Sevdiği Şeyler ve Hizmetleri
SEVDİĞİ ŞİİRLERDEN BİR DEMET
Terkib-i Bend-i Meşhur / 1. bend
Sanman bizi kim şîre-i engûr ile mestüz
Biz ehl-i harâbâtdanuz mest-i Elest’üz
Ter-dâmen olanlar bizi âlûde sanur lîk
Biz mâil-i bûs-i leb-i câm ü kef-i destüz
Sadrın gözedüb neyleyelim bezm-i cihanın
Pâ-yi hum-i meydir yirimüz bâde-perestüz
Mâil değilüz kimsenin âzârına ammâ
Hâtır-şiken-i zâhid-i peymâne-şikestüz
Erbâb-i garez bizden ırağ olduğu yeğdir
Düşmez yere zira okumuz sâhib-i şestüz
Bu âlem-i fânîde ne mîr ü ne gedâyuz
A’lâlara a’lâlanuruz pest ile pestüz
Hem-kâse-i erbâb-ı dilüz arbedemiz yok
Mey-hânedeyüz gerçi velî ışk ile mestüz
Biz mest-i mey-i mey-kede-i âlem-i cânuz
Ser-halka-i cem’iyyet-i peymâne-keşânuz [1]
Terkîb-i Bend-i Meşhûr / 17. bend
Virdik dil ü cân ile rızâ hükmi kazâya
Gam çekmeziz uğrarsak eğer derd ü belâya
Koyduk vatanı gurbete bu fikr ile çıkdık
Kim renc-i sefer bâis olur izz ü alâya
Devreylemedik yir komadık bir nice yıldır
Uyduk dil-i dîvâneye dil uydu hevâya
Olduk nereye vardık ise, ışka giriftâr
Alındı gönül bir sanem-i mâh-likaaya
Bağdâd’a yolun düşse ger ey bâd-ı seher-hîz
Âdâb ile var hizmet-i yârân-ı safâya
Rûhî’yi eğer bir sorar ister bulunursa
Dirlerse buluştun mu o bî-berg ü nevâya
Bu matla’-ı garrâyı oku ebsem ol anda
Ma’lûm olur ahvâlimiz erbâb-ı vefâya
Hâlâ ki, biz üftâde-i hûbân-ı Dimeşk’ız
Ser-halka-i rindân-ı melâmet-keş-i ışkız
Ruhî-i Bağdadî kuddise sırruhu’l-azîz
Yanarsam nâr-ı aşkınla yanayım ya Rasûlallah
Ezelden bağrı yanmış bir gedâyız yâ Rasûlallah
Hevâ-yi nefsime tabî olup pek çok günah ettim.
Huzûra hangi yüz ile varayım, yâ Rasûlallah
Harîm-i ravzanâ sürmüş iken ruy-ı siyahım ah
Yine cürm ü günaha mübtelâyım, yâ Rasûlallah
Kapında boynu bağlı bir esirim dest gir ol sen
Garibim bîkesim bî dest ü payim, yâ Rasûlallah
Kulun Leylâ’ya şahım, var iken dergâh-ı ihsanın
Varıp ben hangi şâhâ yalvarâyım, yâ Rasûlallah
Leylâ kuddise sırruhu’l-azîze Hanım
Çıktım erik dalına, anda yedim üzümü
Bostan ıssı kakıdı, der ne yersin kozumu
Kerpiç koydum kazana poyraz ile kaynattım
Nedir deyip sorana bandım verdim özünü
İplik verdim çulhaya sarıp yumak etmemiş
Becit becit ısmarlar gelsin alsın bezini
Bir serçenin kanadın kırk kağnıya yüklettim
Çifti dahi çekmedi şöyle kaldı kazını
Bir sinek bir kartalı salladı vurdu yere
Yalan değil gerçektir ben de gördüm tozunu
Bir küt ile güreştim elsiz ayağım aldı
Şunu da basamadım göyündürdü özümü
Kaf dağından bir taşı şöyle attılar bana
Öğlelik yola düştü bozayazdı yüzümü
Balık kavağa çıkmış zift turşusun yemeğe
Leylek koduk doğurmuş bak a şunun sözünü
Uğruluk yaptım ana, bühtan eyledi bana
Bir çerçi geldi eydür kâni aldığın kürkü.
Anlardan kurtulmadın ne ettiğimi bilmedin
Öküz ıssı geldi, eyüdür boğazladın Kâzımı.
Bir bâğiye uğradım gözsüz yılan yoldaşı
Haber sordum vermedi Kaysere durur azmi
Yunus bir söz söylemiş hiçbir söze benzemez
Erenler meclisinde bürür mâna yüzünü
Yunus Emre kuddise sırruhu’l-azîz
Canım kurban olsun senin yoluna
Adı güzel kendi güzel Muhammed
Şefaat eylesin kemter kuluna
Adı güzel kendi güzel Muhammed
Mü’min olanların çoktur cefâsı
Âhirette olur zevk u safâsı
On sekiz bin âlemin Mustafâ’sı
Adı güzel kendi güzel Muhammed
Yedi kat gökleri seyrân eyleyen
Kürsî’nin üstünde cevlân eyleyen
Mi’râc’ında ümmetini dileyen
Adı güzel kendi güzel Muhammed
Dört Çâr-yâr onun gökçek yâridir
Onu seven günahlardan bendir
On sekiz bin âlemin sultânıdır
Adı güzel kendi güzel Muhammed
Sen hak Peygamber’sin şeksiz gümansız
Sana uymayanlar gider imansız
Âşık Yûnus n’eyler dünyâyı sensiz
Adı güzel kendi güzel Muhammed
Yunus Emre kuddise sırruhu’l-azîz
Cihânı hiçe satmaktır adı aşk
Döküp varlığı gitmektir adı aşk
Elinde sükkeri ayruğa sunup
Ağuyu kendi yutmaktır adı aşk
Belâ gökten yağmur gibi yağarsa
Başını ana tutmaktır adı aşk
Bu âlem sanki oddan bir denizdir
Ona kendini atmaktır adı aşk
Var Eşrefoğlu Rûmî bil hakikât
Vücûdu fani etmektir adı aşk
Eşrefoğlu Rûmî kuddise sırruhu’l-azîz
Emânet etmişsin geldi selâmın
Şevketli sultânım aleyküm selâm
Aldı ta’zim ile bu ben gulâmın
Ey şâh-ı hûbânım aleyküm selâm
Müyesser olur mu rûyunu görmek
Acep olur mu ki, vaslına ermek
Gâhi gâhi böyle selâm göndermek
Keremdir Efendim aleyküm selâm
Lutf edip hatırım ele almışsın
Hasretinle yandığımı bilmişsin
Duydum ki, mürüvvet kâni imişsin
Dertlerimin dermânı aleyküm selâm
Umarım Efendim mürüvvet senden
Uğruna geçmişim can ile tenden
Demişsin gedâma selâm et benden
Berhudâr ol canım aleyküm selâm
Geçirdin boynuma aşkın kemendin
İyi ki, anmışsın bu derd-i mendi
Kuluna selâm etmişsin Efendim kendin
Derdime dermanım aleyküm selâm
Bilmezim bu dil-i biçâre netsün
Hicr-i firakınla ya kande gitsün
Selâm eylemişsin Hak selâm etsün
Sana ey cananım aleyküm selâm
Hasta idim beni getirdin cana
İhtiyaç kalmadı gayri Lokman’a
Selamın şifa verdi bu hasta cana
Gönlümün sultanı aleyküm selâm
Azîz iltifatın râyegân ettin
Âteş-i sinemi gülistan ettin
Mahzun Gevheri’yi şâdüman ettin
Ey gonca dehânım aleyküm selâm
Gevherî kuddise sırruhu’l-azîz [2]
Cânân ilinin güllerinin bağı göründü
Dost ikliminin lâlesinin dağı göründü
Envâr-ı Muhammed doğuben tuttu cihanı
Şakku’l kamerin mu’cize-i parmağı göründü
Kaygu gecesi gitti kamu kalmadı korku
Eyyûb’a dahi sıhhatinin çağı göründü
Dil hastasının derdine dermanı erişti
Şemsî’ye bu gün dostunun otağı göründü
Şemsî Sivâsî kuddise sırruhu’l-azîz
Vâsıl olmaz kimse Hakk’a cümleden dûr olmadan
Kenz açılmaz şol gönülde tâ ki, pürnûr olmadan
Sür çıkar ağyârı dilden tâ tecellî ede Hakk
Pâdişâh konmaz saraya, hâne mamûr olmadan
Hakk cemalin Kâbe’sini kıldı âşıklar tavaf
Yerde Kâbe, gökyüzünde Beyt-i mamûr olmadan
Mest olanların kelâmı kendiden gelmez veli
Ya niçin söyler Ene’l-Hak, kişi Mansûr olmadan?
Mest olup meydane geldim ta ezelden ta ebed
İçmişem aşkın şarabın âb-ı engûr olmadan
“Mûtû kable en temûtû”* sırrına mazhar olan
Haşr-ü neşri bunda gördü nefha-i sûr olmadan
Âşıkın çok derdi amma sırrın izhâr eylemez
Söylemesi terk-i edeb çünki destûr olmadan
Bir acaîb derde düşmüş tutuşur Şemsî müdâm
Hakk’a makbûl olmak ister, halka menfûr olmadan
Şemsî Sivâsî kuddise sırruhu’l-azîz
1 Tedbîrini terk eyle, takdir Hudâ’nındır.
Sen yoksun o benlikler hep vehm-ü gümânındır.
Birden bire bul aşkı bu tühfe bulanındır
Devrân olalı devrân Erbâb-ı safânındır.
Âşıkta keder neyler gam halk-ı cihânındır
Koyma kadehi elden söz Pir-i Mugân’ındır.
2 Meyhâneyi seyrettim uşşâka mutâf olmuş
Teklîfü tekellüften sükkân-ı muâf olmuş
Bir neş-e gelip meclis bî-havf-ı hilâf olmuş
Gam sohbeti yâd olmaz, meşrepleri sâf olmuş
Âşıkta keder neyler gam halk-ı cihânındır
Koyma kadehi elden söz Pir-i Mugân’ındır.
3 Ey dil sen o dildâre layık mı değilsin ya
Dâvâyı muhabbette sadık mı değilsin ya
Özr-ü Azrâ’nın Vamık mı değilsin ya
Bu gâm ne gezer sende âşık mı değilsin ya
Âşıkta keder neyler gam halk-ı cihânındır
Koyma kadehi elden söz Pir-i Mugân’ındır.
4 Mahzun idi bir gün dil meyhâne-i mânâ’da
İnkâra döşenmiştim efkâr düşüp yâda
Bir pir gelip nâgâh pend etti alel-âde
Al destine bir bâde derdi gamı ver yâde
Âşıkta keder neyler gam halk-ı cihânındır
Koyma kadehi elden söz Pir-i Mugân’ındır.
5 Bir bâde çek, efzûn kalıp mecliste zeber-dest ol
Atma ayağın taşra meyhânede pâ-best ol
Alçağa akarsular, pay-i hümâ düş mest ol
Pür çûş olayım dersen GÂLİB gibi ser-mest ol
Âşıkta keder neyler gam halk-ı cihânındır
Koyma kadehi elden söz Pir-i Mugân’ındır. [3] Şeyh Galip ks
Efendimsin cihânda i’tibârım varsa sendendir
Miyân-ı âşıkanda iştiharım varsa sendendir
Benim f eyz-i hayâtun hâsılı rûh-i revânımsın
Eğer sermâye-i ömrümde kârım varsa sendendir
Veren bu sûret-i mevhuma revnak reng-i hüsnündür
Gül-istân-ı hayâlim nev-bahârım varsa sendendir
Felekten zerre miktar olmadım devrinde rencide
Ger ey mihr-i münevver âh u zârım varsa sendendir
Senin pervâne-i hicrânınım sen şem’-i vuslatsın
Beher şeb hâhiş-i bûs ü kinârım varsa sendendir
Şehîd-i aşkın oldum lâle-zâr-ı dağdır sinem
Çerâğ-ı türbetim şem’-i mezarım varsa sendendir
Gören ser-geştelikde gird-bâd-ı dest zanneyler
Fenâ-ender-fenayim her ne varım varsa sendendir
Niçin âvâre kıldın gevher-i gülistanın olmuşken
Gönül âyînesinde bir gubârım varsa sendendir
Şafak-tâb eyledin peymânemi hûn-âb ile sâkî
Sabâh-ı sohbet-i meyde humarım varsa sendendir
Sanadır ilticası Galib’in yâ Hazret-i Mevlâ
Başımda bir külâh-ı iftiharım varsa sendendir
Şeyh Galip kuddise sırruhu’l-azîz
İşte geldim huzuruna
Himmet et Mustafa Hâki
Yüz bin şükür şu halime
Himmet et Mustafa Hâki
Merhameti çok dediler
Nihayeti yok dediler
Kemter kul himmetin diler
Himmet et Mustafa Hâki
Adın Muhammedin adı
Tadın Muhammedin tadı
Kemter kul eyler feryadı
Himmet et Mustafa Hâki
Tokatlısın Sivaslıyım
Tarikine hevesliyim
Günahım çoktur yaslıyım
Himmet et Mustafa Hâki
Efendimin Efendisi
Sıddıki âzam bendesi
Piri Nakşinin kendisi
Himmet et Mustafa Hâki
Nasibim var imiş geldim
Arayı arayı buldum
Ben Leylâ’ma Mecnun oldum
Himmet et Mustafa Hâki
İsmail ziyaretine
Gelmiştir yüce katına
İltica eyler zatına
Himmet et Mustafa Hâki
Semâverin rengi aldan
Getir sağdan, götür soldan
Derviş çıkmaz böyle yoldan
Yan semâver, dön semâver
Limon, şeker, çay semâver
Semâveri alıştırın
Maşa ile tutuşturun
Küsenleri kavuşturun
Yan semâver, dön semâver
Lezzet senin hay semâver
Semâverim iniliyor
Anlamıyor mu ne diyor?
Daim Hakk’ı zikrediyor
Yan semâver, dön semâver
Limon, şeker, çay semâver”
Lâ
Veli olmaz kişi taşlanmayınca;
Sîva endişesi boşlanmayınca..
Söğütte biter mi hiç tatlı elma;
Yarılup sarılup aşılanmayınca.
Yiyemez körpe kuzu türlü otu;
Büyüyüp gün be gün dişlenmeyince.
Ne denli aklı olsa da kişinin;
Okumaz hâce’ye başlanmayınca.
Dahi başlanmakla âlim olmaz;
Çalışıp dersine düşlenmeyince.
Sabî-i baliğ hemîn akil olur mu?
Nice yıl geçip yaşlanmayınca.
Amel çokluğuna yok itibar hiç;
Kulundan Halik’ı hoşlanmayınca.
Gel ey Kuddusî, sen de olma tembel;
Vücud bulmaz bir iş işlenmeyince.
Kuddusî kuddise sırruhu’l-azîz
Dost illerin menzili ki, âli göründü
Derd-i dile derman olan Elmalı göründü.
Tûtilere sükker bağının zevki erişti
Bülbüllere cânân gülünün dalı göründü.
Mecnun gibi sahralara ağlayı gezerken
Leylâ dağının lâlesinin âlı göründü.
Ten Yakub’unun gözleri açılsa aceb mi?
Can Yusuf’unun gül yüzünün hâli göründü.
Kal ehlinin akvalini terk eyle Niyâzi
Şimdiden geru hâl ehlinin ahvali göründü.
Niyâzi Misri kuddise sırruhu’l-azîz
Ben sanırdım âlem içre bana hiç yâr kalmadı
Ben beni terk eyledim bildim ki, ağyar kalmadı
Cümle eşyada görürdüm hâr var gülzâr yok
Hep gülistan oldu âlem şimdi hiç hâr kalmadı
Gece gündüz zâr u efgan eyleyip inlerdi dil
Bilmezem n’oldu kesildi âh ile zâr kalmadı
Gitti kesret geldi vahdet oldu halvet dost ile
Hep hak oldu cümle âlem şehr ü bâzâr kalmadı
Din diyanet âdet ü şöhret kamu verdi yele
Ey Niyâzi n’oldu sende kayd-ı dindar kalmadı.
Niyâzi Mısri kuddise sırruhu’l-azîz
Hakkın kullarını bazı kul eyler
Anı kul eylemez yine ol eyler
Alan veren odur bâzâr içinde
Kimin bay-u kimini yoksul eyler
Kiminin bakırını eder altın
Kiminin altununu kara pul eyler
Kimini güldürür daim cihanda
Kiminin ah-u efganın bol eyler
Kiminin sevdiğin alır elinden
Kiminin erini alır dul eyler
Kimine istemezken verir evlât
Kimi ister ana yâd oğul eyler
Kimi bulmaz giye çuldan abayı
Kiminin atına atlas çul eyler
Kiminin tatlı balın eder acı
Kiminin acısın tatlı bal eyler
Kimin bülbül ider güle kılur zâr
Kimin pervaneveş yakıp kül eyler
Eder ak güneşi geh kara balçık
Kara balçığı açar gâh gül eyler
Kimi İsa nefestir eder ihya
Kimi deccal olup sağa öl eyler
Çürüğü sağ edip sağı çürük hem
Solu sağ sağı gâhi sol eyler
Ayağı baş eder gâh ayak
Dili kulak kulağı hem dil eyler
Fili gâhi karınca kursağına
Koyup karıncayı gâhi fil eyler
Çıkarır gâhi yoldan nice yolcu
Gehi yolcuyu göstermez yol eyler
Gehi ıssız harabı şenlik edip
Gehi şenliği dağıtıp çöl eyler
Anasır ipliğin tab iğnesinden
Geçirip onu bu bunu ol eyler
Yeli gâhi letafetle eder od
Odu gâhi kesafetle yel eyler
Suyu dondurup eder taş ve toprak
Taşı toprağı akıtıp sel eyler
Huruf-ı carre gibi cümle eşya
Birbirine uzanıp el eyler
Eder âkilleri çok işte âciz
Eder öyle bir iş san âkil eyler
Bu sözün Yunusu Mısrî değildir
Lûgaz bunda muammasın ol eyler
Derman arardım derdime derdim bana derman imiş
Burhan arardım aslıma aslım bana burhan imiş
Sağ-u solum gözler idim dost yüzünü görsem deyu
Ben taşrada arar idim ol can içinde canan imiş
Öyle sanurdum ayrıyım dost gayridir ben gayriyim
Benden görüp işiteni bildim ki, ol canan imiş
Savm-u salât u hac ile sanma biter zâhid işin
İnsan-ı kâmil olmağa lâzım olan irfan imiş
Kanden gelir yolun senin ya kande varır menzilin
Nerden gelip gittiğini anlamayan hayvan imiş
Mürşid gerektir bildire Hakk’ı sana hakke’l-yakîn
Mürşidi olmayanların bildikleri güman imiş
Her mürşide dil verme kim, yolunu sarpa uğradır
Mürşidi kâmil olanın gayet yolu âsân imiş
Anla hemen bir söz dürür yokuş değildir düzdürür
Âlem kamu bir yüzdürür gören anı hayran imiş
İşit Niyâzi’nin sözün bir nesne örtmez Hak yüzün
Hakk’tan ayan bir nesne yok gözsüzlere pünhan imiş
Niyâzi Mısrî kuddise sırruhu’l-azîz
TEFVİZNÂME
Hak, şerleri hayr eyler, Zannetme ki, gayr eyler, Ârif ânı seyr eyler,
Mevlâ görelim n’eyler, N’eylerse, güzel eyler...
Sen Hakk’a tevekkül kıl Tefvîz et ve râhat bul, Sabr eyle ve râzı ol,
Mevlâ görelim n’eyler, N’eylerse, güzel eyler...
Kalbin ana bend eyle, Tedbîrini terk eyle, Takdîrini derk eyle,
Mevlâ görelim n’eyler, N’eylerse, güzel eyler...
Hallâk- u Rahîm oldur, Rezzâk u Kerîm oldur, Fa’âl ü Hakîm oldur,
Mevlâ görelim n’eyler, N’eylerse, güzel eyler...
Bil kâdî-yi’l hâcâtı, Kıl ana münâcâtı, Terk eyle mürâdâtı,
Mevlâ görelim n’eyler, N’eylerse, güzel eyler...
Bir iş üstüne düşme, Olduysa inat etme, Haktandır o, ret etme,
Mevlâ görelim n’eyler, N’eylerse, güzel eyler...
Haktandır bütün işler, Boştur gam u teşvişler, Ol, hikmetini işler,
Mevlâ görelim n’eyler, N’eylerse, güzel eyler...
Hep işleri fâyıktır, Birbirine lâyıktır, N’eylerse, muvâfıktır,
Mevlâ görelim n’eyler, N’eylerse, güzel eyler...
Dilden gamı dûr eyle, Rabbinle huzûr eyle, Tefvîz-i umûr eyle,
Mevlâ görelim n’eyler, N’eylerse, güzel eyler...
Sen adli zulüm sanma, Teslim ol nâra yanma, Sabr et, sakın usanma,
Mevlâ görelim n’eyler, N’eylerse, güzel eyler...
Deme şu niçin şöyle, Bir nicedir ol öyle, Bak sonuna, sabr eyle,
Mevlâ görelim n’eyler, N’eylerse, güzel eyler...
Hiç kimseye hor bakma, İncitme, gönül yıkma,Sen nefsine yan çıkma,
Mevlâ görelim n’eyler, N’eylerse, güzel eyler...
Mü’min işi, reng olmaz, Âkıl huyu ceng olmaz, Ârif dili teng olmaz,
Mevlâ görelim n’eyler, N’eylerse, güzel eyler...
Hoş sabr-ı cemîlimdir, Takdîri kefîlimdir, Allah ki, vekîlimdir,
Mevlâ görelim n’eyler, N’eylerse, güzel eyler...
Her dilde O’nun adı, Her canda O’nun yâdı, Her kuladır imdâdı,
Mevlâ görelim n’eyler, N’eylerse, güzel eyler...
Nâçâr kalacak yerde, Nagâh açar, ol perde, Derman eder ol derde,
Mevlâ görelim n’eyler, N’eylerse, güzel eyler...
Her kuluna her ânda, Geh kahr u geh ihsânda, Her anda, o bir şânda,
Mevlâ görelim n’eyler, N’eylerse, güzel eyler...
Geh mu’tî ü geh mânî’,Geh darr ü gehi nâfî’,Geh hâfid ü geh râfî’
Mevlâ görelim n’eyler, N’eylerse, güzel eyler...
Geh abdin eder ârif, Geh emîn ü geh hâif, Her kalbi odur sârif,
Mevlâ görelim n’eyler, N’eylerse, güzel eyler...
Geh kalbini boş eyler, Geh hulkunu hoş eyler, Geh aşkına tûş eyler,
Mevlâ görelim n’eyler, N’eylerse, güzel eyler...
Az ye, az uyu, az iç, Ten mezbelesinden geç, Dil gülşenine gel göç,
Mevlâ görelim n’eyler, N’eylerse, güzel eyler...
Bu nâs ile yorulma, Nefsinle dahi kalma, Kalbinden ırak olma,
Mevlâ görelim n’eyler, N’eylerse, güzel eyler...
Geçmişle geri kalma, Müstakbele hem dalma, Hâl ile dahî olma,
Mevlâ görelim n’eyler, N’eylerse, güzel eyler...
Her dem onu zikreyle, Zeyrekliği koy şöyle, Hayrân-ı Hak ol, söyle,
Mevlâ görelim n’eyler, N’eylerse, güzel eyler...
Gel hayrete dal bir yol, Kendin unut O’nu bul, Koy gafleti hâzır ol,
Mevlâ görelim n’eyler, N’eylerse, güzel eyler...
Her sözde nasîhat var, Her nesnede zîynet var, Her işte ganîmet var,
Mevlâ görelim n’eyler, N’eylerse, güzel eyler...
Bil elsine-i halkı, Aklâm-ı Hak ey Hakkî Öğren edeb ü Hulki
Mevlâ görelim n’eyler, N’eylerse, güzel eyler...
Vallahi güzel etmiş, Billahi güzel etmiş, Tallahi güzel etmiş,
Allah görelim n’etmiş, N’etmişse güzel etmiş...
İbrahim Hakkı kuddise sırruhu’l-azîz
Ey Allah’ım beni senden ayırma
Beni senin didarından ayırma
Seni sevmek benim dinim imanım
İlâhi dini imandan ayırma
Sararuben solup döndüm hazana
İlâhi hazanı daldan ayırma
Şeyhim güldür ben onun yaprağıyam
İlâhi yaprağı gülden ayırma
Men ol dostun bahçesinin bülbülüyem
İlâhi bülbülü gülden ayırma
Balığın canı suda dediler
İlâhi balığı sudan ayırma
Eşrefoğlu senin kemter kulundur
İlâhi kulu sultandan ayırma
Eşrefoğlu Rumî kuddise sırruhu’l-azîz
Her muradın sende iste hoşluğun bul ey gönül
İçeri gel âleminde padişah ol ey gönül
Derd-i aşk-ı Hakk’a yanub ol ana kul ey gönül
Aşk-ı Hakk’tan gayrı bir şey itme me’mûl ey gönül
Hayrete var kim yakîndir Hakk’a ol yol ey gönül
Bahr-i aşka dal deminden dembedem dol ey gönül
Az ye az iç az uyu zikr-i kalbi eyle kût
Vehm u fehm u fikri nefy it kim gönül kılsun sükût
Ölmeden öl ki, seni hayy ide Hayy-i lâyemût
Hûş der- dem yanî her dem Hakk’ı bul halkı unut
Hayrete var kim yakîndir Hakk’a ol yol ey gönül
Bahr-i aşka dal deminden dembedem dol ey gönül
Sû-i halkı dilde koyma tâ dola hulk-i hasan
Emr-i Hakk’ı tut cemî-i halka şefkat eyle sen
Nefsi koy Hakk’a gönülden gel sefer kıl der vatan
Hak ile ol halk içinde halvet olsun encümen
Hayrete var kim yakîndir Hakk’a ol yol ey gönül
Bahr-i aşka dal deminden dembedem dol ey gönül
Çekme gam ger halk-ı âlem olsalar düşmen sana
Cümleden erham hem eşfak dost imiş Rahman sana
Her ne gelse hoş gelur Hakk’tan gelur mihmân sana
Gelse aşkın derdi mesrur ol odur derman sana
Hayrete var kim yakîndir Hakk’a ol yol ey gönül
Bahr-i aşka dal deminden dembedem dol ey gönül
Bahr-i aşka dal suya düşmüş meder misli hemîn
Ol nefs bahrında mahv ol kalmasun hiç ol emîn
Âlem ü âdem kamu çün nefs-i vâhiddir yakîn
Cümleyi kendin görürsün söyleme asla sakın
Hayrete var kim yakîndir Hakk’a ol yol ey gönül
Bahr-i aşka dal deminden dembedem dol ey gönül
Her neye baksan anı bil kendi cüz’ün fil-misâl
Kesret-i sûretde kalma vahdet-i ma’nâya dal
Mest olub vahdet meyinden zevk idûb ol ehl-i hâl
Arif ol fakr u fenadan hoş beka bul anda kal
Hayrete var kim yakîndir Hakk’a ol yol ey gönül
Bahr-i aşka dal deminden dembedem dol ey gönül
Hakkı Hakk’ı canda bul çün mevc ile yemdir nihân
Hak sana sırr-ı mâiyyetle muindir her zaman
Ol sana senden yakîndir sen ırâğ olma hemân
Ayn-i beytullah iken dil dolmasun gayri gümân
Hayrete var kim yakîndir Hakk’a ol yol ey gönül
Bahr-i aşka dal deminden dembedem dol ey gönül
Erzurumlu İbrahim Hakkı kuddise sırruhu’l-azîz
Dost dost diye nicesine sarıldım
Benim sâdık yârim kara topraktır
Beyhude dolandım boşa yoruldum
Benim sâdık yârim kara topraktır
Nice güzellere bağlandım kaldım
Ne bir vefa gördüm ne fayda buldum
Her türlü isteğim topraktan aldım
Benim sâdık yârim kara topraktır
Koyun verdi kuzu verdi süt verdi
Yemek verdi ekmek verdi et verdi
Kazma ile döğmeyince kıt verdi
Benim sâdık yârim kara topraktır
Âdemden bu deme neslim getirdi
Bana türlü türlü meyve yedirdi
Her gün beni tepesinde götürdü
Benim sâdık yârim kara topraktır
Karnın yardım kazmayman belinen
Yüzün yırttım tırnağınan elinen
Yine beni karşıladı gülünen
Benim sâdık yârim kara topraktır
İşkence yaptıkça bana gülerdi
Bunda yalan yoktur herkes de gördü
Bir çekirdek verdim dört bostan verdi
Benim sâdık yârim kara topraktır
Bütün kusurumu toprak gizliyor
Merhem çalıp yaralarım düzlüyor
Kolun açmış yollarımı gözlüyor
Benim sâdık yârim kara topraktır
Her kim ki, olursa bu sırra mazhar
Dünyaya bırakır ölmez bir eser
Gün gelir Veysel’i bağrına basar
Benim sâdık yârim kara topraktır
Âşık Veysel
Her kaçan anarsam seni
Karârım kalmaz Allah’ım
Senden ayrık gözüm yaşım
Kimseler silmez Allah’ım
Sensin ismi Baki olan
Sensin dillerde okunan
Senin aşkına tutulan
Kendini bilmez Allah’ım
Sen yarattın cism-ü canı
Sen yarattın bu cihanı
Mülk senindir keremkâni
Kimsenin olmaz Allah’ım
Okunur dilde destanın
Açıldı bağ-û bostanın
Senin baktığın gülistanın
Gülleri solmaz Allah’ım
Aşkın bahrine dalmayan
Cânını kurban kılmayan
Senin Cemâlin görmeyen
Meydâna gelmez Allah’ım
Zâr olur âşıkın işi
Durmaz akar gözü yaşı
Senden ayrı düşen kişi
Dîdârın görmez Allah’ım
Âşık Yunus seni ister
Lûtfeyle Cemâlin göster
Cemâlin gören âşıklar
Ebedî ölmez Allah’ım[4]
Yunus Emre kuddise sırruhu’l-azîz
Seyrimde bir şehre vardım
Gördüm sarayı güldür gül
Sultanımın tacı tahtı
Bağı divarı güldür gül
Gül alırlar gül satarlar
Gülden terazi tutarlar
Gülü gül ile tartarlar,
Çarşı pazarı güldür gül
Toprağı güldür taşı gül
Kurusu güldür yaşı gül
Has bahçesinin içlinde
Serv-ü çınarı güldür gül
Gülden değirmeni döner
Anın ile gül öğünür
Akarsuyu döner çarkı,
Bendi pınarı güldür gül
Ak gül ile kırmızı gül
Çift yetişmiş bir bahçede
Bakışırlar hara karşı
Hâr-ı ezhârı güldür gül
Gülden kurulmuş bir çadır
İçinde nimeti hazır
Kapıcısı İlyas Hızır
Nân-ı şarabı güldür gül
Ümmî Sinan gel vasfeyle
Gül ile bülbül derdini
Yine bu garip bülbülün
Âh-u figânı güldür gül
Ümmi Sinan kuddise sırruhu’l-azîz
Sevdim seni ma’budum ah canan diye sevdim
Bir ben değil âlem sana kurbân diye sevdim
Ecram-u felek levh-u kalem mest-i nigâhın
Dîdârına âşık ulu Yezdan diye sevdim
Mahşerde nebiler bile senden medet ister
Gül yüzlü melekler sana hayran diye sevdim
Aşkınla buhurdan gibi tütmede bu kalbim
Sensiz bana cennet bile hicran diye sevdim
Tâ arşa çıkar her gece âşıkların ahi
Asilere lütfün yüce ferman diye sevdim
Doğ kalbime bir lâhzacık ey nûr-u Dilâra
Sevdanı gönül derdine derman diye sevdim
Bülbül de senin bağrı yanık âşık-ı zarın
Feryadı bütün âteş-i sûzan diye sevdim
Huriler ezelden beri şeyda-yi cemâlin
Yanmıştı sana Yusuf-u Ken’an diye sevdim
Evlâd-ı îyalden geçerek Ravza’na geldim
Evsafını methetmede Kur’an diye sevdim
Kıtmir’inim ey Şâh-ı Resul kovma kapından
Âlemlere rahmet dedi Rahman diye sevdim
Şeyda kuluna eyle nazar merhametinle
Bir lâhza nazar en büyük ihsan diye sevdim[5]
Hasan Basri Çantay Kuddise Sırruhu’l-Azîz
Her kimin çeşmi dür ü peymâne Leylâya düşer
Kûhı ser-geşte gezer yâdıma peymâne düşer
Mey-i peymâne-i Leylâdan içen bâde-perest
Aklını bâda virür câdde-i rüsvâye düşer
Meyl-i dâr eylemez ol mail-i peymâne-i ‘aşk
Bâde-i Türkî çeküp bâdiye peymâne düşer
Kâmil-i mihr olur elbette bulur feyz-i cemâl
Alem-i aşkda kim hâle-i bir âya düşer
Teni peykân evidir ben gibi kimin sinesin
Dü kemen-dâr ü dü sad tîr iki yaya düşer
Bakma hây-hûyma miskinlere zAhmed virenin
Uma göz nazar it gör ki, ne hûy haya düşer
Âferîn mu’cize-i la’l-i dil-ârâsma kim
Söyleye bir kez eğer nükteli bin âye düşer
Bahmaz üftâde-i nâzma yine nâz eyler
Acaba vechi ne kim beyle istiğnaya düşer
Arturur zevkimi ey Mîr Nigârî her gün
Beni gördükde ki, ol şûh sitihzâye düşer
Seyyid Nigârî kuddise sırruhu’l-azîz
Âh bi-hâli ve hayâlâtihî
Âh bi-ayni ve işârâtihî
Âh bi-vechi ve alâmâtihî
Âh bi-la’li ve makâlâtihî
Âh bi-zülfi ve mülâkâtihî
Âh bi-hâli ve makâmâtihî
Âh mine’l-aşkı ve hâlâtihî
Ahraka kalbî bi-harârâtihî [6]
Seyyid Nigârî kuddise sırruhu’l-azîz
6- EFENDİ HAZRETLERİNİN SEVDİĞİ HİKÂYELERDEN BİR DEMET [7]
1-Bir tacirin bir papağanı vardı. Bir gün tüccar Hindistan’a gitmek için yol hazırlığına başladı. Kölelerinin, cariyelerinin her birine ayrı ayrı:
“Hindistan’dan ne getireyim ne istersin?” diye sordu.
Her biri ayrı bir şey istedi. Tüccar papağanına da sordu:
“Ey güzel kuşum, sana ne getireyim Sen Hindistan’dan ne istersin?” dedi.
Papağan:
“Oradaki papağanları görünce hâlimi anlat ve de ki, falan papağan benim mahpusumdur, ben onu kafeste besliyorum. Size selâm söyledi. Ben gurbet ellerde kafeslerde sizin hasretinizle can vereyim, siz serbestçe ağaçlıklarda kayalıklarda dolaşın bu reva mıdır? Hiç değilse bir seher vakti ben garibi de hatırlayın ki, ben de birazcık mutlu olayım, dedi,” de. Başka da bir şey istemem” dedi.
Günler geceler boyu yol gitti, nihayet Hindistan’a vardı. Giderken birkaç papağan gördü kayalıklara konmuş, bekliyorlardı, atını durdurup seslendi:
“Ben falan memlekette filan kişiyim, ticaret yapmak için buralara geldim. Benim bir papağanım var size selâm söyledi ve böyle böyle dememi istedi” dedi.
Tüccar sözlerini bitirir bitirmez, o papağanlardan birisi titredi, nefesi kesildi düşüp öldü.
Tüccar bu haberi verdiğinden dolayı bin pişman oldu.
“Ne yaptım, bu zavallı kuşun ölümüne sebep oldum. Galiba bu benim kuşumun bir yakını, candan seveni olsa gerek” diye düşündü.
Aradan bir hayli zaman geçti, tüccar alışverişini bitirip memleketine döndü. Herkesin istediğini bir bir verdi.
Kuş kafesinde tüccara sordu:
“Benim istediğim nerede. Hem cinslerimi, papağanları gördün mü, ne söyledin, ne gördünse bana anlat, beni de mutlu et” dedi.
Tüccar:
“Sevgili kuşum kusura bakma, fakat söylemesem daha iyi olacak sanıyorum, çünkü hâlâ o saçma sapan haberi götürerek yaptığım akılsızlığa ve cahilliğe yanmaktayım, onun için anlatmasam daha iyi” dedi.
Papağan ısrar etti; bunun üzerine tüccar istemeye istemeye olanları anlattı:
“Tarif ettiğin yere varıp dostların olan papağanları görünce senin söylediklerini ve selâmını “söyledim içlerinden biri buna dayanamadı üzüldü titredi ve hareketsiz kaldı, ödü patladı dayanamadı öldü gitti” dedi. Bunu görünce çok pişman oldum, fakat nafile bir kere söylemiş bulundum” dedi. Tüccarın sözlerini duyan papağan kafesin içinde titredi, hareketsiz kaldı ve biraz sonra düşüp öldü.
Tüccar bunu görünce aklı başından gitti, ağlayıp sızlamaya başladı, külahını yere vurdu.
“Ey güzel sesli kuşum, sana ne oldu neden bu hâle geldin, ben ne yaptım başıma ne işler açtım” diye dövündü. Sonunda ölü papağanı, kafesten çıkarıp pencerenin kenarına getirdi, getirir getirmez papağan hemen canlanıp uçtu, bir ağacın en yüksek dalına kondu. Tüccar buna şaşıp kaldı.
“Ey güzel kuş, bu ne iştir, bu ne haldir, bana anlat, bu hileyi nasıl öğrendin de beni kandırdın” dedi. Papağan konduğu yerden seslendi:
“Sevgili Efendim, o Hindistan’da gördüğün papağan benim selâmımı alınca düşüp ölmüş gibi yaparak bana bu haberi gönderdi. “Eğer kurtulmak istiyorsan öl!” dedi. Ben de gördüğün gibi onun dediğini yaparak hapisten kurtuldum. Kısaca öldüm kurtuldum kafeslerde tutulmaktan” dedi.[8]
2- Cömertliğiyle tanınmış bir şeyh vardı. Bu yüzden bir türlü borçtan kurtulmazdı. Şeyh yıllarca bulduğunu dağıttı, bundan dolayı da borcu arttıkça arttı, nihayet dört yüz dinara yükseldi.
Bir gün şeyh hastalandı öleceğini anlayan alacaklıları başına toplandılar. Şeyhe kötü kötü bakıyor, onun hakkında fena fena şeyler düşünüyorlardı.
O sırada helva satan bir çocuk, sokaktan geçiyordu. Şeyh hizmetçisine:
“Git şu çocuktan helvanın tamamını satın al da, bu alacaklılar yesin, hiç olmazsa bir süre gönülleri hoş olsun” dedi.
Hizmetçi çıkıp helvacı çocuğu çağırdı, helvayı yarım dinara satın aldı, getirip şeyhin borçlularına ikram etti. Borçlular helvayı yiyip bitirdiler. Helvacı çocuk boş tepsiyi eline aldı ve ücretini istedi. Ölmek üzere olan Şeyh:
“Ben zavallı ve ölmek üzere olan bir adamım, bende para ne arar” dedi.
Bunu duyan helvacı çocuk, ağlayıp inlemeye, feryada başladı. Alacaklıların buna iyice canları sıkıldı, ileri geri söylenmeye başladılar. Çocuk da, ikindi vaktine kadar ağlayıp durdu. Şeyh, bu sırada gözlerini yummuş çocuğa hiç bakmıyordu.
İkindi vaktinde bir hizmetçi elinde bir tabakla içeriye girdi, tabağı şeyhin önüne bıraktı. Şeyh, hizmetçiye tabağı alacaklılarına vermesini söyledi. Hizmetçi, tabağı alacaklıların önüne koydu. Tabağın örtüsünü açtıklarında herkes hayretler içinde kaldı. Çünkü tabakta ‘Şeyhin borcu olan dört yüz dinar’ vardı. Tabağın bir kenarında da, kâğıda sarılı yarım dinar vardı. O yarım dinar da helvacı çocuğun parasıydı.
Bu duruma şaşıran alacaklılar, utandılar şeyh hakkındaki kötü sözlerine ve yanlış zanlarından dolayı pişman oldular. Şeyhin ellerine sarıldılar:
“Ey ulu kişi bu işin sırrı, hikmeti nedir anlat bize” dediler.
Bunun üzerine Şeyh:
“Ey insanlar bunun sırrı şudur. Ben bunu Allah Teâlâ’dan diledim. Allah Teâlâ bana doğru yolu gösterdi. O paranın gelmesi çocuğun ağlamasına bağlıydı. Helvacı çocuk ağlamasaydı, rahmet denizi coşmazdı,” dedi.[9]
3- Gül kokusundan iriyarı bir adam bir gün, güzel koku satanların pazarına gelince aklı başından gitti, yere yıkılıp bayıldı, yol ortasına bir ölü gibi yığıldı kaldı. Bunu gören halk başına üşüştü.
Başına toplananlardan kimi, kalbini yokluyor, kimi yüzüne gülsuyu döküp duruyordu.
Bilmiyorlardı ki, adamcağız gül kokusundan bayılmış.
Kimi bileklerini, başını ovuyor, kimi ödağacına şeker karıştırarak tütsü yapıyor, bir başkası elbiselerini çıkarıp üstünü hafifletiyordu.
Birisi nabzını yokluyor, öbürü ağzını kokluyor, ‘şarap mı içti, esrar mı çekti, afyon mu yuttu’ diye anlamaya çalışıyordu.
Bir türlü adamın neden bayıldığını anlamayan halk şaşıp kaldı.
Son çare olarak, akrabalarına haber vermeye karar verdiler. O bayılan kişinin akıllı ve anlayışlı bir kardeşi vardı. Bu haberi alır almaz, yanına biraz köpek pisliği alarak koşup geldi. Çünkü kardeşi, köpek bakıcısıydı köpek pisliği kokusuna alışmıştı. Gül kokusu alınca, bu yüzden bayılmıştı. Kardeşinin yanına varınca, o akıllı kişi, kimse anlamasın diye, önce halkı dağıttı, sonra ağzını kulağına götürerek okuyormuş gibi yaptı, bu arada gizlice köpek pisliğini burnuna götürerek koklattı, koklatır koklatmaz, adam ayılarak kendine gelmeye başladı.
Halk şaşırdı:
“Bu ne büyük bir efsun bir sihir,” dediler.[10]
4- Bir gün Mecnun, Leylâ’nın köyüne varmak için bir deveye bindi, yol almaya başladı, bütün derdi bir an önce, Leylâ’nın köyüne ulaşmaktı. Mecnun’un derdi buydu, fakat devenin de derdi başkaydı. O da geride, ayrıldığı yerde kalan yavrusunu düşünüyor ve ona kavuşmak istiyordu.
Mecnun kendindeyken, deveyi Leylâ’nın köyüne doğru sürüyordu. Fakat birazcık dalınca deve geri dönüyor, yavrularına doğru koşuyordu. Mecnun kendisine gelince biraz önce geldikleri yerden fersahlarca geriye gittiğini görüyordu. Mecnunla, devesi böyle tam üç gün boyunca yol aldılar. En nihayetinde Mecnun, bu işin böyle sürüp gidemeyeceğini anladı deveden indi:
“A devecik, ikimiz de aşığız, fakat gideceğimiz yerler birbirine zıt onun için seninle arkadaşlık edemeyiz, eğer bu beraberliği sürdürecek olursak, hiçbir zaman hedefe ulaşamayız,” deyip deveyi serbest bıraktı.(Kesti)[11]
5- Bir derviş Ebü’l-Hasen-i Harakâni kuddise sırruhu’l-azîzin şöhretini duyarak, onu görmek için Talkan şehrinden yola çıktı. Günler geceler boyu yürüyerek, dağları aştı, ovaları geçti, nihayet şeyhin bulunduğu şehre vararak evini sordu. Evi bulunca, saygıyla kapıyı çaldı. Şeyhin karısı kapıdan başını çıkardı:
“Ne istiyorsun?” dedi. Derviş:
“O Allah Teâlâ dostu olan insanı ziyaret için, Talkan şehrinden geliyorum,” diye cevap verdi.
Bunu duyan kadın, kahkahalarla güldü:
“Şu koca sakalına bak, hiç düşünmeden yaptığın işe, katlandığın bunca zAhmede bak. Be adam, senin başka işin gücün yok muydu da, yollara düşüp bunca zamanını beyhude yere harcadın. Bir ahmağı görmek için, bu kadar zAhmede değer mi?” diye başlayarak şeyh hakkında daha nice kötü sözler söyledi, hakaretler etti. Derviş bütün bunları sabırla dinledi sonunda:
“Bütün bu söylediklerine rağmen o yüce insan nerede bana söyle” diyerek gözyaşları döktü. Bunun üzerine:
Kadın daha birçok sözler söyleyerek, birçok hakaretlerde bulundu.
Derviş bu yolla, şeyhin yerini öğrenemeyeceğini anlayınca, oradan ayrıldı. Yeniden sorup soruşturmaya başladı. Sonunda şeyhin ormana gittiğini öğrenerek, onun peşinden ormanın yolunu tuttu. Derviş hem yürüyor hem de:
“Böyle yüce bir insan nasıl oluyor da, böylesine kötü huylu yılan dilli, küfürbaz bir kadını evinde tutuyor” diye düşünüyordu.
Derviş bu düşüncelerle yol alırken, şeyhin kükremekte olan bir aslana binmiş olarak geldiğini gördü:
Aslanın sırtında bir yük odun vardı, Şeyh de odunların üstüne binmişti. Elindeki kamçısı da koca bir yılandı.
Şeyh, dervişin yanına gelince gönlündeki düşünceleri bir bir okudu, sonra ona şöyle dedi:
“Ben o huysuz kadına tahammül ederek yükünü çektiğim için, bu aslan da hiç itiraz etmeden benim yükümü çekiyor” dedi.[12]
6-Bir memleket varmış içlerinden münasip birini, yedi sene süreyle hükümdar yaparlarmış. Yedi sene sonra o adamı vahşi ıssız bir adaya götürüp bıraktıktan sonra, bir yenisini hükümdar yaparlarmış. Bu suretle yeni hükümdar tayini için münasip gördükleri birine;
“Sen bize hükümdar olur musun?” teklifte bulunmaları üzerine;
“Peki, ben hükümdar olursam, her dediğimi; yapacak mısınız”sorusuna,
“Elbette yaparız Efendim” demişler.
Adam hükümdar olduktan sonra, vazifesi süresinin bitiminde götürülüp bırakılacağı vahşi ve ıssız adaya ustalar gönderip saraylar, bağlar, bahçeler, yaptırdıktan sonra hizmetçiler ve cariyeler gönderip orayı mamur hale getirmiştir. Yedi yılın sonunda kayığa bindirip götürdükleri hükümdarı oradakiler karşılamış ve oranın hükümdarı olmuştur.
İnsanın ömrünün bitiminde gideceği yer bellidir. Marifet bu dünyada iken, gideceği o yeri imar etmektir.
7-İşittim ki, bir pir, sabaha kadar ibadetle meşgul olduktan sonra, seher vakti elini kaldırıp Cenabı Hakk’tan hacet dilemiş.
Pîrin kulağına:
“Dilediğin olamaz. Bu kapıda senin duan makbul değildir. Var, başının çaresine bak. Fakat ruhunda izzeti nefis yok ise, yalvar, dur.” diye hatiften bir ses gelmiş.
Pîr, hatifin sözüyle ibadetinden kalmamış; ikinci geceyi de yine zikr ve ibadet ile geçirmiş.
Müfritlerinden (aşırılık gösteren) birisi pîrin haline vâkıf olunca ona:
“Gördün ki, dilediğin şey olmayacaktır. Beyhude yere dua edip durma!” demiş.
Pîr, hasretle gözlerinden yakut renkli yaşlar akıtarak:
“A-çocuğum, eğer bu kapıdan daha iyi bir kapı görseydim, buradan umudumu keserek o kapıya giderdim. O benden dizginini çevirmekle zannetme ki, ben onun terkisinden çekerim. Dilenci, bir kapıdan mahrum dönebilir; fakat başka bir kapı daha varsa meraklanmaz, öteki kapıya gider. Hatiften işittim ki, bu mahalleye yol yokmuş. Yani bu maksadım hâsıl olmayacakmış. Fakat ne yapayım ki, başka bir mülke yol yoktur.” diye cevap vermiş.
Pîr bu sözü söyledikten sonra, bütün hulûs ve teslimiyetiyle secdeye varmış. O sırada canının kulağına hatiften şu nida gelmiş:
“Bize lâyık hüneri yoksa da, kabul ettik. Çünkü bizden başka sığınacak bir şey tanımıyor.” [13]
Efendi Hazretleri bunu misal vererek buyururdu ki;
“Gardaşlarım, biz kulluğumuzu bilelim.”[14]
8- Şeyh Senân-î isimli bir şeyhi Rum diyarına davet etmişler.
“Davete icabet sünnettir gidelim” demiş. Sekiz-on ihvanı ile yola çıkmışlar, Kayseri’ye gelmişler. Şeyh Senan, pencerede bir Rum kızı görüp âşık olmuş. Şeyhin gözü, Rum kızından başka bir şey görmez olmuş. Durumu anlayan kız da şart koşmuştur.
“Benim dinime gireceksin, beline zünnâr kuşanacaksın, başına keşiş kalpağı koyacaksın, domuzlarımı da güdeceksin ki, beni görebilesin.” Şeyhte şartları kabul etmiş. Bunun üzerine arkadaşları şeyh gâvur oldu diyip bırakıp gitmişler.
Uzaktan bir ihvan,ı şeyhini ziyarete gelir ve şeyhini sorar. Derler ki;
“Şeyh dinini değiştirdi, şimdi domuz güdüyor.” Uzaktan gelen o ihvan der ki;
“Siz de hiç vefa yok mu? Nasıl bırakırsınız. Ben de şeyhimin yanına gidiyorum. Benimle gelen varsa gelsin.” Bunun üzerine Kayseri’ye gelirler. Gündüz oruç tutup geceleri namaz kılarak dua ederler.
Uzaktan gelen ihvan rüyasında Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi görür. Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem;
“Şeyhinizle aranıza perde girmişti” buyurur ve perdeyi kaldırırlar. O anda da şeyh kendisine gelip hatasını anlar. İhvanlar şeyhlerini hamama götürüp yıkayarak guslettirip memleketlerine dönerler. Yolda arkalarına bakarlar ki, bir atlı geliyor. Yanlarına gelince Rum kızı olduğunu anlarlar.
Hikâyeden sonra Efendi Hazretleri buyurdular ki,
“Şeyh Senân-i ruh, Rum kızı ise, nefistir. Ruh nefse âşık olmuş. İnsan nefsin sözünü tutarsa, nefis dininden döndürür, domuz da güttürür. Nefsin sözüne gitmezsen, Rum kızı gibi nefis, ruhun yani senin peşinden gelir.
Gardaşlarım! Onun için nefsini bilen Allah Teâlâ’yı bilir. Nefsini bilmeyen, Allah Teâlâ’yı bilmez. O sebeble biz, nefsimizden korkarız.”
9- “Gardaşlarım! Her şeyin başı sabırdır, sonu da sabırdır. Allah Teâlâ’nın bir ismi de sabırdır.”
Adamın biri evlendikten sonra, ilminin olmayışından rahatsız olmaya başlamış. İlim tahsili için evinden çıkmış muhtelif yerlerde 15–20 sene kadar ilim tahsili yapmış. Evine dönerken yolu üzerindeki bir veliye uğramış. Veli;
“Oğlum nereden gelip nereye gidersin” diye sormuş. Mollada;
“İlim tahsil ettim memleketime dönüyorum” demiş. Veli de;
“Ya öyle mi, peki ilmin başı nedir?” diye sorunca molla bir cevap verememiş. Velide buyurmuş ki,
“ 3 sene bana hizmet edersen sana ilmin başını öğretirim” demiş. Adamın bunu kabulü sonucu bu veliye 3 sene hizmet etmiş. Lakin veli ona hep sabır gerektiren hizmetler yaptırmış. 3 senenin bitiminde izin isteyerek evine döneceğini ve kendisine ilmin başının ne olduğunu söylemesi istemesi üzerine;
“Oğlum ben sana 3 senedir sabrı öğretecek hizmetler yaptırdım. Daha öğrenemedin mi? Her şeyin olduğu gibi ilmin başı da sabırdır.” Buyurmuş.
Adam oradan ayrılırken kendi kendine;
“Canım sabrı biz de biliyorduk” der ve yoluna devamla akşam geç vakitlerde evine gelir. Pencereden ışık görünce,
“Bir bakayım” deyip, pencereden baktığında, hanımının oturduğunu, genç bir delikanlının da onun boynuna sarılmış olduğunu görünce öfkelenip ikisini de vurmaya karar vermiş. Ancak velinin kendisine söylediği sabır aklına gelince seslenmeye karar verir. Hanımına seslenince, kadının;
“Oğlum, bu babanın sesi, koş kapıyı aç” demesi üzerine, adam gurbete giderken hamile bıraktığı hanımının bir erkek çocuk doğurduğunu ve bu yaşa geldiğini anlamış
“ 3 sene hizmet ettikse de, hanımı ve oğlumuzu yeniden kazanmış olduk ve katil olmaktan kurtulduk” “demek ki, her şeyin başı sabırdır.”
10- İbrahim Edhem kuddise sırruhu’l-azîz dedesinden sonra, Belh şehrine hükümdar olur. Bir gün yatarken, sarayın damından bir ses gelince İbrahim Edhem kuddise sırruhu’l-azîz seslenir;
“Kimdir o? Damda ne arıyorsun” Damdaki adam der ki;
“Devemi yitirdim, devemi arıyorum” İbrahim Edhem kuddise sırruhu’l-azîz buyurur ki;
“Damda deve aranır mı?” Damdaki adam da der ki;
“Ya kuş tüyü yatakta, Allah Teâlâ aranır mı?”
İbrahim Edhem kuddise sırruhu’l-azîz ertesi gün ava çıkar. Bir geyiğin peşine düşer. Bir müddet kovalamadan sonra geyik dile gelir ve hükümdara dönüp,
“Sen beni avlamak için mi yaratıldın” diyor. Bunun üzerine İbrahim Edhem kuddise sırruhu’l-azîz kendinden geçer. Kendine geldiğinde bu işin ilahi bir iş olduğunu anlayıp, elbiselerini değiştiriyor, tacını, tahtın ve sarayını terk edip Mekke’ye geliyor. Orada bir şeyhe intisap ediyor.
Efendi Hazretleri buyurur ki;
“Gardaşlarım! Eğer İbrahim Edhem bizim zamanımızda olsaydı, biz ona tacını ve tahtını verirdik”
11-Bâyezîd-ı Bestâmî kuddise sırruhu’l-azîz Hazretleri zamanında ümmi bir demirci varmış. Her namazın sonunda dua ederken dermiş ki;
“Ya Rabbi! Yarın ruz-i mahşerde benim bedenimi o kadar büyük yap ki, bütün cehennemi doldursun, herkesin yerine ben yanayım”
Rabb-ul Âlemin hoşuna giden bu dua sebebi ile demirciye Gavs-ı âzamlık makamı verilmiştir. Bâyezîd-i Bestâmî kuddise sırruhu’l-azîz Hazretleri, Gavs-ı âzamın kim olduğunu merak edip ve demirci olan bu kişinin makamı nasıl kazandığını anlamak için demirciyi görmeye gelir.
Bir miktar sohbetten sonra ayrılırken demirciye, “bize himmet buyur” demesi üzerine, demirci de;
“Aman Efendim, estağfurullah biz kimiz ki, size himmet edelim” deyince, Bestâmî kuddise sırruhu’l-azîz Hazretleri buyurur ki;
“Sonra yine görüşürüz” der ve ayrılır. Kısa zaman içerisinde Allah Teâlâ’nın lütfü ile o ümmi demirci, Allâme-i cihan olur.
“Gardaşlarım! Allah Teâlâ’nın ne zaman kime ne vereceği belli olmaz, yeter ki, sizler Allah Teâlâ’nın hoşnut olacağı işler yapasınız”
12-Mecnun bir köpeği okşamakta, öpmekte, önünde yanıp erimekteydi.
Etrafında eğilip bükülerek, onu ululayıp ağırlayarak dönüp dolaşıyor, ona şeker şerbeti veriyordu. Biri dedi ki;
“Mecnun, bu yapıp durduğun şey ne delilik, ne sersemlik,
Köpeğin ağzı, daima pis şeyleri yer. Ardını bile diliyle temizler.”
Köpeğin ayıplarını bir hayli saydı döktü. Mecnûn dedi ki;
“Sen, baştanbaşa suretten, cisimden ibaretsin. Gel de benim gözümle bir bak. Bu köpek, Leylâ’nın mahallesinin bekçisi.”
“Gardaşlarım! Görünüşe aldanmamak gerekir.”
13- Lokman Hekim oğluna derki;
“Oğlum var git merkebi al getir, sana vasiyet edeceğim.”
Lokman hekimin oğlu da gider, merkebi getirir. Oğul, baba, eşek beraberlerinde yola revan olurlar. Biraz sonra bir köye yaklaşırlar, Lokman Hekim oğluna;
“Oğlum gel, bin merkebe” der ve oğlunu merkebe bindirir. Lokman Hekim, merkebin yularından çekerek köyü geçerler. Bu durumu gören köylüler derler ki, “şu adama bakın, çocuğu merkebe bindirmiş, kendisi de, merkebin önünden çekiyor.” İkinci bir köye giderler, bu seferde Lokman Hekim, biner merkebe. İkinci köyden geçerken köylüler bu sefer de derler ki; “Şuna bakın, koskoca adam merkebe kendisi binmiş, çocuğu merkebin önünden yürütüyor.” Üçüncü bir köye yanaşırlar, bu seferde Lokman Hekim oğlu ile birlikte merkebe binerler, üçüncü köyden geçerlerken köylüler derler ki; “Şu utanmazlara bakın, ikisi birden merkebe binmişler.” Lokman Hekim oğluna demiştir ki;
“Oğlum! Gör bu âlemin halini, sana vasiyetim; çok sert olma ki, seni ağızdan atarlar, çok da yumuşak olma ki, seni yutarlar. Hadi bu kadar vasiyet sana yeter.”[15]
(Bu hikâye Nasreddin Hoca kuddise sırruhu’l-azîz içinde anlatılır.)
14- Hz. Musa aleyhisselâma bir kerre izzet-i hitab geldi:
“Ya Musa! Bir acaib şey görmek ister misin? İlâhî sırlarımı müşahede edesin? Haydi, git, filan dört yol ağzında, büyük bir çeşme vardır, oralarda bir yerde dur. Sana bir ibret göstereceğim.” [16]
Hz. Musa aleyhisselâm gitti. O yeri buldu. Çeşme etrafında bulunan bir ağaç arkasında durdu. Bir hayli zaman bekledi. Neden sonra baktı ki, karşıdan bir atlı, bir süvari geliyor. Bu zât doğru çeşme başına geldi atından indi. Pek fazla hararet basmış ve haddinden fazla susamıştı. Çeşmeden su içti. Kuşağını ve belindeki kemerini bir tarafa koyarak çeşmenin arkasına doğru gitti. İhtiyacını gördü, ne yaptı ise, yaptı. Sonra geldi, kuşağını aldı. Her nasılsa kemerini unuttu. Atına binip giderken, Hz. Musa aleyhisselâmı görmedi. O bir ağacın altına oturmuş, kemâli dikkatle bu ahvâli takip ediyordu. Çünkü merak etmişti. Bakalım, acaba ne olacak? Aradan biraz zaman geçti. Onbeş yaşlarında bir çocuk geldi, baktı ki, orada bir kemer durmaktadır. Aldı, beline sardı, gitti. Hz. Musa aleyhisselâm onu da gördü.
Aradan bir müddet daha geçti. Bir â’mâ geldi. İki gözü de kör, hiçbir şey görmeyen bir kişi. Bîçâre bir zavallı. Tutuna tutuna çeşmeye gitti, bir abdest aldı. Çeşmenin bir kenarına çekildi. Kıbleyi tahmin etti. Namaz kıldı. Amâ tam selâm, verip de kalkacağı bir sırada, Hz. Musa aleyhisselâm baktı ki, karşıdan o atlı geliyor. Atını mahmuzlayıp bütün hızı ile sürüyordu. Nihayet geldi. Büyük bir telâşla baktı ki, çeşme üzerinde kemeri yok. Yolda hatırına gelmiş. Malını almak üzere dönmüştü. A’mâ ya yapıştı ve ona:
“Burada benim kemerim vardı,” dedi.
Amâ da:
“Ne diyorsun?”
“Evet, onu sen aldın,” ver.
“Aman oğlum! Ben a’mâyım, ne görecek gözüm vardır, ne de alacak kudretim. Ben şimdi geldim, abdest aldım, namaz kıldım. Benim öyle şeyden haberim yoktur,” dedi. Yine o:
“Yok yok... Onu mutlaka sen aldın. Şimdi ya kemeri verirsin, ya da kime verdinse söylersin yahut seni burada helak ederim.”
“Aman, etme, eyleme. Ne yapıyorsun, ne diyorsun?”
Bütün sözler hiç kâr etmedi. Herif amâya tokadı yerleştirdi. O da kendisini korumak için, sopasını siper ittihaz edecek oldu. Adam daha fazla köpürdü. Pat... put... Zâten amânın kudret ve mecali yoktu. Düşüp orada ölmedi mi? Bunun üzerine atlı da oradan çekilip gitti.
Hz. Musa aleyhisselâm olup bitenleri, baştan sona kadar seyrediyordu. Sonra;
“Ya Rabbi! Ben ibret görmeye geldim, ama hayrette kaldım. Bu nasıl şeydir? Adâlet-i ilâhiyene muvafık gelmiyor...”
Cenâb-ı Hakk da;
“Şimdi anlarsın, Ya Musa!” diye buyurdu.
Kullar bilmezler. İnsanlar esrâr-ı ilâhîyeye vâkıf değiller. Gayba karşı uyanık olamazlar ki, esrâr-ı ilâhîyeden haberdar olsunlar. Fakat şimdi vakıanın hakikâti beyan olunca, bunun da adalet olduğunu anlarsın. Hani o atlı geldi, kemeri orada bıraktı, sonra da bir çocuk geldi, kemeri aldı... İşte o çocuğun babasının o atlıda alacağı vardı, hizmetinde bulunmuştu. Hakkı kalmıştı. Sonra öldü ve alacağı unutuldu. Fakat Allah Teâlâ unutmadı. İşte bugün o çocuk babasının hakkını aldı. O para babasından kalma bir haktır.
“Peki, ya a’mânın suçu neydi?”
“Onu şimdi böyle salih görürsün değil mi? Elinde tesbih, dilinde zikir, başında sarık... İnsan olsa olsa bu kadar zahid olur. Zahiren böyle olan şu halin hakikâti müthiştir. Bu senin salih zannettiğin O a’mâ vaktiyle o atlının babasını öldürmüştü. Sonra kaçtı, saklandı. Aradılar, bulamadılar. Daha sonra ise, bir kazaya uğradı. Hayli zaman böyle süründü. Zelil ve miskin cezasını çekti. Nihayet maktulün evlâdı olan o atlı kimse, bu a’mâyı öldürdü. Babasının kısasını aldı. Adalet yerini buldu. Vakıa o babasının katili, bu olduğunu bilmiyordu.
Hüküm böyledir, zaman geçer, fakat hak geçmez. Sonuçta Allah Teâlâ adaletini gösterdi.
Adalet olmasa, insanlar birbirlerini yerler. Adâlet, mutlaka yerini bulur. Ama er ama geç...
Mutlaka Hak kulundan intikamı yine kul ile alır
Bilmeyen ilm-i ledünnü, kul yaptı sanır.
15- Sanat ehli iki kişi, zamanın padişahının huzuruna geldiler ve dediler ki;
“Bizler, usta nakkaşlarız. Güzel saraylar, lâtif evler nakşederiz. Âlemde bizim benzerimiz yoktur.”
Padişah, onlara bir saray gösterdi:
“Bu sarayın duvarlarında sanatınızı gösteriniz ki, gerçek olup olmadığınız anlaşılsın,” dedi.
Onlar da razı oldular. Sarayın bir duvarını biri ve öbür duvarını diğeri ele aldı. İki duvarın arasına perde astılar ki, biri diğerinin sanatını görmesin ve herkesin kendi eseri meydana çıksın.
Bu iki sanatkârdan biri, Rûmi (Anadolu halkından)ve diğeri Çin vilâyetinden idiler. Rûmi olan usta, ele aldığı duvarın üzerine öyle nakışlar yaptı ki, görenlerin akılları başlarından gider, hayran olur kalırlar. Çin ahalisinden olan diğer usta da, kendi payına düşen duvara yalnız cila vurdu ve başka bir şey yapmadı. Her ikisi de, belirli zamanda işlerini bitirdiler. Padişaha haber verildi, geldi ve gördü ki, duvarın birisi misli ve benzeri görülmemiş şekilde nakışlanmış. Diğerine baktı, onda ise, hiç nakış işlenmemişti amma, gayet parlak cilâlanmıştı, ayna gibi pırıl pırıl olmuştu. Bu ikinci ustaya, padişah sordu:
“Hani senin sanatın bu mudur ki, bu duvara yalnız cila vurmuş ve pırıl pırıl parlatmışsın?”
Çinli usta cevap verdi:
“Padişahım! Bizim sanatımız ara yerden perde kaldırılınca anlaşılır.”
Padişah emretti, aradan perdeyi kaldırdılar. Kaldırır kaldırmaz da, Anadolu halkından olan ustanın yaptığı o şâhâne nakışlar, karşıya aksetti ve Çinli ustanın cilaladığı duvarda aynı nakışlar, aynı parıltı ve ihtişam ile belirdi.
Padişah, bu sanatı görerek o ustaları iyilikle ve taltif etti ve kendilerine elbiseler giydirdi.
Zahir âlimleri nakkaş gibidir. Bâtın âlimleri de, karşı duvara pırıl pırıl cila vuran usta gibi olan şeyhler, sofiler, zahitler, âbitler ve âşıklardır. Onlar da, gönüllerine cila vurur, parlatır ve ayna haline getirirler. Âlimlere nakışlar vasıtasıyla münkeşif olan ilim; zahitlere, âbitlere, âşıklara ve sofilere, öbür veçhile ve gayet parlak olarak, hakikâtleriyle münkeşif olur. Bu ilme, talim etmekle kimse erişemez.
Şimdi, bundan da anlaşılıyor ki, âlimlerin çalışmalarının, gayretlerinin sonu ve faydası budur. Îmam-ı Gazali rahmetullahi aleyh Hazretleri buyururlar ki;
“Zahir âlimlerinin ilimleri, çalışarak kazanılır. Sofilerin ilimleri ise, keşfidir.”
16- Mevlana’nın yaşadığı dönemlerde şehir dışına gidecek olanlar medreselere uğrayarak âlimlerden müsaade isterler ve öyle giderlerdi.
Konya’da eski hâl, ya da buğday pazarı civarında Yağlıtaş Medresesi vardır. Bu Medresenin Hocasına bir kervancı gelerek İstanbul’a gitmek istediğini söyleyerek izin ister. Hoca düşünceye dalar ve bir süre sonra konuşmaya başlar. “İstanbul dönüşünde kervanın Söğüt yakınlarında soyulacak, gitme,” der. Adam birkaç gün sonra tekrar gelir ve gitmek zorunda olduğunu bir kere daha izin isteği için geldiğini söyler. Hoca bir süre düşündükten sonra
“Gitmen senin için hayırlı değil, kervanın soyulacak” der. Adam çaresiz çıkar gider. Aklına da Mevlana’ya uğramak gelir. Mevlana’nın huzuruna çıkarak İstanbul’a gitmesi gerektiğini ve izin istediğini söyler. Mevlana Hazretleri “gidebilirsin” deyince sevinçle kervanı hazırlar ve yola çıkar. İstanbul’a gider, işlerini yoluna koyar. İstanbul’dan dönerken Söğüt yakınlarında, Yağlıtaş Medresesi’ndeki, Efendinin soyulacaksın dediği yerde konaklar. Gece olunca Kervancı Başı rüyasında eşkıyalar tarafından soyulduğunu görür. Rüya o kadar gerçek gibi görünür ki, kan ter içinde uyanır. Sabahın ilk ışığıyla birlikte korku ile tekrar yola koyulur. Soranlara da rüyasında kervanının soyulduğunu, o yüzden erkenden yola çıktıklarını anlatır. Konya’ya döner dönmez ilk uğradığı yer Yağlıtaş Medresesi olur. Hoca Efendi’ye kervanının soyulmadığını anlatır. Ama Mevlana Hazretlerinden izin aldığını, rüyasında soyulduğunu anlatarak Hoca Efendi’den bu işin aslını öğrenmek ister. Hoca bir müddet sonra Kervancı Başına şunları söyler:
“Senin takdir-i ilâhinde kervanının soyulması vardı, ama öyle bir zattan izin istemişsin ki, O bu hadiseyi rüyanda geçiştirmiş,” der ve ilave eder:
“Biz Mevlâna değiliz ki rüyanda geçiştirebilelim.” [17]
7-BAL TEFSİRİ
Efendi kuddise sırruhu’l-azîz Hazretleri, Bal tefsirini ihvana okutur ve tavsiye ederdi. Çünkü ihvan bal gibi olmalıdır. Tarifi de bu tefsirde yapılmıştır.
بِسْـــمِ اللهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
اَللَّهُمَّ صَلِّ عَلَي مُحَمَّدٍ وَعَلَي آلِ مُحَمَّدٍ كَمَا صَلَّيْتَ عَلَي إِبْرَاهِيمَ وَ عَلَي آلِ إِبْرَاهِيمَ
إِنَّكَ حَمِيدٌ مَجِيدٌ.
Hazreti Ali Kerremâllahü Veche bir gün gazadan hanesine geldiğinde, Hz. Ebûbekir Sıddık radiyallâhü anh, Hz. Ömer Faruk radiyallâhü anh ve Hz. Osman Zinnureyn radiyallâhü anh gelerek Hz. Ali’ye
“Gazan mübarek olsun, Ey Allah Teâlâ’nın Aslanı” dediler. Hz. Fatıma’tüz-Zehra radiyallâhü anha onlara ikrâmen kalaylı bir tas içinde bal getirdi. Balın üzerinde ince bir kıl vardı. Hz. Ebûbekir radiyallâhü anh kılı almak üzere davrandı. Hz. Ömer radiyallâhü anh da kılı aldırmadı ve dedi ki;
—Bizler Hazreti Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin vezirleriyiz. Belki Fatıma’tüz-Zehra radiyallâhü anha bizleri tecrübe için bu kılı koymuştur. Aramızda bu kıl hakkında üçer tevil edelim.”Münasip değil mi?” dedi ve sonra
Hz. Ebûbekir radiyallâhü anh şöyle buyurdular:
Namaz kılanın kalbi nurludur, bu tastan.
Dünya endişesini gönlüne getirmeden namaz kılmak tatlıdır bu baldan
Namazı tadili erkân üzere (sünnetlere dikkat ederek) kılmak incedir, bu kıldan.
Sonra Hz. Ömer El Faruk radiyallâhü anh şöyle buyurdular:
Misafiri seven hane sahibinin kalbi nurludur, bu tastan.
Misafirlere ikram etmek ve gönlünü almak tatlıdır, bu baldan.
Misafirin kalbi incedir, bu kıldan.
Hz. Osman radiyallâhü anh’da şöyle buyurdular.
Âlimlerin kalbi nurludur, bu tastan.
Âlimlerle sohbet etmek ve onları dinlemek tatlıdır, bu baldan.
Kur’an-ı Kerim’e mana vermek incedir, bu kıldan.
Hz Ali Kerremâllahü Vecheh Efendimiz de şöyle bir açıklama da bulundu:
Gazaya giden gazilerin kalbi nurludur, bu tastan.
Cihat edip al kanlara boyanıp kâfirlerle cenk etmek tatlıdır, bu baldan.
Üzerine kul hakkı geçirmeden, haram yemeden hanesine dönmek incedir, bu kıldan.
Sonra Hz. Fatıma radiyallâhü anha validemiz de şöyle buyurdular:
Erkeğini hoşnut eden kadınların kalbi, nurludur bu tastan.
Erine cefa etmeyip güzelce geçinip, kendinden razı etmek tatlıdır, bu baldan.
Kocasının hakkını yerine getirmek incedir, bu kıldan.
Sonra Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemde bu sohbete iştirak ederek şöyle tevil buyurdular:
Benim ümmetimin kalbi, nurludur bu tastan.
Kevser şarabı tatlıdır, bu baldan.
Şeriatımız (benim yolumdan gitmek) incedir, bu kıldan.
Bu sohbete, neşe veren Allah Teâlâ, Cebrail aleyhisselâmı göndererek buyurdu ki;
Senin nübüvvet nurun, nurludur bu tastan.
Yarın kıyamet günü mahşer yerinde ümmetine şefaat etmen, tatlıdır bu baldan.
Sırat köprüsü incedir, bu kıldan.
Bunun üzerine Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem mübarek ellerini kaldırıp:
“Ya Rabbi, bu bal tefsirini okuyana, dinleyene iki yüz nebinin sevabı isterim ve senden dilerim,” diye dua ettiler. Cihar Yar-i Güzin radiyallâhü anhüm Efendilerimiz de “Âmin” dediler.
Cenab-ı Allah Teâlâ’dan şöyle nida geldi:
“Ya Habîbim! Senin ümmetinden her kim bu Bal Tefsirini üzerinde taşır, okur, okutur, yazar, yazdırır ve din kardeşlerine hediye ederse İzzet ve Celalim hakkı için ben de, o kuluma iki yüz nebinin sevabı veririm,” diye buyurdular.
Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem de dedi ki;
“Benim ümmetimden her kim, bu bal tefsirini kendisine evrad edinip üzerinde taşır, her gün okur veya dinlerse ve burada bahsedilen ahlaklarla ahlaklanmaya çalışırsa katiyyen dünya darlığı görmez; fakirlik ve ihtiyaca düşmez; ölürken hüsnü şehadetle ölür; ahirete iman ile gider ve gelecek kaza ve musibetlerden kendisini Cenab-ı Hakk muhafaza eder.”
Bütün enbiya-i mürselin, evliyayı sadıkın, ehli iman, ehli irfan ve ehli aşkın ruhları için, Habîbi Kiram Efendimiz Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin yüzü suyu hürmetine ve Allah Teâlâ rıza-i şerifi için Lillâh il- Fatiha.
Arifler ortasında sofuluk satmayalar
Çün sufiye ihlâs oldu aşka riya katmayalar
Ya gel bildiğinden ayıt yahut bilenlerden işit
Teslimin ucunu tutup hiç sözü uzatmayalar
Mumsuz baldır şeriat tortusuz yağdır hakikât
Dost için balı yağa ne için katmayalar
Kıymetin duyar isen neye değer iş bu dem
Erenlerin manisin bilmeze satmayalar
Miskin Âdem yanıldı uçmakta buğday yedi
İşi Hakk’dan bilenler Şeytan’dan tutmayalar
Şirin hulklar eylegil tatlı sözler söyle gil
Sohbetlerde Yunus’u hergiz unutmayalar.[18]
Yunus Emre kuddise sırruhu’l-azîz
8-SEVDİĞİ YEMEKLER
Efendi Hazretlerinin sevdiği yemekler genellikle Sivas çevresinde herkes tarafından çokça tüketilen ve lüks olmayan yemeklerdir. Bu yemekler ayrıca ihvanın kolayca hazırlayabileceği türden yemekler olması O’nun zühd hayatının nişanesi olmaktadır.
Aşure
Ayranlı çorba
Ciğer kavurma
Dolmalar: Kabak, hıyar, patlıcan, yaprak
Ekmek aşı
Hasuda: Şekerli un bulaması.
Ispanak mıhlaması
İçli köfte
Kelle paça
Kıymalı yumurta
Patetes yemekleri: Haşlama, piyaz, oturtturma vb.
Patlıcanlı güveç
Pideler: Etli, peynirli, ıspanaklı, çökelikli vb.
Subure: Küçük parçalar halinde kesilmiş hamurun suda haşlanarak yoğurt ve üzerine tereyağı dökülerek hazırlanması.
Sulu köfte
Yoğurtlu kabak kızartması
Yumurta piyazı
Yumurtalı çorba: Şehriyeli çorbanın yumurtalısı.
B) HİZMETLERİ
Sivas ve civarında onun himmetiyle bitirilmiş 54 eser tespit edilmiştir.
Efendi Hazretleri bir rivayete göre 105,başkabir rivayete göre 154 eser yapım, vs tamiratına vesile olmuştur.
Sönmez Neşriyat’ın ilk kurucuları arasında bulunmuştur
İstanbul’da eğitim yapan talebelere birçok burs göndermiştir.
1- ULUCAMİİ TAMİRATI
Ulu Camii [19]
Sivas’taki en eski Türk eseri olan Ulu Cami’dir.
Sivas, Tokat, Kayseri ve Malatya’ya yerleşen Danişmendliler’in (1085–1178), Selçuklu geleneğini sürdüren anıtlarından biridir. Yapılış tarihi yakın zamana kadar bilinmiyorken, 1965 yılında, tamir dolayısıyla camide kalan taşlar arasında kitabesi bulunarak Sivas Müzesi’ne konulmuştur. Ulu Cami’nin Sivas müzesinde bulunan kitabesinde Ulu Camii Hicri: 533 Milâdi:1138 Tarihinde yapılmış olduğu görülmektedir.
Kitabe:
Bi imareti hâzel mescid’il-mübareke fi eyyam...
El melik’ül adl’kutb’üd-dünya veddin MELİKŞAH BİN İZZE’D-DİN [20]
El abd’ü ahihi İlâ rahmetullahi... Sene selase ve selâsine ve hamse mi’e (H: 533)[21]
Ulu Camii’nin özellikleri;
54x31m. Boyutlarındaki dikdörtgen planlı camii taş duvarlıdır.İç alanı 1650m² olarak, 50 tane kemerli dikdörtgen planlı yığma ayağa oturmuştur.
Daha önce üzeri toprak örtülü olan camii 1955 yılındaki büyük tamirden sonra sac ile kaplanmıştır. Hali hazırda bakır kaplamalıdır.
İlk durumu korunarak bugüne gelen minaresi, bir yıldırım düşmesi sonucu eğik olup, minare üzerinde yıldırımın izi bariz bir şekilde görülebilmektedir. Minare içinde 114 kadar basamak vardır.[22]
Caminin etrafı dolmuş olduğundan çukurda kalmış ve yol seviyesinden on iki basamakla camiye inilmektedir. Caminin avluya üç kapısı olup avludaki şadırvanı Zaralızâde Mehmet Paşa yaptırmıştır. (Şu an bu müştemilat yoktur.)
Ulu Caminin Gördüğü Tamiratlar:
1.İzzetin Keykavus zamanında minaresi (m.1219) tamir görmüştür.
h.609 / .1213 ve h.932 / m.1525 tarihinde tamir gördüğü, yine h.1006 / m.1597 tarihinde ise, Sivas Emir-ül Ümerası Mahmud Paşa tarafından onarım yaptırıldığı caminin 1955 yılındaki büyük tamirinden sonra bulunan bir tamir kitabesinden ve diğer kitabelerden anlaşılmaktadır.
Son büyük tamir 1955 yılında tamamlanmış olup, caminin çöken ahşap örtüsü ve üzerindeki toprak örtü alınarak çinko saçla kaplanmıştır. Bu onarım, İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı Efendi Hazretlerinin teşvikleri ve çalışmaları ile başarılmış, camii yeniden ibadete açılmıştır.
Ulu Cami’nin 1955 teki Son Büyük Tamiri:
Başbakanlık Cumhuriyet Arşiv kayıtlarından anlaşıldığına göre;
Devlet 1940 yılında vakfa ait Ulu Camii’nin tamir edilebilmesi için kâfi miktarda tahsisat bulunmadığı için haline terk edilmesine,[23] daha sonra 1948 yılında ise, Devlet Müzesi yapılması kaydıyla, Milli Eğitim Bakanlığı’na tahsisi için karar vermiştir.[24] Bu nedenle Ulu Cami 1950 yılına kadar harabe halindedir, ibadete kapatılmıştır.
1954’te başlayan tamirat, 1958’de tamamlanmıştır. 1955 ten beri ibadete açıktır. 1958 yılından sonra da cami civarının ve müştemilatının onarımı ve bakımı 1966 yılına kadar devam etmiştir.
Ulu Camii İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı kuddise sırruhu’l-azîz Hazretleri Tarafından Tamiri:
Sivas Ulu Camii öyle bakımsız hala gelmişti ki, bütün tavan toprağı caminin içine çökmüş ibadet yapılacak bir halde değildi. Kayseri’den gelmiş olan vaiz vermiş olduğu vaaz’da,
“Ey Sivas Halkı!
Ulu camii gibi mabet ceddinizden kalmış, bu hale gelmiş, hiç düşünmüyor musunuz bir müslüman olarak nasıl sabahlara kadar uyku uyuyabiliyorsunuz.”
Bu ağır ithamlar Sivas Halkının uyanmasına sebep olmuş. Ulu Camii’nin onarımına niyetlenmişlerdir. Dernek kurulmuştur. Halkın çoğunluğu İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı Efendi Hazretlerini başkanlığa getirelim diye fikir üzerindeyken Filik Rıfat, “O şeyhliğini yapsın ne gereği var” diye halkı caydırmıştır.
Dernek kurulmuştur, fakat bir türlü faaliyet başlayamamıştır. Sonunda dernek üyeleri “bu işin üstünden ancak Hacı İsmail Efendi gelir, onun yardımına başvuralım,” diyerek Efendi Hazretlerinin huzuruna gelmişler.
“Efendim bu işin başında siz bulunun, bizler bu işi ancak sizinle yapabiliriz” demişlerdir. Efendi Hazretleri;
“Gardaşlarım! Bizde bu işin üstesinden gelemeyiz, lakin layık görmüşsünüz, bir teşebbüsse geçelim, Rıfat Bey’de heyete dâhil olsun, bu hayırlı olur” demişlerdir.
Tamirat zamanı hakkında, Ankaralı İhvan Kemal Öztürk şunu anlatmıştır.
“O zaman şartlar o kadar zor idi ki, bir kişinin yevmiyesi 50 kuruştu. Bizler derneğe aylık 1 lira olarak üye kaydı olduk. Senede 12 lirayı doğru dürüst veremiyorduk. Hal böyle iken zor şartlarda, Efendi Hazretleri bunu başardı”
Caminin içine dolmuş olan toprak boşaltılıyor ve uzun bir bekleme olmuş tamirat başlamamıştır. Uzun bir beklemeden sonra Efendi Hazretleri, Bursa Ulu Camii’ni tamir eden bir heyet ile görüşerek, devletin bile bulunduğu yeri yeşil alan yapmak istediği Camii kısa bir sürede yapılmasını sağlamıştır.
Efendi Hazretleri tamirat ile ilgili olarak buyurur ki;
“Gardaşlarım! Büyük bir işe girdik, paramız da yoktu. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem’den emir geldi.
“İsmail Efendi Oğlum! Ulu Camiyi tamir edelim”
“Bizde nasıl yapacağız” diye düşündük.
“Fakat Allah Teâlâ’ya tevekkül ederek bu işe başladık. Ulu Camii’nin ortasına gömleğin kavlinden (kendi doğum hadisesi) bir çadır kurduk. İçine kazma ile kürek koyduk. İşin sonunu bekledik. Paramız yoktu, paraya gark olduk o sene kıtlık olmuş halk mağdurdu. Bir emir verdik, kanılarla dağ gibi taş yığıldı, Allah Teâlâ’nın yardımıyla Ulu Camiyi tamir ettirdik.”
Ulu Camii İle İlgili Meşhur Rivayetler
Efendi Hazretleri buyurur ki;
“Dünya üzerinde altı mescit vardır.[25]
1- Beytullah, 2- Ravza-i Mutahhara 3- Kudüs-ü Şerif 4- Şam’da Camii Emeviyye’de Mescidi Yahya, 5- Halep’te Mescidi Zekeriyya, 6- Sivas Ulu Camii. Bu bir hakikâttir, biz böyle kabul ettik.”[26]
Ulu Camii’ndeki elli direkten, minareden çıkılan hizada baştan ikinci direk olan Hızır Direği hakkında;
Bu direk dibinde Hızır aleyhisselâm pek çok kimseyle görüşmüş, İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı kuddise sırruhu’l-azîz Hazretleri de burada Hızır’la konuştuğu için, camiye gelenler bu direğin dibinde oturmak isterler.
Hızır’ı görmek isteyen kimse, kırk gün ikindi veya sabah namazını Hızır direği dibinde namaz kılarsa görüşürmüş.
Ulu Camii’nin temeli Nuh aleyhisselâm tarafından atılmıştır. Mihrap ve minber arasında temelin altında Nuh’un evlatları tarafından yapıldığına dair Süryanice ibareler var olduğu ve İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı Efendi Hazretleri tarafından buranın kapatılması istenmiştir. Tamirat sırasında görülmüş olan bu taşlar şimdi altta kalmıştır. Çünkü caminin müze olmasından korkulmuştur.[27]
Birinci Dünya Savaşının başlarında Sivas’ta bir zelzele oldu. Bu zelzelede, Çifte minare ve Ulu Camii çok hasar gördü, minarelerin külahları aşağıya düştü. Halk bu olayı hayra yormadı. Memlekette büyük bir felaketin olacağını söyleyenler olmuş. Zaman Sivas halkını haklı çıkarmıştır.
Ayrıca Ulu Camii Milli Mücadele yıllarında 12 Eylül 1919 günü Kongre salonunda halka açık bir toplantı yapıldıktan sonra Sivaslılar tam kadro ile aynı gün Ulu Camii’nde toplantı yapmışlardır. Sivaslılar Mustafa Kemal Paşa’nın heyecanlı konuşmalarını can kulağı ile dinlemişlerdir.
Mustafa Kemal Paşa, arkadaşları ve Temsil Kurulu üyeleri 108 gün kaldıkları Sivas’ta huzur içinde çalışmalarını yürütmüşlerdir.
2- SİVAS İMAM HATİP LİSESİ’NİN YAPIMI
İmam-Hatip Lisesi [28] Yaptırma ve Yaşatma Derneği Ağustos 1953 tarihinde kuruldu. Daha sonra, 1957 yılında İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı kuddise sırruhu’l-azîz Hazretleri de katıldılar.
Okulun yeri, Ceneviz-Ermeni azınlığının okulu idi. Yanında da bir kilise mevcuttu. Bu okulun yeri, daha önce Sivas Ortaokulu olarak kullanılmış fakat sonra terk edilerek hazineye bırakılmıştı. Efendi Hazretlerinin isteğiyle Milli Eğitim Bakanlığına, bir dilekçe yazıldı. Kısa bir süre sonra Devlet hazinesine 2.000 TL nakit para ödenerek burası satın alınmıştır. Devlet yardımı olarak 60.000 TL’si yardım alınmıştır.
Sivas İmam Hatip Lisesi, 1953’te kurulan dernek ile 1957’de de inşaatına başlanılıp 1958’de bitirilmiştir.
3- TAMİR ETTİĞİ VE YAPTIRDIĞI CAMİLER
Hoca İmam Camii Minaresi
Hoca İmam Camii Sivas-Bankalar caddesindedir.
Rivayete göre ilk yaptırdığı eserdir. Ali Eriş isimli ihvandan dinledim.
“1951’de babam Hakk’a yürüdükten sonra, hac için Efendi Hazretlerine para göndermiştim. Fakat Efendi Hazretleri bize bir kart gönderdi.
“Biz bu parayı, Hoca İmam Camii minaresine harcadık” notu ile geldi. Meğer Efendi Hazretleri hac parasını, camii minaresine harcamış.”
1953 yılında caminin minaresini, o yıl kendine gönderilen hac parasıyla yaptırır. Bu ilk eserin karşısında İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı Efendi Hazretleri şöyle buyurur;
“Annemiz, bize camii hademesi ol demişti, fakat biz memur olduk. Fakat hademe olamadık ama camilerin tamiratını Allah Teâlâ nasip etti.”
Hayırseverler Camii
Bu camii de 1962 yılında hizmete açılmıştır.
Sivas’ta kendi adına bir camii yaptırılması şartıyla İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı Efendi Hazretlerinin başkanı bulunduğu Hayırseverler Derneğine Zehra Hanım 20 dönümlük bir arsa bağışlar. Zehra Hanım’ın isteği ile dernek Dikimevi civarında bir camii yaptırıp, ismi de Zehra Hanım Camii olmasını ister. Efendi Hazretleri buna razı olmaz. Daha sonra bir avukat ile evlenen Zehra Hanım, eski bağışlamış olduğu arsanın çok para edeceğini düşünerek, yapmış olduğu bağıştan vazgeçip, hatta Efendi Hazretleri hakkında da bazı gereksiz sözler sarf ederek, arsanın tekrar kendine verilmesini sağlar. Efendi Hazretleri, Belediye Meclisinin kıymet takdir komisyonu vasıtasıyla 27.000 liraya Belediye adına istimlâk ettirir. Camiyi Sivas Halkına hediye eder.
Sofu Yusuf Camii
SOFU YUSUF kuddise sırruhu’l-azîz
Kabri, Taşlı Sokak’ta Sivas Lisesi karşısında bulunan Sofu Yusuf Cami avlusundadır. Cami ana giriş merdivenlerinin sağ tarafında etrafı demir ile çevrili ve üzerinde bir ağaç dikili olan kabirdir. Sofu Yusuf un hayatı ve kimliği hakkında fazla bir bilgi yoktur. Camiyi yaptıran veya yapımına yardım eden kişilerden biri olduğu, çevresinde sayılıp sevilen, ibadetine düşkün bir şahıs olduğu sanılmaktadır. Bugün caminin önündeki caddenin altından geçen Pünzürük Deresi ile camii arası mezarlık olduğundan, bu kabrin mezarlıktan kalan kabirlerden biri olması da mümkündür. Halk arasında Yeşil Cami, İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı Toprak Efendi Hazretlerinin Camisi olarak da bilinen Sofu Yusuf Camii, 1960’lı yıllarda yeniden O’nun öncülüğünde yapılarak 1970 yılında yapımı tamamlanmıştır.[29]
Dikimevi Camii:
Serçeli Camii
Yeni Camii (1964)
Hafik İlçesi merkezinde bulunan bu caminin yapımı için gerekli malzeme, Efendi Hazretleri tarafından tedarik edilmiştir. O zaman Hafik Müftüsü Mevlüd Sarıoğlu Efendi’nin başkanlığında yapım işi yürütülmüştür. Caminin yapımına Karadeniz bölgesinden bir vatandaş kum dahi göndererek bu hayrattan nasiplenmek istemiştir. Onun için kapı girişinde şu dörtlük yazılıdır.
Hakk’ın hazinesi boldur.
Ümidini sen O’ndan um
Bu camii yapılırken
Karadeniz’den geldi kum
4- YAPTIRDIĞI KÖPRÜLER
Zara — Canova (Cencin) Köyü Köprüsü
Cencin Köyü’ne Kızılırmak’tan geçmek için yapılan köprüdür.
Tozanlı Köprüsü,
1943’te yeniden yaptırılır, halkın hizmetine açılır.
5-YAPTIRDIĞI ÇEŞMELER
Sivas—Zara
Canova (Cencin Köyü) İçme Suyu
İlk defa Zara’nın Cencin Köyü’ne gider, burada içme suyunun olmadığını görünce, hemen harekete geçer, halktan para toplanır, köy halkıyla birlikte 6 km uzaktaki Kızılcan Tepesi’ndeki içme suyu getirilir. Getirilmesinde bizzat kendisi çalışmalara katılır.
Çeşme Efendi Hazretleri adınadır.
Sivas ve Çevresinde Muhtelif Sebil Çeşmeler
Sivas içinde 27 adet çeşmenin yapılmasına yardımcı olmuştur.
[1] Vezni: mef’ûlü mefâ’îlü mefâ’îlü fa’ûlün
[2] GARİB GEVHERİ: Kayseri-Sivas toprağının insanı, Hakk’ın velisi Hz. Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi ve sellemin sevdalısıdır. Sohbet ehli aşk ve muhabbetiyle yanıp tutuştuğu Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin kabri şerifini ziyaret edip
“Kabrimi ziyaret eden, sağlığımda beni görüp ziyaret etmiş gibidir” müjdesine nail olmak ister, lakin yoksulluk ve fakirlik fırsat vermez.
Hacca giden bir komşusu ile Gül Muhammed’e selam gönderir. Hacı Efendi, Âşık Gevheri’nin selamını Hz. Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi ve selleme arz ederken Ravza-i Mutahhara’dan bir ses gelir ki;
“Aleyküm selâm, Gevheri’nin selâmını aldım kabul ettim. Benim de selamımı Gevherim’e ulaştır.” Hacı evine döner, Gevheri’yi ağır hasta olarak bulur. Ateşler içinde yanıyor, öldü ölecek, olayı anlatıp Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin selâmını söyleyince Âşık Gevheri hastalığından şifa bulur sıçrayıp kalkar. Bu şiiri söyler.
[3] Açıklaması
PÎR-İ MUGAN: Mürşid-i kâmil
1-Tedbirini terk et; takdir Allah Teâlâ’nındır. Sen yoksun; o benlikler, hep vehmindir; zannındır. Birden bire aşkı bul, bu armağan, bulanındır. Devran, devran olalı, temiz kişilerin, ilâhî zevk sahiplerinindir.
Âşıkta keder neyler? Gam, dünya halkınındır; feyiz ve neşe kadehini elinden bırakma, söz pîr-i mugânındır.
2-Meyhaneyi seyrettim; âşıkların, çevresinde dönüp durdukları yer olmuş; orada oturanlar tekliften de affedilmişler, tekellüften de. Bir neşe gelmiş; mecliste ne korku kalmış, ne aykırılık; gama dâir sohbet yapılmıyor, gamın bulanıklığı anılmıyor; hepsinin de meşrebi tertemiz bir hâle gelmiş.
Âşıkta keder neyler? Gam, dünya halkınındır; kadehi elden bırakma; söz pîr-i mugânındır.
3-Ey gönül, sen o gönül alana lâyık mı değilsin; yoksa sevgi dâvasında gerçek mi değilsin? Azrâ’nın özrü nedir; sen Vâmık mı değilsin. Sende bu gam ne gezer; yoksa âşık mı değilsin.
Âşıkta keder neyler? Gam, dünya halkınındır; kadehi elden bırakma; söz pîr-i mugânındır.
4-Bir gün gönül, mânâ meyhanesinde mahzundu; hatıra fikirler düşmüştü de inkâra döşenmiştim. Bir pîr, ansızın geldi de alelade Öğüt verdi; eline bir şarap kadehi al, derdi de yele ver gitsin, gamı da dedi.
Âşıkta keder neyler? Gam, dünya halkınındır; kadehi elden bırakma; söz pîr-i mugânındır.
5-Bir kadeh şarap çek, içtikçe iç; mecliste yücel; sözün üstün olsun, yürüsün. Ayağını dışarıya atma; meyhanede ayak dire. Sular alçağa akar; sen de küpün ayakucuna düş; alçal. Coşup köpüreyim dersen Galib gibi sarhoş ol.
Âşıkta keder neyler? Gam, dünya halkınındır; kadehi elden bırakma; söz pîr-i mugaanındır.
[4] Keremkâni: Lütuf, cömertlik sahibi
Bahr: Deniz
Zâr: Bağırarak ağlama
Dîdâr: Allah Teâlâ’nın yüzü, Cemâli
[5] Ecrâm-ı felek: Gök cisimleri, yıldızlar
Levh-ü Kalem: Levhi mahfuz ve buraya yazan kalem
Mest-i nigâh: Hayran bakış
Buhurdan: İçinde hoş kokulu bir bitki yakılan kap
Dilâra: Sevgili
Âşık-ı zar: Ağlayan âşık
Âteş-i sûzan: Yakıcı ateş
Şeydayı cemâl: Güzelliğin tesiriyle aklını kaybeden
Kıtmir: Köpek
[6] Seyyid Nigârî kuddise sırruhu’l-azîz Divanı, hzl: Doç. Dr. Azmi Bilgin, İst. 2003, s.276
[7] Efendi Hazretlerinin anlattığı hikâyelerin orijinalleri ile aktarılmaya çalışıldı. Mesnevide geçen hikâyeler yazılırken (Mehmet Zeren, “Mesnevide Geçen Bütün Hikâyeler” İst. 2004) isimli kitaptan faydalanılmıştır.
[8] “Ölmeden önce ölünüz” e misal getirilen bir hikâyedir.
[9] Çocuk, senin cisim çocuğundur. İyi bil ki, muradına erebilmen de ağlamana bağlıdır.
[10] Dostun ayrılığı hasta eder. Nefis alışkanlığını özler.
[11] Nefsin dünya ile olan bağlarını kesmek gerekmektedir.
[12] Nimet külfete tâbidir.
[13] Şeyh Sâdi-i Şîrazi, Bostan, a.g.e., s. 143
[14] Kişinin iyi veya kötü olması önemli değildir. Önemli olan Allah Teâlâ’nın büyüklüğünü bilmektir.
[15] Bu hikâyeden anlaşılan bir hikmet şu olabilir. Herkesin kendi doğrusuna uyarsan kendi doğrunu bulmakta zorlanırsın. Neticede kısa yolu uzatmış olursun.
[16] Bazıları “evliya diyorlar şu adama” “İşleri düzeltse ya” sözlerine bu hikâye en güzel cevaptır.
[17] Büyükler dediler ki;
“Bir sultanla veya bir büyükle bir araya geldiğimiz zaman, kendileri salih bir kişi olmasalar bile onlardan kendimiz için dua etmelerini istemek üzerimize bir borçtur. Çünkü Allah Teâlâ, halkları arasında büyük olan bu insanların dualarını ret edip onları utandırmaktan utanç duyar. İnsanlardan bu sırrın farkına varanlar pek azdır. Bunu bil ve onunla amel et.”
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;
“Dualarınıza öyle bir delil koyarak edin ki günah işlememiş olsun. O delil Allah dostlarıdır. Onlara tevazu ve sevgi gösterin ki sizin için dua etsinler.” (Salât-ı Meşiş ve Açıklaması)
“Onların kelamlârı, Hakk’ın kalemidir.”
[18] Anlaşılabilir bir şekildeki düzenleme.
Arifler ortasında sofuluk satmayalar
Çünkü sufiye ihlâs oldu aşka riya katmayalar
Ya gel bildiğinden ayrıl yahut bilenlerden işit
Teslimin ucunu tutup hiç sözü uzatmayalar
Mumsuz baldır şeriat tortusuz yağdır hakikat
Dost için balı yağa niçin katmayalar
Kıymetini duyarsan neye değer iş bu zaman
Erenlerin sırrını bilmeze satmayalar
Miskin Âdem yanıldı cennette buğday yedi
İşi Hakk’tan bilenler Şeytan’dan tutmayalar
Şirin huylar edin tatlı sözler söyleyen ol
Sohbetlerde Yunus’u her zaman unutmayalar.
[19] Ulu Camii hakkında geniş bir bilgi için “Somuncu Baba Dergisi, Temmuz-Ağustos, 2000” sayılı dergideki Arş. Yazar Müjgan ÜÇER’in makalesini okuyunuz.
[20] İzze’d-din I. Mesud (Milâdi:1116–1155) Anadolu Selçuklu Devleti
[21] Ulu Cami’nin Hicri: 593- Milâdi:1197 tarihinde II. Kılıç Arslan’ın oğlu Sivas Meliki Kutbettin Melik Şah tarafından yaptırıldığı rivayetleri de vardır. (Bu rivayet zayıftır. Çünkü II. Kılıç Arslan (Milâdi: 1155–1192) hükümdarlık yapmıştır. Belki ilave veya tamir yapmış olabilir. Yazan)
Sivas Ulu Caminin dış kapısının üzerindeki kitabede ise, 1955 yılındaki büyük tamir ibaresi ile camii Milâdi: 1192/93 tarihinde yapılmış olduğu kayıtlıdır.
[22] 115 ve 116 sayısını verenlerde var. Doğru olan 114 tür. Kur’an-ı Kerim’in sure adedidir. (Yazan)
[23] BCA, Tarih: 24.06.1940 Fon Kodu: 30..10.0.0Yer No: 192.318..2. Dosya: 22982
[24] BCA, Tarih: 09.03.1948 Fon Kodu: 30..18.1.2 Yer No: 115.99..2. Sayı: 3/7149 Dosya: 69-11
[25] 1- Beytullah, 2- Ravza-i Mutahhara 3- Kudüs-ü Şerif dışındaki camiiler için yapılan değerlendirilmelerde maneviyat durumunda zamanın tasarruf ehlinin bulunduğu bölge esas alınmıştır. M. Kâzım Toprak Efendinin bizzat kendisinden duyduğumuz ise, daha sonraları Efendi Hazretleri Ulu Camii için dördüncü Mescid olduğunu söylediğini söylediler. Mesela
“İslâm’da en yüksek mertebeli ibadethane Mekke’deki Mescid-i Haram’dır. Diğer Sıralama ise, şöyle.
1. Mescid-i Haram (Mekke
2. Mescid-i Nebevi (Medine)
3. Mescid-i Aksa (Kudüs)
4. Emeviye Camii (Şam)
5. Bursa Ulu Camii / Diyarbakır Ulu Camii
Bu arada özellikle belirtmeliyim ki, 5. lik konusundan Diyarbakır Ulu Camii için de aynı durumdan bahsedenler var. Diyarbakır Ulu Cami ise, Anadolu’da yapılan ilk camii özelliğindedir ve Şam’daki Emeviye Cami’nin benzer planlısıdır. (Yazan)
[26] Mehmet Veli ŞEN’in Ulu Cami’ye yardım için o zamanlarda bastırdığı bir broşürden.
[27] Mihrabın tamirinde çalışan ustadan dinledim. (Yazan)
[28] İmam-Hatip Lisesi ve Ortaokulu,
Türkiye’de dinsel nitelikte eğitim kurumu, imamlık, hatiplik, Kuran kursu öğreticiliği gibi din görevlilerini yetiştirmek amacıyla Milli eğitim bakanlığı din eğitimi müdürlüğü’ne bağlı olarak açıldı (1951).
3 Mart 1924’te yürürlüğe giren Tevhıd-i tedrisat kanunu’nun (öğretim birliği yasası) din öğretimi ile ilgili hükmüne dayanılarak üniversiteye bağlı bir ilahiyat fakültesi kuruldu ve o tarihte sayıları 29 olan imam-hatip okulları ortaokula bağlı sınıflar halinde faaliyetini sürdürdü. Ancak, bu okulların sayısı zamanla azaldı; 1925’te 26’ya, 1926’da 20’ye 1928–1929 öğrenim yılında 2’ye düştü; 1931–1932 ders yılında kapandı. Demokrat parti’nin iktidara gelmesinden hemen sonra, 1951–1952 ders yılında yeniden açıldı. Bu dönem okul sayısı 7 dir, 1970’li yıllardan başlayarak imam-hatip okullarının ve öğrencilerinin sayısında büyük artışlar oldu. 1972’de 72, 1975’de 130, 1980’de 372, 1982’de 398, 1991’de 385, 1993 de 467 Okul açıldı.
1990–1991 öğretim yılında İmam-Hatip okullarının öğrenci sayısı 310 215 idi. Her yıl mezunlarından 4000 Kişi DİB (Diyanet İşleri Bakanlığı) kadrolarına alınmıştır 1994 de son sınıf’ta 50.000 öğrenci okuyordu. 1992 de SBF (Siyasal Bilimler Fakültesi) oranları % 60’dı. Çeşitli fakultelerdeki oranı ise, %40’tı. Sekiz yıllık mecburi eğitimden sonra bu oran çok düşmüştür.
İmam-Hatip ortaokulu, ilkokuldan sonra, dört yıllık bir öğrenim verir, İmam-Hatip lisesinin öğrenim süresi ise, üç yıldır ve okulda hem mesleğe hem yükseköğrenime hazırlayıcı programlar uygulanırken ülke genelinde 18 Ağustos 1997 tarih ve 23084 sayılı Resmî Gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren 4306 sayılı Kanun gereğince, sekiz yıllık kesintisiz zorunlu eğitim uygulamasına geçilmiştir. Bu mecburi eğitim ile ortaokul kaldırılmış yalnız dört yıllık lise eğitimi devam etmektedir.
[29] YASAK, İbrahim, Sivas Yatırları, Sivaslılar Vakfı Yayınları, İstanbul 2004, s. 100
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar