Print Friendly and PDF

AHMED AMÎŞ EFENDİ İLE AHMED AVNİ KONUK’UN SOHBETLERİ


[Ahmed Amîş Efendi, Konuk’un mürşidi olmamasına rağmen, onunla tasavvufî sohbetler yapmıştır.] [1]





12 Zilka’de 1337 (9 Ağustos 1919)





335 senesi Ağustosi efrenciyyenin sekizinci ve 337 sâli hicrîsi Zilka’desi’nin (9 Ağustos 1919) on ikinci Cum’a günü kable’z zuhr Hüseyin Avnî Bey biraderimizle yüz yirmi yaşını mütecaviz bulunan ve zamanımızda vücûdi şerifi ile teberrük olunan insânı kâmil Fâtih Türbedârı Hacı Ahmed Efendi Hazretleri’nin huzûrı şeriflerine gittik. Kimse yoktu. Mübarek elini öptük. Önüne oturtup yakına gelmemizi işaret buyurdu. Aşağıdaki mükâlemât cereyan etti.





Hazret: “Niçin geldiniz? Maksadınız, emeliniz nedir, ne istersiniz?’





Fakîr: “Maksudumuz Hakk’tır.”





H: “Hakk var mı, Hakk nerede?”





F: “Her taraf Hakla dolu, ondan gayrı bir şey yok. La mevcûde illâ hû [Allah’tan başka varlık yoktur].”





H (Gülerek): “Öyle yâ, O’ndan gayrı bir şey yok...”





(Hüseyin Avnî Bey’e hitaben) “İsmin nedir?”





H: “Hüseyin Avnî...”





H (Fakire hitaben): “Senin ismin ne?”





F: “Ahmed Avnî...”





H: “O, benim. Ben beraberim. Ahmed benim. Avni’yi sonra getiriverirsin olur gider.” (Hüseyin Avnî Bey’e hitaben): “Nerede oturuyorsun?”





“Sultan Mahmud türbesinde.”





“Türbenin içinde de mi oturuyorsun?”





“Hayır, efendim, türbenin civarında...”





“Ooo, büyük yer! Sultan Mahmud. Sözünün eri ise.” (Fakîre hitaben): “Sen nerede oturuyorsun?”





“Unkapanı’nında.”





(Unkapanı lâfzım telâffuz edemez gibi birkaç defa tekrar ettiler).





“Oo, orası çok uzak...” buyurdular. Sonra: “Hangi milletlerle görüşüp konuşuyorsunuz?”





“Yetmiş iki milletle görüşüp konuşuyoruz.”





“Kâh talim ve kâh te’allüm ediyorsun, değil mi?”





“Evet, efendim, kah talim ve kâh te’allüm ediyorum.”





“İnneke meyyitün ve innehüm meyyitûn sümme inneküm yevmelkıyâmeti inde rabbikum tahtesımûn.” (Şüphesiz sen de öleceksin, onlar da ölecekler. Ey insanlar! Sonra siz, kıyamet günü Rabbinizin huzurunda duruşmaya çıkacaksınız. Zümer 30-31) İşte bu âyet tam sana göredir.”





(Bu cevab üzerine fakirin kalbinde bir ukde peyda oldu. “Acaba ömrümün âhir olduğuna mı, yoksa Mûtû kable en temûtû sırrına mazhariyete mi işaret buyurdular?” dedim.)





“Geceleri ne yapıyorsunuz?”





“Evliyâullâhın nuruyla müstenîr oluyorum.”





“Çok âlâdır, sa’âdettir.” “Elhamdûlillah.”





‘Validenizi görüyor musunuz?” (Ya’ni, anâsırı erba’anın ahkâmını vücûdunuzda görüyor musunuz?)





“Her vakit temastayız. Görüyoruz efendim.”





(Hazret güldüler. Fakire hitaben): “Bak, sana kısaca söyleyeyim: Allahu latifün biibâdihi yerzuku men yeşâ’. (Şura, 19) Allah denilen ma’nâ latiftir; biibâdihi, ibâdına... ‘Bâ’, mülâbese (Benzeyen iki şeyin birbirinden ayırt edilmeyerek karıştırılması) içindir. Yerzuku men yeşâ, dilediğini ırzâk eder, amma rızk, yalnız yemek değildir. Söylemek, dinlemek, görmek, oturmak, yatmak... ilh. hep rızıktır.”





“Hususuyla huzûrı âlinizdeki istikâmetimiz alâ rızıktır.”





“İşte rızkın âlâsı odur ya! En alâ rızık, rızkı ma’nevîdir.” (Biraz sükûttan sonra) “Söyleyiniz bakalım! Lâ tüdrikühü’lebsâr ve hüve yüdrikü’lebsâr ve hüve’llatîfîi’l habîr. “(Gözler O’nu görmez, O bütün gözleri görür. O Latif’tir, haberdardır. Enam, 103)





(Hüseyin Avnî Bey’e hitaben): “Ne diyor?” buyurdular. Hüseyin Avnî Bey âyeti kerîmeyi tekrar etti.





“Hah! İşte öyle... ‘Bâ’mülâbese içindir. Bismillâhi’deki bâ gibi. Bismillah budur.”





(Biraz murâkıb oturdular, ondan sonra) “Söyleyin bakalım!” buyurdular.





“Zâtı âliniz buyurun, dinleyelim!”





(Hüseyin Avnî Beye hitaben) “Ne söylüyor?”





“Zâtı âliniz...”





“Zâtı âli, zâtı âli! Sen de mızmızsın...” buyurdular. Bir müddet bir şey söylemediler. Sonra tekrar buyurdular ki: “Geceleri uyuyor musunuz? Yoksa âh... âh... diye bağırıyor musunuz?”





“Kâh uyuyoruz, kâh bağırıyoruz efendim.”





“Öyle olmalı. Nasıl geliyorsa öyle yapmalı, değil mi? Ananızı görüyor musunuz?”





“Görüyoruz efendim.”





(Fakire hitaben): “Nerede oturuyorsun?”





“Unkapanı’nda...”





“Orası çok büyük yerdir. Çarşısı var, pazarı var. Çok aydınlıktı bir yerdir.”





“Evet, efendim. Kesret vardır.”





(Ba’dehu biraz yattılar, murâkıb bir halde kaldılar. Yatarken rahatsız olmamaları mülahazasıyla:)





“Efendim rahatsız olmayın; gidelim mi, oturalım mı?”





“Yoook. Sakın bu sözü bir daha hiçbir yerde, hiçbir kimseye söyleme! Herkes, zâtında muhayyerdir. Dilediğini işler. İster gider, ister oturursun...” (deyip bize müteveccihen sağ taraflarına yattılar. Beş dakika kadar öylece murâkıb kaldılar. Biz de sâkitâne oturduk. Ba’dehu birden bire kalkıp oturdular. İki ellerini açtılar. Du’â vaziyeti aldılar. Biz de ona muvâfakaten ellerimizi açtık. Tatlı tatlı güldüler de buyurdular ki):





Âmin ama neye âmin?





Du’âya değil mi?





Hangi du’âya?





(Fakire nazar edip) “Ömrün tavîl olmasına âmin, değil mi? Bak! Bu Kur’ân’dır. Tûbâ limen tâle ‘umruhû ve hasune ‘ameluhû. (“Ömrü uzun ameli güzel olanlara ne mutlu” Hadis-i Şerif) Tûbâ, mübalağa ile sa’âdet, limen tâle ‘umruhû, ömrü uzun olan ve ameli güzel olan kimse içindir. Ömrü uzun olmak ve ameli hasen olmak büyük sa’âdettir.”





(Sükût ettik. Biraz zaman geçti).





“Söyleyin bakalım!”





(Biz tebessümle yine sükût ettik.)





“Sizin çıraklarınız var mı?”





“Kendimiz çırağız, efendim. Bizim çırağımız yoktur.”





“Hepimiz çırak” (dedikten sonra) “İhtiyarlık var serde... Ben, ihtiyar değil miyim?”





“Hayır, efendim ihtiyar değilsiniz.”





(Hazret güldüler. Ba’dehû Hüseyin Avnî Bey biraderimiz kıyam edip elini öpmeğe kast ettikte Hazret onun elini mübarek eli içinde tutup buyurdular ki):





“Ben du’â ediyorum. Fakat benim du’âm yalnız sana değil... Benim du’âm, ‘âmmdır. Hepinize du’â ediyorum.”





(Hüseyin Avnî Bey’den sonra fakîr yedi şerifini takbîl ettim. Fakire hiçbir şey söylemediler. Kemâli âdâb ile buzûrı şeriflerinden çıktık. Fakirin huzûrı şerifine üçüncü defa gidişim idi).





12 Zilhicce 1337 (7 Eylül 1919)





Hüseyin Avnî Bey biraderimizle 120 yaşını mütecaviz [aşkın] bulunan ve zamanımızda vücûdi şerifi [şerefli vücudu] ile teberrük olunan [bereket bulunan] insânı kâmil Fâtih Türbedârı Ahmed Amîş Efendi’nin huzûru şeriflerine gittik. Hazret yalnızdı. Âtideki [aşağıdaki] mükâlemât [konuşma] cereyan etti.





Hazret: Safâ geldiniz, bayrâmı şerifiniz mübarek olsun.





Bizler: Teşekkür ederiz efendim.





Hazret: Nerede eğleniyorsunuz?





Fakir (Ahmed Avnî): Hakk’da eğleniyoruz efendim.





Hazret: Kira ile mi?





Fakir: Kira ile.





Hazret: Pek alâ! İsmi şerifiniz?





Fakir: Ahmed Avnî.





Hazret: Ben de Ahmed’im.





Fakir: Biz Ahmed’e Avnîlik [yardımcı olma] de ilhak ediyoruz [ekliyoruz]. Acaba bu ilhak kendi hayâlimiz mi? Yoksa hakikaten Avnîlik var mı efendim?





Hazret: Nene lâzım? Orasını karıştırma. Lâ ilahe illallah Muhammedün Resûlullah. Bu kâfidir.





Sonra vekilleri Türbedâr Mehmed Efendi geldiler. Ona





“Ne var?” buyurdular.





Biz de destur alıp huzurlarından çıktık. Bu dördüncü ziyâretimdi.





5 Sefer 1338 (31 Ekim 1919)





Hüseyin Avnî Bey ve Hayri Bey biraderlerimizle Cum’a namazını Abdülhay Efendi’nin [Öztoprak] mescidinde edadan sonra Türbedâr Hacı Ahmed Amîş Efendi hazretlerinin ziyaretine gittik. Fakirin beşinci ziyaretim idi. İçeriye girdiğimizde yalnız olup, gözleri kapalı müstağrak [kendinden geçmiş] bir hâlde idiler. Bir müddet ayak üzerinde durduktan sonra önüne oturduk. Mübarek gözlerini açtı ve bize nazar etti ve fakire hitâb ile sordu:





“Nerede sakinsiniz? Nerede tavattun ediyorsunuz [oturuyorsunuz]?”





“Şimdilik hazreti şehâdette, âlemi nefisde tavattun ediyoruz.”





“Mâ şâallahu kâne ve mâ lem yeşe’lem yekun [Allah neyi dilerse o olur, dilemediği şey olmaz]. Hakk’ın dilediği olur, dilediği mevcûd olur, dilemediği mevcûd olmaz. Ve bilkaderi hayrihi ve şerrini, bu kelâmın tefsiridir” buyurdular.





Bir müddet murâkıb olup [manevî tefekküre dalıp] tekrar sordular:





“Niçin geldiniz?”





“Zâtı âlinizle şerefyâb olmak için geldik. Zâtı âlinizle müşerref olmağa





“Ziyaret... Ziyareti bilir misiniz? Ben ziyaret bilmem.”





Tekrar murâkıb olup gözlerini açtılar: “Allahümme salli alâ Muhammedin ve alâ âlihi Muhammed” [2]dediler. Ondan sonra “Allah sizi Zâtına mazhar buyursun” diye du’â ettiler.





Fakir: “Du’âyı âliniz berekâtıyla inşâallah mazharı ismi Zât oluruz”





Badehu [sonra] bir hayli müddet gözleri kapalı murâkıb oturdular, sonra gözlerini açıp salavât getirdiler.





“Söyleyiniz erkekler!” buyurdular.





“Söyletiniz de söyleyelim efendim” dedim. Hiç cevap vermeyip yine murâkıb oldular, gözlerini açtıktan sonra tekrar salevât getirdiler. Fakîre





“Sizin taraflarınızda yangın var mı?”





“Bizim taraflar masun kaldı [yangından etkilenmedi) efendim.”





Hazret güldüler. “Allah şifâ versin” buyurdular.





Ondan sonra yine bir müddet murâkıb oldular, bâ’dehu gözlerini açıp yine salavât getirdiler.





Fakîr: “İnmemalkevnü fil hayâti ve hüve hakkun fil hakîka” [yani, “Dünyada varlığa ait ne varsa hayâldir, fakat hakikatte hakdır] dedim. Dikkatle dinlediler de “Peki, peki” dediler. Bâ’dehu:





“Çok sularınız var mı?”





“Var efendim”





“Kendi kendine akan sular var mı?”





“Bazen bulunur efendim” dedim.  ,





Bunun üzerine Hazret, Fakirin Önüne doğru yüzü üzerine eğildiler. Bir müddet öyle durdular. Fakîr bâtınında [içimden] Cenâbı Mevlânâ Efendimiz ile mürşidim Esad Dede hazretlerine müteveccih oldum [gönlümü bağladım]. Bâ’dehu [sonra] kalktılar.





“İnneke meyyitün ve innehu meyyitun” [Sen de ölüsün, o da ölüdür]. Biz sükût ettik. Sonra buyurdular ki:





“Romatizma, romatizma derler... İnsan uyanık iken gelir ise uyutmaz. Uyurken gelir ise uyandırır. Rum rum yapar.”[3]





“Romatizma hararet ister efendim”





“Biz harareti bulamıyoruz ki...”





Bir hayli müddet yine murâkıb durdular. Bâ’dehu gözlerim açıp salavât getirdiler. Sükût üzere oturduk. Bâ’dehu:





“Haydi oğlum! Ben abdest bozayım. Ben abdest almam, bozarım” buyurdular. Biz de ellerini öpüp kalktık. Huzurlarından çıktık.





5 Rebiülevvel 1338 (28 Kasım 1919)





Salim Efendi ile beraber Türbedâr Efendi hazretlerinin ziyaretine gittik. Yalnızdılar. Huzuruna girdiğimizde kendilerine yaklaşmamızı işaret buyurdular. Gayet yakın olarak diz dize önlerine oturduk. Hazret, Salim Efendi’ye “Safâ geldiniz” buyurdular.





Biz de “Safa bulduk efendim” dedik.





Salim Efendi: “Ben sensiz olamam, sen de bensiz olamazsın” dedi.





Hazret: “Öyle ya!”





Fakire hitaben: “Nerede tavattun ediyorsunuz?” Fakîr: “Hak’ta tavattun ediyoruz.”





“Tavassul mu ediyorsunuz [ulaşıyor musunuz]?”





“Evet efendim! Tavattun ve tavassul ediyoruz.” Gülerek fakire hitaben: “Bu hoca kim?” “Salim Efendi.”





“Allah bu hocayı mertebesinde dâim buyursun.” Salim Efendi’ye hitaben, Fakîr için: “Bu efendi kim?”





Salim Efendi: “Bid’atün minnâ” [Bizden bir parçadır]. Bizim nurumuzdan Ahmed Avnî Bey. Posta müdür muavini.”





Fakire: “Ben de Ahmed’im, sen de Ahmed’sin. Ahmed iki mi? Sen sensin, ben benim.”





Fakîr: “Ahmed’in mim’i kalkınca ahad [bir] olur. O vakit bir olur.”





Hazret: “Mim kalkar mı? Kalkar a! O vakit sen kalmazsın. Fakat bu vücûdunun kalkması lâzım gelmez. Vücûdunla beraber sen kalmazsın. O vakit Hak sende mahfî [gizli] olanın kim olduğunu bilirsin.” [4]





“Vücûdda mahfî olanın kim olduğunu bilmekle beraber senlik vehmi kalıyor efendim. Vehim ise sultânı kuvâdır [kuvvetlerin sultanı].”





“Ben konuşurken yoruluveriyorum. Siz konuşun, ben dinleyeyim.”





Salim Efendi: “Söylemenizi bize intikal ettirin, söyleyelim ve konuşalım.”





Fakire hitaben: “Oooo Nûrî Paşa! Söyle bakalım.”[5]





Salim Efendi: “Efendim, Nûrî değil, Avni;.”





Hazret: “Avnî mi?”





Fakîr: “Efendim, zâtı âlilerinin teveccüh buyurdukları Nûrîliği kabul ettim.”





“Kabul etmeseydin ne olacaktı?”





“Hiç bir şey olmayacaktı. Şu kadar var ki, tevcihi âlilerini [yüksek teveccühünüzü] kemâli hoşnûdiyle [büyük bir memnuniyetle] kabul ettiğimi arz ediyorum.”





“Pek âlâ! Dışarıda soğuk var mı?”





“Hayır efendim.”





“Rahmet var mı? Kış ortası derler, geldi mi?”





“Hayır efendim. Hararet var.” “Yaaa!”





Biraz murâkıb olup, ba’dehu salavât getirdiler. Sonra da “Lâ ilahe illa hüve’r Rahmân” [Rahman olan Allah’tan başka ilâh yoktur] buyurdular. Ondan sonra: “Ben hep böyle söylüyorum. Allahümme salli alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammed. [Allahım! Muhammed aleyhisselâma ve onun ailesine, soyuna, ehli beytine selâm olsun!] İşte bu üç kelime. Gecegündüz bunları söylüyorum. Bunları okuyorum.”





Fakire ellerini uzattılar. Tuttum. Oturdukları mahalde doğruldular: “Tubâ, tûbâ, tûbâ derler.[6] Ömür uzunluğu imiş. Tûbâ limen tâle umruhû ve hasune ameluhû. Böyle uzayıp gidiyor.”





Ba’dehu yine murâkıb oldular, yine salavât getirdiler ve “Lâ ilâhe illa hüve’r Rahmân” buyurdular. Ellerini uzatır vaziyetinde bulunmakla Fakir ellerini öptüm. Salim Efendi de öptü.





Kalktık. Kalkarken: “Ben umûma [herkese] du’â ederim. Başka bir şey elimden gelmez. Cümleniz için du’â ediyorum” buyurdular. Ba’dehu huzurlarından çıktık.





9 Nisan 1336 (6 Nisan 1920)          





17 Recebülmürecceb 338 ve 9 Nisan 336 Cum’a (6 Nisan 1920) günü Türbedâr Efendi Hazretleri’nin ziyaretine Salim Efendi (merhum) ile birlikte gittik. Hazret “Hoş geldiniz, safâ geldiniz!” buyurdu. Biz de “Hoş bulduk, safâ bulduk, efendim” dedik.





Hazret:





“Veâyetün leümü’lleyl,Neslehummhu’nnebâra (,..)Veküllün felekin yesbehûn’a (Yasin: 37-40)[7]kadar tilâvet buyurdu. Sonra “Ve kâlûlhamdü lillâhillezi sadekanâ va’dehû (...)kıylelhamdü lillahi Rabbilâlemin (Zümer; 74-75) [8] kadar okuyup tekrar “Ve âyetün lehümülleyl, neslehu ….” okudu. Yâsînı şerifin sonlarına doğru geçti. Sonra tekrar bu âyetten başladı. “Ve küllün fi felekin yesbehûn..” a kadar birçok defa tekrar etti. Biz de huzurdan kalktık. Bu hal, belki üç çâryek devam etmişti. Hazret 9 Mayıs 1336 tarihinde, yani bundan tam bir ay sonra intikâl buyurdular. 130 yaşında idiler. (?)





Kaddesenâllâhu biesrârihi ‘azzamellâhu zikrahu ve nefa’anâ bifiiyûzâtihi yâ hüvelMuîn” (Allah bizi onun sırlarıyla kutsasın. Allah zikrini azîz etsin. Feyizleriyle bizleri faydalandırsın. Ey Muîn olan Allah!)





RASÛLÜLLAH sallallâhü aleyhi ve sellem EFENDİMİZE GETİRİLEN SALÂVATLA CENNETTEKİ MAKAMLAR NEDEN ARTAR?





Abdülâziz Debbağ kaddesellâhü sırrahu’l azîze Abdullah b. Mübarek sordu ki:





— Efendim, neden cennetteki makamlar Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimize getirilen salâvat-ı şerife ile artar da tespih ve benzeri zikirlerle artmaz?





O’da şu cevabı verdi:





Çünkü cennetin aslı Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimizin nûrundandır. Çocuk nasıl babasına içten bağlılık duyar ona müştak olursa, cennet de Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimizin nûruna öylesine müştaktır. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem anıldığında cennet bu zikri işitince âdeta çırpınıp ona doğru uçmak ister. Çünkü o nurun suyuyla sulanır.





Şeyhim bu cevabı verdikten sonra yemine iştiyak duyan bir hayvanı misal olarak verdi ve şöyle buyurdu:





Hayvan yemine çok istek duyuyor, kendisine arpa ve benzeri yem getiriliyor, bu sırada o hayvan olduğundan çok daha aç bir vaziyettedir. Yemin kokusunu alınca ona doğru süratle yaklaşır, yem ondan uzaklaştırılınca da peşine takılıp ulaşıncaya kadar takip eder. Cennetin çevresinde bulunan melekler de böyledir, onlar de Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimizin zikriyle meşgul olurlar, Ona salât ü selâm getirirler. Cennet de bu zikre son derece iştiyak duyar, ona doğru yürür ve her cihette bu zikir bulunduğu için genişlemeye başlar. (İşte cennetin artması, onun böylece genişlemesi demektir). Eğer bu konuda Allah’ın irâdesi ve engellemesi olmasaydı cennet, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz hayatta iken dünyaya çıkar ve Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem nereye giderse o da onunla birlikte olurdu. Ne var ki Allah onu dünyaya çıkmaktan men’etmiştir, tâki gayz yolu üzere Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimize iman edilmiş ola.





RASÛLÜLLAH sallallâhü aleyhi ve sellem VE ÜMMETİ CENNETE GİRDİKLERİNDE





Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz ve O’nun ümmeti cennete girdiğinde cennet onlarla ferahlık duyar ve onlar için genişledikçe genişler. Öylesine bir sevinç duyar ki bunu sınırlamak mümkün değildir. Diğer peygamberler ve onların ümmetleri girdikleri zaman ise cennet bir çeşit büzülür kalır. Bunun sebebi sorulunca şu cevabı verir:





“Ne ben sizdenim, ne de siz benden...” Diğer ümmetlerin peygamberleri Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimizden istimdat etmeleri sebebiyle bir ayırım meydana gelir.





“Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimize getirilen salâvat-ı şerife herkesten kesin olarak makbul tutulur.” diyenlerin bu iddiası hakkında şeyhimden işittim, şöyle buyurdu:





— Şüphe yok ki Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimize getirilen salâvat-ı şerife amellerin en üstünüdür. Hem salâvat, cennetin çevresindeki meleklerin zikridir. Bu salâvatın bereketiyledir ki melekler her defasında Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi andıklarında cennet artar da artar, genişler. Melekler de bir an olsun onu anmaktan boş kalmazlar; böylece cennet de durmadan genişler. Onlar bir nev’i cenneti çekip dururlar, cennet de onların arkasından akıp gider, durmadan genişler. Sözü edilen melekler tesbihlere geçinceye kadar bu hal sürüp gider. Ama melekler de, Cenâb-ı Hak cennet ehline cennette tecelli edince ancak salâvattan tesbihe geçiş yaparlar. Cenâb-ı Hak cennet ehline tecelli ettiğinde melekler bunu müşahede edince artık tesbihe başlarlar ve cennet de yerinde durur, artık genişlemez. Eğer o melekler yaratıldıkları zaman tesbihe başlasalardı cennet genişleyip artmazdı. İşte cennetin bu kadar genişlemesi Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimizin bereketiyledir.





Yapılan her salâvatın mutlaka kabul olunacağını kestiremeyiz. Ancak tertemiz zattan, temiz bir kalpten yapılan salâvat mutlaka makbuldür. Çünkü salâvat-ı şerife tertemiz zattan çıkınca gösteriş, kendini beğenmişlik gibi hastalıklardan uzak ve sade olarak çıkar. Bu tür manevî hastalıklar çoktur, ama tertemiz olan zatta bulunmaz, temiz bir kalpte de yeri yoktur. İşte hadîs-i şeriflerde:





“ KİM LÂ İLAHE İLLALLAH DERSE CENNETE GİRER” mealindeki sözün manası budur. (Buhari)





Şöyle ki: Bunu söyleyen zat tertemiz olur, kalbi de temiz bulunursa, o takdirde bunu her türlü riyadan uzak ihlâs üzere söylemiştir. Bununla beraber yegâne hükümran olan Allah Teâlâ’nın satvet ve kahrına, kulun kalbinin Onun iki parmağı arasında bulunduğuna ve bu kalbi dilediği gibi çevirdiğine, kötü amellerini ona süslediğine, o kadar ki bu hâlinin kendisi için en uygun hal bulunduğunu zannetmesine baktığında, anlarsın ki, Allah Teâlâ’nın düzeninden ancak dünya ve âhirette zarara uğrayanlar güven içinde kendini hissedebilir (vurdum duymaz olur). (Salih kullar ise Hakk’ın düzenini hatırlar ve kendi bulunduğu hâlin uygun olduğunu sanmaz, daha iyi olmaya çalışır). Allah Teâlâ daha iyisini bilir.





Ahmed bin Mübarek diyor ki:





Şeyhimizin salâvat-ı şerifenin kabul olunması hakkındaki sözlerinde hiçbir şüphe yoktur. Nitekim bu birinci mesele hakkında sâlih âlimlerden Seyyid Muhammed bin Yusuf Es- Sünûsî (Allah ondan razı olsun) den sorulmuş, soran şöyle söylemiş:





“Fukahâdan bazısı, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimize getirilen salâvat herkesten makbuldür ve her hâl ü kârda reddolunmaz,” demişlerdir.





“Siz bu hususta ne buyurursunuz?” Bu soruya Es-Sünûsî Hazretleri şu cevabı vermiştir:





Şâtibiyye şârihi Ebû İshak da böyle bir soruyla karşılaşmıştır. Eğer salâvat getirenin mutlaka salâvatının kabul olunduğunu kestirip atarsak, o kimsenin hüsn-i hatime (ömrünün sonunun iyi hal üzere kapandığı) üzere bulunduğunu da kestirmek gerekir. Hâlbuki bir adamın ömrünün sonunun iyi veya kötü olacağı meçhuldür, bu hususta âlimlerin ittifakı vardır.





Böylece Şeyh Muhammed bin Yusuf bu konuda iki müşkülün bulunduğuna dikkati çekmiştir ve bunları birer cevapla cevaplandırmaya çalışmıştır. Gerçekte ise bu iki müşkül bir takım ihtimallerdir, akla dayanmaktadır, şeriatta delili yoktur. O halde bilinmeyen bir kabul babında bu iki müşkül kabul olunmaz, ancak şeriat yönünden bilinirse kabul olunur.





Birinci Cevap:





Salâvatın kabul olunmasının manası, Cenâb- ı Hak salâvat getiren kimsenin hüsn-i hatimesine hükmetmişse, kader çizgisini öyle hazırlamışsa, o takdirde Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimize vermiş olduğu salâvatın sevabını makbul bir ölçüde bulur. Bunda hiç şüphe yoktur. Çünkü Allah Teâlâ’nın fazl u keremi sonsuzdur. Ama diğer iyilikler böyle değildir, çünkü onların kabul olunacağına dair bir güvence yoktur, sahibi iman üzere bile ölse. Bu cevap üzerinde durmak gerek. Çünkü böyle bir ayrım tevkifidir, ancak şeriat ile bilinebilir. O halde böyle bir ayrımın doğru olduğuna dair şeriatta bir nass bulmak ve bu hususta üstün gayret sarf etmek lâzımdır. Eğer böyle bir nass bulunursa mes’ele halledilmiş sayılır. Bulunmadığı takdirde aklî yoldan yürümekle şer’î mes’eleler çıkarmak, şeriatta olmayanı akıl ile ortaya koymak şeriata müdahale sayılır. Aklın şeriata dahli olamaz.





İkinci Cevap:





 Salâvatın kesinlikle kabul olunmasının manası şudur: Salâvat eğer sahibinden Resûlüllah’a olan sevgiyle çıkarsa, o takdirde onun kabul olunduğu kesinlikle söylenebilir. Sahibi âhirette bundan yararlanır. Bu yararlanma azabın hafiflemesi şeklinde olsa bile.. Eğer Cenâb-ı Hak ebediyen azâbda kalması hususunda bir hükümde bulunsa bile yine de hafifleme söz konusu olabilir. Şeyh Sünusî bu cevabı belirttikten sonra Ebû Leheb’in durumuyla kıyas yapıyor. Şöyle ki: Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimizin doğruluğunu müjdeleyen cariyeyi hürriyetine kavuşturması sebebiyle ebedî azab içinde kalmasına rağmen her pazartesi bu sebeple azabı hafiflemiş oluyor. Tabii bir sevgiyle yararlanma meydana geliyorsa, mü’minin varlık âleminin efendisi Muhammedi (sallallâhü aleyhi ve sellem)i sevmesinden nasıl bir yararlanma meydana gelmez?





…..





Hafız Süyûtî Ed-Dürerü’l-Müntesire Fi’l-Ahâdîsi’l - Münteşire adlı eserinde:





“Ümmetimin amelleri bana arz olundu; onlardan makbul ve merdud olanlarını buldum, ancak bana olan salât müstesna” mealindeki hadîs üzerinde açıklama yaparken diyor ki: Bu hadîsle ilgili herhangi bir senedi tesbit edip bulamadım. Temyizü’t-Tayyib Minel-Habisi Fîmâ Yeduru Alâ Elsinetin Mine’l-Hadîs kitabının sahibi ise şöyle diyor:





“Her amelde makbul ve merdud olanı vardır, ancak bana getirilen salâvat müstesna. Çünkü o makbuldür, merdud değildir.”





İbn Hacer bu hadîs için “zayıftır” demiştir. Seyyid Semhurî, El-Gammaz alâ’l-Lemmaz adlı kitabında, yukarıda belirttiğimiz hadîs üzerinde tahlilde bulunurken İbn Hacer’in bu hadîsin zayıf olduğunu kaydetmiştir. Et-Temyîz kitabının sahibi de bu hadîsin hadîs olmayıp Ebu Süleyman-ı Dârânî’nin sözü olduğunu söylemiştir. Gazali bu hadîsi İhya adlı eserinde merfu’ olarak belirtmiştir. Şeyhimiz ise,





“Ben böyle bir hadîse vâkıf olamadım, Ebû Derdâ Hazretlerine aittir,” demiştir. Ebû Derdâ’dan yapılan rivayete göre şöyle demiştir:





“Allah’tan bir hacetinizin yerine getirilmesini istediğiniz zaman, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimize salâvat ile başlayın. Çünkü Cenâb-ı Hakk kendisinden iki hacet istenildiğinde birini yerine getirmekten, diğerini de reddetmekten çok daha keremli ve merhametlidir.” Yâni her iki isteği de kabul buyurur. (Salâvatı herhalde kabul edeceğine göre onunla birlikte diğer hacetin de yerine getirilmesine imkân verip onu da kabul eder.) [9]





İşte sen bu rivayet ve delilleri anladığın takdirde, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimize getirilen salâvatın mutlaka makbul olmadığını öğrenmiş olursun. Evet, kabul olunması daha çok umulur ve zan babında bunun daha çok medhali vardır. (Söylenecek çok söz vardır.) Allah Teâlâ daha iyisini bilir. [10]










[1] Sohbetlerin Osmanlıcaları için bkz: Atatürk Kütüphanesi, İstanbul; Ahmed Amiş Efendi ile sohbetler / Ahmed Avni (1868 - 1938) Konuk 297.7  1337 H. - O. Ergin Yazmaları- OE_Yz_001688





[Gerek Ahmed Avni Bey'in tasavvufî yönünü ortaya koymak gerekse Amîş Efendi'nin manevî sohbetlerinden birer örnek vermek açısından çok değerli olan bu notların bir kısmını Ahmed Güner Sayar Türk Edebiyatı dergisinde yayınladı. Sayar, bu notların doğrudan Gölpınarlı tarafından kendisine verildiğini yazmaktadır. Sayar, aynı sohbetlerin yazma kaydını Süheyl Ünver’in de kendisine okuduğunu belirtmektedir. Ahmed Avni Beyin kaydettiği beş sohbetin üçüne bu şekilde ulaşmış olduk.





Biz de geriye kalan iki sohbeti, yani aşağıdaki ilk (9 Ağustos 1919) ve son sohbeti (6 Nisan 1920), Abdülbâkî Gölpınarlı'nın Konya Mevlânâ Kitaplığı'nda bulunan yazma mecmuasından alarak bugünkü alfabeye çevirdik. Aşağıya ekliyoruz. Böylece bütün sohbetleri okuyucuya intikal ettirmiş oluyoruz. Fakat sohbetlerden anladığımız kadarıyla Ahmed Avni Bey, aşağıda ilk sırada yer alan 9 Ağustos 1919 tarihinde kaydedilen ilk sohbetten önce Ahmed Amîş Efendiyi en az iki kez daha ziyarete gitmiş olmalıdır, çünkü sohbetin sonunda “Fakirin huzûru şerifine üçüncü defa gidişim idi” demektedir.





Ahmed Amîş Efendi'nin türbedârlığını yaptığı Fâtih Sultan Mehmed'in türbesinde yapılan sohbetleri Konuk çıkar çıkmaz not almıştır. Konuk'un bu kaydetme titizliği bizim açımızdan çok önemli bir kişilik ipucu vermektedir. Değerli her şeyin yerini ve geleceğe aktarılmasını önemseyen Konuk'un sohbetlerdeki ifadeleri de ne kadar yüksek bir tasavvufî olgunluğa sahip olduğunu göstermektedir. Amîş Efendi'nin remzi (sembolik) sorularına o da remzi cevaplar vermektedir. Sohbetlerde Konuk, mütevazı, edeb ve manevî derinlik sahibi yüce bir kişilik olarak hemen kendini göstermektedir.] Savaş Şafak BARKÇİN. Ahmed Avni KONUK, İstanbul, Klasik Yay. , 2011. , s.211-224





[2] NE SURETLE SALÂVÂT-I ŞERÎFE GETİRİLMESİ ŞEYH ŞERÂFEDDİN kaddese’llâhü sırrahu’l azîz BUYURDU Kİ;





Birçok Eshâb-ı Kirâm ve Sıddîk-ı Ekber Hazret­leri, Fahr-i Âlem Efendimize ne şekilde salavât getirilme­sini sordular. Cenâb-ı Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem:





“ALLAHÜMME SALLİ ALÂ MUHAMMEDİN VE ALÂ ÂL-İ MUHAMMEDİN VE SELLİM,” diye salât ve selâm ediniz” buyurmuşlardır.





Vird’de “SEYYİDİN” ibâresi ilâve edilirse, ubûdiyyet (aşırı derecede kulluk) neş’esi kalmaz. Fahr-i Âlem Efendimiz ise, ubûdiyyeti ihtiyar buyurmuşlardır (seçmişlerdir). Neş’e-i ubûdiyyeti her neş’eden çok severlerdi. Bu salavât-ı şerî- feyi tâlim buyurdukları mecliste hâzirûna hitâben:





“Cenâb-ı Hakk beni abdiyyet (kulluk), saltanat ve nübüvvetle (peygamberlikle) tahyîr buyurdu (seçmemi istedi). Ben; ‘Yâ Rabbi, hakîkatte saltanat sana yakışır, bana abdiyyet ve nübüvvet ihsân buyur” dedim.





“Sana, kendi saltanatımdan vereyim” buyurdular. Ben yine





“Yâ Rabbi, saltanat (kullar için) ârızdır ve (gerçekte ise) sana mahsustur. Bana abdiyyet ve nübüvvet kâfidir” dedi­ğimde; ‘Tahkîk, sana Süleyman Aleyhisselâm’â vermedi­ğim saltanatı ve öncekilerin gıbta ettiği ve hasret kaldığı Makâm-ı Mahmüd’u verdim.” buyurmuşlardır.”





(BURKAY Hasan Menâkıb-ı Şerefiyye [Kitap]. - Ankara (Beş Cilt) : Çınar Yayınları, 1995-2010, c. I, s. 16)





[3] Ahmed Amîş Efendi konuyu romatizmaya bağlayarak edeb-i huzur-u mürşid konusunu izah kılmıştır.





[4] Ahmed Amîş Efendi… der ve sonra eliyle diline işaret ederek ve parmaklarını, diline değdierek, hal diliyle:





“Bundan ötesi söylenmez ki!”





[5] Ahmed Amîş Efendi burada bir zuhururata işaret etmiştir. Fakat ne olduğunu o kişilerde anlayamışlar.  O günün olaylarına bakınca Nuri Paşa ve Mustafa Kemal hakkında şu bilgileri buraya koymak uygun olur zannediyorum.





[Kuvay-ı Milliye’nin tohumları, Kasım 1918’de müttefik düşman filolarının Boğaz’a girmesiyle atılmıştır. Kuvay-ı Milliye bir şahsın değil, bir milletin eseridir. Bu milletin içinde Mustafa Kemal de vardır, Sultân Vahidüddin de vardır. Düşman toplarının Saray’a çevrildiğini gören Vahidüddin ve Osmanlı kurmayları, bütün gayretlerini, Anadolu’ya gönderilecek bir komutanla bağımsızlık tohumlarının yeşertilmesi için harcamışlardır. Nitekim Osmanlı kurmayları Mart 1919’un bir gecesinde Erenköy’de yaptıkları bir toplantıda liderliğin Nuri Paşa’ya mı, Miralay Re’fet Bey’e mi yoksa Çanakkale’de göz dolduran Mustafa Kemal’e mi verileceğini tartışmışlardır. Sadrazam, Mustafa Kemal Paşa’yı Padişah’a götürmüş ve askerlerin istediği insan olarak takdim etmiştir. Sami Bey ve Harbiye Nâzırı Şâkir Paşa, Mustafa Kemal’in Cumhuriyetçi olduğunu ve Hânedânı devre dışı bırakabileceğini hatırlatmışlarsa da, Padişah önemli olanın Hânedân değil vatan ve devlet olduğunu ifade etmiştir. İşte bu şartlar altında 9. Ordu Kıtaları Müfettişi kisvesiyle Anadolu’ya gönderilmesi kararlaştırılan Mustafa Kemal ile Sultân Vahidüddin defalarca özel olarak görüşmüşlerdir.] (Bardakçı, Murad, Şahbaba, Osmanoğullarının Son Hükümdarı VI. Mehmed Vahidüddin Han’ın Hayatı, Hatırları ve Özel Mektupları, İstanbul 1998, sh. 413, 416)





[Müttefik Devletler'in İstanbul'u işgalinin akabinde, işgalden yakınmakta ve devletin bekası için endişelerini izhâr etmekte olan ihvanına Mehmed Sâbit Efendi:





"Hadi, hadi üzülmeyin! Biz o işi Selânik'li, mâvi gözlü bir sarışına havâle ettik. O bu işin üstesinden gelecek" demiş.





Üsküdar Emetullâh Gülnûş Vâlide Sultan Camii (Yeni Câmi) baş imâmı ve geçen yüzyılın en büyük tâlik hat ve ebrû üstâdı Necmeddin Okyay Hocaefendi’den (1883- 1976) neşet eden ve bunu te’yid eden bir başka rivâyeti de hocanın kıymetli talebesi Prof. Dr. Ali Alpaslan nakletti:





"Sâbit Efendi bâzen Necmeddin Efendi'nin Toygar'daki evine uğrarmış. 1919 yılında bir gün gene bir ziyâretinde, Necmeddin Efendi:





"Amca, düşman dretnotları Dolmabahçe'nin önünde. Ne olacak bu memleketin hâli?" diye sorunca Hazret:





"Sen merak etme! Ben bu defa işimi mâvi gözlü bir Selânikli ile halledeceğim" diye cevap vermiş. Necmeddin Hoca:





"Ben bunu bir yerlerde söylersem, bana gülerler mi acabâ?" diye sorunca, Sâbit Efendi buna celâllenerek, Necmeddin Efendi'ye:





"Şimdiye kadar sen benim yalan söylediğimi hiç gördün mü?" diye çıkışmış".] (ÖZEMRE, 2007), s.21





[I. Cihân Harbi sırasında bir gün Eyüp'de Şeyh Murad Buhârî Dergâhı'ndaki bir sohbette, İlm-i Nücûm'daki bilgisinin enginliğini bilenler, Çanakkale Harbi esnâsında şöhreti artmış olan Mustafa Kemâl'in zâyiçesini (horoskop'unu) çıkarıp âtisini istihrâc etmesi için Eşref Efendi'ye destûr vermesini Seyyid Abdülkâdir Belhî'den istirhâm etmişler. O da destûr verince, Eşref Efendi, hemen oracıkta, birkaç saat süren hesaplar sonunda şu neticeye varmış:





"Eğer bu zât gönlünü mânâ âlemine çevirirse: Velî; eğer dünyâya çevirirse padişah makamına sâhib olacaktır".]  (ÖZEMRE, 2007), s.27





[6] ŞEYH ŞERÂFEDDİN BİNGÖL KADDESE’LLÂHÜ SIRRAHU’L AZİZİN RASÛLÜLLAH SALLALLÂHÜ ALEYHİ VE SELLEMİN HİCRETİNDE ZUHUR EDEN HALLERDE “TÛB” NIN SIRRINA ŞU ŞEKİLDE İŞARET EDİYOR.





“Cibrîl-i Emîn aleyhisselâm, emr-i Hakk üzere Risâletmeâb aleyhisselâm Hazretlerine nâzil olup, Mekke-i Mükerreme'den ayrılmak ve Medine’ye gitmek için emr-i İlâhî sâdır olduğunu ve tebliğ için geldiğini Resûlullah’a arzetti. Ve bu hicret dolayısıyla Cenâb-ı Hakk, gerek Risâletmeâb Hazretlerine ve gerekse ilâ yevm-ül kıyam (kı­yamete kadar) gelecek bilumum efrâd-ı ümmetine ihsân edecek olduğu fezâil ve atâyây-ı ilâhiyye’nin kâffesini ve hatta her bir fert için hâsıl olacak fazileti dahi beyân buyurdu.





Hicretle memur olduğu gecede Resûlü Ekrem aleyhisselâm Hazretlerine Cibrîl-i Emîn tekrar tekrar nâzil oldu. Resûlü Ekrem aleyhisselâm da, Cibrîl aleyhisselâmın böyle tekrar tekrar nâzil olmasından mutlaka bir Emr-i Hakk olacağını idrak etti. O gecede Mekke'de, cin tâifeleri Resûl-ü Ekrem aleyhisselâma zarar ve ziyan vermek için toplandılar. Maksatları, fırsat bulurlarsa Resû­lü Ekrem aleyhisselâmı helâk etmek idi. Bu cin tâifeleri de Harka’z -Zenâdil denilen tâifeden olup, dokuz yüz bin kişi vardı. Ve yedi yüz bin kişi de Mâridler’den vardı. Beş yüz bin kişi de Gaffâriyetler’den vardı. Bu cinler insan şekline girip Kureyşilerln müşrikleriyle ve kâfirleriyle sık sık görüşüyor ve Resûlü Ekrem aleyhisselâmı Mek­ke'den tard-u ihraç (atmak, çıkarmak) için türlü türlü hile­leri öğretiyorlardı. Resûlü Ekrem aleyhisselâmın idamı veyahut nefyi (sürgün edilmesi), veyahut ölünceye kadar hapse atılması; bu üç fikir üzere Kureyşiler’in ileri gelen takımlarını Daru’n -Nedve denilen şûrethâneye”[6] topla­mak tedbiri de cin taifelerinin telkini ve ilhâmı ileydi. Cenâb-ı Hakk Teâlâ, Cibril aleyhisselâm vasıtasıyla Kureyşiler'in kararını ve cin tâifelerinin içtimâlarını bildirdi. Sey­yid-i Kâinât aleyhisselâm Hazretlerinin kalbine biraz hü­zün ve keder ârız oldu. Bu, kendi vatanını terk ederek diyâr-ı gurbete gitmek icap ettiğinden veya kendi vücûd-u saâdetlerine o küffâr-ı Kureyş’ten bir zarar dokunacak diye düşündüğünden de değil; ancak ümmet-i merhûmenin (müslümanların) halini düşünmekden ârız oldu. Ol ge­ce Mekke'ye gelip toplanan cin tâifelerinin adâveti, ilâ yevm-ül kıyam gelecek ümmetine karşı da dâim ve bâki olduğundan, bu muzur ve kuvvetli mahlûkların şerrinden ümmetimi nasıl muhafaza edeceğim ve bunlara karşı ümmetimin hali ne olacak diye tefekküre daldı. Cibrîl-i Emîn aleyhisselâm, Seyyid-i Kâinât’ın hüzün ve teessü­füne muttalî olunca dedi ki:





“Yâ Muhammed!





Cenâb-ı Hakk sana, Ebu’l -Be­şer Âdem aleyhisselâma, Neciyyullah Nuh aleyhisselâma, Halîlullah İbrahim aleyhisselâma, Kelîmullah Musa aleyhisselâma, Rûhullah İsâ aleyhisselâma ihsân buyu­rulmamış olan husûsî inâyet ve meskeniyyeti ihsân bu­yurdu. Neden mahsûn ve mükedder oluyorsun?” Resûlü Ekrem aleyhisselâm buyurdu ki:





 “Yâ Sefîr-ül a’zâm! Benim düşüncem ve kederim şudur ki, ben dâr-ı dünyadan intikal ettikten sonraki asır­larda dünyaya gelecek olan efrâd-ı ümmetin halini düşü­nüyorum. Bu tâife-i cin ve bu düşmanlar, onlara tasallut ederse, bunların şerrinden nasıl kurtulurlar. Efrâd-ı üm­metimden çok kimseler, bunların adâvetinden çobansız kalan davar gibi mahvolur ve helâk olur diye düşünü­yorum. Yalnız kalan ümmetim bunların şerrinden ne su­retle halâs yolunu bulacaklar diye tefekkür ediyorum. Bu düşmanlar ümmetimin üzerine saldırıp, efrâd-ı ümmetimi dâr-ül kerâmetten mahrum edecek fitne ve fesâda sevke- decekler diye korkuyorum.”





O halde Resûl-ü Ekrem aleyhisselâmın üzerinde bulunan hüzün ve teessüf haline Cibril aleyhisselâm da duçar oldu. Hatta bilcümle melekler de aynı hale mâruz oldular. O hüzün ve teessüfle Cibril aleyhisselâm, evâmir-i ilâhiyyeyi telakkî etmek için durulacak olan makâm üzerinde Hakk Teâlâ Hazretlerine Habib-i Ekrem aleyhisselâm Hazretlerinin halini arzetti. Biraz sonra Resûlü Ekrem aleyhisselâmın huzuruna geldi ve dedi ki:





“Yâ Resûlullah! Cenâb-ı Hakk Teâlâ Hazretleri sana ve senin refîk-i hâsın olan Sıddîk-ı Ekber'e selâm etti. İlâ yevm-il kıyâm ümmetinizden olup, hücre-i suğrâ ve hücre-i kübrâ ile müşerref olacak olan ricâlullah ve ekâbir ümmetinize de selâm etti. Sonra bana emretti. İlâ yevm-ül kıyâm bi’set ve risâletinizi tasdik edip, ümmetliğe kabul edeceğiniz bilcümle efrâd-ı ümmetinizi huzûrunuza davet etmek için, bu ümmet-i merhûmenin içinden en za­yıf olan ümmetinizi de ve ümmetinize hâdim olacak ricâl ümmetini de göstermek için emretti.





Emr-i Hakk üzere Cibrîl aleyhisselâm, bilcümle efrâd-ı ümmetin zerrelerini davet ederek huzûr-u Resûlullah’a dizdi. Ve her tâifeyi kendine mahsus makâm ve fazilet itibâriyle, derece de­rece olmak üzere Resûlullah’a takdim ve arz etti. Resûlü Ekrem aleyhisselâm, Sıddîk-ı Ekber ile kalkıp beraberce, bir koyun sürüsünden, zayıf olan koyunlarını seçer gibi en zayıf ümmetlerini tefrîk ettiler (ayırdılar). Sonra ekâbir ricâlullah hazerâtından bir kaç zâtı davet ederek, birer tâife olarak taksim ve tevzî etti. Herkese, “Bu sana gös­terdiğim ümmetin haline ve işlerine bakacaksın” diye emir ve tavzîf buyurdu. Sonra Cibrîl aleyhisselâm, o ricâlullah ve havâs ümmetten doksan dokuz zâtı, Resûlullah aleyhisselâm Hazretlerine takdim etti. Ve dedi ki:





“Yâ Muhammed! Bunlar, Cenâb-ı Hakk'ın, kırk bin enbiyâ ve mürselîn-i kirâm hazerâtına bağışlamış olduğu rahmet ve inâyet (lütuf), kendilerine ihsân edilmiş olan ricâlullah’tır. Ve havâs ümmetinizdir. Ulu’l Azm hazerâtına muhsûs olan inâyetin fazîletine de müşterek olan ricâlullahtır. Bu inâyet, dâr-ı dünyaya gelip, orada ifâ edilecek cihad ve vezâif-i ubûdiyyet üzere değildi. Sırf Mevhîbe-i İlâhiyye (Allah vergisi) olarak vücudlarına ruh nefh olu­nurken, beraberinde bu inâyet de bunlara ihsân edilmiş­tir. Yâ Muhammed, bu sana gösterdiğim doksan dokuz ricâlullahtan birisinin bir nefesi sayesinde, efrâd-ı ümme­tiniz, o düşmanların şerrinden yedi sene emîn olurlar. Ve onların şerrinden yedi sene emîn olacak gâyret-i ilâhiy­yeye (Allah uğrunda çaba gösterme kabiliyetine) mazhâr olurlar. Bu kuvve-i kudsiyyeye mâlik olan ricâlullah, Allah'ın emirlerine en ziyâde dikkat gösteren büyük peygamberler: Hz. Nuh, Hz.İbrahim, Hz. Musâ, Hz. İsâ, Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem ümmetinizin içinde bulunduğu için, o kadar mahzun ve mükedder olmamanız gerekir. Cenâb-ı Hakk böylece sa­na arzetti.”





Resûlü Ekrem aleyhisselâma, Cibrîl aleyhisselâm’ın tebşîrâtı üzerine teselli ve itmi’nân-ı kalb hâsıl oldu. Ümmetini, o düşmanlarından kurtaracak hâdimlerin, üm­metin içinde bulunduğuna kanâat hâsıl oldu. Cibrîl aleyhisselâm dedi ki:





“Yâ Muhammed! O ricâlullaha mahsus olan yedi fazîlet vardır ki, başka evliyâ ve ricâlullaha nasip olma­mıştır.”





BİRİNCİ FAZÎLET : Cenâb-ı Hakk onlara, kendilerini vücûde getirmezden mukaddem (önce), velâyet-i ulyâ (yüce evliyalık) makâmını tevcîh ve ihsân buyurmuştur. Halbuki başka evliyâlarına velâyet, hilkatten (yaratıldık­tan) sonra ihsân buyurulmuştur.





İKİNCİ FAZÎLET : Cenâb-ı Hakk onların zerreLrini halk ve icâd buyurduğu lâhzadan itibaren, Resûlü Ekrem aleyhisselâm ile içtimâ ve mülâkât-ı beriyye (toplanıp karşılıklı konuşma) hâsıl oluncaya kadar, Resûlullah aleyhisselâmın ümmetini hatmederek duâ ve münâcaat ediyorlardı. Bu ricâlin zerre-i şeriflerinden sâdır olan bir münâcaat üzere efrâd-ı ümmetten kırk bin kişi ehli saâdete ilhâk ediliyordu.





ÜÇÜNCÜ FAZÎLET: Cenâb-ı Hakk zerrelerini halk ve icâd ettiği zamandan itibaren her gece yedi bin kere Kur- ân-ı Kerîm’i hatmederlerdi. Hatm-i şeriflerini dinlemek Meleü’l -A’lâ nâm makâm-ı mübârekde bulunan melâike-i kirâma kuvvet ve gıda idi.





DÖRDÜNCÜ FAZÎLET: Kendileri dâr-ı dünyaya teş­riften itibâren her yirmi dört saatte semâdan nazil olacak yirmi dört bin belâ ve mesâibe ve arzdan hâsıl olacak yirmi dört bin musîbetten dahi ümmet-i Muhammed’in se­lâmeti için münâcaat ederler. Ve o münâcaat sayesinde, o kadar belâlardan ümmeti-i Muhammed selâmet bulur­lar. Husûsen Haremeyn-i Şerifin (Mekke ve Medine) ahâlisine bundan başka hizmette bulunurlar.





BEŞİNCİ FAZÎLET: Kendilerine karşı zerre miktarın­da olsun râbıta ve muhabbet eden ve dirhem kadar olsun kendilerine hizmet eden efrâd-ı ümmete Resûlü Ekrem Hazretlerinin maiyyetinde Bedir ve Uhud ve Hendek muhârebelerinde bulunan mücâhidin-i kirâma olan sevabı ve fazîletini temine selâhiyettar olmaktır. Ve o fazîleti de, dâimî kalacak fazîlet nevinden kılarlar.





ALTINCI FAZÎLET: Yüz yirmi dört bin enbiyâ-ı mürselîn-i kirâm hazerâtından, müddet-i ömür ve hayatlarında, gerek kendi zâtlarına ait olsun, ve gerekse ümmet ve kavimleri hakkında olsun, ne kadar münâcaat sâdır olmuşsa kâffesine (tümüne) vâkıf olurlar. Ve icâbında, Cenâb-ı Hakk Teâlâ Hazretlerine onların yaptıkları şekilde münâ­caat eder ve o yüz yirmi dört bin enbiyânın münâcaatını bir lâhzada hatmetmeğe muvaffak olurlar. Halka nasîhata başladıkları zaman, bilcümle enbiyâların üzerine nazil olan gayret, birden bire onlara nâzil olur.





YEDİNCİ FAZÎLET: Her vakt-ül imsakta ümmetin, bi­rinci neferden başlayıp kâffesini zikreder. Ve her şahsın ismini zikrederek, münâsip hidâyet ve saâdeti Cenâb-ı Hakk'tan niyâz ederler. Bu ümmet-i merhumeyi bir saat zarfında hatmedip ikmâl ederler. Bu ekâbir evliyâullah, münâcaata başladıkları zaman Cenâb-ı Hakk, kâfir ve müşriklerden bile gadabı ref (kaldırır) ve tahfîf eder (ha­fifletir). Ve o münâcaat üzere efrâd-ı ümmete Asr-ı Saâdeti’nde bulunup Resûl aleyhisselâma imân ve itbâ etmiş kadar fazîlet hâsıl olur. Cibrîl-i Emîn aleyhisselâm diyor ki.





“Yâ Muhammed! Bu gece gibi, Harem-i Şerîf, Harka’z -Zenâdil ve diğer tâife-i cinnin hücumlarına mâ­ruz kaldığı zamanda bu zikrettiğim ricâlullah, Medine-i Münevvere'de tesis edilecek olan Mescid-ül Kubâ’da içti­mâ ederler. Ve bilumum ümmet-i Muhammed ve ehl-i imânın saâdet ve selâmeti için pek mukaddes hidamât (hizmetler) ifâ ederler. Bu ricâlullahın asrında bulunup, bunlara itbâ ve muhabbete muvaffak olan efrâd-ı ümme­tinize, TÛBÂ, SÜMME TÛBÂ, SÜMME TÛBÂ (güzellik, iyilik, hoşluk; sonra iyilik, hoşluk; sonra…) ve müjdeler olsun.”





Bu ‘TÛBÂ’ kelimesini, Cibrîl-i Emîn aleyhisselâm yüz yirmi dört bin kere tekrar buyurdu. Bu kadar çok tek­rar edilmesinin hikmet ve sebebini de zamanımızın ricâlullahından birisi beyân buyuruyor:





“Bu ricâlullâh-ül kerâmeye, itbâ etmeğe, emir­lerine devam etmeğe ve hizmetine muvaffak olan kim­seye, yüz yirmi dört bin kere Cihâd-ı Ekber fazîletine mu­âdil (eşit) fazilet verilir.





Resûl-ü Ekrem aleyhisselâm Hazretleri, bu ricâ­lullah hazerâtından kendi ümmetlerine ve husûsan zuafâlarına (zayıflarına) hidemât-ı mukaddeseyi (mukaddes hizmetleri) müşâhede buyurunca müsterih oldu. Ve Ce- nâb-ı Hakk'a hamd-ü senâlar etti.





O ricâllullahın zerre-i şerifleri Resûl-ü Ekrem aleyhisselâma dediler ki:





“Yâ Resûlallah, yâ Rahmeten li’l -Âlemîn-i Ersel- allah! Cenâb-ı Hakk bizi Âdem’den vücûda ibrâz (mey­dana çıkardığı) ve ihraç buyurduğu lâhzadan itibâren ge­rek zerrelerimizden ve ervâhımızdan (ruhlarımızdan), ve gerekse ecsâdımızla (vücudumuzla) beraber ruhlarımızdan sâdır olacak bilcümle hidemâtın (hizmetlerin) fazile­tini ümmetinize bağışladık. Kabul buyurunuz.”





Resûl-ü Ekrem aleyhisselâm son derece memnûn oldu ve memnûniyyetini izhâr buyurdu ve bu hediyeyi de kabul buyurdu. “ (BURKAY Hasan Menâkıb-ı Şerefiyye [Kitap]. - Ankara (Beş Cilt) : Çınar Yayınları, 1995-2010, c. I, s. 166-172)





[7] Onlara bir delil de gecedir; gündüzü ondan sıyırırız da karanlıkta kalıverirler. Güneş de yörüngesinde yürüyüp gitmektedir. Bu, güçlü ve bilgin olan Allah'ın kanunudur. Ay için de sonunda kuru bir hurma dalına döneceği konaklar tayin etmişizdir. Aya erişmek güneşe düşmez. Gece de gündüzü geçemez. Her biri bir yörüngede yürürler. (Yasin: 37-40)





[8] Onlar: “Bize verdiği sözde duran ve bizi bu yere varis kılan Allah'a hamdolsun. Cennette istediğimiz yerde oturabiliriz. Yararlı iş işleyenlerin ecri ne güzelmiş!” derler. Melekleri, arşın etrafını çevirmiş oldukları halde, Rablerini hamd ile överken görürsün. Artık insanların aralarında adaletle hüküm olunmuştur. “Övgü, Alemlerin Rabbi olan Allah içindir” denir. (Zümer; 74-75)





[9] Şeyhimizden maksadı, El-Makasidü'l-Hasene sahibi Ebûlhayr Şemsüddin Muhammed bin Abdurrahman bin Muhammed es-Sahavî'dir. Seyyid Semhurî'nin hadîste şeyhidir.





[10] Kaynak: Abdülaziz Debbağ trc: Celal YILDIRIM Kitab'ül İbriz [Kitap]. - İstanbul: Demir Yayınları, 1979. – 2.Cilt,  c.II, s.507-513


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar