Print Friendly and PDF

O’NUN HAKKINDA SÖYLENMİŞ KELAMLAR


***





 “Oğlum mazhariyyetin çok büyük.”





Efendi Hazretlerinin annesi





***





“O’nun her hali Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemdir.”





İhramcızâde Mehmet Kâzım Efendi





***





 “Baba seni biz evliya ettik. Ben ettim sabrettin, annem etti sabrettin, Allah sana bu makamı bahşetti.”





İhramcızâde Kemal Toprak





Ey, Garîb’u-llâh yoluna kim ki, can eyler feda,





Akıbet mazhâr düşüp esrara oldu âşinâ.





Ey, ne hikmettir ki, ol mahmur füsunkâr gözlerin,





Kande baksa cân alur, aldığına vermez behâ





Devlet’in babında beklerler visalin isteyû,





Hiç biri yok olmadan bulmaz visal, görmez lika.





Kim ki, la’linden Sen’in içmezse bir katre şarâb,





Hızr’a yoldaş olsa da bulmaz yine âb-ı beka’.





Ey, ne mihrâbtır kaşın mihrabı kim âna müdâm,





Baş eğip tâât için her yan sücûd eyler âna.





Gamze tîğîyle HULÛSÎ hastanın al canını,





Bir murada ere, kim ola sana canı feda. [1]





***





Geçtik esrâr-ı ene’l-Hak’dan o Hallac değiliz,





Hızr’ın âbına hayâtına da muhtac değiliz.





Sırrımız hamîr gibi, içmeyeni mest etmez,





Sırrımız ketm ederiz faslîle târâc değiliz.





Arif ân şimdi koyup hırka-i târ-i pûdi,





Dediler cümlesi biz hırkalı nessâc değiliz.





Mene derman edecek yâr Garîb’u-llâh’dır,





Yoksa Lokman Hekîm’e dahî muhtâc değiliz.





Ey HULÛSÎ biz o mir’ât-ı şuûn zâtıyız,





Vâkıfız sırrına bî-gâne-i mi’râc değiliz.[2]





***





Yoğruldu mâyesinden ol Sultan-ı Kevneyn’in





Mürşid-i âzam oldu âlem-i isneynin





Tarik-i Nakşibendî’nin nuru ol şah-ı merdân





İhsanı lütfeyledi ana Sultan-ı Yezdan





Ahir zamanın müceddidi, neslidir pâki





İlâhî deryaya gark etti ânı Mustafa Hâki





Gavsü’l-âzam varis-i enbiya mükerremi





Lâ-mekânı tutmuş şân-ı mürşid-i âlem





Kararan kalplere inen nuru pür ziyâdır





Cihan-ı irşâd eden vücudu mualladır.





O meşayih-i izâm, devlet-i şehinşâhîdır,





O gönülleri Hakka uçuran vech-i mâhîdır.





Mefahir-i ulema, evliyây-i Kibriya





O hurşid-i kevn-i mekân suleha-i asfiya.





Ahfâd-ı Muhammedî kenz-i mahfi Hüdâ





Dâimdir Hakkı hayrette vardır himmeti





***





Zehî devlet ki, şol dil kurb-i Rabbü’l-Âlemîn olmuş,





Düşüp hâke erişmiş lâ-mekâne bî-mekîn olmuş.





Zehî izzet ki, şol cân buldu cananı canında,





Felekler pâyine yüz sürmek ile müsteîyn olmuş.





Açıl ey dîde şu yâri kim yâr ile yâr olup,





Aradan ikilik ref olup yâr muîn olmuş.





Eriş dâmânini tut habl-i Kur’ân’ı tutam dersen,





Eşiği Kâ’be ânın dameni hablü’l-metîn olmuş.





Yetiş gurbette kalma var Garîb’u-llâh’a yol bul kim,





Kelâmı vahy-i Hak, hem kendisi Rûhu’l-Emîn olmuş.





Ânın hükmündedir âlem, ânın re’yindedir devrân,





O bulmuş vasl-ı yâri, yâr ile halvet-nişîn olmuş.





Eğer ki, zahiren îmânı kesbî sandılar amma,





Ezel bezmindeki ikrara bu tasdik rehin olmuş.





Ezelde tanıyıp bilmiş o yâre yâr olan canlar,





Bu âlemde bilip ânı, yine âna yakın olmuş.





Garîb’u-llâh-ı Hakkı’nın ayağı tozun sürme,





Kim edindiyse çeşmine o göz Hakke’l-yakîn olmuş.





Bu yolda varını yok eylemekmiş hep kemâl ancak,





Şu kim toprak olanın yeri arş-ı berîn olmuş.





HULÛSÎ her sözün sıdkı sözünü hâl edinmektir,





O söz ki, olmaya hâl cümle kul kâzibîn olmuş.[3]





***





Medine şehrinin hâk ü toprağı,





Ravzâ-i Habîb ‘in gül ü yaprağı,





Hakikât şehrinde kurmuş otağı,





Seyyidim, sultânım, Garîb’u-llâhım,





Mürşidim, mûînim, Refi’u-llâhım.[4]





***





Can mürginin ezkârı dîdâr-ı Garîb’u-llâh,





Her demdeki efkârı dîdar-ı Garîb’u-llâh.





Almış ezelî varın kılmış âna ikrarın,





Görmüş gül-i ruhsatın dîdâr-ı Garîb’u-llâh.





Akvâl-i şeriat hep akvâl-i tarîkat hep,





Ahvâl-i hakîkat hep esrâr-ı Garîb’u-llâh.





….





Her tenlere cân olmuş cânân-ı Garîb’u-llâh.





….





Gün gibi âyân olmuş bürhân-ı Garîb’u-llâh.





Ol arif-i dânâyı bul menzil-i âla’yı,





Tutmuş iki dünyâyı hoş şân-ı Garîb’u-llâh.





Amâ neyi görmüştür ednâ neyi bilmiştir,





Dânâ ânı bulmuştur erkân-ı Garîb’u-llâh.





Esrâr-ı kemâhîdir etvâr-ı mebâhidir,





Dîvân-ı ilâhîdir dîvân-ı Garîb’u-llâh.





….





Merdân-ı Hüdâdır hep merdân-ı Garîb’u-llâh.





Gözleri ânı görmezse ol hâzır nazırdır,





….





Göz mürdem hâlinde ârzû-yı cemâlinde,





Her lâhza hayâlinde dîdâr-ı Garîb’u-llâh.





Yâr-i ezelî oldur yârin güzeli oldur,





Envâr-ı tecellî oldur dîdâr-ı Garîb’u-llâh.





Allah’a emânet ol her kârı keramet ol,





Hep varı selâmet ol, ol yâr-i Garîb’u-llâh.





Âsâr-ı muhabbettir esrâr-ı muhabbettir,





Envâr-ı muhabbettir dîdâr-ı Garîb’u-llâh.





Bu bende HULÛSÎ’nin efgende HULÛSÎ’nin,





Dil bende HULÛSÎ’nin dîdâr-ı Garîb’u-llâh.[5]





***





Her demde sürülmez bu devrân~ı Rasûlüllah,





Her demde kurulmaz bu dîvân-ı Rasûlüllah.





Her dîdeye yüz açmaz her göz o yüze kaçmaz,





Her merhaleden geçmez kervân-ı Rasûlüllah.





Bin yıllık ömre değmez bir lâhzasını ânın,





Her cana nasîb olmaz ihsân-ı Rasûlüllah.





Deryâ-yı maârif den dürr al dil-i arif den,





Pür hikmeti sârifden dür kân-ı Rasûlüllah.





Erkân-ı Garîb’u-llâh, bürhân-ı Garîb’u-llâh,





Her şân-ı Garîb’u-llâh, hep şân-ı Rasûlüllah.





Her emre Matta, her veçhile tâatta,





Meydân-ı sadâkatta merdân-ı Rasûlüllah.





HULUSİ ne devlettir bin lûtf u inayettir,





Olmak ne saadettir kurbân-ı Rasûlüllah.[6]





***





Âdem tabiatlı melek sîmâlı





Şah olursan sana gedâ bulunur





Her kim güler yüzlü hem dili tatlı





İşte anda lutf-ı Huda bulunur





Pehlivanlık edip nefsin yıkarsan





İmanın nurundan şem’a yakarsan





Musa gibi, Tûr dağına çıkarsan





Sana Hak dilinden nida bulunur





Kâl ü belâ ikrarını güdersen





Onda olan borcu bunda ödersen





İsmail gibi, canın kurbân edersen





Sana gökten inen kurbân bulunur





Hakk’a talip isen hizmet et pîre





İkiyi terk edip ere gör bire





Hâk edip yüzünü süre gör yere





Candan vazgeçince cânân bulunur





Eğer ki, başında aklın var ise,





Hak yoluna sarf et malın var ise,





Geceler sııbha dek derdin var ise,





Bülbül gibi, zâr et gülzâr bulunur





Başında var ise, sa’âdet tacı





Ka’be’ye varmadan olunmaz hacı





Olmak istiyorsan gürûh-ı nâcî





Her derde sabreyle derman bulunur





Hâkikat şehrinin dışında durdun





Şen Veli der bunda ne haber sordun





Denizde mermer taş içinde kurdun





Ağzında yeşil ot gıda bulunur 





Mehmet Veli ŞEN





***





Cümle âlemlerin sultanı sensin





Mürşidi azamsın kutbu cihansın





Peygamber vekili ahır zamansın





Sözlerin Kur’an’dır hem tercümansın.





Alim cahil demez sohbet edersin





Hakkın kullarını hep bir tutarsın





Bir nazarda halden hale toylarsın





Fuyuzat mahzeni hem menbâsın.





Güneş gibi, doğdun ahîr zamana





Hakikât nurunu yaydın cihana





Münkir dahi gördü geldi imana





Mahbubu rahmanın armağanısın.





Aklın haddimi seni bilmeye





Dil takat getirmez vasf eylemeye





Himmetin kâfidir şükreylemeye





Görünmez dertlerin dermanı sensin.





Şeş cihetten senin nurun görürüm





Aşkına şevkine hayran olurum





İndinde kurbana hazır dururum





Gönlümün kıblesi hem Kâ’besisin.





Bu söz senden değil Şen Mehmed Velî





Dostun kendinedir kendi sözleri





Hiç bir şeye değişmem ben o dilberi





Canımın canısın hem cananısın.





Mehmet Veli ŞEN





***





Şeyhimin illeridir Sivas illeri,





Görünce şâd eder her gönülleri





Hava ile suyu cihanda yoktur





Nimetle doludur güzel yerleri





Örtülüpınar’dır semtinin adı





Taşlı sokak’tan gider beytin yolları





İhramcızâde’dir İsmail Toprak





Tarîkatlar şeyhi Nakşî’nin mutlak





İhyayı uluma memur etmiş Hakk





Evliyadır onun hep ihvanları





Sünnettir evkatı şer’iyye işi





Zikr-ü teşbih olur cümle teşvişi





Daima sohbettir her işin başı,





Hak yola sevk etmiş Rabbim onları





Perişan kapında Şen Mehmet Velî





Eşiğine baş koydu yerde yüzleri.





Rasulün aşkına affet kemteri





Kapında bekliyor döndürme geri.





Mehmet Veli ŞEN





Yine havalandı divane gönül





Şah İhraminin ili göründü





Arif ol kendini yabana atma





Çöl esrarı galûbela göründü.





Şeriat hanına konuk olalı





Mugallet halinden ırak olalı





Mürşit dergahına çırak olalı





Evliyanın doğru yolu göründü.





Şükür marifetten cüzi haberim





Hakikât yolunda mûni mihirim





Dedim mah cemalin göster ey pirim





Pir İhramcızâde Velî göründü.





GARİP nedir sendeki bu halet





Haktan bağışlandı bize inayet





Ravza-i Resul-u kıldım ziyaret





Her yerde şahımın nuru göründü.





***





Şeyhim İhramcı aslı Sivaslı





Sivas’ta kurmuş Hakkın yuvası





Hakikât mülkünün sadık babası





Sahiptir ihvanına İhramcızâde





Sıtkı sadakatle açmış kapısın





Almış ihvanının berat tapusun





Azabı kabirde kıyamet korusun





Göstermez ihvana İhramcızâde





Mevlânın zikri daim dilinde





İhvanın zinciri daim elinde





Kamu seherlerde gaflet halinde





Koymaz ihvanını İhramcızâde





Mürid yetiştirmektir onun şanı





İhvanı olsaydık bizlerde beri





Yakmaz bu kervanı Cehennem narı





Söyler ihvanına İhramcızâde





Piri pak eyledi zatı Mevlâ’da





Ruhu şâd eyledi feryad ulyada





Sancağın altında yarın ukbada





Toplar ihvanını İhramcızâde





Onu candan seven kamil olur





Hakkın rızasını elbette bulur





Cennet nimeti sofrasında bol olur





Yedirir ihvanına İhramcızâde





Gayri müslüm görse gelir imana





Yahşi yaman demez katar kervana





Ocağına düşen şifa bulur cana





Hastalar Lokmanı İhramcızâde





***





Kâinatı aydınlatan  vech-i âyînesidir.





Âleme hayat veren pâk musaffa nefesidir.





Gül cemaline hayrandır cümle mahlûkat





Rehberi Rasül hayatının gâyesidir.





İhsan, ikram, vakar zâtının mündericâtı





Arş-ı âladan geniş olan O’nun âyesidir. 





Gayri istemez gönüller ancak cemâlini





Garib’u-llâh’taki öz Yüce Rasûlün mâyesidir.





***





SAHABEDEN GÜNÜMÜZE ALLAH DOSTLARI





“Mâdemki Âdem, her biri bir âlem”





İcazet aldığında, başına sarık sarmaya başlayan İsmail Hakkı Toprak’a bir gün ba­bası, “Oğlum İsmail, sen sarık ol” diye telkinde bulununca, işin özünü kavrar ve bir daha sarık sarmaz.





İsmail Hakkı Toprak, “Eğri ayağa göre eğri ayakkabı yaparız” demesine rağmen 38 günlük bir hapis hayatı yaşamıştır (1938).





Oğlu Kâzım Toprak’ın bir çocuğu olmuş, adını şeyhinin adı olarak tespit ederek Mustafa Hakî koymuştu. İsmail Hakkı Toprak, şeyhine duyduğu vefa hissiyle, bu torunu ne zaman yanına gelse ayağa kalkardı.





İsraf konusunda çok duyarlı idi. Sigara içen bir ihvanına,





“Ya bizi ya da sigarayı terk edersiniz” derdi.





Ehl-i Beyt’e âşık idi, onlara saygı gösterirdi. Sünnete son derece bağlıydı. Sevenleri­nin anlattığına göre devlete karşı değil, kötü yönetime (düzene) karşıydı. Devleti savunur, rejimin ıslahı için dua ederdi.





Bir şiiri:





Katremizden hisse al bî-garı derya olmuşuz,





Cümle halka bir bakışla çeşm-i bina olmuşuz.





Gerçi zahirde lisân-ı nas- ile güftârımız





Mâ’nâ yüzünden soyunup hep muarrâ olmuşuz.





Validem merhume açmıştı bize bir kutlu fâl





Ravzâ-i Pâki ziyaretle demişti; Ey Kerim-ül Müteâl





Bu Habibin hürmetine ver bana bir ferzend-i bî-melâl





Andan aldığı libası bunda iksâ olmuşuz.





Prof. Dr. Ethem CEBECİOĞLU





***





İSMAİL HAKKI TOPRAK  kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz





Ölmeden önce ölmek, öldükten sonra da yaşamaktır. Dünyadaki hizmetlerini berzah âlemine taşıyarak ölümsüzleşen âbide şahsiyetler, hâlâ aramızda tasarruflarını sürdürüyorlar. Gerçek mutasarrıf hiç şüphesiz Allah Teâlâ’dır. Havl ve kuvvet sâdece O’nundur, varlıklar ise birer mazhariyettir.





Bir gönül erinin söylediği gibi:





“Her dü âlemde tasarruf ehlidir rûh-i velî





Dîme kim bu mürdedir, bunda nice derman ola





Ruh şimşîr-i Huda’dır, ten gılâf olmuş ana,





Daha a’lâ kâr ider bir tîğ ki üryan ola”





Gerçek velînin ruhunun dünyâda da, berzahta da tasarrufu devam etmektedir. Gö­nül sultanları, aşk ve îmanın temsilcileridir. Onlar en üstteki kuvvete değil, en üstteki Kitâb’a uzanmışlar ve ilâhî irâdeye teslim olmuşlardır. Üzerinde yaşadığımız cennet vatanımızın manevî mimarları onlardır.





Kemal vasfına sahip olmayan insanlar, başkaları için örnek olamazlar. Bu kemâl medihle zemmi, dâne ile harmani, lütuf ile kahrı bir bilen ve gören müstağni insanlara hastır. Nitekim Niyâzi-i Mısrî de bu hususu teyid babında şöyle buyurmuştur:





“Kahr u lûtfu şey’-i vâhid bilmeyen çeker azâb





Ol azâbtan kurtulup sultan olan anlar bizi.”





Tasavvuf ilminde îtibârîolan vücûd, Mutlak Vücûd’un letafetten, kesafete, ayniyyetten gayriyyete tenezzülünden meydana gelmiştir. Kemâl, şehâdet âleminde zuhur eden “İnsân-ı Kâmil”in vücuduyla ortaya çıkmıştır. “İnsân-ı Kâmil” ilâhî isimleri cami’ olan “Allah” isminin mazharıdır. Ondan başka hiçbir mevcudun bu mazhariyyete kâbiliyyeti yoktur.





“İnsân-ı Kâmil” bil’-asâle Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem efendimizdir. Peygamberler ve onlara tabî olan mümtaz velîler bi’1-vekâle bu mertebenin vârisi olmuşlardır.





Gerçek velîler, insanların ihtiras sillelerinden solan yüzlerini ve gözlerindeki din­mez acıyı görerek, onları kurtarma derdine düşen mübarek kimselerdir. Onlar kâr-zarar hesabı peşinde değildir. İslâmi kalb terbiyesi, Kur’ân-ı Kerîm’i kalb sadâsı bilirler. Onların görüşü, görünüşü, düşünüşü, dâvası, mânâsı, hayâli, şekli ve ölçüsü Hakk’ın rızâsına müteveccihtir.





Velîler kalabalıklardan değil, Allah’tan güç alırlar. Ruhlarını köprü yaparak, Hakk’a ulaşan benlikleriyle, cemaatlerini de bu köprüden geçirmesini bilirler.





Sadırlara şifâ dağıtan kâmil insan merhum İsmail Hakkı Toprak hazretlerinin, yi­ne sadırlarda yaşayan güzel hayâtından, satırlara dökülmüş fazlaca malûmat bulama­dık. Bilinmemeyi ihtiyar etmek, daha çok bilinmektir. Mehmet Akif merhum da:





“Rahmetle anılmak, edebiyyet budur amma





“Sessiz yaşadım, kim beni nerden bilecektir”





demiştir.                                                                           





İsmail Hakkı Toprak hazretleri (İhrâmî-zâde) 1297/1880 târihinde Sivas’ta Nalbantbaşı mahallesinde dünyâyı teşrif buyurdu.





Anadolu evliyasının asrımız temsilcilerinin mümtazlarından ve vatanımızın manevî mimarlarından olan İsmail Hakkı Toprak hazretlerinin babası Hüseyin Efen­di, annesi Aişe hatundur.





İlk ve rüştiye tahsîlini ikmalden sonra, Şifâiye Medresesi’nde dînî eğitimini ta­mamlamıştır. İlk memuriyyeti Sivas’tadır. Kısa bir müddet sonra Tokat’a tâyin oldu. Tokat’ta bulunduğu sıralarda Nakşibendiyye Tarîkati şeyhi Mustafa Hâkî hazretleri­nin sohbetlerine devam etti.





İsmail Hakkı Toprak hazretleri Mustafa Hâkî hazretleriyle ilk tanışmasını şöyle anlatıyor:





“Mustafa Hâkî hazretleri ihvânıyla sohbet ederken, fakir içeriye girdim. Hazret: -Oğlum! Sen hacı Âişe hatunun oğlu musun?- dedi. -evet- diye cevap verdim. İşte o an­da manevî bir haz hissettim. Gözüm, elim şeyhim oldu; O ben oldu, ben o oldum.”





İsmail Toprak hazretleri tekrar Sivas’a geldi ve Tuzla’ya memur oldu. O sıralarda Mustafa Hâkî hazretleri bir vazîfe ile İstanbul’da bulunuyordu. İsmail Toprak hazret­lerinin gönlüne düşen ateş, onu bir kış günü şeyhini ziyaret için İstanbul’a çekti.





Hazretin bu yolculuğu son derece meşakkatli geçmiş; Sivas’tan Samsun’a kadar yayan yürümüş; oradan kalabalık yolcusu olan bir vapura binip İstanbul’a gelmiştir.





Sultan Ahmed Camiinde şeyhiyle buluşan hazret, 15 gün ikâmetten sonra tekrar Sivas’a döndü. Mustafa Hâkî hazretleri o sıralarda Hakk’ın rahmetine kavuşmuş ve Fatih Camii civarına defnedilmiştir.





Şeyhinin vefatından sonra Hacı Mustafa Takî hazretlerine intisab etti ve ondan hilâfet aldı. İsmail Toprak hazretlerinin sohbetlerinde tesbit edilen kayda göre, Mus­tafa Takî hazretleri, Mustafa Hâkî hazretlerinin oğlu Bahâeddin efendiye ve bir de Yûsuf efendiye hilâfet vermiştir.





İsmail Toprak hazretlerinin sohbetlerinde bulunan ihvanlarından birinin nakletti­ğine göre Darende’de Hatîb Hasan Efendi, Hacı Bayram Velî’nin şeyhi Hâmid Aksarayî’nin kabri olarak bilinen mahalde Hakk’a niyazda bulunur. O gece rüyasında kendisine mürşidinin ilkbaharda Dârande’ye geleceği müjdesi verilir.





İsmail Hakkı Toprak hazretleri Nisan ayının sonlarına doğru at üstünde köyden köye dolaşarak Gürün’e varır. Sırrı efendiyi de yanına alarak, birlikte Darende’ye ge­lirler. Rastladıkları bir çocuğa Mustafa efendinin evini sorarlar. O da onları aradıkları evin önüne kadar götürür. İsmail Toprak hazretleri, bu hizmetinin karşılığında çocuğa bahşiş vermek ister. Çocuk “ben para değil himmet isterim” deyince, “biz de verdik yavrum” der. İşte o çocuk, son devrin gönül sultanlarından Dârendeli Hasan Efendi oğlu Hulûsî efendi hazretleridir.





1964 yılında öğretmen olarak Sivas’a tâyin olduğum zaman, İsmail Hakkı hazret­leri hayatta idi. Kendilerini görme bahtiyarlığına erenlerden olmanın hazzını yaşıyo­rum. Sivas İmam-Hatip Lisesi yaptırma cemiyetinde bulunduğu sıralarda, her toplan­tıyı muntazaman teşrif buyururlar ve alınan kararlan dikkat ve hassasiyetle takip ederlerdi. Bir gün Çorapçılar Han’ında O’nu ziyarete gitmiştim. Çok kalabalık bir ce­maat toplanmıştı. Teshirli ve tesirli güzel bir sohbetten sonra, birlikte yediğimiz yo­ğurtlu ıspanak yemeğinin lezzetini hâlâ unutamadım.





İsmail Hakkı Toprak hazretleri, Ubeydullah Ahrâr hazretlerinin “Hacegân tarîkatinde zamanın gerektirdiği şey ne ise, himmet ve hizmetin ona sarfedilmesi lâzımdır” sözünü bir hayat düstûru olarak kabullenmiş ve hep bu minval üzere yaşa­mıştır.





Sivas ve civarında O’nun himmetiyle bitirilmiş 54 eser tesbit edilmiştir.





İsmail Toprak hazretleri 1969 tarihinde 1 Ağustos cumartesi günü sabah saat 9.00 sıralarında Hakk’ın rahmetine kavuşmuş, kalabalık bir cemaatin iştirak ettiği cenaze namazını müteâkib Ulu Cami avlusuna defnedilmiştir.





Tarikat geleneğinde, her talibe ders verilmez, meşreb ve isti’dâd aranırdı. Müracaat eden kimse, o mürşidden feyz istidadına sahipse, tarîkate kabul edilir, mürîd olurdu. Büyük velîlerin tarîkate intisâb için, pekçok imtihandan geçtikten son­ra mürîd olduklarını biliyoruz. Aziz Mahmûd Hüdâyî hazretlerinin şeyhi Üftâde (k.s.) ya intisâb etmek için sokaklarda ciğer sattığı rivayet edilmektedir.





İsmail Toprak hazretlerinin damadı Mehmed beyden nakledilen bir rivayete göre, bir gün huzurlarında sohbet esnasında, orada hazır bulunanlardan birkaçı:





“Efendim! Size gelen herkese, tefrik etmeden ders veriyorsunuz; bunun hikmeti nedir?” diye so­ruyorlar. O da: “Gardaşlarım! Eskiden medrese, tekke gibi ilim irfan yerleri vardı. Camiler aslî mekânlardır; talî mekânlar kalmadı. Tarîkate girme hevesiyle gelenleri biz boş çevirenleyiz; fakat bizim bir gönül dâiremiz vardır ki, bizce malumdur” bu­yurmuşlardır.





İlhan Şenel beyin, İlhan Şenel beyden naklettiği ifâde edilen bir yazıda, İsmail Toprak hazretlerinin kendilerine intisâb için gelen bir zâtı sınadıktan sonra:





“Gardaşım! Bu muhtar mühürü değil ki, hemen verelim. Bizde bir şey yok; Allah bize, biz de size vereceğiz” buyurduğu kaydedilmiştir.





İsmail Toprak hazretleri sohbetlerinde iki şey üzerinde ısrarla durduğu zikredilir, bunlar “hatm-ı hâcegân”ı ve sohbetleri terk etmemektir.





Bir velîde zahir olan hâriku’1-âde hallere “keramet” ismi verilir. Evliya keramete pek iltifat etmemiştir. Tasavvuf kitaplarında keramet izhârı “hayz-i rical” olarak va­sıflandırılır. Mucizenin izhârının, kerametin de ızmârının vâcib olduğu belirtilmiştir. Her yerde mutasarrıf Allah Teâlâ’dır, mucizenin, kerametin ve istidrâcın halikı Hak Teâlâ’dır. Evliyanın en büyük kerameti ahlâk-ı hamide sahibi olmaları, İslâm’ı yaşa­maları ve yaşatmalarıdır. Bizlere örnek tarafları da bu hüsn-i halleridir. Onlar toprak gibidir, kendilerinden hep güzel şeyler zuhur eder.





İsmail Toprak hazretlerinin insanlara hizmet babında izhar buyurduğu tasarrufla­rının bir hayli çok olduğu zikredilmektedir. Bunlardan birkaçını arz ediyorum:





Bir zât hazretten ders alıyor ve köyüne dönüyor. Günlerden bir gün arkadaşları onu ısrarla içki sofrasına davet ediyorlar. O zât ziyafette içki kadehini ağzına yaklaş­tırdığı an, kolu uyuşup kalıyor. Hemen bir vâsıta ile Sivas’a getiriyorlar. Hazretin huzuruna varır varmaz kol eski hâline dönüyor. İsmail Toprak hazretleri: “Bizim ihvanımızın uzaklığı yakınlığı yoktur, her an onlarla beraberiz” buyururlar.





Yine bir gün Konya eşrafından biri, beyninde meydana gelen bir ârıza sebebiyle konuşma melekesini kaybetmiş olan oğlunu, çaresiz kalıp hazretin huzuruna getir­miş. Durumu berber Hacı Bekir Efendi İsmail Toprak hazretlerine arz ediyor. Hazret mübarek elleriyle tuttuğu çaya okuyup, çocuğa içirdikten sonra: “Oğlum! Senin adın ne?” diyor. Çocuk “Ahmed efendim!” deyip konuşmaya başlıyor.





Sivas’ın ileri gelenlerinden bir emekli albay felç olmuş. Ailesi İstanbul’a çocukla­rının yanına gitmiş; hastaya bakan hizmetçi de evi terketmiş. Durumdan hazreti ha­berdar etmişler. Bir bardak suya okuyup, Hakkı hafıza verip hastaya göndermiş. Suyu içen emekli albay ikindi vakti Hakk’ın rahmetine kavuşmuş, İsmail Toprak hazretleri­ni durumdan haberdar etmişler: “Haberim var” buyurmuşlar.





İsmail Toprak hazretleri sohbetlerinde mürşîdi Mustafa Hâkî hazretlerine olan muhabbetini sık sık tekrarlar; onunla ilk karşılaştığı ânı unutamadığını; gönlünü tu­tuşturan o ateşin aynı tazelikle yanmaya devam ettiğini söyler ve şu ilâhînin okunma­sını ister:





“Seni ben severim candan içerû





Yolum vardır bu erkândan içerû





Beni benden sorma, bende değilem





Suretim boş gezer, tenden içerû”





İlâhîyi dinlerken gözyaşlarını tutamazmış.





Hacı Mustafa Hâkî hazretlerinin Şam’da ikâmet eden mahdumu Bahâeddin efen­dinin kendisine göndermiş olduğu mektubu günlerce kerrat ile okuduktan sonra şu tarz cevabî bir mektup yazdığı belirtiliyor. Bir defterde el yazısıyla yazılmış bu mektubu, okuyabildiğim ölçüde naklediyorum:





“Seni sevmek, benim dînim ve îmânım gereği. İlâhî! dîn ü îmandan ayırma.





Öteden beri muhabbetinizle nâlân olan kalb-i giryânımı, nâle-i efgânım hadden efzûn bir hâl ile giryân ve sûzan ettiği sırada kalemi elime aldım.





Sultânım ne buldum ise senden buldum ve bu âlem-i fenada ne gibi bir zevke erdimse, mutlaka sizinle erdim.





Muhterem pederiniz Hâkî (k.s.) efendimiz, sultanımızdır. Onun rûhâniyetinin perverde-i bezminden bir an hâlî olamam. Ne çâre ki taht-gâh-ı saltanatlarına vara­mam. Nadiren varsam bile, kendilerini bulamam. Şayet görsem, nîm nazarla mazhar-ı iltifat olsam, bir zevk u huzur ve itmi’nân bulurum. Âdeta kendimi bu âlemden çıkmış ve cânâna vâsıl olmuş bilirim.





İşte bu tesirin icrâ-yı ahkâmından olmalıdır ki, sizi hiç unutamam. Aks-i timsâlinizi gözlerimden ve sûrî hayâlinizi gönlümden çıkaramam. Her nerede bir çeşm-i siyahın füsunkâr bakışını görsem, yüreğim çarpar ve dîde-i kalbim size bakar. Bu zevk ile geçirdiğim günlerimi feleğe değişmem.





İşte bunların ulviyyetinden olmalı idi ki, oradan nezd-i âlinize gelir, envâr-ı cemâl ve ahvâl-i bî-melâlinizden bî-had feyizler alınm. Şimdi o nazar-ı kimya eserinden dûr mu oldum.





Ey nâme git, mazhar-ı füyûzât-ı âlemiyân olan paye vü yed-i kemâli ta’zîm ve mu­habbetle, hâl-i pür melalimi hazret-i Bahâ’ya arzet. Bu nazarlarını üzerimizden diriğ etmesinler.





İşte ahkarü’l-mevcûdu dergâh-ı Bârî’ye arz ve iltica ediyorum ki; Ey Huda! Aczimi muhabbetine ve vârımı sana ve seni sevenlerin ruhuna sarf eden bir kulun değil mi­yim?





Elbette bir gün olur, mazhar-ı iltifatın ve nâil-i mükâfatın olurum. Lütfet, kerem et, beni o zümre-i dil-ferîbten ayırma.”





İsmail Hakkı Toprak 15 Rebiu’l-evvel 1347.





İsmail Toprak hazretlerinin sohbetlerinde söylediği rivayet edilen birkaç sözüyle tebliğime son veriyorum. Allah Teâlâ bu gönül erlerine takdire liyakat kesbetmeyi herkese nasip etsin.





“Gardaşlarım! Ehlullahın nazar ve himmeti dağlan taşlan eritir ve ihya eder.”





“Biz Şaraptan dönme sirkeyiz. Bizim bir gözümüz daha vardır, onu da Cenâb-ı Hak nasîb etmiş.”





“Gardaşlarım! Biz gidenlerle gider, gelenlerle geliriz.”





“Gardaşlarım! Darende bizim ihsanımızın feyiz membaı ve Tarikatımızın kapısı oldu. Hulusi küçükten bizden himmet istedi, biz de verdik. İşte o Hulusi, bu Hulusi; gi­din ziyaret edin, sohbet edin; çok aşığımızdır.”





Dr. Selçuk ERAYDIN





****





***





İHRAMCIZÂDE’NİN VAKFA HİZMETLERİ





Bazı insanlar vardır ki, kutup yıldızı gibidirler, niceleri böyle insanlara bakarak yollarını düzeltirler. Topluma hizmeti vicdanî bir görev sayanlar, hem kendilerine hem de çevresindekilere faydalı olanlar, her devirde çok az bulunur. İşte böyle az bulunan bir kâmil kişi tanıdım ki, sanırım bu zatı siz okuyucularım da tanırsınız. Sadece Sivas’a değil Türkiye’nin birçok yerine, çeşme camii, köprü yapılmasına öncülük eden İhramcızâde İsmail Hakkı Toprak’tan bahsediyorum. Bu zat soyadı gibi alçak gönüllü, bilgisi arttıkça gururu eksilen bir insan-ı kâmil idi.





1964 yılının Temmuz ayı idi. Gününü hatırlayamıyorum. Yeniçarşı’da şimdi belediye otobüslerinin kalktığı yerdeki Çorapçı Hanı’nı Sivaslı olanların çoğu bilirler. Bu ahşap bina içinde bir oda var idi ki, buraya “vekâle” derlerdi. İhramcızâde’yi ilk defa işte bu binada gördüm. Orta boylu, beyaz benizli, kemerli burunlu, aksakallı bir gönül tabibi idi. Sessizce içeriye girdim, selâm verdim, bir kenara oturdum. Burada bir düzine yaşlı kişi halka şeklinde oturmuşlardı. Gençlik duygularım beni meraktan meraka sürüklüyordu. Bu adamlar ne mak­satla burada toplanmışlardı? Biraz sonra zihnimdeki düğüm çözülüverdi. Zira İhramcızâde, bir baş işareti yaptı, oturanlardan Hacı Bekir Emmi dedikleri zat elini kulağına attı, yanık bir sesle söylemeye başladı:





“Sâkîyâ camında nedir bu esrar





Kıldı bir katresi mestâne beni





Şarâb-ı la’linde ne keyfiyet var





Söyletir efsâne efsâne beni





Bakmazlar dertliye algındır diye





Hâkikat bahrine dalgındır diye





Bir saçı Leylâ’ya vurgundur diye





Yazmışlar deftere dîvâne beni”





Bu güzel parça, hem dinleyeni hem de söyleyeni derinden etkiledi. Oturanların gözleri nemlendi, baktım bazılarının yanaklarından yaşlar süzülüp geliyordu ve sonra, gönül incileri peş peşe dizildi. Niyâzî-i Mısrî’den söylüyorlardı:





“ Gel ey bâd-ı sabâ haber ver bize cânân illerinden.”





Yine sıra Berber Hacı Bekir’e geldi, aşk ile vecd ile bir dahi söylemek düştü:





Seni ben severim candan içerü





Yolum vardır bu erkândan içerü





Beni bende demen bende değilim





Bir ben vardır bende benden içerü





Yunusun sözleri hûndur âteştir





Kapında bir kuldur senden içerü”





Elbette dertli olan derman arar derdine, lâkin nerede ne arayacağını bilmeyenler boşuna zAhmed çekerler. Böyle yanlış arayışlar insanı şaşkına çevirir. Niyâzî-i Mısrî bu gerçeği şah damarından yakalamıştır:





“Derman arardım derdime derdim bana derman imiş





Burhan arardım aslıma aslım bana burhan imiş





Sağı solu gözler idim dost yüzünü görem deyü





Ben taşrada arar idim ol cân içinde cân imiş”





Bu şiir, vekâlede sık sık okunurmuş. O gün de İhramcızâde’nin sohbet meclisinde tekrar edildi, vecd içinde dinlendi. Zayıf vücudlu, mahcup tavırlı biri­sine dönerek hitap edildi:





“Söyle Karasarlı...” Karasarlı söyledi, söyledikçe coştu. Sesi güzel değildi, lâkin içtendi, samimiydi. Olduğu gibi görünen ruh asaletiyle bu adam, okuduğu kendi şiirlerini zevkle dinletiyordu.





Bu gönül dostunu daha sonra daha yakından tanıdım. Araştırdım, İhramcızâde’nin kendisi tarafından yazılmış, on adet şiirini tespit ettim.[7] Bu şiirler, sanat endişesinden uzak tasavvufi neşe ile dolu parçalardı. Oğlu Kâzım Toprak’ta, kendi el yazması bir kitaptan şu şiirlerini geliniz okuyalım:





“Gönül dilberdedir elhamdülillah





Leb-i kevserdedir elhamdülillah





Ne ferzend ü zen ister ne tertip





Ne sîm ü zerdedir elhamdülillah





Çü dil dilberde seyr eyler





Cemâli Dahi bî-perdedir elhamdülillah





Gönül dostun arar tenha cihanda





Adû kim kerdedir elhamdülillah





Değil gam yok olursa terk-i canım





Acep hoş yerdedir elhamdülillah”





Ezelden hamr-ı aşkı içti





Hakkı Henüz ol sırdadır elhamdülillah  [8]





Oğlu Mehmet Kâzım Toprak’a soruyorum: Babanız en fazla kimleri sevmez­di? Tek cümleyle cevaplıyordu:





O’nun sevmediği yoktu ki, ..”





İhramcızâde’nin şeyhi Mustafa Takî mensur bir mevlid yazmış ve İhram­cızâde de bunu nazma çekmiştir. 165 beyitlik mesnevi tarzında yazılan bu mevlid, bazı ilâhîlerle birlikte 52 sayfalık bir kitap hâlinde 1969 yılında İstan­bul, Dizerkonca Matbaası’nda bastırılmıştır.[9]





“Yâre Yadigâr” ismiyle basılan bu kitapta İhramcızâde’nin Türkçe, Farsça ve Arapça[10] bazı naatları da mevcuttur. Şimdi o mevlidden bir küçük bölüm sunalım:





“Âdem atamız Cennete indi





Nûr-ı Ahmedî alnında göründü





Babadan oğula o nûr-ı Celîl





Gelmesine olmuş bir güzel delîl





Seyyidü’l- enbiyâ ol Mustafânın





Kân-ı kerem ol bâ-vefânın





Kim hâmili olsa ol nûr-ı evhad





Herkes tanırdı kalmazdı bir ferd





İsmi Abdullah kavmi Mudarî





Zevcesi Âmine hâmil-i Nebî





Altı ay bilmedi hâmilliğini





Melekler ederdi âmilliğini”





Nesir hususunda ise, İhramcızâde’nin çalışmaları, maalesef bir araya toplanmamıştır. 1929 yılında yazdığı ve Şam’da bulunan Hacı Bahâeddîn Efendi’ye gönderdiği bir mektup iyi bir örnek teşkil eder kanaatindeyim. Bu mektup süslü nesir dediğimiz yazı türünde güzel bir örnektir:





“İşte öteden beri derd-i muhabbetinizle nâlân olan kalbim yine nâle vü efgânımı baştan aşırmak ile giryân ve sûzan olarak kâlemi elime aldım.





Sultânım, ne buldum ise, senden buldum ve bu fenada ne gibi bir zevke erdimse, mutlaka sizinle erdim.





Elbette bir gün olur, mazhar-ı iltifatın ve nâil-i mükâfatın olurum. Lütfen, kerem et, beni o zümre-i dil-firîbten ayırma.”





Vefatından sonra kitaplarının bir kısmı Darendeli Hulûsî Efendi’ye gönderilmiştir.[11]





HAYATI VE HAYRATI





Mânevî dünyasını kısaca böyle tasvir ettiğimiz İhramcızâde’nin, kısaca hayat hikâyesine geçebiliriz:





Nüfus kaydına göre, r. 1296 (1880/81) yılında Sivas Ortülüpınar Mahallesi’nde dünyaya geldi. Dedeleri Kabe’nin ihramını değiştiren bir kimse olduğu için, sülâlesine “İHRAMCI” denilmiştir.  Babası Hüseyin Hüsnü, annesi Aişe Hanım’dır. İhramcızâde, yedi yaşındayken, babası Zara’ya Adliye başkâtibi olarak gitmiş. Orada sıbyan mektebini bitiren İhramcızâde, on yaşındayken Sivas’a gelip rüştiyeye girmiş, burasını da bitirdikten sonra adli­yeye “mülâzimeten” (stajyer memur olarak) gönderilmiştir. Tokat’ta hem memuriyetini sürdürüyor hem de medrese öğretimini tamamlıyor. Ayrıca, Tokat’ta Hacı Mustafa Hâki Efendi’ye intisap ediyor. Mustafa Hâki Efendi, 1324 / 1908 yılında Tokat mebusu olarak İstanbul’a gidince, İhramcızâde de artık Tokat’tan ayrılmak zorunda kalıyor. Sivas “Düyûn-ı Umûmiye” memurluğuna tayin ediliyor. Düyûn-ı Umûmiye kaldırılınca Sivas İnhisar Dairesine geçmiş. 1927 yılında Zara’nın Çarhı Tuzlası’na bağlı “Cedit Tuzla” memurluğuna atanır. Cedit’te 1931 yılı Temmuz ortasına kadar çalışır ve kendi arzusuyla emekli olur. Emeklilik yıllarının büyük bölümü Sivas’ta geçmiştir. 2 Ağustos 1969 yılında Hakk’ın rahmetine kavuşan bu ulu kişi, geride maddî ve mânevî derin izler bırakarak göçmüştür.





Yazımın başlığı “İhramcızâde’nin Vakfa Hizmetleri” idi. Şimdi o hizmetleri­ni sıralamanın zamanı geldi. Ulu Cami 1950 yılında harabe halindedir, ibadete kapatılmıştır. Bu hâl Sivas halkını derinden yaralar, İhramcızâde bunu fark eder, hemen bir dernek kurulur. l955’ten 1966 yılıma kadar Ulu Cami tamirattan geçer, ibadete açılır.





Ya köylerde yaptırdığı çeşmelere ne dersiniz? İlk defa Zara’nın Cencin Köyü’ne gider, burada içme suyunun olmadığım görünce hemen harekete geçer, halktan para toplanır, köy halkıyla birlikte 6 km. uzaktaki Kızılcan Tepesi’ndeki içme suyu getirilir. Ayrıca, aynı köye Kızılırmak’tan geçmek için bir köprü de yaptırır.





Tozanlı Köprüsü, 1943’te yeniden yaptırılır, halkın hizmetine açılır. Ayrıca, Sivas’ta Hoca İmam Camii’nin minaresini sadece kendi parasından yaptırır, yüreği iyilikle dolu olanlar hayır yapmaktan usanır mı? İhramcızâde, hayırları­na da devam eder: 1958/62 yıllarında Sivas İmam Hatip Lisesi için bir dernek kurulur, bu derneğin başkanı yine aynı zattır. Türkiye’nin muhtelif yerlerinden toplanan paralarla Sivas’a hizmet gelmesine sebep olur. Sivas içinde 27 adet çeş­menin yapılmasına yardımcı olur.





Maddî ve mânevî yönüyle bu kadar hizmet eden kimseler başka ülkelerde yaşasaydı, acaba böyle insanlara nasıl mükâfat verirlerdi? İhramcızâde, soyadı gibi mütevazı olduğu için kimseden bir temenna beklemedi. Lâkin biz iyi insan­ları genç neslimize iyi tanıtmalıyız, böyle zatları unutulmaktan kurtarmak için onların hizmetlerini zaman zaman hatırlamalıyız.                         (CANOZAN, Ali Şahin, 1991,Revnak, Sivas.)





***





4 Ağustos 1969





Hizmet Gazetesi/Sivas





İSMAİL EFENDİ





İsmail Efendi Hakk’ın rahmetine kavuştu. Sivas O’nun şahsında çok şeyler kaybetti. O, bir tesbihin imamesi gibiydi: Toplayıcı, yapıcı, güzelleştirici ve huzur verici bir şahsiyeti vardı. İslâm’a yakın ve bağlı olanlar hariç tutulursa, denilebilir ki; O’nun bu şehirde hiçbir yakını yoktu. Kanunlar çıkarılmıştı. Hiç kimse “bey, Efendi, ağa, paşa” gibi, bu milletin ruhunda, dilinde, edebiyatında yer eden kelimeleri kullanamayacaktı. Bu garip, bu acayip kanuna rağmen, O, bu şehirde ve bütün çevre vilayetlerde yarım asrı aşan bir süre içerisinde, hep “EFENDİ” olarak bilindi; hep “EFENDİ” diye kendisine hitap edildi.





Yakınları arasında, onun bir tek cümlesi, bir ceza hâkiminin hükmünden daha tesirli olurdu. Bir yoksulun giydirilmesi, bir düşkünün kalkınması, ecdat yadigârı bir eserin korunması veya yeni baştan onarılması, bir kültür müessesinin kurulması onun uzatacağı parmağa ve söyleyeceği bir tek cümleye bağlıydı. Kanunla, zorla, zulümle, tehditle değil, faziletiyle ve Efendiliğiyle yapıyor, yaptırıyordu.





Kendisini ilk görüşüm galiba ilkokul tahsilimin ilk yıllarında olmuştu. Babam elimden tutarak beni ona götürmüştü. Bir büyük odada, edebiyle oturan insanlar arasına ben de diz çökmüştüm. Orada nasıl bir sohbet yapıldığım şimdi bir tek cümle bile olsun hatırlamıyorum. Sonra aradan 8–10 yıl geçti. Babamın Gaziantep’e tayini çıkınca bizi uğurlamaya gelmişti. Üçüncü bir defa göremedim. Babamın çok yakın dostuydu. Ben siyasî bir takım çekişmelerin içerisine girince ziyaretine özellikle gitmedim, gidemedim. Böyle olmasına rağmen çok ilerici bir İstanbul gazetesi onu ve beni Sivas’ta nurcu medresesinin şeyhi olarak gösterdi. Hâlbuki merhum İsmail Efendi Nakşibendî tarîkatına mensuptu. Gösterişten ve hatta sesli ibadetten tamamen uzak, münzevi, sessiz, sakin hayat yaşıyordu. Benim şeyhliğim ise, en ahmak insanların bile inanmayacağı bir uydurmadan ibaretti. Bu safsataya inananlar sadece solcular oldu.





İsmail Efendi halkasına dâhil olan çok müminler tanıdım. Temiz, terbiyeli, inanmış, namuslu ve çalışkan insanlar... Bir ayaküstünde bin bir yalan söyleyen riyakâr ve sahtekâr insanların cemiyetimizin huzurunu alt üst ettikleri bir devirde İsmail Efendilerin kaybı, teessürümüzü daha da artırıyor.





Mânevî yapımızın mimarlarından biri daha toprağa düştü. Allah rahmetini üzerinden ve üzerimizden eksik etmesin.





Yavuz Bülent BAKİLER





***





“EFENDİ HAZRETLERİ”





Yüzlerinde, alınlarında, gözlerinde ve ellerinde huzur denilen şeyi gezdiren, dinlendiren, misafir eden ve so­nunda onu bir şahsiyet çizgisi haline getiren insanlar ge­lirdi o eve ve yine kavgasız, barışık ve her şeyle dost bir haletle evden ayrılırlardı; yüzlerinde biraz daha ışık ve duru gözlerine oturmuş sevgi parıltılarıyla. Çocuktum, ama anlıyordum: Bunlar “ihvan”dı. 60’lı yılların, “ihvan, tekke, derviş, şeyh, dergâh” gibi kelimelere hayli sert ve soğuk nazarlarla bakan resmî tutumu, ihvan’ı da Hasan Sabbah’ın Alamut Kal’ası’nda afyonlu şerbetlerle cezb ederek kendine benzettiği tehlikeli militanlar gibi gösteri­yordu. Çocuktum, ama anlıyordum; bunlar muhabbetle lebâleb dolu, gözlerine bakınca yüreğinin derinliğini gö­rebileceğiniz kadar berrak insanlardı. O eve muhabbetle gelir ve daha ziyade bir muhabbetle giderlerdi. Bunlar “ihvan’lardı. Bu ev bir “tekke” idi. Bu tekkenin bir şeyhi, ihvanlarının diliyle “şâh”ı vardı; İhramcızâde İsmail Hak­kı Efendi’ydi ve ben çocuktum.





Gözleri iriydi, maviliğinde gri bulutlar geziniyordu. Gözleri, yuvasına sığmıyor gibi dışarı taşmıştı. Hep mu­nis bakıyordu. Muhabbet dedikleri şey, “Efendi Hazretleri”nin muhitine o gözlerden yayılıyordu. Ufak tefek, kamburu çıkmış, kısa beyaz sakallı kırpık bıyıklı, alt dudağı bariz derecede etli, iri kemerli bumu ile dikkat çe­ken ve güzelliğini fizik unsurlarıyla inşâ etmeden de gü­zel bir ihtiyardı. Ah, o çok ihtiyardı, ben çocuktum. Evde olduğu zaman, onu dilediğini an görebilme imkânını vardı, ama ben çocuktum; konuşamadık. Benim sorularım belirginleştiğinde o çoktan dâr-ı beka’ya yürümüş gitmişti.Sorularım ise, hâlâ bende duruyor.





Yaz-kış kasketle dışarı çıkardı, yaz-kış mevsimine göre gri ya da siyah pardösü giyerdi. Kuşluk vakti ya ila öğleden sonra “vekâle”ye gitmek üzere dışarı çıkacağı zaman, bir koşu dışarı çıkar, fayton çevirir, uzun bahçeyi koşarak geçip içeri haber verir, kapısını açardım. Başımı okşar iltifat eder ve daima takım giydiği elbisesinin yelek cebinden sarı bir yirmi beş kuruş çıkarır, bahşiş verirdi. Hayır, yirmi beş kuruş, değildi, iki buçuk liraydı: Daha üç-beş saniye bile geçmeden o sarı yirmi beşlik, “Efendi” nin ardı sıra gölgesini bile incitmekten çekine­rek yürüyen ihvanları tarafından daha büyük meblağlara tahvil olunurdu. Ben bire on kazanan bir karaborsacı ka­dar memnun olurken, ihvanlar da “Efendi Hazretleri”nin elinden çıkmış, bir -azîz hatırayı edindikleri için sevinirler­di. Ve o sevinci ben sarı leblebiye, mavi bilyeye, yeşil plastik toplara ve külrengi sinema biletlerine çevirirdim.





“Vekâle,” çarşı içinde, Çorapçı Hanı’nın üst kalında iki göz bir odaydı. Yaz-kış demeden uzaklardan kopup gelen “ihvanlar” orada iâşe edilir, orada Efendilerinin sohbetlerini “samiîn” sıfatıyla dinlemek saadetine erişir­ler ve orada aynı sofranın etrafında, tekkenin koca mut­fağında, koca kara kazanlarda pişmiş tekke aşının lezze­tine varırlardı, Hanım ihvanlar ise, eğer uzak yerlerden gelmişlerse birkaç günlüğüne tekkede hamurlardı.





Tekke, Örtülüpınar Mahallesi’nde Taşlı Sokakla Hasanlı Sokağı’nı kavuşturan bir parselin orta yerinde iki katlı, kocaman bir evdi. Bahçesinde elma ağaçları vardı. Üç-beş gün saltanat süren leylâk ağacı vardı ve leylâk, “Efendi Hazretleri”nin odasının penceresine bakardı. Ben çocuktum; tekke, bahçesinden çatı arasına, odunluğun­dan “Efendi Hazretleri”nin yatak odasına kadar benim oyum sahamdı ve evimiz tekkenin tam karşısındaydı.





İkinci katla “büyük oda” vardı. Büyüktü, bazı geceler ihvanlar orada toplanır, tek kelime etmeden, çıt çıkarmadan Efendilerinin etrafında oturur zikir ederlerdi. Nakşî idiler, sükuti dervişler idiler. Büyük odanın duvarında bir eski zaman ressamının elinden çıkma “Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere” resmi asılıydı. Kapının he­men sağında büyük camekânlı bir kitaplık vardı. Kitap­lıkta o zaman bilmediğim, anlamadığım, okuyamadığım eski yazılı meşin ciltli kitaplar vardı, “Efendi”nin kitaplığı idi. O okurdu. Sadece ehl-i gönül değil, ehl-i kâlem idi. Bu hükme 15 Rebiülevvel 1347 tarihinde şeyhine hitaben kâleme aldığı şu satırlar şahittir:





İşte bu tesirin icrâ-yı ahkâmından olmalıdır ki, sizi hiç unutamam; aks-i timsâlinizi gözlerimden ve sûr-i hayâli­nizi gönlümden çıkaramam. Her nerede bir çesm-i siyahın füsunkâr bakısını görsem yüreğim çarpar ve dîde-i kalbim size bakar. Bu zevk ile geçirdiğim günleri feleğe değişmem (...) Ey nâme! Git, mazhar-ı füyûzat-ı âlem olan bir paye, yed-i kemâl-i tazim ve muhabbetle hâl-i pürmelâlimi Hazret-i Ba­ha’ya huzûren arz et. De ki; Sizin nazarınızdan şâh-ı râha yol gider..”





Şeyh ile ihvan arasındaki gönül alâkaları, çocukluk muhayyilemin kavrayışından çok uzaklardaydı, ama bu alâkanın hâsılını çocuk da olsanız elle tutabilir, gözle gö­rebilirdiniz: Muhabbetti! Tekkenin kireç sıvalı duvarla­rında, bahçe içindeki ince beton yolun en başında, mey­vesini ancak eylüllerde teslim eden taş armutta, ihvanla­rın çehresinde ve “Efendi Hazretleri”nin her haletinde titreşen, ince bir buğu gibi tebahhur ederek atmosfere yayı­lan, tekkeyi (uzaktan ya da yakından) istintak eden “siya­sî memurları” son derece Efendi ve hürmetkâr davranma­ğa mecbur eden muhabbetti. Muhabbetin sıklet merkezi, iri gözlerinin maviliğinde gri bulutlar gezindiren “Efendi Hazretleri” ydi. Onun bilgisi tahtında duran kimya, sıra­dan insanları; berberleri, kundura tamircilerini, çiftçileri, ümmî ev hanımlarını, memurları gözbebeklerinde “muhabbeti” büyüten olgun insanlar haline getiriyordu. Yıkıldı, tükendi diyeceğiniz insanları bu güzelleştiriyor, ayakta tutuyor ve her şeyle barıştırıyordu. Onun çevresinde kavga yoktu. Çocuktum, ama anlıyordum.





Bir gönül neş’esiyle “Efendi” yi şiirin mücerret gökyü­zünde gezindiren de, o “muhabbet” dedikleri şey olmalıy­dı.    





 “Gönül dilberdedir elhamdülillah





Leb-i kevserdedir elhamdülillah





Ne ferzend ü zen ister ne tertîb





Ne sîm-ü zerdedir elhamdülillah.”





Belki çayı çok sevdiğinden olsa gerek, bütün nakşî dervişânı çaya âşıktı. Sıcak yaz günlerinde ara sıra Efendi Hazretleri ihvanı toplar. Yukarı Tekke dibindeki mesire yerine “sahra’ya gidilir, bir at arabasına kilimler, secca­deler, halı, yastık ve minderler yüklenirdi. Böyle günler­de pirinçten mamul devâsâ bir Rus semâveri mutlaka yü­kün başını çekerdi. Efendi Hazretleri, çayı açık ve şark ta­raflarında “kıtlama” tâbir edilen tarzda içerdi. Kelle şeke­ri denilen topak kesme şeker bir çay tabağına kırılır, do­yuncaya kadar üzerine limon sıkılır ve çaya şeker atma­dan, bir ondan bir bundan çayın lezzetine varılırdı. Ben, aynı çay muhabbetini hanım meclislerinde de gördüm. Cennetmekân halamın yanık sesiyle orta yerde etrafa nefis çay râyhâsı salan semavere karşı okuduğu “ilâhî” hâlâ kulaklarımdadır:





“Semâverin rengi aldan Getir sağdan, götür soldan





Derviş çıkmaz böyle yoldan Yan semâver, dön semâver





Limon, şeker, çay semâver Semaveri alıştırın





Maşa ile tutuşturun Küsenleri kavuşturun





Yan semâver, dön semâver Semâverim iniliyor





Anlamıyor mu ne diyor? Daim Hakk’ı zikrediyor





Yan semâver, dön semâver Limon, şeker, çay semâver”





Sonraları öğrendim ki, ihvanlar çay içip “demlenirler” ve çaya “küçük derviş” derlermiş. Bugün zihnimde bir bardak limonlu çay ve üzerinde buğusu tüten, bağrı ateş­le yanan her semâver, o güzel insanların meşreplerinden tedai olunmuş sevimli bir rumuzdur.





60’lı yılların Sivas’ını inşâ eden beşerî çizgilerden belki de en mühimi, İhramcızâde Şeyh İsmail Efendi’nin etrafında dönüp duran bir mânevî iklimdi. “Efendi”nin Hakk’a yürüdüğü gün o âlem de göçüverdi. O gün ilk de­fa “ihvân”ın çehresinde ye’s gördüm; onlara dünya ve ukbâ’yı yorumlayıp anlatan mihveri kaybetmişlerdi. İmame­si kaybolmuş, ipi kırılmış bir tesbih gibi dağılıverdiler. İnhitat, az zaman geçmeden tekkenin duvarlarında bile de­rin izler bıraktı: Bahçe târ-ü mâr oldu, sıvalar çatlayıp döküldü, ihvanların müeddep ayak sesleri hafifledi ve birkaç yıl sonra tekke işbilir müteahhit esnafının dar ha­yalhanelerinde dört katlı bir apartman blokuna dönüşü­verdi.





Şeyh Hakk’a yürüdü, tekke yıkıldı, ihvan dağıldı.





Ve ben hâlâ çocuktum.





(ALKAN, Ahmed Turan, Altıncı Şehir, 1992, İstanbul)





***





ÜMİT BURCU





Ben çok sukûtî insan tanıdım, geçenlerde bir yazıda da onlara dair ipuçları vermeye çalıştım. Konuşmaları icap ettiği yerde o in­sanların da bazen konuştukları olurdu, ama onların söz ve beyan­ları daha ziyade hallerinden süzülen manaları açmaya matuf, mübhem hisleri şerh etme istikametinde ve gözsüzlere kapalı hakîkatleri avamîleşürme yönünde olurdu. Onlar halleriyle seslen­dirdikleri sükûtî hutbeleriyle herkesi mest ederlerdi. Onların hâl ve gönül derinliklerinden dolayı, dillerini bilen-bilmeyen hemen herkes ne demek istediklerini rahatlıkla anlar ve onlara büyülenirdi. Onların yanındayken “duydum, öğrendim ve inandım” ye­rine “gördüm, hissettim ve bende oldum” derdik. Konuşurken hikmet konuşurlardı. Sükût ederken de derin murakabe bakışla­rıyla insanın âdeta içini delerlerdi. Çok kaynağa uğradım, çok çeşmenin başına gittim, ama heyhat, hiçbirinde kovamı dolduramadım. Avare dolaştım, avare gezdim. Avare gezdiğime hâlim şa­hit değil mi? Ama laf ederken hikmet konuşan, sessiz dururken de tefekkür eden o sükutilerin sükûtu hâlâ üzerimde tesir icra eder. Onlarınki kristalleşmiş tefekkür, kristalleşmiş murakabe­dir.





Mesela; İhramcızâde İsmail Efendi ile beraber olmuştum. Onca zaman içinde belki iki kelime ancak konuşmuştu. Ama boy­nunu bir yana kırıp boynu eğriymiş gibi, saygıyla duruşu, dizüstü oturuşu, mahcup tavrı ve her haline nüfuz eden, Allah’ın hu­zurunda olma havası bana çok tesir etmişti.





Hani hep deriz ya; “Çok güzel hutbeler dinledim, büyük ha­tiplerin sözlerine kulak verdim. Artık kulaklarım doydu. Fakat gözlerim aç. İslâm’ın lafını eden değil, onu yaşayan insan görmek istiyorum.” Maalesef, sözler, söz söyleyenden bîzâr. Hutbeler, ha­tipten bîzâr. Va’z u nasihatler vaizden bîzâr. Kimse kırılmasın, ben kendimi de dâhil ederek söylüyorum. Namaz kılan, Kur’an oku­yan, camide saf tutan insanların çehrelerinde haşyet görmüyo­rum. Allah’ın huzurunda duruyor oluşumuz halimize aksetmiyor, haşyet yok duruşumuzda. Kalbler ölmüş adeta. Saflar arasında müteharrik mezarlar gibi kıpırdanışlar durumumuza tam uyuyor. Bir cenaze yatıyor, kalkıyor, eğiliyor ve doğruluyor; çoğumuz ce­naze gibi Allah huzuruna geliyor ve cenaze gibi gidiyor. Ve dola­yısıyla da müslümanlar adına iyi bir görüntü olmuyor, hâlimiz kimseye bir şey ifade etmiyor.





(M.Fethullah GÜLEN, Ümit Burcu, İstanbul, 2005)





***





ÂŞIK SEYİT YALÇIN’NIN  HATIRATI [12]       





Köyde hatırlıydım, hatırım vardı. Ağır misafirler de kondururdum. Belli haremimiz de vardı. Köyde benim hatırımı sayarlardı. İşte dokuz yüz elli beş tarihinde bir değirmen yapmaya teşebbüs ettim. Köylüler her gün on araba, yirmi öğün koşarlar, değirmenime taş çekerler, getirir yaparlar. Ne için? Dedemin, babamın bir kıymeti varmış demek ki, Beni bir değirmen sahibi ettiler. O değirmen beş-on sene sürdü. Yeni usûl değirmenler çıkınca, bu değirmenler yavaş yavaş gözden düştü yeni değirmenciler gelmedi. Gelen yok. Biz de kimseye veremedik, tuttuk değirmenleri yıktık. Ben de yıktım, başkaları da.





            —O günlere ait bir hatıranız var mı?





—He... Bir sene dehşet bir yağmur yağmış, değirmenin arkları da dolmuştu. Güç yetecek bir şey değil. Her sene paramla yaptırıyorum. Ben de o sene İhramcızade İsmail Hakkı Hazretleri’nin tekkesine meraklıydım. Sivas’a gelince geriye gidemezdim. Oğlum Ahmed de değirmenin arkını yapmamış, geldi beni yakaladı. “Baba sen nasıl adamsın? Gel işinin başına, arkın takılacak. Gezeceksen sonra gez.” Diyerek beni yakaladı tahıl pazarında. Ben de vakit yakındı, öğle abdesti almaya geliyordum. Oğlan benimle beraber geldi. Orda bir tanesi de abdest alıyordu. “Bir, iki, bir, iki...” Divane, deli, başı açık, yalınayak. Öğlen namaza durur, yatsıya gider, öyle bir adam. Oğlum onu görünce bana dedi ki; “Senin şu berduşlardan, sarhoşlardan hiç farkın yok. Malın yok, halın yok, her şeyini terk edip burada geziyorsun. Yav, soyka işini gör de gene gel.” dedi. Öyle sokranırken benim de hatırıma bir şey düştü. Ona;





Nefsin şeytanına nispet yürüyen





Zannetmem İblis’ten kalanı vardır.





Seni tan eylerse senden türeyen





Şah olsa sırtında palanı vardır.





Diye hepsi yedi kıta bir deyiş söyledim. Böyle deyince “Baba!” dedi. “Ne diyorsun oğlum?” dedim. “Şu siftahki söylediğin sırtı palanı bırak da ne söylersen söyle!” dedi. Meğerse o sırtı palan kendine dokunmuş. “Bu deyişatın tadını zaten senin sırtının palanı getiriyor. Ben onu çıkartamam.” Dedim. Ezan okunmaya başladı,





Seyyid’im sırlarım vermezdim yâda





Yediler elinden sundular bade





Bize yol gösterin İhrâmcızade





İnayet Allah’tan himmet isterim





Diye bitirdim. Kadın kalktı, elime uzandı. “Hâşâ sen benim annemsin” dedim. Dedi ki; “Sen Kuran -ı Kerim ile konuşuyorsun. Benim pîrim yok, senin pîrin var, özür diliyorum.





—Ağzınıza sağlık Seyid Emmi. Biz sizin İhrâmcızade İsmail Efendi’nin müritlerinden
olduğunuzu biliyoruz. Bize biraz da bundan bahseder misiniz? Ne zaman tanıştınız? İlişkiniz ne kadar sürdü? Size ne gibi bir etkisi oldu?





—Müritleri olamayız da ziyaretlerine gider gelirdim.





—Ne zaman başladı bu?





—Ben buna başlayalı... Yirmi yaşlarındaydım, genç idim. Deliktaş’ın Çat Köyü’nde emem (halam) vardı. O kadın yirmi sene yatağa girmedi. Çok ibadetli bir kadındı.





— “Oğlum beni İhrâmcızade’ye götür! Oğlum beni İsmail Efendi’ye götür!.”





der dururdu. Bir gün aldım, geldim kadını. Getirince İhrâmcızade ona ders verdi. İstedi ki, bana da ders versin. “Oğlum, sana da ders vereceğim” diyor ya, ben cahilim. “Derse giremem” diye sakınıyorum. Sonunda; “Belki girerim” diye düşünürken; “Sen sonunu düşünüyorsun. Sonunda girerim diyorsun. Ama ömür kâğıdını çıkart bir göreyim. Kaç gün ömrün var?” dedi. Neyse ben de bunu tecrübe yapıyorum. Cahillik... Ne kadar cahillik...





Bir gün dedim ki; “Eğer bu şeyh ise, ben bundan ders alacaksam, buna bir tecrübe yapayım. Tecrübe için çarşamba günü tiyatroya gittim. “Bakalım bu benim nerede olduğumu bilecek mi, bilmeyecek mi?” diye. Şeyh mi, değil mi? Cuma akşamı meclisine gittim. O mübarek iki kat otururdu Kıble’ye karşı şu şekilde. Allah ile kelime yapardı. Doğruldu bana söylemedi de cemaate bir şey söyledi. Çünkü bozmak istemezdi kimseyi. Onun için ortalığa söyledi. Dedi ki;





“Ebu’l-Hasan Şeyh Şâzelî Hazretleri bir gün;





“Benim iki müridim var; birisi mağripte birisi maşrıkta. Hataya düştüğü zaman, bu iki kolu yetişip alamazsa mürşid-i kâmil olamaz.” Bunu dinleyen oradaki müritlerinden ikisi cahil imiş. Yürüyüp giderlerken;





‘Bizim şeyh amma partalladı. Biri mağripte biri maşrıkta olan müridi nasıl getirecek?’ O zaman Şeyh keramet gösterip bunlardan ikisini de birini mağribe birini maşrıka atmış, ikisini de iki eliyle bozmadan almış, getirmiş evlerine. Şimdi gelmişler ki, aynı vaziyette soyunmuşlar. Birbirini bu şekilde görünce sabahtan; ‘Sana böyle böyle oldu...” demiş. Ötekisi; ‘Bana da oldu.’ demiş. Şimdi bunlar utandığından meclise varamıyorlar, şeyhin karşınsa. Şeyhi Şâzelî Hazretleri;





“Bunların ikisinin de hataları var. Getirin bunları meclise!” demiş. Utanıyorlar, gelemiyorlar. Getirmişler, gelince demiş ki;





“Nasıl oğlum, mürşid-î kâmil bir eliyle biri mağriptekini bir eliyle maşrıktakini kurtarabiliyor mu?” deyince ağlayarak ayağına kapanmışlar. ‘Evet, getiriyor.’ demiş biri. Bunu dinledikten sonra hatamı anladım. Gidip gelmeye başladım.[13]





***





ÇORAPÇI HANI  [14]





Bu yazıyı yazmaya başlamadan evvel Çorapçı Hanı’nın içini gezip son şeklini görme arzuma nail olamadım. Sıkı sıkıya köslenmiş kapı, işlevini yerine getiremiyor olmanın ve de kaderini bekliyor olmanın buruk hüznünü taşıyor gibiydi. Esasında bir yolunu bulup içeriyi dolaşma imkânı varken bunun için de özel bir çaba harcamadım. Çünkü göz görebildiğine hükmeder, gönle ise, hadd ü payan yoktur. Hülasa bu Han’ın şimdiki durumunu görmekten ziyade macerasını öğreniyor olmanın coşkusunu çıkınımda taşıyarak araştırmalarımı sürdürdüm. Kendimi hem kitabî hem şifahî bilgiler ışığında bu Han’da konaklayan bir misafir olarak buldum. Han’ın hikâyesini öğrenmenin yolunun aslında birçok insanın hayat hikâyesini öğrenmekten geçtiğini de elbette biliyordum. Çorapçı Hanı’nın “Çorapçı Ömer Efendi” ismiyle maruf ve de büyük ihtimal mesleği ismine sıfat olmuş bir zat zamanında veya biraz daha evvelinde yapıldığı birkaç kuşak sonraki torun ve Han’ın son sahibi Nusret Akça tarafından söylenir. Sonraları mirasçıları tarafından çoğunlukla kiralanmak suretiyle ayakta tutulmaya çalışılan han bir zaman da Ömer Efendi’nin mirasçısı ve İhramcızade İsmail Hakkı Toprak’ın arkadaşı Kadir Hafız tarafından işletilir. Hattatlıktaki mahareti ile İhramcızade İsmail Hakkı Toprak’ın bile övgüsünü kazanan Kadir Hafız zamanından itibaren Çorapçı Hanı yukarıda bahsettiğimiz gibi, İhramcızade’yi yurdun çeşitli yerlerinden ziyarete gelen müritler için konaklama yeri olmuştur.





Sonraki dönemlerde Han’ın işletmesi genellikle kiracıların ellerinde olmasına rağmen bu gelenek uzunca bir süre bozulmamış ve yine Nusret Akça’nın ifadesine göre han kiralanırken bu geleneğe aykırı davranılmaması kiracılara şart koşulmuştur. (Akça, gençlik çağlarında araba ile seyir halindeyken yaya haldeki İhramcızade ve müritlerine yol vermiştir. Efendi’ye Kadir Hafız’ın torunu olduğu iletilince de babasıyla Şeyh’in evine davet edilmiştir, İhramcızade’nin kendisini





“Asil azmaz bal kokmaz” diyerek övdüğünü ve elleriyle bahçesindeki ağaçtan bir elma koparıp kendisine ikram ettiğini gözleri dolu dolu anlatır. Cüzdanından saygıyla çıkararak gösterdiği fotoğraf da İhramcızade’den başkasınınki değildir. Çorapçı Hanı hizmet veren bir işletme olarak bu şekilde 1997 yılına kadar varlığını sürdürmüştür. Şimdilerde beli bükük, gözleri buğulu ve manidar bakışlı bir yaşlı mürit kıvamındadır. On yıldır kapalı olan han fikrimce çok isabetli bir kararla yaklaşık beş ay önce Sivas Belediye’sine restorasyon şartıyla sembolik bir fiyata satılmıştır. Umarız Çorapçı Hanı aslına uygun olarak varlığını idame ettirecek kadar, “Artık bahtın açıktır uzun etme arkadaş!” sitemini deruhte edecek güzellikte olacak kadar mürit duası almıştır. Şuna inanıyoruz ki, usta işi bir restorasyonla Kültür Şehri Sivas’ın görülmeye namzet, nadide mekânlarından birisi olmayı hak edecek bir yapıdır Çorapçı Hanı.





Mehmet TOYRAN





Sivas’a Başsağlığı





Posta kutusunda birikmiş Hizmet gazetelerinden birisinin başlığı siyah çıkmıştı. Dedim ki, Sivas’ta birkaç idealistin çıkardığı bu gazete de galiba maddi zorluk içinde ve bu sebeple bir renk tasarrufu peşinde de. Fakat gazeteyi açınca gördüm ki bu tamamen ihtiyari bir renk değiştirmedir ve bir matem içindir. Zira İsmail Hakkı Toprak’ın vefatını haber vermektedir Önce şunu söyleyeyim İslam’da mâtem yoktur. Hele İsmail Hakkı Toprak Efendi gibi bir zatın ölümü ancak bir “Şeb-i arûstur” —Gerdek gecesi—





Sivaslıların gâh “Ehramcızâde” gâh “Şeyh İsmail Efendi” diye andıkları bu zatın soyadının Toprak olduğunu da bu vesileyle öğrendim ve pek beğendim. Aynı şekilde CHP’li Belediye Başkanı Rahmi Günay’ın bu haberi Belediye hoparlöründen büyük bir hürmetle bizzat vermesini de. Bu bana biraz da CHP’nin merhuma bir tarziyesi gibi geldi. Çünkü CHP devrinde her din adamına olduğu gibi İsmail Hakkı Toprak Efendi Hazretlerine de birçok baskı yapılıp durdu. Hatta bu son senelerde bile o çok yaşlı haliyle İsmail Efendi’yi Adliye koridorlarında süründürüp durdular. Hem de bir komünist iftira taktiğiyle.





Hâlbuki Adliye’nin en büyük dostu o idi. Söylendiğine göre, onu tanıyan ve sevenler, bütün hukukî ihtilaflarında O’nun aracılığını can ü gönülden kabul ediyorlar ve birçok davalar Adliye’ye intikal etmeden halledilip bitiyordu. O’nu sevenler de bir hayli kalabalıktı.





Şu satırlara geldiğim zaman hatırladım ki ben bu zati bir defa olsun görmemişim. Sadece bir defa UIu Camii’de iki üç saf önde arkasından göstermişlerdi. Ama kişinin en güzel siması eserleridir. Kurtarıcı fiil ve hareketleridir. Birçok insani cami’e ve Ulu Camii Sivas’a yeniden kazandıran, bütün tamir ve takviye faaliyetini tedvir eden o’dur.





Sivas adam görmüş şehirdir.





Tekkeonünde Abdülvahhabi Gazi yatar. Sahabidir.





Ya Akşemseddine nazire Kara Şems Hazretleri.





Alibabalar. Buyüklü küçüklü. Ya Törnüklü Şeyh Denir ki Gavs’dir.





Ya Arab $eyh... Sivas Kongresinin manevi kanatları...





Kazanci Zâde Emin Edip Efendi. Ve Onun talebesi İzzet Hoca (Ali Baba Camii avlusunda yan yana yatarlar)





Ve Aziz Baba.





Ve şimdi de İsmail Hakkı Toprak. Kara toprak demeyin “gö­rün içinde kimler yatur” der şairimiz. Sivas’a başsağlığı dilerim.





Böyle başsağlığı dilenecek evlâtlar yetiştirmesi temen­nisiyle beraber.





Zira o, şimdi “serin servi­ler altında kalan kabrinde” huzur içinde yatmaktadır.





Ebedi Huzurda.





Ergun GÖZE/ KÖŞEBAŞI





16 Ağustos 1969-Tercüman Gazetesi





“BAKAN OLMAK” [15]





Dedemden çocuklarına (babam ve iki am­cam) kalan bir küçük arsanın satışı için babamın Şeyh İsmail Efendi'ye verdiği vekâlet. Babam notere müracaatla beyanda bulunuyor:





Sene 1944!





(Dedem murisim Hüseyin Efendi'den babam Muharrem Efendi'ye ondan bizlere [Şevki, Nedim, Faik kardeşlere] İnti­kal eden ... pafta ... parsel... ada no.'lu arsanın satışını, bizler adına satmaya ... İsmail Efendi'yi vekil tayin ettik vs.)





Babamın dedesi Hüseyin Efendi bir, babamın babası Muharrem Efendi iki, babam ve kardeşleri üç, bana geldik dört nesil, noterden tasdikli Sivaslı! Bunlar, yerden bitme­di ya, evveliyatları yok mu? Ben de üç nesil kendimden ilave ediyorum, meydan artık benim. Etti 7 nesil!





Eh, bu kadar ça­badan sonra, bana “Sivaslılığını ispat et”diyenlere, haklı ola­rak, affınıza sığınarak “senin 7 silsilene...” diyebilmek için..





Meğer ne zormuş Sivaslı olabilmek ve bunu ispatlamak.





Babamdan dinlediğime göre, dedelerim, Sivas Ulu Camii’nin kayyumları imiş, Selçuklulardan beri günümüze ka­dar gelen bu son derece kıymetli eserin hizmetkârı olarak ve babadan oğula intikal eden bu görevi dedelerim sürdürmüş. Bir yandan da mezar taşçılığı İşini yürütmüşler. Soyadımızın “Taşçıoğlu” oluşunun sebebi bu! Dedem hem camideki gö­revine devam etmiş ve hem de Düyunu Umumiye'de memur­luğuna...





Sıra babama gelince, yüksek tahsil yapmaya kararlı babam, Ulu Camii'deki görevi, sonradan Türkiye çapında çok meşhur olan ve sağlığında binlerce kişinin ziyaret ettiği, ölü­münde, istasyondan camiye kadar bütün yolları kapsayan bir insan seliyle ebedi istirahatgâhı olan cami avlusundaki kabre defnedilen, Şeyh İsmail Efendi'ye görevi emanet etmiş ve İstanbul'a hukuk tahsiline gitmiş...





Mükerrem TAŞÇIOĞLU





ATMAYIN





İhramcızâde’dir pirlerin başı





Onun himmetidir gözümün yaşı





Ona bağlı bütün dervişin canı





Sakın mürşidimi elden atmayın.





Siz gösterdiniz zahirde bu yolu





Şeyhime bağlıdır ihvanın kolu





Cümlesi değil mi Allah’ın kulu





Sakın mürşidimi dilden atmayın





Aşkın kandilini ondan yaktınız





Sonra kapısına kilit taktınız





Onun için bu garibi yıktınız





Sakın mürşidimi kalbden atmayın





Penceresin kapısını örttünüz





Onsuz nasıl Hakk yanında arttınız





Teraziyi onsuz nasıl tarttınız





Benim mürşidimi candan atmayın





Yaprakların meyvelerin anlamaz





O olmazsa bu gözlerim ağlamaz





Coşkun sular bile onsuz çağlamaz





Sakın o sultanı tenden atmayın





Gülbaba Cavit Kayhan





Ta ezelden yüzüm gülmez ağlarım





Hasretinle yürek pişti Efendim





Ölenecek karalar bağlarım





Yolum ruha düştü Efendim.





Bindokuzyüz altmış dokuz yılında





Ağustos ikide Sivas elinde





Ecel şarabını almış elinde





Emri hak deyu içti Efendim.





Dost için canına etmedi minnet





Babına varanlar alırdı himmet





Mergadi şerifin makamı cennet





Camii şerifi seçti Efendim.





Pirim gitti öksüz kaldım gülmedim





Canımı verip yollarında ölmedim





Gafil idim kıymetini bilmedim





Eyvah fırsat elden gitti Efendim.





Arabistan derdin sen Elbistan’a





Muhabbet seçerdin bu şirin cana





Mekke, Medine’ye Arabistan’a





Hakikât nurunu saçtı Efendim.





Şule verip ayineyi cemale





Mürşit olup ermiştin kemale





Şark-ı garpta cenubundan Şimale





Bahri umman gibi coştu Efendim.





Yedi kere haccın ekber mutlaka





Sarıldın ihrama yeşil yaprağa





Doksan üç yaşında cemâl’ullaha





Şeb-ü aruz deyu uçtu Efendim.





Sefil Ali eder hâsılı kelam





Elde güftarını yazıyor kalem





Âşık maşukuna erdi vesselam





Vecihi gabini açtı Efendim.





2 Ağustos 1969                                  





Âşık Sefil Ali





Şöyle bir çark ettim devri âlemi





Yoktur misaliniz sizin Efendim





Üzerine olsun Hakk’ın selâmı





Hak yolunda gördüm sizi Efendim.





Cümle Hak yoluna vermişsin varın





Makamı Mahmut’tur Efendim yerin





Semaya akseder baktıkça nurun





Şems ile kamer yüzün Efendim





Kalbin iman dolu olmazsın zelil





Aşkın illerinde olmazsın melûl





Dünyada ukbada sen bize delil





Çünkü Hakk’a geçer nazın Efendim.





Biçare garibim gurbette kaldım





İsyanımdan gaflet bahrına daldım





Şimdi ağlayarak kapına geldim





Bizi de deftere yazın Efendim.





Gittiğin yol Sıddık azam yoludur





Aslın İhramcızâde nakşi koludur





Hazine-i kalbin hikmet doludur





Alana cevahir sözün Efendim.





Aşkına düşenler bir bülbül olur





Açılır akzade gonca gül olur





Cemalini gören yanar kül olur





Kime nazar kılsa gözün Efendim.





Dertli Sefil Ali kapında ağlar





Bu aşkın ateşi sinemi dağlar





Hastanın halinden ne bilir sağlar





Hastalara şifa sensin Efendim.





Âşık Sefil Ali





***





Âşıkların meyi vuslat demidir





Eğer talip olsam satarlar mı ki?





Onlar bu cevheri seherde bulmuşlar





Anın için seherde yatarlar mı ki?





Âşıkların gönlü daim hoş olur





Hak için ağlarlar gözü yaş olur





Ser verir sır vermez yiğit baş olur





Sırrını meydana atarlar mı ki?





Âşıkların gecesi bayram günüdür





Cananı görünce canın unutur





Vuslata erince kendin tanıtır





Hakk’tan özge bir yol tutarlar mı ki?





Dünyayı bir pula versen de almaz





Erenler yolundan hiç geri kalmaz





Vefasız dilbere müptela olmaz





Onlar bir güneştir batarlar mı ki?





Sefil Ali’m dertli söyler gazeli





Ben pire aşığım ezel ezeli





Sivas’ta sevdiğim ahret güzeli





Bizi de sürüye katarlar mı ki?





Sivas’ta sevdiğim dünya güzeli





Bizi de yabana atarlar mı ki?





Âşık Sefil Ali





      Sultanım payine yüzüm süreyim





      Ne taraftan aşar yolların senin





Hasretim yüzünü nerde göreyim





Âşığa Bağdat’tır yolların senin





Camii Kebir’de namaz kılarsın





Yüz vurup mihraba dilek dilersin





Gözyaşın ile gönlümüzü sularsın





Akar ab-u Kevser sellerin senin





     Tariki Nakşiden giyinmişsin taç





     Bu yol kimseye eylemez muhtaç





                        Her seher vaktinde eylersin miraç





      Hakk ile Hakk söyler dillerin senin





Ne güzel yaratmış ol Bâri Hüdâ





Bir canım var olsun yoluna feda





Bin bir çiçekten alırsın gıda





Âlemin dilinde balların senin





      Sefil Ali’m yâr aşkı var özünde





      Dünyayı verseler yoktur gözünde





      Emanetullahı versem dizinde





      Tutsa salacamdan ellerin senin





Âşık Sefil Ali





            EFENDİ HAZRETLERİNİ ANLATAN BİR MEKTUP





Ey gözüm nuru azizim canım,





Sevgili kardeşim Abdurrahmanım





Yirmibeş tarih kânuni sani,





Yazmışsın name-i safayı canı





Okuyup şevkila memnun oldum,





Tarzı inşasına meftun oldum





Bir hayal gözde tecessüm etti,





Can o hissiyle tebessüm etti





Kalem acizse de tahrire anı,





Gönül arzuladı takrire anı





Dedim ol sıtkı vefalı yare,





Bir cevap eyleyeyim avare





Yazayım yad edeni yad edeyim,





Benî dilşâd edeni şad edeyim





Deyeyim derdine lâzımlı deva,





Vereyim gönlüne lâzımlı safa





Bir vefa devleti aşkına,





Bir deva şerbeti dert layıkına





Bir nefes durma dilersen çare,





Dert ile azmet o kûyi yâre





Gör ne Âli ne şerefli Sultan,





Derdine işte var andan derman.





Bak analar he doğurmuş candır,





Sahibi kâni vefa irfandır





Bizi âdem sanarak aldanma,





Yanma beyhude bu nâre yanma





Nazarı şefkatinin asârı,





Size gül gösterivermiş hârı





O  güzel görücü gözlerle ana,





Bir nazar eyle de gör bak ki sana





Nice bin fâide hâsıl olsun,





Can o maksuduna vasıl olsun





Ol  tabibi hazıkı Hakk’tır özü Hakk,
Yüzü Hakk mazharı söyler sözü Hakk





Kabil âyine gibi kalbi anın,
Veçhine eyle de mukâbil anın





Dur kapısında edeple bir an,
Hâsıl olsun sana zevk u vicdan





Bil âdem hilkati âdem ne imiş,





Âdeme nefhedilen dem ne imiş





Nazarı himmetine ol lâyık





Keremi hazretine ol lâyık





O nazar bahşi hayatı candır,





O nazar mahzi necât-i candır





Her saadet anı görmekliktir





Her saadet ana ermekliktir.





Bakacak veçhine âyine gibi,





Hakkı gör Hakkı gören dîde gibi





Ol Kemal sahibi zati kamil,





Nazarınca sana olur hasıl





Her muradı öz alır göz görücek





Her merama göz erer öz ericek





O Hûda dostunu gör Arifi gör





Sohbeti yumnuni maarifi gör





Her bir edvarı kemale yetmiş





Süneni hal ile hale yetmiş





Çeş'mi im'an İle etsen de nazar





Göremem Şer-i hilâfınca güzer





İşte evsafı kemali elhak,





Ahmed’in zâtına olmuş mulhak





Ekmeli Âlem o âli Seyyid





Ebcelü âzam o âli mürşid





Her ne söz dense anadır noksan,





Mazharı Ahsen-i takvim ol can





Aldığında ey aziz mektubu,





Bir nefes durma ara matlubu





Sefer et âşıkısan dildare,





Güzer et bülbül isen gülzâre





Ömrünü taze hayata erdir,





Canını badi necata erdir





Bu Hulûsi’ye de anda yad et,





Dili mahzununu bir dem şad et





Kapısı eşiğinde koyda yüzün,





Sıtkı candan ana bağla özün





Deki ey mürşidi âzam sana hoş,





Karayüz kapuna geldim eli boş





Ululan sanı budur ola geda,





Naili hüsnü kabul lûffu ata





Duyar isen bu nasihat kâfi,





Yoksa neylersin urulmuş lâfi





Baki hürmetle muhabbetle selam,





Eylerim çokça dua hatmi kelâm





(Seyyid Osman Hulusi Kaddese'llâhü Sırrahu’l-Azizin Efendi Hazretlerini anlattığı ve Abdurrahman Efendiye gönderdiği Mektubu














[1]  ATEŞ, Seyyid Osman Hulusi, Divanı, 1986, s. 6





[2] ATEŞ, a.e. s. 84





[3]  ATEŞ, a.g.e. s. 89





[4] ATEŞ, a.e. s. 272





[5]  ATEŞ, a.e. s. 185





[6]  ATEŞ, a.e. s. 195





[7] Genellikle bu şiirler İsmail Hakkı Bursevi kuddise sırruhu’l-azîzindir. (Yazan)





[8] Bu şiir Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretlerinindir. Bu yazma eserde bir kısım yazı Efendi Hazretlerinindir.(Yazan)





[9] Bu kitabın basılması İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı TOPRAK Hazretlerinin isteği ile olmayıp basan kişilerin hizmet sınıfından bir gayretleridir. (Yazan)





[10] Arapça naât, Efendi Hazretlerinin değildir. Delâil-i hayrat’tandır. (Yazan)





[11] M. Kâzım TOPRAK Efendi tarafından tamirat ve incelenme niyeti ile gönderilmiştir. (Yazan)





[12]  SEYİT YALÇIN 1908 yılının Mart ayında Ulaş’ın Eskikarahisar köyünde doğmuştur. Nüfusta 1910 (Rûmi 1326)’da doğduğu kayıtlıdır. Müderris Hasan Efendi’nin torunu, Bilâl ve Esma’nın oğludur. I. Dünya Savaşında babasını, 7–8 yaşındayken de annesini kaybetmiş; dedesi tarafından büyütülmüştür. Erzincanlı Terzi Baba’nın soyundan olup, Sivas’taki Nakşibendî şeyhlerinden İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı Toprak’ın mürididir. Eli açık, gönlü zengin, hoşgörülü, yoksulları gözetip kollayan birisidir. Köyünde ve çevresinde herkesin sevip saydığı birisidir. Herhangi bir tahsil görmemiş; köy imamından dini bilgiler öğrenmiştir. Askerliğini Sivas’ta topçu birliğinde yapmıştır. O’nun en çok sevdiği işlerden birisi, “Seda” adlı Arap atıyla, at yarışlarına katılmak olmuştur. Bir ara Tecer dağının eteğindeki tarlasının üzerine bir su değirmeni yaptırmış, ömrünün sonuna kadar bu işle uğraşmıştır. On dört yaşında evlenmiş, bu evlilikten dört kızı ve bir oğlu olmuştur. 18.12.1994 tarihinde Sivas’ta vefat etmiştir.





On dokuz-yirmi yaşlarında Niyazi Mısrî’nin elinden bade içmiş, şiire bu rüyadan sonra başlamıştır. Bu yüzden ilk şiirlerinde Mısrî mahlasım kullanmıştır. Darende’de yatmakta olan Somuncu Baha’nın ahfadından olan Osman Hulusi Ateş ile devamlı temas içinde olduğundan, şiirlerinde onun etkisinde kalmıştır. Okur-yazar olmadığı için bazı şiirlerini başkalarına not ettirmiş; çoğunu kaydettirmediği için kaybetmiştir. Şiir tekniği sağlamdır. Genellikle dinî, tasavvufi şiirler yazmıştır. Saz olmamakla beraber irticali kuvvetli biridir. Pek çok âşıkla karşılaşmıştır. Şiirleri, A. Şahin Canozan tarafından “Âşık Seyit Yalçın’ın Hayatı ve Şiirleri” adıyla bir kitapta toplanmıştır. Şiirlerinde çoğunlukla Seyit, bazen de Bîçare Seyit mahlasım kullanmıştır.





[13]  KAYA, Doğan,”Seyit YALÇIN ile Röportaj,” Hayat Ağacı Dergisi, 2005, s. 64 





[14]  TOYRAN, Mehmet, Sultan Şehir Dergisi- Çorapçı Hanı Makalesi, Sivas, 2007, sayı 2, s.48





[15]   İsimli Kitaptan (s.20)


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar