Print Friendly and PDF

NAKŞÎ-HÂKİ TARİKATI ÂDAB-I

Bunlarada Bakarsınız


Ehlullâh Hazerât-ı buyurmuşlardır ki;





“Bir sâlikte dört şey mevcut olmadıkça





 O sâlik mükemmel olamaz.





Birisi âdâb-ı Mevlevi,





İkincisi sülûk-ı Nakşî,





Üçüncüsü aşk-ı Kâdirî,





Dördüncüsü teslîm-i Bektaşî, 





[1]





A-NAKŞÎ ISTILAHLARI[2]





Sâdât-ı kiramın hakikâtleri anlamakta kullan­dıkları bazı ıstılahlar vardır ki, onların yoluna sülûk edenlerin bu ıs­tılahları iyi bilmeleri ve gereğince amel etmeleri lâzımdır. Bu büyük tarîkat Maverâünnehir beldelerinde zuhur etmesi ve belde büyükleri de umumiyetle Farsça konuşmaları sebebi ile bu ıs­tılahlar Fârisîdir. Bu yüksek manalı keli­meler (11) kelime olup, Hâce Abdülhâlik Gucdüvânî Hazretlerine ait­tir. Bu kelimeler Tarîkat-ı Aliyye-i Nakşibendiyye’ye sülûk edenlere her zaman reh­ber olacak kelimelerdir. Tarîkatın temel ölçülerini temsil, kemal yolunun muhteşem planını 8 düstur teşkil eder:





1 — Huş der dem. .





2 — Nazar ber kadem.





3 — Sefer der vatan.





4 — Halvet der encümen.





5 — Yâd- Kerd.





6 — Baz-ı Keşt.





7 — Nigah-ı Daşt,





8 — Yâd-ı Daşt.





Ayrıca sayılan sekize 3 düstur daha ilave edilmiştir.





1 — Vukuf-u zamânî.





2 — Vukuf-u adedî.





3 — Vukuf-u kalbî.





Bunlarla beraber hepsi 11 dir.





1— VUKÛF-U ZAMÂNÎ.





Vukûf: Bilme, haberli olma.





 İhvan, üzerinden geçen zamana muttali’ olmalıdır, hem nasıl bir zamanda bulunduğunu, hem de içinde bulunduğu zamanı iyi bilip, değerlendirip değerlendiremediğini araştırmalı, kendini sık sık yoklamalıdır:





İçinde bulunduğu zaman içinde kendi durumu nedir? Huzurda mıdır? Huzur içinde midir? Şükür mü etmektedir, kendi helakine sebep olacak bir gaflet içinde midir?





İhvan, bütün varlığıyla asıl maksadına teveccüh etmediği bir ânın üzerinden geçmesine, Allah Teâlâ’dan gafil olarak bir tek nefes yaşa­mamasına dikkat etmeli, bütün gücüyle her an SAHV (manen uyanık­lık) halinde bulunmaya gayret etmelidir. Allah Teâlâ buyurur ki;





‘Allah, gözlerin hâin bakışını ve sadırların gizlemekte olduğu her şeyi bilir.’ [3]‘Ne yerde, ne gökte zerre miskâl hiç bir şey Rabbinden uzak ve gizli kalmaz.’ [4]‘Göklerin ve yerin anahtarları O’nundur.’ [5]





Bunun için ihvan her gece ve gündüzün ve her gün işlediği amel­lerini ne şekilde işlediğini birer birer muhasebe etmeli, güzel amel­leri kendine müyesser kılan Allah Teâlâ’ya şükredip daha güzellerini ziyade­siyle beraber temenni etmeli, çirkinleri için tevbe ve istiğfar edip ne­damet ederek Allah Teâlâ’dan bilmeli ve O’na yönelmeli, şayet uyanamazsa bir gün muhakkak ona döneceğini bilmelidir.





Bu mesele üzerinde bu yolun büyükleri buyuruyorlar ki;





“Müridin bütün uğraşma ve didinmelerini neticeye bağlayan ve onu muradına eriştirmekte en büyük müessirlerden biri olan “Vukuf-u Zamanî,” insanın her an kendi halini bilmesi halinin şükrü mü, özrü mü gerektirdiğini anlaması demektir.”





Şah-ı Nakşibend kuddise sırruhu’l-azîz





Bahâeddîn Nakşibend kuddise sırruhu’l-azîz Hazretleri, bize,  kabz (sıkışma) halinde istiğfar; bast (genişleme) halinde de şükür ile emir buyurmuşlardır. İşte bu iki hale dikkat ve riayet “Vukuf-u Zamanî” dir.”





Yakup Çerhî kuddise sırruhu’l-azîz





“Müridin olanca kâr binası, “Vukuf-u Zamanî” işinde saat üzerine kurulmuştur. Yani müridin halindeki nizam, vaktini muhafaza etmeğe bağlıdır. Ta ki, aldığı her nefes, huzur ile mi, gafletle mi geçmektedir, bilsin.





“Vukuf-u Zamanî” tasavvuf büyüklerince nefs murakabe ve muhasebesinden ibarettir. “Muhasebe, her geçen saatin huzur veya gaflet noktasından hesaplanmasıdır. Eğer vaziyette noksan varsa “Baz-ı Geşt” usulüne sarılıp amele yeniden başlanması lazımdır.”





Hâce kuddise sırruhu’l-azîz





2—VUKÛF-U ADEDİ:





Zikir sayısına dikkat ve riayet demektir. İhvan zikrini yaparken adedine dikkat etmeli, mürşidinin verdiği adede riayet etmelidir.                             





Bu adede riayetle beraber zikrin verilen miktar yapılma­sından ibarettir. Yoksa mücerret aded değildir. Bu, gönlü vesvese ve tefrikadan korumak içindir.





Hâcegân yolunda “Vukuf-u Adedî,” mücerret sayı saymak değil, sayı çerçevesi içinde kalbî zikri derinleştirmektir. Gerekir ki, bir nefeste, 3, 5, 7 veya 21 defa Allah ismi zikredilsin ve bu kemiyet ölçüleri mutlaka tek rakamlarla bitsin.





Hâce Bahâeddîn Nakşibend Hazretleri, kalbi zikirde sayıya dikkat ve riayetin dağınık “havâtır” ı toplayıp sildiğine işaret ederler.





Sâdât-ı Kiram Hazretlerinin bazıları demişlerdir ki, : “Vukûf-i Adedî” zikirde şart değildir. Burada esas olan kalbin mezkûr (zikredilen) ile beraber olmasıdır: Huzur halinde bulunmasıdır ki, zikrin fâydası ve eseri görünsün. Bu da ‘NEFY’ ederken beşerî varlığın (Güneş varken yıldızların kaybolduğu gibi) yok olması, ‘İSBÂT’ yaparken de ilâhî cezbe eserlerinin çıkmasıdır.





Bu mesele üzerinde bu yolun büyükleri buyuruyorlar ki;





 “Vukuf-u Adedî” denilen hassa, Ledün ilminin ilk mertebesidir. Bu görüşten murat, başlangıçta bulunanlara ait tasarruf ve cezbe eserleri olmak gerektir.”





Şah-ı Nakşibend kuddise sırruhu’l-azîz





“Dava kemiyette değil, keyfiyette çok zikirdir. Yani huzur ve şuurla çok zikir. . Kemiyet ne kadar fazla olursa olsun. Eseri has olmayınca boşuna yorgunluk demektir. Zikrin eseri, Tevhit Kelimesindeki nefy kısmında beşerî vücudun yokluğa karıştığına, ispat kısmında da ülûhiyet cezbelerinden bir tecelli göründüğüne delâlet eden hallerle meydana çıkar.”





“Öyle bir halet ve keyfiyet ki, yakınlık ve Ledün ilminin başlangıcı onda tecelli eder. “Vukuf-u Adedî” nin ledün ilminde başlangıç noktası olduğu, Mutlak Bir’in âleminde belirmesi sırrından haber vermesiyledir. “Vahid”in, esasta, sayılara çekirdek teşkil etmesi gibi.”





Hâce Alâeddin Attar kuddise sırruhu’l-azîz





3—VUKUF-U KALBİ:





İki manası vardır.





1-İhvân zikrederken kalbinin zikredilene vâkıf olmasıdır. Yani ihvânın her an Allah Teâlâ’yı “Yâd Daşt” nev’inden bilmesidir.





Zikreder­ken her an murakabe halinde olmalı, bu hâlini kaybetmemeye çalış­malıdır. Sâdât-ı Kiram Hazretleri vukûf-i kalbînin zikirde şart oldu­ğunu söylerler. İhvân zikir esnasında kalbine hâkim ve sahip olmalı, ona o kadar vâkıf olmalı ki, orada Allah Teâlâ’dan başka bir şey bulmasın.





2- İhvânıngönüle yönelmesi. Kalb, sol memenin altında bir et parçası. Ona kalb denmesinin sebebi fikirlerin, düşüncelerin ve niyetlerin değişmesi itibariyle çekip çevi­ren, değiştiren kuvvetin mahalli olmasındandır. Ona vâkıf olmak de­mek, onun ne halde bulunduğunu her an murakabe etmektir: Zikirle meşgul mü, değil mi? ve kişi her an kalbindekini mülâhaza etmeli, kalbinde gaflete açık bir kapı, bir delik bulunmamalıdır. Hazreti Hâce Muhammed Nakşibend bilhassa Vukûf-i kalbî üze­rinde durur ve ona dikkat ederdi.





Bir ayet gereğince, Allah Teâlâ her yerde hazırken nasıl Kabe’ye dönülerek ona el açılıyorsa, can ve gönül kâbesi kalbe yönelmek suretiyle yol bulunuyor ve onsuz olmuyor. Zira insan, içinde bulunduğu taayyün suretleri ve hayvanî ruhu bakımından istikametlerin zindanında mahpustur. Fakat yine aynı insan, öz hakikâtiyle cihet ve istikametlerin dışındadır. Bu bakımdan cihet ve istikametin esiri, cihetsizliği yine cihette aramak zorunda kalıyor. Yine bu bakımdan mecaz, yoluyla gönül denilen et parçası da ruh hakikâtinin nişanesi ve bir nevi cihet tayini noktası oluyor. Hakikâte yol için bu mecaz noktasına yönelmek ve Ledün ilminin anahtarını onda bulmak gerekmektedir.





Bu hususta Hoca Ubeydullah kuddise sırruhu’l-azîz Hazretleri buyururlar ki;





“Vukuf-u Kalbî” Allah Teâlâ’dan agah olmakta bir gönül halidir. Öyle ki, gönülde, Allah Teâlâ’dan başka hiç bir şey olmayacak.





Zikirde zikredilenden âgâh ve gönlü ona inhisar ettirmek. . Bu agâhlığa, görüş, eriş, vücud ve “Vukuf-u Kalbî” derler.”





4—HÛŞ DER DEM:





Hûş: Akıl. Der: İçinde manasında zarf (Bağlaç)  Dem: Zaman, Nefis.





Akıl sahibi ihvana gerekir ki, alıp verdiği hiç bir nefeste gaflet etmemelidir. Nefeslerini gafletten kurtaran kim­se artık her an Allah Teâlâ ile beraberdir. Gafletten kurtulup her nefes uyanık olmak çok zor­dur.





Hazret-i İmam Rabbanî kuddise sırruhu’l-azîz çok hamd ve istiğfar ederlerdi. Az bir nimete çok şükrederlerdi. Hatta evlâ olan bir işi terk etseler, çok fazla istiğfar ederlerdi. Eğer bir belâya maruz kal­salar “Kötü amellerimizden ve hallerimizdendir,” derlerdi. Fakat o belâyı, birçok kirleri temizleyen bir sabun gibi, gö­rürlerdi. Buna, yükselmenin sebebi derlerdi.[6]





Her an Allah Teâlâ ile beraber olmanın şuuruna ancak böyle erişilebilir. Ancak nefeslerini gaflet içinde alıp vermekten kendini muhafaza eden kimsenin kalbi Allah Teâlâ ile huzur halinde olabilir. Nefes alıp verirken kalbin Allah Teâlâ ile huzurda olması demek, nefesleri Allah Teâlâ’ya itaatle ve ibadet suretiyle ihya ederek, vasıl etmektir. Nefesleri gafletten kurtar­an kalbini huzura erdirir. Huzura eren ise, Allah Teâlâ’nın tecelliyâtını her an müşahede eder. Onun tecelliyâtı ise, mahlûkatın nefesleri adedincedir. Kalb Allah Teâlâ ile huzurda iken girip çıkan her nefes ihya edilmiştir ve Allah Teâlâ’ya gönderilmiştir demektir. Gafletle alınıp verilen her nefes de öldürülmüştür, Allah Teâlâ’ya varmamıştır.





Bu mesele üzerinde bu yolun büyükleri buyuruyorlar ki;





“Bir nefesten bir nefese geçerken asla gaflete düşmemek ve huzurda olmaktır”





Mevlana Sadettin Kaşgâri kuddise sırruhu’l-azîz





“Bu yolda nefesi muhafaza ve ona riayet etmeği mühim tutmuşlardır. Gerektir ki, her nefes huzur ve bilgi ile alınıp verilsin. Nefesini koruyamayanlara yolunu şaşırmış gözüyle bakarlar.”





Hâce Ubeydullah kuddise sırruhu’l-azîz





“Bu yolda terakkinin temeli nefes üzerindedir. Her nefeste hale bakmalı ve mazi ile istikbali düşünmekten uzak kalmamalıdır. Nefesin giriş ve çıkışında iki nefes arasını öyle muhafaza etmelidir ki, hiç biri vücuda gafletle girip vücudtan gafletle çıkmasın.”





Şah Nakşibend kuddise sırruhu’l-azîz





“Allah Teâlâ’nın zat ismi “hâ – he” harfinden ibaret olup başındaki “elif” ve “lam” harfleri tarif edatıdır, işte her nefeste bu harf ve isim cereyan eder. Sahibi ister farkında olsun, ister olmasın. O şey ki, içinde o isim cereyan etmez, hayata müstahak değildir. Şu halde bütün canlıların nefes alış ve verişleri, bilen ve bilmeyen için hep o isimledir. Marifet yolcusuna düşen borç ise, bu inceliği bilmek ve her nefeste Allah ile olarak huzuru elde tutmaktır.”                                         





Necmeddin Kübrâ kuddise sırruhu’l-azîz





5 — NAZAR BER - KADEM:





Nazar: Bakış





Ber: Üzerinde manasında Zarf





Kadem: Ayak.





“Sâlik, yolda yürüyü­şünde gözünü ayağının önüne takıp semaya bakmamasıdır ki, gözü et­rafa takılmasın. Çünkü ayaklarının ucuna bakarak yürümezse gözü etrafa takılır, bu ise, kalbi perdeler. Kalbteki perdelerin çoğu bir ta­kım resimler, suretledir ki, nazar (bakmak) yoluyla kalbte yer eder. Bunun için ihvan yolda yürürken gözü şurada burada gezerse zikirden perdelenir, çünkü yeni başlamış ihvânın nazarı bir yere takılırsa kalbini meşgul eder, derhal tefrikaya, vesveseye tutulur. Çünkü kalbini mu­hafaza edecek kadar kuvvet kazanmamıştır. Vesveseye ve tefrikaya karşı zayıf bir haldedir. Bunun için bilhassa her kişinin yüzlerine bakmamalıdır.





Şeyh Muhammed bin Abdullah nakleder ki;





“Bir gün üstadımla bir yolda gidiyordum. Gözüm, güzel bir gencin yüzüne ilişti, üstadım bu hâlime vakıf oldu. Döndü ba­na dedi ki;





“Oğlum! Sen bu nazarın zararını elbette bir gün gö­receksin!” Ben o sözden çok müteessir oldum. Ne gibi zarar göreceğim diye bekledim. Tam yirmi sene geçti, bir gece o za­rarı gördüm. Tefekkür ederken uyumuş kalmışım. Sabahleyin kalktım, gayet iyi hıfz ettiğim Kur’ân-ı Kerim’i baştan sonuna kadar unutmuşum. Neresinden okusam, herhangi bir ayetten iki kelimeyi yan yana getiremiyordum. Heyecan içinde kaldım çatlayacak dereceye geldim. O sırada bana hatiften bir nida geldi:





“Bu nisyan yirmi sene evvelki bakışın zararıdır, vakit gel­di de zuhur etti.”





Orta ve yetişkin sâlikler dahi yolda giderken sağa sola, yere, göğe nazar ederlerse kalblerinde huzur ve batınlarında cemiyet kalmaz. Sonra o huzur ve cemiyet tahsil etmek güç­tür. Sâliklerin cümlesine yolda giderken nazarını ayağının üze­rinden ayırmamak lâzımdır. Böylece sâlik mâsivadan elini çe­ker, dünya muhabbetini terk eder ve Hak yolunda sülûküne devam edebilir.[7]





Sûfiyye Hazarâtına göre, ağyarın yüzüne bakmak büyük zararla­ra yol açar. Çünkü safî kalbler, cilalanmış aynalar gibidir. İhvan bir buğday tarlasında dolu ve boş başak gibidir ki, dolu başak başını öne eğmiştir, diğeri boş olduğu için dimdik dur­maktadır. Eğer dışarıdaki herkesin yüzüne bakılırsa onların katı kalblerinin kasveti, kötü ahlâkları, fasit fikirleri aynen ihvanın kalbine akseder. Bu ise, ihvan için son dere­ce tehlikelidir. Bir de güzellerin yüzlerine bakmamalıdır. Çünkü fitneye tutulur. Çünkü





 ‘Bakmak, şeytanın oklarından bir oktur.’ [8] Ki­me bu ok isabet ederse o, Allah Teâlâ yolunda fitneye düşmüş olur. İhvan bu oktan kurtulmak için gözleri yerde (Ayaklarının ucuna bakarak) yürümelidir.





İhvan olan insân-i kâmil ve Allah Teâlâ’dan başkasına nazar etmez. Çünkü mâsivâdan alâkasını kes­me yolundadır. Nasıl süratle koşan bir kimse sadece ayaklarına bakar­sa ihvan da yarı yoldan dönmemek için zahiren ve bâtınen Allah Teâlâ’ya nazarını tahsîs etmelidir. Ayrıca tevazu erbabı olan zatlar ayaklarına bakarak yürürler. Mütekebbir, burnu büyük kimseler de dimdik yürürler.





Bu, ayrıca Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin yürüyüş şeklidir. O, yürürken sağa sola bakmaz, ayaklarının ucuna bakarak yürür, sanki yokuştan iniyormuş gibi, süratle yürürlerdi. Efendimiz sallallâhü aleyhi ve selleme tabi’  olan ihvan de aynı şekilde yürümelidir.





6 — SEFER DER -VATAN:





Sefer: Yolculuk





Der: İçinde manasında zarf. 





Vatan: Allah Teâlâ, ruhun asıl yurdu, güzel sıfatlar.





Halk arasında sefer, bir beldeden bir başka beldeye gitmektir. Vatan ise, insanın ikamet ettiği ev yahut memlekettir. ‘Sefer Der Va­tan’ sözünün manası, ihvanın seferi, âlem-i Halktan, Hakk’a olmalıdır. Vatanda ilerlemeye Seyr-i enfüsîde denir. Hazreti İbrahim aleyhisselâmın işaret ettiği gibi ki;





“Ben, Rabbime gidiyorum” [9] demiştir.





İhvan içinde bulunduğu mânevî hâli yeterli görmeyip daha güzel, daha fazla hasenat ile dolu bir hâle sefer etmelidir. Yahut bir makam­dan bir yüksek makama yükselmeye gayret etmelidir.





Meşâyıh-i Kiram Hazretleri ihvanları zahirî seferden men etmişler­dir. Çünkü meşakkati çoktur, mihnetlidir. Sülûk yolunda, Allah Teâlâ’nın rızasına muhalif iş tutma ihtimali çoktur. Yolculuk farzları ve sünnetleri terk etmeğe her zaman müsaittir. Bu ise, ihvanların kalblerini tefrika ve vesvese ile harap eder. Kemâle eren mürşidler ise, bu meşakkatin tesiri altında kalmayıp Allah Teâlâ’dan gafil bulunmayacakları için yol meşakkatinin tesîri altında kalmazlar. Belki bu daha fazla terakki etmelerine sebep olur. Dereceleri yükselir. Hem seferin mih­netle meşakkatlerine tahammül ederler, hem de gittikleri yerlerde irşadda bulunurlar. Selef-i sâlihîn Hazretleri, gönüllerin bir yeri vatan etmeye meyil edip insanlarla ülfetleri ileri gittiği zaman, kendilerine onlardan gelen âdetleri bırakıp rahatlarını terk etmek, insanlarla aşırı ülfetten kurtulmak için sefer ederler ki, kendileri için tecerrüd-i tâm hâsıl olup en yüksek makamlara vâsıl olsunlar.





Bu mesele üzerinde bu yolun büyükleri buyuruyorlar ki;





 “İhvan hevâ ve şehvetini terk edip, Allah Teâlâ’ya ibadet ve itaat’e dön­mesi lâzımdır. ‘Sefer der – Vatan’ sözünden murat, bir beldeden di­ğer bir beldeye sefer etmek değil, insanın kendi iç âleminde Allah Teâlâ’ya dönüş yapmasıdır. Erbâb-ı sülûk, zahirî seferi bir mürşid-i kâmil’i bul­duğu zaman onun her emrini Lâyıkıyla yerine getirmek için kapısına bağlanır ve zahirî seferi bırakır. Bâtınî seferine başlar. Ona ancak bun­dan sonra mürîd denilebilir.”





Ebû Osman El-Mağribî kuddise sırruhu’l-azîz





 “Bütün hayır ye bereketlerin anahtarları mürîd olduğun yerde sabır etmendedir. Mürîd denilecek hale gelinceye kadar o kapıda sabredeceksin. Sen o hale gelince bereket zahir olur. Artık sen Allah Teâlâ’ya doğru sefer etmeye başlamışsın demektir. Zahirde sefer etmişsin ve­ya etmemişsin bir şey fark etmez.”





 Şeyh Hakîm Tirmizî kuddise sırruhu’l-azîz





7 — HALVET DER - ENCÜMEN:





Halvet: Sâliklerin ibadet için çekildikleri tenha yer demektir. Yalnızlık





Der: İçinde manasında zarf. 





Encümen: İnsanların toplu bulundukları yer yahut topluluk ma­nasınadır. İstekler,





‘Halvet der–encümen’ ıstılahının manası; ihvan halk içinde, in­sanlar arasında iken her an Allah Teâlâ ile beraber olmalıdır. ‘Herkesle be­raber fakat yalnız’ sözü bunu anlatır. Bu durumda ‘Halvet Der En­cümen’ murakabe manasına gelir.





İhvan, insanlarla beraber olmasına rağmen insanların onun kal­bine muttali’ olmaması lâzımdır. O, Allah Teâlâ ile beraber olmalı fakat bu­nu etrafına sezdirmemelidir.





Yine ihvan kalbî zikre müsteğrak olmalı, o kadar ki, çarşıya girdiği zaman insanların gürültüsünü duymayacak hale gelmelidir. Allah Teâlâ’nın zikri kalbin hakikâtini istilâ etmiş olmalıdır.





‘Halvet Der Encümen’ Kelimesinden anlaşılacak bir başka mânâ da şudur: Bu yola sülûk eden ihvan öyle bir yere intisap etmelidir ki, nerede olursa olsun, insanlarla bir sürü muamelâtta bulunması onu Hakk’la beraber olmaktan alıkoymaz.’ [10]  





HALVET iki kısımdır.





Birincisi zahirî halvet (İtikâf veya erbâîn):





İhvanın evinde insanlardan ayrı bir yere çekilip orada âlem-i Melekût, âlem-i Şuhûd, âlem-i Ceberût’a muttali’ olmak için oturup meşgul olmasıdır. Çünkü zahirî hislerin duyuların çalışması durdurulduğu zaman batınî hisler Melekût âyetlerini ve Ce­berut âleminin esrarını mükâşefe için hazır hâle gelir.





İtikâf ve erbaini, Üstâz Cemâleddin Kumukî kaddese’llâhü sırrahu’l azîz şöyle ifade buyurur:





“İtikâf, ancak şeyhin verdiği izinle, onun tâlim ve telkini ile yapılır. İtikâf veya erbaine gireceği yerin, insan ve hayvan seslerinden uzak olması lâzımdır. Bu hizmete giren bir kimse, dünyevi işlerden alâkasını keser. Tuzsuz, yağsız ve az gıda almak suretiyle, nefsini terbiye eder. Okumak, yazmak ile meşgul olmaz. Nefsânî arzulardan uzaklaşır. Allah Teâlâ’yı ve O’na kavuşmaktan başka bir şey düşünmez. Büyük mertebe ve kerametlere göz dikmez. Kendisini Allah Teâlâ’ya bağlar. Vücudunu, oturduğu yeri ve elbisesini temiz tutar. Daima, kıbleye karşı diz çökerek oturur. Gözlerini yumar, kendi varlığını kaybederek, bütün hislerinden ayrılır. Her cihetten kalbini, Allah Teâlâ’ya doğru açar. Farz ve sünnet namazlarını edâ eder. Rûhâniyyeti, cismâniyyetine galip gelmedikçe, halk ile temasta bulunmaz. Rûhâniyyetin hululünden ve hakikati gördükten sonra, itikâf veya erbaine son verir. Eskisi gibi, herkesle temasta bulunabilir. Bundan sonra şeyhi, müridde bir gelişme hissederse, ona, daha yüksek derece­ler ref etmesi için yol gösterir.” [11]





İkincisi batınî halvet:





Bu bâtının her ân Hakk’ın esrârını müşahede hâlinde olmasıdır. Halkla muamelesi onu zahirî mütalâadan ve batınî müşahededen alıkoymaz. İşte açık seçik anlaşılıyor ki, hakikî halvet budur. Bu halvet tarik-i Nakşibendî’ye hastır. Çünkü onlar zahirî manadaki bildiğimiz, halvete, bir köşeye çekilmezler, cemaatten ayrılmazlar.[12]





Onların halveti kendi batınlarındadır: İnsanlarla toplu halde bu­lunurlarken kendi içlerinde halvet halindedirler.





Hâce Bahâeddîn Nakşibend Hazretlerine sormuşlar:





“Sizin tarîkatınızın esası nedir? Buyurmuşlar:





Halvet der encümen, toplulukta yalnızlıktır. Zahirde halk, batında hak ile olmak.”  Ve





Bizim tarîkatımızın esası sohbettir. Halktan uzaklaşmakta şöhret, şöhretteyse afet vardır. Hayr cemiyettedir; cemiyet de sohbette. Elverir ki, her iki tarafın hakkı verilsin ve birinden birine saplanıp kalınmasın.”





Sâdât-t Kiram Hazretlerinin halvetin bu türlüsünü tercih etmelerinin sebebi Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin sünnetine ittibâ’ etmek içindir. Çünkü o insanların içine girip onların hidayetine çalışmayı bir köşeye çekilmeğe tercih etmiştir ve buyurmuştur ki;





“İnsanların arasına karışıp onların ezasına sabreden mümin, onların içine karış­mayan ve bir köşeye çekilen müminden hayırlıdır.”





 Bu mesele üzerinde bu yolun büyükleri buyuruyorlar ki;





 “Kâmil insan, kendisinden bir sürü kerametler sâdır olan kimse değil, bilakis halk içine girip alış verişini yapan, maişetini kendisi te­min eden, evlenen, insanlarla haşir neşir olan, bununla beraber bir an Allah Teâlâ’dan gafil olmayan kimsedir.”





Şeyh Ebû Saîd’il-Harrâz kuddise sırruhu’l-azîz  





“Toplulukta yalnızlık şudur: Zikir insanı öyle kaplayacak insan kendisini zikre öyle verecek ki, en kalabalık ve şamatalı yere girse hiç bir şey işitemez olacak.”





Hâce Evliya-yı Kebir kuddise sırruhu’l-azîz





“İnsan kendisini topyekûn zikre verse, beş altı günde öyle bir mertebeye erişir ki, halkın çağrıştığı ve birbiriyle didiştiği hep zikir görünür. Kendi konuştukları da.”





Hoca Ubeydullah (k.s) Hazretleri





 “Bu Tarîkat-ı aliyenin bir başka hususiyeti de “Halvet der-encümen”dir. Başkaları arasında yalnız imiş gibi, olmak demektir ve “Sefer der-vatan”dan hâsıl olur. Sefer der-vatan müyesser olunca, başkaları arasında zihnin dağılması da vatan gibi, yalnızlığa sefer eder. Âfâki dağınıklıklar kalbe sızamaz. Bu yalnızlık diğer tarîkatlarda ancak müntehada, sona varanlarda müyesser olur. Fakat bu Tarîkat-ı aliye’de başlangıçta hâsıl olduğundan, bu yola mahsus sayılmıştır.”Halvet der-encümen” demek, vatanî halvet kapılarını kapamak, pencerelerini örmek demektir. Yani herkesin arasında hiç kimseye iltifat etmeyecek, hiç kimse ile muhatap olup konuşmayacak. Bu demek değildir ki, gözlerini yumacak, duygularını zorla muattal bırakacak. Hayır! Böyle bir şey bu Tarîkat-ı aliye’de yoktur. Kardeşim! Bütün bu zorlamalar, yolun başında ve ortasında olur. Sona varanların bunlar için kendini zorlaması gerekmez. Herkesin arasında iken kalbini toparlamıştır, gaflet arasında iken huzurdadır.”





İmâm Rabbânîkuddise sırruhu’l-azîz (221. Mektup)





8 — YÂD- KERD:





Yâd: Zikir. Allah, Nefy ü İsbat vb.





Kerd: Zikretmek demektir. Aslı Kerden’ dir. Kolay okunsun diye sonundaki nun harfi düşürülmüştür.





Zikri, kalb ve dil ile daima tekrarlamak demektir.





İhvan murakabe mertebesine geldikten sonra zikrini ‘Nefy ü İsbât’ yoluyla yapmalıdır. Her gün belirli bir aded buna devam eder. (5.000 veya 10.000 kadar.) Bu mertebede ‘Nefy ü İsbât’ ile zikrin lisanla yapılmasının şart olduğu beyan edildi. Çünkü kalb, unsurlara bağlı olması sebebiyle, unsurların tesiriyle paslanabilir, ‘Nefy ü İsbât’ lisanla yapılınca bu paslar zail olur; murakabe noktasından mü­şahede mertebesine yükselir.





(Yâd Kerd) Istılahının bir başka manası; Kalple veya lisanla olsun zikr-i daimî içinde ol­maktır. İsm-i Zât veya bir başka zikir veya ‘Nefy ü İsbât’ şeklinde yapılmış olsun müsâvîdir. Maksat zikrin kesintisiz devam etmesidir. Zikredilenle (Allah Teâlâ ile) ancak bu şekilde huzura varılır. Bu ıstılahın bir başka manası da, gaflete mahal bırakmadan, gaflet etmeden zikre devam etmek­tir. Çünkü Allah Teâlâ





‘Unuttuğun zaman Rabbini zikret.’ [13] Buyurmuştur. Bu nedenle asıl hedef zikir değil, Allah Teâlâ’nın unutulmamasıdır.





Zikir, İsm-i Celâl yahut Kelime-i Tevhîd çekmek değildir. Bunlar birer kabuktan ibarettir ki, bu zikri gramofon da yapabilir. İnsandan aranan ve beklenen ise, hakîkî zikirdir.





Zikir kalbe gelen şeytanî vesveselerden o kalbi muhafaza etmek yani boşaltmak ve mâlâyânî ile ülfeti terk etmektir. Sonra çoklukta bir­liği görmek, dâvadan uzaklaşmak yani tam bir sulh içinde olmak ve kalbe ilham olan mânâları tefekkür etmek yani gafil olmamaktır.





Yoksa sabahlara kadar tesbih çekip kafanı duvarlara vurmuşsun ne fayda? Ondan maksat bu söylediklerimin icrâsıdır, fakat gaflette olan, senin vâsıl olduğun hakikâtlere erişemez.[14]





Bu mesele üzerinde bu yolun büyükleri buyuruyorlar ki;





“Zikir talimin usulü şöyledir ki, Şeyh kalbiyle tevhid kelimesini söylerken, mürid kendi kalbini hazırlayacak ve şeyhin yüreğine karşı tutup gözlerini yumacak, dilini damağına yapıştıracak, dişlerini sıkacak, nefesini tutacak ve yalnız kalbiyle zikre başlayacak. Nefesini hapsetmekte sabır gösterecek ve bir nefeste üç kere tevhid kelimesini çekecek. . Böylece zikrin halavetini kalbinde arayacak.”





Mevlana Sadettin Kaşgâri kuddise sırruhu’l-azîz





“Zikirden murat, kalbin Allah Teâlâ’dan bilgi edinmesidir. Bu bilgi meydana gelince zikir yerini buldu demektir. Eğer gönül ehli sohbetinde bu bilgi meydana gelmezse zikre devam etmek lazımdır. Zikirde en kolay ve sağlam yol, nefesini göbeği altında hapsedip dudağını dudağına ve dilini damağına yapıştırmak suretiyle olandır. Kalbin hakikâti o duygu ve anlayış merkezi olmaktır ki, her tarafa yönelir, dünyayı ve dünya işlerini hep o düşünür ve göz açıp kapayıncaya kadar yerleri, gökleri ve bütün âlemleri dolaşır, işte onu bütün fikirlerden caydırıp, tiksindirip, yürek dediğimiz maddî et parçasına döndürmek ve zikirle bağlamak lazımdır. O türlü ki, Tevhid Kelimesindeki (lâ) hecesini yukarıya çekip (İlâhe) lafzını sağ tarafına atarak (İlla’llâh) kelimesini şiddet ve kuvvetle kalbe indirerek, yükleyerek. . Öyle ki; zikrin harareti bütün vücuda yayılmış hissetmeli ve o hararet içinde erimeli. . Tevhit kelimesinin nefy tâbir olunan “lâ ilâhe” kısmında, mürid, kendi vücuduyla beraber mutlak bir yokluğa dalacak, ispat kısmında “İlla’llâh” ise, varlığı yalnız Allah Teâlâ’ya tahsis edecektir. Mürid bütün zamanını bu zikre bağlayacak ve hiç bir faaliyet kalbin atışı gibi onu bu zikrinden alıkoyamayacaktır. Nihayet zikir kalbin zarurî sıfatı haline gelecektir.





Kalb, üç köşeli bir et parçası şeklindedir ki, sol memenin altındadır ve insan hakikâtinin toplu merkezidir. Bu et parçası öyle bir kelimedir ki, toplu hakikât onun manasıdır. Toplu insan hakikâti de öyle bir özdür ki, bütün kâinat onun mufassal ifadesidir. Her yemişin çekirdeğinde kendi ağacı öz halinde bulunduğu gibi, kalbte de bütün kâinat özleştirilmiştir. Hâsılı, kalb, bütün mevcutların hülasa halinde nüshası ve sonsuz sırların toplanma noktasıdır. Kalbe yol bulan murada erer, ona yol bulmak da gönül ehlinin hizmetine erişmekle olur. O zaman müride öyle bir keyfiyet yüz gösterir ki, eşya ve hadiselerin dedikodusundan kurtulup can ve gönül sohbetine ve Allah bilgisine erer. Hiç bir zAhmed ve meşakkat çekmeksizin de Allah’tan gayri ne varsa onlardan el çeker. Eşyanın terkindeki hikmeti, hürriyeti, zikir hakikâtim mürid o zaman anlar.”





Hoca Ubeydullah kuddise sırruhu’l-azîz





9 —BAZ KEŞT:





Baz: Dönmek. Hatırlamak. Tekrar





Keşt: Seyir ve temaşa etmek, düşünmek. Aslı keşten’dir. Kolay okunsun diye sonundaki nun harfi düşürülmüştür.





Zikirde ihtiyarsızca hatıra gelen, iyi ve kötü her fikri nefyetmek, kovmaktır. İhvân ‘Nefy ü İsbât’ yaparken nefesini salıverdiği vakit söylediği kelime-i Şerife’nin manasını düşünmeli, zikirde kalbin Maksûdum ancak sensin! Matlûbum ancak senin rızândır. Başka hiç bir şey değil! itminanına ermesi şarttır. Batında başka alakalara yer kaldıkça böyle bir itminan teşekkül edemez ve zikr halis olamaz. Başlangıçta bu itminana erişemese de yine zikri bırakmamak ve bu his elde edilinceye kadar zikre devam etmek gerekir. “Allah’ım! Maksûdum ancak sensin! Ve matlûbum ancak senin rızândır!” Derken Nefy ü İsbât’ın manasını kuvvetlendirilmiş olur. Bu, ihvânın kalbinde Tevhid hakikâtinin sırrını yerleştirir. O hale gelir ki, na­zarından bütün mahlûkat silinir, sadece Hakk’ı görür. Allah Teâlâ’nın vücûdu (Varlığı) zahir olur. Hâcegân-ı Nakşibendiyenin ihvanlara bunu bilhassa emretmelerinin sebebi budur.





İhvan zikr ediyorsa zikrinin manasını düşünecektir. Sırr-ı Tevhîde,  tecrîd ve tefrîde böyle vasıl olur. Bâz Keşt ıstılahının bir başka mânâsı, ihvânın zikir esnasında Allah Teâlâ’yı lâyıkıyla zikretmekten âciz olduğunu ve kusurlarını Allah Teâlâ’ya ârz etmesidir. Çünkü Allah Teâlâ’nın yardımı olmadan hiç bir kimse onu hakkıyla zikredemez. Büyüklerimiz; ‘Seni tenzih ederiz! Lâyık olduğun şekilde zikredemedik seni ey Mezkûr!’ Diye acziyetlerini açığa vurmuşlardır. İhvân bütün varlığı ile zikre­dip Rabbi de onu zikretmedikçe onunla huzura varamaz. Onun ina­yeti olmadan hiç bir kimse O’nu hakkıyla zikredemez, zikrin esrarını anlayamaz. Ona vâsıl olmak müyesser olmaz. Bunun için ‘Bâz Keşt’ kelimesiyle anlatılmak istenen, ihvânın zikir esnasında her ân Allah Teâlâ’ya rucû’ etmesi gerektiğidir ki, zikir ile mezkûra böyle erişilir.  Bu konuda Mevlana Aliyüddin kuddise sırruhu’l-azîz buyurur ki; “Başlangıçta ilk zikir emrini aldığım zaman “Allah Teâlâ’m, benim muradım sensin, senin rızandır; başka hiç bir şey değil!” fikrini benimsemedim, böyle bir iddiadan utandım. Zira bu iddiada sadık değildim. Yalan söylemiş olacaktım. Vaziyeti üstadıma anlattım. Dediler ki; “insan bu sözde sadık olmasa bile yalanını hakikât haline getirinceye kadar onda sâbit olmalıdır.” Sonradan işin hakikâtini anladım. Tam doğruluk, işte, yalanı bile gerçeğe çevirmeğe bakan bu sebat ve ısrardadır.





10 — NİGAH DAŞT:





Nigah: Bakış, bakma, nazar, kalb





Daşten: Korumak. Aslı Daşten’ dir. Kolay okunsun diye sonundaki nun harfi düşürülmüştür.





Bu kelime, kalbi hâvatırdan korunmaktan kinayedir.





Havatır: Hatır’ın cem’idir ve kalbe ilk gelen şeye verilen isimdir. Istılahta, hatırlama, anma, fikir, insanın içinde duyduğu ses, can kulağı ile işitilen sadâ anlamlarına gelir.[15]





“Havâtır”ın, yani kalbe anî olarak gelen yabancı ve nefyi gereken his ve fikirlerin murakabesidir. Öyle ki, mürid, bin kere Allah Teâlâ’nın ismini andığı halde hatırına bir kere bile yabancı fikir gelmemelidir. Çeyrek saat da olsa kalbi havâtırdan muhafaza etmek çok zor bir iştir. Buna muvaffak olan kimse tasavvufun semeresini almıştır. Çünkü tasavvuf, kalbi havâtırın girmesinden, bir sürü fasit fikirlerden muhafaza kuvveti demektir, kalbi sâfiyetle muhafaza et­mek demektir. Bu iki şeyi (Zikri ve muhafazayı) yapan, kalbinin hakikâtini bilmiş olur. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem bunun için ‘Kendini bilen Rabbini bilir’ [16]buyurmuştur.





Allah Teâlâ, kalbi, zatının cemaline ayna etmiştir. Araya havatır girince aynada bir şey görülmez. Kal­bini havatırdan korumayan. Allah Teâlâ’nın cemalini, nurlarını, isimlerini ve sıfatını müşahede edemez. Bir sâlik, yarım saat dahi olsa kalbini zikrettiğimiz hicaplardan hıfz edebilirse o ihvan cemalden veya nurlardan bir tecelli müşahede edebilir. Fakat bu yolda başarı çok güçtür. Çok mücahede etmek lâzımdır, bu sebeple, Nakşibendîlikte kalbi havatırdan korumak en yüksek bir makam olmuştur.





Kalbe hicap olan havâtır altıdır:





1— Havacis: Nefs tarafından zuhur eder.[17]





2—Vesavis: Şeytan tarafından göğüs yolu ile kalbe atılmaya çalışılır.[18]





3— İlhâmât: Melek tarafından kalbe iner.





4— Varidat: Allah Teâlâ tarafından kalbe doğar.





5— Suver-i kâinat: Havas tarafından kalbe girer.





6— Ma’kûlât: Akıl tarafından kalbe hatırlanır.





Melek tarafından kalbe ilkâ edilen havâtırın doğruluğu şerî ilme muvafık olması ile bilinir. Şeytan tarafından gelen havâtır ise, çoğunlukla kişiyi” günah işlemeye sevk eder. Nefis cihetin­den gelen havâtır ise, kişiyi hevâ ve hevesine tabî olmaya, ken­dini büyük görmeye veya nefsin özelliği olan diğer vasıflara ça­ğırır. Mutasavvıflar/yediği haram olan bir kimsenin ilham ile vesvese arasındaki farkı göremeyeceği konusunda görüş belirt­mişlerdir.





Kalbe doğan düşüncenin rahmanî mi yoksa şeytanî mi oldu­ğunu ayırmadaki ölçü konusunda Haydarîzâde şöyle der:





Eğer kalbe gelen düşünceye nefis veya şeytan karşı çıkıp gide­rilmesine gayret sarf ederlerse o, kalbe melek tarafından ilkâ edilen melekî bir düşüncedir. Böyle olmayıp da nefis ve şeyta­nın, isteyerek veya istemeyerek kabul ettirdikleri bir düşünce, ilham yoluyla kalbde doğan ilhâmî bir hâtıradır, düşüncedir.





Şu halde kalbe gelen ve dînî bakımdan yapılması emredilen ve övülen rahmânî bir düşüncenin, kibirlenme, kendini büyük görme gibi, yasaklar ihtimâliyle uygulanması engellenmemeli, aksine gereği olan fiil hemen icra edilip yerine getirilmelidir. Ama gerçekten kendini büyük görme gibi bir durum kişiye hâ­kim olup da ondan kaçınmaya çalıştığı halde muvaffak ola­mazsa hemen istiğfar etmeli ve bu düşüncesinden dolayı Al­lah’tan af dilemelidir. Çünkü tekebbürün kalbe hâkim olması durumunda yapılan bütün sâlih amellerin de mahvolacağı ve geçersiz sayılacağı bilinmektedir.





Hatır ile kalb muâheze edilemez. Zira bu, kişinin irâde ve ihtiyarında değildir. Bunun gibi, meyil, heyecan ve şehvet de ih­tiyarî olmadıkları için, kişiler onlardan mes’ul değildir. Kulu bunlarla muâheze etmek, gücü yetmediği bir şeyden onları so­rumlu tutmak demektir ki, bu caiz değildir.





Kalbe doğan düşünce dînen yasaklanmış bir fiilin yapılma­sını istiyorsa şeytan vesvesesinden veya nefs-i emmârenin hîle ve desîselerinden olduğundan kişi bu fiile meyletmemeli ve Allah Teâlâ’dan istiğfar etmelidir. el-Bağdâdî’ nin mürîdi Haydarîzâ­de’ye göre havâtır’in beş çeşittir.





1.Hâcis mertebesi: Bunlar nefsin ortaya koyduğu gelip geçici düşüncelerdir. Bu düşüncenin kalbde doğmasından dolayı herhangi bir mesûliyet yoktur.





  • Hatır mertebesi: Kişinin içinde herhangi bir düşüncenin cereyan etmesidir. Bu düşünceden dolayı da sorumluluk yoktur.
  • Hadîsü’n-nefs mertebesi: Hatır mertebesindeki bir dü­şüncenin yapılıp yapılmaması konusunda nefsin tereddüt için­ de bulunması mertebesidir. Bu düşüncenin de, fiiliyata intikal etmedikçe herhangi bir mes’ûliyeti yoktur.
  • Hemm mertebesi: Nefsin, bir düşüncenin yapılmasına karar verdiği safhadır. Bu da fiiliyata intikal etmedikçe affedilmiştir. Hemm mertebesindeki düşünce eğer hasene demlen iyi bir fiilin yapılmasına ait bir niyyet ise, bu sefer sahibine o düşüncesinden dola­yı sevab verilir. Ama aynı düşünce herhangi bir kötülüğün yapılması ile ilgili ise, fiiliyata intikal ettirilmedikçe karşılığında bir ceza yoktur. Böylece niyyet safhasındaki iyi düşünce ile kötü düşünceye arzular farklı değerlendirilmiş oluyor. Ama bundan önceki üç düşünce mertebesinde ise, bunların iyi veya kötü olmaları karşılı­ğında ne bir sevab ne de bir ceza söz konusu değildir.




5.Azm mertebesi: Herhangi bir düşüncenin yapılmasına kesin bir şekilde karar verilmesi mertebesidir. Bu düşüncesin­den dolayı sahibi sevab veya ceza görür.





Melekten gelen hatır’a insan bazen uyar, bazen ona aykırı ha­reket eder. Yani, nefsine ve şeytana uyarak meleğin dediğine mu­halefet eder. Fakat Allah’tan gelen hâtır’a kulun muhalefet etme­si mümkün değildir. Mutasavvıflar bu noktada, yani, Allah’tan iki hatır gelse birincisi mi yoksa ikincisinin mi daha kuvvetli ola­cağı konusunda değişik görüşler ileri sürmüşlerdir. [19]





Havâtırın hepsi, yeni başlayan sâlike göre birer hicap­tır. Acemi olan ihvan, sülûkü esnasında kalbini bu havâtırın hepsinden korunmak ve dışarıdan içeri girmelerine mâni ol­mak için çalışmalıdır. İhvan, müşahede makamına vâsıl olunca artık havâtır hi­cap olmaz.





Kalbi havâtırdan korunmanın yolu şudur:





İhvan, beş duygu organını dış âlem ile ilgilendirmeyecek­tir. Zira çoğunlukla havâtır göz ve kulak vasıtasıyla kalbe ulaşır. İhvan, aklını dahi dış âlem ile ilgilenmekten kurtarmalıdır. Mürşidin emrettiği iş ile meşgul almalıdır. Kelime-i tevhid ile kalbi boşaltarak ve istiğfar ederek Allah Teâlâ’ya teveccüh etmelidir. İnsanlardan uzak kalmalı ve konuşmaktan dilini çekme­lidir. Kalbine daima hâkim olmalı, havâtırı kalbinden çıkarma­ya ve dünya işlerini terk etmeye çalışmalıdır.[20]





Bu mesele üzerinde bu yolun büyükleri buyuruyorlar ki;





“Kırk sene kalbimin kapısında bekçilik yaptım, onu Allah Teâlâ’dan başkasına açmadım. Kalbim o hâle geldi ki, Allah’tan başkasını ta­nımaz oldum.”





 Şeyh Ebû Bekr’il-Kettânî





 “Ben kalbimi on gece bekledim, muhafaza ettim, kalbim de beni yirmi sene muhafaza etti.”





 Bir büyük söylemiştir.





 “Mürid, bir veya iki saat, hatta mümkün olduğu takdirde daha fazla zaman içinde kendisini “havâtır” dan korumalıdır.”





Mevlana Sadeddin Kaşgâri kuddise sırruhu’l-azîz





 “Nigah-ı Daşt o dereceye erişmelidir ki, güneşin doğuşundan batışına kadar müridin gönlüne hiç bir yabancı şey uğramamalıdır. Öyle ki, insanda hayal kuvveti kendi kendini azletmiş hale gelmelidir.”





Mevlana Kasım kuddise sırruhu’l-azîz





11— YÂD-I DAŞT:





Yâd: Allah Teâlâ, Allah Teâlâ’nın zikri





Daşt: Korumak. Aslı Daşten’ dir. Kolay okunsun diye sonundaki nun harfi düşürülmüştür.





Her an ve mekânda, vicdan ve zevk yoluyla Allah Teâlâ’dan haberli olmak halidir. Ehâdiyet vücudunun de­vam üzere murakabesinden ibarettir. Bu konuda şöyle meşgul olmalıdır:





Bütün bağları kalbinden söküp atmalı, kuvvetleri ve hisleri tatil etmeli, bütün varlıkları asıl durumları olan yokluk ile düşünmeli; noksanlıktan, şekilden cihet ve mekândan münezzeh bir emr-i nûrânî ve bir vücûdu Hakanî mülâhaza etmeli ve bu faaliyette bezginlik duymadan devam göstermelidir. Ta ki, Allah Teâlâ’yı, her yerde ve her şeyde müşahede edebilsin.





İhvân ‘Nefy ü İsbât’ zikrini yaparken habs-i nefes yaparak kalbini mezkûr ile huzura vardırmalıdır. İhvan her ne halde olursa olsun, kalbi her an Allah Teâlâ ile huzur halinde bulunma­dır. Bu bakımdan Yâd Dâşt ıstılahı murakabe ile aynı manaya gelir. Bu­nun bir başka manası kalbi, Zat tecellisini müşahedeye her an uyanık tutmaktır.





Zikirden hâsıl olan huzur, murakabe, sohbet ve râbıta, Yâd Dâşt ıstılahıyla aynı manaya gelir. Buradan hareket ederek diyebiliriz ki, huzur, zât-ı ehadiyyetin nurlarını müşahede etmektir. Bunun için keyfiyeti muhteliftir, çeşitli durumlarda zuhur eder, onu havastan başkası bilmez.





Bu mesele üzerinde bu yolun büyükleri buyuruyorlar ki;





—Yâd-Kerd, zikirde tekellüf, mübalağayla ısrardan ibarettir.





—Baz-Geşt Allah Teâlâ’ya dönüş ve adını her anışta Allah Teâlâ’yı murad ediniştir.





—Nigah-Daşt, dille söylemeksizin Allah Teâlâ’ya dönüş halini muhafaza etmektir.





—Yâd-Daşt ise, Nigah-Daşt halini derinleştirmekten ve bilgiyle kullanmaktan ibarettir.





Hâce Ubeydullah kuddise sırruhu’l-azîz





“Yâd-ı daşt en yüksek mertebedir. Ondan sonra mertebe yoktur.”





İmâm Rabbânî kuddise sırruhu’l-azîz





B-ÖNEMLİ BİR MEVZU VESVESE





İnsan hayatının bir kısmında azda olsa her kişinin başına gelen olaylardan birisi olması hasebiyle vesvese üzerine yapılmış bir araştırmayı kitaba almak yerinde ve uygun görülmüştür. Çünkü vesvese inanç hayatında şeytanın kullandığı silahlardan biridir. Bunu yenme yoları ise, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem tarafından müslümanlara öğretilmiştir.





Birçok insan üzerinde gördüğümüz kadarı ile vesveseler inanca öyle tesir etmiştir ki, takva sadedinde yaptığı ameller aslında onun vesveselerinin neticesi olmuştur. Onun için Efendi Hazretleri “Cahilin sofusu şeytanın maskarasıdır” deyimini çok kullanmıştır. Bu konu toplum içerisinde bir hastalık gibi çok olmasına rağmen, kişiler tarafından dile getirilmekte zorlanılan bir husus olmasından dolayı rahatsız olan ihvan kardeşlerimizi de uyarmak ve bilgilendirmek için konu hakkında bir bölüm ayırmak uygun görüldü. [21]





I-Temizlik ve İbadetteki Vesveseler





1- Abdest Almakla İlgili Vesveseler





Bazı kişiler, abdest alırken uzuvlarının ıslanıp ıslanmadığı konusunda tereddüde düşerek “Yıkamadığım yer kaldı mı? Kalmadı mı? Azalarımı iki defa mı yıkadım, üç defa mı?” şeklinde düşünmeye başlarlar. Suyun ıslatıp ıslatmadığını veya uzuvlarını kaç defa yıkadıkları hususunda tereddüt ederler. Üç defa yıkaması gereken uzvu, beş defa yıkarlar ya da “su ulaşmadı” diye haddinden fazla su kullanırlar. Bir litre kullanması gerekirken, on litre su sarf ederler. Böylece su israfı ve zaman isrâfı ile birlikte, şeytanın vesvesesine düşerek onun maskarası olurlar. Bu hâl ilerleyince de kişide psikolojik rahatsızlık ortaya çıkar.





Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem bazı insanların bu konuda vesveseye düşebileceklerini haber vermiş ve “Abdest (alırken vesvese vermek) için ‘Velehân’ denilen bir şeytan vardır. Suyun vesvesesinden sakının.”[22]





Hadîste geçen ve “veleh” kelimesinden türetilmiş olan “Velehân”; hevâ ile aklın gitmesi, hayrete düşme mânâsına gelmektedir. [23] Abdest alırken kişiye vesvese vererek haddinden fazla su kullandırması sebebiyle bu şeytana “Velehan” denilmiştir[24]. Kişi, abdest alırken bu şeytanın vesvesesine kapılır ve şeytan da bu kişi ile oynamaya başlar. Dolayısıyla Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, böyle bir şeytanın, abdest alırken vesvese verdiğini haber vermek suretiyle kişiyi aşırılığa düşmekten sakındırmıştır.





Bu konu ile ilgili şu hadîs de dikkati çekmektedir:





“Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme bir a’râbî gelir ve abdest hakkında soru sorar. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemde abdest azalarını üçer kere yıkayarak abdestin alınışını ona gösterir, sonra da İşte abdest budur, kim üçten fazla yıkarsa kötü etmiş veya haddi aşmış veya zulmetmiş olur[25] buyurur.





Hadîs kitaplarında Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin abdestte kullandığı su miktarı anlatılırken, günümüz ölçü birimiyle yaklaşık bir litreye yakın miktardaki (bir müdd) su ile abdest aldığı bildirilmektedir.[26] Bu da bize abdest alma konusunda su israfı yapmadan kifayet edecek derecede su kullanılmasının gerekliliğine işaret etmektedir.[27]





Abdestin Bozulması ile İlgili Vesveseler





Dinimizde abdesti bozan şeyler bellidir. Kişi abdestli iken küçük ve büyük abdest mahallinden çıkan necasetler veya yellenme, vücudun her hangi bir yerinden çıkan kan, iltihap vs. şeyler abdesti bozar. Ancak bazı zaman, kişinin makadında bir hareketlenme meydana gelir ve “Acaba yellenme mi oldu?” diye tereddüt eder, abdesti konusunda şüpheye düşer, namaz kılmakta ise, namazı bırakır gider. Aslında o hareketlenme, bir yellenme değildir. Nitekim aşağıda zikredeceğimiz hadîslerde de görüleceği gibi, Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem böyle bir hareketlenmeyi şeytanın vesvesesi olarak nitelendirmiş ve böyle bir durumla karşılaşan kişiye şu tavsiyeyi yapmıştır: Ses ve koku olmadıkça abdest almaya gerek yoktur.” [28]





Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme, namazda iken ‘hayaline abdesti bozuldu gibi’ gelen bir adamdan bahsedilmişti. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Sesi işitip kokuyu duymadıkça namazı sakın terk etmesin.”[29] Buyurmuştur. İbnu Huzeyme (v.311/923)’nin rivayetinde





Birinize şeytan gelip de ‘Abdestini bozdun’ dediği zaman, o da (içinden) ‘yalan söyledin’ desin. Ancak burnu ile koku hisseder ve kulağı ile de sesi duyarsa o hariç.”[30] Buyrulmaktadır.[31].





Yine birçok rivayette bu mevzu hakkında hadisi şerifler şöyledir.





Biriniz namazda iken ona şeytan gelir ve dübüründen bir kıl alır, onu uzatır. O kişi de abdestinin bozulduğunu sanır. Böyle bir durumda ses duymadıkça veya koku hissetmedikçe namazdan ayrılmasın.”[32]





 Biriniz mescidde iken, karnında (dübüründe) bir hareket hissetse ve abdestinin bozulup bozulmadığı hususunda tereddüde düşse bir ses işitmedikçe veya bir koku duymadıkça (abdest almak için) mescidi terk etmesin.”[33]





Biriniz namazda iken şeytan ona gelir ve bir adamın hayvanını yumuşakça zapt ettiği gibi, o kimseyi ele geçirir, ona hâkim olunca o kişinin kalçalarının arasından, onu namazdan vazgeçirmek için, yellenme gibi, bir şey yapar. Biriniz böyle bir durumla karşılaşırsa, şüphe bırakmayacak şekilde kesin olarak bir ses duymadıkça ya da koku hissetmedikçe namazını bozmasın.”[34]





2-Gusül Abdesti ile İlgili Vesveseler





Bazı kişilerde görülen bir vesvese şekli de banyoda haddinden fazla kalarak banyo yapmakla meşgul olmasıdır. Gusül abdestinin alınışı ile ilgili farklı rivayetleri değerlendirdiğimizde ve Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin gusül abdesti almasına baktığımızda şunu görürüz: Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem önce ellerini, sonra vücudundaki necasetleri yıkar, sonra da namaz abdesti gibi, abdest alırdı; parmaklarını suya batırarak kuru yer kalmaması için saçlarının diplerini hilâllardı; sonra başına su döker, sonra sağ omuzuna ve daha sonra da sol omuzuna üçer kere su döker, vücudunda kuru yer bırakmadan bütün bedenini yıkardı[35]. Ancak yıkanılan yerde su birikmesi durumunda ayakların yıkanmasının en sona bırakıldığı[36] görülmektedir. Namaz abdesti gibi, abdest almadan da gusül abdesti alınabilir, bunun için gusülde esas olan vücudta kuru yerin kalmamasıdır.





Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin gusül abdestinde kullandığı su miktarı anlatılırken, konu ile ilgili farklı rivayetler değerlendirildiğinde, günümüz ölçü birimiyle yaklaşık 2,5 litreden 5 litreye kadar varan miktarlarda (bir sâ’) su kullandığı açıkça anlatılmaktadır.[37]





Yine erkeklerde özellikle de bazı gençlerde vesveseye sebep olan bir durum daha vardır ki, o da meni ile mezinin birbirinden farklı şeyler olduğunun bilinmemesidir. Zira kişi, kendisinden mezi geldiğinde, meni geldi zannı ile her mezi geldiğinde banyo yapmakta, bu kadar fazla banyo yapmakla da baş edemeyince sıkıntıya düşmektedir.





Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin her erkeğin mezi ifraz edebileceğini haber vermiş ve böyle bir durumla karşılaşan kişinin erkeklik uzvunu ve husyelerini yıkayarak namaz abdesti almanın yeterli olacağını bildirmiştir.[38]





Bir başka örnek olarak şu hadîsi zikredebiliriz: Sehl İbnu Hüneyf anlatıyor:





“Ben mezi akıntısından epey bir sıkıntı çekiyordum. Bu yüzden de sık sık gusül abdesti alıyordum. Sonunda Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme bu durumu sordum. Bana:





Meziden dolayı sana abdest kafidir.’ buyurdu. Ben de:





‘Ey Allah’ın Rasûlü! Elbiseye değen meziyi ne yapmalıyım?’ dedim. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem de:





Bir avuç su alıp, bunu mezinin değdiğini gördüğün yerlere serpmen yeterlidir.’ buyurdu.”[39]





3- İstibra ile İlgili Vesvese





İstibra; küçük abdest bozduktan sonra idrar akıntısının kalmaması için beklemektir[40]. Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem  





Biriniz bevlettiğinde erkeklik uzvunu üç kere sıyırsın.”[41] Buyurarak istibrayı tavsiye etmiştir[42]. Taharetlendikten sonra kişi, idrar yolunda idrarın çıkma ihtimalinden iyice emin olması bakımından da başkalarının dikkatini çekmeyecek şekilde, biraz yürümek, hafifçe öksürmek, ayakları hareket ettirmek,[43] kımıldamak gibi, bazı metotlardan birisini yapabilir. Şayet akıntı gelecek olursa tekrar taharetlenir (istinca yapar) ve abdestini alır. İstibranın yapılışı, genellikle insandan insana değişir: Kimi, hafifçe bir sıyırmakla; kimi, öksürmekle yapabilir; kimi de bunların hiç birine ihtiyaç duymadan biraz bekleyerek bunu sağlayabilir. Şâyet, küçük abdesti bozduktan sonra, istibra yapmadan, hemen abdest alınırsa bu sakıncalı olabilir. Çünkü idrar yolundaki kalıntılar, abdest aldıktan sonra çıkarsa abdest bozulur,[44] namaz da olmaz. Bununla birlikte elbise kirlenir ve idrar, el ayasından fazla miktarda olduğunda yine namaza engel olur. Bu bakımdan istibra yapmanın büyük önemi vardır. İdrar akıntısının kesilmesi kişiden kişiye değişebilir: Bazı kişilerde çabuk, bazı kişilerde de biraz gecikmeli olabilir. Fakat bazı kişiler, istibra yaparken, normal şartlarda yukarıda söz konusu edilen ve kendisine en uygun olan metotlardan birini yapması yeterli olmasına rağmen, aşırılığa kaçarak idrarının kesilmediği vesvesesine kapılır ve abdestini bozduktan sonra istibra yapmak maksadıyla tuvalette ya da dışarıda uzun süre beklerler, yürürler, hatta bu yüzden de cemaatle namaz kılmayı kaçırırlar. Böyle kişilerde şâyet anormal (patolojik) bir rahatsızlık varsa idrar tahlili yaptırması ve tıbbî bir rahatsızlık tespit edildiğinde tedâvî görmeleri lazımdır.





Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem istibradaki vesvese için;





Cebrâil (bana) geldi ve: ‘Ey Muhammed! Abdest aldığında (avucuna biraz) su alıp (avret mahalline) serp.’ dedi.” [45]





İbnu Mâce’nin rivayetinde de Cebrâil bana abdesti öğretti ve abdest aldıktan sonraki çıkacak idrar (şüphesin)den dolayı elbisemin altına su serpmemi emretti.”[46] Buyrulmaktadır. Bu şekilde su serpmenin sebebi, vesveseyi gidermek içindir[47] ki, elbisesinde yaşlık hisseden kişi, (yaşlığın idrardan olmadığında yakîn sahibi olmak şartıyla) bu hissin su serpintisinden geldiğine hamlederek vesveseden kurtulmuş olur.[48]





4-Diğer Temizlikler ile İlgili Vesveseler





Yukarıda da bahsedildiği gibi, temizliksiz sağlıklı bir hayatın olması düşünülemediği gibi, temizlik olmadan ibadetler de makbul olmaz. Ancak psikiyatristlerin tespitlerine göre bazı kişilerin özellikle de bazı bayanların, temizlik yapma hususunda aşırılığa vardırdıkları görülmektedir. Bu konuda psikiyatristlerin tespitlerinden bazıları şunlardır: Bazı kimselerin;





—Ellerini, mikropların çıkmadığı kaygısıyla uzun süre yıkamaları,





—Ellerinin derisi soyulmaya varıncaya kadar sabunlayarak yıkamaları,





—Evlerini her gün yıkamaları,





—Elleri bir şeye dokunduğunda hemen sabunlamaları,





—Çorapla yere basınca o çorapla namaz kılmamaları,





—Bir eşyayı haddinden fazla defalarca yıkamaları,





—Kirlenme düşüncesiyle çocuğunu kucağına almamaları ve bebeklere dokunmamaları,





—Eve her hangi bir misafir geldiğinde evin kirlendiği vesvesesiyle misafir gider gitmez misâfirin bulunduğu yerleri tekrar tekrar silmeye başlamaları gibi, birçok durumlar.[49]





Vesveselerin çok olma sebepleri olarak Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:





Hiç biriniz yıkandığı yere asla bevl etmesin, sonra orada gusül abdesti alır, zira vesvesenin çoğu bundan hâsıl olur.”[50]





II- İbâdetler İle İlgili Vesveseler





1-Namazla İlgili Vesveseler





Namazla ilgili hadîsler incelendiğinde Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin, namaz kılarken şeytanın kişiye verdiği bir kısım vesveseleri ve bu vesveselere karşı alınacak tedbirleri beyan ettikleri görülmektedir. Hatta Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem:





Kim, Benim şu abdestim gibi, abdest alır sonra da vesveseye düşmeden iki rekat namaz kılarsa Allah onun geçmiş günahlarını bağışlar[51] buyurarak, insanın namaz kılarken vesveseden kurtulmasının âdetâ imkânsız olduğuna işaret etmekte ve namazda mümkün olduğu kadar dünyevî meşgalelerden uzak durmak suretiyle namaz kılındığında küçük günahların affedileceğini beyan etmektedir[52].





Namazla ilgili olarak şeytanın ilka ettiği vesveseleri; namazda şaşırma, nafile nevinden çok namaz kılma ve ibadet etme, namazın kabul olup olmamasını ya da doğru yapılıp yapılmamasını düşünme gibi, birkaç kısımda değerlendirmek mümkündür.





Şeytanın Namazdaki Vesvesesi





Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem şeytanın insanın aklına birçok şeyleri hatırlatmak suretiyle şaşırttığını bildirerek şöyle buyurur: Namaza nidâ edildiğinde (ezan veya ikamet okunduğunda) şeytan geri döner, ezanı duyamayıncaya kadar yellenerek kaçar, uzaklaşır. İkamet bitince döner, kişi ile nefsi arasına vesvese atarak şöyle der: ‘Şunu hatırla, şunu hatırla, bunu hatırla ... Ta kaç rekat kıldığını hatırlayamayıncaya kadar devam eder.’ Kişi de kaç rekat kıldığını hatırlayamayacak kadar şaşırır.”[53]





Görüldüğü üzere hadîste, şeytan vesvese vermek suretiyle bir takım düşünceleri hatırlatarak insanların zihinlerini meşgul ettiği ve namazda şaşırttığı bildirilmektedir.





Namazda şeytanın vesvesesine maruz kalan insanların alacağı tedbirleri de Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, şu şekilde beyan etmektedir:





Şüphesiz şeytan âdemoğlu ile kalbi arasına girer ve kişi kaç rekât kıldığını bilemez. Bu hal adamın başına geldiği zaman (tahiyyata) oturduğunda iki secde etsin.”[54]





Herhangi biriniz namaz kılmaya başladığında şeytan ona gelir ve namazını kaç rekât kıldığını bilmemesi için şaşırtır. Biriniz böyle bir duruma maruz kalınca iki secde yapsın.”[55]





“Biriniz namazın rekâtında şüpheye düştüğünde şüpheyi atsın ve şüphesiz bildiği rekâtı üzerine hareket etsin. Eğer namazı tamam ise, fazla kılınan rekât nafile olur. Eğer noksan kılmış ise, o rekât, namazı tamamlamak için olmuş olur. Namazın sonunda yaptığı iki secde de şeytanın burnunun toprağa sürünmesi için olmuş olur.”[56]





Şeytanın namazda vesvese vermesiyle kaç rekât kıldığını şaşıran kişinin başvuracağı çözümü Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem beyan ederek, kişinin emin olduğu rekât sayısına göre -eksik ise, rekâtları tamamlamak suretiyle- selamdan önce veya sonra iki secde (sehiv secdesi) yaparak namazı bitirmesini belirtmektedir. Sehiv secdesi ile namazın eksikliği giderilmekle birlikte şeytanın burnu da yere sürtülmüş olmaktadır. Çünkü şeytan secde etmekten imtina ettiği için secdenin yapılması ona çok ağır gelmektedir. Bu bakımdan şeytana, Allah Teâlâ için secde yapılmasından daha ağır gelen bir şey yoktur.[57]





Namazda yanılmak sadece sıradan kişilere mahsus değildir. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem de namaz kıldırdığında O’nun da namazda yanıldığı vuku bulmuş, O da sehiv secdesi yaparak namazı tamamlamıştır. Böylece namazda unutma vuku bulan ümmetine nasıl yapması gerektiği hususunda da örnek olmuştur. Mesela, Abdullâh b. Mes’ûd radiyallahü anhden rivâyet ediliyor:





“(Bir keresinde) Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem öğle namazını beş rekat kılmıştı da kendisine: ‘Namâza ziyâde mi kılındı?’ diye soruldu. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem de:





‘Bu nasıl suâldir?’ buyurdu. Sonra bir sahâbînin:





‘Namazı beş rekat kıldınız.’ demesi üzerine Rasûlüllah, selâm verdikten sonra (sehiv için) iki defa secde yaptı.”[58]





Abdullâh b. Mes’ûd radiyallahü anhden rivâyet ettiğine göre: (Bir defasında) Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem namaz kıldırdı. İbnu Mes’ûd radiyallahü anhden rivâyet eden Alkame b. Kays-i Nehal’den rivâyeten, İbrâhîm b. Yezîd-i Nehal: “Amma (namazı) fazla mı, eksik mi kıldırdı bilemiyorum.” Dedikten sonra İbnu Mes’ûd’un lâfzını rivayete dönerek der ki; Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem selâm verince biri ona: “Yâ Rasûlâllâh, namaz hakkında yeniden bir şey (vahy) mi geldi?” diye sordu. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem   “Neden sordun?” deyince:





“Yâ Rasûlâllâh, şöyle böyle kıldırdın da ondan.”dediler. Bunun üzerine Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, teşehhüd vaziyetini almak üzere iki bacağını büktü ve kıbleye karşı yöneldi, iki secde etti, sonra da selâm verdi. Yüzünü bize dönünce:





Namaz hakkında yeni bir şey gelmiş olsaydı, size (önceden) haber verirdim. Fakat ben de sizin gibi beşerim. Sizin unuttuğunuz gibi, Ben de unuturum [59]. (Bir şeyi) unuttuğum zaman (tesbîh ve sâire ile) bana hatırlatınız. İçinizden biri namazda şüphe edecek olursa doğru olanı araştırıp (doğrusu budur diye verdiği karâra binâen) namazını tamamlasın. Sonra selâm verip ondan sonra da iki kere secde etsin.’ buyurdu.” [60]





Osman b. Ebi’l-Âs radiyallâhü anh namazda kendisine şeytanın vesvese verdiğini Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme haber verir ve Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin bu konudaki tavsiyelerini şöyle anlatır: “Şeytan, benim ile namazım arasına giriyor ve kıraatimi karıştırıyor (beni şüpheye düşürüyor) der. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemde: Bu, Hınzıb denilen bir şeytandır. Onu hissettiğin zaman ondan hemen Allah’a sığın ve(namazdan sonra) sol tarafına üç kere üfür.”Buyurur. Osman: ‘Bu tavsiyeyi yaptım ve Allah Teâlâ o şeytanı benden giderdi’ [61] der. Hadîste de görüldüğü gibi, Osman b. Ebi’l-Âs radiyallâhü anh namazda kendisine vesvese veren durumdan Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi haberdâr eder ve Rasûlüllah ona bu vesvesenin, namazda insana vesvese veren hınzıp adındaki şeytanın olduğunu ve bu şeytanın vesvesesinden kurtulmanın çaresinin de Allah Teâlâ’ya sığınmak olduğunu bildirir. Osman da Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin kendisine yaptığı tavsiyeyi yerine getirdiğini ve o şeytanın vesvesesinden kurtulduğunu söylemektedir. Namaz kılan her insanın da, Osman b. Ebi’l-Âs radiyallahü anh gibi, aynı şekilde vesveseye düştüğünü ve bu durumdan şikâyette bulunduğunu duyuyoruz. Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem işte böyle bir vesvesenin çaresini göstermektedir. Böyle rahatsızlığın tedavisi de, o vesvesenin şeytandan olduğunu bilmek, o vesvese ile meşgul olmamak ve şeytanın şerrinden Allah’a sığınmaktır. Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem namazda şeytanın vesvesesine mâruz kalanlara onun şerrinden Allah’a sığınmayı tavsiye ettiği gibi, kendiside mescide girdiği zaman





Eûzü billâhi’l-Azîm ve bivechihi’l-Kerîm ve sultânihi’l-Kadîm mine’ş-şeytanirracîm.” Şeklinde duâ etmiş[62] ve ümmetine bu konuda da örnek olmuştur. Yine Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem  Her derdin bir devâsı vardır. Derdin devasına denk gelindiği zaman Allah Teâlâ’nın izni ile o dert iyi olur.”[63] Buyurmuştur.





2- Daha İyi İbâdet Etme Düşüncesi ile İlgili Vesvese





Şeytanın vesvesesinden biri de kişiye, daha iyi ibadet etmesi şeklinde verdiği vesvesedir. Bazı kişiler, “en güzel şekilde ibadet edeyim” düşüncesiyle ibadetlerini son derece güzel yapmaya çalışır ve” âdaplarını tam olarak yaptım mı? Güzel oldu mu?” şeklinde vesveseye kapılır, “En iyiyi yapayım” derken, âdablarındaki küçük bir noksanlıktan ve kendince en iyi şekilde olamayışından dolayı tekrar tekrar meşgul olduğu ibâdeti yapmaya çalışır. Bu tür bir hareket en iyi şekilde yapma vesvesesinden kaynaklanmaktadır. “Acaba benim yaptığım ibadetler tam oldu mu?” düşüncesine kapılan insan, böyle bir düşünce yerine “Acaba makbul oldu mu?” şeklinde düşünmekle ibadetteki noksanlığından olayı istiğfar etmelidir.





Bu hususların yanında önemli olan diğer bir husus daha bilinmeli ki, o da; “En iyi şekilde yaptım.” Şeklindeki bir düşünceyle kibre ve ucba, ameline güvenmeye sebep olan bir ibâdetten, noksanlığı ve layıkıyla yapılamadığı bilinen ve bundan dolayı da Allah’a yönelip ilticâda ve istiğfarda bulunulan bir ibâdet, daha üstün ve daha iyidir. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem  İstikametli olun,(ne kadar istikametli olmaya çalışsanız da) güç yetirmezsiniz ..” [64] Buyurmaktadır.





3- Daha Çok İbadet Etme Düşüncesi ile İlgili Vesvese





Kişiyi vesveseye düşüren şeytanın diğer bir vesvesesi de nafile nevinden ibadet etmek, yani “ ‘Daha çok ibadet edeyim’, ‘Sabahlara kadar namaz kılayım’, ‘Tesbih ve zikir çekeyim’, ‘Dua okuyayım’ gibi nafile ibadetlerle geceleri ihya edeyim” düşüncesidir. Bu hususta şu bilinmeli ki; şeytan insanı fazla nafile ibadetlerle meşgul ederek farz ibadetlerinden alıkoyar ya da farz ibadetlerini vaktinin sonuna bıraktırır veya unutturarak farz ibadetlerinin vaktini geçirttirir. Meselâ, gecelerini fazla nafile ibadetlerle ihya eden kişi, “Biraz istirahat edeyim.” derken uykuya dalar ve birçok kere farz olan sabah namazını kaçırır.[65] Ya da nafile olan “Evrad ve ezkârımı okuyayım.” “Virdimi bitireyim.” derken farz olan ibadetleri vaktin sonuna kadar tehir eder. Ya da evrâd ve ezkârını okuyamadığı zaman öyle telaşlanır ki, farzlarındaki ihmalinden o kadar endişe duymaz.





Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem   en iyiye yakın olanı yapın, az da olsa devamlı olanın daha sevaplı olması ile sevinin, kolaylaştırın ve sabah akşam seferinde ve gece yolculuğunda (tevfik vermesi için) Allah Teâlâ’dan yardım isteyin”buyurmuştur. Allah Teâlâ Kur’an-ı Kerim de Allah Teâlâ, dinde size bir zorluk kılmadı[66] Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem de: Ey insanlar! Dinde aşırılıktan sakının, çünkü sizden öncekileri dindeki aşırılıkları helâk etti.” [67] Buyrulması dini hayattaki itidâlin zirve nokta olduğunu göstermektedir.





C)        NAKŞÎ-HÂKÎ TEMEL PRENSİPLERİ





İBADET ADABI





 Namaz İbadeti





İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı Efendi Hazretleri ibadetlerin yapılmasında azimet sahibi olmayı tavsiye etmekle birlikte, aşırı gidilip insanları incitecek bir hâl alınmasına razı olmazdı.





“Tasavvuf incitmemek ve incinmemektir, yalnız incitmemeye de­ğil asıl incinmemeye alışmak gerek.





Dervişlik, sadece namaz kılmak, oruç tutmak, sabahlara kadar ibadet etmek, hayratta bulunmak demek değildir. Çünkü bunlar bendelik icaplarıdır. Asıl dervişlik, incitmemektir. İşte bu mertebeye vasıl olan kimse derviş olur. Yani fakr sahibi olur.





Efendi Hazretlerinin son sözlerinin “namazınızı kılın” olması, O’nun namaza verdiği önemi göstermesi açısından önem­lidir.[68]





Kendisi devamlı abdestli durur, dört mezhebinin abdest hükümlerini uygulardı. İhvanlarına da abdestin âdabına riayeti ve mümkün olduğunca abdestli olmayı tavsiye ederdi. Misvak sünnetini hiçbir zaman terk etmemiştir.





Son zamanlarda abdestte istibraya dikkatin azaldığından imama uyduğu vakitlerde kıyamda fıkhî duruma göre Fatiha Suresini okurlardı.





Her gün teheccüd vaktinde uyanır ve güne teheccüd namazı ile başlardı. Sabah namazının sünnetini evde kılar camiye giderdi. Sabah namazını daima cemaatle evinin yakınında bulunan Sofu Yusuf Camii’nde edâ ederdi. Namazdan sonra camide işrak vaktine kadar hiç kımıldamadan oturarak günlük zikrini yapar ve işrak ve istihare namazlarını camide kılıp oradan eve geçer­lerdi. [69]





Beş vakit namazını daima cemaatle edâ ederdi. Özellikle öğle ve ikindi namazlarını Ulu Cami’de kılardı. Ulu Cami’de namazı minberin sol yanındaki direğin sol tarafında kılardı. Namaz vakitlerinden mutlaka yarım saat önce camiye gelir, ezanı beklerdi. Kendisinin bazı vakitlerde Ulu Cami’de imamlık yaptığı olurdu.





Evde veya vekâlede cemaatle namaz kılınacağı zaman kendileri imam olurlardı.





Namazlarda Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin sünnet kıraatlarını takip ederdi. Mesela; Sabah namazının farzında genellikle birinci rekâtta Fatiha’dan sonra; “Âl’a” sûresini, ikinci rekâtta zammı sure olarak “Şems” sûresini okurlardı.





 Efendi Hazretleri ihvanına teheccüd namazı için ruhsat verdi­ği halde diğer nafileler üzere sabit kadem olmalarını isterdi.





Namaz konusunda beş vakit namazlardaki sabah namazı sünneti hariç iki rekâtlı sün­netleri dört kılardı.





Kıldığı nafile namazları:





İşrak Namazı (2 Rekât) Güneş doğup bir mızrak veya iki mızrak yükselince yani kerahet vakti çıktıktan sonra üçer ihlâs suresi ile kılmayı tercih ederdi.





İstihare Namazı (2 Rekât) Güneş doğup kerahet çıktıktan sonra ve ayrıca bir işe niyetlenince kılınır. Gece yatmadan önce kılınacak istihare namazını Efendi Hazretleri şu şekilde kılardı.





İki rekât kılınan bu namazın birinci rekâtında Kafirûn Suresi, ikinci rekâtında İhlâs Suresi okunur. Namaz bitince on bir adet salâvat-ı şerife, yetmiş adet istiğfar ve yüz adet kelime-i tevhit getirilerek uykuya yatardı.





Duha-Kuşluk Namazı (4–8 Rekât) Güneşin toprağı ısıtmaya başladığı vakit. Evvel vakti güneşin toprağı ısıttığı vakit ile başlar. Faziletli olan vakti ise, günün dörtte bir vakti olan saattir.





Evvâbin Namazı (6–12 Rekât) Akşam namazının sünnetinden sonra kılınır. Bu namazda Buruc, Tarik, Leyl ve Kadir Surelerini okumada tercih ederdi.





Bu namazlardan başka nafileler kılabilir. Abdest namazı, Tahiyye-i Mescid Namazı, Tesbih Namazı vb.





Kabir Nur Namazı (2 Rekât) Yatmadan önce





İhram Namazı (2 Rekât) Yatmadan önce kılınır.





Teheccüd Namazını Kılış Şekli





İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı Efendi Hazretleri Teheccüd namazını 11 rekât kılar,  şu usulü ekseri tatbik eder­di. İkişer rekâtlı olarak;





Birinci rekâtta Bakara Suresinin 1–5 ayetlerini,





 الم {۱} ذلِكَ الْكِتَابُ  لاَرَ يْبَ فيهِ …..اُولئِكَ عَلى هُدًى مِنْ رَ  بِّـهِمْ وَاُولئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ





İkinci rekâtta Bakara Suresinin 285 -286 ayetlerini okur





اٰمَنَ الرَّسُولُ بِمَا اُ نْزِلَ اِلَيْهِ مِنْ رَ بِّهِ وَالْمُؤْمِنُونَ…….. اَ نْتَ مَوْلينَا فَانْصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِرينَ





Selamdan sonra;





سُبْحَانَ ٱللهِ وَبِحَمْدِهِ عَدَدَ خَلْقِهِ ، وَ رِضَى نَفْسِهِ، وَزِنَةَ عَرْشِهِ ، وَمِدَادَ كَلِمَاتِهِ





Duasını 3 defa okurdu.[70]





İkinci iki rekâtta;





Üçüncü rekatta Yasin Suresinin 1–12 ayetlerini;





 يٰس {۱} وَالْقُرْانِ الْحَكيمِ {٢}……. وَكُلَّ شَىْءٍ اَحْصَـيْنَاهُ فى اِمَامٍ مُبينٍ {۱٢}





Dördüncü rekâtta Yasin Suresinin 37–40 ayetlerini okurdu.





وَ اٰيَةٌ  لَهُمُ الَّيْلُ نَسْلَخُ مِنْهُ النَّـهَارَ فَاِذَا هُمْ مُظْلِمُونَ ……….وَكُلٌّ فى فَلَكٍ يَسْبَحُونَ{٤٠}





Selamdan sonra üç defa aşağıdaki virdi tekrar ederdi.[71]





سُـبْحَانَ ٱللهِ وَبِحَمْدِهِ، سُـبْحَانَ ٱللهِ الْعَظِيمِ وَبِحَمْدِهِ، أسْتَغْفِرُ ٱللهَ وَأتُوبُ إلَيْهِ،





Üçüncü iki rekâtta;





Beşinci rekatta ve altıncı rekâtta üçer kere ihlâs suresini okur selam verir Selamdan sonra üç defa yukarıdaki virdi tekrar ederdi.





Sonra Vitr namazını kılar.[72] Birinci rekâtta “A’la Suresi”  ikinci ekâtta “Kafirûn Suresi,”  üçüncü rekâtta “İhlâs Suresi” ni okur sonra 3 defa aşağıdaki virdi okur ve terk etmezdi. [73]         





سُــبْحٰانَ الْـمَـلْـكِ ٱلـقُدُّوسُ وَ رَبُّ المَلئِكةِ وَالرُّوحِ 3 defa         





اللَّهُمَّ إنِّى أعُوذُ بِرِضَاكَ مِنْ سَخَطِكَ ، وَ بِمُـعَافَاتِكَ مِنْ عُقُوبَتـِكَ ،





وَأعُوذُ بِكَ مِنْكَ، لاَ أُحْصِى ثَنَاءً عَلَــيْكَ أنْتَ كَمَا أثْنَيْتَ عَلى نَفْسِكَ





Sonra oturarak iki rekât kılardı.[74]





Birinci rekâtta İhlâs ve Felâk Surelerini,  ikinci rekâtta Nas suresini okurdu.  Sonra aşağıdaki duayı 3 defa okur,  bitiş duasını ederdi. [75]





اَللـَّهُمَّ إِنِّي أَسْأَ لُـكَ فِـعْلَ اْلخَـيْـرَاتِ وَ تَـرَكَ اْلـمُـنْكَرَاتِ وَ حُـبَّ اْلـمَسَاكِينِ وَ اَنْ تَـغْـفِـرْ لىِ وَ تَـرْحَـمْنِـي، وَإذَا أرَدْتَ بِعبَادِكَ فِتْنَةً فَاقْبِضْنِى إلَـيْكَ غَيْرَ مَفْتُونٍ اللَّهُمَّ إنِّى أسْألُكَ حُبَّكَ وَحُبَّ مَنْ يُحِبُّكَ، وَالْعَمَلَ الَّذِي يُـبَلِّغُنِى حُبَّكَ. اللَّهُمَّ اجْعَلْ حُبَّكَ أحَبَّ إلىَّ مِنْ نَفْسِى وَأهْلِى وَمَالِى وَمِنَ المَاءِ الْبَارِدِ





Teheccüd namazını kıldıktan sonra kıbleye karşı teveccüh ve murakabe ile meşgul olur veya zikrini yapar. Eğer uyku galebe çalarsa uyur ve sabah namazı vaktinde uyanır. Abdest alır sabah namazı sünnetini evde kılar ve istiğfarla meşgul olur.[76] Sonra mescide gider. Cemaatle namaz kılar ve yerinden kalkmaz ve günlük dersi ile meşgul olur. Eğer mescid kapanırsa evine döner evde dersini ikmal ederdi. 





Oruç İbadeti:





Efendi kuddise sırruhu’l aziz Hazretleri Ramazan orucu dışında nafile oruçlardan eyyam-ı beyz, pazartesi ve Perşembe oruçlarını tutmaya gayret ederdi. Ramazan ayında itikâfa girerlerdi. Son zamanlarda ihvanların ve misafirlerin çokça gelmesi yüzünden nafile oruçları ve itikâf ve yapamadıklarından biraz yakınırlardı.





Günlük Evrâd





“Evrâd” sözlükte; “gelmek, çeşmeye varmak, suya gelen topluluk, akan su ve dere” anlamlarını taşıyan “vird” kelimesinin çoğuludur. Vird; Kur’an-ı Kerim’den ve Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ve selefi sâlihînden nakledilen meşhur duâları ve meşhur virdleri lâyık olduğu şekilde öğrenip, yapmaktır.





Virdler Allah Teâlâ’ya yakınlık kazanmak için okunur. Vird, vecdin meydana gelmesine ve vâridelere yani kalbe doğan mânalara vesiledir. Bu yüzden “virdi olmayanın vâridi olmaz” denilmiştir.





Evrâd ve ezkâr, imanı kuvvetlendirir. İmandaki sağlamlık Allah Teâlâ’nın o kul üzerindeki lütfunu çoğaltır; zühd, takva, ihlâs, vera’ gibi, makamların kazanılmasına sebep olur. Manasını bilip bunlar üzerinde düşünerek dua etmek imanı artırır, duanın amacına ulaşmasını temin eder.





Her tarîkatın hususî bir virdi bulunur.





 Efendi Hazretleri günlük üzerine vazife kıldığı zikrini yapar, sabah ve ikindiden sonra Evrâd-ı Bahaiyye’yi ve Delâil-i Hayrât’a devam ederdi. 





 Günlük olarak da 41 defa Salât-ı Nâriye (Tefriciye)[77]





اللـَّهُمَّ صَلِّ صَـلاَ ةً كَـامِـلَةً وَ سَـلِّـمْ سَـلاَمـًا تَـامًّا عَلَى سَيِّدِناَ مُحَـمَّد´ ٱلَّذي تَـنْحَـلُّ بِـه اْلـعُـقَدُ وَ تَـنْفَـرِجُ  بِـه اْلـكُـرَبُ وَ تُـقْـضَـى بِـه اْلـحَوَائــِجُ وَ تُـنَـالُ بِـه الـرَّغَـائِــبُ وَ حُـسْـنُ اْلـخَــوَاتِـمُ وَ يُسْـتَـسْقَـى اْلـغَـمـَامُ  بِوَجْهِـهِ اْلـكَـريـمِ وَ   عَـلىَ  اٰلِـه  وَصَـحْـــبِه  في كُـلِّ لَـمْحَةٍ وَ نَفَسٍ  بِعَدَدِ كُـلِّ مَعْلوُمٍ لَكَ





21 defa Salât-ı Fâtih’i [78]





اَللـَّهُمَّ صَلِّ عَلى مُحَـمَّد´ اْلـفَـاتِــحِ لِـمَـا اُغْــلِقَ وَ اْلــخَـاتِـمِ لِـمـَا سَـبـبَـقَ  نَـاصِـرِ اْلـحَـقِّ بِـاْلـحَّـقِّ وَ اْلـهَـاديِ اِلَى صِـرَاطِكَ اْلمُـسْتَقِـيمِ وَ عَلَى اٰلِـه  حَـقَّ قَـدْرِ ه   وَ مِـقْدَارِ ه   اْلعَـظِيـمِ





 ve Kur’an-ı Kerim’i okur,[79] ihvanlarına da okumalarını tavsiye ederdi.





Ayrıca ihvanlara aşağıdaki tesbihâtı yapmalarını tavsiye ederdi.





71 adet [80]                                        لاَ حَـوْلَ وَ لاَ قُــوَّةَ اِلاَّ بِاللهِ الْـعَلِيِّ الْـعَـظيِمِ





51 adet  (evden çıkmadan önce)





  بِسْـــمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيم





101adet                                                                وَاَتُوبُ اِلَـيْهِ اَسْتَـغْــفِـرُ ٱللهَ





101 adet [81]   سُبْحَانَ ٱللهِ وَبِحَمْدِهِ، سُبْحَانَ ٱللهِ الْعَظِيمِ                              





 اَسْتَـغْــفِـرُ ٱللهَ  ٱلَّذى لاۤ  اِلـهَٰ اِلاَّ هُوَ ٱلرَّحْمٰنُ ٱلرَّحِيمُ اْلــحََىُّ الْقَــيُّومُ





                 ٱلَّذى  لاَ يَمُوتُ ِبيَِـدِه الـــْخـَيْرُ َربّىِ اغْفِرْ لِى





25 adet





21 adet (gece yatarken)                                         بِسْـــمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيم





Akşam ve sabahın farz namazından sonra yedi kere;[82] 





 اَلـلـّٰــهُمَّ اَجِرْنيِ مِنَ النَّارِ      





Her farz namazından sonra 11 adet salâvat-ı şerife [83]





اَلـلـّٰــهُمَّ  صَلِّ عَلٰى  مُحَمَّدٍ  وَ عَلٰى اٰلِ  مُحَمَّدٍ وَصَـحْـــبِه وَسَلِّمْ





“Allahümme salli alâ Muhammedin ve alâ Âl-i Muhammedin ve sahbihî ve sellim” ve üç istiğfar okunur.





 Sabah ve ikindinin farz namazından sonra yedi adet Tevbe suresinin son iki ayeti diğer vakitlerde bir adet okumak.





لَـقَدْ جۤاءَكُمْ رَسُولٌ مِنْ َانْفُسِكُمْ عَزيزٌ عَلَـيْهِ مَا عَنِـتُّـمْ  حَريصٌ عَلَـيْكُمْ بِالْـمُؤْمِنِيـنَ رَؤُفٌ رَحِيمٌ فَاِنْ تَوَلَّـوْا فَقُلْ حَسْبِىَ ٱللهُ  لاۤ  اِلـهَٰ اِلاَّ هُـوَ عَلَــيْهِ تَــوَكَّــلْـتُ  وَهُـوَ رَبُّ الْعَـرْشِ الْعَـظِــيمِ





10  adet                                                                           يَا حَــيُّ  يَا قَــيُّـوم ُ





اَلـلـّٰــهُمَّ  صَلِّ وَسَــلِّمْ  وَ بٰارِكْ  عَلٰى سَـــيِّدِنٰا مُحَمَّدٍ وَ عَلَـيْكَ وَ عَلَى اٰلِكَ  وَاَصْـحَابِكَ وَ اَزْواجِكَ  وَ زُرِّيـَّاتِكَ  وَ اَهْـلِ  بَـيْـتِكَ  يَا سَــيِّدِنٰا رَسُـولِ اللهِ في كُـلِّ لَـمْحَةٍ وَ نَفَسٍ ِعَدَدَ مَا سِوَاى عِـلْمُ اللهِ بِ دَوَامِ مُـلْـكِ اللهِ  وَ بَـقَـاءِ اللهِ





Borçlu ve rızk genişli için kırk defa;





 اللَّهُمَّ اكْفِـنِى بِحََلِكَ عَنْ حَرَامِكَ وَأَغْنِــنِى بِفَضْلِكَ عَمَّنْ سِوَاكَ





Her farz namazdan sonra okunacak dua





وَ عَلٰى جَـمِـيعِ اْلاَنْبِـيَاءِ وَ الْمُرْسَلِيـنَ  وَ عَلىَ اٰلِهِمْ  وَاَصْـحَابِهِـمْ وَ اَزْواجِـهِـمْ وَ زُرِّيـَّاتِـهِـمْ  وَ اَهْـلِ بَـيْـتِهـِمْ اَجْـمَعـِينَ  اَلسَّـــلاَمُ عَلَــيْكَ  َايـُّـهـَا اْلنَّبِـيُّ وَرَّحْمَةُ اللهِ وَ بَرَكَاتُـهُ وَ الْحَمْدُ ِللهِ رَبِّ الْـعَـالَمـِيـنَ مِـثْــلَ ذٰلِـكَ





Mülk (Tebâreke) Suresi gece okunur.





SOHBET ADABI





Sohbetin Hikmeti





Sohbet Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem tarafından tesis edilmiş terbiye usûlüdür. Sahabe-i Güzin radiyallâhü anhüm bu şekilde terbiye görmüştür. Tarîkatlar hepsinde bu usûl esas alınmakla birlikte Nakşibendî yolunda temel şartlar arasındadır.





Şâh-ı Nakşibendi kuddise sırruhu’l-azîz buyuruyor ki;





“İki davar sağacak kadar zaman olsa da sohbet ediniz.”





Bizim yolumuz sohbet yoludur, toplulukta da rahmet vardır.” Kalpleri bir olan yani kalpleri birbirine uygun olan kimselerin topluluğu Allah eâlâ ve Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme  sevgilidir. Allah Teâlâ ve Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin sevdiği bir topluluk dünyada da ahirette de sevilir. [84]





Sohbetin ilk başladığı yer olarak Mohaçkaleli Şeyh Abdulvahid Dağıstânî Efendi Hazretleri buyurur ki;[85]





“Bu sohbetimiz Miraçta Allah Teâlâ ile Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem arasında yapılmış sohbetin sırrı üzere başlamış, Ebûbekir radiyallâhü anh ile devam etmiş ve daha sonra silsile yolu ile hala günümüze kadar devam eden bir yoldur.”





Molla Câmî’nin tabiriyle “Ez sohbet-i dervîşân bûy-i Muhammed âmed”dir. (Dervişlerin sohbetinden Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin kokusu gelir.)[86]





Eğer sen hidâyet istersen Ehl’u-llâh meclisine devam et!.. Erenlerin sohbetini dinle!. Ta ki,...senin gönlüne de hidâyet gelsin..[87]





     Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;





“Hayırlı bir sohbet, mümin için ikibin kere iki bin (4 Milyon) sohbete kefaret olur.”[88]





Sözlerden de anlaşılacağı üzere sohbet Allah Teâlâ’nın ve Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin sünnetidir.





“Sohbet müessirdir, sohbet ve ülfet, insanoğlunun iç bünyesine, karakter yapısına siner, tesir eyler; debbağhâneye gittiğin vakit üstüne pis koku, gülhâneye gittiğin vakit ise, gül kokusu sindiği gibi...





Dünya ehlinin dedikodudan ibaret meclislerinde bulunmak yahut mânevî ve ruhanî meclislerin yükseltici, olgunlaştırıcı havası içinde sohbet eylemek de insan üzerinde aynı müspet veya menfî tesîri ya­par.” [89]





Sohbetin gerekliliği hakkında Nasreddin Hoca’nın şu sözü çok manidardır.





“Kâbili hitap bir adam bulamazsam, merkebimle sohbet ederim, sohbeti terk etmem.”





Sohbetin Amacı





Allah Teâlâ’nın rızası ve terbiye için gereklidir.





Efendi Hazretleri buyurur ki;





“Gardaşlarım! İki ihvanımız bir araya geldiklerinde üçüncüsü pirândır” [90]





“Sohbette edebinize muhabbetini­ze sahip olun.[91]  Her sohbette vuslat vardır.  Hiç vuslatsız sohbet olmaz.  Hiçbir şöhret afatsız olmaz.  Öyleyse şöhretten kaçının” 





Sohbette ne zuhur ederse,  ona kanaat edilmesi tavsiye olunur. Sohbet,  tecrübeli kimse ile yapıldıkta ihvana yardımcı olur.





 Efendi Hazretleri sohbetine “Gardaşlarım” diyerek başlardı. Önemli bir kelâmı üç defa tekrar ederdi,





Sohbetlerden sonra (son senelerinde) “Anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az.” Atasözünü hatırlatırlardı.





Efendi Hazretleri sohbette oturur iken çaylar gelir.  Bir süre rabıta eder. Sonra başını kaldırır.





“Gardaşlarım! Bu dünya bir âlem. Allah Teâlâ’dan geldik. Allah Teâlâ’ya gideceğiz.” Sonra biraz murakabe eder, sonra “Gardaşlarım, çay içerken, kulağımız bir ses ister” der, güzel okuyuşlu bir ihvan ilahi okuturdu.





Erenlerin sohbeti ele giresi değil





İkrâr ile gelenler mahrum kalası değil





İkrâr gerek bir ere göz açıb dîdâr göre





Sarraf gerek gevhere nâdân bilesi değil





Bir pınarın başına bir destiyi koysalar





Kırk yıl anda durursa kendi dolası değil





Ümmî Sinan yol ayan oluptur belli beyân





Dervişlik yolu hemân tac ü hırkası değil





Hz. Pir Ümmî Sinân-ı Halveti kuddise sırruhu’l-azîz





İlâhi Okuma





Bazı çevreler ilâhi okunması konusunda tepkili davranırlar. Fakat evliyaların dilinden dökülen ilâhî nameler okunursa feyz zuhur eder. Çünkü bu ilâhilerin yazılışları doğuş denen bir usül ile olur. Yani yazan eline kalemi alır. İçine doğan cümleleri peşi peşine kafiye ve diğer şiir usüllerini düşünmeden bitmeden yazar. Neticede şiir doğar. Şairlerin yazdıkları bu türlü değildir. Onun için ruhun ilâhî âlemden aldığı nâmeler ruhu dinlendirir. Bazen öyle bir durum zuhur eder ki, Kur’an-ı Kerim’in okunmasından fazla tesir eder. Bunun nedeni ise, ilâhî kelâma nüfuz etmek insana zordur. Fakat beşer kelamı olan ilâhîye ise, ünsiyet kolay olmaktadır. Aslında Kur’an-ı Kerim’deki olan mânevî durum ilâhiden çok fazladır. Fakat fark edilmesi zordur.





Ebu’l Harkânî kuddise sırruhu’l aziz demiştir ki;





“Eğer bir kimse bir ilâhi okuyup bununla Hakk’ı dilese, Kur’an-ı Kerim’i okuyup Hakk’ı dilememesinden iyidir.” (Nefâhatü’l Üns, a.g.e. 444)





Ayrıca bazıları da ilâhiyi sazla okumuştur. Bu konu hakkında en güzel cevap belki şu açıklama olacaktır.





Şeyhu’l-İslâm Mustafa Sabri Efendi, Mevkıfü’1-Akli ve’l-İlm adlı eserinde şöyle bir kıssa anlatmaktadır:





“Ben, Anadolu vilâyetlerinden büyük bir vilâyet olan Kayseri’de talebe iken, işittiğime göre Hocam Divrikli Mehmed Emin Efendi ki, Kayserili Hacı Torun Efendi’nin damadı diye meşhurdur. -Allah her ikisine de rahmet etsin-. Şeyh Damad Halil Efendi adında meşhur ilim adamlarından biri kalabalık ilmî bir cemaat içinde





“Onu övgü ile tesbih etmeyen hiç bir varlık yoktur. Ama siz onların tesbihlerini anlayamazsınız” (İsra, 44) ayetinde çalgı âlet­leri âyetin manası içine nasıl girebilirler?” diye bir soru sormuştur. Damad Emin Efendi’nin mantıkta büyük bil­gisi vardı, şöyle cevap vermiştir:





“Ayetteki kazıyye (önerme) umûmîdir. Her varlık ki, var oluşu sebebiyle Allah Teâlâ’yı tesbih eder ve böylece bu ayetin hükmüne oyun âletleri de girer. Zira bunlar da mevcut varlık olmaları sebebiyle Allah Teâlâ’yı tesbih ederler. Oyun âletlerinin insanları Allah Teâlâ’nın zikirden alıkoymaları ve şeriatın onu yasaklaması sebebiyle asıl maddelerinin Allah Teâlâ’yı zikirden yoksun olmaları lâzım gelmez.”





Mantık bilgisi sebebiyle hüküm çıkaran bu hikâyeyi Mısır’da kalabalık ilmî bir topluluk içinde anlattım. Ge­reken ilgi ve alaka gösterilmedi. İhtimal ki, bu ilgisizlik mantık ilminin Mısır’da gerektiği gibi, takdir edilmeyişin­den ve gaflette olanların bu ilim aleyhinde bulunmasındandır. [92]





Sohbetin Yapılış Şekli





Efendi Hazretleri için mânevi bir makam hazırlanır. Pirânın manevi makama teşrif edecekleri bir hakikât olduğuna itikat edilir.





Sohbette oturuş namaz oturuşu gibi, rahatsızsa rahat edeceği şekilde yerde oturulur.





Ken’an Rifâî kuddise sırruhu’l-azîz başından geçen şu hadise bu konuyu çok güzel anlatıyor.





Bir gün Harem-i Şerifte diz çökmüş oturuyordum ve dizlerim uyuştukça da ara sıra va­ziyetimi değiştiriyordum. Yanıma bir zat geldi: Ya Efendi, huzurunu bozma da bağdaş kur otur, rahat et, zararı yok! dedi.





Öyle ya huzursuz diz çöküp oturmaktansa, huzur ile bağdaş kura­rak oturmak elbet daha iyi... Edep sâde zahirî hareketler ve görünüşler ile değildir. Sen kalpte huzurunu muhafazaya dikkat et. Çünkü Allah Teâlâ kalbe ve niyete nazar eder. Elverir ki, sen onunla olasın.” [93]





Sohbette çay içmek sohbetin ana özelliklerindendir.





Çay için semaver kurulur. Sohbette içilmiş çayın tortusu tuvalet gibi, mekanlara dökülmez.[94]





Çayı sâki adı verilen kişi hazırlar ve çayları dağıtmada yardımcı kişiler bulunur.  Çaylar kıtlama usulü ile içilir. Bu usulün tercihi ortanın kaşık sesleri huzuru bozmaması içindir. Çay içilirken sesiz fokurdatmadan,  bardak tabağına korkan sessiz bir şekilde konulmasına dikkat edilir.  Eğer Efendi Hazretleri veya her hangi bir büyük varken o içmeden çaya başlanılmaz.





İhvanlar sair zamanlarda sigara içmek men edildiği gibi,  soh­bet mekânında ihvan olmayanın içmesi hoş karşılanmaz.





Sohbet halkasında ayrılmak sessizce olur,  giderken,  “ben gidi­yorum” gibi kelamlar söylenmez. Ayrıca saate bakmak gibi bıkkınlık ifade eden hareketlerden kaçınılır.[95] Sohbette edebe çok önem verilir. Cezbeli hali olanlar uyarılır veya büyükler o halden geçmesi için gerekli manevi terbiyenin usulleri ile ihvandaki bu hali terk ettirir. Çünkü bağırmak ve nara atmak yol başında görülen zayıf hallerdendir.





“Hasan Basri radiyallâhü anhın bir müridi vardı, Kur’an-ı Kerim’den okunan bir ayeti işitince kendini yerden yere vurur ve feryat ederdi. Hasan Basri radiyallâhü anh ona,dedi ki;





“Eğer yapmakta olduğun şu hareketi yapmamaya kadir olduğun halde ya­parsan, bütün muamele ve taatını yokluk ateşine vurmuş olursun. Eğer yapmamaya kadir değilsen, beni kendinden on menzil geride bı­rakmış olursun. Sonra: “Nara Şeytandandır,” bir kimse nara atar­sa, hakikâtte o narayı atan ancak şeytandır,” dedi. Burada hüküm, gâlib ve şayi olana göre verilmiştir. Zira her yerde vaziyet böyle değil­dir. Nara atmamaya muktedir olduğu halde kendisinden sayha çıkan bir kimse şeytandır, diyerek Hasan Basri radiyallâhü anh sözünü bizzat kendisi şerh etmiş­tir.” [96]





Devrekli İsmail b. Ali şöyle anlatıyor: “Şam’da iken bir gün Mevlânâ Hâlid kuddise sırruhu’l-azîzin evine gittim. İltifatlarına nail olunca cezbe hali gelip bir nevi zorlama ile cezbe izhar etmeye çalıştım. Gözlerimi açınca Şeyh hazretleri yanındaki şahsa





“İsmail’e söyle, hal ile cezbe ortaya çıktığında onu tutmak gerekir. Neden zorla­yarak izhar eder de cezbesini tutmaz? Tekellüfle cezbe göstermek riyadır. Oysa riya zinadan daha büyük günahtır. Haline tevbe etsin.”[97]





Burada en önemli husus eğer cezbe haline ihvan sahip olamıyorsa, dersinin veya halinin mürşidi tarafından yükseltilmesi gerekir.





Sohbetin Usulü





İhvanlar ister sohbette olsun,  ister başka bir yerde olsun kendinden önce bu yola sülûk edene karşı saygı göstermesi gerekir.





Sohbet yerinde sülûk görmüşler,  görmeyenlerden, ihtiyarlar gençlerden,  dersi önceden alanlar sonra alanlardan daha üst köşeye, konuşmada önceliğe,  sohbetin idaresine hak sahibidir.





Efendi Hazretleri dahi bulunduğu sohbetlerde dahi kendinden önce ihvan olmuş kişiler gelince yerinden kalkar onlara kendi yerlerine buyur ederdi. Mesela Peşkircioğlu Nuri Efendi kendisinden önce ders aldığı için içeri girince yerinden kalkardı.





İhvanın büyükleri söz söylerken dikkatle dinlenir.  Büyüklerin yüzlerine cebhî bakış kerih görülür.





Eğer ilahi okunuyorsa dışardan gelen kişi,  ilahi bitiminde mekâna dâhil olur. Söz söyleyecek ise, izin isteyerek söze başlar.





Şeyh Şerâfeddin kuddise sırruhu’l-azîz (d:h. 1292–m.1875  h.y.t:  h.1355–m. 1936) “Sohbet için mutlaka dokuz şart lazımdır.” Buyurmuştur.





1—Bir yerde toplantı ve sohbet  için davet olunulduğunda o mecliste asla şeriata aykırı bir şey olmamalıdır. Her ne kadar davete icabet sünnet ise, de, eğer  bir toplantıda yemek-içmekten başka bir maksat yok ise, o meclisten hiçbir fayda hâsıl olmayacağından o davete icabet etmemelidir





2—Yemek sırasında adâba ve sünnet-i seniyyeye riayet edilmelidir.





3—Bir  mecliste konuşuluyorsa münkirattan, inkârdan ve malâyâniden, boş sözlerden içtinab etmek, kaçınmak lazımdır. Eğer bir yerde yalan, gıybet vs. var ise, imanı olanları bun­dan men etmeli, uyarmak için nasihatte bulunulmalıdır.





4—Sohbetin bir yöneticisi olmalıdır. Sohbet yerinde kargaşa olmamalı, herkes sakin şekilde oturmalı, bir nizam ve intizam üzere olunmalıdır.





5—Sohbet meclisine sirayet edecek derecede gam ve kasavet sahibi olan bir kimse mecliste oturmamalıdır. Kalbinde bir dert ve sıkıntısı olanlar, sohbete git­memelidir.





6—Manevi sohbet meclisinde  dünya işleri  ve  geçimle ilgili şeylerden  bahsedilmemelidir. Zira bunun yeri,  tasavvuf sohbeti  değildir.





7—Davet sahibinin o davetten muradı ne ise, onu iyi anlayıp mükemmel surette ihtimama ve muradına cevap vermeye gayret sarf etmelidir. Ancak yine davet sahibinin  arzusundan ziyade diğer kimselerin arzusuna bakılmamalıdır.





8—Sohbet meclisini  üç ya da beş saatten ziyade uzatmamalıdır. Zira ziyade olursa söze malayani  ve takvaya muhalif unsurlar  karışır.





9—Sohbet sonunda, o mecliste sâdır olan  ahkâma aykırı söz ve davranışlar  için, yirmi beş kez is­tiğfar edilmelidir. Sohbetten sonra birkaç ayet  okunmalı ve bağışlanmalıdır. [98]





Türkelili Mevlâna Küçük Hüseyin Efendiden dinledim.





1966 yılı haccında Efendi Hazretleri ile bulundum. Hacdan sonra vekâleye, Efendi Hazretlerini ziyarete gittiğimde Hacı Bekir Efendi yüksek sesiyle, 





Cânân ilinin güllerinin bağı göründü      





Dost ikliminin lâlesinin dağı göründü





Envâr-ı Muhammed doğuben tuttu cihanı





Şakku’l kamerin mu’cize parmağı göründü





Kaygu gecesi gitti kamu kalmadı korku





Eyyûb’a dahi sıhhatinin çağı göründü





Dil hastasının derdine dermanı erişti





Şemsî’ye bu gün dostunun otağı göründü





Söylüyor ve ağlıyordu. Şeyhimiz Efendimiz Hazretleri buyurdu ki;





“Gardaşlarım! mahşerde böylece toplanacağız. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin Havz-ı Kevseri’nin başında bütün tevhit ehli ehlullah cem olacağız cemâle tevhid sesleriyle gideceğiz. Tevhit ehli Ehlu’llâh’a, Nâci Fırkası’na yakınlığa vesile tayin olunduk.





“Gardaşlarım! Tevhîd ehlisiniz. Nâci Fırkası sıratı görmeyecek. Hesapta sorulmayacak. Mahşere gidiş yokuştur.” dedi elinde tesbihi dik tuttu 33 sübhâna’llâh’ı tarif etti.





“Sırat düzdür.” dedi 33 elhamdüli’llâh’ı düz tutarak tarif etti.





“Cenneti cemâle gidişimiz iniştir” dedi 33 Allah-u Ekber’ı aşağı tutarak tesbihini tarif etti.





“Her namazın sonunda tefekkürle okuruz” buyurdu. Biraz sükûttan sonra başını kaldırdı, buyurdu ki;





“Gardaşlarım! Ölümü, berzâhı mahşeri tefekkür edin. Namaz kılarken Beytu’llâhı, salavât-ı şerife okurken de Ravza-ı Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi tefekkür edin ve hatırlayın. Gayri zamanda bizi hatırlayın. Yolunuz düşerse Mekke’ye Medine’ye gidin.  Fakat bizi unutmayın.    Bizi Sivas’ta bulursunuz.





Gardaşlarım! İhvanımız bizi unutmaz. Bizde ihvanımızı almadan cennete gidersek, cennet bize haram olsun” deyince ihvan gözyaşıyla ayağa kalktı Şeyhimizde ayağa kalktı elini öpen her ihvana “Fî-emâni’llâh” [99]  dedi. En son eline uzandım. “Fî-emâni’llâh”  dedi ve ilâve olarak;





“Allah Teâlâ’dan temiz geldik, emaneti ehline temiz teslim edelim” buyurdu. Şeyhimden duyduğum son söz oldu.





HATM-İ HÂCEGÂN ADABI





Hatm-i Hâcegân





Bu hatmeye Büyük Hatim adı verilir. Okuyuş usulünün Hasan Basrî radiyallâhü anhdan geldiği rivayet edilir. Hâcegân bu usûl üzere tertip etmişlerdir.





Sadece ders almış erkekler toplanıp Hatm-i Hâcegân ya­parlar.





“Hanımlara Hatm-i Hâce yoktur bunu bil. Çünkü geçmiş büyükler kadınlarla Hatm-i Hâce yapma­dılar sen de değiştirme.”[100]





Sultân-ı Ulemâ-billâh Fehmi Efendi kuddise sırruhu’l-azîz buyurmuşlardır ki, “Ehl-i sülûkün helâli olan haremiyle bile içtimaında mânevî olan kanatları kırılır, terakki edip uçamaz, yeryüzünde kalır.” [101]





Bu nedenle, ehl-i tarikin erkekleri kadınlar konusunda şeriatın çizgisini sağlam tutmalıdır.





 Büyük hatmi okumak isteyen kardeşimiz,  sülûkü bitirmiş olmalı altı seneden beri dersli olmalı veya bu dersleri okumuş ve en az üç kişi olmalıdır. Lüzumunda tek başına bir kişide de okuyabilir.





Eski dönemlerde sülûk görmeyen hatmeye dâhil edilmediği halde, bu usûl zamanın icabı terk edildiği gibi, camilerde okutulan hatmelerde ise, gösteri halini almasının önüne geçilemediği görülmektedir.





Zamanı





Pazar ve Perşembe ikindiden sonra veya akşamı okunur. Ramazan ayında ise, her gün akşam okunur. Duruma göre bölgede yaşayan insan­ların durumları göz önünde alınarak, tespit edilen bir saatte okunur.





Hatim Memurları





Hatim Hocası





Hatim hocalarının seçimi bizzat şeyh tarafın­dan yapılır. Hatm-i Hâcegân-ı okutmakla yetki­lidir.  Bazılarında yeni intisap eden kişilere ders tarif etme yetkisi de vardır.





Hatim Çavuşu





Hatim esnasında taş dağıtımı ve ihvanın hal ve hareketini düzenleyen kişidir.





Hatm-i Hâcegân’ı Okuyuş Usûlü





Hatmenin loş bir ortamda okunması tercih edilir. Buhur yakılabilir.





Hatim Hocası ve çavuş haricinde herkes gözlerini kapatır.





Cemaat sessiz ve gözü kapalı oturur ve zikir emirlerini bekler. Sözle veya hareketle müdahale yasaktır. Okunacak salâvat, dua ve sureler içten ve sessiz okunmalıdır. Kendisine taş yetmeyen kişiler, gözleri kapalı bir vaziyette okumadan bekler.





Hatmenin başlaması taş dağıtımı ile başlar. Böylece eline taş gelenin gözünü hatme bitene kadar açmaması gerekir. Hatim Hocasının taşı yere sertçe bırakmasına kadar gözler kapalı tutulur. Taşın düşme sesiyle Silsile-i şerif okunmaya başlanır.





Silsile-i şerif okunup bitene kadar, gözler kapalı tutulması uygundur, fakat mecbur değildir.





Hatm-i Hâcegân’ın Zikri





7 Adet Fatiha Suresi





100 Adet Salâvat-ı Şerife





79 Adet İnşirah Suresi (Besmele ile beraber)





1001 Adet İhlâs Suresi (Besmele ile beraber)[102]





7 Adet Fatiha Suresi (Besmele ile beraber)





100 Adet Salâvat-ı Şerife (adetlerde fazlalık ve eksiklik yapılmamaya çalışılmalıdır. Çünkü Nakşî usulünde “adet” üzerinde vukuf esaslardandır.)





Hatm-i Hâcegân’ın Yapılış Şekli





Hatim Çavuşu arkadaşları daire şeklinde namazda oturur gibi, dizer. Hatim çavuşu tarafından toplam 100 adet küçük 11 adet büyük taş alı­nır.





11 büyük taştan bir tanesi Hatim Hocasının önüne, 6 adedi sağ tarafa, 4 adedi de sol tarafa ayrılır.





100 adet küçük taştan 79 adedi hatim hocasının sağ tarafından itibaren, çavuş tarafından ihvana dağıtılır. 21 adet kü­çük taş Hatim Hocasının elinde kalır.





Hatim Hocası Hatme Duasını okur.





Daha sonra Hatim Hocası hatm-i Hâceganı okutmaya başlar. Hatim hocası sesli, diğerleri de içinden





5 defa “Estağfirullah” dedikten sonra, orada bulunan herkes içinden son Estağfirullah’ı





  َاسْتَــغْـفِـرُ الله َالْـعَـظيِمِ َالْـكريِمِ اَلرَّحِيمِ َاْلــحَىُّ الْقَــيُّومُ وَ غَـفَّارَ  الذُّنُوبَ وَاَتُوبُ اِلَيْهِ   يَا ربّىِ اغْفِرْ لِى





“el-azim, el-kerim, er-rahim, el-hayy-ul kayyum ve gaffara’z-zunûbe ve etûbu ileyhe, ya rabbiğ firlî”  birlikte denir.





Sonra Hatim Hocası da dâhil olarak sağ taraftan itibaren 7 kişi içlerinden besmele ile birlikte Fatiha suresini okurlar.





Sonra hatim hocası





صَـلَــوٰات شَريفَة





“Salâvat-ı Şerifeh”





Der, herkes kendi elindeki taş adedince içinden salâvat-ı şerifeyi





(Allahümme salli ve sellim ala Seyyidinâ Muhammedin ve ala âli Seyyidinâ Muhammedin bi adedi ilmik) okur.





اَلـلـّٰــهُمَّ  صَلِّ وَسَــلِّمْ  وَ بٰارِكْ  عَلَى سَـــيِّدِنٰا مُحَمَّدٍ  وَ عَلَى اٰلِ سَــيِّدِنٰا مُحَمَّدٍ بِعَدَدِ عِـلْـمِكْ





Hatim Hocası da elindeki 21 adet küçük taşa salâvat-ı şerife okuyunca salâvat-ı şerife 100 adede ta­mamlanmış olur. Bu arada ihvan râbıta halini alır.





Daha sonra Hatim Hocası “Elem Neşrahleke-i Şerîf” der, orada bulu­nanlar içlerinden besmele ile beraber ellerindeki taş adedince “İnşirah Sure­sini” okurlar. Bu da 79 adet olmuş olur.





Daha sonra Hatim Hocası elindeki 21 adet küçük taştan bir kaç tanesini kendine bırakıp, geri kalanını çavuşa verir. O da hatim Hocasının, sol tarafından itibaren o taşları ihvana dağıtır.





Daha sonra Hatim Hocası sesli olarak “İhlâs-ı Şerif” der ve herkes içinden besmele ile beraber elindeki taş adedince “İhlâs Suresini” okur.





Her bir seferinde hatim memuru da 10 Adet büyük taştan 1 tanesini diğer tarafa koyar, bu işlem 10 defa tekrarlanır. Her bir büyük taşa 100 adet İhlâs Suresi okunduğu için 1000 adet İhlâs Suresi okunmuş olur. Hatim Hocası 1 adet İhlâs Suresi ilave eder. Daha sonra Hatim Hocası dâhil sol taraftaki 7 kişi içinden besmele ile beraber “Fatiha Suresini” okur.





Daha sonra Hatim Hocası “Salâvat-i Şerifeh” der, herkes içinden elinde­ki taş adedince yani toplam 100 adet “Salâvat-ı şerife” okur.





Daha sonra kıraati düzgün bir kişi tarafından





َربَّنــَا  لاَ تُزِغْ  قُلُوبَنَا بَعْدَ اِذْ هَدَيـْـتــَنَا وَهَبْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً اِنَّكَ َانْـتَ الْوَهَّابُ {٨}





Al-i İmran Suresi, 7. ayeti okunur. Sonra taşlar, çavuş tarafından sol taraftan itibaren toplanmaya başlar, bu arada da Hatim Hocası kendi içinden, okunan ayet-i kerime ve salâvat-ı şerife ve hatm-i Hâcegândan hâsıl olan sevabı belli bir düzenle hediye eder ve torbaya toplanmış taşları ses verecek şekilde yere bırakır. Dileyen gözünü açar. Böylelikle hatm-i hâcegân bitmiş olur.





Sonra Silsile-i şerif okunur.





Ebû Said Muhammed el-Hâdimi şöyle der:





“Kim Hacegân hatmesinden sonra şeyhlerin silsilesini okur­sa kendisinde keşif ve yücelmeler hâsıl olur. (Bilhas­sa vird ve zikir sahibi kimseler, kendilerine ruhani bir hâl galip çaldığında mutlaka bu silsileyi okumalıdır­lar.)[103]





Hatimden sonra tatlı bir şeyin ikramı şerbet, lokum, helva vb. uygundur.





Hatm-i Hâcegân’ın Fazileti





Hatm-i Hâcegân hakkında birçok faziletler olduğu rivayet edilir.





1-O memleket afattan emin olur Yetmiş bin melâike hazır olur.





2-Pirânların ruhaniyeti okuyanlardan razı olur.





3-Pirânın manevi sofrasıdır.





SEYR-U SÜLÛK





Tasavvuf ve tarîkatlardaki eğitim ve terbiye işine verilen genel ad seyr u sülûktur.





Seyr-u Sülûk: İki sözcükten oluşan Arapça bileşik bir terimdir.





Sözlükte: Seyr, Yürümek; Sülûk ise, gitmek ve yola girmek demektir. İkisi de ilmin, bilginin ilerlemesidir. Madde hareketi değildir.





Tasavvuf ise mistik usullerle özel bir eğitimden geçmek demektir. Yani cehaletten ilme, kötü huylardan güzel ahlaka, kulun fanî varlığından Allah Teâlâ’nın varlığına yönelmesidir.





Sülûk, tasavvuf yoluna giren insanların Allah Teâlâ’ya olan vuslata hazırlayan ahlakî bir eğitimdir. Bir başka ifadeyle seyr u sülûk, tarîkata giren kimsenin manevi makamlarını tamamlayıncaya kadar geçeceği hal ve makamlara verilen addır.





“Sülûkten amaç güzel ahlakı elde etmektir. Yoksa keşf-ü keramet değildir.”





Seyrin başı sülûk; yani yola girmek, sonu da vusul; yani Allah Teâlâ’ya kavuşmaktır. Allah Teâlâ’ya vuslat Allah Teâlâ’yı görüyormuşçasına kulluk (ihsan) şuûruna ermek, daima Allah Teâlâ ile beraber olma halini yakalamak, O’na teslim olup O’ndan razı olmaktır. Her iş ve fiilin gerçek failinin Allah Teâlâ olduğunu kavramak ve varlık iddiasından kurtulup gerçek tevhide ermektir.





İmâm-ı Rabbânî ; “Seyr ve sülûkten maksat, nefsi kötü huylardan ve çirkin sıfatlardan temizlemektir”demiş, bu çirkin sıfatların başında da nefse düşkün olmak ve onun arzularına, isteklerine tutulmak geldiğini ifâde etmiştir.





Tasavvufî terbiye içinde seyr u sülûkte süreklilik ve devamlılık esastır. Tarîkata girmekle iş bitmediği gibi, kulluk görevleri gereği gibi, yerine getirilmesi gerekmektedir. Bâyezîd Bestâmî müridlerine buyurur ki;





“Bâyezid’in derisine girseniz, onun ahlakıyla ahlaklanmadıkça bir işe yaramaz?”





Unutulmayacak önemli husus tarîkata intisap dünyevi ve uhrevi kurtuluşun tek çaresi değildir. Çünkü manevi kurtuluş, son nefese bağlıdır. Son nefeste iman selameti elde etmenin yolu, bu dünyada istikamet üzere yaşamaktır. Takvaya ermek, ibadet ve muamelatta ihsan ve ihlâsta devamlılık esastır.





MEVLÂNA HALİD BAĞDÂDİ KADDESE’LLÂHÜ SIRRAHU’L AZÎZİN 32. MEKTUBU





Allah Teâlâ kabrini münevver ve kokulu kılsın. Mevtana Hâlid kaddese’llâhü sırrahu’l azîz bu mektubu, müridler için zikrin adabı hakkında yazmıştır. Sadât-ı Kiram nezdinde itimat edilen de bu adablardır.





Rahman ve Rahim olan Allah Teâlâ’nın adıyla.





Yardımı, yalnız ondan talep ederiz. Hamd Allah Teâlâ’ya mahsustur. O bize kâfidir. (Selam Allah Teâlâ’nın seçtiği kullar üzerine olsun.)





Bu mektup faydası olacağı umularak önderlerimiz yüce Nakşibendî Sadat-ı Kiramı kaddese’llâhü sırrahumü’l azîzân nezdinde zikrin ve diğer bazı edeplerin neler oldu­ğu hakkında yazıldı.





Bilesin ki, birinci zikrin yani kalb ile yapılan ism-i zât zikrinin edepleri şunlardır:





Zikri yapan kişi namazdaki teverruk oturuşunun tersine oturacaktır. Abdestli ve önü kıbleye gelecek şekilde sağ ayağını sol bacağının altından çıkarıp sağ kalçasının üzerine dayanarak oturacaktır. Dil ile beş, onbeş ve­ya yirmibeş sefer 'estağfirullah' diyecektir. Gözlerini kapatacak, üst dişleri alt dişlerinin üstüne gelecek, dudaklarını bitiştirecek, dilini ağzın üst tavanı­na, damağına yerleştirecektir.





Bütün duyguları ile kalbe yönelerek hayali ile zikrin kalbe geçmesine dikkat edecektir. Nefesi kendi halinde gidip gelecektir. Kalbiyle günahkâr ve kusurlu olduğunu, hiçbir şeye kabiliyeti olmadığını, bütün salih amelleri­nin boş olduğunu ' düşünecektir. Yaptığı amelden ümidini kesip, Allah Teâlâ’ya itimat edecek, O’nun faziletine güvenecektir.





Sonra, ölümü, ölümün hallerini, kabri, kabir korkularını ve ölümün şu anda kendisine geldiğini ve bu nefesinin dünyada aldığı son nefes olduğu­nu tefekkür edecektir.





Daha sonra bir Fatiha ve üç ihlâs-ı şerifeyi dil ile okuyarak sevabını ta­rikatın imamı, yaratılanların gavsı, akan feyiz ve yayılan nur sahibi Hz. Hâce Bahauddin Nakşibend eş şeyh Muhammedü'l-Üveysiyy'ül Buhari kaddese ’llâhü sırrahu’l azîze hediye edecektir. Kalbiyle de istimdat isteyecektir.





Bundan sonra, Şeyh'inin suretini iki kaşları arasında sabit kılacaktır. Onu alnında tasavvur edecektir. Kendi alnıyla Şeyhinin alnına dik­katlice bakarak kalben ondan istimdat isteyecektir. Şeyhinin suretini al­nında tutarak, istimdat istemeye RABITA denir.





O sureti hayaliyle kalbinin ortasına atar, öylece orada bırakır. Bütün duygularını kalbiyle birleştirir. Kalbini her şeyden boşaltarak lafza-i celâli ve manasını, eşi ve benzeri olmayan zatı kalbinde tasavvur eder. Zaten ism-i akdesten anlaşılan da odur. Lafza-i celalin delalet ettiği mana ile kalbini dolduracaktır. Kalbini bu düşünceyle doldurmasına vukuf-i kalbi denir.





Vukuf-i kalbiye gerek vird çekerken gerekse virdin haricinde mümkün olduğu kadar riâyet etmek gerekir. Zikrin en kâmil şartı ve faydalı olanı bu­dur. Sonra vukuf-i kalbiyle birlikte kalb diliyle, "Allahümme ente maksudi ve ridake matlubî" denilmelidir.





Sonra kalbiyle zikre başlamalıdır. Fakat mümkün olduğu kadar vukuf-u kalbiye ve kalbin Allah Teâlâ’dan başkasından boş olmasına dikkat edilmeli­dir.





Her yüz çekildiğinde veya daha az miktarda: "Allahümme ente mak­sudi ve ridake matlubi" cümlesi tekrarlanmalıdır.





Vird esnasında zikir yapan kişide kendinden geçme ve bütün dünya­dan gafil olma gibi bir hal peyda olup, nefsinde ve şuurunda az bir şey kaldığında hemen zikri terk edip vukuf-i kalbiye dalmalı, onun keyfiyetine tabi olmalıdır.





Virdden dolayı gelecek varidatı bekler. Kalbini feyzin inişine hazır tu­tar. Zira kendisi idrak edemese bile az bir müddet içinde birçok feyizler üzerine yağabilir. Sonra isterse bu varidatla gözlerini açabilir. İkindiden sonra kendisi için bir saat veya daha az bir müddet ayarlar ki o saatte zikir yapmadan rabıta ve vukuf-u kalbiyle meşgul olur.





Müridin kalbi, istese de başka şeyleri düşünemeyecek ve Allah Teâlâ’nın zik­rinden gayrisinin giremediği bir duruma geldiğinde Ruh latifesine geçilir. Ruh latif bir cisim olup sağ memenin altındadır. Sonra'da SIR'ra geçilir.





Sır, sol memenin üstünde, kalbin yukarısındadır. Sonra HAFÎ'ya ge­çilir. Hafî sağ memenin üstünde Ruh'un yukarısındadır. Sonra AHFÂ'ya geçilir. Ahfâ, göğsün ortasındadır.





Bu beş letâif emr âlemindendir. Hiçbir madde yaratılmadan önce Cenâb-ı Allah bunları Ol (kün) emriyle yaratmıştır. Cenâb-ı Mevla bunları yat­tıktan sonra Âlem-i halktaki letâiflerle birleştirmiştir. Âlem-i halk letâifleri Cenâb-ı Allah Teâlâ’nın maddeden yarattığı nefs-i natıka ve anasır-ı erbaadır. (Toprak, su, hava, ateş)





Daha sonra zikir nefs-i natıkaya geçirilir. Bu nefsin yeri dimağdır. Di­ğer dört unsur nefse dâhildir.





Yukarıda saydığımız yerler sırasıyla zikir yerleridir. Kalbten sonra letâiflerdeki zikrin sağlamlaşması ve sabitleşmesi yine ifade edilen tertibledir. Nefis letâifinde zikir sağlamlaşıp yerleştiğinde zikr-i sultanî hâsıl olur. Zikr-i sultanî demek; zikrin insanın bütün vücuduna yayılması, hatta her şeyde zik­rin görülmesi demektir.





İkinci zikir nefy-ü isbat zikridir. La ilâhe illallah keli­mesi ile yapılan zikirdir. Letâiften sonra bu zikir telkin edilir. Adabı ve keyfi­yeti şöyledir:





Birinci zikirde olduğu gibi dilini üst damağına yapıştırır. Nefesini göbe­ğinin altında tutar. Sonra göbekte LA'yı düşünür. Göbekten dimağa kadar bir çizgi şeklinde çeker. Oradan 'İLAHE' lafzını sağ omuza çeker. Sağ omuzdan 'İLLALLAH' lafzını çam şeklindeki kalbe indirir. Kalb bir et parçası olup sol yandadır. Kaburga kemiklerinin en küçüğünün altındadır. Lafza-i Celali kalbe kuvvetlice vurdurarak en derin köşesine indirmelidir.





O kadar kuvvetli vurmaladır ki hararetiyle bütün vücud etkilensin. Nefy tarafı olan 'La ilahe' lafzıyla tüm sonradan yaratılan şeylerin varlığını nefy edecektir. Onlara yok gözüyle bakacaktır. İspat tarafı olan 'İLLALLAH' lafzıyla da Hak Teâlâ'yı ispat edecektir. Ona 'Beka' gözüyle bakacaktır. Kelime-i Tevhid bütün letâiflerin yerlerini kuşatacaktır. İntikallerde hâsıl olan çizgileri ve kelime-i tevhidin manasını mülahaza etmelidir. Kelime-i tayyibenin manası bütün ibadet edilen şeyleri nefyetmektir. Zira mabud olan şey maksud olur. Bu kelimenin sonunda “Muhammedurrasullullah” demelidir. Bunu söylemekle Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimize ittiba etmeye bağlı kalacağını ira­de eder.





Zikr-i Sultanî: Zikri-i sultani bir insana galip olursa artık o her şeyden zikir işitir. Allah Teâlâ'yı teşbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Zikr-i sultani sahibi bu ilahi sırra mazhar olur.





Kelime-i tevhidi nefesinin kuvvetine göre tekrarlamalıdır. Nefesinin ancak kelime-i tevhidin tek olduğu vakit bırakmalıdır. Buna “vukuf-i adedi” denir. Her nefesini bırakmadan evvel kalbiyle: "İlahi ente maksudi ve ridake matlubi" demelidir. Nefesini bıraktıktan sonra biraz istirahat etmelidir. Sonra tekrar aynı minval üzere ikinci nefese başlanır. Yalnız her iki nefes arasın da gafil olmamaya dikkat edilmelidir.





Bir nefesle yirmi bir sefer 'la ilahe illallah' söyleyebilecek seviyeye ge­lindiğinde kendisinden gafil olma ve zikirde kayb olma hali hâsıl olur. Buna zikrin neticesi de denir. Eğer sayı yirmi bire ulaştığı halde zikrin neticesi hâsıl olmazsa muhakkak edeplerde eksiklik ve kusur bulunmasından dola­yıdır. Bu durumda salikin baştan başlaması gerekir. Salikin fiili ve kavli, ameli ve itikadının zikirin manasına uygun olması gerekir. Zira bu nefy-ü isbat virdini çeken kimse zikrin dışında Allah Teâlâ’dan başkasını kendisine maksad olarak görmeye devam ediyorsa veya herhangi bir işinde Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin sünnetine muhalif hareket ediyorsa o kimse yalancıdır. Zikrinde doğru değildir.





Nefy-ü isbat zikrinde nefeslerin adedini herhangi bir şarta bağlamak yoktur. Önce cezbeye kabiliyeti olanlara birinci zikir, önce sülukun hâsıl ol­ması kabiliyeti olanlara ikinci zikir iyidir. Her ikisi de kalbi zikirdir.





Salik zikirde çok çalışıp hakkıyla gayret gösterirse, menfi olanları yok edip müsbet olanda sabit durursa ve nitece de hâsıl olursa kendisi için murakebe gerekir.





Zikrin haricindeki adap şunlardır. Devamlı abdestli bulunmak, abdest sünnetlerini, işrak sünnetlerini, istihare sünnetlerini, kuşluk sünnetlerini, evvabın sünnetlerini kılmak. Teheccüt namazına cemaate ve namazın gerektir­diklerine devam etmek. Bunun yanında yapabilirse ikindiden sonra rabıta ve zikirle meşgul olursa daha kâmil ve efdâl olur. Bütün bu vakitlerdeki amel çok mühimdir.





Müride lazım olan, kitaba ve sünnete tabii olmak ve bidatlari terk et­mektir. Herhangi bir iş ve çalışmayla meşgul olan müridin virdi gece ve gündüz beşbinden aşağı olmamalıdır. Daha fazla çekerse güzel ve kâmil bir iş yapmış olur. Çalışmayan kimse beşbinden fazla çekmeli mümkün ol­duğu kadar vaktini zikirle geçirmelidir.





Mürid tarikatı kabul etmeyen kimselerden ne kadar uzak durursa o kadar iyi olur. Zira münkirlerle karışıp görüştüğü ilişkide bulunduğu ölçüde, batın ehlinde kalb kasveti ve gaflet meydana gelir.





Yemek hakkında riâyet edilmesi gereken edepler şunlardır: Yemekle­rin en güzellerini aramamalıdır. Yemek, namaz kılmayan tarikatın münkiri veya cünüb olan kimsenin eliyle hazırlanmış olmamalı. Temiz abdestli ve namaz kılan kimselerin eliyle hazırlanmış olmalı. Yemek hususundaki bu edepler yapılması güzel olan edeplerdir. Vacip değildir.





Mürid ibadetlerinde, adetlerinde şeriate riâyet etmelidir. Herkes kendi güç ve takatine göre dört fıkhî mezhebten birine uymalıdır. Sünnet-i seniyye'ye ittiba etmelidir. Nefsini de­vamlı zillet içinde düşünmeli, Allah Teâlâ’ya yalvarıp O'na dönmelidir.





Nerde olursa olsun kalbini şeyhinin kalbine bağlamalı şeyhinin huzurunda ve uzağın­da karşısındaymış gibi edep ve terbiyesini korumalıdır. Tevfik veren Allah Teâlâ'dır. Tevfikin sahibi O'dur. Allah Teâlâ’nın bol salât ve selamı Efendimiz Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin âlinin ve ashabının üzerine olsun.





Sübhane Rabbike Rabbil izzeti amma yesifun ve selamun alel mürselin vel-Hamdü-lillahi Rabbil-âlemin.





AÇIKLAMA:





İsm-i Zatın zikri kalb ile yapılan zikirdir. Havas olanlar nezdinde hakiki zikir zikir edile­ni bulmak ve onu kalbi ile hatırlamaktır. Yoksa gafil kalble, dil ile yapılan zikir değildir. Bu şe­kildeki zikir havasın yanında muteber değildir. Cenâb-ı Allah "Unuttuğun zaman Rabbını hatırla" [104] âyet-i celilesinde işaret ettiği gibi zikrin ilk derecesi Allah Teâlâ’dan gayrisini unutmaktır. Âyet-i celiledeki 'unuttuğun' sözünden. Allah Teâlâ’dan gayriyi 'unuttuğun va­kit' manası kastedilmiştir. Zira sen Allah Teâlâ’dan başkasını unutmadığın takdirde hakiki tevhide ulaşamamışsın demektir. Her şeyi unuttuktan sonra kendi nefsini de unutmalısın. Zira senin varlığın Allah Teâlâ’dan başkasının varlığını gerektirir. Hâlbuki zikrin tam manasıyla gerçekleşme­si Allah Teâlâ'dan başka her şeyin yok olmasına bağlıdır.





Sen bu mertebeye ulaştığın vakit senin zikrin onun zikri olur. Zira sen nefsinden kaybolmuşsun. Kendi zikrini O'nun zikrinde unutmuşsun. Bu hal devamla sende kökleşince, sen O'nun kendi zatını zikrettiğini göreceksin. O zaman O'nun zikrinde bütün zikirleri ve zikir edeni unutacaksın. Kişinin dünyadaki saadeti ve ahiretteki kurtuluşu Allah Teâlâ’nın zikrine devam edip, üzerine düşmekle gerçekleşir. Göz açıp kapayıncaya kadar Allah Teâlâ’nın zikrinden gafil ol­mak caiz değildir. Bunun için âlimlerimiz "Nakşibendî sadatı yanında zikr-i kalbiye devam etmek, başlangıçta maksadı kolaylıkla ele geçirir. Nihâyetin bidâyette hâsıl olmasını sağlar. Bunun içinde zikr-i kalbiyi uygun bulmuşlar ve tercih etmişlerdir." demişlerdir. Söylediklerimizi doğrulamak için Allame Mustafa Bekir Sıddıkî'nin “Suyufü'l-Hidad” ki­tabında zikrettiklerini aşağıya alıyoruz.





"Molla Abdurrahman Hindi şöyle buyurdu:' Bazı kitaplarda şöyle nakledilmiştir. Sıddık-i Ekber Nakşibendî usulünce kalbi zikre devam ediyordu. Tam bir cemiyyetin hâsıl olması ve zat-ı âliyenin feyz ve cemalinin müşahedesine rağbetinden nefesini kesiyordu. Zat-ı Barinin tecellisi çok tatlı ve hoş olduğundan ancak sabaha karşı bir kere nefesini bırakıyordu. Bunun üzerine komşuları onun evinden pişirilmiş et kokusu geldiğini zannettiler. Hz. Ebu Bekir'in her gün et pişirdiğini kendilerine hiç vermediğini Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme şikâyet ettiler. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem kendile­rine:





'Sizin aldığınız koku et kokusu değildir. Onun ciğerinin kokusudur.'buyurdular.





Bu tarikatı âliye zikr-i kalbi sayesinde şerefin fazlasına nail olmuş ve her zaman bü­tün tarikatlardan daha üstün bir makam kazanmıştır. Zira bu Nakşibendi tarikatı Hazreti Ebu Bekir Sıddık radiyallâhü anha mensup olup zikir sayesinde O'nun göğsüne emanet edilen manevi sırra varis oldukları için bu tarikata “Tarikat-ı Sıddıkiye” denilmiştir. Zira Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem "Ebu Bekir'in sizden efdal olması çok namaz kılmakla ve oruç tutmakla değil, onun kalbinde sabit olan ilimledir." [105] Diğer bir hadis-i şerifte Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem "Allahü Teâlâ'nın benim göğsüme indirdiği hiçbir şeyi bırakmadım ki Ebu Bekir'in kalbine akıtmamış olayım." [106] buyurmuştur.





Ey âşık olan talib.





Bu durumda her taraftan yüzünü çevir. Tamamıyla tarikatı âliyenin büyüklerine yönel. Bu tarikat sahabeyi kiramın ve tabiinin yolunun aynıdır. Onların batınla­rından himmet iste. Onlar öyle kişilerdir ki hadis-i şerifte belirtildiği gibi onların sohbetlerinde oturan şaki olmaz.





Mevlana Halid kaddese’llâhü sırrahu’l azîz mektubunda söylediği gibi tarikata yeni giren kimse tarif edildiği üzere zikir yapmalıdır. Tevfik veren Allah'tır. Doğru yola hidâyet eden de odur.





Zikirden maksat; kalbin temizlenmesi lekelerden tasfiye edilmesidir. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efen­dimizin "İnsan cesedinde bir parça vardır. O parça iyileştiği zaman bütün cesed iyi olur. Bozulduğu zaman bütün cesed bozulur. Biliniz ki o parça kalbtir" [107]hadis-i şerifi buna işarettir.





Hakiki kalbin yuvası olan zahiri kalbe tamamen yönelip Lafza-i Celâl'i üzerinden gezdirmek lazımdır. Uzuvları kıpırdatmadan bütün bedenle  “çam kozalağı” şeklindeki kalbe yönelmektir. Zahiri kalbin suretine yönelmek değildir. Lafza-i Celâl ile birlikte medlul ve ma­nası olan fakat keyfiyet ve şekilden münezzeh misli ve benzeri olmayanı tasavvur edecek­sin. Onunla birlikte hiç bir sıfatı düşünme. Yanımda hazır veya bana bakıyor gibi şeyleri de aklına getirme. Bunları düşünürsen yüce makamın mülahazasından uzaklaşıp, makamını daha aşağılara düşürmüş olursun.





Vahdeti çoklukta görme arzusuna düşme. Şekilsizlikle müptela olma. Şekil dairesinde şekilsizliği görmekle teselli bulma. Zira İmam-ı Müceddid'in buyurduğu gibi, keyfiyetin ayna­sında zahir olan ne olursa olsun keyfiyetsiz olamaz. Çoklukta zahir olan ne olursa olsun ha­kiki vahid olamaz. Ancak keyfiyetsizliği keyfiyet dairesinin dışında, vahid-i hakikiyi de çokluğun dışında talep etmek lazımdır. Allah Teâlâ herkesten daha iyi bilir.





Lafızlarla manalar arasında alaka olduğu gibi, sağlam aklın delalet ettiği üzere ruhlar ile cisimler arasında kuvvetli bir ilgi vardır. Etkinin ve etkilenmenin iki taraf arasındaki ortak hissetme ile meydana geldiği sabittir. Ruh veya cisimden herhangi birine üzüntü veya ferah gibi bir hal olursa öteki de ondan müteessir olur. Mana ile lafızlar arasında etki ve etkilenme ilişkisi yoktur. Ruh ve ceset arasındaki aşırı bağlılık; aşkın çokluğu, muhabbetin fazlalığı ve ezeldeki birbirleriyle tanışmalarından hasıl oluyor. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin:





"Ruhlar donatılmış bir ordudur. Allah Teâlâ için birbirini tanıyanlar kaynaşır. Tanı­layanlar ise ihtilaf eder." hadis-i şerifi ile 'Ruhların sahipleri birbirlerini görmedikleri halde müminlerin ruhları bir günlük mesafeden buluşurlar."[108] hadis-i şerifi söylediklerimize delildir.





Bu iki hadis-i şerifin manalarından ruhlar ve cisimler arasındaki ünsiyet ne kadar kuvvetli olursa manevî tesir, himmet ve yüce Allah Teâlâ’nın nurlarının kalbe akması da o kadar çok olacağı anlaşılır.





Bundan dolayı da bu özelliklere sahip kimselerin cisimleri ve suretleri düşünüldüğünde himmet ve manevi tesir olur. Söylediklerim ehli nezdinde müşahede edilmiştir. Bu yolda hareket eden de bunu tadarak anlayabilir.





Allame Molla Aliyyul-Kari “Şerh-i Şemail”de şöyle der;





"Din ehli olan büyük zatların suretlerini onları görmeyen kimselere tebliğ etmek gerekir. Zira onlardan buluşmakla istifade edildiği gibi, suretlerini düşünmekle de bereketlenilir. Büyük zatların suretlerini hayalde muhafaza etmek şer’an faydalıdır. Zira sahabe-i kiram da aynı şeyi yapmıştır."





Bu gerçeği cahil ve mutaassıp hak ve hakikatten uzak olanlardan başkası inkâr et­mez.





Bilinmesi gereken konulardan biri de bahsedilen rabıtayla meşgul olmaya ancak tari­kata yeni girmiş mübtedilerin ihtiyacı vardır. Mubtedi: Allah Teâlâ'ı tefekkür ve zikir sırasında kal­bini huzuruna mani olacak vesveselerin ve havatırların esaretinden kurtaramayan kimsedir.





Şeyhinde fani olmuş oradan fena fir-resul makamına ulaşmış, nihâyete varanların her ne surette olursa olsun, rabıtayı düşünmeye ihtiyaçları yoktur. Fena fi'r-resul makamı, haki­katte ve nefs-ul emirde Hak Teâlâ'nın aynasının görünen ışığıdır. Zati tecelliyatın şuhuduna geçmek için bir köprüdür. Bu durumda olan bir kimsenin yerde ve gökte benzeri ol­mayan Allah Teâlâ’nın şuhudunda yok olması ve O'nun fenasında kaybolmanın huzurunu elde et­mesi için rabıtaya ihtiyacı yoktur.





Başlangıçta kâmil şeyhin suretini düşünmek, fenâfillah makamına ulaşmaya sebebtir. Başka türlü iddialarda bulunanlar hedefe varmadan hataya düşmüşler, hadlerini aşmışlar, bilmediği şeylerle hükmettiklerinden zulüme girmişlerdir.





Allah Teâlâ zalimleri sevmez.





İmam-ı Rabbani kaddese’llâhü sırrahu’l azîz şöyle der:





"En yüksek maksat Cenâb-ı Bari Teâlâya vasıl ol­maktır. Allah Teâlâ tenzih ve takdis kemalatında olduğundan talip ve Ma'tlub arasındaki ilişkiyi sağlayacak, Allah Teâlâ’nın izzet makamına yaklaştıracak seyr-ü süluku bilen kâmil bir mürşid la­zımdır. Talibin Matlub'a vasıl olabilmesi için mürşid-i kâmilin iki taraf arasındaki münasebeti düzenlemesi lazımdır. Talib olan kimse matlubu ile münasebeti nasıl kuracağını öğrendik­ten sonra mürşid-i kâmil ortadan çıkar. O zaman mürşid'in tavassutuna ihtiyacı kalmaz."





Bu yolun başlangıcında ve ortasında mürşid-i kamilin aynası olmadan taleb edileni görmenin mümkün olmadığı anlaşılıyor. Sonunda ise mürşid'in vasıtası olmadan, Mahbubu Hakiki'nin cemali tecelli eder. Kalb gözü açılır. Gayb görünmeye başlar. Ehl-i irfanın maka­mının nihâyeti olan açık bir vuslat hâsıl olur; Allah Teâlâ herkesten daha iyi bilir ve gayb'a O hü­küm verir."





Cenâb-ı Allah'ın kendisine kuvvetli bir akıl sağlam bir kalb verdiği kimse, insanın on cüzden mürekkep oluduğunu bilir. Bunların beş tanesi âlem-i halktandır. Ölçü ve takdirle bilinebilen cisimlerden olan şeylere halk âlemi diyoruz. Bunlar, nefs-i natıka ve dört unsur olarak bilinen, toprak, su, hava ve ateştir.





Beş tanesi âlem-i emirdendir. His, hayal, yön ve mekânla sınırlanmayan, mesafe ve maddesi olmayan, Allah Teâlâ’nın 'Ol' emriyle iradesinin tecellisi etmesiyle yaratılan şey­lere “emir âlemi” denir.





Cenâb-ı Allah kâmil olan kudretiyle bu âlem-i emirin beş letâifiyle, âlem-i halkın beş letâifini aşk yoluyla birleştirmiştir. Öyle ki bunlar birbirinden ayrılmak istemezler. Aşktan dolayı âlem-i halkın letâifleri, âlem-i emirin letâiflerini hükmü altını almıştır.





Âlem-i emirin letâifleri şunlardır:





Kalb latifesi, ruh latifesi, sır latifesi, hafa latifesi ve ahfâ latifesidir. Bunların zahiri âlem-i halktan sayılır. Batınları âlem-i emirdendir. Allah Teâlâ "Bili­niz ki; Halk ve emir hepsi 0'nundur."[109] âyet-i celilesiyle bunlara işaret etmiştir.





Nakşibendî tarikatının büyükleri fena ve beka mertebelerine ulaşmak için seyr-ü sulukun başlangıcını âlem-i emire uygun görmüşlerdir. Zira yükselme ancak aşağıdan yukarıya doğru olur. Yukarıdan aşağıya terakki olmaz. Diğer yüce tarikatların meşayihi izamı letâifin suretlerine baktıklarından Nakşibendî Sadatı'nın tersine âlem-i halkı aşağıda görmüşlerdir. Bundan dolayı sureten aşağıda olandan sureten yukarıda olana ilerlemişlerdir. Hakikatin o şekilde olmadığını bilememişlerdir.





Zahirde aşağıda olan hakikatde yüksektedir. Zahirde yüksek olan da hakikatte aşağı­dadır. Çünkü son nokta olan halk âlemi yükseliş ve vuslatın merdiveni olan birinci noktaya daha yakındır. Zahir'in düzelmesi ve batının temizlenmesinde yardım olmadığından bu ya­kınlık birinci noktadan başka hiçbir noktaya müyesser olmamıştır.





Sadat-ı Kiram'ın nezdinden önce zahiri temizlemek sonra da batını temizlemek gerekir. Çünkü bu tezkiye ve temizleme en mühim vaciplerdendir.





Bunun vacip olması Kur'an-ı Kerim ve hadis-i Nebevilerde sabittir. Zahiri ve batını temizleme ve tasfiye etme bir daha ayrılmamak şartıyla Kitab-ı Azize ve sünnet-i Resul'e sımsıkı yapışmakla mümkündür. Fakat bu zahiri ve cüz'i bir çözümdür. Tezkiye ve tahliyenin hakikati kalbini ve letâifini Allah Teâlâ’nın aşkıyla süslemek, güzel ahlak üzere bulunmak, hakikat ilmin nurlarında yürümek ve mükâşefe ilmi diye tabir edilen batın ilminin okyanusuna dalmakla hâsıl olur.





Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem "Kim bildiği şeylerle amel ederse Allah Teâlâ Ona bilmediği şeyleri de ihsan eder." [110] buyurmuşlardır. Bu durumda zahiri ve batını ilim birbirleriy­le ruh ve ceset gibidir. Aksi durumda batınî ilim bedensiz ruh gibidir. Allah Teâlâ yolundaki ma­kamları kat etmekte bu ikisi iki kanat gibidir.





Bu yüce tarikatta, seyr-ü suluk eden kimseye önce kâmil ve teveccühü kuvvetli bir mürşid lazımdır. Ta ki onun yanında sülük edip terbiyesiyle hidâyet bulsun. Mürşid-i kâmilin teveccühünün bereketiyle salikin vücudunun hiç bir kısmı zikirden, nisbetten ve zatî huzur­dan boş kalmasın. Zikr-i hafinin meyvesini elde etsin. Âlem-i emirden olan beş letâif hakiki makamlarına dönsün.





Bu konuyu daha geniş bir şekilde “Büluğü'l-Eman” kitabımızda açıkladık. Hidâyet eden Allah Teâlâ’dır. Bütün işlerde dayanağımız O'dur.





Amcam Mevlana Halid kaddese’llâhü sırrahu’l azîz Hazretleri, müridin, ilahi yardımı ve rabbani feyzi elde edebil­mesi için. Mutlak olarak, şeriatın tüm adabına riâyet etmesini ve kâmil bir şekilde yerine ge­tirmesini tembih etti. Bunlar devamlı abdestli bulunmak, abdestin sünnetlerini ve hadislerde yapılması teşvik edilen şeyleri yerine getirmektir. Bunları yaparken de niyeti; sevaba nail ol­mak, Allah Teâlâ’nın nezdinde derecesini yükseltmek olmalıdır. Emredilen edepleri yerine getirme­si, müridi rızk ve maişetini temin etmesi için çalışmasına engel olmamalıdır. Zira o da iba­dettir. Mürid hem kendi işini yapıp hem de emredildiği şekilde hareket ederse her iki fazileti de tahsil etmiş olur.





Muhyiddin-i Arabî kaddese’llâhü sırrahu’l azîz, Yusufiye Şerhinde şöyle der:





"Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin ümmetinden birisi halkı Allah Teâlâ yoluna davet etme ma­kamında olduğunu iddia ediyor; ama şeriat edebinden birini yerine getirmeyip; -bu benim şahsımla ilgili bir meseledir- diyorsa. Onun akılları hayrette bırakacak zahiri hallerine itibar edilmez. O kimse şeyh de değildir. Çünkü şeriatın adabını muhafaza edemeyen kimse­ye, Allah Teâlâ sırrını emanet etmez. Sekr halinde olan kimse mesul değildir. Yukarıda­ki söylediklerimiz aklı başında olan kimseler içindir."





Hulasa-i kelam, Cenâb-ı Allah Teâlâ sırlarını ve nurlarını, güzel ahlak sahibi, Hz.Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin edebiyle edeblenmiş kimselere nasib eder. Mü'mine hürmetten uzak, şeriatın adabını terk etmiş kimseye, velilik verilmesi, Bari Teâlâ'nın hikmetine uygun değildir. Allah Teâlâ’nın hikmetinin gereği öyle kimselere sevab yerine azab versin, medh ü sena değil af ve mağfiret etsin. Yeri geldiği için şu kıssayı da zikredelim:





Beyazıd-ı Bestami kaddese’llâhü sırrahu’l azîz arkadaşlarına;





"Falan yerdeki velilikle şöhret bulmuş zatı ziyaret edelim " dedi. Beyazıd-ı Bestami Hazretlerinin kastettiği kimse zühd-ü takvasıyla nam almıştı. Beraberindekilerle evine yaklaşırken o adamın evinden çıkıp, camiye yöneldiği sırada, kıble tarafına tükürdüğünü gördüler. Beyazıd-i Bestami kendisine selam bile vermeden geri döndü ve şöyle buyurdu:





"Bu adama Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin bir edebini koruma anlayışı bile emanet edilmemiş; velilik nasıl emanet edilebilir? Bir adama ne kadar keramet verilirse verilsin. hatta havada bağdaş kurarak oturduğunu görseniz; itibar etmeyin. O kimsenin şeriatın edeblerine emir ve yasaklarına riâyet ettiğini görmeden aldanmayın."





Mevlana Halid kaddese’llâhü sırrahu’l azîz müridlere hasseten yemekte uyulması müekked olan sünnetleri tembih etti ki bu şekilde mürid bütün hareketlerinde sünnete tabi olsun. Hatta mubah işlerde bile şeriate göre hareket etsin. Zira kişi niyetini halis tutup, helal olan şeylere yönelirse, adet olan işleri bile kendisine taat ve ibadet sayılır.





Cenâb-ı Hakk bizleri hak sözü işitip en güzel şekilde ona uyanlardan eylesin. Gaflete düşmüş, hidâyet yolunun güzelliklerinden ve rızasından mahrum olun kimselerden etmesin. [111]





ESAD SAHİB










[1] Aşçı İbrahim Dede, a.g.e.  c. I, s.433





Bazıları buna ilave olarak şunu eklediler. “Beşincisi teveccühü Halidî”





[2] Bu kısım Muhammed b. Abdullah Hani, Âdâb, trc. Ali Hüsrevoğlu, İstanbul, 1980, s.251–261 deki bölümden ve Mevlana Şeyh Sâfiyuddin kuddise sırruhu, Reşahat, trc. Necip Fazıl KISAKÜREK, 1999, s.27–37 den faydalanarak yazılmıştır.





[3] (Gâfir, 19)





[4] (Yunus, 61)





[5] (Zümer, 63)





[6] Muhammed Hâşim Kışmî, Berekât Îmâm-ı Rabbani Ve Yolundakiler, trc. A. Faruk Meyan, İst. 1980, s.217





[7]  Nasrullah Efendi, Şah-ı Nakşibend, İstanbul,1979, s. 170





[8] Hadîs-i Kutsinin tamamı şöyledir: “Harama bakmak iblîs’in oklarından bir oktur ki, her kim benden korkarak onu bırakırsa, zevkine bedel ona bir îman veririm ki, onun halâvetini kalbinde duyar.” (Hâkim, Taberânî)





[9] (Sâffat,99)





[10]   “Öyle rical vardır ki, ne ticaret, ne de alış veriş onları zikrullah’tan alıkoyamaz.” (Nûr, 37)





[11] (BURGAY, Hasan,Hazreti Muhammed (s.a.v.)’in Varisleri, Ankara, 1994, s.238)





[12] Mevlevilerde halvet 1001gündür. Ebcet hesabına göre 1001 sayısı razı olmak makamıdır. Halvet asıl halk içinde yapılır. Bugünkü manada başkalarının acı ve ızdırabına tahammül etmektir. Bugün için şekil uygulaması yoktur. “Cemalnur Sargut Hanım”





[13]  (Kehf, 24)





[14] Ken’an Rifâî, a.g.e. s. 376 





[15] MEMİŞ, Abdurrahman, Halidî Bağdadî ve Anadolu’da Halidilik, İst, 2000, s.41





[16] Hafız Es-Sehâvî şöyle der: “Ebû Muzaffer b. Sem’âni der ki; ‘Bu söz merfû olarak bilinmez, bilakis Yahya b. Muâz er-Razi’nin sözü olarak hikâye edilir.” Kamûs’un sahibi Fiyruz Abâdî ise; bu Nebevî hadislerden değildir, çoğu insanlar bunu Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin hadislerinden sayarlar.





[17]   “Yemin olsun ki, insanı Biz yarattık ve nefsinin ona ne gibi vesveseler verdiğini biliyoruz ve Biz ona şahdamarından daha yakiniz.” (Kaf, 16) “Nefsin vesvesesi” tabiri, bir insanin, kendi kendine söylediği ve gönlünden geçirdiği gizli duygular, kararlar, vehimler, hatıralar ve bunlar gibi bütün batini şuur durumlarını da içine alır.





Nefsin şeriata göre en büyük silâhı “Vesvese vermek” tir. Bunlar o kadar gizli ve sessizdir ki, bazılarını melekler dahi bilmekten acizdirler. Onları da sadece Allah Teâlâ bilir. Nefisten gelen vesvese, şeytanın vesvesesinden daha gizli olmasından dolayı daha kuvvetlidir. Dolayısıyla nefis, şeytandan daha müthiş bir düşmandır. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem bu hususa “Senin en büyük düşmanın nefsindir.” Diyerek işaret buyurmuştur.





Şeriat makamında, nefis kalbi zikirden uzak tutmak ve ibadetlerin faziletini gidermek için “Şu iş olmasa, şu şöyle olsa!” gibi vesveselerle kalbi daima meşgul eder. Nefis bulunduğu makam ve dereceye göre, insana değişik tuzak ve hileler kullanır. Her ne kadar bazen uslu duruyor gibi görünse de silâhları yanı başında hazırdır. Hiç tahmin edilmeyen bir anda aniden o silâhı kullanır ve ruhu öldürür.





Mesela; abdestsiz namaz kılınmaz ama Necib Fâzıl demiş ki, “İki defa da abdestsiz namaz kıl, şu vesveseden kurtulmak için!..” yâni “Vesveseye itibar etme!” Tereddütle abdest bozulmaz demek istemiştir.





Tarîkat makamında ise, uyuma, fazladan nafile ibadet ve emirsiz zikir gibi emirler verir. Bu sebebleri çoğaltarak müridi Allah Teâlâ’dan uzaklaştırmaya çalışır.





Velâyet ve nübüvvet makamında ise; yersiz davaların peşinde koşturarak aklını karıştırır.





Marifete makamına geçince de Rubûbiyet konularına kafa yordurur.





Süleyman ed-Darani buyurdu ki;





“Kul ihlâslı olunca, vesvese ve riyanın çoğu kesintiye uğrar.”





[18] Gizli sese, düşünceye denir. Bir mastar olan “vesvâs” kelimesi şeytanın ismidir. “Şeytan, Âdem’e vesvese verdi.” manasına gelen birçok ayet de, şeytanın vesvesesine işaret edilmiştir. Şeytan “vesvesenin kaynağı” demektir. Meşhur olan manasıyla vesvese, nefsin veya şeytanın göğse attığı hayırsız, faydasız, alçak hatıra ve mülahazalara verilen bir isimdir.





Vesvese, hayalden öte geçemeyen ve mantıkça da hayal olan şeylerdir. Kalpte kabul görmeyen vesvesenin hiçbir zararı yoktur. Şeytan, Âdem aleyhisselâmın yaratılışında çevresinde dolaşırken ağzını açık görüp girdi. Âdem aleyhisselâmın yaratılışını anlamaya çalıştı. Kalbe kadar ulaştı, ancak gönlüne girmeye yol bulamadı. Çünkü Âdem aleyhisselâmın gönlüne girmek için Şeytan’a yol yoktur. Vesvese mahalli göğüstür, kalp değil. Bin endişeyle geri döndü. Âdem aleyhisselâmın kalbine giremedi ve herkes tarafından da böylece reddedildi. Bundan dolayı tarîkat büyükleri demiştir ki, kimi bir gönül reddetse bütün gönüllerde reddedilmiş olur. Kim bir gönül kabul etse bütün gönüller de onu kabul eder. Ancak halkın çoğu gönlü nefisten ayıramaz.





 “Gizli konuşmalar şeytandandır. Bu, iman edenleri üzmek içindir. Oysa şeytan, Allah’ın izni olmadıkça, müminlere hiçbir zarar veremez. Müminler Allah’a dayanıp güvensinler.” (Mücâdele, 10)





[19] MEMİŞ, Abdurrahman, Halidî Bağdadî ve Anadolu’da Halidilik, İst, 2000, s.42





[20] Nasrullah Efendi, a.g.e. s. 167–168





[21] DÖLEK, Âdem, Yrd. Doç.Dr. Atatürk Ünv. Erzincan İlahiyat M.Y.O. Hadis ABD. Öğrt. Üyesi, Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi IV (2004) Hadîsler Işığında Temizlik ve İbâdet Konularındaki Vesveseler ve Tedâvî Yolları Makalesi, Sayı: 4, s.48–69 “Bu kısım ad geçen makaleden faydalanarak yazılmıştır.”





[22] Tirmizî, Tahâret, 43; İbn Mâce, Tahâret, 49; Ahmed b. Hanbel, V, 136; Ayrıca bkz, Tebrîzî, Muhammed b. Abdillah el-Hatîb, Mişkâtu’l-Mesâbih, Beyrut, 1979, I, 131.





Hz. Ömer radiyallâhü anh buyurdu ki;





İblis’in zürriyyeti dokuzdur:





Zelitün, sokaklarda gezer, bayrağını sokağa dikmiştir;





Vesin, musibet­lerle beraberdir;





Evan, Sultan İle beraberdir; Hefaf, şarap İle beraberdir;





Mürre, üflemekle ses çıkaran çalgı aletlerinin yanındadır;





Leküs, ateşe tapanlarla beraberdir;





Müsevet, ağızlarda dolaşan yalan haberlerdedir;





Dasim, evlerde bulunur. Bir kimse evine girdiği zaman, Allah Teâlâ’nın selâmını vermez ise, aile fertleri arasında geçimsizlik olur.





Velehân, abdestde, namaz ve ibâdetlerde vesvese verir. (BURGAY, Hasan,Hazreti Muhammed (s.a.v.)’in Varisleri, Ankara, 1994, s.53)





[23] Ebûlbekâ, Eyyub b. Musa, Külliyyât Lüğaviyye, Beyrut, 1993, s. 398.





[24] Ebûlbekâ, s. 946.





[25] İbn Mâce, Tahâret, 48.





[26] Buhârî, Vudû’, 47; İbn Kuteybe, Garib, I, 8; İbnu’l-Kayyım, Şemsuddin Muhammed b. Ebî Bekr, Şeytanın Tuzakları (Terc: Ömer Temizel), Konya, 1993, I, 442–443; Geniş bilgi için bkz.Bâbânzâde, Ahmed Naim, Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercemesi ve Şerhi, Ankara, 1979, I, 166.





[27] Bkz. Serahasî, Şemsuddin, el-Mebsut, İst. 1982, I, 45.





[28] Buhârî, Vudû’, 4; Tirmizî, Tahâret, 56.





[29] Buhârî, Vudû, 4; Müslim, Hayız, 98.





[30] İbn Huzeyme, Muhammed b. İshak, Sahih, Beyrut, 1992, I, 19; Hâkim, Muhammed b. Abdillah, el-Müstedrek ala’s-Sahihayn, Beyrut, 1990, I, 227.





[31] İbn Huzeyme, I, 19.





[32] Ahmed b. Hanbel, III, 96.





[33] Müslim, Hayz, 99; Ebû Dâvud, Tahâret, 68 (177); Tirmizî, Tahâret, 56; İbnu Huzeyme, Sahih, I, 19.





[34] Ahmed b. Hanbel, II, 330.





[35]  Buhârî, Vudû, 1,





[36]  Buhârî, Vudû, 2, 6.





[37]  Buhârî, Vudû’, 3, 47; Bu konuda geniş bil için bkz. Bâbânzâde, I, 164–165; Canan, X, 542–543.





[38] Ebû Dâvud, Tahâret, 83 (211).





[39] Ebû Dâvud, Tahâret, 83 (210); Tirmizî, Tahâret, 84; İbn Mâce, Tahâret, 70.





[40] İbn Manzur, I, 33; Geniş bilgi için bkz. Bilmen, Ömer Nasuhi, Büyük İslâm İlmihali, İst. 1992, s. 70; İSAM (heyet), İlmihal, İst. ts. I, 193–194; Sofuoğlu, s.199.





[41] Heysemî, Ali b. Ebî Bekir, Mecmeu’z-Zevâid ve Menbeu’l-Fevâid, Beyrut, 1982, I,207.





[42] Erkekler, küçük abdestini bozduktan sonra, sol elinin işaret parmağı altta, başparmağı da üstte olmak üzere tenasül uzvunu dipten uca doğru hafifçe birkaç kere sıyırmak suretiyle idrar akıntısının yolda kalmamasını sağlarlar, sonra da taharetlenirler.





[43] Pamuk ile tıkama metodu vesveseli kişiler için en güzel ve pratik yoldur. (Yazan) 





[44] Zihnî, Mehmed, Nimetü’l-İslâm, İst. 1398/1977, 57; Canan, XIV, 566.





[45] Tirmizî, Tahâret, 38.





[46] İbn Mâce, Tahâret, 58; Ahmed b. Hanbel, V, 203.





[47] İbnu’l-Esîr, Mecduddin, en-Nihâye fî Ğarîbi’l-Hadîs ve’l-Eser, Beyrut, ts. V, 69; Fıkhî açıklamalar için bkz. Serahsî, I, 86.





[48] Zihnî, 57.





[49] Bu konularda şikâyetçi olanlara örnek olarak bkz. Saygılı, Sefa, Strese Son, İst.2001, s. 41; Emmelkap, Paul M. G. (heyet), (Terc: Birsen Ceyhun, Nursen Oral), Anksiyete Bozuklukları, Ankara, 1994, s. 126, 127; Karaçay, Yusuf, Bir Psikiyatristle Sohbetler, İst. 2001, s. 24–25; Goleman, Daniel, Duygusal Zeka (Çev: Banu Seçkin Yüksel), İst. 2003, s. 89.





[50] Ebû Dâvûd, Tahâret, 15; Tirmizî, Tahâret, 17; Nesâî, Ebû Abdirrahman b. Şuayb,Sünen, İst. 1992, Tahâret, 22.





[51] Buhârî, Vudû’, 28; Ebû Dâvud, Tahâret, 51; Nesâî, Tahâret, 68.





[52] Bkz. Sindî, Nuruddin. b. Abdilhâdî, Ta’lîkun alâ Sünen-i Nesâî, İst. 1992, I, 64.





[53] Buhârî, Ezan, 4; Müslim, Salat, 16,18, 19; Ebû Dâvud, Salat, 30 (516).





[54]  İbn Mâce, İkamet, 135.





[55] Buhârî, Sehiv, 7. Mâlik , Sehiv, 1.





[56] Müslim, Mesâcid, 88,89; Ebû Dâvud, Salat, 190; Nesâî, Sehiv, 24; İbn Mâce, İkâmet,132.





[57] Zürkânî, Muhammed b. Abdilbaki, Şerhu’z-Zurkânî alâ Muvattâ-ı li İmam Mâlik, Beyrut, 1990, I, 293.





[58] Buhârî, Sehiv, 2.





[59] Buradaki Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin  “Ben de unuturum” ifadesi, ahkâmın tebliğinde değildir. Ancak tebliğ dışındaki fiillerinde ise, âlimlerin çoğunluğu, vahiy ya da ilham yolu ile kendisine malum olması şartıyla yanılma vuku bulabileceği görüşündedirler. Nitekim Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemden de birkaç defa vaki olan sehiv ve unutma, “Benim unutmam” veya “unutturulmam, ancak kâide takriri için olur.” İfadesi gereğince ümmetine sehiv ve unutma arız olduğunda ne yapmaları gerektiğini fiilen göstermesi ve öğretmesi hikmetine müstenittir. (Bâbânzâde, II, 344).





[60] Buhârî, Salat, 31.





[61] Müslim, Selâm, 68; Ahmed b. Hanbel, IV, 216; İbnu’l-Kayyım, Şeytanın Tuzakları, I, 441.





[62] Ebû Dâvud, Salat, 18 (466).





[63] Müslim, Selâm, 69.





[64] İbn Mâce, Tahâret, 4; Dârimî, Vudû’, 2; Mâlik, Tahâret, 6 (36); Ahmed b. Hanbel, V, 282.





[65] bkz. Suyutî, Ta’lîk, VIII, 122.





[66] Hacc, 22/78.





[67] İbn Mâce, Menâsik, 63; Ayrıca bkz. Nesâî, Menâsik, 217; Ahmed b. Hanbel, I, 215, 347.





[68]   “Sonra bunların ardından öyle bir nesil geldi ki, namazı terk ettiler, heva ve heveslerine uydular; onlar bu taşkınlıklarının karşılığını mutlaka göreceklerdir. Cehennemdeki «Gayya» vadisini boylayacaklardır.” (Meryem, 59)





Her nefis, kazandığına karşılık bir rehindir. Ancak, (hesap defteri) sağ yanından verilenler başka: Onlar cennetler içindedir. Günahkârlara, ‘sizi şu yakıcı ateşe sokan nedir?’ diye uzaktan uzağa sorarlar. Onlar şöyle cevap verirler: Biz, namaz kılanlardan değildik...” (Müddessir, 38–43)





“Biz namazdan başka amellerden herhangi bir şeyin terkini küfür saymazdık.” (Tirmizi) “Namazın terki şirktir.” (Deylemi)





[69]  “Kim sabah namazını cemaatle birlikte kılar sonra da güneş doğuncaya kadar oturup Allah Teâlâ’yı anar daha sonra da iki rekât namaz kılarsa bu onun için tam ve eksiksiz olarak bir hac ve umre ecri gibi olur.” (Tirmizi)





[70]  “Allah Teâlâ’yı mahlûkatı sayısınca, nefsinin rızasınca, arşının ağırlığınca, kelimelerinin adedince tesbih (noksanlıklardan tenzih) ederim.”





[71]“Allah Teâlâ’yı hamdederek tenzih ederim, yüce Allah noksan sıfatlardan münezzehtir. Allah Teâlâ’m seni hamdinle tesbih ederim, mağfiretini diler, günahlarıma tevbe ederim.”





Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:





“Söylemesi dile kolay gelen, buna karşılık (kıyamet günü) terazinin sevap kefesinde ağır basan ve Rahmân (olan Allah Teâlâ)’ya çok sevimli gelen iki söz vardır ki, (bu) ‘Subhânallâhi ve bihamdihi’ (Allah Teâlâ’m! Sana hamd ederek, seni bütün noksanlıklardan tenzih ederim) sözüdür.”  (Buhari, Müslim)





“Her kim, günde yüz defa ‘Subhânallahi ve bihamdihi’ derse, denizköpüğü kadar bile (çok) olsa, onun günahları bağışlanır.” (Müslim)





[72] Yatsı namazından sonra vitri kıldıysa bu vitri kaza niyeti ile kılardı.





[73]“Mahlûkatın sahibi ve mevcudata benzemekten münezzeh olan meleklerin ve ruhun rabbi olan Allah Teâlâ’yı tenzih ve tesbih ederim.





Ey Allah Teâlâ’m Senin rızanı şefaatçi kılarak öfkenden sana sığınıyorum. Affını şefaatçi yaparak cezandan sana sığınıyorum. Senden de sana sığınıyorum. Sana layık olduğun senâyı yapamam. Sen kendini sena ettiğin gibisin”





[74] Ümmü Selleme radıyallahu anh anlatıyor: “Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem vitir namazından sonra oturduğu yerden iki hafif rekât daha kılardı.” (Kütüb-ü Sitte)





[75]   “Allah Teâlâ’m, senden hayırları yapmamı, kötü şeyleri de terk etmemi ve fakirleri sevmemi talep ediyorum! Kullarına bir fitne arzu edersen, beni fitneye düşmeden, yanına al!” (Tirmizî, Tefsir, Sad, (3231, 3232).





“Allah Teâlâ’m! Senden sevgini ve seni sevenlerin sevgisini ve senin sevgine beni ulaştıracak ameli talep ediyorum. Allah’ım! Senin sevgini nefsimden, ailemden, malımdan, soğuk sudan daha sevgili kıl.” (Tirmizî)





[76] Cenâb-ı Gavs-ı A’zam Efendimiz bir de şunu emir buyurdular ki,





“İstiğfâr-ı şerîfe devam olunsun. Çünkü istiğfar, aynı cünüp adamlar nasıl ki, hamamda tas ile su döküp pak olur ise, şeksiz ve şüphesiz istiğfar işte öyle insanı pak eder” (Aşçı c. I, s.527)





[77] Mağrib Halkı Salât-ı Nariye ile yağmur isterler. (Şeyh Yusuf Topçu, Tuhfe’tü-z Zakirîn, İst, 2000)





“Allah Teâlâ’m kendisiyle düğümlerin çözüldüğü, sıkıntıların açılıp zail olduğu, ihtiyaçların yerine getirildiği, arzu, isteklere ve güzel neticelere ulaşıldığı, kerim yüzü suyu hürmetine yağmur istendiği Efendimiz Muhammed sallallâhü aleyhi ve selleme O’nun âl ve ashabına her göz açıp kapama, her nefes alıp verme, Sana ma’lum her şey sayısınca kâmil salât ve eksiksiz selâm et.”





[78] Küçük Allame İbn-ül Münyar Hazretleri buyurdu ki; “Bu salavât-ı okuyan kimse “Delâil-ül Hayrat”ı dört kere okumuş gibi sevap alır.”





Bu salâvat için âlimler altıyüzbin salâvata bedeldir demişlerdir. (Şeyh Yusuf Topçu, Tuhfe’tü-z Zakirîn, İst, 2000, s. 314) Okuyuş usulü farz namazlardan sonra veya namazların bitiminde,  sabah beş adet, diğer vakit namazlarından sonra dörder adet okunur.





 “Allah Teâlâ’m kendisiyle kapalı kapıların açılan, işlerin bitmesi ancak O’nunla olan, Hakk ile gerçek yardımın sahibi, doğru yola hidayet edene ve Âline kıymeti ve büyüklüğü miktarı ile salât et.” 





[79]  Kur’an Kerim Okuma Edebi





Nakşibendî Tarikinde büyükler Kur’an-ı Kerim okumada tercih ettikleri usulleri genellikle;





Vazifelerde gündüz: Fatiha Suresi, Kafirûn Suresi, İhlâs Suresi, Muavvezeteyn Suresi, Hâşır Suresi sonu, Bakara Suresi Sonu ve ilaveten istiğfar okunmasını gerekli görmüşlerdir.





Gece: Yasin Suresini okumak uygun görülmüştür. Ali Ramitâni kuddise sırruhu’l-azîz buyurdu ki;





‘Üç kalp yâni Kur’an-ı Kerim’in kalbi, gecenin kalbi, müminin kalbi. Bir yerde birleşirse mümin muvaffak olur.





Kur’an-ı Kerim’in kalbi, Yasin Suresi. Gecenin kalbi; teheccüd vakti.”





[80]   “Evden çıkarken “Bismillahi, tevekkeltü alallahi, lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh” diyen, tehlikelerden korunur ve şeytan ondan uzaklaşır.” (Tirmizî)





Lâ havle...” okumak, doksan dokuz derde devadır. Bunların en hafifi sıkıntıdan kurtulmaktır.” (Ebû Nuaym)





İmam-ı Rabbanî kuddise sırruhu Hazretleri, din ve dünya zararlarından kurtulmak için her gün 500 defa “Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh” okurdu. Okumaya başlarken ve okuyunca yüzer defa Salâvat getirirdi. (Tefsir-i Mazherî)





[81]Bir kimse, sabah-akşam yüz defa “Sübhânallahi ve bihamdihi” derse, o gün ve o gece hiç kimse onun kadar sevap kazanamaz.” (Deylemî)





[82] Sabah-akşam 7 defa “Allahümme ecirnî minennâr” diyen cehennemden kurtulur. (Ebu Davud)





[83]  “Meclislerinizi süsleyin. Zikir ve salât-ü selamlar, ziynettir. Her toplantınız onlarla donansın. Ekseri evliyalar, salâvatı şerifi onbir taneden az söylemezler.” (AYTANÇ, Gönül, Sözce, İst. 2005, s.12)





[84] Şeyh Muhammed Nâzım Âdil El-Kıbrısî, Hakdost Sohbetleri, Kitapkent 2004





[85] Şeyh Muhammed Nâzım Âdil El-Kıbrısî’nin halifelerinden, kendisi ile görüştüğümüzdeki açıklamadır.





[86] İNANÇER, Ömer Tuğrul, Sohbetler, İst, 2006, s.62





[87] Selim Divane, Sadıkların Müşkillerinin Anahtarı, a.g.e., s.84





[88] Şeyh Yusuf Topçu, Tuhfe’tü-z Zakirîn, İst, 2000, s.363





[89] Ken’an Rifâî, a.g.e. s. 68





[90] Nuri Atasoy isimli ihvandan dinledim.





“1962 yılları idi. Genç ihvanım. Taşköprü’de Gizlice Köyü Caminde imamlık yapıyorum. İhvanlığı yaşarken heyecan ve coşkum son derece fazla olduğundan sohbetlerden kendimi alamıyordum. Her fırsatta bir ihvan kardeşimizi buldum mu, semaveri kurup sohbet yapmak istiyordum. Yine bir gün yatsı namazını kıldım. Evime giderken yolda nalbant arkadaşımı gördüm. Çok yorgun olduğu halinden belli oluyordu. Fakat ‘gel sohbet edelim’ ısrarımı kıramadı ve onu eve götürdüm. Sohbet uzadıkça uzadı. Feyzimin muhabbetimizin coşkunluğu her yanımızı sarmıştı. Her zaman sohbet mekânında Efendi Hazretleri için bir makam hazırlardım. Yine bu sohbette köşe minderi hazırlamıştım. Bu minderin önüne nasıl kendimize çay bardağı hazırlıyorsak Efendi Hazretleri içinde bir bardak çay hazırlayıp bıraktım. Bir yandan çay içiyoruz, ilâhiler söylüyoruz. Birden gözüm Efendi Hazretleri için hazırladığım bardağa takıldı. Çayın yarısı içilmişti. Birden her şey suspus oldu. Kendimde konuşacak, ilâhî söyleyecek takat kalmadı. Sonra Efendi Hazretlerinin





“İki ihvan bir araya geldiklerinde üçüncüsü biz oluruz” kelâmı şerifleri kalbime âyan olup, yolumuzun bir hakikatini müşahede eylediğimi anladım.”





[91] Edep, ancak kendisine yol gösterecek, kusurlarını, düşük yönlerini, ayak sürçmelerini kendisine anlatacak bir mürşidin önderliğiyle öğ­renilir. Çünkü nefsini mücahede de öldüren, vakitlerini zühd içinde yok eden kimse, nefsinin yanında olur. O haline kibr eder, ondaki kusu­runu bilemez. Mutlaka makamları yürüyüp geçmiş, halleri yaşamış mürşidlerinden kendisine kutluluklar hâsıl olmuş, onlardaki şefkat nurlarına ermiş birinin kendisine yol göstermesi lâzımdır. Bu zat, müri­de yolunu gösterir; ona vakitlerinin düzgün ve bozuk olanlarını açıklar; hayrını, şerrini bildirir; böylece mürid, eğer nasibi varsa rüşd yoluna ulaşır. Eğer bu salik, yaşadığı makamlarda ve hallerde yanılırsa ilmiyle amel eden, dünyadan yüz çeviren öğüt verici bir bilgine müracaat eder, ona halini söyler, onun öğüdünü ve işaretini kabul eder, bu suretle doğru yolunu kaybetmez. Eğer müridin iradesi doğru olursa Allah Teâlâ ona, ileri gitmiş bir salik, ya da öğüt veren bir bilgin nasib eder. Zira tamamen Allah Teâlâ’ya yönelen kimsenin, Allah Teâlâ bütün muradını kendi üzerine alır ve hiçbir zaman onu ihmal etmez. Eğer öğüt veren bir âlim ve yolu yürümüş bir velî bulamazsa tamamen Rabbine müracaat eder. Ona yüz tutar ki, Allah bu kulundan sağlam irade ve karar gördüğü takdirde onun terbiye ve öğretimini bizzat kendisi yapsın. (Ebu Abdurrahman Sülemî, Risâleler, trc. Süleyman ATEŞ, Ankara, 1981, s. 75)





[92] KARABULUT, Ali Rıza, Kayseri’de Meşhur Mutasavvıflar, Kayseri, 1984, s. 245





[93] Ken’an Rifâî, a.g.e. s. 188





[94] Şen Mehmet isimli ihvan Efendimizden evine gittiğim bizzat gözlerimle görüp ve şaşırıp sorunca, kalan içilmiş çay tortularını ayrı bir kapta toplayıp toprağa defin ettiğini söylemiştir. (Yazan)





Aslında temiz olan veya bu yolda kullanılan bütün eşya hürmete layık olduğu gibi, eşyanın hakikî mânevîsi pisiliğin zilletini çekmeye müsait değildir.





“Şeyh Ebü’l-Abbas bir gün yanında arkadaşları olduğu halde gi­derken, icâbında çocuğuna abdest bozdurmak için bir şişe satın almış. Fakat yolda su ve şerbet içmek isteyenler olunca yanlarında başka kap olmadığı için onu kullanmak mecburiyetinde kalmış. O zaman şişe, hal veya kal lisânı ile sizin gibi





“Allah Teâlâ’nın sevgililerine hizmet ettikten sonra ben idrar kabı olamam,” demiş ve çatlamış.





Ebü’l-Abbas, hâdiseyi Hazret-i Muhyiddin kuddise sırruhu’l azize anlatmış. Hazret de buyurmuş ki;





“O, öyle demek istememiş. Demek istemiş ki; İçine Cenâb-ı Hakk’ın marifeti dolan bir kalbe artık ondan gayri bir şey giremez ve o kalp Allah Teâlâ’nın yasakladığı şeyleri taşıyamaz. Kırılmasıyla de, Cenâb-ı Hakk’ın heybeti huzurunda insanın böyle acizden kırılması lâzım geldi­ğini göstermek istemiş,” buyurmuş.” (Ken’an Rifâî, a.g.e. s. 340)





[95] Efendi Hazretleri bir sohbetinde bir zaman sonra, ilim sahibi bir ihvanın cebinden saatini çıkarıp baktığını görence,





“Sohbette saate bakmak edep haricidir, kuşlar kaçtı” diyerek sohbeti orada kesip, kalkmıştır.





[96] Tezkiretü’l-Evliya s.  74





[97] YILMAZ, Hülya, a.g.e., s.31





[98] http://tasavvuf.sufiler.googlepages.com/serafeddin





[99] ”Allah Teâlâ’ya emânet olun” manasında yapılan dua. 





[100] Mustafa İsmet Garibullah, Risale-i Kudsiyye,. c.1, s.291





Hatm-i Hâcegân zaman kaydı olan ibadettir. Bazı kollarda kadın vekilin hasta olduğu zaman bu ibadeti yaptırdığı rivayetleri vardır. Bu bir hatadır. Eğer bir türlü kadın cemiyeti teşekkülü varsa onların kelime-i tevhid hatimi okumaları uygundur. Çünkü hasta olan kadın ihvan Kur’an-ı Kerimi okuyamaz. Fakat zikir yapabilir.





[101] Aşçı İbrahim Dede, a.g.e. c. III, s.1188





[102] Aded 1001’e hatim hocası tarafından ilave edilir. 1001 sayısı Sefine-i Evliya kitabında (c. II, s. 41) de zikredilmektedir. Mevlevilikte de 1001 sayısı esastır.





[103]  Eş-Şeyh Muhammed Emin El-Erbîlî, Kalblerin Nuru Tasavvuf, Konya, 1994, s. 219





[104] Kehf, 24





[105] Keşf-ül Hafa, II, Hadis no: 2228





Buhari, İman, 37





[106] Fevaidül Mecmua, Hadis no: 1055





[107] Buhari, İman, 39





[108] Buhari, Enbiya, 2; Ahmed, II, 175,220





[109] Araf, 54





[110] Keşf-ül Hafa, II, Hadis no: 347





[111] Esad Sahib, t. D.-K. (Mayıs-2008). Mektubat-ı Mevlâna Halid. İstanbul: : Semerkand, s.181-190


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar