Print Friendly and PDF

Âşka Gel


   ا   A [1]





1





Vezin: Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün  





Ey gönül gel gayriden geç âşka eyle iktida,
Zümre-i ehl-i
hakîkat anı kılmış mukteda. 





Cümle mevcudat-u malûmata âşk akdem dürür,
Zira aşkın evveline bulmadılar ibtida. 





Hem dahi cümle fena buldukta âşk baki kalır,
Bu sebebden dediler kim âşka yoktur intiha. 





Dilerim senden Hüda’ya eyle tevfıkın refik,
Bir nefes gönlüm senin aşkından etme gel cüda. 





Masiva-yı aşkının sevdasını gönlümden al,
Aşkını eyle iki âlemde bana aşina. 





Âşk ile tamuda olmak cennetidir aşıkın,
Lik cennette olursa tamudur aşksız ana. 





Ey Niyazi Mürşid istersen bu yolda âşka uy,
Enbiya vü evliyaya âşk
 oluptur rehnüma. 





Ey gönül gel gayriden geç âşka eyle iktida,
Zümre-i ehl-i hakîkat anı kılmış mukteda. 





Ey gönül gel başkalarından geçip âşka uy,
Hakîkat ehli cemaatı aşkı imam kılmış.[2]





Âşk, sarmaşık anlamına gelen “ışk” kelimesinden alınmıştır. Sarmaşık, sarıldığı yeri nasıl kaplarsa, âşk da girdiği kalbi hatta insanın vücudunu öylece sarar.[3]





Âşk, hem yaşanan duygusal, yani varoluşçu (egzistansiyel) gerçekliği hem de varlıksal, yani ontolojik gerçekliği olan bir kavramdır. Bazı şairler anlamca “âşksözcüğünden daha geniş kapsamlı olan “ışk” sözcüğünü tercih etmiştir. Âşk'ı daha çok duygusal bir sevgiyi ve muhabbeti ifade etmek için kullanmasına rağmen, “ışk” ile ulvî ve manevi sevgiyi dile getirmiştir. Dolayısıyla iki çeşit âşk'tan söz edilebilir.





Birincisi ilâhî âşk, yani beşerî aşktır.Başka bir deyişle Allah Teâlâ’ya yaratıcı aşkına ilâhî âşk diyebiliriz. Çünkü varlıklar özünü bu aşktan almışlardır, varlıkların özü Allah Teâlâ'nın yaratıcı âşk'ının ta kendisidir; ikincisi ise varoluşçu ve yaşanan âşk, yani egzistansiyel âşk'tır. Varoluşçu âşk insanın özünde gizli bulunan aşkı gerek duygu ve düşüncesine gerekse davranış ve hareketlerine yansıtmasıdır. Bu âşk, insanın bilgi ve bilinç seviyesine bağlı olarak komedik ya da trajik biçimde tezahür edebilir. Tutku ve ihtirasların tatmini esasına dayanan insanı güldürüp eğlendiren dünyalık âşk'a biz komedik âşk diyebiliriz. Gelip geçici olan bu aşkın tam tersine, dünyayı ve insanı dünyevi şeylere bağlayan duygu ve düşüncelerin bütününü yok sayan bir başka âşk vardır. Trajik âşk, gerçek âşk budur. Buna göre, insan kendisini dünyevi tutkularından kurtardığı ölçüde komedik âşk'tan kurtulup, gerçek âşk'a, ilahi âşk'a ulaşabilecektir.[4]





Âşk kelimesi Kur’ân-ı Kerim’de zikredilmemiştir. Ancak Muhyiddîn İbnü’l-Arabî kaddese’llâhü sırrahu’l-azize göre, kinâye yoluyla orada yer aldığı söylenmektedir. Kur’ân Kerim’deki “eşedd-i hubb” [5] ayeti buna işaret eder denilmektedir.





 “Kenz-i mahfî” yani “Ben gizli bir hazine idim. Bilinmeyi istedim, mahlûkatı yarattım” [6] hadisine göre muhabbet, başlangıçta Allah Teâlâ’dan zuhur etmiş ve bütün mahlûkatın yaratılmasına sebep olmuştur. Kur’ân-ı Kerim’deki “Allah onları, onlar da Allah’ı severler.”  [7] ayetinde sevginin ve muhabbetin önce Allah Tealâ’dan geldiği anlaşılmaktadır.





İbnü’l-Arabî kaddese’llâhü sırrahu’l-azizde, sevgiyi varlığın ilk âmili ve yaratılış sebebi olarak kabul etmiştir. Yani Hakk’ın mevcûdâtın ayanında halk ile zuhuru onların yoktan yaratılmaları değildir. Hakk, ezelde bilinmek istedi. Bilinmesi içinde kemâlâtını varlık aynasında ızhar etmekten başka başka bir yol olmadığından halkı yarattı ve mahlûkatın sûretlerinde tecellî etti. Haricî vücûd aracılığıyla zuhûra olan sevgisi, âlemi yaratmasına sebep oldu.[8]





Bu nedenle âşk, her şeyin temelidir ve kainâtın ruhudur. İnsanda âşk yüzünden var oluşunun ilk kaynağına geri dönmeye çabalar.”  Âşk öyle bir ateştir ki, parlayınca mâşuktan başkasını yakar.” 





“Risale-i Gavsiye” de Abdülkâdir Geylâni kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz Hazretleri buyurdu ki;





“Ya Rabbi! “Âşk“ın manası nedir?”





“Ya Gavs! Âşık ol bana. Âşık benim, maşuk benim, âşk benim! Kalbini benden başkasından çevir ve boşalt.





 “Ya Gavs-ı Â’zâm! Aşkın zahirîne arif olursan, aşktan da fena bulmalısın! Zira âşk hicaptır, âşık ile maşuk arasındaki hicâb.





Gerçek anlamda âşk Allah Teâlâ’yı talep etmek ve O’nu sevmektir. O halde âşık bir anlamıyla da taliptir. Hakk’ı isteyen ve seven herkes âşık olabilir. Ancak âşık kendi gönlünü ma’şuk için boşaltması, akıl bağından kurtulup iç âlemini sevdiğinden başka diğer bütün isteklerden temizlemesidir. Aslında âşk aklı aciz bırakır. Fakat onsuzda olamaz.





Ma’rifete yani ilahî bilgiye ulaşabilmenin yolu akıl ve nazar değil ilâhî aşktır. Allah Teâlâ’ya akılla değil ancak aşkla ulaşılabilir.





Aşkın tatlı ve hoş hiçbir pınarı yoktur ki





Benim onda daha tatlı ve hoş bir payım olmasın [9]





Felsefenin de en derin mevzusu aşktır.”  Bergsona göre yaratılış, bir heyecandan, derin sevgiden fışkırmaktadır.





Ahlâk ve dinin iki kaynağı adlı eserinde: “İnsan, kendi, kalbinden, Allah Teâlâ o kalpten faydalanacak kadar temiz olmayan şeyleri atmalıdır. O zaman insan Allah Teâlâ’yı kendi içinde hisseder. Fakat bu kâfi değildir. Daha üst dereceye tırmanarak insan, Allah Teâlâ’nın bir aksiyon âleti olabilmelidir. Bu mertebeye gelen insan, kendinde sonsuz bir hayat hamlesi sezer. Büyük, iyi işlere sarılır. Ve başarır. Ve hiçbir yorgunluk duymaz. Derin bir âşk içinde kendini aksiyona, insanlara hizmete verir. Bu âşk; insanın Allah Teâlâ’ya aşkı değil, bundan çok daha üst olan; bütün yaratıklara karşı olan Allah Teâlâ’nın sevgi ve aşkıdır.” 





O halde, Bergson’a göre mükemmel insan, gönlüne Allah Teâlâ sevgi ve düşüncesi taşımak ile kalan insan değil, iradesini; Allah Teâlâ’nın insanlara sevgisi yoluna hizmete vakfedebilen insandır,[10]





Aşkı nura,aklı da ateşe benzetirler. Aklın aydınlığı her ne kadar dakik ve uzağı görüyorsa da aşkın ateşi, daha dakik ve daha fazla uzağı görebilir. Aklın aydınlığı, aşkın ateşiyle birlikte hareket etmezse tek başına gönül evini aydınlatamaz. Ne vakit aklın nuru aşkın ateşi ile birleşince o zaman gönül sarayı, tam anlamıyla aydınlığa kavuşur. Buna göre, Hakk’a ulaşmak ve ilahî hakikati kavramak için, bir dereceye kadar aklın rehberliği şarttır. Akıl, bizi maddî âlemin sınırından çıkarıp manevî ve ulvî âlemin sınırına kadar götüre bilir. Fakat ondan öteye gidemez. Bundan sonra aşkın rehberliğine ihtiyaç var. Zira bizi ilahî âleme ulaştıran tek araç aşktır. Aşkın yıkıcılığı, bir anlamda yapıcılıktır. Çünkü aşkın ateşi, insanın putlarını, onu hakikatlerden alıkoyan masivayı yok eder. Böylece onu temizler. Aşkın ateşi, insanı, ayrımcılıktan ve çeşitli şekillerden alıp tevhide ve gerçek istikrara, çokluktan, şirkten kurtarıp birliğe götüren bir güçtür. Akıl insana varlık kazandırırken, âşk ise insanın varlığını ortadan kaldırır. İnsan varlığıyla kaldığı sürece birliğin gerçekleşmesi mümkün değildir. İkilik devam eder. Biri Allah Teâlâ‘nın varlığı, diğeri de insanın varlığıdır. Hedef birlik ise, birliğe ulaşmak için de âşk gereklidir. Âşk, akılla birleşince yanar. Âşk ve aklın birliği, vahdet makamına yaklaştırır. Dinlerin hükmü etkisinden kendini uzaklaştırır. İbnü’l-Arabî de bu konuda şunları söylemektedir:





Sevgi ve muhabbet konusunda İbnü’l-Arabî kaddese’llâhü sırrahu’l-azizin başka bir ifadesi de şöyledir: “Muhakkak ki kalbim her sûreti kabul etti: şairlerin merası, keşişlerin hangâhı, puthane veya tavaf edenin Kâbesi; Tevrat’ın veya Kur’ân-ı Kerim’in sayfalarını müsavi gördüm. Ben sevgi diniyle tedeyyün[11] ettim. Onun araçlarına yöneldim. Sevgi benim dinim ve imanımdır.”  [12]





İbnü’l-Arabî‘ye göre muhabbet, ibadetin aslı, sırrı ve cevheridir. Çünkü ma’bûd mahbûbun ta kendisidir. Eğer sevgi olmasaydı, insan, ağaç, yıldız veya put gibi hiçbir şeye ibadet edilemezdi. Çünkü kemâliyle hürmet duymadan bir ma’bûda ibadet edilmez. Abid de ma’bûdu sevmedikçe ve sevgisinde fânî olmadıkça O’na hürmeti tahakkuk etmez. Şu halde vasıflar farklılaşsa da ma’bûd ve mahbûb aynı şeydir. Bir yönüyle ma’bûd, bir yönüyle de mahbûb diye isimlendirilmektedir. Oysa her iki tarafta da müsemmâ birdir.”  [13]





Âşk ve aşığın sarhoşluğu olmasaydı





Ne dinleyen olurdu, ne sohbet eden. [14]





Cümle mevcudat-u malûmata âşk akdem dürür,
Zira aşkın evveline bulmadılar ibtida. 





Bütün bilinmiş mevcudatta en önce olanı aşktır,
Zira aşkın evveline başlangıç bulmadılar. 





Âşk yolu, bir yoldur ki, ne ucu var, ne kıyısı. O yolda can vermeden başka bir çare bulunmaz. [15]





Âşk, Allah Teâlâ’nın kendisi olunca evveli ve sonu da olmaz. Hakk’ın mahlûkâtı sevmesi kendini sevmesi, yaratılmışların biribirlerini sevmeside Allah Teâlâ’yı sevmekten başka bir şey değildir.





“Âşk makamı âlidir, âşk kadim ezelîdir





Âşk sözünü söyleyen cümle kudret dilidir”





      Yunus Emre kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz





Âşk, kendinden başka bir şey vermez ve kendinden başka bir şey almaz.





Aşkın malı, mülkü yoktur. Fakat kimsenin de malı, mülkü olamaz;





Çünkü âşk, âşk için yeter.





Âşka giriftar olduğunuz zaman Allah Teâlâ kal­bimin içindedir demeyin, ben Allah Teâlâ’nın kalbi içindeyim, demek daha yaraşır.





Siz, âşka yol göstereceğinizi sanmayın. Çünkü âşk, sizde değer görürse, her yolu gös­terir.[16]





Hem dahi cümle fena buldukta âşk baki kalır,
Bu sebebden dediler kim âşka yoktur intiha. 





Hem dahi her şey fena bulsa âşk baki kalır,
Dediler ki, bu sebebden aşkın sonu yoktur. 





Şimdi velilerin, sevenlerin, sevgililerin hali böyle olunca, “Son nedir?”sualine Cüneyd'in verdiği cevap şu olmuştur:





“Son, başlangıca dönmektir.” Bu sözün zahir manalarından biri şudur: Sâlik, mürid, nasıl ki, başlangıçta açıkça ibadet, tesbih ve dua ediyor, bunları perde arkasında yapmıyordu; bundan sonra da kendisine bir hayranlık geldiği için artık o ibadetleri ihtiyarsız yapamaz. [17]





Dilerim senden Hüda’ya eyle tevfıkın refik,
Bir nefes gönlüm senin aşkından etme gel cüda. 





Senden Hüda’ya uygun arkadaşlık dilerim,
Bir nefes gönlüm senin aşkından etme gel ayrı. 





Muhyiddîn İbnu’l-Arabî kaddese’llâhü sırrahü’l-azîz Şeyh Uryebî ile bir diğer şeyhi olan Şeyh Ebû ‘İmrân el-Mîrtûlî arasında tasavvuf ilminde önemli bir neş’e ve tarz farkı olan bir konuyu da şöyle anlatmaktadır.





“İnsanlığın mevcut hâli beni çok üzüyordu. Bir gün bu düşüncelerle hayli dertli bir halde Uryebî’nin huzuruna girmiştim. O, halkın Hakk’a olan muhalefetlerinden dolayı üzüntülü olduğumu anlayınca





‘Evlâdım sen halka değil Hakk’a bak!’ dedi. Onun huzurundan ayrıldıktan sonra daha aynı sıkıntılı hal üzerimdeyken bu sefer Şeyh Mirtûlî’nin meclisine geldim. Beni görünce o ise





‘Evlâdım sen kendine bak!’ dedi. Bunun üzerine ben artık dayanamadım ve  ‘Ey üstadım! Biriniz Hakk’a bak diyor diğeriniz kendine bak diyor, ben ikiniz arasında şaşırıp kaldım, ikiniz de bu yol’un kâmil rehberlerisiniz, peki hanginizin sözü doğrudur? diye sordum. O;





‘Her ikimiz de hâlimize göre sana yol gösterdik. Ama esas olan Şeyh Uryebî’nin dediği doğrudur. Umarım ki bir gün onun dediği o mertebeye erersin. Aslında sana da bana da yaraşan onun dediğine kulak vermektir dedi. Ben onun bu dürüstlüğüne hayran bir halde tekrar Uryebî’ye gittim ve Mirtûlî’nin dediklerini aynen ona naklettim. Bunun üzerine o da





“Ne güzel demiş. Ben ‘Yoldaş’a (refik) işaret etmiştim o ise ‘Yol’a (tarik) işaret etmiş. Şimdi sen hem onun dediğini ve hem benim dediğimi beraberce alırsan hem yolu hem de yoldaşı birleştirmiş olursun’ dedi”.[18]





Masiva-yı aşkının sevdasını gönlümden al,
Aşkını eyle iki âlemde bana aşina. 





Aşkın sevdasından başkasını gönlümden alsın,
İki âlemde aşkını bana tanıdık kılsın. 





Âşk ile tamuda olmak cennetidir aşıkın,
Lik cennette olursa tamudur aşksız ana. 





Âşıkın cennetidir âşk ile cehennemde olmak,
Lakin ona aşksız cennet cehennemdir





Bir gün Mevlânâ’nın haremi Kira Hatun (radiyallâhü anh): “Cennet halkının çoğu aptaldır” hadîsinin manası nedir?” diye sordu.  Mevlânâ kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz:  





“Aptal olmasalardı, Cennet ve Cennet’in nehirleriyle nasıl yetinirlerdi. Sevgilinin yüzünün bulunduğu bir yerde Cennet’in ve ne­hirlerinin yeri mi olur. Bunun için “Cennet hal­kının çoğu aptaldır ve illiyyîn ise akıl sahipleri için­dir” buyurdu ve şu rubaiyi söyledi:





“Eğer Cehenemde senin zülfün elime geçerse, cennetlik olmaktan utanırım.  “Eğer sensiz, beni cennete çağıralar, cennet sahrası yüreğimi sıkar”.[19]





[Âşk, dinin, hayatın ve benliğin motor gücüdür. Âşk hem sevene hem de sevilene kişilik kazandırır. Kişilik büyüdükçe âşk, âşk büyüdükçe kişilik büyür.





Bilim, araştırmakta lezzet bulur, âşk ise yaratmakta”





Dinin ruhunu âşk oluşturduğu için, sevgiden yoksun gönüllerin icra ettikleri ibadetler bir gösteriden öteye geçemez. Allah'ı sevgi üzere ve âşk içinde aramayanların, sayıya ve mekâna sığan ibadetleri erdirici olamıyor.





İkbal diyor ki “Benim niyazım, iki rekât namaza sığmaz.”  [20]





 “Âşıkların namazını niye soruyorsun? Onun rükûu da secdesi gibi mahremdir. Allah-u Ekber'in alev alev yanışı beş vakit namaza sığmaz. Aşkların namazında okuyuş, iki dünyaya meydan okumaktır. Bu namazın bir rekâtı bile Müslümanı ölümsüz yapar. Bu ateşsiz ve heyecansız asrın öldürüp mahvettiği insan böyle bir namazın içerdiği kıymetleri nerden bilecektir! “ [21] ] [22] 





Ey Niyazi Mürşid istersen bu yolda âşka uy,
Enbiya vü evliyaya âşk
 oluptur rehnüma. 





Ey Niyazi Mürşid istersen bu yolda âşka uy,
Âşk Enbiya ve evliyaya kılavuz oluştur 





Aşktan herkes bahseder. Lakin bunu yaşayan binde birdir. Ancak adını bilmekten başka bir meramı da yoktur. Elemli âşk yolunda cefasına katlanması gerektiğini çoğu da bilmekten acizdir. Mevlâna kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz buyurdu ki;





Bir addan başka aşktan ne biliyorsun ki? Aşkın yüzlerce nazı, edası, ululuğu var. Âşk, yüzlerce nazla elde edilebilir.[23]Aşkın rehberliği olarak “Âşk’a uy” da ki maksat ise aşkın elinde kemâl bulanın irşâdına vasıl ol demektir. Âşk mahallesine delilsiz ayak atma. Ben delilsiz gitmek için neler yaptım yine de gidemedim. (Hafız-ı Şirazî, 1985), gazel. CC, b. 1705










[1] Divandaki ilâhilerin dizimi Arab Elfâbesine göredir.





[2] Beyitler anlaşılabilirliği artırılmaya çalışılmış ve vezin düzeni aranmamış, kelimelerin günümüz Türkçesine yakın olanı olanı ile tekrarı yapılmıştır. Niyâzî-i Mısrî kaddese’llâhü sırrahu’l azîzden ilâhilerine uygun düşecek manaları vermesi için âli himmet ve af temenni ederim. (Yazan)





[3] Eraydın, Selçuk, Tasavvuf ve Tarîkatlar, s. 236.





[4] (KOÇ, 2000)





[5] Bakara, 165





[6] Keşfu’l-Hafâ, 2016





[7] Mâide, 54.





[8] Ebu’l Âlâ Afîfî, Tasavvuf, s. 207.





[9] (GEYLÂNÎ, 2005), s.132





[10] Mustafa Rahmi Balaban, Filozoflarla Birer Saat: Muhtasar Felsefe Tarihi, İst. 1947, s.219





[11] Tedeyyün: Dinini sakınmak.   (Deyn. den) Borçlanma. Borca girme





[12] Ebu’l Alâ Afîfî, Tasavvuf, s. 203.





[13] Ebu’l Alâ Afîfî, Tasavvuf, s. 203-204.





[14] İmam-ı Rabbânî, Mektûbât, c. III, m. no: 120.





[15] (Hafız-ı Şirazî, 1985), gazel. LXVIII, b. 497





[16] (Halil CİBRAN, 1970), s. 28





[17] (Şems-i Tebrizî, 2007), (M.55), s. 124





[18] (KILIÇ, 1995), s.15





[19] (YAZICI, 1995), s. 614





[20] Cavidname, 87





[21] Armağan-ı Hicaz, 60





[22] ÖZTÜRK, Yaşar Nuri, 27Nisan 2001 tarihli STAR GAZETESİ





[23] Mesnevi, c.V, b. 1163-1164


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar