Print Friendly and PDF

Secdemi Kime Yaptım Biliyorsun


10





Vezin: Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün  





İki kaşın arasında çekti hatt-ı istiva,
(Allemel esma) yı ta’lim etti ol hattan Hüdâ.
 





Zat-ı ilme Mustafa,  esmaya Âdem‘dir emin,
İkisinden zâhir olmuştur ulûm-i enbiya.





 Zat-u esmâ vü sıfat ef’âl-u âsar cümleten,
Her zamanda bir velinin vechine bunlar ziya. 





Secde eyle Âdem‘e ta kim Hakk’a kul olasın,
Eden Âdem’den ibâ Hakk’dan dahi oldu cüdâ. 





Kenz-i la-yefna yı bilmez kandedir illa fakir,
Bahr-ı bipayanı bulmaz etmeyen terk-i siva. 





Sureta gördüler Allah diyeni olmuş fakir,
Sandılar Allah fakirdir kendilerdir ağniya. 





Ravza-yı hadrayı bilmez Hızr’a yoldaş olmayan,
Ab-ı hayvan
-ı bu zulmü görmeyenler sandı mâ. 





Bil ki seddeyn iki kaş İskender ortasındadır,
Cem
’i cem-ül cem ile feth oldu ebvâb-ı Hüdâ.  





Kande bulur Hak-kı inkâr eyleyen bu Mısrîyi,
Zâhir olmuşken yüzünde nûr-i Zât-ı Kibriyâ.  





İki kaşın arasında çekti hatt-ı istiva,
(Allemel esma) yı ta’lim etti ol hattan Hüdâ. 





İki kaşın arasında çekti düz bir hat çekti,
Allah Teâlâ bütün isimleri öğretti o düz çizgiden. 





Bu beyti tahkik idevüz tâ ki evliyanun [43a] kelâmlarını her bir mukallid zucmınca bir ma’ nâ virmeyeler dahi veya ilhâmsuz muhal idügin bilup tahrif itmeyeler. imdi iki kaşdan murâd dörd vâvdur hâkezâ  واوووher ikisi bir kavsdur, ikisinün mâ-beyninde elif vardur zira isimdür, ikisinde yokdur zîrâ zâtdur. Lev câe sitte bade sittedimek sitte ba’de sittedimekdür zîrâ  ح  altıdur meselâ vâv 13 [1] vecede 13 [2] Allah 66 [3] 13+66= 79 vech-i âher واووو bunlar mertebe-i mi’âtda 2500+25= 2525 mertebe-i âhâdda 25 bu kadardur vech-i âher واووو hatt-ıadedde berâberdür mertebe-i mi ‘âtda ve âhâdda ط harfinin elifi ile ki حط ı isti­va odur zîrâ ط  ا ح ط  olur. ح 6,  ط  9, ا 1, ط 9 =  9+ 1+9+6= 25 mertebe-i mi’âtda hat ma’a’l-elif 2500+25= 25252 istiva واووو istiva-i hatt ve’ı-hâsıl iki altı altmış altı olur iki altı bir elif on üç olur yanî iki altı birbirinün ardına konursa altmış altı olur birbirinün üstine çıkarsa on iki olur elif ile on üç olur hazâ manâ kâbe kavseyn vech-i âher-i kâbe 4 kavseyn 166   166+4= 170 166 ikisi bu kadardur 166+4+166+4= 340 ev ednâ harf-i ednâ yâdur üzerine koyınca üçyüz elli olur anun çün ev ile getürdi ki üç yüz kırk da üç yüz elli de Mısrî adedidür idğâm ile ve fekk-i idğâm ile vech-i âher ednâ altmış beşdür Mısrînün sinni şimdi alt­mış beşdedür bunu görenler lütf idüp nüshasın alabilürse Vânîye ve musahibe göndürsünler ki pâdişâhun sevindürmege mayalaşduğı nice nurdur sevindür-mek mümkinümdür bilsün edeb ile olursa olsun olmazsa simden sonra bilmiş olsun Allah kendini sevindürür uşaklığı delikanlılığı koşun ve illâ kendi bilür fe-izâ sevveytehu da olan iki vav bu vavlara işâretdür kabul itmeyen şeytandur. [4]





 “Kaş” lafzı ekser kullanışta “kavs” lafzı ile teşbih ve temsîl eder. İki kavsdan murat kavs-ı vücûb ve kavs-ı imkândır.





“Alleme’l-esmâyı ta’lîm etti ol hattan Huda” diye buyrulması;





“Ben yeryüzünde bir halîfe (bana muhatap bir mahlûk, Âdem) yaratacağım...”  [5]  kelamıyla meleklerin”.. Bizler hamdinle seni tesbih ve seni takdis edip dururken, yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek insan mı halife kılıyorsun...”  [6] İddialarına karşılık “... sizin bilemeyeceğinizi herhalde ben bilirim...”  [7] “Allah Âdem’e bütün isimleri, (eşyanın adlarını ve ne işe yaradıklarını) öğretti.”  [8] Beyanı hakikat ile Âdem’in yüceliğini aşikâr eyledi.





Allah Teâlâ “... eğer siz sözünüzde sadık iseniz, şunların isimlerini bana bildirin...”  [9]  buyurunca melekler “Ya Rab! Seni nok­san sıfatlardan tenzih ederiz, senin bize öğrettiklerinden başka bizim bilgimiz yoktur; şüphesiz alîm ve hakîm olan ancak sensin...”  [10] diye kabul ettikleri açıklayınca, Allah Teâlâ “Ey Âdem! Eşyanın isimlerini meleklere anlat” dedi. Âdem onların isimlerini onlara anlatınca, “Ben size muhakkak semâvât ve arzda görünmeyenleri (oradaki sırları) bili­rim. Bundan da öte, gizli ve açık yapmakta olduklarınızı da bilirim, de­memiş miydim?” dedi. [11]





Bu beyt Âdem aleyhisselâm da olan mazhariyyetin ilâhî isimlerin hepsini topladığına işarettir. Yani Allah Teâlâ’nın muttasıf olduğu sıfât-ı sübûtiyyesi üzere halk eyledi. Çünkü hayât, ilim, irâde, semi, basar ve kelâm sıfatlarıyla muttasıfdır.





Bir başka mana “iki kaş”dan murâd celâl ve cemâl sıfatlarıdır. Celâl sıfatı kahr ve gazabla alakalı olan sıfâttır. ce­mâl sıfatı rızâ ve lutfla alakalı olan sıfâttır. hatt-ı istiva zü’l-celâl-i ve’l-ikrâmın tâm zuhur yeri olan Hakîkati Muhammediye’dir. Allah Teâlâ’ın zâtının celâl ve ce­mâline sıfâtına mazhar olan ilâhî isimlerin hepsine kavuşmuş demektir.





Ona şekil verdiğim ve ona ruhumdan üflediğim zaman...”  [12] ayetiyle üflenen ruhun izafeti celâl ve cemâl olan feyz-i Muhammedîdir. Hz. Âdem feyz-i hakîkat-i muhammediyyeye mazhariyyet ile mazhar-ı celâl ve cemâl oldu.





“yedeyn”den de murat sıfat-ı celâl ve cemâldir. Bu nedenle celâl mazharı olan şeytân, Âdem aleyhisselâma secdeden imtina edince:





“iki elimle yarattığı­ma secde etmekten seni men eden nedir? Böbürledin mi, yoksa yüceler­den mi oldun? ...”  [13]  hitâbıyla muhâtab olduğu Hz. Âdem aleyhisselâm celâl ve cemâli cami olduğunu açıklamaktadır. Bütün ilâhî isimlerin merkezi celâl ve cemâl sıfatı olduğu cihetle Hz. Âdem aleyhisselâm hakîkati Muhammediyye feyzi vâsıta olmakla isimlerin hepsini öğrenici oldu. Yani isimlerin hepsinin mazharı tam oldu. Bütün isimleri bilmek hilâfet gereği olduğuda ayrı bir hakikattir. Kâinatta bulunan her şey bir şey ilâhî isimlerden bir hakikatin terbiyesi altında zuhur eder. Bu şekilde olmasa idi hakîkat-i mu­hammediyye ile ilâhi isimlerin mazharına kadir olamayıp halife olmaktan düşerdi.





Bir başka mana Hz. Âdem aleyhisselâm ve Havva validemiz olup ikisinin izdiva­cından nesillerin vücûda gelmesidir.





Bir başka mana; Âdem’de olan akıl ve nefis cüzlerinin bulunması ve imtizaç ve birleşmesinden kalbin doğması ile Hakikati Muhammediyyeye istidad kazanmasıyla hakîkat-i muhammediyye feyzi ile ilâhî isimlerin hepsine mazhar olup ha­kikati muhammediyye vekil oldu.





Zat-ı ilme Mustafa,  esmaya Âdem‘dir emin,
İkisinden zâhir olmuştur ulûm-i enbiya.





Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Allah Teâlâ’nın Zatî ilmine, Âdem aleyhisselâm isimlerine mazhardır.





Enbiyanın ilmi bu ikisinden meydana gelmiştir.





“zât” nefsiyle kâim olana denir. İsim ve sıfat zâtın mefhûmudur. Beşere tam bir kabiliyet verilmedi ki; Allah Teâlâ’nın zâtının aslını ve hakîkatini idrâk eyleye. Onun içindir ki Allah Teâlâ’nın fiilleri idrâk olunur ondan sonra istîdâdı kadarda sıfat ve zâtı idrâk olunur ondan sonra hayret-üstü-hayretdir ki; bu dediğimiz sâlikînin tarîkidir. Bazıları idrâk olunur derlerse de yine hakikât açısından yine noksandır. Allah Teâlâ’nın bildiğimizden başka olması kendi vasfıdır. Onun içindir ki Allah Teâlâ’nın sıfatı, zâtın aynı değil gayrı dahî değildir.





“isim”: konulan veya tayin edilen bir şeyin alâmeti olan şeye derler. Bazı meşâyih yanında isim lafız ve yazılan şey değil­dir. Belki isimden murat konulanın kendisidir.





“Zât-ı ilme Mustafâ, esmaya Âdem‘dir emin” beyti, geçen beyti tefsir ve açıklaması gibidir. Yani Hakîkat-ı Muhammediyyeden ibaret olan hatt-ı istivadan Âdem’e esmayı ta’lîm ettiğini bu beyit açıklamadır. Çünkü vâsıta olmada kalem mesabesinde olan Hakîkat-i Muhammediyye ile zatî ilmi levh-i mahfuza çıkarıp Âdem aleyhisselâma hakikatleri verdi demektir.





Hakîkat-i muhammediyye ilm-i zât ile ruhların hakikatlerini belirsizlik âleminden bilinirliğe vâsıta olduğu ve rûhun hakîkat-i muhammediyye­den izafî olmasıyla Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ebu’l-ervâh ve Hz. Âdem Aleyhisselâm ebu’l-beşer olma­kla öncekiler ve sonrakilere silsile ile enbiyâ ve evliyaya onlardan intikâl et­miştir demek olur.





Zat-u esmâ vü sıfat, ef’âl-u âsar cümleten,
Her zamanda bir velinin vechine bunlar ziya. 





Zât’ın isimleri ve sıfat, ef’âl ve eserlerin hepsi,
Her zamanda bir velinin yüzüne bunlar ziyadır. 





Bu beyit tevhidin mertebelerini beyândır. Tevhidin tarîfinde birçok açıklama vardır. Hepside birbirine yakın ve tasdik eden şekildedir. Bazıları demiştir ki; tevhid lügatta bir şeyin tek olduğunu bilmek ve hükmetmektir. Hakikat ıstılâhında zât-ı ilâhiyyeyi fenâ ile tasavvur ve zihin ve vehimlerde hayal olunan her şeyden tecrid etmektir.





Bazıları demiştir ki; tevhid çokluğu vehm olunan veya bilinen ve hissedilen şeyi tek kılmaktır Bu bilme ise sıfatta ve zâtta olur.





Bu beyt tevhidin bütün zamanlarda kâmil bir veli ve mükemmilin yüzünde aşikâr olduğunu haber veriyor.. İsimlerin tevhidi ve hilâfet rütbesinin mazharı olan zât her asırda biri olur. Bu zât Hakikat-ı Muhammediyye verâset ile halîfetüllah olan kutbu’l-aktâb ve gavs-ı a’zam denilen kişidir. Bu nedenle “Her zamanda bir velînin vechine bunlar ziya” diye buyruldu.





TEVHİD MERTEBELERİ





İki bölümde incelenmekte ve değerlendirilmektedir.





İlk bölüm Fenafillâh mertebeleri olarak isimlendirilir.





Bu bölüm 3 mertebe­den meydana gelmektedir, Bunlara, Terakki Makamları da denir, Sırasıyla;   





a- Tevhid-i Ef’âl, 





b- Tevhid-i Sıfat, 





c- Tevhid-İ Zât’tır.





İkinci bölüm Beka-billâh mertebeleri olarak isimlendirilir.





Üç mertebeden ibarettir, Tedellî Makamları diye de adlandırılmaktadır.





a- Cem,





b- Hazretü-l-cem,





c-  Cem’u’l-cem,





d- Ahadiyyetü’l-cem: Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimize has ve O’na ait bir makamdır. Telkin edilemez. Edilse de anlaşılamaz.





FENAFÎLLAH MERTEBELERİ





a-Tevhid-i Ef’âl: Fiillerin birliği anlamına gelir. Bu mertebede gözetilen edebi Fiillerin hepsini yani bize nisbetle iyisini de kötüsünü de Hakk’a nisbet etmek esastır. Çünkü onların iyiliği ve kötülüğü bize göredir. Yoksa Hakk’a nisbet edildiğinde hepsi hayırdır ve isimlendirilmemiştir, Fiillerin iyiliği ve fenalığı, kula nisbet edil­diğinde belirlenir ve bu zamanda, iyi ve kötü diye adlandırılır.





b- Tevhid-i Sıfat: Sıfatlar Hakk’ındır. Yani diri olan, işiten, gören, söyleyen, irâde eden ve yegâne kudret sahibi Allah Teâlâ’dır.





c- Tevhîd-i Zât: Vücûd Hakk’ındır. Bu makamda salik hissen, aklen ve hayalen gerek ef’âl, gerek sıfat ve gerek zât aynalarından vücûdu’llah’a bağlanıp, cümle eşyanın vücûd-ı Hakk oldu­ğunu mülâhaza eder ve bu esnada istiğrak hâsıl olur.





   BEKÂBÎLLAH MERTEBELERİ





a-Cem Makamı: Hakk’ı zahir, halkı batın olarak müşahede etmek. Bu makamda, halk ayna olup, oradan Hak zahir olur. Bu makamda, vahdet şuhûdu galiptir.





b-Hazretü’l-cem Makamı: Halkı zahir, Hakk’ı batın olarak müşahede etmek. Burada Hakk aynasından, halk zahir olmuştur.





c- Cem’u’l-cem Makamı: Kesret ve vahdeti cem’eden bir makamdır. Zahir olsun, batın olsun etimle var olanın Hakk olarak müşahede edildiği yer diye ifade edilir. Zahir olan mukayyed, batın olan mutlaktır. Mukayyed dediğimiz de, mutlak dediğimiz de hepsi Hak’tır diye zevk olunur.





d- Ahadiyyetü’l-cem Makamı: Bu makam, makam-ı Muhammedî’dir. Mukayyed olan varlıktan kaydın kaldırıldığı yerdir. Gerçek imanın son durağı burasıdır. Bundan sonra başkaca bir makam yoktur. Çünkü burası en yüce mertebedir.[14]





Secde eyle Âdem‘e ta kim Hakk’a kul olasın,
Eden Âdem’den ibâ Hakk’dan dahi oldu cüdâ. 





Secde eyle Âdem‘e ta kim Hakk’a kul olasın,
Eden Âdem’den ibâ Hakk’dan dahi oldu cüdâ. 





Mürşid-i kâmil ve mükemmil Allah Teâlâ’nın halîfesi olur ki; hakikati şeriate tatbîk ve ilahî isimlerin hepsini tahkik ile âdemin mânâsıdır.





“Secde”, ta’zîm tevazu’ ile itaat ve boyun eğmedir. Yani yukarıda geçtiği üzere ilâhî isimlerin hepsine tam mazhar olan âdem-i mânâya secde eder.





“Kim Rasûl’e itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur. Yüz çevirene gelince, seni onların başına bekçi göndermedik!” [15] Gereğince basiretli mür­şid Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin vekili olduğu itibâriyle mürşidine itaat ve bağlanan Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme itaat ve boyun eğmiştir. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme itaat ve boyun eğen Allah Teâlâ’ya itaat ve boyun eğmiş olur.





İnsanın Yaratılışı[16]  





Bütün yaratılış olayları içerisinde insanın yaratılışı büyük bir öneme sahiptir. İnsanın yaratılışının, Kur'an-ı Kerim’in üzerinde ısrarla durduğu ve iman esası olarak kabul ettiği ahirete imanla çok yakın bir ilişkisi vardır. İlk yaratılış ahiretteki yaratılıştan daha hayatidir.   Ahiretteki yaratma ise ilk yaratmanın tekrarından ibarettir.   





İnsanın yaratılışını kelamcılar Âdem aleyhisselâmın yaratılışı ile özdeşleştirmişlerdir.   Kur'an-ı Kerim’de Âdem aleyhisselâmın nasıl yaratıldığını belirten ayetler bulunmaktadırlar.     





“... Allah Âdem’i topraktan yarattı, sonra ona “ol” dedi ve oluverdi.”  [17]   





“Sizi bir çamurdan yaratan, sonra ölüm zamanını takdir eden ancak O’dur. ...”  [18]  





İnsanın çamurdan yaratıldığını ifade eden ayetler aynı zamanda bu çamura farklı nitelikler yüklemektedirler. “Yapışkan çamur”, “kuru çamur”, “pişmiş çamur”, “şekillenmiş kara balçık” ifadelerini kullanmıştır.[19]  





İnsanın topraktan yani çeşitli sıfatlara sahip çamurdan yaratıldıktan sonra ona ruh üflenmesi aşaması vardır. Kelamcılar topraktan yaratılmayı birinci aşama, ruhun üflenmesini de ikinci aşama olarak değerlendirip, yaratmanın iki aşamadan müteşekkil olduğunu düşünmektedirler.     





Ayetlerde geçen “ruhun üflenmesi ifadesi insanın yaratılışını anlamada önemli bir yer işgal etmektedir. Üfleme anlamına gelen “nefh”   kelimesi Kur'an-ı Kerim’de farklı ayetlerde farklı bağlamlarda geçmektedir.  





“Ona şekil verdiğim ve ona ruhumdan üflediğim zaman siz hemen onun için secdeye kapanın.”  [20] “İffetini korumuş olan İmran kızı Meryem’i de Allah örnek gösterdi. Biz, ona ruhumuzdan üfledik ve Rabbinin sözlerini ve kitaplarını tasdik etti. O gönülden itaat edendir.”  [21]   





“Sonra onu tamamlayıp şekillendirmiş,   ona kendi ruhundan üflemiştir. Ve sizin için kulaklar, gözler, kalpler yaratmıştır.   ...”  [22]  





“Sura üflendiği zaman artık aralarında akrabalık bağları kalmamıştır,   birbirlerini de arayıp sormazlar.”  [23]   





“... Benim iznimle çamurdan, kuş şeklinde bir şey yapıyordun da ona üflüyordun, hemen o bir kuş oluyordu.”  [24]  





Bu ayetlerde “üfleme” kelimesi farklı bağlamlarda kullanılmış olsa da,   kelimeye verilen anlam aynıdır. Bu ayetlerde geçen üfleme kelimesi ile nesneye hareket ve canlılığın verilmesi kastedilmiştir.   Yukarıda örnek olarak verdiğimiz ayetlerde ruhun üflenmesi ile ilgili bakış açımızı yönlendirecek ve diğer ayetleri anlamamıza yardımcı olacak ayet Hz. Meryem örneğidir. Çünkü bu ayet üflemenin anlamını net olarak açıklamaktadır.   “Meryem’e ruhumuzdan üfledik” ifadesi klasik ruh anlayışı çerçevesinde düşünülürse problem oluşturmaktadır. Çünkü bu üflenen ruhla Meryem’in canlanması gerekirdi ki bu mümkün değildir, zira Meryem hayattadır. O zaman bu ifadeden anlaşılmaktadır ki Meryem’e ruhun üflenmesi ile İsâ yaratılmıştır.      





Sonuç olarak ilk insanın yaratılışı hem cins hem de bir şey olarak büyük önem taşımaktadır. Yukarıda açıklanan yaratılış evrelerinin en önemli aşaması ruh üflenmesi aşamasıdır ki, bu farklı anlayışlara yol açmıştır. Ancak bu aşama insanın canlılığını ifade eden bir aşamadır. Yoksa felsefi kabullerin şekillendirdiği insanı insan yapan, üstün ve soyut bir cevher değildir.        





 





Hz. Âdem aleyhisselâma Secde 





Kur'an-ı Kerim'de Allah Teâlâ'nın emriyle meleklerin Hz. Âdem aleyhisselâma secde ettiklerinden haber verilmektedir. Ancak secdenin keyfiyeti ve secde olgusuna şer’i literatürde yüklenen anlam göz önüne alındığında, Meleklerin Hz. Âdem aleyhisselâma nasıl ve ne şekilde secde etmiş olabilecekleri sorunu ile karşı karşıya kalmaktayız. Aynı zamanda Kur’anî bir kavram olan 'secde' ye yüklenen farklı anlamlar da bu sorunu yoruma açık hale getirmektedir. Şeriat örfünde, Allah Teâlâ için alnı yere koymak ve Yüce Yaratıcının huzurunda yerlere kapanmakanlamına gelen secde yalnızca Allah Teâlâ'ya karşı yapılması gereken bir eylem olarak kabul edilmiş, Allah Teâlâ'dan başkasına yapılması ise yasaklanmıştır.  Hal böyle olunca karşımıza şu sorular çıkmaktadır: 





Meleklerin Allah Teâlâ'nın emriyle Âdem aleyhisselâma yaptıkları secdenin mâhiyet nedir?  Keyfiyeti nasıldır?





Âdem aleyhisselâma yapılan bu secde, bir ibâdet secdesi midir, yoksa Âdem'in üstünlüğünü vurgulama adına yapılan bir ta’zim gösterisi midir? 





Âdem'e bu secdenin yapılmasının ne gibi hikmetleri olabilir? 





Bu ve benzeri soruları daha da çoğaltmak mümkündür.





 





Secde Kelimesının Sözlük Ve Terim Anlamları





Arapça س ج د kökünden türemiş bir isim olan secde kelimesi, itaat etme, boyun eğme, saygı gösterme, başı öne eğme, selamlama, alnı yere koyma, ibadet kastıyla eğilme, teslim olma, bir kimsenin hükümranlığı altına girme gibi anlamlara gelir.  





Araplar, meyvesinin bolluğundan dolayı dalları yerlere eğilen hurma ağacına, 'nahletün sâcidetün' (secde eden / sarkan hurma ağacı) derler.  





Râğıb el-İsfehânî (502/1108), secde kelimesinin lügatte; eğilmek, kendini küçük görmek, son derece itaatkâr olmak anlamlarına geldiğini söyleyerek, söz konusu bu kelimenin Allah Teâlâ karşısında kendini küçük görerek (tezellül), O’na boyun eğip ibâdet etmeyi, kulluk yapmayı ifade etmek için kullanıldığını belirtmektedir.





Terim anlamına gelince: Kısaca secde, alnı yere koymaktan ibarettir’ diye tanımlanmıştır. Hatta bunun ibadet niyetiyle olmasının da şart olmadığı söylenmiştir.  Ancak yine de secde’nin namaz ibâdetinin bir rüknü olarak kavramlaştığını görmekteyiz. Buna göre secde denilince namazda alnı, burnu, elleri, dizleri ve ayakuçlarını yere koyarak Allah Teâlâ'nın huzurunda yerlere kapanma akla gelmektedir. Buna göre aslında terim olarak mutlak anlamda yere kapanma anlamına gelmesine ve geniş bir anlama sahip olmasına rağmen dini literatürde secdenin namaz ibadetindeki bir rükünle özleşteştirildiği anlaşılmaktadır.





س ج د Kökü Ve Türevlerinin Kur’andaki Anlamları 





A. Allah’a İtaat Etmek, Emrine Boyun Eğmek





B. Saygı Göstermek, Saygı İle Selamlamak





Meleklerin Hz. Âdem aleyhisselâma ve kardeşlerinin Hz. Yusuf aleyhisselâma secdelerinden söz eden ayetlerde geçen secde kavramına verilen anlamlardan birisi de, selamlamak ve saygı göstermektir.





C. Allah’a İbadet Maksadıyla Boyun Eğmek ve Alnı Yere Koymak





D. Eğilmek, Baş Eğmek; Alçak Gönüllü Olmak; Saygılı Olmak





E. Namaz Kılınan Yer





Kur'an-ı Kerim’de toplam yirmi sekiz yerde ism-i mekân formu ile geçen mescid ve mesâcid kelimeleri bu anlamdadır.  Kur’an-ı Kerîm’de secde kavramına verilen bu anlamların, lügatta bu kelimeye verilen anlamlarla da yakından ilişkili olduğu görülmektedir. 





Kur’an-ı Kerîm’de Yer Alan Secde Çeşitleri





A. Zorunlu Secde (Teshîrî Secde)





Bu grupta yer alan varlıkların secdesi, irâdesiz ve zorunlu olarak yapılan bir secdedir. Bitkilerin, hayvanların, dağların, gölgelerin, gök cisimlerinin Allah Teâlâ'ya secde etmelerinden bahseden ayetlerde, söz konusu cemâdât, nebatât ve hayvanâtın bizim anladığımız anlamda dilsel suskunluklarına rağmen, bizzat varlıklarıyla gerçeği haykırdıkları ve yaratılış gayelerine uygun hareket etmeleri.





B. İsteğe Bağlı Olarak Yapılan (İhtiyârî) Secde





Râğıb el-İsfehânî (502/1108), zorunlu (teshîrî) secdenin karşıtı olarak ihtiyarî secdeyi zikretmiş ve bunun yalnızca insana has olduğunu söylemişse de meleklerin ve cinlerin secdelerini de bu grupta değerlendirmiştir.





Meleklerin Hz. Âdem aleyhisselâma Secdesi





Kur'an-ı Kerim’de Meleklerin Hz. Âdem’e secdesi, yedi ayrı sûrede anlatılmaktadır. Allah Teâlâ meleklerden Hz. Âdem aleyhisselâma secde etmelerini istemiş, onlar da hiçbir itirazda bulunmaksızın bu emri yerine getirmişlerdir. 





Kur'an-ı Kerim’deki ayetlerden Hicr ve Sâd sûrelerindeki ifadelerde, meleklerin secde ile emrolundukları kimse için, Âdem ismi zikredilmemiş, bunun yerine beşer ifadesi kullanılmış;





Bakara, A’râf, İsrâ, Kehf ve Tâhâ sûrelerinde ise açıkça Âdem ismine yer verilmiştir. Yine Hicr ve Sâd sûrelerindeki ayetlerde meleklerden secde etmeleri istenen kişiye ruh üfürülmesinden söz edilirken, diğer sûrelerdeki ayetlerde bu konudan söz edilmemektedir.





Buna göre, kendisine secde edilmesi istenen kişinin Âdem, Âdem’in ise, biçim verilmek suretiyle yaratılışı tamamlanan, kendisine ruh üflenen, böylece beden ve ruh birlikteliği ile tam ve şuurlu bir varlık olan insan olduğu anlaşılmaktadır. Bu değerlendirmeler karşısında asıl problem olarak üzerinde durulması gereken sorularımızı da şu şekilde sıralayabiliriz:  





a-Melekler ne zaman secde ile emrolundular? Bu secde emri Âdem aleyhisselâmın yaratılışından ve ruhunun üflenmesinden önce mi, yoksa sonra mıdır? Söz konusu bu emir melekler tarafından ne zaman yerine getirildi?





b- Secde emri meleklerin tamamını mı yoksa bir kısmını mı kapsamaktadır? Meleklerin hepsi bu secdeye iştirak etmişler midir? Meleklerin secdesi aynı anda mı, yoksa farklı zamanlarda mı gerçekleşmiştir?  





Meleklerin Hz. Âdem aleyhisselâma secde etmelerini konu alan tüm ayetlerde melâike (melekler) kelimesinin çoğul olarak gelmesi ve özellikle Hicr,30 ve Sâd, 73 ayetlerinde   “Derken bütün melekler topluca secde ettiler.”  te’kid ifadesi olarak yer alan küllühüm (meleklerin tamamı) ve ecmaûn (topluca) kelimelerinin kullanılması, söz konusu secdenin bütün melekler tarafından yapıldığını göstermektedir. Âlimlerin büyük çoğunluğu da bu görüştedir. Peş peşe gelen bu te’kid ifadeleri meleklerin bir kısmının secde etmemiş olabileceği ihtimalini ortadan kaldırdığı gibi, meleklerin tamamının aynı anda, bir defada ve topluca secde ettikleri anlamını daha da pekiştirmektedir. 





Gazzâlî (505/1111), Râzî (606/1209), Muhyiddin İbnü’l-Arabî (638/1240), Mevdûdî (hyt.1979) gibi bir grup âlim Hz. Âdem aleyhisselâma secde eden meleklerin yalnızca yeryüzü melekleri olduğu, bir kısım meleklerin veya gökteki meleklerin ise Âdem aleyhisselâma secde ile emrolunmadığı görüşündedir.  Bu âlimlerden Gazzâlî, Âdem aleyhisselâma secde eden meleklerin, insan cinsinin koruyucusu olan yer melekleri olduğunu, gökyüzü meleklerinin ise Hz. Âdem’e secde etmediğini belirtirmektedir.   





c- Secde emri yalnızca Hz Âdem aleyhisselâmın şahsıyla mı sınırlıdır, yoksa Hz. Âdem aleyhisselâm orada insan nev’ini mi temsil etmektedir?  





Allah Teâlâ insanoğluna bahşettiği nimetleri sayarken, bunlar arasında meleklerin Âdem aleyhisselâma secde etmelerine de yer vermektedir. A'râf sûresinin 10 ve 11. ayetlerinde bu husus açıkça yer almaktadır. Söz konusu ayetlerin mealleri şu şekildedir: “Andolsun ki (ey insanlar), sizi yeryüzüne gerçekten (bolluk içinde) biz yerleştirdik ve size orada geçiminizi sağlayacak şeyler verdik. (Hal böyleyken) ne kadar az şükrediyorsunuz! Evet, gerçekten de sizi yarattık, sonra size biçim verdik ve sonra da meleklere “Âdem’in önünde secde edin!” dedik. Bunun üzerine, İblis’in dışında, onlar(ın hepsi) secde ettiler. (Bir tek) o secde edenlerin arasında yer almadı.”  Burada görüldüğü üzere hitap insanların tümünü içermektedir.  Bu durum söz konusu secdenin, sadece Hz. Âdem aleyhisselâmın şahsı ile sınırlı olmayıp, insanlığın babası kabul edilen Hz. Âdem aleyhisselâmın şahsında bütün insan cinsini kapsadığının bir işaretidir.   Ayrıca konu ile ilgili ayetlerde yer alan beşer lafzının cins ifade edebileceği göz önünde bulundurulduğunda da, bu secdenin yine Âdem aleyhisselâmın şahsı ile sınırlı kalmayıp, insan cinsini kapsadığı sonucuna ulaşılabilir.





d- Bu ayetlerde anlatılan secdenin mâhiyeti nedir? Bu secdeden maksat şeriat örfünde bilinen ibadet secdesi gibi bir secde midir? Yoksa sözlük anlamlarında yer alan bir selamlama veya saygı ile eğilme yahut itaat etme şeklinde bir secde midir? Bu secde ile Hz. Yusuf aleyhisselâma yapılan secde arasında ne gibi bir benzerlik vardır? 





Müfessirlerimiz meleklerin Hz. Âdem aleyhisselâma secdelerinin tıpkı kardeşlerinin, Yusuf aleyhisselâma yaptıkları secde gibi ibadet kastı taşımadığı üzerinde ittifak etmekle birlikte, onların bu secdelerinin keyfiyeti ve mahiyeti hakkında farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. 





Müfessirlerin bu konudaki görüşlerini şu şekilde özetlemek mümkündür.





1. Meleklerin secdesinin yere kapanmak sûretiyle gerçekleştiği görüşü





2. Meleklerin secdesinin yere kapanma şeklinde gerçekleşmediği görüşü





3. Meleklerin secdesinin sembolik bir secde olduğu görüşü 





e- Bu secdenin hikmeti nedir?





Yüce Yaratıcının en güzel bir biçimde yaratıp kendi ruhundan üflediği ve yeryüzünde halife kıldığı Hz. Âdem aleyhisselâm ve onun şahsında temsil edilen insan şerefli bir varlıktır. Onun bu değeri, üstlendiği misyonunun da önemini göstermektedir. Allah Teâlâ’nın tüm emirlerini itirazsız olarak yerine getiren Melekler, Âdem aleyhisselâma secde etmekle onun üstünlüğünü tescil etmişler ve bu saygılarını da insanoğlunun yararları doğrultusunda bir takım işleri üstlenerek sergilemişlerdir. Genel olarak insanlığın hayatını sürdürmesine imkân tanıyan tabiat olaylarının belli bir düzen içerisinde yürümesini sağlamak, özel olarak da insanları korumak işinde; onları iyi ve güzele yönlendirmede; onların yapıp ettiklerini kayıt altına alma ve benzeri pek çok konuda melekler üzerlerine düşeni hakkıyla yapmaktadırlar. Âdem aleyhisselâma secde emrini veren Yüce Allah Teâlâ'dır, dolayısıyla bu emri yerine getirmekle bizzat Allah Teâlâ'ya ibadet edilmiştir. Âdem’e saygı gösterisi olarak, başka bir ritüelin değil de özellikle 'secde'nin istenmesi, secde ibadetinin önemini ve saygı gösterisindeki yerini ortaya koymaktadır. Bu yüzden secde, kulun Rabbine en yakın olduğu eylem olarak nitelendirilmiştir. Allah Teâlâ’nın emrini yerine getirmediği için de İblis, küfredenlerden olmuştur. İblis’in küfrü, secde emrinin Yüce Allah Teâlâ'nın emri olduğunu ve O'nun tüm yaptıklarında ve emirlerinde sayısız hikmetler bulunduğunu bildiği halde, sırf inat, kibir ve kıskançlığından ötürü secdeye varmamış olmasından dolayıdır. Buna göre secdenin, meleklerle İblisin denenmeleri için olduğu ve imtihan hikmetine mebni olarak emredildiği anlaşılmaktadır.





Sonuç 





Kur’an-ı Kerim’de Allah Teâlâ’nın meleklere, yeryüzünde halîfe olarak yaratacağı Âdem aleyhisselâma secde etmelerini emrettiğine dair ayetlerden ve bu ayetlerin bir arada değerlendirilmesinden ortaya çıkan hususları şu şekilde özetlenebilir.





1- Bu secde emri, meleklere Hz. Âdem aleyhisselâm yaratılmadan önce haber olarak verilmiş, Âdem aleyhisselâmın yaratılması tamamlanıp ruh üflenmesinden ve meleklerden üstün olduğunu gösteren isimlerin öğretilmesinden sonra tüm melekler tarafından topluca ve aynı anda gerçekleştirilmiştir.





2- Âdem'e secde emrini veren ayetlerde geçen lam harf-i ceri, meleklerin bizzat Âdem aleyhisselâmın şahsına secde ile emrolunduklarını gösterir. Bu emri veren Allah Teâlâ olduğu için yapılan secde, aynı zamanda Allah Teâlâ’ya itaattir. Bu emri yerine getirmeyen İblis, meleklerden ayrılarak Allah Teâlâ’ya karşı gelenlerden olmuştur.





4- Bu secde ibâdet secdesi anlamında değildir. Allah Teâlâ’dan başkasına yapılması emredilen secde yüceltme ve selamlama anlamındadır.





3- Söz konusu secde, terim anlamında gerçekleşmiş olabileceği gibi, lügavî anlamda veya daha farklı bir şekilde de gerçekleşmiş olabilir. Bizim böyle bir şeyi tespit imkânımız yoktur. Hakikatini tam olarak bilemediğimiz varlıklar olan melekler aynı zamanda fiziksel bir anlam da taşıyan secdeyi kendi varlıklarıyla mütenâsip bir tarzda yerine getirmişlerdir. Ancak burada meleklerin secdesinin şekilselliği değil de onun içerdiği anlam öne çıkarılmalıdır. O da Allah Teâlâ’nın emri gereği meleklerin, Âdem aleyhisselâmın şahsında, insana saygı sunma, onu yüceltme ve selamlamalarıdır. Allah Teâlâ, meleklerin Âdem aleyhisselâma secdesini, saygı gösterme, yüceltme ve itaatın en yüksek şekli sayılan secde kavramıyla bize anlatmaktadır.[25]  





Kenz-i la-yefna yı bilmez kandedir illa fakir,
Bahr-ı bi-payanı bulmaz etmeyen terk-i siva. 





Tükenmez hazineyi bilmeyen fakirden başka nedir,
Başka şeyleri terk etmeyen sonsuz deryayı bulamaz.





“Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdular ki:





“Benim nazarımda en ziyade gıbta etmeye değer kimse şu evsafı taşıyan kimsedir: (Dünyevi yükü ve) hâli hafif, namazdan nasibi fazla, insanlar içinde (adem-i şöhretle) gizli kalmış ve kendisine (cemiyette) iltifat edilmemiş mü’mindir. Onun rızkı (zaruri ihtiyaçlarına) yetecek kadardı, o buna sabretti, ölümü de çabuk geldi, az miras bıraktı, kendisi için mâtem tutan kadın da az oldu.”  [26]





Sureta gördüler Allah diyeni olmuş fakir,
Sandılar Allah fakirdir kendilerdir ağniya. 





Allah! Diyeni zahirde fakir olmuş görenler
Kendilerini zengin Allah Teâlâ fakirdir zannettiler. 





Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;





“En çok belalara düşenler nebilerdir. Sonra onlara en fazla benzeyenler, sonra onlara benzeyenlere benzeyenlerdir”





Musibetler için söylenilmiş en güzel sözlerden biri olan bu hadis-i şerifin manası iyilik sahibi olmanın, doğruluk gereğine göre yaşamanın mutlu olmak ile doğru orantılı olmadığıdır.





“Her bela, sıkıntı bir bahşiş açar. (Her mihnet ile bir hediye gelir).”   Hakikatte kahrın aslında lütuf gizlidir. Hattâ bir kimseye dua eden “Allah Teâlâ ıslâh eyleye, insaf vere” dese “Allah Teâlâ belânı vere” demek gibi olur. Terbiye celâl perdesi yüzünden zuhur etmektedir. Bu nedenle belâ lutufun aslı olup rahmete kavuşturur.





Kahr ve lutf insanların tabiatına göredir.   Bir kimsenin tabiatına kahr olan,  ötekinin tabiatına göre bir lutftur.  





Muhyiddin ibn’ül Arabî kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz buyurdu ki;





“Allah Teâlâ’nın her bir hediyesi güzeldir; sen hevâ ve hevesine uygun olanı hayr, hevâ ve hevesine uygun olmayanı da şer kabul edersin. ‘Her şey Allah katındandır’ de”. “Hevâna uygun olan her hediye sıkıntı, hevâna uygun olmayan her sıkıntı ise hediyedir.”





Dünya hayatında olan olaylar hakkında kesin olarak “nedeni şudur” denilecek bir sebep bulmak çok zordur. Çünkü Allah Teâlâ O, her gün yeni bir tecellidedir” [27] buyurarak bir defa tecelli ettiğinde ikincisini tekrar kılmamıştır. Allah Teâlâ tek olduğu gibi yarattığı mahlukatıda her ne şekilde olursa olsun tek ve yalnız bir bireydir. İnsanların dahi ürettikleri standart eşyalar dahi benzer görünsede hepsi tek ve benzersizdir. Bu bahsedilen şeyleri anlamak günümüz için zor olsada gelecekte daha iyi fark edeceğiz.





Yaratılışın tek olması Allah Teâlâ’nın tek ve bir olmasının en büyük delilidir. Kâinatta yaratıldığı günden bei tekrar eden benzer hiçbir mahlûk yoktur. Mesela Hz. Mevlâna kaddese’llâhü sırrahu’l azîz bir tanedir. Onun ikincisi bir daha gelmeyecektir. Niyâzî-i Mısrî de tekdir onun bir ikincisi gelmeyecektir.





Beyitte Allah Teâlâ’yı zikredenlerin fakir olarak görünüşüne takılanların hakikat yönüne vakıf olamayanların görüşüdür. Zenginlik ve fakirliğin maddî boyuttaki sınırları müseccel isede mana boyutunda bir ayrım ve sınıflama yoktur. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, Allah Teâlâ’nın sevdiği bir kulu iken bildiğimiz hayatı dünyevî sıkıntılarla dolu olması gerçeğin gördüğümüzden başka olduğunu göstermektedir.





Allah Teâlâ buyurdu ki





“Gerçekten Allah fakir, biz ise zenginiz.”  diyenlerin sözünü andolsun ki Allah işitmiştir.”  [28]





“Zengin eden de yoksul kılan da O'dur.” [29]





Ravza-yı hadrayı bilmez Hızr’a yoldaş olmayan,
Ab-ı hayvan
-ı, bu zulmü görmeyenler sandı mâ. 





Ravza-yı hadra (Yeşil Bahçe) yi bilmez Hızr’a yoldaş olmayan,
Bu karanlıkta görmeyenler Ab-ı hayvan (Ab-ı Hayat)-ı sandı basit bir su. 





Ab-ı hayat (Hayvan), Farsça bir kelime olup “hayat suyu” anlamına gelir.





İslamî kaynaklarda ve edebî eserlerde “Ayn-ül hayat, nahr-ül hayat, âb-ı cavidâni, âb-ı cüvan, âb-ı zindeği, âb-ı zindegâni, âb-ı hayvan, âb-ı hayvani, ûb-ı baka, hayat kaynağı, hayat çeşmesi, dirilik suyu, hayat pınarı, bengi su” isimleriyle de anılmakta; bazen İskender’e atfen “âb-ı iskender” bazen de Hızır’a atfen “âb-ı Hızır” denilmektedir.





İnanışa göre bu sudan içen kişi, ebedî bir hayata kavuşur, bu suya değen her nesne veya ölmüş her canlı tekrar hayat bulur.





Âb-ı hayat yâni sonsuzluk suyu, bütün mitolojilerde mevcûd bir kavramdır. Âb-ı hayatın varlığına inananlar olduğu kadar inanmayanlar da bulunmaktadır. Hayatın kısalığı, buna karşın yaşama arzusunun çok kuvvetli oluşu, insana daima sonsuz olma fikri vermiştir. Ve bu eğilim çeşitli toplumlarda bazı mitolojik mahsullerin doğuşuna da zemin hazırlamıştır. Nitekim insanların ebedî bir hayat aramak için verdikleri mücadeleyi anlatan “Gılgamış destanı” ve “İskender efsânesi” de bu konuya güzel bir misal teşkil eder. Bu örneklerde “su ön plana çıkarılmıştır. Bu, gerçek hayatta da suyun hayat verici, diriltici, yapıcı ve canlılık kazandırıcı özelliğinden dolayıdır. Nitekim, âyet-i kerîme de “.. ve biz bütün canlı şeyleri sudan yarattık[30] buyrulmuştur. İşte suyun bu özellikleri âb-ı hayat efsanesinin doğuşuna zemin hazırlamıştır.





Bütün bu efsânelerin dışında İslâm İlahiyat litaratüründe “âb-ı hayat’a. ilk defa rastlanan yer, Kur’an-ı Kerim’de geçen Mûsâ-Hızır kıssasıdır. Tasavvufta âb-ı hayat, Allah’ın “el hayy” isminin hakîkatinden ibarettir. Bu ismi öz vasfı haline getiren kimse, âb-ı hayatı içmiş olur. Artık o Hakkın “hayy” sıfatıyla hayatta olduğu gibi diğer canlılar da onun sayesinde hayat kazanır. Bu mertebedeki insanın hayatı Hakkın hayatıdır, Âb-ı hayat, çeşitli İslam milletlerinin halk edebiyatı mahsullerine bir motif olarak girmiş ve yüzyıllarca kullanılmıştır.





Âb-ı hayat, aslında cansız nesnelere can veren yâda içen kişiye ebedî hayat, bahşeden bir su değildir. O su, mecazi mânâda Allah Teâlâ’nın hayy sıfatıdır ki o dilediğine bu sıfatıyla karşılık verir. Artık o varlık, onunla canlanır ve ebedîlik kazanır.[31]





“Hızır“ hakkında birçok söz söylenmiştir. En meşhuru ab-ı hayat suyunu içen ve bastığı yerler yeşeren kişidir.





Yine Hızır aleyhisselâm hakkında âb-ı hayât sebebiyle diri olduğu bazılarını irşâd için cesediyle zuhur ettiği, misâli olarak rûhunun cesetlendiği, göründüğü kişinin yükselen sıfatlarıyla ken­di ruhunun şekillendiği ve rûhu’l-kudüstür demişler.





Sadreddîn Konevî kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz demiş ki; Hızır, misâl âlemin­dedir. Sûfî ıstılâhâtında Hızır basttan kinayedir ve İlyâs kabzdan kinayedir demişler.





Beyitte anlatılmak istenen;





“Hızır”dan murat mürşid-i kâmildir. Mürşide yoldaş olma­yan ravza-i hadrâyı bimez ve makâm-ı ilhama erişmez.





“zulmet­teki âb-ı hayât”dan murat olan ilm-i ledünnî ne olduğunu bilmeyendir. İlm-i ledünnîyi görmeyenler âb-ı hayatı, basit su sandılar.”  âb-ı hayât”dan murat ilm-i ledünnî olduğu için Allah Teâlâ Hızır hakkında “Yine ona tarafı­mızdan bir ilim öğretmiştik.”  [32] Buyurdu. Çünkü ruhun kıvamı ve devamı ilm-i ledünnî iledir. İlm-i ledünnî vâsıtasız ilhamla olduğu ecilden Hz. Hızır aleyhisselâm “Ben bunu da kendiliğim­den yapmadım...”  [33] Deyip kendinin işlediği fiileri Allah Teâlâ’nın emri ile yaptığını beyân eti. İlm-i ledünnün ve ravza-i hadrâdan murat mertebe-i ilhamın ne olduğunu bilmek istersen muhabbet yolunda mürşide itaat ve boyun eğmektir.





Bil ki seddeyn, iki kaş, İskender ortasındadır,
Cem
’i cem-ül cem ile feth oldu ebvâb-ı Hüdâ.  





Bil ki iki sed, iki kaş, İskender ortasındadır,
Allah Teâlâ’ya kavuşacak kapıları açmak Cem’i cem-ül cem iledir.





İskender-i Zülkarneyn aleyhisselâm hakkında gelen, “Gerçekten biz onu yeryüzünde iktidar ve kudret sahibi kıldık, ona (muhtaç olduğu) her şey için bir sebep (bir vasıta ve yol) verdik. O da bir yol tutup gitti. Nihayet güneşin battığı yere varınca, onu kara bir balçıkta batar buldu. Onun yanında (orada) bir kavme rastladı. Bunun üzerine biz:





Ey Zülkarneyn! Onlara ya azap edecek veya haklarında iyi­lik etme yolunu seçeceksin, dedik. O şöyle dedi: Haksızlık edeni ceza­landıracağız; sonra o, Rabbine gönderilecek; sonra Allah Teâlâ da ona kor­kunç bir azap uygulayacak. İman edip de iyi davranan kimseye gelince, onun için de en güzel bir karşılık vardı. Ve buyruğumuzdan, ona kolay olanını söyleyeceğiz. Sonra yine bir yol tuttu. Nihayet güneşin doğduğu yere ulaşınca, onu öyle bir kavim üzerine doğar buldu ki; onlar için gü­neşe karşı bir örtü yapmamıştık. İşte böylece gerçekten biz, onun yanın­da olan (her) şeyi bilgimizle kuşatmıştık. Sonra yine bir yol tuttu. Ni­hayet iki dağ arasına ulaştığında onların önünde, hemen hiçbir sözü anlamayan bir kavim buldu. Dediler ki: Ey Zülkarneyn! Bu memlekette Ye’cûc ve Me’cûc bozgunculuk yapmaktadırlar. Bizlerle onlar arasında bir sed yapman için sana bir vergi verelim mi?” [34] ayet-i kerimesi ve 





“Ufuk­larda ve kendi nefislerinde insanlara ayetlerimizi göstereceğiz ki o (Kur’an)’ın gerçek olduğu, onlara iyice belli olsun...”  [35] enfüs manasından iktibas veçhiyle enfüsde olan seddeyn ve İskender’i murâd buyururlar ki; “âfakta olan seddeyn” den murat enfüste iki kaştır ki; İskender ol iki kaşın meyânındadır, dedi.





“Zül-karneyn” den murat nefs-i natıkadır. nefs-i natıkanın iki doğumu var­dır. Biri anadan doğması ve diğeri de kalbden doğduğu zamandır. Bu nedenle Hz. İsâ aleyhisselâm “iki defa doğmayan kimse semâvâtın melekûtuna giremez” buyurmuştur.





“seddeyn”den murat iki kaştır.”  İki kaş” tan murad rûhâniyyet ve beşe-riyyettir.”  iki kaşın ortasında olan İskender’den murat nefsi nâtıkadır. Ve rûhâniyet ile beşeriyyet arasında olan akıl, hayâl, şeytânî ve fesat fikirlerden muhafaza için ortalarında bir şeydir. 





Gavs-ül âzam Hacı İsmail Hakkı İhrâmî Sivasî kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz (hyt. 1969) iki kaş arasında bulunan İskender’den bahsedilirken insanın iki kaşı arasında bulunan ve görünmeyen aynadan bahsetmiş ve bunun adının İskender Aynası [36] olduğunu söylemiştir.[37]





Cem’i cem-ül cem ile feth oldu ebvâb-ı Hüdâ.   Kulluk vazifelerini yapmakla ve beşerî hallere layık olan şeyden kulun kesbi fark olandır. Farkı olmayanın ubûdiyyeti olmaz ve cem’i olmayanın marifeti olmaz.





“(Rabbimiz!) Ancak sana kulluk ederiz.”  [38] kulluk “... ve yalnız senden medet umarız.”  [39] cem’i talebdir. Cem’ ise onun nihayetidir ve cem’u’l-cem’, cem’den yüksek ve son makamdır.  Çünkü cem eşyayı Hakk’la şuhûddan iba­rettir. cem’u’l-cem eşyanın bütünüyle fenasından ibaret­tir, denilmiştir. Bazıları tarifin tersini söyleyerek cem: Hakk’ı halksız şuhûddan ibarettir. cem’u’l-cem halkı Hakk’la beraber şuhûddan ibarettir, demişler.





Kande bulur Hak-kı inkâr eyleyen bu Mısrîyi,
Zâhir olmuşken yüzünde nûr-i Zât-ı Kibriyâ.  





Bu Mısrîyi, inkâr eyleyen Hakk’ı nerde bulur
Zât-ı Kibriyânın nûru yüzünde zâhir olmuşken.  





Hz. Ömer radiyallâhü anh bir gün Kâbe’ye bakarak şöyle der:





“Sen ne büyüksün, senin şanın ne yücedir. Mü'minin Allah Teâlâ katındaki şerefi ise senden daha büyüktür” [40]





Zât-ı Kibriyânın nûru yüzünde zâhir olması “Allah Teâlâ, Âdem‘e bütün isimler (eşyanın adlarını ve ne işe yaradıklarını) öğretti.”  [41] demektir.





Niyâzî-i Mısrî kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz Allah Teâlâ’nın sıfatlarının mazharı olması ve cemâl-i mutlak nurları ile cilâlanmış iken hidâyet olduğunu inkâr eden Hakk’ın birliğini nerede bilebilir. Hâlbuki hakîkat mer­tebesine ancak tevhid-i zâta mazhar olan mürşidin yardımıyla erişilir. mürşid-i kâmili inkâr eden hakîkat-ı tevhide nasıl yol bulur, demek olur.





Niyâzî-i Mısrî kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz  “Zât ü esma vü sıfat, ef’âl ü âsâr cümleten, her zamanda bir velînin vec-hine bunlar ziya” dedikten sonra “Kande bulur Hakk’ı inkâr eyleyen bu Mısrî’yi. Zahir olmuşken yüzünde nûr-ı zât-ı kibriyâ.”  ile bitirdi.










[1] واو =   6+1+6=13





[2] و ج  د = 6+3+4=13





[3] ا ل ل ه =1-30+30+ 5=66





[4] (MISRÎ, 1223),  v. 43a





Bu beyti tahkik ideyiz tâ ki evliyanın [43a] kelâmlarını her bir mukallid zumınca bir manâ vermeyeler dahi veya ilhâmsız muhal idiğin bilup tahrif etmeyeler. İmdi iki kaşdan murâd dört vâvdır hâkezâ  واوووher ikisi bir kavsdır, ikisinün mâ-beyninde elif vardır zira isimdir, ikisinde yokdur zîrâ zâttır. Lev câe sitte bade sittedemek sitte ba’de sittedemektir zîrâ  ح altıdır meselâ vâv 13 [4] vecede 13 [4] Allah 66 [4] 13+66= 79 vech-i âher واووو bunlar mertebe-i mi’âtta 2500+25= 2525 mertebe-i âhâdda 25 bu kadardır vech-i âher واووو hatt-ıadedde berâberdir mertebe-i mi ‘âtta ve âhâdda ط harfinin elifi ile ki حط ı isti­va odur zîrâ ط  ا ح ط  olur. ح 6,  ط  9, ا 1, ط 9 =  9+ 1+9+6= 25 mertebe-i mi’âtta hat ma’a’l-elif 2500+25= 25252 istiva واووو istiva-i hatt toplamı iki altı altmış altı olur iki altı bir elif on üç olur yanî iki altı birbirinin ardına konursa altmış altı olur birbirinün üstüne çıkarsa on iki olur elif ile on üç olur hazâ manâ kâbe kavseyn vech-i âher-i kâbe 4 kavseyn 166   166+4= 170 166 ikisi bu kadardır 166+4+166+4= 340 ev ednâ harf-i ednâ yâdur üzerine koyunca üçyüz elli olur onun için ev ile getirdi ki üç yüz kırk da üç yüz elli de Mısrî adedidir idğâm ile ve idğâm açmak ile başka bir yön ile ednâ altmış beşdir Mısrînün yaşı şimdi alt­mış beşdedir bunu görenler lütf idüp nüshasın alabilirse Vânî’ye ve musahibe göndersinler ki pâdişâhın sevindirmeğe mayalaştığı nice nurdur sevindirmek mümkün müdür bilsin edeb ile olursa olsun olmazsa simden sonra bilmiş olsun Allah kendini sevindirir uşaklığı delikanlılığı koşun ve illâ kendi bilir fe-izâ sevveytehu da olan iki vav bu vavlara işârettir kabul etmeyen şeytandır.





[5] Bakara, 30





[6] Bakara, 30





[7] Bakara, 30





[8] Bakara, 31





[9] Bakara, 31





[10] Bakara, 32





[11] Bakara, 33





[12] Hicr, 29- Sâd, 72





[13] Sâd, 75





[14] (KUMANLIOĞLU, 1988)





[15] Nisa, 80





[16] (GEÇDOĞAN, 2005), s. 72





[17] Âl-i İmran, 59





[18] En’am, 2.





[19] Sâd, 71-72;   Saffat, 11;   Hicr 26;   Rahman, 14;   Saffat, 11; Hicr, 28; Rahman, 14; Hicr, 26





[20] Hicr, 29





[21] Tahrim,12





[22] Secde, 9





[23] Mü’minun, 101





[24] Maide, 110





[25] (KESKİN) Makalesi özetlenerek alınmıştır.





[26] Tirmizî, Zühd, 35; İbnMâce, Zühd, 4; Ahmed b. Hanbel,V, 252.





[27] Rahman, 29





[28] Ali-İmran, 181





[29] Necm, 48





[30] Enbiya, 30





[31] (ÖZLER, 2004),s. 66





[32] Kehf, 65





[33] Kehf, 82





[34] Kehf, 84-94





[35] Fussilet, 53





[36] İskender Aynası: Hakîm Aristo'nun ihtira ettiği bir aynadır. İskenderiye şehrinde bir kale üzerine konmuştur. Bu aynanın hususiyeti, şehre hücum ede­cek olan düşmanı 100 milden ziyade bir mesafeden gös­termesi idi. Bir gece, nöbetçiler gafil bulunmuş ayna düşmanlar tarafından çalınıp,  denize atılmıştır. Aristo'nun aynayı tekrar denizden çıkardığı rivayet olunur.   





[37] Zekeriyya Akgül isimli ihvanından işittim.





[38] Fatiha, 5





[39] Fatiha, 5





[40] Tirmizi Hasen Garib diye nitelendirmiş, ancak benzer rivayetlerin olduğunu da belirtmiştir. Bkz. Tirmîzî. Birr. 85





[41] Bakara, 31


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar