Print Friendly and PDF

Sevdiği Şeyler ve Hizmetleri


SEVDİĞİ ŞİİRLERDEN BİR DEMET





Terkib-i Bend-i Meşhur / 1. bend





Sanman bizi kim şîre-i engûr ile mestüz




Biz ehl-i harâbâtdanuz mest-i Elest’üz




Ter-dâmen olanlar bizi âlûde sanur lîk




Biz mâil-i bûs-i leb-i câm ü kef-i destüz




Sadrın gözedüb neyleyelim bezm-i cihanın




Pâ-yi hum-i meydir yirimüz bâde-perestüz




Mâil değilüz kimsenin âzârına ammâ




Hâtır-şiken-i zâhid-i peymâne-şikestüz




Erbâb-i garez bizden ırağ olduğu yeğdir




Düşmez yere zira okumuz sâhib-i şestüz




Bu âlem-i fânîde ne mîr ü ne gedâyuz




A’lâlara a’lâlanuruz pest ile pestüz




Hem-kâse-i erbâb-ı dilüz arbedemiz yok




Mey-hânedeyüz gerçi velî ışk ile mestüz




Biz mest-i mey-i mey-kede-i âlem-i cânuz




Ser-halka-i cem’iyyet-i peymâne-keşânuz  [1]





Terkîb-i Bend-i Meşhûr / 17. bend





Virdik dil ü cân ile rızâ hükmi kazâya





Gam çekmeziz uğrarsak eğer derd ü belâya





        Koyduk vatanı gurbete bu fikr ile çıkdık





        Kim renc-i sefer bâis olur izz ü alâya





Devreylemedik yir komadık bir nice yıldır





Uyduk dil-i dîvâneye dil uydu hevâya





       Olduk nereye vardık ise, ışka giriftâr





       Alındı gönül bir sanem-i mâh-likaaya





Bağdâd’a yolun düşse ger ey bâd-ı seher-hîz





Âdâb ile var hizmet-i yârân-ı safâya





       Rûhî’yi eğer bir sorar ister bulunursa





      Dirlerse buluştun mu o bî-berg ü nevâya





Bu matla’-ı garrâyı oku ebsem ol anda





Ma’lûm olur ahvâlimiz erbâb-ı vefâya





      Hâlâ ki, biz üftâde-i hûbân-ı Dimeşk’ız





      Ser-halka-i rindân-ı melâmet-keş-i ışkız





Ruhî-i Bağdadî kuddise sırruhu’l-azîz




Yanarsam nâr-ı aşkınla yanayım ya Rasûlallah 




Ezelden bağrı yanmış bir gedâyız yâ Rasûlallah




       Hevâ-yi nefsime tabî olup pek çok günah ettim.




       Huzûra hangi yüz ile varayım, yâ Rasûlallah




Harîm-i ravzanâ sürmüş iken ruy-ı siyahım ah 




Yine cürm ü günaha mübtelâyım, yâ Rasûlallah




       Kapında boynu bağlı bir esirim dest gir ol sen 




       Garibim bîkesim bî dest ü payim, yâ Rasûlallah




Kulun Leylâ’ya şahım, var iken dergâh-ı ihsanın




Varıp ben hangi şâhâ yalvarâyım, yâ Rasûlallah




 




Leylâ kuddise sırruhu’l-azîze Hanım 




Çıktım erik dalına, anda yedim üzümü





Bostan ıssı kakıdı, der ne yersin kozumu





Kerpiç koydum kazana poyraz ile kaynattım





Nedir deyip sorana bandım verdim özünü





İplik verdim çulhaya sarıp yumak etmemiş





Becit becit ısmarlar gelsin alsın bezini





Bir serçenin kanadın kırk kağnıya yüklettim





Çifti dahi çekmedi şöyle kaldı kazını





Bir sinek bir kartalı salladı vurdu yere





Yalan değil gerçektir ben de gördüm tozunu





Bir küt ile güreştim elsiz ayağım aldı





Şunu da basamadım göyündürdü özümü





Kaf dağından bir taşı şöyle attılar bana





Öğlelik yola düştü bozayazdı yüzümü





Balık kavağa çıkmış zift turşusun yemeğe





Leylek koduk doğurmuş bak a şunun sözünü





Uğruluk yaptım ana, bühtan eyledi bana





Bir çerçi geldi eydür kâni aldığın kürkü.





Anlardan kurtulmadın ne ettiğimi bilmedin





Öküz ıssı geldi, eyüdür boğazladın Kâzımı.





Bir bâğiye uğradım gözsüz yılan yoldaşı





Haber sordum vermedi Kaysere durur azmi





Yunus bir söz söylemiş hiçbir söze benzemez





Erenler meclisinde bürür mâna yüzünü





Yunus Emre kuddise sırruhu’l-azîz





Canım kurban olsun senin yoluna





Adı güzel kendi güzel Muhammed





Şefaat eylesin kemter kuluna





Adı güzel kendi güzel Muhammed





Mü’min olanların çoktur cefâsı





Âhirette olur zevk u safâsı





On sekiz bin âlemin Mustafâ’sı





Adı güzel kendi güzel Muhammed





Yedi kat gökleri seyrân eyleyen





Kürsî’nin üstünde cevlân eyleyen





Mi’râc’ında ümmetini dileyen





Adı güzel kendi güzel Muhammed





Dört Çâr-yâr onun gökçek yâridir





Onu seven günahlardan bendir





On sekiz bin âlemin sultânıdır





Adı güzel kendi güzel Muhammed





Sen hak Peygamber’sin şeksiz gümansız





Sana uymayanlar gider imansız





Âşık Yûnus neyler dünyâyı sensiz





Adı güzel kendi güzel Muhammed





Yunus Emre kuddise sırruhu’l-azîz





Cihânı hiçe satmaktır adı aşk
Döküp varlığı gitmektir adı aşk

Elinde sükkeri ayruğa sunup
Ağuyu kendi yutmaktır adı aşk

Belâ gökten yağmur gibi yağarsa
Başını ana tutmaktır adı aşk

Bu âlem sanki oddan bir denizdir
Ona kendini atmaktır adı aşk

Var Eşrefoğlu Rûmî bil hakikât
Vücûdu fani etmektir adı aşk





Eşrefoğlu Rûmî kuddise sırruhu’l-azîz





Emânet etmişsin geldi selâmın
Şevketli sultânım aleyküm selâm
Aldı ta’zim ile bu ben gulâmın
Ey şâh-ı hûbânım aleyküm selâm

Müyesser olur mu rûyunu görmek





Acep olur mu ki, vaslına ermek





Gâhi gâhi böyle selâm göndermek





Keremdir Efendim aleyküm selâm





Lutf edip hatırım ele almışsın





Hasretinle yandığımı bilmişsin





Duydum ki, mürüvvet kâni imişsin





Dertlerimin dermânı aleyküm selâm





Umarım Efendim mürüvvet senden
Uğruna geçmişim can ile tenden
Demişsin gedâma selâm et benden
Berhudâr ol canım aleyküm selâm

Geçirdin boynuma aşkın kemendin
İyi ki, anmışsın bu derd-i mendi
Kuluna selâm etmişsin Efendim kendin
Derdime dermanım aleyküm selâm





Bilmezim bu dil-i biçâre netsün
Hicr-i firakınla ya kande gitsün
Selâm eylemişsin Hak selâm etsün
Sana ey cananım aleyküm selâm





Hasta idim beni getirdin cana





İhtiyaç kalmadı gayri Lokman’a





Selamın şifa verdi bu hasta cana





Gönlümün sultanı aleyküm selâm






Azîz iltifatın râyegân ettin
Âteş-i sinemi gülistan ettin
Mahzun Gevheri’yi şâdüman ettin
Ey gonca dehânım aleyküm selâm





Gevherî kuddise sırruhu’l-azîz [2]





Cânân ilinin güllerinin bağı göründü      





Dost ikliminin lâlesinin dağı göründü





Envâr-ı Muhammed doğuben tuttu cihanı





Şakku’l kamerin mu’cize-i  parmağı göründü





Kaygu gecesi gitti kamu kalmadı korku





Eyyûb’a dahi sıhhatinin çağı göründü





Dil hastasının derdine dermanı erişti





Şemsî’ye bu gün dostunun otağı göründü





Şemsî Sivâsî kuddise sırruhu’l-azîz 






Vâsıl olmaz kimse Hakk’a cümleden dûr olmadan
Kenz açılmaz şol gönülde tâ ki, pürnûr olmadan





Sür çıkar ağyârı dilden tâ tecellî ede Hakk
Pâdişâh konmaz saraya, hâne mamûr olmadan

Hakk cemalin Kâbe’sini kıldı âşıklar tavaf
Yerde Kâbe, gökyüzünde Beyt-i mamûr olmadan
Mest olanların kelâmı kendiden gelmez veli
Ya niçin söyler Ene’l-Hak, kişi Mansûr olmadan?

Mest olup meydane geldim ta ezelden ta ebed
İçmişem aşkın şarabın âb-ı engûr olmadan
“Mûtû kable en temûtû”* sırrına mazhar olan
Haşr-ü neşri bunda gördü nefha-i sûr olmadan

Âşıkın çok derdi amma sırrın izhâr eylemez
Söylemesi terk-i edeb çünki destûr olmadan
Bir acaîb derde düşmüş tutuşur Şemsî müdâm
Hakk’a makbûl olmak ister, halka menfûr olmadan





Şemsî Sivâsî kuddise sırruhu’l-azîz  





1    Tedbîrini terk eyle, takdir Hudâ’nındır.





Sen yoksun o benlikler hep vehm-ü gümânındır.





Birden bire bul aşkı bu tühfe bulanındır





Devrân olalı devrân Erbâb-ı safânındır.





Âşıkta keder neyler gam halk-ı cihânındır





Koyma kadehi elden söz Pir-i Mugân’ındır.





2                Meyhâneyi seyrettim uşşâka mutâf olmuş





Teklîfü tekellüften sükkân-ı muâf olmuş





Bir neş-e gelip meclis bî-havf-ı hilâf olmuş





Gam sohbeti yâd olmaz, meşrepleri sâf olmuş





Âşıkta keder neyler gam halk-ı cihânındır





Koyma kadehi elden söz Pir-i Mugân’ındır.





3    Ey dil sen o dildâre layık mı değilsin ya





Dâvâyı muhabbette sadık mı değilsin ya





Özr-ü Azrâ’nın Vamık mı değilsin ya





Bu gâm ne gezer sende âşık mı değilsin ya





Âşıkta keder neyler gam halk-ı cihânındır





Koyma kadehi elden söz Pir-i Mugân’ındır.





4                Mahzun idi bir gün dil meyhâne-i mânâ’da





İnkâra döşenmiştim efkâr düşüp yâda





Bir pir gelip nâgâh pend etti alel-âde





Al destine bir bâde derdi gamı ver yâde





Âşıkta keder neyler gam halk-ı cihânındır





Koyma kadehi elden söz Pir-i Mugân’ındır.





5    Bir bâde çek, efzûn kalıp mecliste zeber-dest ol





Atma ayağın taşra meyhânede pâ-best ol





Alçağa akarsular, pay-i hümâ düş mest ol





Pür çûş olayım dersen GÂLİB gibi ser-mest ol





Âşıkta keder neyler gam halk-ı cihânındır





Koyma kadehi elden söz Pir-i Mugân’ındır. [3]    Şeyh Galip ks





Efendimsin cihânda i’tibârım varsa sendendir





Miyân-ı âşıkanda iştiharım varsa sendendir





Benim f eyz-i hayâtun hâsılı rûh-i revânımsın





Eğer sermâye-i ömrümde kârım varsa sendendir





Veren bu sûret-i mevhuma revnak reng-i hüsnündür





Gül-istân-ı hayâlim nev-bahârım varsa sendendir





Felekten zerre miktar olmadım devrinde rencide





Ger ey mihr-i münevver âh u zârım varsa sendendir





Senin pervâne-i hicrânınım sen şem’-i vuslatsın





Beher şeb hâhiş-i bûs ü kinârım varsa sendendir





Şehîd-i aşkın oldum lâle-zâr-ı dağdır sinem





Çerâğ-ı türbetim şem’-i mezarım varsa sendendir





Gören ser-geştelikde gird-bâd-ı dest zanneyler





Fenâ-ender-fenayim her ne varım varsa sendendir





Niçin âvâre kıldın gevher-i gülistanın olmuşken





Gönül âyînesinde bir gubârım varsa sendendir





Şafak-tâb eyledin peymânemi hûn-âb ile sâkî





Sabâh-ı sohbet-i meyde humarım varsa sendendir





Sanadır ilticası Galib’in yâ Hazret-i Mevlâ





Başımda bir külâh-ı iftiharım varsa sendendir





Şeyh Galip kuddise sırruhu’l-azîz





İşte geldim huzuruna





Himmet et Mustafa Hâki





Yüz bin şükür şu halime





Himmet et Mustafa Hâki





Merhameti çok dediler





Nihayeti yok dediler





Kemter kul himmetin diler





Himmet et Mustafa Hâki





Adın Muhammedin adı





Tadın Muhammedin tadı





Kemter kul eyler feryadı





Himmet et Mustafa Hâki





Tokatlısın Sivaslıyım





Tarikine hevesliyim





Günahım çoktur yaslıyım





Himmet et Mustafa Hâki





Efendimin Efendisi





Sıddıki âzam bendesi





Piri Nakşinin kendisi





Himmet et Mustafa Hâki





Nasibim var imiş geldim





Arayı arayı buldum





Ben Leylâ’ma Mecnun oldum





Himmet et Mustafa Hâki





İsmail ziyaretine





Gelmiştir yüce katına





İltica eyler zatına





Himmet et Mustafa Hâki





Semâverin rengi aldan





Getir sağdan, götür soldan





Derviş çıkmaz böyle yoldan





Yan semâver, dön semâver





Limon, şeker, çay semâver





Semâveri alıştırın





Maşa ile tutuşturun





Küsenleri kavuşturun





Yan semâver, dön semâver





Lezzet senin hay semâver





Semâverim iniliyor





Anlamıyor mu ne diyor?





Daim Hakk’ı zikrediyor





Yan semâver, dön semâver





Limon, şeker, çay semâver”









Veli olmaz kişi taşlanmayınca;





Sîva endişesi boşlanmayınca..





Söğütte biter mi hiç tatlı elma;





Yarılup sarılup aşılanmayınca.





Yiyemez körpe kuzu türlü otu;





Büyüyüp gün be gün dişlenmeyince.





Ne denli aklı olsa da kişinin;





Okumaz hâce’ye başlanmayınca.





Dahi başlanmakla âlim olmaz;





Çalışıp dersine düşlenmeyince.





Sabî-i baliğ hemîn akil olur mu?





Nice yıl geçip yaşlanmayınca.





Amel çokluğuna yok itibar hiç;





Kulundan Halik’ı hoşlanmayınca.





Gel ey Kuddusî, sen de olma tembel;





Vücud bulmaz bir iş işlenmeyince.





Kuddusî kuddise sırruhu’l-azîz





Dost illerin menzili ki, âli göründü





Derd-i dile derman olan Elmalı göründü.





Tûtilere sükker bağının zevki erişti





Bülbüllere cânân gülünün dalı göründü.





Mecnun gibi sahralara ağlayı gezerken





Leylâ dağının lâlesinin âlı göründü.





Ten Yakub’unun gözleri açılsa aceb mi?





Can Yusuf’unun gül yüzünün hâli göründü.





Kal ehlinin akvalini terk eyle Niyâzi





Şimdiden geru hâl ehlinin ahvali göründü.





Niyâzi Misri kuddise sırruhu’l-azîz





Ben sanırdım âlem içre bana hiç yâr kalmadı





Ben beni terk eyledim bildim ki, ağyar kalmadı





Cümle eşyada görürdüm hâr var gülzâr yok





Hep gülistan oldu âlem şimdi hiç hâr kalmadı





Gece gündüz zâr u efgan eyleyip inlerdi dil





Bilmezem n’oldu kesildi âh ile zâr kalmadı





Gitti kesret geldi vahdet oldu halvet dost ile





Hep hak oldu cümle âlem şehr ü bâzâr kalmadı





Din diyanet âdet ü şöhret kamu verdi yele





Ey Niyâzi n’oldu sende kayd-ı dindar kalmadı.





Niyâzi Mısri kuddise sırruhu’l-azîz





Hakkın kullarını bazı kul eyler





Anı kul eylemez yine ol eyler





Alan veren odur bâzâr içinde





Kimin bay-u kimini yoksul eyler





Kiminin bakırını eder altın





Kiminin altununu kara pul eyler





Kimini güldürür daim cihanda





Kiminin ah-u efganın bol eyler





Kiminin sevdiğin alır elinden





Kiminin erini alır dul eyler





Kimine istemezken verir evlât





Kimi ister ana yâd oğul eyler





Kimi bulmaz giye çuldan abayı





Kiminin atına atlas çul eyler





Kiminin tatlı balın eder acı





Kiminin acısın tatlı bal eyler





Kimin bülbül ider güle kılur zâr





Kimin pervaneveş yakıp kül eyler





Eder ak güneşi geh kara balçık





Kara balçığı açar gâh gül eyler





Kimi İsa nefestir eder ihya





Kimi deccal olup sağa öl eyler





Çürüğü sağ edip sağı çürük hem





Solu sağ sağı gâhi sol eyler





Ayağı baş eder gâh ayak





Dili kulak kulağı hem dil eyler





Fili gâhi karınca kursağına





Koyup karıncayı gâhi fil eyler





Çıkarır gâhi yoldan nice yolcu





Gehi yolcuyu göstermez yol eyler





Gehi ıssız harabı şenlik edip





Gehi şenliği dağıtıp çöl eyler





Anasır ipliğin tab iğnesinden





Geçirip onu bu bunu ol eyler





Yeli gâhi letafetle eder od





Odu gâhi kesafetle yel eyler





Suyu dondurup eder taş ve toprak





Taşı toprağı akıtıp sel eyler





Huruf-ı carre gibi cümle eşya





Birbirine uzanıp el eyler





Eder âkilleri çok işte âciz





Eder öyle bir iş san âkil eyler





Bu sözün Yunusu Mısrî değildir





Lûgaz bunda muammasın ol eyler





Derman arardım derdime derdim bana derman imiş





Burhan arardım aslıma aslım bana burhan imiş





Sağ-u solum gözler idim dost yüzünü görsem deyu





Ben taşrada arar idim ol can içinde canan imiş





Öyle sanurdum ayrıyım dost gayridir ben gayriyim





Benden görüp işiteni bildim ki, ol canan imiş





Savm-u salât u hac ile sanma biter zâhid işin





İnsan-ı kâmil olmağa lâzım olan irfan imiş





Kanden gelir yolun senin ya kande varır menzilin





Nerden gelip gittiğini anlamayan hayvan imiş





Mürşid gerektir bildire Hakk’ı sana hakke’l-yakîn





Mürşidi olmayanların bildikleri güman imiş





Her mürşide dil verme kim, yolunu sarpa uğradır





Mürşidi kâmil olanın gayet yolu âsân imiş





Anla hemen bir söz dürür yokuş değildir düzdürür





Âlem kamu bir yüzdürür gören anı hayran imiş





İşit Niyâzi’nin sözün bir nesne örtmez Hak yüzün





Hakk’tan ayan bir nesne yok gözsüzlere pünhan imiş





Niyâzi Mısrî  kuddise sırruhu’l-azîz





TEFVİZNÂME





Hak, şerleri hayr eyler, Zannetme ki, gayr eyler, Ârif ânı seyr eyler,





Mevlâ görelim n’eyler, N’eylerse, güzel eyler...





Sen Hakk’a tevekkül kıl Tefvîz et ve râhat bul, Sabr eyle ve râzı ol,
Mevlâ görelim n’eyler, N’eylerse, güzel eyler...





Kalbin ana bend eyle, Tedbîrini terk eyle, Takdîrini derk eyle,
Mevlâ görelim n’eyler, N’eylerse, güzel eyler...





Hallâk- u Rahîm oldur, Rezzâk u Kerîm oldur, Fa’âl ü Hakîm oldur,
Mevlâ görelim n’eyler, N’eylerse, güzel eyler...





Bil kâdî-yi’l hâcâtı, Kıl ana münâcâtı, Terk eyle mürâdâtı,
Mevlâ görelim n’eyler, N’eylerse, güzel eyler...





Bir iş üstüne düşme, Olduysa inat etme, Haktandır o, ret etme,
Mevlâ görelim n’eyler, N’eylerse, güzel eyler...





Haktandır bütün işler, Boştur gam u teşvişler, Ol, hikmetini işler,
Mevlâ görelim n’eyler, N’eylerse, güzel eyler...





Hep işleri fâyıktır, Birbirine lâyıktır, N’eylerse, muvâfıktır,
Mevlâ görelim n’eyler, N’eylerse, güzel eyler...





Dilden gamı dûr eyle, Rabbinle huzûr eyle, Tefvîz-i umûr eyle,
Mevlâ görelim n’eyler, N’eylerse, güzel eyler...





Sen adli zulüm sanma, Teslim ol nâra yanma, Sabr et, sakın usanma,
Mevlâ görelim n’eyler, N’eylerse, güzel eyler...





Deme şu niçin şöyle, Bir nicedir ol öyle, Bak sonuna, sabr eyle,
Mevlâ görelim n’eyler, N’eylerse, güzel eyler...





Hiç kimseye hor bakma, İncitme, gönül yıkma,Sen nefsine yan çıkma,
Mevlâ görelim n’eyler, N’eylerse, güzel eyler...





Mü’min işi, reng olmaz, Âkıl huyu ceng olmaz, Ârif dili teng olmaz,
Mevlâ görelim n’eyler, N’eylerse, güzel eyler...





Hoş sabr-ı cemîlimdir, Takdîri kefîlimdir, Allah ki, vekîlimdir,
Mevlâ görelim n’eyler, N’eylerse, güzel eyler...





Her dilde O’nun adı, Her canda O’nun yâdı, Her kuladır imdâdı,
Mevlâ görelim n’eyler, N’eylerse, güzel eyler...





Nâçâr kalacak yerde, Nagâh açar, ol perde, Derman eder ol derde,
Mevlâ görelim n’eyler, N’eylerse, güzel eyler...





Her kuluna her ânda, Geh kahr u geh ihsânda, Her anda, o bir şânda,
Mevlâ görelim n’eyler, N’eylerse, güzel eyler...





Geh mu’tî ü geh mânî’,Geh darr ü gehi nâfî’,Geh hâfid ü geh râfî’
Mevlâ görelim n’eyler, N’eylerse, güzel eyler...





Geh abdin eder ârif, Geh emîn ü geh hâif, Her kalbi odur sârif,
Mevlâ görelim n’eyler, N’eylerse, güzel eyler...





Geh kalbini boş eyler, Geh hulkunu hoş eyler, Geh aşkına tûş eyler,
Mevlâ görelim n’eyler, N’eylerse, güzel eyler...





Az ye, az uyu, az iç, Ten mezbelesinden geç, Dil gülşenine gel göç,
Mevlâ görelim n’eyler, N’eylerse, güzel eyler...





Bu nâs ile yorulma, Nefsinle dahi kalma, Kalbinden ırak olma,
Mevlâ görelim n’eyler, N’eylerse, güzel eyler...





Geçmişle geri kalma, Müstakbele hem dalma, Hâl ile dahî olma,
Mevlâ görelim n’eyler, N’eylerse, güzel eyler...





Her dem onu zikreyle, Zeyrekliği koy şöyle, Hayrân-ı Hak ol, söyle,
Mevlâ görelim n’eyler, N’eylerse, güzel eyler...





Gel hayrete dal bir yol, Kendin unut O’nu bul, Koy gafleti hâzır ol,
Mevlâ görelim n’eyler, N’eylerse, güzel eyler...





Her sözde nasîhat var, Her nesnede zîynet var, Her işte ganîmet var,
Mevlâ görelim n’eyler, N’eylerse, güzel eyler...





Bil elsine-i halkı, Aklâm-ı Hak ey Hakkî Öğren edeb ü Hulki
Mevlâ görelim n’eyler, N’eylerse, güzel eyler...





Vallahi güzel etmiş, Billahi güzel etmiş, Tallahi güzel etmiş,
Allah görelim n’etmiş, N’etmişse güzel etmiş...             





İbrahim Hakkı kuddise sırruhu’l-azîz





Ey Allah’ım beni senden ayırma





Beni senin didarından ayırma





Seni sevmek benim dinim imanım





İlâhi dini imandan ayırma





Sararuben solup döndüm hazana





İlâhi hazanı daldan ayırma





Şeyhim güldür ben onun yaprağıyam





İlâhi yaprağı gülden ayırma





Men ol dostun bahçesinin bülbülüyem





İlâhi bülbülü gülden ayırma





Balığın canı suda dediler





İlâhi balığı sudan ayırma





Eşrefoğlu senin kemter kulundur





İlâhi kulu sultandan ayırma





Eşrefoğlu Rumî kuddise sırruhu’l-azîz





Her muradın sende iste hoşluğun bul ey gönül





İçeri gel âleminde padişah ol ey gönül





Derd-i aşk-ı Hakk’a yanub ol ana kul ey gönül





Aşk-ı Hakk’tan gayrı bir şey itme me’mûl ey gönül





Hayrete var kim yakîndir Hakk’a ol yol ey gönül





Bahr-i aşka dal deminden dembedem dol ey gönül





Az ye az iç az uyu zikr-i kalbi eyle kût





Vehm u fehm u fikri nefy it kim gönül kılsun sükût





Ölmeden öl ki, seni hayy ide Hayy-i lâyemût





Hûş der- dem yanî her dem Hakk’ı bul halkı unut





Hayrete var kim yakîndir Hakk’a ol yol ey gönül





Bahr-i aşka dal deminden dembedem dol ey gönül





Sû-i halkı dilde koyma tâ dola hulk-i hasan





Emr-i Hakk’ı tut cemî-i halka şefkat eyle sen





Nefsi koy Hakk’a gönülden gel sefer kıl der vatan





Hak ile ol halk içinde halvet olsun encümen





Hayrete var kim yakîndir Hakk’a ol yol ey gönül





Bahr-i aşka dal deminden dembedem dol ey gönül





Çekme gam ger halk-ı âlem olsalar düşmen sana





Cümleden erham hem eşfak dost imiş Rahman sana





Her ne gelse hoş gelur Hakk’tan gelur mihmân sana





Gelse aşkın derdi mesrur ol odur derman sana





Hayrete var kim yakîndir Hakk’a ol yol ey gönül





Bahr-i aşka dal deminden dembedem dol ey gönül





Bahr-i aşka dal suya düşmüş meder misli hemîn





Ol nefs bahrında mahv ol kalmasun hiç ol emîn





Âlem ü âdem kamu çün nefs-i vâhiddir yakîn





Cümleyi kendin görürsün söyleme asla sakın





Hayrete var kim yakîndir Hakk’a ol yol ey gönül





Bahr-i aşka dal deminden dembedem dol ey gönül





Her neye baksan anı bil kendi cüz’ün fil-misâl
Kesret-i sûretde kalma vahdet-i ma’nâya dal
Mest olub vahdet meyinden zevk idûb ol ehl-i hâl
Arif ol fakr u fenadan hoş beka bul anda kal
Hayrete var kim yakîndir Hakk’a ol yol ey gönül
Bahr-i aşka dal deminden dembedem dol ey gönül
Hakkı Hakk’ı canda bul çün mevc ile yemdir nihân





Hak sana sırr-ı mâiyyetle muindir her zaman





Ol sana senden yakîndir sen ırâğ olma hemân





Ayn-i beytullah iken dil dolmasun gayri gümân





Hayrete var kim yakîndir Hakk’a ol yol ey gönül





Bahr-i aşka dal deminden dembedem dol ey gönül





Erzurumlu İbrahim Hakkı kuddise sırruhu’l-azîz





Dost dost diye nicesine sarıldım





Benim sâdık yârim kara topraktır





Beyhude dolandım boşa yoruldum





Benim sâdık yârim kara topraktır





Nice güzellere bağlandım kaldım





Ne bir vefa gördüm ne fayda buldum





Her türlü isteğim topraktan aldım





Benim sâdık yârim kara topraktır





Koyun verdi kuzu verdi süt verdi





Yemek verdi ekmek verdi et verdi





Kazma ile döğmeyince kıt verdi





Benim sâdık yârim kara topraktır





Âdemden bu deme neslim getirdi





Bana türlü türlü meyve yedirdi





Her gün beni tepesinde götürdü





Benim sâdık yârim kara topraktır





Karnın yardım kazmayman belinen





Yüzün yırttım tırnağınan elinen





Yine beni karşıladı gülünen





Benim sâdık yârim kara topraktır





İşkence yaptıkça bana gülerdi





Bunda yalan yoktur herkes de gördü





Bir çekirdek verdim dört bostan verdi





Benim sâdık yârim kara topraktır





Bütün kusurumu toprak gizliyor





Merhem çalıp yaralarım düzlüyor





Kolun açmış yollarımı gözlüyor





Benim sâdık yârim kara topraktır





Her kim ki, olursa bu sırra mazhar





Dünyaya bırakır ölmez bir eser





Gün gelir Veysel’i bağrına basar





Benim sâdık yârim kara topraktır





Âşık Veysel





Her kaçan anarsam seni      





Karârım kalmaz Allah’ım





Senden ayrık gözüm yaşım   





Kimseler silmez Allah’ım





Sensin ismi Baki olan   





Sensin dillerde okunan





Senin aşkına tutulan     





Kendini bilmez Allah’ım





Sen yarattın cism-ü canı   





Sen yarattın bu cihanı





Mülk senindir keremkâni   





Kimsenin olmaz Allah’ım





Okunur dilde destanın      





Açıldı bağ-û bostanın





Senin baktığın gülistanın    





Gülleri solmaz Allah’ım





Aşkın bahrine dalmayan        





Cânını kurban kılmayan





Senin Cemâlin görmeyen    





Meydâna gelmez Allah’ım





Zâr olur âşıkın işi      





Durmaz akar gözü yaşı





Senden ayrı düşen kişi   





Dîdârın görmez Allah’ım





Âşık Yunus seni ister     





Lûtfeyle Cemâlin göster





Cemâlin gören âşıklar   





Ebedî ölmez Allah’ım[4]





Yunus Emre kuddise sırruhu’l-azîz





Seyrimde bir şehre vardım





Gördüm sarayı güldür gül





Sultanımın tacı tahtı





Bağı divarı güldür gül





Gül alırlar gül satarlar





Gülden terazi tutarlar





Gülü gül ile tartarlar,





Çarşı pazarı güldür gül





Toprağı güldür taşı gül





Kurusu güldür yaşı gül





Has bahçesinin içlinde





Serv-ü çınarı güldür gül





Gülden değirmeni döner





Anın ile gül öğünür





Akarsuyu döner çarkı,





Bendi pınarı güldür gül





Ak gül ile kırmızı gül





Çift yetişmiş bir bahçede





Bakışırlar hara karşı





Hâr-ı ezhârı güldür gül





Gülden kurulmuş bir çadır





İçinde nimeti hazır





Kapıcısı İlyas Hızır





Nân-ı şarabı güldür gül





Ümmî Sinan gel vasfeyle





Gül ile bülbül derdini





Yine bu garip bülbülün





Âh-u figânı güldür gül





Ümmi Sinan kuddise sırruhu’l-azîz





Sevdim seni ma’budum ah canan diye sevdim





Bir ben değil âlem sana kurbân diye sevdim





Ecram-u felek levh-u kalem mest-i nigâhın





Dîdârına âşık ulu Yezdan diye sevdim





Mahşerde nebiler bile senden medet ister





Gül yüzlü melekler sana hayran diye sevdim





Aşkınla buhurdan gibi tütmede bu kalbim





Sensiz bana cennet bile hicran diye sevdim





Tâ arşa çıkar her gece âşıkların ahi





Asilere lütfün yüce ferman diye sevdim





Doğ kalbime bir lâhzacık ey nûr-u Dilâra





Sevdanı gönül derdine derman diye sevdim





Bülbül de senin bağrı yanık âşık-ı zarın





Feryadı bütün âteş-i sûzan diye sevdim





Huriler ezelden beri şeyda-yi cemâlin





Yanmıştı sana Yusuf-u Ken’an diye sevdim





Evlâd-ı îyalden geçerek Ravza’na geldim





Evsafını methetmede Kur’an diye sevdim





Kıtmir’inim ey Şâh-ı Resul kovma kapından





Âlemlere rahmet dedi Rahman diye sevdim





Şeyda kuluna eyle nazar merhametinle





Bir lâhza nazar en büyük ihsan diye sevdim[5]





Hasan Basri Çantay Kuddise Sırruhu’l-Azîz





Her kimin çeşmi dür ü peymâne Leylâya düşer
Kûhı ser-geşte gezer yâdıma peymâne düşer





            Mey-i peymâne-i Leylâdan içen bâde-perest
            Aklını bâda virür câdde-i rüsvâye düşer





Meyl-i dâr eylemez ol mail-i peymâne-i ‘aşk
Bâde-i Türkî çeküp bâdiye peymâne düşer





            Kâmil-i mihr olur elbette bulur feyz-i cemâl





            Alem-i aşkda kim hâle-i bir âya düşer





Teni peykân evidir ben gibi kimin sinesin
Dü kemen-dâr ü dü sad tîr iki yaya düşer





            Bakma hây-hûyma miskinlere zAhmed virenin
            Uma göz nazar it gör ki, ne hûy haya düşer





Âferîn mu’cize-i la’l-i dil-ârâsma kim
Söyleye bir kez eğer nükteli bin âye düşer





            Bahmaz üftâde-i nâzma yine nâz eyler
            Acaba vechi ne kim beyle istiğnaya düşer





Arturur zevkimi ey Mîr Nigârî her gün
Beni gördükde ki, ol şûh sitihzâye düşer





                                                                                                       Seyyid Nigârî kuddise sırruhu’l-azîz





Âh bi-hâli ve hayâlâtihî
Âh bi-ayni ve işârâtihî





Âh bi-vechi ve alâmâtihî
            Âh bi-la’li ve makâlâtihî





Âh bi-zülfi ve mülâkâtihî
Âh bi-hâli ve makâmâtihî





            Âh mine’l-aşkı ve hâlâtihî





            Ahraka kalbî bi-harârâtihî [6]





                                                                                                                      Seyyid Nigârî kuddise sırruhu’l-azîz





6- EFENDİ HAZRETLERİNİN SEVDİĞİ HİKÂYELERDEN BİR DEMET [7]





1-Bir tacirin bir papağanı vardı. Bir gün tüccar Hindistan’a gitmek için yol hazırlığına başladı. Kölelerinin, cariyelerinin her birine ayrı ayrı:





“Hindistan’dan ne getireyim ne istersin?” diye sordu.





Her biri ayrı bir şey istedi. Tüccar papağanına da sordu:





“Ey güzel kuşum, sana ne getireyim Sen Hindistan’dan ne istersin?” dedi.





Papağan:





“Oradaki papağanları görünce hâlimi anlat ve de ki, falan papağan benim mahpusumdur, ben onu kafeste besliyorum. Size selâm söyledi. Ben gurbet ellerde kafeslerde sizin hasretinizle can vereyim, siz serbestçe ağaçlıklarda kayalıklarda dolaşın bu reva mıdır? Hiç değilse bir se­her vakti ben garibi de hatırlayın ki, ben de birazcık mutlu olayım, dedi,” de. Başka da bir şey istemem” dedi.





Günler geceler boyu yol gitti, nihayet Hindistan’a vardı. Giderken birkaç papağan gördü kayalıklara konmuş, bekliyorlardı, atını durdurup seslendi:





“Ben falan memlekette filan kişiyim, ticaret yapmak için buralara geldim. Benim bir papağanım var size selâm söyledi ve böyle böyle dememi istedi” dedi.





Tüccar sözlerini bitirir bitirmez, o papağanlardan birisi titredi, nefesi kesildi düşüp öldü.





Tüccar bu haberi verdiğinden dolayı bin pişman oldu.





“Ne yaptım, bu zavallı kuşun ölümüne sebep oldum. Galiba bu benim kuşumun bir yakını, candan seveni olsa gerek” diye düşündü.





Aradan bir hayli zaman geçti, tüccar alışverişini bitirip memleketine döndü. Herkesin istediğini bir bir verdi.





Kuş kafesinde tüccara sordu:





“Benim istediğim nerede. Hem cinslerimi, papağanları gördün mü, ne söyledin, ne gördünse bana an­lat, beni de mutlu et” dedi.





Tüccar:





“Sevgili kuşum kusura bakma, fakat söylemesem daha iyi olacak sanıyorum, çünkü hâlâ o saçma sapan haberi götürerek yaptığım akılsızlığa ve cahilliğe yanmaktayım, onun için anlatmasam daha iyi” dedi.





Papağan ısrar etti; bunun üzerine tüccar istemeye is­temeye olanları anlattı:





“Tarif ettiğin yere varıp dostların olan papağanları gö­rünce senin söylediklerini ve selâmını “söyledim içlerinden biri buna dayanamadı üzüldü titredi ve hareketsiz kaldı, ödü patladı dayanamadı öldü gitti” dedi. Bunu görünce çok pişman oldum, fakat nafile bir kere söylemiş bulun­dum” dedi. Tüccarın sözlerini duyan papağan kafesin içinde titre­di, hareketsiz kaldı ve biraz sonra düşüp öldü.





Tüccar bunu görünce aklı başından gitti, ağlayıp sızla­maya başladı, külahını yere vurdu.





“Ey güzel sesli kuşum, sana ne oldu neden bu hâle gel­din, ben ne yaptım başıma ne işler açtım” diye dövündü. Sonunda ölü papağanı, kafesten çıkarıp pencerenin kenarına getirdi, getirir getirmez papa­ğan hemen canlanıp uçtu, bir ağacın en yüksek dalına kondu. Tüccar buna şaşıp kaldı.





“Ey güzel kuş, bu ne iştir, bu ne haldir, bana anlat, bu hileyi nasıl öğrendin de beni kandırdın” dedi. Papağan konduğu yerden seslendi:





“Sevgili Efendim, o Hindistan’da gördüğün papağan benim selâmımı alınca düşüp ölmüş gibi yaparak bana bu haberi gönderdi. “Eğer kurtulmak istiyorsan öl!” dedi. Ben de gördüğün gibi onun dediğini yaparak hapisten kurtuldum. Kısaca öldüm kurtuldum kafeslerde tutulmak­tan” dedi.[8]





2- Cömertliğiyle tanınmış bir şeyh vardı. Bu yüzden bir türlü borçtan kurtulmazdı. Şeyh yıllarca bulduğunu dağıttı, bundan dolayı da borcu arttıkça arttı, nihayet dört yüz dinara yükseldi.





Bir gün şeyh hastalandı öleceğini anlayan alacaklıları başına toplandılar. Şeyhe kötü kötü bakıyor, onun hak­kında fena fena şeyler düşünüyorlardı.





O sırada helva satan bir çocuk, sokaktan geçiyordu. Şeyh hizmetçisine:





“Git şu çocuktan helvanın tamamını satın al da, bu ala­caklılar yesin, hiç olmazsa bir süre gönülleri hoş olsun” dedi.





Hizmetçi çıkıp helvacı çocuğu çağırdı, helvayı yarım di­nara satın aldı, getirip şeyhin borçlularına ikram etti. Borç­lular helvayı yiyip bitirdiler. Helvacı çocuk boş tepsiyi eline aldı ve ücretini istedi. Ölmek üzere olan Şeyh:





“Ben zavallı ve ölmek üzere olan bir adamım, bende para ne arar” dedi.





Bunu duyan helvacı çocuk, ağlayıp inlemeye, feryada başladı. Alacaklıların buna iyice canları sıkıldı, ileri geri söy­lenmeye başladılar. Çocuk da, ikindi vaktine kadar ağlayıp durdu. Şeyh, bu sırada gözlerini yummuş çocuğa hiç bakmı­yordu.





İkindi vaktinde bir hizmetçi elinde bir tabakla içeriye girdi, tabağı şeyhin önüne bıraktı. Şeyh, hizmetçiye tabağı alacaklılarına vermesini söyledi. Hizmetçi, tabağı alacaklı­ların önüne koydu. Tabağın örtüsünü açtıklarında herkes hayretler içinde kaldı. Çünkü tabakta ‘Şeyhin borcu olan dört yüz dinar’ vardı. Tabağın bir kenarında da, kâğıda sarılı yarım dinar vardı. O yarım dinar da helvacı çocuğun parasıydı.





Bu duruma şaşıran alacaklılar, utandılar şeyh hakkın­daki kötü sözlerine ve yanlış zanlarından dolayı pişman ol­dular. Şeyhin ellerine sarıldılar:





“Ey ulu kişi bu işin sırrı, hikmeti nedir anlat bize” de­diler.





Bunun üzerine Şeyh:





“Ey insanlar bunun sırrı şudur. Ben bunu Allah Teâlâ’dan diledim. Allah Teâlâ bana doğru yolu göster­di. O paranın gelmesi çocuğun ağlamasına bağlıydı. Hel­vacı çocuk ağlamasaydı, rahmet denizi coşmazdı,” dedi.[9]





3- Gül kokusundan iriyarı bir adam bir gün, güzel koku satanların pazarına gelince aklı başından gitti, yere yıkılıp bayıldı, yol orta­sına bir ölü gibi yığıldı kaldı. Bunu gören halk başına üşüştü.





Başına toplananlardan kimi, kalbini yokluyor, kimi yü­züne gülsuyu döküp duruyordu.





Bilmiyorlardı ki, adamcağız gül kokusundan bayılmış.





Kimi bileklerini, başını ovuyor, kimi ödağacına şeker karıştırarak tütsü yapıyor, bir başkası elbiselerini çıkarıp üstünü hafifletiyordu.





Birisi nabzını yokluyor, öbürü ağzını kokluyor, ‘şarap mı içti, esrar mı çekti, afyon mu yuttu’ diye anlamaya çalışıyordu.





Bir türlü adamın neden bayıldığını anlamayan halk şa­şıp kaldı.





Son çare olarak, akrabalarına haber vermeye karar verdiler. O bayılan kişinin akıllı ve anlayışlı bir kardeşi var­dı. Bu haberi alır almaz, yanına biraz köpek pisliği alarak koşup geldi. Çünkü kardeşi, köpek bakıcısıydı köpek pisli­ği kokusuna alışmıştı. Gül kokusu alınca, bu yüzden ba­yılmıştı. Kardeşinin yanına varınca, o akıllı kişi, kimse an­lamasın diye, önce halkı dağıttı, sonra ağzını kulağına gö­türerek okuyormuş gibi yaptı, bu arada gizlice köpek pis­liğini burnuna götürerek koklattı, koklatır koklatmaz, adam ayılarak kendine gelmeye başladı.





Halk şaşırdı:





“Bu ne büyük bir efsun bir sihir,” dediler.[10]





4- Bir gün Mecnun, Leylâ’nın köyüne varmak için bir de­veye bindi, yol almaya başladı, bütün derdi bir an önce, Leylâ’nın köyüne ulaşmaktı. Mecnun’un derdi buydu, fakat devenin de derdi başkaydı. O da geride, ayrıldığı yerde kalan yavrusunu düşünüyor ve ona kavuşmak istiyordu.





Mecnun kendindeyken, deveyi Leylâ’nın köyüne doğ­ru sürüyordu. Fakat birazcık dalınca deve geri dönüyor, yavrularına doğru koşuyordu. Mecnun kendisine gelince biraz önce geldikleri yer­den fersahlarca geriye gittiğini görüyordu. Mecnunla, de­vesi böyle tam üç gün boyunca yol aldılar. En nihayetin­de Mecnun, bu işin böyle sürüp gidemeyeceğini anladı de­veden indi:





“A devecik, ikimiz de aşığız, fakat gideceğimiz yerler birbirine zıt onun için seninle arkadaşlık edemeyiz, eğer bu beraberliği sürdürecek olursak, hiçbir zaman hedefe ulaşamayız,” deyip deveyi serbest bıraktı.(Kesti)[11]





5- Bir derviş Ebü’l-Hasen-i Harakâni kuddise sırruhu’l-azîzin şöhretini duyarak, onu görmek için Talkan şehrinden yola çıktı. Günler gece­ler boyu yürüyerek, dağları aştı, ovaları geçti, nihayet şey­hin bulunduğu şehre vararak evini sordu. Evi bulunca, say­gıyla kapıyı çaldı. Şeyhin karısı kapıdan başını çıkardı:





“Ne istiyorsun?” dedi. Derviş:





“O Allah Teâlâ dostu olan insanı ziyaret için, Talkan şehrin­den geliyorum,” diye cevap verdi.





Bunu duyan kadın, kahkahalarla güldü:





“Şu koca sakalına bak, hiç düşünmeden yaptığın işe, katlandığın bunca zAhmede bak. Be adam, senin başka işin gücün yok muydu da, yollara düşüp bunca zamanını beyhude yere harcadın. Bir ahmağı görmek için, bu kadar zAhmede değer mi?” diye başlayarak şeyh hakkında daha nice kötü sözler söyledi, hakaretler etti. Derviş bütün bun­ları sabırla dinledi sonunda:





“Bütün bu söylediklerine rağmen o yüce insan nerede bana söyle” diyerek gözyaşları döktü. Bunun üzerine:





Kadın daha birçok sözler söyleyerek, birçok hakaret­lerde bulundu.





Derviş bu yolla, şeyhin yerini öğrenemeyeceğini anla­yınca, oradan ayrıldı. Yeniden sorup soruşturmaya başla­dı. Sonunda şeyhin ormana gittiğini öğrenerek, onun pe­şinden ormanın yolunu tuttu. Derviş hem yürüyor hem de:





“Böyle yüce bir insan nasıl oluyor da, böylesine kötü huylu yılan dilli, küfürbaz bir kadını evinde tutuyor” diye düşünüyordu.





Derviş bu düşüncelerle yol alırken, şeyhin kükremekte olan bir aslana binmiş olarak geldiğini gördü:





Aslanın sırtında bir yük odun vardı, Şeyh de odunların üstüne binmişti. Elindeki kamçısı da koca bir yılandı.





Şeyh, dervişin yanına gelince gönlündeki düşünceleri bir bir okudu, sonra ona şöyle dedi:





“Ben o huysuz kadına tahammül ederek yükünü çek­tiğim için, bu aslan da hiç itiraz etmeden benim yükümü çekiyor” dedi.[12]





6-Bir memleket varmış içlerinden münasip birini, yedi sene süreyle hükümdar yaparlarmış. Yedi sene sonra o adamı vahşi ıssız bir adaya götürüp bıraktıktan sonra, bir yenisini hükümdar yaparlarmış. Bu suretle yeni hükümdar tayini için münasip gördükleri birine;





“Sen bize hükümdar olur musun?” teklifte bulunmaları üzerine;





“Peki, ben hükümdar olursam, her dediğimi; yapacak mısınız”sorusuna,





“Elbette yaparız Efendim” demişler.





Adam hükümdar olduktan sonra, vazifesi süresinin bitiminde götürülüp bırakılacağı vahşi ve ıssız adaya ustalar gönde­rip saraylar, bağlar, bahçeler, yaptırdıktan sonra hizmetçiler ve cari­yeler gönderip orayı mamur hale getirmiştir. Yedi yılın sonunda kayığa bindirip götürdükleri hükümdarı oradakiler karşılamış ve oranın hükümdarı olmuştur.





İnsanın ömrünün bitiminde gideceği yer bellidir. Marifet bu dünyada iken, gideceği o yeri imar etmektir.





7-İşittim ki, bir pir, sabaha kadar ibadetle meşgul ol­duktan sonra, seher vakti elini kaldırıp Cenabı Hakk’tan hacet dilemiş.





Pîrin kulağına:





“Dilediğin olamaz. Bu kapıda senin duan makbul değildir. Var, başının çaresine bak. Fakat ruhunda izzeti nefis yok ise, yalvar, dur.” diye hatiften bir ses gelmiş.





Pîr, hatifin sözüyle ibadetinden kalmamış; ikinci ge­ceyi de yine zikr ve ibadet ile geçirmiş.





Müfritlerinden (aşırılık gösteren) birisi pîrin haline vâkıf olunca ona:





“Gördün ki, dilediğin şey olmayacaktır. Beyhude yere dua edip durma!” demiş.





Pîr, hasretle gözlerinden yakut renkli yaşlar akıtarak:





“A-çocuğum, eğer bu kapıdan daha iyi bir kapı görseydim, buradan umudumu keserek o kapıya giderdim. O benden dizginini çevirmekle zannetme ki, ben onun ter­kisinden çekerim. Dilenci, bir kapıdan mahrum dönebilir; fakat başka bir kapı daha varsa meraklanmaz, öteki ka­pıya gider. Hatiften işittim ki, bu mahalleye yol yokmuş. Yani bu maksadım hâsıl olmayacakmış. Fakat ne yapa­yım ki, başka bir mülke yol yoktur.” diye cevap vermiş.





Pîr bu sözü söyledikten sonra, bütün hulûs ve teslimiyetiyle secdeye varmış. O sırada canının kulağına ha­tiften şu nida gelmiş:





“Bize lâyık hüneri yoksa da, kabul ettik. Çünkü bizden başka sığınacak bir şey tanımıyor.” [13]





Efendi Hazretleri bunu misal vererek buyururdu ki;





“Gardaşlarım, biz kulluğumuzu bilelim.”[14]





8- Şeyh Senân-î isimli bir şeyhi Rum di­yarına davet etmişler.





“Davete icabet sünnettir gidelim” demiş. Sekiz-on ihvanı ile yola çıkmışlar, Kayseri’ye gelmişler. Şeyh Senan, pencerede bir Rum kızı görüp âşık olmuş. Şeyhin gözü, Rum kızından başka bir şey görmez olmuş. Durumu anlayan kız da şart koşmuştur.





“Benim dinime gireceksin, beline zünnâr kuşanacaksın, başına keşiş kalpağı koyacaksın, domuz­larımı da güdeceksin ki, beni görebilesin.” Şeyhte şartları kabul etmiş. Bunun üzerine arkadaşla­rı şeyh gâvur oldu diyip bırakıp gitmişler.





Uzaktan bir ihvan,ı şeyhini ziyarete geli­r ve şeyhini sorar. Derler ki;





“Şeyh dinini değiştirdi, şimdi domuz güdüyor.” Uzaktan gelen o ihvan der ki;





“Siz de hiç vefa yok mu? Nasıl bırakırsınız. Ben de şeyhimin yanı­na gidiyorum. Benimle gelen varsa gelsin.” Bunun üzerine Kayseri’ye gelirler. Gün­düz oruç tutup geceleri namaz kılarak dua ederler.





Uzaktan gelen ihvan rüyasında Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi görür. Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem;





“Şeyhinizle ara­nıza perde girmişti” buyurur ve perdeyi kaldırırlar. O anda da şeyh kendisine gelip hata­sını anlar. İhvanlar şeyhlerini hamama götürüp yıkayarak guslettirip memleketleri­ne dönerler. Yolda arkalarına bakarlar ki, bir atlı geliyor. Yanlarına gelince Rum kızı olduğunu anlarlar.





Hikâyeden sonra Efendi Hazretleri buyurdular ki,





“Şeyh Senân-i ruh, Rum kızı ise, nefistir. Ruh nefse âşık olmuş. İnsan nefsin sözünü tutarsa, nefis dininden döndürür, domuz da güttürür. Nefsin sözüne gitmezsen, Rum kızı gibi nefis, ruhun yani senin peşinden gelir.





Gardaşlarım! Onun için nefsini bilen Allah Teâlâ’yı bilir. Nefsini bilmeyen, Allah Teâlâ’yı bilmez. O sebeble biz, nefsimizden korkarız.”





9-Gardaşlarım! Her şeyin başı sabırdır, sonu da sabırdır. Allah Teâlâ’nın bir ismi de sabırdır.”





Adamın biri evlendikten sonra, ilminin olmayışın­dan rahatsız olmaya başlamış. İlim tahsili için evinden çıkmış muhtelif yerlerde 15–20 sene kadar ilim tahsili yapmış. Evine dönerken yolu üzerindeki bir veliye uğra­mış. Veli;





“Oğlum nereden gelip nereye gidersin” diye sormuş. Mollada;





“İlim tahsil et­tim memleketime dönüyorum” demiş. Veli de;





“Ya öyle mi, peki ilmin başı nedir?” diye sorunca molla bir cevap verememiş. Velide buyurmuş ki,





“ 3 sene bana hizmet edersen sana ilmin başını öğretirim” demiş. Adamın bunu kabulü sonucu bu veliye 3 sene hizmet etmiş. Lakin veli ona hep sabır gerektiren hizmetler yaptırmış. 3 senenin bitiminde izin isteyerek evine döneceğini ve kendisine ilmin başının ne olduğunu söyle­mesi istemesi üzerine;





“Oğlum ben sana 3 senedir sabrı öğretecek hizmetler yaptırdım. Daha öğrenemedin mi? Her şeyin olduğu gibi ilmin başı da sabırdır.” Buyurmuş.





Adam oradan ayrılırken kendi kendine;





“Canım sabrı biz de biliyorduk” der ve yoluna devamla akşam geç vakitlerde evine gelir. Pencereden ışık görünce,





“Bir bakayım” deyip, pencereden baktığında, hanımının oturduğunu, genç bir delikanlının da onun boynu­na sarılmış olduğunu görünce öfkelenip ikisini de vurmaya karar vermiş. Ancak velinin kendisine söylediği sabır aklına gelince seslenmeye karar verir. Hanımına ses­lenince, kadının;





“Oğlum, bu babanın sesi, koş kapıyı aç” demesi üzerine, adam gurbe­te giderken hamile bıraktığı hanımının bir erkek çocuk doğurduğunu ve bu yaşa geldiğini anlamış





3 sene hizmet ettikse de, hanımı ve oğlumuzu yeniden kazanmış olduk ve katil olmaktan kurtulduk” “demek ki, her şeyin başı sabırdır.”





10- İbrahim Edhem kuddise sırruhu’l-azîz dedesinden sonra, Belh şehrine hükümdar olur. Bir gün yatarken, sarayın da­mından bir ses gelince İbrahim Edhem kuddise sırruhu’l-azîz seslenir;





“Kimdir o? Damda ne arıyorsun” Damdaki adam der ki;





“Devemi yitirdim, devemi arıyorum” İbrahim Edhem kuddise sırruhu’l-azîz buyurur ki;





“Damda deve aranır mı?” Damdaki adam da der ki;





“Ya kuş tüyü yatakta, Allah Teâlâ aranır mı?”





İb­rahim Edhem kuddise sırruhu’l-azîz ertesi gün ava çıkar. Bir geyiğin peşine düşer. Bir müddet kovalamadan sonra geyik dile gelir ve hükümdara dönüp,





“Sen beni avlamak için mi yaratıldın” diyor. Bu­nun üzerine İbrahim Edhem kuddise sırruhu’l-azîz kendinden geçer. Kendine geldiğinde bu işin ilahi bir iş oldu­ğunu anlayıp, elbiselerini değiştiriyor, tacını, tahtın ve sarayını terk edip Mekke’ye geliyor. Orada bir şeyhe intisap ediyor.





Efendi Hazretleri buyurur ki;





“Gardaşlarım! Eğer İbrahim Edhem bi­zim zamanımızda olsaydı, biz ona tacını ve tahtını verirdik”





11-Bâyezîd-ı Bestâmî kuddise sırruhu’l-azîz Hazretleri zamanında ümmi bir demirci varmış. Her namazın sonunda dua ederken dermiş ki;





“Ya Rabbi! Yarın ruz-i mahşerde benim bedenimi o kadar büyük yap ki, bütün cehennemi doldursun, herkesin yerine ben yanayım”





Rabb-ul Âlemin hoşuna giden bu dua sebebi ile demirciye Gavs-ı âzamlık makamı verilmiştir. Bâyezîd-i Bestâmî kuddise sırruhu’l-azîz Hazretleri, Gavs-ı âzamın kim olduğunu merak edip ve demirci olan bu kişinin makamı nasıl kazandığını anlamak için demirciyi görmeye gelir.





Bir miktar soh­betten sonra ayrılırken demirciye, “bize himmet buyur” demesi üzerine, demirci de;





“Aman Efendim, estağfurullah biz kimiz ki, size himmet edelim” deyince, Bestâmî kuddise sırruhu’l-azîz Hazretle­ri buyurur ki;





“Sonra yine görüşürüz” der ve ayrılır. Kısa zaman içerisinde Allah Teâlâ’nın lütfü ile o ümmi demirci, Allâme-i cihan olur.





“Gardaşlarım! Allah Teâlâ’nın ne zaman kime ne vereceği belli olmaz, yeter ki, sizler Allah Teâlâ’nın hoşnut olacağı işler yapasınız”





12-Mecnun bir köpeği okşamakta, öpmekte, önünde yanıp erimekteydi.
 Etrafında eğilip bükülerek, onu ululayıp ağırlayarak dönüp dolaşıyor, ona şeker şerbeti veriyordu. Biri dedi ki;





“Mecnun, bu yapıp durduğun şey ne delilik, ne sersemlik,
 Köpeğin ağzı
, daima pis şeyleri yer. Ardını bile diliyle temizler.”





Köpeğin ayıplarını bir hayli saydı döktü.  Mecnûn dedi ki;





“Sen, baştanbaşa suretten, cisimden ibaretsin. Gel de benim gözümle bir bak. Bu köpek, Leylâ’nın mahallesinin bekçisi.”





“Gardaşlarım! Görünüşe aldanmamak gerekir.”





13- Lokman Hekim oğluna derki;





“Oğlum var git merkebi al getir, sana vasiyet edeceğim.”





Lokman hekimin oğlu da gider, merkebi getirir. Oğul, baba, eşek beraberlerinde yola revan olurlar. Biraz sonra bir köye yaklaşırlar, Lokman Hekim oğluna;





“Oğlum gel, bin merkebe” der ve oğlunu merkebe bindirir. Lokman Hekim, merkebin yularından çekerek köyü geçerler. Bu durumu gören köylüler derler ki, “şu adama bakın, çocuğu merkebe bindirmiş, kendisi de, merkebin önünden çekiyor.” İkinci bir köye giderler, bu seferde Lokman Hekim, biner merkebe. İkinci köyden geçerken köylüler bu sefer de derler ki; “Şuna bakın, koskoca adam merkebe kendisi binmiş, çocuğu merkebin önünden yürütüyor.” Üçüncü bir köye yanaşırlar, bu seferde Lokman Hekim oğlu ile birlikte merkebe binerler, üçüncü köyden geçerlerken köylüler derler ki; “Şu utanmazlara bakın, ikisi birden merkebe binmişler.” Lokman Hekim oğluna demiştir ki;





“Oğlum! Gör bu âlemin halini, sana vasiyetim; çok sert olma ki, seni ağızdan atarlar, çok da yumuşak olma ki, seni yutarlar. Hadi bu kadar vasiyet sana yeter.”[15]





(Bu hikâye Nasreddin Hoca kuddise sırruhu’l-azîz içinde anlatılır.)





14- Hz. Musa aleyhisselâma bir kerre izzet-i hitab geldi:





Ya Musa! Bir acaib şey görmek ister misin? İlâhî sırlarımı müşahede edesin? Haydi, git, filan dört yol ağ­zında, büyük bir çeşme vardır, oralarda bir yerde dur. Sana bir ibret göstereceğim.” [16]





Hz. Musa aleyhisselâm gitti. O yeri buldu. Çeşme etrafında bulunan bir ağaç arkasında durdu. Bir hayli zaman bekledi. Ne­den sonra baktı ki, karşıdan bir atlı, bir süvari geliyor. Bu zât doğru çeşme başına geldi atından indi. Pek fazla ha­raret basmış ve haddinden fazla susamıştı. Çeşmeden su içti. Kuşağını ve belindeki kemerini bir tarafa koyarak çeşmenin arkasına doğru gitti. İhtiyacını gördü, ne yaptı ise, yaptı. Sonra geldi, kuşağını aldı. Her nasılsa kemerini unuttu. Atına binip giderken, Hz. Musa aleyhisselâmı görmedi. O bir ağacın altına oturmuş, kemâli dikkatle bu ahvâli takip ediyordu. Çünkü merak etmişti. Bakalım, acaba ne olacak? Aradan biraz zaman geçti. Onbeş yaşlarında bir çocuk geldi, baktı ki, orada bir kemer durmaktadır. Aldı, be­line sardı, gitti. Hz. Musa aleyhisselâm onu da gördü.





Aradan bir müddet daha geçti. Bir â’mâ geldi. İki gözü de kör, hiçbir şey görmeyen bir kişi. Bîçâre bir zavallı. Tu­tuna tutuna çeşmeye gitti, bir abdest aldı. Çeşmenin bir kenarına çekildi. Kıbleyi tahmin etti. Namaz kıldı. Amâ tam selâm, verip de kalkacağı bir sırada, Hz. Musa aleyhisselâm baktı ki, karşıdan o atlı geliyor. Atını mahmuzlayıp bütün hızı ile sürüyordu. Nihayet geldi. Büyük bir telâşla baktı ki, çeşme üzerinde kemeri yok. Yolda hatırına gelmiş. Malını almak üzere dönmüştü. A’mâ ya yapıştı ve ona:





“Burada benim kemerim vardı,” dedi.





Amâ da:





“Ne diyorsun?”





“Evet, onu sen aldın,” ver.





            “Aman oğlum! Ben a’mâyım, ne görecek gözüm var­dır, ne de alacak kudretim. Ben şimdi geldim, abdest al­dım, namaz kıldım. Benim öyle şeyden haberim yoktur,” dedi. Yine o:





            “Yok yok... Onu mutlaka sen aldın. Şimdi ya keme­ri verirsin, ya da kime verdinse söylersin yahut seni burada helak ederim.”





“Aman, etme, eyleme. Ne yapıyorsun, ne diyorsun?”





Bütün sözler hiç kâr etmedi. Herif amâya tokadı yer­leştirdi. O da kendisini korumak için, sopasını siper ittihaz edecek oldu. Adam daha fazla köpürdü. Pat... put... Zâten amânın kudret ve mecali yoktu. Düşüp orada ölmedi mi? Bunun üzerine atlı da oradan çekilip gitti.





Hz. Musa aleyhisselâm olup bitenleri, baştan sona kadar seyredi­yordu. Sonra;





“Ya Rabbi! Ben ibret görmeye geldim, ama hayrette kaldım. Bu nasıl şeydir? Adâlet-i ilâhiyene muvafık gel­miyor...”





Cenâb-ı Hakk da;                                                       





“Şimdi anlarsın, Ya Musa!” diye buyurdu.





Kullar bilmezler. İnsanlar esrâr-ı ilâhîyeye vâkıf de­ğiller. Gayba karşı uyanık olamazlar ki, esrâr-ı ilâhîyeden haberdar olsunlar. Fakat şimdi vakıanın hakikâti beyan olunca, bunun da adalet olduğunu anlarsın. Hani o atlı geldi, kemeri orada bıraktı, sonra da bir çocuk geldi, kemeri aldı... İşte o çocuğun babasının o at­lıda alacağı vardı, hizmetinde bulunmuştu. Hakkı kalmış­tı. Sonra öldü ve alacağı unutuldu. Fakat Allah Teâlâ unutmadı. İşte bugün o çocuk babasının hakkını aldı. O para babasından kalma bir haktır.





“Peki, ya a’mânın suçu neydi?”





“Onu şimdi böyle salih görürsün değil mi? Elinde tesbih, dilinde zikir, başında sarık... İnsan olsa olsa bu kadar zahid olur. Zahiren böyle olan şu halin hakikâti müthiştir. Bu senin salih zannettiğin O a’mâ vaktiyle o atlının babasını öldürmüştü. Sonra kaçtı, saklandı. Aradılar, bulamadılar. Daha sonra ise, bir kazaya uğradı. Hayli zaman böyle süründü. Zelil ve miskin cezasını çekti. Nihayet maktulün evlâdı olan o atlı kimse, bu a’mâyı öldürdü. Babasının kısasını aldı. Adalet yerini buldu. Vakıa o babasının katili, bu olduğunu bilmiyordu.





Hüküm böyledir, zaman geçer, fakat hak geçmez. Sonuçta Allah Teâlâ adaletini gösterdi.





Adalet olmasa, insanlar birbirlerini yerler. Adâlet, mutlaka yerini bulur. Ama er ama geç...





Mutlaka Hak kulundan intikamı yine kul ile alır





Bilmeyen ilm-i ledünnü, kul yaptı sanır.





15- Sanat ehli iki kişi, zamanın padişahının huzuruna geldi­ler ve dediler ki;





Bizler, usta nakkaşlarız. Güzel saraylar, lâtif evler nakşederiz. Âlemde bizim benzerimiz yoktur.”





Padişah, onlara bir saray gösterdi:





Bu sarayın duvarlarında sanatınızı gösteriniz ki, ger­çek olup olmadığınız anlaşılsın,” dedi.





Onlar da razı oldular. Sarayın bir duvarını biri ve öbür duvarını diğeri ele aldı. İki duvarın arasına perde astılar ki, biri diğerinin sanatını görmesin ve herkesin kendi eseri mey­dana çıksın.





Bu iki sanatkârdan biri, Rûmi (Anadolu halkından)ve diğeri Çin vilâyetinden idiler. Rûmi olan usta, ele aldığı duva­rın üzerine öyle nakışlar yaptı ki, görenlerin akılları başla­rından gider, hayran olur kalırlar. Çin ahalisinden olan diğer usta da, kendi payına düşen duvara yalnız cila vurdu ve baş­ka bir şey yapmadı. Her ikisi de, belirli zamanda işlerini bitir­diler. Padişaha haber verildi, geldi ve gördü ki, duvarın birisi misli ve benzeri görülmemiş şekilde nakışlanmış. Diğerine baktı, onda ise, hiç nakış işlenmemişti amma, gayet parlak cilâlanmıştı, ayna gibi pırıl pırıl olmuştu. Bu ikinci ustaya, pa­dişah sordu:





Hani senin sanatın bu mudur ki, bu duvara yalnız cila vurmuş ve pırıl pırıl parlatmışsın?”





Çinli usta cevap verdi:





Padişahım! Bizim sanatımız ara yerden perde kaldırı­lınca anlaşılır.”





Padişah emretti, aradan perdeyi kaldırdılar. Kaldırır kaldırmaz da, Anadolu halkından olan ustanın yaptığı o şâhâne nakışlar, karşıya aksetti ve Çinli ustanın cilaladığı duvarda aynı nakışlar, aynı parıltı ve ihtişam ile belirdi.





Padişah, bu sanatı görerek o ustaları iyilikle ve taltif etti ve kendilerine elbiseler giydirdi.





Zahir âlimleri nakkaş gibidir. Bâtın âlim­leri de, karşı duvara pırıl pırıl cila vuran usta gibi olan şeyh­ler, sofiler, zahitler, âbitler ve âşıklardır. Onlar da, gönülle­rine cila vurur, parlatır ve ayna haline getirirler. Âlimlere nakışlar vasıtasıyla münkeşif olan ilim; zahitlere, âbitlere, âşıklara ve sofilere, öbür veçhile ve gayet parlak olarak, hakikâtleriyle münkeşif olur. Bu ilme, talim etmekle kimse erişemez.





Şimdi, bundan da anlaşılıyor ki, âlimlerin çalışmalarının, gayretlerinin sonu ve faydası budur. Îmam-ı Gazali rahmetullahi aleyh Hazretleri buyururlar ki;





Zahir âlimlerinin ilimleri, çalışarak kazanılır. Sofile­rin ilimleri ise, keşfidir.”





      16- Mevlana’nın yaşadığı dönemlerde şehir dışına gidecek olanlar medreselere uğrayarak âlimlerden müsaade ister­ler ve öyle giderlerdi.





Konya’da eski hâl, ya da buğday pazarı civarında Yağlıtaş Medresesi vardır. Bu Medresenin Hocasına bir kervancı gelerek İstanbul’a gitmek istediğini söyleyerek izin ister. Hoca düşünce­ye dalar ve bir süre sonra konuşmaya başlar. “İstanbul dönüşünde kervanın Söğüt yakınlarında soyulacak, gitme,” der. Adam birkaç gün sonra tekrar gelir ve gitmek zorunda olduğu­nu bir kere daha izin isteği için geldiğini söyler. Hoca bir süre düşündükten sonra





“Gitmen senin için hayırlı değil, kervanın soyulacak” der. Adam çaresiz çıkar gider. Aklına da Mevlana’ya uğramak gelir. Mevlana’nın huzuruna çıkarak İstanbul’a gitme­si gerektiğini ve izin istediğini söyler. Mevlana Hazretleri “gide­bilirsin” deyince sevinçle kervanı hazırlar ve yola çıkar. İstanbul’a gider, işlerini yoluna koyar. İstanbul’dan dönerken Söğüt yakınlarında, Yağlıtaş Medresesi’ndeki, Efendinin soyulacaksın dediği yerde konaklar. Gece olunca Kervancı Başı rüyasında eş­kıyalar tarafından soyulduğunu görür. Rüya o kadar gerçek gi­bi görünür ki, kan ter içinde uyanır. Sabahın ilk ışığıyla birlikte korku ile tekrar yola koyulur. Soranlara da rüyasında kervanı­nın soyulduğunu, o yüzden erkenden yola çıktıklarını anlatır. Konya’ya döner dönmez ilk uğradığı yer Yağlıtaş Medresesi olur. Hoca Efendi’ye kervanının soyulmadığını anlatır. Ama Mevlana Hazretlerinden izin aldığını, rüyasında soyulduğunu anlatarak Hoca Efendi’den bu işin aslını öğrenmek ister. Hoca bir müddet sonra Kervancı Başına şunları söyler:





“Senin takdi­r-i ilâhinde kervanının soyulması vardı, ama öyle bir zattan izin istemişsin ki, O bu hadiseyi rüyanda geçiştirmiş,” der ve ilave eder:





“Biz Mevlâna değiliz ki rüyanda geçiştirebilelim.” [17]





7-BAL TEFSİRİ





Efendi kuddise sırruhu’l-azîz Hazretleri, Bal tefsirini ihvana okutur ve tavsiye ederdi. Çünkü ihvan bal gibi olmalıdır. Tarifi de bu tefsirde yapılmıştır.





بِسْـــمِ اللهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ





اَللَّهُمَّ صَلِّ عَلَي مُحَمَّدٍ وَعَلَي آلِ مُحَمَّدٍ كَمَا صَلَّيْتَ عَلَي إِبْرَاهِيمَ وَ عَلَي آلِ إِبْرَاهِيمَ





 إِنَّكَ حَمِيدٌ مَجِيدٌ.





Hazreti Ali Kerremâllahü Veche bir gün gazadan hanesine geldiğinde, Hz. Ebûbekir Sıddık radiyallâhü anh, Hz. Ömer Faruk radiyallâhü anh ve Hz. Osman Zinnureyn radiyallâhü anh gelerek Hz. Ali’ye





“Gazan mübarek olsun, Ey Allah Teâlâ’nın Aslanı” dediler. Hz. Fatıma’tüz-Zehra radiyallâhü anha onlara ikrâmen kalaylı bir tas içinde bal getirdi. Balın üzerinde ince bir kıl vardı. Hz. Ebûbekir radiyallâhü anh kılı almak üzere davrandı. Hz. Ömer radiyallâhü anh da kılı aldırmadı ve dedi ki;





—Bizler Hazreti Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin vezirleriyiz. Belki Fatıma’tüz-Zehra radiyallâhü anha bizleri tecrübe için bu kılı koymuştur. Aramızda bu kıl hakkında üçer tevil edelim.”Münasip değil mi?” dedi ve sonra





Hz. Ebûbekir radiyallâhü anh şöyle buyurdular:





Namaz kılanın kalbi nurludur, bu tastan.





Dünya endişesini gönlüne getirmeden namaz kılmak tatlıdır bu baldan





Namazı tadili erkân üzere (sünnetlere dikkat ederek) kılmak incedir, bu kıldan.





Sonra Hz. Ömer El Faruk radiyallâhü anh şöyle buyurdular:





Misafiri seven hane sahibinin kalbi nurludur, bu tastan.





Misafirlere ikram etmek ve gönlünü almak tatlıdır, bu baldan.





Misafirin kalbi incedir, bu kıldan.





 Hz. Osman radiyallâhü anh’da şöyle buyurdular.





Âlimlerin kalbi nurludur, bu tastan.





Âlimlerle sohbet etmek ve onları dinlemek tatlıdır, bu baldan.





Kur’an-ı Kerim’e mana vermek incedir, bu kıldan.





Hz Ali Kerremâllahü Vecheh Efendimiz de şöyle bir açıklama da bulundu:





Gazaya giden gazilerin kalbi nurludur, bu tastan.





Cihat edip al kanlara boyanıp kâfirlerle cenk etmek tatlıdır, bu baldan.





Üzerine kul hakkı geçirmeden, haram yemeden hanesine dönmek incedir, bu kıldan.





Sonra Hz. Fatıma radiyallâhü anha validemiz de şöyle buyurdular:





Erkeğini hoşnut eden kadınların kalbi, nurludur bu tastan.





Erine cefa etmeyip güzelce geçinip, kendinden razı etmek tatlıdır, bu baldan.





Kocasının hakkını yerine getirmek incedir, bu kıldan.





Sonra Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemde bu sohbete iştirak ederek şöyle tevil buyurdular:





Benim ümmetimin kalbi, nurludur bu tastan.





Kevser şarabı tatlıdır, bu baldan.





Şeriatımız (benim yolumdan gitmek) incedir, bu kıldan.





Bu sohbete, neşe veren Allah Teâlâ, Cebrail aleyhisselâmı göndererek buyurdu ki;





Senin nübüvvet nurun, nurludur bu tastan.





Yarın kıyamet günü mahşer yerinde ümmetine şefaat etmen, tatlıdır bu baldan.





Sırat köprüsü incedir, bu kıldan.





Bunun üzerine Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem mübarek ellerini kaldırıp:





“Ya Rabbi, bu bal tefsirini okuyana, dinleyene iki yüz nebinin sevabı isterim ve senden dilerim,” diye dua ettiler. Cihar Yar-i Güzin radiyallâhü anhüm Efendilerimiz de “Âmin” dediler.





Cenab-ı Allah Teâlâ’dan şöyle nida geldi:





“Ya Habîbim! Senin ümmetinden her kim bu Bal Tefsirini üzerinde taşır, okur, okutur, yazar, yazdırır ve din kardeşlerine hediye ederse İzzet ve Celalim hakkı için ben de, o kuluma iki yüz nebinin sevabı veririm,” diye buyurdular.





Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem de dedi ki;





“Benim ümmetimden her kim, bu bal tefsirini kendisine evrad edinip üzerinde taşır, her gün okur veya dinlerse ve burada bahsedilen ahlaklarla ahlaklanmaya çalışırsa katiyyen dünya darlığı görmez; fakirlik ve ihtiyaca düşmez; ölürken hüsnü şehadetle ölür; ahirete iman ile gider ve gelecek kaza ve musibetlerden kendisini Cenab-ı Hakk muhafaza eder.”





Bütün enbiya-i mürselin, evliyayı sadıkın, ehli iman, ehli irfan ve ehli aşkın ruhları için, Habîbi Kiram Efendimiz Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin yüzü suyu hürmetine ve Allah Teâlâ rıza-i şerifi için Lillâh il- Fatiha.





 Arifler ortasında sofuluk satmayalar





Çün sufiye ihlâs oldu aşka riya katmayalar





Ya gel bildiğinden ayıt yahut bilenlerden işit





Teslimin ucunu tutup hiç sözü uzatmayalar





Mumsuz baldır şeriat tortusuz yağdır hakikât





Dost için balı yağa ne için katmayalar





Kıymetin duyar isen neye değer iş bu dem





Erenlerin manisin bilmeze satmayalar





Miskin Âdem yanıldı uçmakta buğday yedi





İşi Hakk’dan bilenler Şeytan’dan tutmayalar





Şirin hulklar eylegil tatlı sözler söyle gil





Sohbetlerde Yunus’u hergiz unutmayalar.[18]





Yunus Emre kuddise sırruhu’l-azîz





8-SEVDİĞİ YEMEKLER





 Efendi Hazretlerinin sevdiği yemekler genellikle Sivas çevresinde herkes tarafından çokça tüketilen ve lüks olmayan yemeklerdir. Bu yemekler ayrıca ihvanın kolayca hazırlayabileceği türden yemekler olması O’nun zühd hayatının nişanesi olmaktadır.





Aşure





Ayranlı çorba





Ciğer kavurma





Dolmalar: Kabak, hıyar, patlıcan, yaprak





Ekmek aşı





Hasuda: Şekerli un bulaması.





Ispanak mıhlaması





İçli köfte





Kelle paça





Kıymalı yumurta





Patetes yemekleri: Haşlama, piyaz, oturtturma vb.





Patlıcanlı güveç





Pideler: Etli, peynirli, ıspanaklı, çökelikli vb.





Subure: Küçük parçalar halinde kesilmiş hamurun suda haşlanarak yoğurt ve üzerine tereyağı dökülerek hazırlanması.





Sulu köfte





Yoğurtlu kabak kızartması





Yumurta piyazı





Yumurtalı çorba: Şehriyeli çorbanın yumurtalısı.





B) HİZMETLERİ





Sivas ve civarında onun himmetiyle bitirilmiş 54 eser tespit edilmiştir.





Efendi Hazretleri bir rivayete göre 105,başkabir rivayete göre 154 eser yapım, vs tamiratına vesile olmuştur.





Sönmez Neşriyat’ın ilk kurucuları arasında bulunmuştur





İstanbul’da eğitim yapan talebelere birçok burs göndermiştir.





1- ULUCAMİİ TAMİRATI





Ulu Camii [19]





Sivas’taki en eski Türk eseri olan Ulu Cami’dir.





Sivas, Tokat, Kayseri ve Malatya’ya yerleşen Danişmendliler’in (1085–1178), Selçuklu geleneğini sürdüren anıtlarından biridir. Yapılış tarihi yakın zamana kadar bilinmiyorken, 1965 yılında, tamir dolayısıyla camide kalan taşlar arasında kitabesi bulunarak Sivas Müzesi’ne konulmuştur. Ulu Cami’nin Sivas müzesinde bulunan kitabesinde Ulu Camii Hicri: 533 Milâdi:1138 Tarihinde yapılmış olduğu görülmektedir.





Kitabe:





Bi imareti hâzel mescid’il-mübareke fi eyyam...





El melik’ül adl’kutb’üd-dünya veddin MELİKŞAH BİN İZZE’D-DİN [20]





El abd’ü ahihi İlâ rahmetullahi... Sene selase ve selâsine ve hamse mi’e (H: 533)[21]





Ulu Camii’nin özellikleri;





54x31m. Boyutlarındaki dikdörtgen planlı camii taş duvarlıdır.İç alanı 1650m² olarak, 50 tane kemerli dikdörtgen planlı yığma ayağa oturmuştur.





Daha önce üzeri toprak örtülü olan camii 1955 yılındaki büyük tamirden sonra sac ile kaplanmıştır. Hali hazırda bakır kaplamalıdır.





İlk durumu korunarak bugüne gelen minaresi, bir yıldırım düşmesi sonucu eğik olup, minare üzerinde yıldırımın izi bariz bir şekilde görülebilmektedir. Minare içinde 114 kadar basamak vardır.[22]





Caminin etrafı dolmuş olduğundan çukurda kalmış ve yol seviyesinden on iki basamakla camiye inilmektedir. Caminin avluya üç kapısı olup avludaki şadırvanı Zaralızâde Mehmet Paşa yaptırmıştır. (Şu an bu müştemilat yoktur.)





Ulu Caminin Gördüğü Tamiratlar:





1.İzzetin Keykavus zamanında minaresi (m.1219)    tamir görmüştür.





h.609 / .1213 ve h.932 / m.1525 tarihinde tamir gördüğü, yine h.1006 / m.1597 tarihinde ise, Sivas Emir-ül Ümerası Mahmud Paşa tarafından onarım yaptırıldığı caminin 1955 yılındaki büyük tamirinden sonra bulunan bir tamir kitabesinden ve diğer kitabelerden anlaşılmaktadır. 





Son büyük tamir 1955 yılında tamamlanmış olup, caminin çöken ahşap örtüsü ve üzerindeki toprak örtü alınarak çinko saçla kaplanmıştır. Bu onarım, İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı Efendi Hazretlerinin teşvikleri ve çalışmaları ile başarılmış,  camii yeniden ibadete açılmıştır.  





Ulu Cami’nin 1955 teki Son Büyük Tamiri:





Başbakanlık Cumhuriyet Arşiv kayıtlarından anlaşıldığına göre;





Devlet 1940 yılında vakfa ait Ulu Camii’nin tamir edilebilmesi için kâfi miktarda tahsisat bulunmadığı için haline terk edilmesine,[23] daha sonra 1948 yılında ise, Devlet Müzesi yapılması kaydıyla, Milli Eğitim Bakanlığı’na tahsisi için karar vermiştir.[24] Bu nedenle Ulu Cami 1950 yılına kadar harabe halindedir, ibadete kapatılmıştır.





1954’te başlayan tamirat, 1958’de tamamlanmıştır. 1955 ten beri ibadete açıktır. 1958 yılından sonra da cami civarının ve müştemilatının onarımı ve bakımı 1966 yılına kadar devam etmiştir.





Ulu Camii İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı kuddise sırruhu’l-azîz Hazretleri Tarafından Tamiri:





Sivas Ulu Camii öyle bakımsız hala gelmişti ki,  bütün tavan toprağı caminin içine çökmüş ibadet yapılacak bir halde değildi. Kayseri’den gelmiş olan vaiz vermiş olduğu vaaz’da, 





“Ey Sivas Halkı!





Ulu camii gibi mabet ceddinizden kalmış,  bu hale gelmiş, hiç düşünmüyor musunuz bir müslüman olarak nasıl sabahlara kadar uyku uyuyabiliyorsunuz.”





Bu ağır ithamlar Sivas Halkının uyanmasına sebep olmuş.  Ulu Camii’nin onarımına niyetlenmişlerdir.  Dernek kurulmuştur.  Halkın çoğunluğu İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı Efendi Hazretlerini başkanlığa getirelim diye fikir üzerindeyken Filik Rıfat, “O şeyhliğini yapsın ne gereği var” diye halkı caydırmıştır. 





Dernek kurulmuştur, fakat bir türlü faaliyet başlayamamıştır.  Sonunda dernek üyeleri “bu işin üstünden ancak Hacı İsmail Efendi gelir,  onun yardımına başvuralım,”  diyerek Efendi Hazretlerinin huzuruna gelmişler. 





“Efendim bu işin başında siz bulunun,  bizler bu işi ancak sizinle yapabiliriz”  demişlerdir.  Efendi Hazretleri;





“Gardaşlarım!  Bizde bu işin üstesinden gelemeyiz,  lakin layık görmüşsünüz,  bir teşebbüsse geçelim,  Rıfat Bey’de heyete dâhil olsun,  bu hayırlı olur” demişlerdir.





Tamirat zamanı hakkında, Ankaralı İhvan Kemal Öztürk şunu anlatmıştır.





“O zaman şartlar o kadar zor idi ki,  bir kişinin yevmiyesi 50 kuruştu. Bizler derneğe aylık 1 lira olarak üye kaydı olduk.  Senede 12 lirayı doğru dürüst veremiyorduk.  Hal böyle iken zor şartlarda, Efendi Hazretleri bunu başardı”





Caminin içine dolmuş olan toprak boşaltılıyor ve uzun bir bekleme olmuş tamirat başlamamıştır.  Uzun bir beklemeden sonra Efendi Hazretleri, Bursa Ulu Camii’ni tamir eden bir heyet ile gö­rüşerek,  devletin bile bulunduğu yeri yeşil alan yapmak istediği Camii kısa bir sürede yapılmasını sağlamıştır. 





 Efendi Hazretleri tamirat ile ilgili olarak buyurur ki;





“Gardaşlarım! Büyük bir işe girdik,  paramız da yoktu. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem’den emir geldi. 





“İsmail Efendi Oğlum! Ulu Camiyi tamir edelim” 





“Bizde nasıl yapacağız” diye düşündük. 





“Fakat Allah Teâlâ’ya tevekkül ederek bu işe başla­dık.  Ulu Camii’nin ortasına gömleğin kavlinden  (kendi doğum hadisesi) bir çadır kurduk.  İçine kazma ile kürek koyduk.  İşin sonunu bekledik. Paramız yoktu,  paraya gark olduk o sene kıtlık olmuş halk mağdurdu. Bir emir verdik, kanılarla dağ gibi taş yığıldı,  Allah Teâlâ’nın yardımıyla Ulu Camiyi tamir ettirdik.”





Ulu Camii İle İlgili Meşhur Rivayetler





 Efendi Hazretleri buyurur ki;





“Dünya üzerinde altı mescit vardır.[25]





1- Beytullah,  2- Ravza-i Mutahhara 3- Kudüs-ü Şerif 4- Şam’da Camii Emeviyye’de Mescidi Yahya,  5- Halep’te Mescidi Zekeriyya,  6- Sivas Ulu Camii. Bu bir hakikâttir,  biz böyle kabul ettik.”[26]





Ulu Camii’ndeki elli direkten, minareden çıkılan hizada baştan ikinci direk olan Hızır Direği hakkında;





Bu direk dibinde Hızır aleyhisselâm pek çok kimseyle görüşmüş,   İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı kuddise sırruhu’l-azîz Hazretleri de burada Hızır’la konuştuğu için, camiye gelenler bu direğin dibinde oturmak isterler.





Hızır’ı görmek isteyen kimse, kırk gün ikindi veya sabah namazını Hızır direği dibinde namaz kılarsa görüşürmüş.  





Ulu Camii’nin temeli Nuh aleyhisselâm tarafından atılmıştır.   Mihrap ve minber arasında temelin altında Nuh’un evlatları tarafından yapıldığına dair Süryanice ibareler var olduğu ve İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı Efendi Hazretleri tarafından buranın kapatılması istenmiştir. Tamirat sırasında görülmüş olan bu taşlar şimdi altta kalmıştır. Çünkü caminin müze olmasından korkulmuştur.[27]





Birinci Dünya Savaşının başlarında Sivas’ta bir zelzele oldu. Bu zelzelede, Çifte minare ve Ulu Camii çok hasar gördü, minarelerin külahları aşağıya düştü. Halk bu olayı hayra yormadı. Memlekette büyük bir felaketin olacağını söyleyenler olmuş. Zaman Sivas halkını haklı çıkarmıştır.





Ayrıca Ulu Camii Milli Mücadele yıllarında 12 Eylül 1919 günü Kongre salonunda halka açık bir toplantı yapıldıktan sonra Sivaslılar tam kadro ile aynı gün Ulu Camii’nde toplantı yapmışlardır. Sivaslılar Mustafa Kemal Paşa’nın heyecanlı konuşmalarını can kulağı ile dinlemişlerdir.





Mustafa Kemal Paşa, arkadaşları ve Temsil Kurulu üyeleri 108 gün kaldıkları Sivas’ta huzur içinde çalışmalarını yürütmüşlerdir.





2- SİVAS İMAM HATİP LİSESİ’NİN YAPIMI





İmam-Hatip Lisesi [28] Yaptırma ve Yaşatma Derneği Ağustos 1953 tarihinde kuruldu. Daha sonra,  1957 yılında İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı kuddise sırruhu’l-azîz Hazretleri de katıldılar.





Okulun yeri, Ceneviz-Ermeni azın­lığının okulu idi. Yanında da bir kilise mevcuttu. Bu okulun yeri, daha önce Sivas Ortaokulu olarak kullanılmış fakat sonra terk edilerek hazineye bırakılmıştı. Efendi Hazretlerinin isteğiyle Milli Eğitim Bakanlığına, bir dilekçe yazıldı. Kısa bir süre sonra Devlet hazinesine 2.000 TL nakit para ödenerek burası satın alınmıştır. Devlet yardımı olarak 60.000 TL’si yardım alınmıştır.





Sivas İmam Hatip Lisesi, 1953’te kurulan dernek ile 1957’de de inşaatına başlanılıp 1958’de bitirilmiştir.





3- TAMİR ETTİĞİ VE YAPTIRDIĞI CAMİLER





Hoca İmam Camii Minaresi





Hoca İmam Camii Sivas-Bankalar caddesindedir.





Rivayete göre ilk yaptırdığı eserdir. Ali Eriş isimli ihvandan dinledim.





“1951’de babam Hakk’a yürüdükten sonra,  hac için Efendi Hazretlerine para göndermiştim. Fakat Efendi Hazretleri bize bir kart gönderdi.





“Biz bu parayı, Hoca İmam Camii minaresine harcadık” notu ile geldi. Meğer Efendi Hazretleri hac parasını, camii minaresine harcamış.”





1953 yılında caminin minaresini, o yıl kendine gönderilen hac parasıyla yaptırır. Bu ilk eserin karşısında İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı Efendi Hazretleri şöyle buyurur; 





“Annemiz,  bize camii hademesi ol demişti, fakat biz memur olduk.  Fakat hademe olamadık ama camilerin tamiratını Allah Teâlâ nasip etti.”





Hayırseverler Camii





Bu camii de 1962 yılında hizmete açılmıştır.





Sivas’ta kendi adına bir camii yaptırılması şartıyla İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı Efendi Hazretlerinin başkanı bulunduğu Hayırseverler Derneğine Zehra Hanım 20 dönümlük bir arsa bağışlar. Zehra Hanım’ın isteği ile dernek Dikimevi civarında bir camii yaptırıp, ismi de Zehra Hanım Camii olmasını ister.  Efendi Hazretleri buna razı olmaz. Daha sonra bir avukat ile evlenen Zehra Hanım, eski bağışlamış olduğu arsanın çok para edeceğini düşünerek, yapmış olduğu bağıştan vazgeçip, hatta Efendi Hazretleri hakkında da bazı gereksiz sözler sarf ederek,  arsanın tekrar kendine verilmesini sağlar.  Efendi Hazretleri,  Belediye Meclisinin kıymet takdir komisyonu vasıtasıyla 27.000 liraya Belediye adına istimlâk ettirir. Camiyi Sivas Halkına hediye eder.





Sofu Yusuf Camii





SOFU YUSUF kuddise sırruhu’l-azîz





Kabri, Taşlı Sokak’ta Sivas Lisesi karşısında bulunan Sofu Yusuf Cami avlusundadır. Cami ana giriş merdivenlerinin sağ tarafında etrafı demir ile çevrili ve üzerinde bir ağaç dikili olan kabirdir. Sofu Yusuf un ha­yatı ve kimliği hakkında fazla bir bilgi yoktur. Camiyi yaptıran veya yapımı­na yardım eden kişilerden biri olduğu,  çevresinde sayılıp sevilen, ibadetine düşkün bir şahıs olduğu sanılmaktadır. Bugün caminin önündeki caddenin altından geçen Pünzürük Deresi ile camii arası mezarlık olduğundan, bu kabrin mezarlıktan kalan kabirlerden biri olması da mümkündür. Halk arasında Yeşil Cami, İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı Toprak Efendi Hazretlerinin Camisi olarak da bilinen Sofu Yusuf Camii, 1960’lı yıllarda yeniden O’nun öncülüğünde yapılarak 1970 yılında yapımı tamam­lanmıştır.[29]





Dikimevi Camii:





Serçeli Camii





Yeni Camii  (1964)





Hafik İlçesi merkezinde bulunan bu caminin yapımı için gerekli malzeme, Efendi Hazretleri tarafından tedarik edilmiştir. O zaman Hafik Müftüsü Mevlüd Sarıoğlu Efendi’nin başkanlığında yapım işi yürütülmüştür. Caminin yapımına Karadeniz bölgesinden bir vatandaş kum dahi göndererek bu hayrattan nasiplenmek istemiştir. Onun için kapı girişinde şu dörtlük yazılıdır.





Hakk’ın hazinesi boldur.





Ümidini sen O’ndan um





Bu camii yapılırken





Karadeniz’den geldi kum





4- YAPTIRDIĞI KÖPRÜLER





Zara — Canova (Cencin) Köyü Köprüsü





Cencin Köyü’ne Kızılırmak’tan geçmek için yapılan köprüdür.





Tozanlı Köprüsü,





1943’te yeniden yaptırılır, halkın hizmetine açılır.





5-YAPTIRDIĞI ÇEŞMELER





Sivas—Zara





Canova (Cencin Köyü) İçme Suyu





İlk defa Zara’nın Cencin Köyü’ne gider, burada içme suyunun olmadığını görünce, hemen harekete geçer, halktan para toplanır, köy halkıyla birlikte 6 km uzaktaki Kızılcan Tepesi’ndeki içme suyu getirilir. Getirilmesinde bizzat kendisi çalışmalara katılır.





Çeşme Efendi Hazretleri adınadır.





Sivas ve Çevresinde Muhtelif Sebil Çeşmeler





Sivas içinde 27 adet çeş­menin yapılmasına yardımcı olmuştur.










[1] Vezni: mef’ûlü mefâ’îlü mefâ’îlü fa’ûlün





[2] GARİB GEVHERİ: Kayseri-Sivas toprağının insanı, Hakk’ın velisi Hz. Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi ve sellemin sevdalısıdır. Sohbet ehli aşk ve muhabbetiyle yanıp tutuştuğu Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin kabri şerifini ziyaret edip





“Kabrimi ziyaret eden, sağlığımda beni görüp ziyaret etmiş gibidir” müjdesine nail olmak ister, lakin yoksulluk ve fakirlik fırsat vermez.





Hacca giden bir komşusu ile Gül Muhammed’e selam gönderir. Hacı Efendi, Âşık Gevheri’nin selamını Hz. Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi ve selleme arz ederken Ravza-i Mutahhara’dan bir ses gelir ki;





“Aleyküm selâm, Gevheri’nin selâmını aldım kabul ettim. Benim de selamımı Gevherim’e ulaştır.”  Hacı evine döner, Gevheri’yi ağır hasta olarak bulur. Ateşler içinde yanıyor, öldü ölecek, olayı anlatıp Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin selâmını söyleyince Âşık Gevheri hastalığından şifa bulur sıçrayıp kalkar. Bu şiiri söyler.





[3] Açıklaması





PÎR-İ MUGAN: Mürşid-i kâmil





1-Tedbirini terk et; takdir Allah Teâlâ’nındır. Sen yoksun; o benlikler, hep vehmindir; zannındır. Birden bire aşkı bul, bu armağan, bulanındır. Devran, devran olalı, temiz kişilerin, ilâhî zevk sahiplerinindir.





Âşıkta keder neyler? Gam, dünya halkınındır; feyiz ve neşe kadehini elinden bırakma, söz pîr-i mugânındır.





2-Meyhaneyi seyrettim; âşıkların, çevresinde dönüp durdukları yer olmuş; orada oturanlar tekliften de affedilmişler, tekellüften de. Bir neşe gelmiş; mecliste ne korku kalmış, ne aykırılık; gama dâir sohbet yapılmıyor, gamın bulanıklığı anılmıyor; hepsinin de meşrebi tertemiz bir hâle gelmiş.





Âşıkta keder neyler? Gam, dünya halkınındır; kadehi elden bırakma; söz pîr-i mugânındır.





3-Ey gönül, sen o gönül alana lâyık mı değilsin; yoksa sevgi dâvasında gerçek mi değilsin? Azrâ’nın özrü nedir; sen Vâmık mı değilsin. Sende bu gam ne gezer; yoksa âşık mı değilsin.





Âşıkta keder neyler? Gam, dünya halkınındır; kadehi elden bırakma; söz pîr-i mugânındır.





4-Bir gün gönül, mânâ meyhanesinde mahzundu; hatıra fikirler düşmüştü de inkâra döşenmiştim. Bir pîr, ansızın geldi de alelade Öğüt verdi; eline bir şarap kadehi al, derdi de yele ver gitsin, gamı da dedi.





Âşıkta keder neyler? Gam, dünya halkınındır; kadehi elden bırakma; söz pîr-i mugânındır.





5-Bir kadeh şarap çek, içtikçe iç; mecliste yücel; sözün üstün olsun, yürüsün. Ayağını dışarıya atma; meyhanede ayak dire. Sular alçağa akar; sen de küpün ayakucuna düş; alçal. Coşup köpüreyim dersen Galib gibi sarhoş ol.





Âşıkta keder neyler? Gam, dünya halkınındır; kadehi elden bırakma; söz pîr-i mugaanındır.





[4] Keremkâni: Lütuf, cömertlik sahibi





Bahr: Deniz





Zâr: Bağırarak ağlama





Dîdâr: Allah Teâlâ’nın yüzü, Cemâli





[5] Ecrâm-ı felek: Gök cisimleri, yıldızlar





Levh-ü Kalem: Levhi mahfuz ve buraya yazan kalem





Mest-i nigâh: Hayran bakış





Buhurdan: İçinde hoş kokulu bir bitki yakılan kap





Dilâra: Sevgili





Âşık-ı zar: Ağlayan âşık





Âteş-i sûzan: Yakıcı ateş





Şeydayı cemâl: Güzelliğin tesiriyle aklını kaybeden





Kıtmir: Köpek





[6]  Seyyid Nigârî kuddise sırruhu’l-azîz Divanı, hzl: Doç. Dr. Azmi Bilgin, İst. 2003, s.276





[7] Efendi Hazretlerinin anlattığı hikâyelerin orijinalleri ile aktarılmaya çalışıldı. Mesnevide geçen hikâyeler yazılırken (Mehmet Zeren, “Mesnevide Geçen Bütün Hikâyeler” İst. 2004) isimli kitaptan faydalanılmıştır.





[8]   “Ölmeden önce ölünüz” e misal getirilen bir hikâyedir.





[9] Çocuk, senin cisim çocuğundur. İyi bil ki, muradına erebilmen de ağlamana bağlıdır.





[10] Dostun ayrılığı hasta eder. Nefis alışkanlığını özler.





[11] Nefsin dünya ile olan bağlarını kesmek gerekmektedir.





[12] Nimet külfete tâbidir.





[13] Şeyh Sâdi-i Şîrazi, Bostan, a.g.e., s. 143





[14] Kişinin iyi veya kötü olması önemli değildir. Önemli olan Allah Teâlâ’nın büyüklüğünü bilmektir.





[15] Bu hikâyeden anlaşılan bir hikmet şu olabilir. Herkesin kendi doğrusuna uyarsan kendi doğrunu bulmakta zorlanırsın. Neticede kısa yolu uzatmış olursun.





[16] Bazıları “evliya diyorlar şu adama” “İşleri düzeltse ya” sözlerine bu hikâye en güzel cevaptır.





[17] Büyükler dediler ki;





“Bir sultanla veya bir büyükle bir araya geldiğimiz zaman, kendileri salih bir kişi olmasalar bile onlardan kendimiz için dua etmelerini istemek üzerimize bir borçtur. Çünkü Allah Teâlâ, halkları arasında büyük olan bu insanların dualarını ret edip onları utandırmaktan utanç duyar. İnsanlardan bu sırrın farkına varanlar pek azdır. Bunu bil ve onunla amel et.”





Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;





Dualarınıza öyle bir delil koyarak edin ki günah işlememiş olsun. O delil Allah dostlarıdır. Onlara tevazu ve sevgi gösterin ki sizin için dua etsinler.” (Salât-ı Meşiş ve Açıklaması)





“Onların kelamlârı, Hakk’ın kalemidir.”





[18] Anlaşılabilir bir şekildeki düzenleme.





Arifler ortasında sofuluk satmayalar





Çünkü sufiye ihlâs oldu aşka riya katmayalar





Ya gel bildiğinden ayrıl yahut bilenlerden işit





Teslimin ucunu tutup hiç sözü uzatmayalar





Mumsuz baldır şeriat tortusuz yağdır hakikat





Dost için balı yağa niçin katmayalar





Kıymetini duyarsan neye değer iş bu zaman





Erenlerin sırrını bilmeze satmayalar





Miskin Âdem yanıldı cennette buğday yedi





İşi Hakk’tan bilenler Şeytan’dan tutmayalar





Şirin huylar edin tatlı sözler söyleyen ol





Sohbetlerde Yunus’u her zaman unutmayalar.





[19] Ulu Camii hakkında geniş bir bilgi için “Somuncu Baba Dergisi, Temmuz-Ağustos, 2000” sayılı dergideki Arş. Yazar Müjgan ÜÇER’in makalesini okuyunuz.





[20] İzze’d-din I. Mesud (Milâdi:1116–1155) Anadolu Selçuklu Devleti





[21] Ulu Cami’nin Hicri: 593- Milâdi:1197 tarihinde II. Kılıç Arslan’ın oğlu Sivas Meliki Kutbettin Melik Şah tarafından yaptırıldığı rivayetleri de vardır. (Bu rivayet zayıftır. Çünkü II. Kılıç Arslan (Milâdi: 1155–1192) hükümdarlık yapmıştır. Belki ilave veya tamir yapmış olabilir. Yazan)





Sivas Ulu Caminin dış kapısının üzerindeki kitabede ise, 1955 yılındaki büyük tamir ibaresi ile camii Milâdi: 1192/93 tarihinde yapılmış olduğu kayıtlıdır.





[22] 115 ve 116 sayısını verenlerde var. Doğru olan 114 tür. Kur’an-ı Kerim’in sure adedidir. (Yazan)





[23] BCA, Tarih: 24.06.1940 Fon Kodu: 30..10.0.0Yer No: 192.318..2. Dosya: 22982





[24] BCA, Tarih: 09.03.1948 Fon Kodu: 30..18.1.2 Yer No: 115.99..2. Sayı: 3/7149 Dosya: 69-11





[25]  1- Beytullah,  2- Ravza-i Mutahhara 3- Kudüs-ü Şerif dışındaki camiiler için yapılan değerlendirilmelerde maneviyat durumunda zamanın tasarruf ehlinin bulunduğu bölge esas alınmıştır. M. Kâzım Toprak Efendinin bizzat kendisinden duyduğumuz ise, daha sonraları Efendi Hazretleri Ulu Camii için dördüncü Mescid olduğunu söylediğini söylediler. Mesela





“İslâm’da en yüksek mertebeli ibadethane Mekke’deki Mescid-i Haram’dır. Diğer Sıralama ise, şöyle.





1. Mescid-i Haram (Mekke





2. Mescid-i Nebevi (Medine)





3. Mescid-i Aksa (Kudüs)





4. Emeviye Camii (Şam)





5. Bursa Ulu Camii / Diyarbakır Ulu Camii





Bu arada özellikle belirtmeliyim ki, 5. lik konusundan Diyarbakır Ulu Camii için de aynı durumdan bahsedenler var. Diyarbakır Ulu Cami ise, Anadolu’da yapılan ilk camii özelliğindedir ve Şam’daki Emeviye Cami’nin benzer planlısıdır. (Yazan)





[26] Mehmet Veli ŞEN’in Ulu Cami’ye yardım için o zamanlarda bastırdığı bir broşürden.





[27] Mihrabın tamirinde çalışan ustadan dinledim. (Yazan)





[28] İmam-Hatip Lisesi ve Ortaokulu,





Türkiye’de dinsel nitelikte eğitim kurumu, imamlık, hatiplik, Kuran kursu öğreticiliği gibi din görevlilerini yetiştirmek amacıyla Milli eğitim bakanlığı din eğitimi müdürlüğü’ne bağlı olarak açıldı (1951).





3 Mart 1924’te yürürlüğe giren Tevhıd-i tedrisat kanunu’nun (öğretim birliği yasa­sı) din öğretimi ile ilgili hükmüne dayanı­larak üniversiteye bağlı bir ilahiyat fakül­tesi kuruldu ve o tarihte sayıları 29 olan imam-hatip okulları ortaokula bağlı sınıf­lar halinde faaliyetini sürdürdü. Ancak, bu okulların sayısı zamanla azaldı; 1925’te 26’ya, 1926’da 20’ye 1928–1929 öğrenim yılında 2’ye düştü; 1931–1932 ders yılın­da kapandı. Demokrat parti’nin iktidara gelmesinden hemen sonra, 1951–1952 ders yılında yeniden açıldı. Bu dönem okul sayısı 7 dir, 1970’li yıllardan başlayarak imam-hatip okullarının ve öğrencilerinin sayı­sında büyük artışlar oldu. 1972’de 72, 1975’de 130, 1980’de 372, 1982’de 398, 1991’de 385, 1993 de 467 Okul açıldı.





1990–1991 öğ­retim yılında İmam-Hatip okullarının öğrenci sayısı 310 215 idi. Her yıl mezunlarından 4000 Kişi DİB (Diyanet İşleri Bakanlığı) kadrolarına alınmıştır 1994 de son sınıf’ta 50.000  öğrenci okuyordu. 1992 de SBF (Siyasal Bilimler Fakültesi) oranları % 60’dı. Çeşitli fakultelerdeki oranı ise, %40’tı. Sekiz yıllık mecburi eğitimden sonra bu oran çok düşmüştür.





İmam-Hatip ortaokulu, ilkokuldan son­ra, dört yıllık bir öğrenim verir, İmam-Hatip lisesinin öğrenim süresi ise, üç yıldır ve okulda hem mesleğe hem yükseköğreni­me hazırlayıcı programlar uygulanırken ülke genelinde 18 Ağustos 1997 tarih ve 23084 sayılı Resmî Gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren 4306 sayılı Kanun gereğince, sekiz yıllık kesintisiz zorunlu eğitim uygulamasına geçilmiştir. Bu mecburi eğitim ile ortaokul kaldırılmış yalnız dört yıllık lise eğitimi devam etmektedir.





[29] YASAK, İbrahim, Sivas Yatırları, Sivaslılar Vakfı Yayınları, İstanbul 2004, s. 100


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar