertlerini anlatmışlar ve:





“Su nerededir, bize göster!” demiş­ler. Hazret de:





“Suyun olmadığı yeri, siz bana gösterin!” Cevabında bulun­muş.





Bunun gibi, her bir zerreyi nurun nuru olan Cenâb-ı Hakk’ın nuru ihata etmiş, her şey onun vücudundan zuhur etmiş ve ona yakın olmuş­tur. Nasıl ki, Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerim’de:





“Sana benden soranlara de ki; Ben onların yakınındayım.” (Bakara, 186)





Adamcağızın biri rüyasında Cenâb-ı Hakk’ı görmüş, koşmuş elleri­ne yapışmış: Senin elinden başka bir el bilmiyorum! demiş. Uyanınca kendi elini tuttuğunu görmüş.





Adamcağızın biri de, karşısında kendisine hücum eden bir eşeği görmüş kulaklarını yakalamış. Uyandığı vakit kendi kulaklarını tuttu­ğunu görmüş.





Bir sûfî ile kelâmcının biri konuşuyorlarmış. Kelâmcı demiş ki; Yakınırım o Allah’tan ki, köpek ve kediden zuhur eder. Sûfî de demiş ki; Ben de yakınırım o Allah’tan ki, köpek ve kediden de zuhur etmez.





Bunlar birbirlerini bu suretle tekzip ederlerken arifin biri onların hallerinden haberdar olur ve der ki; Sen de haklısın, o da haklıdır. Çünkü köpek ve kedi en değersiz hayvanlardan olmak hasebiyle, biri­niz böyle kıymetsiz hayvanlardan Cenâb-ı Hakk’ın zuhurunu Hakk’a bir noksan addettiği için haklıdır. Diğeriniz ise, her şeyde Hakk’ı gör­düğü için bunlardan da zuhur etmeyen Hakk’ın zuhurunda noksan ola­cağından, o noksanlığı Hakka isnat etmediği için haklıdır.” (Ken’an Rifâî, a.g.e. s.347)





[98] Mürşid-i kâmiller avcıdırlar. Onlar avlamak istediklerinin canını incitmeden alırlar. Av eti lezzetlidir. Çünkü kendisinde acılık yoktur. Kapıda yetişen hayvanın hırsı ve elemi onu tatlı olmaktan çıkarmıştır.





[99] Ali Eriş isimli ihvandan dinledim.





Muâz b. Cebel radiyallahü anh şöyle diyordu:





“Allah Teâlâ’nın yeryüzünde kızdıkları mescit dilencileridir.” (Tenbîhu’l Muğterrîn, a.g.e. s 371)





[100] Abdullah b. Selâm radiyallahü anh anlatıyor:





Nebi aleyhisselâmdan biri ba­şına gelen sıkıntılardan ötürü, yüce Rabbine şikâyette bulununca kendisine şu vahyi indirilir:





“Bana daha ne kadar şikâyette bulunacaksın? Ben yerilme ve yakınma mercii değilim, gaip âleminde senin durumun böyle başlamıştır, benim senin hakkındaki güzel takdirime kızma, senin için dünyaya yeni bir düzen vermemi mi, Levh-i Mahfuz’u değiştirmemi mi istiyorsun? Kendi muradımı değil de senin muradını mı yerine getirmemi, benim değil de senin arzuladığını gerçekleştirme mi arzuluyorsun? İzzetime yemin ederek söylüyorum, eğer bu düşüncen bir daha göğsünde depreşirse üzerinden pey­gamberlik giysisini çeker alırım, cehenneme atarım al­dırış etmem bile!” (Tenbîhu’l Muğterrîn, a.g.e.293–294)





[101]   “Elli yıl içinde insanoğlu tümüyle denizin üstüne ve içine yönelecek. Gezegenin bir parçası olarak, maden, yiyecek bulmak, askeri ve ulaşım amaçlarını gerçekleştirmek ve artan nüfusa oturacak yer sağlamak için onu ele geçirip kul­lanacaktır.” (ALVIN TOFFLER, Gelecek Korkusu Şok,  trc. Prof. Selami TURGUT, İst. 2006, s. 200)





[102]  Allah Teâlâ’nın evliyalarından bazı âşıklar;





“Hakkı talep eden kimseye lâzımdır ki, asla Hakk’dan gaflet etmeyip gönlüne Hakk’dan başka ne gelirse mani ola.. Eğer âşığın gönlünde Hakk’dan gayrı bir fikir üç nefes alıp verinceye kadar durursa, o âşığın feyz yolu kapanır, Allah Teâlâ ilminde terakki edemez. Zira gönülden ruhaniyet gi­der, felç olmuş organ gibi yola gitmekten ve hareket et­mekten kalır...” Buyurmuşlardır. (Selim Divane, Sadıkların Müşkillerinin Anahtarı, a.g.e., s.25)





[103] Muammer Su isimli ihvandan dinledim.





[104] Ebu Said Ebulhayr’in Divan’ında rubainin ilk beyti aslında:





“Ger der Yemenî çu bâ-menî pîş-i menî” şeklindedir. (Aşçı, a.g.e. c. III, s. 1130)





[105] İstanbul’da evliyayı kiramdan kadri yüce bir zât, Cenâb-ı Hakk’a niyaz ve rica etmiş ki,





“İlahî ya rabbi, bu dünyada cennetlik ve cehennemlik kullarından birer tanesini fakire göster, dünya gözüyle göreyim.” Kendisine hitâb-ı izzet gelmiş ki;





“Yarın sabah erkenden Yedikule Kapısı’na git, kapı açıldığı zaman ilk evvel kapıdan taşra çıkan adam cehennemliktir; onu gör; müşahede et ve orada bekle. Akşam üzeri en sonra yâni kapı kapanacak zaman kapıdan içeri giren adam cennetliktir; gör ve müşahede et.”





 O zât sabaha yakın o kapıya gider, orada kapının açılmasına muntazır olur. Kapı açılır açılmaz sekiz on yaşında bir çocuğun elinden tutmuş bir ihtiyar Müslüman adam kapıdan dışarıya gider. Bu zat tamamıyla müşahede eder ve korkarak der ki;





“Yazık! Şu Müslüman, İslâmiyet’te saç ve sakalını ağartmış, biçare cehennemliktir!” demiş. Ve yine akşama kadar kapı dibinde bek­lemiş. Akşam üzeri kapı kapanacak iken sabahtan ilk evvel çıkan adam, yine o adam! Çocuğuyla beraber en sonra içeriye girer, kapı kapanır. O zat, dikkatle taaccüp ederek nazar eder ki, sabahtan ilk çıkan adamdır,





“Fe-subhânallah Teâlâ, sabahleyin ehl-i nâr idi, akşam ehl-i cennet oldu!” diye pek çok hayret ve düşünce ile hanesine gelip huzûr-ı ilâhiyyeye durup bunun hikmetin­den sual etmiş. Sırrına şöyle hitâb-ı îzzet gelmiş ki; O adam, çocuğuyla beraber deniz kenarında oturup akşam ettiler. Çocuk babasına sual etti ki;





“Baba bundan daha büyük başka deniz var mıdır?” Babası dedi ki,





“Evet, oğlum, vardır; onun ismine ilâhi rahmet deryası derler ki, onun ucu kenarı yoktur.” İşte bu söz o adamı ehl-i cennet eyledi” diye fermân-ı ilâhî gelmiş. (Aşçı İbrahim Dede, a.g.e. c. III, s.1016)





[106]   “Fuzûlî’nin adı Mehmed imiş (900) târihinde Hille’de doğmuş (963) de Kerbelâ’da vefat etmiş...





Kitabında bir duası vardı.





“Yâ Rabbî, beni dünyâda da Ehl-i Beytin gölgesinden ayırma!” diye... Şimdi Kerbelâ’da, Ehl-i Beytin Kubbe-i Saadetinin dışarısına gömmüşler. Güneş, Türbe-i Saâdet’e vur­dukça sabah ve akşam gölgesi mezarına düşer.” (Ken’an Rifâî, a.g.e. s. 165)





Mustafa Özeren kuddise sırruhu’l-azîz bir nasihatlerinde buyurdu ki;





“Kalbini temiz tut, berrak tut, Ehl-i Beyt’e muhabbetten ayrılma, Mustafâ ile Murtezâ ayrı değildir. Velayet sırrı onda devam eder. Esma, müsemmâ ehline gerekmez. Her şey O’ndandır. Karagöz perdesindekilerin hepsini tek el oynatır. Onun için hiç bir şeyi kötü görme, ama tâbi de olma. Daha gençsin, inersin, çıkarsın veya çıkarsın inersin,. Yavaş yavaş inşa-allah hepsi olur. Yeter ki, motor sağlam kalsın. Ben sana işin esâsını özünü söyledim. Eğer içinden gelirse üç defa “ Lâ ilahe illallah, Muhammed Sallâllah “ dersin.” (GÜNEREN, a.g.e., s. 35)





Ahmed Âmiş kuddise sırruhu’l-azîz Hazretleri buyurdu ki;





“Her şeyin başı Ehl-i Beyt’ e muhabbetdir .”





Duaların en hayırlısı nedir?    Diye sorulduğunda şöyle buyurdular:





“Yarabbi bizi Ehl-i Beyt kapısından ayırma.”





(Dilekleriniz olursa) “Hazreti Fatıma radiyallahü anha Anamız’dan dileyin. O çok merhametlidir. Kendisinden niyaz edileni geri çevirmez.”





“Mustafa’yı, Murtezâ’yı bir bilmeyen azabtan kurtulamaz.”





“Aynada baktım özüme, Ali göründü gözüme” (GÜNEREN, a.g.e., s. 50)





[107]   “Âlimler Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin sözlerini abdestsiz rivayet etmeği mekruh görürlerdi. Hz Aişe radiyallahü anha hadis rivayet edeceği zaman abdestsiz olursa teyemmüm ederdi.” (ALTUNTAŞ, Muhammedî Dua,2004, s.145)





[108]   “Ben (İmam Şa’rânî) derim ki; “Kur’an-ı Kerim’i daha çok bilen ve okuyan­dan maksad, onunla diğerinden daha çok amel eden, geceleri ibadete kalkan, yasaklardan sakınan demektir.” (Uhûdü’l Kübra, a.g.e. s.60)





Yahya B. Muaz kuddise sırruhu’l-azîz şöyle demiştir:





“Zaman olur ki, kişi kendini ibadete verir ama o ibadet onun için dalalet sebebi olur. Yâni kanmasına ve kendisini beğenmesine yol açar. Aksine zaman olur, bir meşguliyet ve günaha düşürür. O günah onun için hidâyet sebebi olur. Yâni kendi hâline bakar. Gaflet uykusundan uyanır. İstiğfar ve tövbe eder. Şüphesiz hüküm Al­lah’ındır ve nasıl dilerse öyle yapar. Hikmetini kendisi bilir. Bu iki halden emin olmak aldanmak ve oyuna gelmektir. Zira bu hususta O’nun hükmü nedir bilemez ve âkıbetin ne olur anlayamazsın. Her hâl ü kârda bu hususta cesur olmaman gerekir. Hakk Teâlâ cür’etle günah işleyip: “Allah bizi mağfiret eder.” Diyen kişilerden şikâyetçidir. Hiç bir şey günahı küçük göstermekten daha kötü ola­maz. Günahın küçüklüğüne bakma. Sen, kimin emrini yerine getir­diğine bak!” (Nefâhatü’l Üns, a.g.e. s. 181)





Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurur ki;





“Bir zaman gelecek; insanlar Kur’an’ı çokça okuyacak fakat bir lezzet ve halâvet bulamayacaklar. Kur’an-ı Kerim’in emirlerinde kusur ettiklerinde; ‘Allah Teâlâ Gafur ve Rahimdir’ diyecekler, yasakları işlediklerinde ‘Biz şirk koşmadıkça Allah Teâlâ affeder’ diyeceklerdir. Onların bütün işleri yalandır. Kurtlar koyun postu giyerek insanları aldatacaklar, en dindarı yağcı olacak” (Kutub-i Sitte)





Hz. Mevlâna kuddise sırruhu’l-aziz buyurdu ki; 





Sahabenin ruhlarında, Kur’ân-ı Kerim’e karşı fevkalâde bir iştiyak vardı ama aralarında hafız pek azdı. Çünkü bir meyve oldu mu kabuğu adamakıllı incelir, çatlar, dökülür.





Ceviz, fıstık ve badem bile olunca kabukları incelir. İlmin hakikati de kemâle gelince kışrı (kabuğu-kabalığı) azalır. Zira sevgilisi, âşıkı yakar, yandırır. 





İstenen, sevilen kişinin vasfı, isteyen, seven kişinin vasıflarının zıddıdır. Vahiy ve nur şimşeği, Nebi sallallâhü aleyhi ve sellemi yakar. Kadîm olan Allah Teâlâ’nın sıfatları tecelli edince hâdisin sıfatlarını yakar, mahveder. Sahabe arasında birisi Kur’ân-ı Kerim’in dörtte birini ezberledi de duyuldu mu, sahabe radiyallâhü anhüm, bu bizim ulumuzdur derdi. Böyle bir büyük mâna ile sureti bir arada cem etmek, hayretlere düşmüş, mest olmuş padişahtan başka kimseye mümkün değildir.





Böyle bir sarhoşluk âleminde, edep kaidelerine riayet etmenin zaten imkânı yoktur, bu imkân bulunsa bile şaşılacak şeydir doğrusu!





İstiğna âleminde niyaza riayet etmek, yuvarlak bir şeyle uzun bir şeyi, zıdd oldukları halde bir arada cem etmeye benzer. Sopa, esasen körlerin sevgilisidir. Kör, Kur’ân-ı Kerim sandığına benzer ancak. Körlerin sözleri, Mushaf harfleriyle, eski hikâyelerle, korkutuşlarla dolu sandıklardır. Fakat Kur’ân-ı Kerim’le dolu sandık, boş sandıktan iyidir elbet. Yüksüz sandık fareler ve yılanlar dolu sandıktan daha iyidir. (Mesnevi, c.II, b.1386–1399)





Yine buyurdu ki;





 “Çok âlim vardır ki, irfandan nasibi yoktur. İlim hafızı olmuştur da, Allah Teâlâ’nın habîbi olamamıştır!”





[109] Şeyhülislâm der ki; Ma’ruf bir gün yeğenine:





“Allah Teâlâ’dan bir ihtiyacını isteyeceğin zaman, ona benimle yemin et,” yâni Ya İlâhî, onun hakkı için muradım ve dileğimi ver, de. Zira Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle dua ederdi:





“Allah’ım dilek sahiplerinin senin üzerindeki hakkı için, sana rağbet edenlerin hakkı için ve sana doğru attığım adımlar hürmetine istekte bulunuyorum.” (Nefâhatü’l Üns, a.g.e. s. 161–162)





“Tuzağa düşen kuş çırpındıkça bağlılığı artar. Teslim olursa kayıttan ve bağdan çözülür.” (YARAR, a.g.e.  s.155, 162.mektup)





[110] Aliyyül Havvas kuddise sırruhu’l aziz buyurur ki;





“Kulun haccının kabul olduğunun alâmeti, hacda Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin ahlâkı ile ahlâklanarak, dönmesi, günaha hiç yaklaşmaması, kendini hiç kimseden üstün görmemesi, ölünceye kadar dünyaya meyletmemesidir. Haccının kabul olmadığının alâmeti de, hacdan döndüğünde evvelki hâli üzere bulunmasıdır.”





[111]  Halid Kılıç Efendiden dinledik.





Perişan isimli köpek hakkındaki rivayet olabilir. Bu olaydan sonra köpek bekçi olarak kapıda kalmıştır.





[112]   “Şeyh Ahmed ez-Zâhid -rahimehullah- oğlunu her halvette kırk gün süre ile benim yanımda halvete sokar­dı ama yine de oğluna mânevî sırlar açılmazdı. Bunun üzeri­ne şöyle derdi: “Yavrum iş benim elimde olsa, yolu bil­mede kimseyi senin önüne geçirmezdim!” (İmam Şarani, Tenbîhu’l Muğterrîn, trc. Selefin İhlâs ve Takvası, Sıtkı Gülle, İstanbul,1997)





[113]   “Bir kısım evliya tanırım ki, onlar duadan dahi teeddüp ederek ancak zikir ile meşguldürler. O yü­ce şahsiyetler rızâya boyun kestiklerinden, kazayı def etmek için teşebbüse geçmeyi, kendilerine haram bilmişlerdir” (İz, Mahir, Tasavvuf, İst, 1990, s.55)





[114] Halid Kılıç Efendiden dinledik.





Seyyid Muhammed Nur-ul Ârâbî Varidat şerhinde buyurur ki;





“Kerâmâtı ilmiye, Kerâmâtı kevniyyeye mümasil bulunmayan kerâmâtı hakikiyedir. Kerâmâtı kevniyye, ancak zahitlerden zahir ve zühd, terk edilince meslûp olur. Hâlbuki kerâmâtı ilmiyenin zevali yoktur”





(İlmi kerametler, dünyevi oluş kerametlerinden yâni (uçmak, harikalar göstermek vb.) benzeri bulunmayan hakiki kerametlerdir. Dünyevi oluşlardan olan kerametler ancak zahitlerden zahir olur. Zühd, dünyevî şeyler terk edilince açığa çıkar. Halbuki ilmî kerametler yok olmaz) (Gölpınarlı, Abdulbaki, Melâmîlik ve Melâmîler, İst. 1931, s. 286)





 Muhammedî meşrebli evliyaullah da keramet az zuhur etmiştir. Çünkü nisbetleri Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemdir. Efendi Hazretleri ve ihvanı, kerâmet konusunda ketum ve gizli yol takip etmişlerdir. Aşağıdaki soruda bu mevzuyu güzel şekilde izah etmektedir.





“Soru: Salih kişilerden ve meşayihten zuhur eden harikulade haller ziyadesiyle şöhret bulmuştur. Diğer taraftan sahabe Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ile sohbette bulunmaları sebebiyle daha çok kuvvetli, maddî şeyler üzerinde tasarrufta bulunmaya daha fazla ka­dir idi. Buna rağmen onlardan (çok miktarda) harikulade haller zuhur etmemişti. İmam Şâfî kuddise sırruhu’l aziz Kifâyetü’l-Mu’takid ve Nihâyetü’l-Müntekid isimli eserinde bu soruya verdiği cevabı nakledelim: İmam Ahmed b. Hanbel’e bu soruyu sordular. Bu­yurdular ki;





Cevab: Ashabın radiyallâhü anhüm imanları kuvvetli idi, haricî bir şeyle imanlarını kuvvetlendirmelerine ihtiyaçları yoktu, diğerlerinin imanları ise, zayıftı, onların imanları derecesine ulaşmamıştı. Onun için keramet-i iyâniye ile imanlarını takviye etmeleri zaru­reti. Müeyyidüt-Tarîkat ve Lisânü’l-hakikat Şihabüddin Sühreverdî kuddise sırruhu’l aziz şöyle demiştir:





“Harikulade şeylerin keşf olunması ve zuhur etmesi, mükaşefe ehlinin yakınlarının zaafından dolayıdır. Hakk Sübhânehû ve Teâlâ, ibadet eden kul­larını esirgeyerek onlara rahmet nazariyle bakmıştır. Bu taifeden üstün bir taife daha vardır ki, gönüllerindeki perdeler kaldırıl­mıştır, yakinin ruhu ile batınları temasa geçmiştir. Bunların, harikulade hallerden medet ummaya ve Hakk’ın kudretlerini müşahede etmeye ihtiyaçları yoktur. Bundan dolayı, Ashabtan radiyallâhü anhüm harikulade haller az naklolunmuştur. Sonraki şeyhlerden çok harikulade haller naklettiler. Zira ashabın radiyallâhü anhüm Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ile sohbet etmenin bereketi, vahyin gelişini müşahede etme­leri, meleklerin gelişi ve gidişi sırasında yaşamış olmaları sebe­biyle batınları nurlanmıştı. Ahireti müşahede ederek dünyaya karşı perhizkâr davranmışlar ve nefslerini tezkiye etmişlerdi. Adetleri söküp atmışlar ve kalplerini tasfiye etmişlerdi. Bu yüz­den, kerameti görmelerine ihtiyaçları yoktu. (Nefâhatü’l Üns, a.g.e. s. 142)





[115] Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, mezarlıktan dönünce Aişe Sıddîka’nın yanına giderek konuşup görüşmeye başladı. Sıddîka’nın gözü, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin yüzüne ilişince önüne gelip elini onun üstüne, sarığına, yüzüne, saçına, yakasına, göğsüne, kollarına sürdü.





Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem “Böyle acele acele ne arıyorsun?” dedi. Ayşe radiyallâhü anha





“Bugün hava bulutluydu, yağmur yağdı. Elbisen de yağmurun eserini arıyorum. Gariptir ki, üstünü, başını yağmurdan ıslanmamış görmekteyim” dedi.    Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem





“O sırada başına ne örtmüşsün, başörtün neydi? Diye sordu. Ayşe radiyallâhü anha





“Senin ridanı başıma örtmüştüm” dedi.   Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selem dedi ki;





“Ey yeni yakası tertemiz Hatun! Allah Teâlâ onun için temiz gözüne gayb yağmurunu gösterdi.”  





O yağmur, sizin bu bulutunuzdan değildir. Başka bir buluttan, başka bir göktendir. Hakîmi Senâî’nin





“Can elinde cihan göklerine iş buyuran gökler var. Can yolunda nice inişler, nice yokuşlar, nice yüksek dağlar ve denizler var” beyitlerinin tefsiri. Gayb âleminin başka bir bulutu, başka bir yağmuru, başka bir göğü, başka bir güneşi vardır. Fakat o, ancak havassa görünür, diğerleri





“Öldükten sonra tekrar yaratılıp diriltileceklerinden şüphe ederler.”  





Yağmur vardır, âlemi beslemek için yağar. Yağmur vardır âlemi perişan etmek için yağar.





Bahar yağmurlarının faydası, şaşılacak bir derecededir. Güz yağmuruysa, bağa sıtma gibidir. Bahar yağmuru, bağı nazü naim ile besler, yetiştirir. Güz yağmuruysa bozar, sarartır.





Kış, yel ve güneş de böyledir; bunların tesirleri de zamanına göre ve ayrı ayrıdır. Bunu böyle bil, ipin ucunu yakala! Tıpkı bunun gibi gayb âleminde de bu çeşitlilik vardır. Bazısı zararlıdır, bazısı faydalı. Bazı yağmurlar berekettir, bazıları ziyan. Abdâlin bu nefesi de işte o bahardandır. Canda ve gönülde bu nefes yüzünden yüzlerce güzel şeyler biter. Onların nefesleri, talihli kişilere bahar yağmurlarının ağaca yaptığı tesiri yapar. Fakat bir yerde kuru bir ağaç bulunsa cana can katan rüzgârı ayıplama!





Rüzgâr, işini yaptı, esti. Canı olan da, rüzgârın tesirini candan kabul etti. Bahar serinliğini ganimet bilip istifade edin. Çünkü o, ağaçlarınıza ne yaparsa bedenlerinize de onu yapar v.s hadîsinin mânası   “Dostlar, bahar serinliğinden sakın vücudunuzu örtmeyin. Çünkü bahar rüzgârı, ağaçlara nasıl tesir ederse sizin hayatınıza da öyle tesir eder. Fakat güz serinliğinden kaçının. Çünkü o, bağa ve çubuklara ne yaparsa sizin vücudunuza da onu yapar.” dedi. Bu hadîsi rivayet edenler, zâhirî mânasını vermişler ve yalnız zâhirî mânasıyla kanaat etmişlerdir.





Onların halden haberleri yoktur. Dağı görmüşler de dağdaki madeni görmemişlerdir. Allah Teâlâ’ya göre güz, nefis ve hevadır. Akılla cansa baharın ve ebedîliğin ta kendisidir.   Eğer senin gizli ve cüzi bir aklın varsa cihanda bir kâmil akıl sahibini ara! Senin cüzi aklın, onun külli aklı yüzünden külli olur. Çünkü akl-ı kül, nefse zincir gibidir. Binaenaleyh hadîsin mânası teville şöyle olur: Pak nefesler bahar gibidir, yaprakların ve filizlerin hayatıdır. Velilerin sözlerinden, yumuşak olsun, sert olsun, vücudunu örtme çünkü o sözler, dininin zahirîdir.
   Sıcak da söylese, soğuk da söylese, hoş gör ki, sıcaktan, soğuktan (hayatın hâdiselerinden) ve cehennem azabından kurtulasın. Onun sıcağı, hayatın ilkbaharıdır. Doğruluğun, yakinin ve kulluğun sermayesidir.





 (Mesnevi, c.1, b.2027–2057)





[116]   “Hiçbir sevinip gülen yoktur ki, dünya ardından onu kedere düşürmesin, ağlatmasın. Dünyanın hiçbir ikbali yoktur ki, ardında idbar bulunmasın. Dünyada hiçbir serpintiyle ferahlayan yoktur ki, ardından onu belâ sağanağıyla ıslatmasın. Dünyanın şanındandır bu; sabahleyin birine yardım eder, akşamlayın ona düşman kesilir. Bir yanı tatlı olur, sindirirse öbür yanı acı gelir, yerindirir. Kişi, onun zevkine erer,  güzelliğini elde ederse, mutlaka tezce belâları çatar ona, dertleri erer. Dünyada esenliğe kavuşup akşamı eden, mutlaka korkulara düşer de sabahlar.





Aldatıcıdır dünya, onda ne varsa hepsi de insanı aldatır. Fânîdir, onda olanların hepsi de yok olur. Dünya azıklarında, suçlardan çekinmekten başka hiçbir şeyde hayır yoktur. Dünyadan az bir şey elde eden, ondan emin olabilecek çok şeye sahip olmuş demektir; çok şey elde edense, kendisini helak edecek çok şey elde etmiş demektir. Dünya, az bir fırsat verir insana, sonra geçer-gider; o fırsata erense ancak hasret elde eder. Nice ona güvenenleri dertlere uğratmıştır; nice ona inananları helak vadisine atmıştır; nice büyükleri hor-hakir etmiştir; nice benliğe düşenleri alçaltmış- gitmiştir.” (Hz. Ali kerremallâhü veche, Nehc’ül-Belaga, hzl: Abdulbaki Gölpınarlı, İst. h. 1390, s. 87)





[117] Hz. Aişe radiyallâhü anhanın nakline göre yeni doğan çocuklar Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme getirilir, O da bunlara mübarek/hayırlı olmaları için dua eder, tahnikte bulunurdu. Yâni yeni dünyaya gelen çocuk daha anne sütü emmeden Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme götürülür, çocuğu kucağına oturtup ağzında yumuşatmış olduğu hurma ile çocuğun damağını oğar, daha sonra dua edip adını koyardı. İslâm inancında bu işleme tahnik adı verilir. (Müslim, Âdâb 27; Ebû Dâvûd, Edeb 106. Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr 45, Akîka 1; Müslim, Âdâb 26; Ebû Dâvûd, Edeb 69.)





[118]   “Siz kıyamet gününde hem kendi adınızla, hem de babalarınızın adıyla çağırılacaksınız; bu sebeble kendinize güzel adlar koyunuz” (Ebû Dâvûd, Edeb 69)





Şeyhim Aliyyü’l Havvâs şöyle der­di:





“Gerçeği yansıtmayan (Şemsüddin, Kutbüddin, Bedreddin) gibi benzer adları çocuklarımıza koymaktan kaçınmalıyız. Bu adların gü­zel ve doğru anlamları, te’vîl götürür yönleri bulunmasına rağmen  meselâ, Şemsüddin’i; kendi inancının güneşi, Bedreddin’i kendi dini­nin ayı gibi  yine de doğru değildir. Fakat bu öyle bir hale gelmiştir ki, herkes, hatta sâlih kişiler, bilginler dahi böyle lakapları çocuklarına vermekte, kendileri bu tür lakapları almaktadırlar. Bazı kişiler daha ileri giderek tek isimle anılmalarını yadırgamaktalar. Hâlbuki en doğru yol sünnete uymaktır. Binaenaleyh, bir bilgine veya salih bir kimseye hitab edecek bir kimse, Ömer Efendi, Mehmed Efendi diyerek hitâb etmesi, aldatıcı ad olan Şemsüddin, Kutbüddin diye seslenmesinden daha faziletlidir.” Hak Taâlâ istediğini doğru yolda yürütür. (Uhûdü’l Kübra, a.g.e. s.409)





 “İbn Melek (ö.801/1398), konunun önemini; ‘Sünnet, kişinin çocuğu ve sorumluluğu altındakiler için güzel isimleri tercih etmesini gerektirmektedir. Zira kötü isimler bazen kadere tevafuk eder. Sözgelimi, Allah Teâlâ’nın kazâsı, çocuğunu hüsran/zarar diye isimlendiren kimseye gelecek olsa bu şahsa veya çocuğuna gelen herhangi bir zararın, bazı kimseler, o isim sebebiyle geldiğine inanarak uğursuzluk çıkarmaya yeltenebilir, onunla oturup kalkmaktan ve beraberlikten kaçınabilirler” (Canan, İbrahim, Kütüb-i Sitte Ter. ve Şer. XI, 461.)





[119] Bu terk etme hali maddi ve manevi işlerde nefsin ve şeytanın vesveseleri ile olur. Bu vesvese maddi işlerde ‘daha iyisi’ gibi umut ile manevi işlerde ‘sen adam olmadın, sen boşuna ibadet etme riya içindesin, ne kadar çok ibadet ettin bir şey olmadı, boşuna zamanını ne geçiriyorsun başka kapıya git vb.” Sözler hep aldatmadan ibarettir. Şu inceliğe dikkat edilmelidir.





Bazıları Şihâbeddin Sühreverdî kuddise sırruhu’l-azîze şöyle yazdılar:





“Ey Efendim! Eğer ameli terk edersem tembelleşiyorum. Yok, eğer amel edersem gönlüme şımarıyorum.” Cevap verdi:





“Amel et şımarıklıktan dolayı da Allah Teâlâ’ya istiğfar eyle.” (Nefâhatü’l Üns, a.g.e. s. 648)





[120]  Enes b. Mâlik radiyallâhü anh şu tespitte bulunmuştu:





“Bugün mescitlerde başları taylasanlı cemaati ancak Hayber Yahudilerine benzetebiliyorum!” (Tenbîhu’l Muğterrîn, a.g.e.217)





[121]   “Cübbe ve sarık ile insan âlim olmaz. Âlimlik insanın zâtında olan bir hünerdir. Bu hüner ister ipekli bir kaba, ister yünden bir aba içinde olsun.”(Hz. Mevlânâ, Fîhi mâfîh, Çev. Meliha Ü. Tarıkâhya, İstanbul, 1985, s. 134)





[122] Farz ve vacipten fazla olan ibadetlere Nevafil (Nafileler) der­ler. Bu çoğuldur, tekili Nafile kelimesidir. Nafile’nin birkaç anlamı vardır: Bunlardan birisi de hediye, bağıştır. İbn Arabî Fütuhat’ında diyor ki;





“Nafilelere devam etmekte Allah Teâlâ sevgisi hükme bağlanmış­tır. Nefel, ziyâde, fazlalık demektir. Sen varlıkta ziyâdesin. Hakk vardı, sen yokken; sonradan olma varlıkla ziyâde oldun. Ve sen Allah Teâlâ’nın varlığında nafile olduğundan o varlığı yok etmek için sana nafile meşru (şeriat gereği) kılındı. Nafilenin farzlarla bir benzeri olması şarttır, olmazsa ona bidat derler.”





Nafile ibadetlere devam sayesinde Allah Teâlâ’ya yaklaşmanın mümkün olduğunu isbat için şu kudsî hadîsi en büyük senettir.





“Kulum ancak nafilelerle bana yaklaşır ve onu severim. Ben kulumu sevdiğim vakit onun kulağı, gözü, eli, ayağı ve dili olurum. O, benimle işitir, benimle görür, benimle tutar, benimle yürür ve benimle konuşur.” (Buharî) (AYNÎ, a.g.e. s. 180)





[123] Şeyh Zeyneddin-i Hafî  der ki; Müridliğin şartlarından biri şeyh ile kalp bağının devamıdır; ondan yardım isteyecek, teslim olacak, sevgi gösterecek. Kişiye şeyhinden başka vasıtalarla feyz hâsıl olmaz. Dünya şeyhle dolu olsa da şayet müridin içinde şeyhinden başkasına bir alâka uyanırsa batını vahdaniyyete açılmaz. Çünkü insanın iki yönü var: Biri ulvî, biri süflî. Hak Teâlâ yönden münezzehtir. Nasıl kıbleye yönelmeden namaz makbul ol­mazsa Resul’e bağlanıp teslim olmadan Resul’ün nübüvvetine kalp bağla­madan Allah Teâlâ’ya yönelme hâsıl olmaz. Resul bir vasıtadır. Kalp ile Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme bağlanmaksızın kula Allah Teâlâ’dan feyz gelmez. Sonra beden ve ruh ile bir yöne yönelince insana vahdaniyyetten feyzler ve kabiliyetler hâsıl olur. Bilinmelidir ki, müridin şeyhinden yardım istemesi Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemden yardım istemesidir; çünkü şeyhi de şeyhinden, o da Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve selleme kadar gider. (ÇAVUŞOĞLU, a.g.e. s. 141–142)





[124] Niyâzî Mısrî Hazretleri buyurur ki;





“Sûfîlerin gerek yeni intisab edeni, gerek bu yolun sonuna gelmişi, mezheb olarak ehl-i sünnet ve’l-cemâattendir, gayri değildir. Bir kimse ehlullâh olsa bile dört mezheb imamının mertebesini bu­lamaz. Nerede kaldı ki, ashâb-ı güzîn mertebesini ve nebilik derecesini bula. Evliyâullâh, daima bu imamların mezhebine sâlik olmağa muhtaçtır; bundan azade kalamaz.” (Sefine-i Evliya, c.I, s.14)





Ahmed Tahir kuddise sırruhu’l-azîz Hazretleri buyurdu ki;





“ Nefsi öldürmek o kadar zordur ki, ben nefsimi öldürdüm diyen evliyanın daha köşeyi dönmeden nefsi karşısına çıkar. Yendim sanırsın, yere atarsın, bir de bakarsın ki, yine karşına dikilir.” (GÜNEREN, a.g.e., s. 74)





[125] Fenalık ve kötülük insanlardadır ve zaten “Şerefu’l-mekâni bi’l- mekîni” (Mekânın saygınlığı orada oturana bağlıdır.) buyrulmuştur. Kuşun, dişisine söylediği gibi: Biçare hayvan, dişisi ile beraber hangi yuvada on beş gün oturur ise, orada bir fena koku hâsıl olup dişisine dermiş ki;





“Arkadaş, yine burası da koktu, başka bir yere gidelim.” Bir gün yine böyle demiş, sonra dişisi ona cevap olarak demiş ki;





“A koca, ben kendimi bildim bileli, böyle senin ile beraber gezdim gezeli her nerede olsak on beş günden ziyade oturamayız, orası kokar. Hâlbuki bu iş muhakkaktır. Yerlerin, bence bir etkisi yoktur; ancak koku bizdedir; nereye gitsek on beş gün deyince orasını kokuturuz. Gel baş başa verelim de bizde olan bu kokuyu gidermenin bir çaresine bakalım” demiştir.





Pek doğru ve sahihtir. Yerlerin asla bir fena koku ve bozulması yoktur. Gerek iyi ve gerek fena, koku insanlardadır. Bunun gibi bu yüzsüz asi Aşçı Dede’nin de o kirli paçavrası beraberinde oldukça her nerede olsa orası kokar. (Aşçı, a.g.e. c. IV, s.1495)





[126] Derviş olan kişiler deli olağan olur





Aşk nedir bilmeyenler ana gülegân olur





Gülme sakın sen ana eyi değildir sana





Âdem neye gülerse başa gelegân olur





Ah bu aşkın eseri her kime uğrar ise,





Gün uykusu uyumaz benzi solagân olur





Er kişi âşık olsa aşk deryasına dalsa





Ol deryanın dibinde gevher bulagân olur





Âşıkla mekan olur dünya terkini urur





Dünya terkin uranlar dîdâr göregân olur





Derviş Yûnus sen dahî incitme dervişleri





Dervişlerin duası kabul olağan olur





Hz. Yunus Emre kuddise sırruhu’l-azîz





[127]   “Bu mücâhede, halvet ve zikirleri, maddî algılar perdesinin keşfi (ortadan kalkması, açılması) ve -maddî algılar ile kendisinden hiçbir şeyin idrak edilemeyeceği-Allah Teâlâ’nın emrinden olan âlemlere vâkıf olma durumu takip eder. İşte ruh, mahiyet olarak bu âlemler mensuptur. Söz konusu keşfin sebebi şudur: Ruh maddî algılardan uzaklaşıp, batınî idrake yöneldiğinde, maddî halleri (algılamaları) zayıflar ve ruhî halleri kuvvetle­nip hâkim duruma geçer ve sürekli olarak yenilenip gelişmeye devam eder. Zikir, bu hu­susta ona yardımcı olur. Evet, zikir ruhun yükselişi için gıda gibidir. Bu yükseliş ruhun, ilim halinden, şuhûd (gözle görülen) haline geçişine kadar devam eder. Ruh şuhûd hali­ne geçince maddi algılar perdesi ortadan kalkar ve onun zâtından olan nefsin vücud bul­ması tamamlanır. İşte bu idrakin kendisidir. O zaman ruh, Rabbânî bağışlara, ledünî (gaybî) ilimlere ve ilâhî sırlara nail olur ve zâtı, en üst ufuk olan melekler ufkundaki (âlemindeki) hakiki yapısına yaklaşır.





Bu keşif durumu, mücâhede ehlinde çok görülür ve bu yüzden onlar, başkalarının idrak edemediği, varlığın hakikatine ilişkin bilgileri idrak ederler. Aynı şekilde çoğu za­man olayları, meydana gelişlerinden önce idrak ederler, himmetleri ve nefislerinin gü­cüyle süflî varlıklar üzerinde tasarrufta bulunurlar (keramet gösterirler). Bu varlıklar (ta­biat kanunlarına aykırı bir şekilde) onların iradelerine boyun eğer.





Büyük sûfiler, keşfe itibar etmezler, tasarruflarda bulunmazlar ve konuşmakla emr olunmadıkları her hangi bir şeyin hakikatinden haber vermezler. Aksine kendilerinde meydana gelen bu gibi şeyleri bir musibet ve imtihan vesilesi sayarlar ve bu gibi şeyleri başkalarında gördüklerinde, kendilerine de gelmesinden Allah Teâlâ’ya sığınırlar.





Sahabeler de böyle bir mücâhede içindeydiler ve bu tür kerametlerden çok büyük nasipleri vardı. Ancak onlar bu gibi şeylere hiç önem vermemiştir. Hz. Ebû Bekir’in, Hz. Ömer’in, Hz. Osman’ın ve Hz. Ali radiyallahü anhümün faziletinden bahseden haberlerde bunun pek çok örneği vardır. (İbn-i Haldun, Mukaddime, trc. Halil KENDİR, İst, 2004, s.671)





[128] Damadı Orhan Zarifoğlu’ndan işittim.





Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Gül





Hz. Ebûbekir radiyallâhü anh, Ayva





Hz. Ömer radiyallâhü anh, Kavun





Hz. Osman radiyallâhü anh Menekşe





Hz. Ali kerremallâhü vecheh, Şebboy





Hz. Fatma radiyallâhü anha, Yasemin, gibi kokarlardı. (AYTANÇ, Gönül, Sözce, İst. 2005, s.14)





[129]  Girit’te bir meczup vardı. Bir gün kendisine, birisi sataşmış. O da öfke ile elindeki çalıları yere fırlatınca dağlar tutuşmuş ve Girit’in yarısı bu suretle yanmıştı. Esasen o öldükten sonra, Girit Türklerden gitti.





“Meczuplar, bulundukları memleketin mânevî valileri ve me­murlarıdır. Cenâb-ı Hak o memleketin kalmasını murat ederse, o gide­nin yerine bir diğerini koyar. Yok, eğer Hakkın muradı bunun zıddı ise, o meczubu ya başka bir tarafa veya âhirete nakleder.” ( Ken’an Rifâî, a.g.e. s. 47)





[130]   “Dervişlik yâr olmak, bâr olmamaktır.” Hz. Şeyh İbrahim Fahreddin Cerrahî kuddise sırruhu’l-azîz (Tasavvuf Terimleri, İst., 1998, s.41)





[131] Hz. Ali kerremallâhü veche rivayet etti ki;





Cenâb-ı Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem “Benden sonra ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacak, yetmiş ikisi ateştedir, bir fır­ka, fırka-i nâciyedir” hadîs-i şeriflerini beyân ederken şöy­le buyurmuşlardır: “Ve mimmen halaknâ ümmeten yehdûne bilhakkı ve bihi ya’dilûn” (Araf: 181) (Meali: Yarattığımız kimselerden bir ümmet vardır ki, nâsı sırât-ı müstakim üzere götürürler ve halka Hakk ile adalet icrâ eylerler.)





“Bu âyet-i kerîmede, fırka-i nâciye beyân edilmiştir ki,  bu Ben, Ehl-i Beytim ve bize tâbi olanlardır.”( Süleyman İbrahim, Meveddet Pınarları, trc. Adnan  M.Selman, İst. 2000, s. 23)





Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem “Yahudiler yetmiş bir fırkaya yahut yetmiş iki fırkaya ayrılacak (ayrıldı), hıristiyanlar da aynı şekilde. Benim ümmetim de yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır.” (Tirmizî)  “Hepsi ateştedir. Birisi müstesnâ, o ise, cemaattir.” (Ahmed, Müsned)





İmâm-ı Rabbânî kuddise sırruhu’l-azîz bir mektuplarında şöyle yazdılar:





Yüksek babamdan kuddise sırruhu’l-azîz işittim. Buyurdular: Yetmiş iki fırkanın çoğunun dalâlete düşmesi ve yoldan çıkmalarının sebebi, sofiler yoluna gir­mesi ve nihayete kavuşmayıp, yanılmalarıdır.” (Muhammed Hâşim Kışmî, Berekât Îmâm-ı Rabbani Ve Yolundakiler, trc. A. Faruk Meyan, İst. 1980, s.113)





[132] Bir şahıs, Cüneydi Bağdadî’yi Hakka yürüdükten sonra rüyasında gördü,  ona ne durumda olduğunu sordu. Bu­nun üzerine Cüneyd şöyle buyurdu:





“İbareler eridi, işaretler kayboldu. Bize menfaati olan ancak o rekâtçıklardır ki, onları gece içinde kılardık.” (Mustafa ismet Garibullah, a.g.e. c.1, s.342)





[133] Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;





“Cemaate sıkı sıkıya sarılınız. Tefrikadan uzak durunuz, çünkü bir başına kalanın arkadaşı şeytandır. İki kişiden uzaktır. Kim cennetin bolluk ve rahatlığını, genişliğini arzu ediyorsa, o cemaate sıkı sıkıya bağlı kalsın.” (Tirmizî, Fiten, 2165)





[134] Muammer Su isimli ihvandan dinledim.





[135] İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı Hazretleri, sakal konusunda uzatmıyorlar demek yerine niyetlerinde uzatmak olduğu fakat maslahat icabı hareket edildiğini beyan etmektedir. Ehl-i tarikte bir sünnetin terki dahi haramdır.





Ebu Hüreyre radiyallâhü anhın rivayet ettiği hadisi şerif; “Cuma günü gusletmek, misvak, bıyıkları kısaltmak, sakalı uzatmak, İslâm fıtratındandır. Zira Mecusiler bıyıklarını uzatır, sakalı keserler. Şu halde onlara muhalefet edin.”( İbni Sad(1/147) Müslim(taharet,55) Beyhaki(1/150) Şafii el Ümm(1/21) Beyhaki Ma’rife(1/246) Nesai (Zinet,2) Ahmed(2/52) Buhari Tarihul Kebir(1/140) Taberani Sağir(553) Hatib Tarih (6/247) Deylemi(2570) Fethul Bari (10/346) Ramuz (449/15) Suyuti Esbabı Vurud (212–214) Kenz(17223) Kandehlevi Sakal Risalesi (s.17) Zadul Mead (1/166) Zübeydi İthaf (2/427)





 İslâmiyette bütün mezheplerde sakalı kesmek haramdır. Bir mecburiyet olursa, kerahetle kesebilir. Fakat mecburiyet yoksa sakalı kazımak doğru değildir, haramdır.





“Pes, sakalı tıraş etmek haramdır. Zen (kadın) makûlesi saçını tıraş gibi. Ve sakalda mesnûn (sünnet) olan zevâidini (fazlalığı) kısa etmektir. Zira sakal insanın ziynetidir ve herkesin ziyneti kendi hasebiyle olur. Pes, çene altından bir kabza tutup maadasını kısa etse caizdir.” (BURSEVİ, İsmail Hakkı, Tuhfe-İ Atâiyye, s. 66b; AKKAYA, Veysel, Kâbe ve İnsan, İstanbul, s.191)





Ebu Said el Hudri radiyallahü anhden rivayet edilen hadiste buyrulur ki; “Doğu tarafından bir takım insanlar zuhur edecek, onlar Kur’an-ı Kerim’i okuyacaklar, fakat Kur’an-ı Kerim onların gırtlaklarından aşağı geçmeyecek. Onlar, okun av hayvanını delip çıktığı gibi dinden çıkacaklar, ok bir daha kirişine dönmediği gibi, onlar da artık bir daha dine dönemeyeceklerdir. Onların alameti; tıraştır.” (Buhari(tevhid,57) Kastalani İrşad us Sâri(4/480) Fethul Bari(13/546) Ayni Umde tul Kari(25/201)





İbni Abidin; “Ulemadan sakal tıraşını mübah gören olmadı” demiştir.(İbni Abidin(5/261) Fethul Kadir(2/86) el Fıkhu Mezahibil Erbaa(2/45)





Sakalı sünnet üzere bırakmak da sünnettir. Ka’bul Ahbar radiyallâhü anh dedi ki; “Ahir zamanda bir takım insanlar gelecek, sakallarını güvercin kuyruğu gibi çenesinde kesip düzenleyecek…”(Gazali İhya(1/388) Kutu’l Kulub(3/462)





[136] Sivas-Zara İlçesine bağlı Yapak Köyü’nden Şahab Ünal’dan dinledim.





[137] Rasûlüllahsallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz,  Allah Teâlâ’dan naklen anlatıyor:





“Allah Teâlâ  şöyle buyurdu:





‘Ey Âdemoğlu hasta oldum, ziyaretime gelmedin.’Âdemoğlu sordu;





‘Ya Rabbi sen âlemlerin Rabbisin... Seni nasıl ziyaret edeyim?’ Allah Teâlâ buyurdu ki;





‘Bilmiyor musun? Falan kulum hasta oldu... Ama sen onu ziyaret etmedin. Eğer onu ziyaret etseydin Beni yanında bulacaktın’... Allah Teâlâ devamla buyurdu ki;





‘Ey Âdemoğlu, senden yemekle doyurulmamı istedim, ama sen Beni doyurmadın’. Âdemoğlu sordu;





‘Yarabbi,  seni yemekle nasıl doyurayım? Sen âlemlerin Rabbisin’. Allah Teâlâ anlattı;





‘Falan kulum senden yemek istedi. Ama ona yedirmedin. Bilemedin mi? Ona yedirseydin,  Beni yanında bulacaktın’. Allah Teâlâ devamla buyurdu ki;





‘Ey Âdemoğlu, senden su istedim, ama vermedin’. Âdemoğlu sordu;





‘Ya Rabbi sana nasıl su vereyim? Sen Âlemlerin Rabbisin’. Allah Teâlâ anlattı;





‘Falan kulum senden su istedi, vermedin. Ona su verseydin Beni yanında bulacaktın... Bunu da mı anlayamadın?”(Müslim)





[138] Balıkesirli Abdül-azîz Mecdi Efendi “… sohbetlerinde, hükümetin siyasetine pek az te­mas ederlerdi. Bu mevzu üzerine söz açmak; bilhassa hükümeti ve ya­pılan inkılâpları münakaşa etmek isteyenleri kısa, fakat hakimane söz­lerle aydınlatır ve tatmin ederlerdi.





Müntesip bulundukları sofiyane meslek gereğince, hayır ile şerri, iyi ile kötüyü hep Allah Teâlâ’dan bildikleri için; başkalarının düşüncelerine ve muhakemelerine iştirak etmezlerdi. Binaenaleyh çok kimselerin fena gördükleri hâdiseleri ve inkılâpları O,





 “Gerçi o size hoş gelmez, fakat olur ki, siz bir şeyden hoşlanmazsınız; oysa o, hakkınızda hayırlıdır. Olur ki, siz bir şeyi seversiniz; ama o, sizin hakkınızda bir fenalıktır. Allah bilir, siz bilmezsiniz.”(Bakara 216) ayetini okuyarak, izah ederler ve:





Allah Teâlâ’nın iradesi olmadan, kudreti taallûk etmeden bir sinek bile kanadını oynatamaz.”





Diyerek; bunların hepsinin Allah Teâlâ’dan olduğunu söylerler ve sonunun hayırlı olacağını, milletimiz için refah ve vaad edilen saadetin geleceğini ve beklediklerini müjdelerlerdi. Bununla beraber böyle hakimane nasihatlere de kanmayanlara ve fazla taşkınlık gösterenlere karşı:





Mesleğimiz susmaktır, susuyoruz, gönülden geçene de karışamaz­lar ya.”





Diyerek; dinin, mânevî inanışın bir vicdan işi olduğunu ve hüküme­tin de bu işe esasen karışmamakta bulunduğunu o türlü adamlara an­latırlardı.” (ERGİN, a.g.e. s. 258)





“Ayaşlı Şakir Efendi dermiş ki;





Siyaset velâyetten yüksektir.”





Bunun manası: Velâyet; Allah Teâlâ’nın cemal tecellisi olduğu için; hep iyi şeyler düşünür, iyi şeyler yapar. Siyaset ise, Allah Teâlâ’nın hem cemal, hem celal tecellisi olduğundan, Allah Teâlâ’nın zuhur ve taayyün itibarı ile birbirine zıt sıfatlarına ne kadar yaklaşırsa o kadar muvaffak olur.





Hz Ömer radiyallâhü anh buyurur ki; “Allah Teâlâ’ya yemin ederim ki, Allah Teâlâ’nın hükümet kuvvetiyle men ettiği şey, Kur’an-ı Kerim’in ayetiyle men ettiğinden ziyadedir.”  (ERGİN, a.g.e. s. 154)





[139] Az milletvekili çıkardığı halde, iktidar olan partiler yakın dönemlerde görülünce bu sözün hakikati ortaya çıkmıştır.





[140]   “Allah Teâlâ haslarıyla edepsizce konuşmak gönlü öldürür, amel defterini kapkara bir hale koyar.” (Mesnevi c.II, b.1740)





[141] Şöhret basamaklarına tırmananlar, kendilerine insanların ilgisinin yoğunlaştığını fark eder. İlgiyle beslenen ihtiras azgınlaşır. Nefsinde iman gemisi bulunmayanlar, bir basamak daha üste çıkmak uğruna her şeyi zorlar. Bütün yollar onlar için mubahtır... İlgi ve tabasbus arttıkça, vehimleri kuvvetlenir. Nefsî benliği,  kendilerini kâinatın mihrakı zannetmeye başlarlar. Bu bazen Firavunlarda görüldüğü gibi, kendini ilah zannetme hastalığına kadar ulaşır. Yorganı başlarına çektiklerinde aciz bir mahlûk olduklarının şuuruna varırlar. Bu ikilem onlardaki ruh buhranını hezeyana dönüştürür. Hırçınlaşırlar. Onları teskin etmek için dalkavuklar zümresi harekete geçer. Bu zümre onları iyice şirazeden çıkarır ve ortalığı bir curcuna kaplar.





Şöhretle ve güçle tanışan kişiler öyle bir noktaya gelir ki, ihtirası aklın, basiretin yerine geçer; artık dur durak bilmez. Büyük akliyecimiz merhum Mazhar Osman’ın bu konuda güzel bir fıkrası vardır. Asistanı Fahrettin Kerim Gökay İstanbul valisi olunca gazeteciler ona, “Öğrenciniz ziyaretinize geldi mi?” diye sorarlar. O da şu muhteşem cevabı verir;





“Gelmedi. Kabiliyetlidir, yarın bakan olmak ister, olur; gelmez. Başbakan olmak ister, olabilir; gene gelmez. Sonra da, Tanrı olmak isteyince onu bana getirirler.” (ÇETİN, Mahmut, X İlişkiler, İst. 2000, s.20)





[142] Dünyayı terk etmek demek,  aç ve sefil olmak değildir. Terkin buradaki manası, gönülden muhabbetini gidermektir. İslâm dini aç ve sefil olmayı emretmemiştir.





“Bazı dinler, arzuyu damgalar. Asetik inançlar, yoksulluk karşı­sında pasifliği vurgular ve bize ihtiyaçlarımızı karşılamak yerine azaltmakla mutluluğu aramayı önerir. Daha az isteyin. Onsuz yaşayın. Çok uzun bir süre boyunca Hindistan bunu yaptı; inanılmaz bir yoksulluğun ve sefaletin ortasında kaldı.” (Alvin TOFFLER -Heidi TOFFLER, Zenginlik Devrimi, trc. Selim YENİÇERİ, İst, 2006,  s.37)





[143] Buradaki terk sevab kazanma endişesinden azade olmaktır.





[144]   “Bir kimse zahiren abdest almakla bedenini temizlemiş olur. Hâlbuki günahlardan korunmak ve temizlenmek için lâzım olan su, ibadet ve hayır işlemektir.





Kalbin ve nefsin pisliklerini ve fena ahlâklarını gidermek için lâzım olan su ise, Allah Teâlâ’nın ahlâkiyle ahlâklanmaktır.





Bir de sırrın abdesti vardır ki, bunun suyu da mâsivâyı yâni sana dünya olan bağları terk etmektir. İşte, insanın abdesti böyle olmayınca yâni aşk ve muhabbet çeşmesinde yıkanıp dört tekbiri bir etmeyince, hakikî olarak namaz kılınmış olmaz.





Dört tekbiri bir etmek nedir, denilirse, dünyayı terk, âhireti terk, varlığı terk ve terki de terktir. Bu abdesti alıp fena mertebesini bul­duktan sonra, nasıl istersen öyle hareket et. Çünkü o vakit amelinde cehil ve fiilinde de günah yoktur.





İşte bu mertebe,  Allah Teâlâ ile seyir mertebesidir ki, her şeyde ikiliksiz Allah Teâlâ ile olmaktır. Yâni: Kurb-ı kâbe kavseyni ev ednâ mertebesi bu­dur.” (Ken’an Rifâî, a.g.e. s. 381) 





[145] ŞEN, Mehmet Veli, Evrâd-ı Bahaiye, Sivas, 1976, s.37.





[146] Rivayet edilir ki; İskender-i zül-Karneyn’e: “Neden hocana, ba­bandan daha çok saygı gösteriyorsun?” diye sorulunca, ne güzel ce­vap vermiş:





Çünkü babam, beni gökten yere indirmiştir. Hocamsa beni yerden göğe doğru yükseltmektedir.”demiş..





İnsanın ruhu melekût âleminde, yükseklerdedir. Ana-baba se­bebiyle ruh bu melekût denilen yüksek bir âlemden ana rahmine iner. Dolayısıyla aşağıya düşmüş olur. Fakat ihsanın hocası yüksek­lerden gelen bu ruhu yine ebedî âlemde yüksek mevki ve mertebe­lere çıkarmaya vesile teşkil eder. Ona rabbini ve dinini, dünyasını, ilmin sırlarını öğretir. (İmam Burhanüddin Ez-Zernûcî, Ta’lim ve Müteallim, trc. Y. Vehbi Yavuz, İst, 1993, s.75)





[147] Allah Teâlâ, Davud aleyhisselâma buyurdu ki;





“Ya Davud! Kullarımı bana sevdir, beni de kullarıma sevdir.” Davud aleyhisselâm





“Ya Rabbi! O benim yapabileceğim bir şey değil, ben bunu nasıl yapabilirim?” deyince, Allah Teâlâ;





“Kullarıma benim iyiliklerimi anlat, onlar beni severler, onlar beni sevince ben de onları severim.”    (Mustafa ismet Garibullah, a.g.e.  c.1, s.531)





[148] Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki; “Ruhlar sıralanmış asker toplulukları gibidirler. Ruhlar âleminde anlaşanlar, dünyada anlaşırlar. Buna karşılık ruhlar âleminde anlaşamayanlar, dünyada da birbirleri ile anlaşamazlar.” 





[149]   “Bir yemek, sadece altına ateş vermekle pişmez. Yemek dibine sararsa içine su koyarsın. Usta, elinde bir kepçe ile kazanın başında bekler ve yemeği kıvamında pişirir. Eğer ateşleri yakıp kazanı bırakır giderse, kazan yanar ve yemek dibine sarar.” (SIR, a.g.e. s. 398)





[150] Şeyh Sâdi-i Şîrazi, Gülistan, trc.,Kilisli Rıfat Bilge, İst, 1968, s. 316





[151] Aliyyü’l-Havvâs kuddise sırruhu’l aziz şöyle der:





“Bu altı günlük orucu da, ramazan orucunda olduğu gibi hatta daha fazla dikkatle korumamız icap eder. Çünkü bunlar tamir mesabesinde­dir. Eğer bunlar tam yapılmazsa yine bir gedik kalmış olur. Böylece eksiklikler birbirini kovalayarak gider, sonuç alınmaz olur. Meselâ, bunun bir benzeri şu örnektir: Sallâllahu aleyhi ve sellem Efendimiz, namaz esnasında yapılan hataların telâfisini sehiv secdesine tahsis et­miştir, kıyam veya rükûa değil. Çünkü kulun Rabbine en yakın bulunduğu an secde ânıdır. Şeytanın nüfuzu secdede pek müessir olamaz. (Uhûdü’l Kübra, a.g.e. s.224)





Ayrıca kadınların adet günlerinde tutamadığı oruçların eksikliğini bu oruçlar ile tamamlamak gerekir. Bu orucun,  aile içerisinde erkek ile beraber kadının tutması da kolaylaşmış olmaktadır. (Yazan)





[152]  Mehmet Veli ŞEN’in Ulu Camii’ye yardım için o zamanlarda bastırdığı bir broşürden.





[153] Sadrüddin Muhammed Konevi kuddise sırruhu’l-azîz vasiyetnamesi





“Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemden bizi intikal eden, O’nun ahiret, cennet ve cehennem ile ilgili haller, Allah Teâlâ’nın fiil ve sıfatlarına dair verdiği bütün tafsilat haktır. Ben, bu düşünce ve inançla yaşadım ve bu inançla ölüyorum.





Dostlarım ve bana mensub olan müridlerim, talebelerim, beni müslümanların umumî kabristanına defnetsinler. Ölümümün ilk gecesinde Allah Teâlâ’nın beni, her türlü azabından ve cezalandırmasından uzak tutarak beni bağışlaması ve Allah Teâlâ’nın kabul etmesi niyetiyle yetmiş bin kelime-i tevhid (Lâ ilahe İllallah) diyerek tevhid hatmi yapsınlar. Yine ölümümde hazır bulunanlardan her biri kendi kendine aynı niyetle ağır başlılık ve kalb huzuru içinde yetmiş bin “Lâ ilahe İllallah” diyerek zikirde bulunsunlar.”(Sadrüddin Muhammed el- Konevi kuddise sırruhu’l-azîz vasiyetnamesi, İst Şehit Ali Paşa Ktp. nr. 2810)





[154]   “Vesveseli düşüncelerden sakın. İnsanın kalbi, sazlık ve orman gibidir. Orada aslan gibi de, yaban eşeği gibi de fikirler bulunur.”  Mevlâna kuddise sırruhu’l-azîz





[155] Utanmak duygusu,insanın sevdiğine karşı duyduğu en yüksek değerlerdendir.





İmam Şiblî kuddise sırruhu’l aziz buyurdu ki;





“Ey Allah’ım! Beni hangi şey için azaba atarsan at. Yeter ki, beni utanç azabı ile azaba düşürme.” (Uhûdü’l Kübra, a.g.e. s.775)





Abdülkâdir Geylani kuddise sırruhu’l-azîz,Kâbe avlusunda yüzünü çakıl taşlarına koymuş, yalvarıyordu.





“Allah Teâlâ’m beni affet, eğer mutlaka cezalanacaksam beni kıyamette kör dirilt ki, iyilerin karşısında utanmayayım.” (AYTANÇ, Gönül, Sözce, İst. 2005, s.115)





[156]   “Bir kimse Mısır’a gitmiş, İmam Şafiî Hazretleri’nin türbesini ziyaret etmiş ve pek büyük maneviyata mazhar olmuş. Sonra Medine’ye gitmiş, İmam Şâfıî Haz­retleri’nin hocası olan İbn-i Mâlik Hazretleri’ni ziyaret etmiş. Fakat onun kabrinde o kadar tecelliyat ve rûhâniyet bulmamış. Kendilerinin Şâfıî Hazretleri’nin üstadı oldukları halde, onun kadar yüksek bir mer­tebede görülmemelerine hayret etmiş. O akşam rüyasında,İbn-i Mâlik Hazretleri’ni görmüş. Kendisine buyurmuş ki;





“Niçin şaştın? Mısır’da Şafiî, yıldızlar içinde güneştir. Ben ise, burada güneş içinde yıldızım!”





Hatta gariptir, Medine’de elmaslar, pırlantalar bile,pek sönük ve donuk görünür.” (Ken’an Rifâî, a.g.e. s.217)





[157] Ken’an Rifâî kuddise sırruhu’l-azîz buyurdu ki;





 “Bir kitapta: Nefsini bilen ve aynı zamanda yüz günahı olan kimseden kaçma; fakat yüz iyiliği olup da,nefsini bilmeyen kimseden kaç! Deniyor. Güzide Valide’niz bu söze itiraz ederek: Nefsini bilen kim­sede kötü ahlâk olur mu? dedi. Ben de dedim ki; nefsini bilmek merte­besi pek büyük bir mertebedir. Buradaki mana ise, Hazret-i Mevlâna kuddise sırruhu’l-azîzin buyurduğu gibi, eğri ve kusurlu da olsa, yaş ve köke bağlı bir dalın, dosdoğru fakat ağaçtan kesilmiş bir daldan üstün olduğu fik­ridir. Evet, yaş dal, o çarpık manzarasına rağmen, zamanı gelince yeşerir, çiçek açar, meyve verir. Fakat kuru dal için artık böyle bir ihtimal kalmamıştır.





Yine, sevgilinin kapısındaki halka, eğri büğrü de olsa, erbabı için, kıymetli ve ziynetli bir halkadan makbuldür.





Cemiyet içinde de nice imansız mevki ve bilgi sahibi kimseler var­dır ki, tarîkata yeni girmiş olanlar onlardan üsttür. Zira asla merbut ol­maları bakımından zamanla kendilerinden çok şey ümit edilir ve bekle­nir.” (Ken’an Rifâî, a.g.e. s.102)


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar