[FÜTÛHÂT-I MEKKİYYE'NİN] YETMİŞ İKİNCİ KISMI
Rahman ve
Rahim Olan Allah Teâlâ’nın Adıyla
On
Üçüncü Hadis: İhramdan Sonra İhramlı Üzerinde Güzel
Kokunun Kalması.
Müslim, Hz.
Aişe’nin şöyle dediğini aktarır: ‘Adeta, ihramlıyken Peygamberin
saçının ayrım yerindeki güzelliğin parlaklığına bakıyordum.’ Nesâi bu hadise
‘İhramlıyken üç gün sonra ifadesini eklemiştir.’ Yani ihramlı, ihramdan
çıktıktan üç gece sonra demektir.
Allah Teâlâ temiz (et-Tayyîb) diye
isimlendirilmiş, bir takım durum ve yerlerde kendisine ‘temiz’ diye
nitelendirdiği özelliklerle yaklaşmayı emretmiştir. O’nun niteliklerinden
birisi de, cömertliktir. Allah Teâlâ onu bizde kendisine yaklaşma
niteliklerinden biri yapmıştır. Hakk’ın kendisini nitelediği bütün
niteliklerde de durum böyledir. Öyleyse ihramlı insanda temizliğin kalması,
Hakk’ın niteliğinin o kişide kalmasının bir yönüdür. Çünkü Allah Teâlâ o
özelliği yaratmış ve kendisiyle nitelenmesinin mümkün olduğu bir durumda o
özellikle ahlâklanmıştır. Hakk’ın nitelikleri ile mutlak anlamda nitelenmek
mümkün değildir. Allah Teâlâ o nitelikler adına bir takım hal ve mekânlar
belirlemiştir. Bunu anlayınız!
On Dördüncü Hadis: Temizlenmemiş Bir Yağla Yağlanan İhramlının Durumu
Tirmizî,
Firkad es-Sebhî’den, o da Said b. Cübeyr’den, o da İbn Ömer’den
şöyle aktarır: ‘Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ihramlı iken süzülmemiş
(mulcattit) yağla saçını yağlardı.’ Ebu İsa şöyle der: Mukattit, temizlenmiş
demektir. Hadisin isnat zinciri hakkında Firkad’den dolayı farklı görüşler
vardır.
Zeytinyağı nurların hammaddesidir.
Hacdaki uygulamaların çokluğu nedeniyle başka herhangi bir ibadeti yerine
getirenden daha çok ihrama giren kişi ona yaraşır. Onun ışığı Allah Teâlâ’nın
ışığın bekası için zeytinyağına ve benzeri yağlara yerleştirdiği ilahi nurla
desteklenmediği için güçlü olmazsa, hacdaki uygulamaların büyük kısmını
anlamaktan mahrum kalabilir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
zeytinyağıyla yağlanmak süreriyle Allah Teâlâ’nın ışığa yardımına dikkat çekerek
şöyle buyurur: ‘O'nun yağı neredeyse bir ateş
dokunmasa bile aydınlık verir. O nur üstüne nurdur.’29 Allah Teâlâ onu bir nur ve ışık
yapmıştır. ‘Allah Teâlâ dilediğini nura ulaştırır."130 Rehberlik, kılavuz ile olabilir ki
burada kılavuz zeytinyağıdır. ‘Allah Teâlâ bir insan için nur
yaratmazsa, onun nuru yoktur.’31 Nurun varlığını senin üzerinde baki
kılan her şey, onun adına yaratılmıştır. Esasları dikkate almak, bilgi ve
hikmette sağlamlığın ve yerleşikliğin bir parçasıdır.
On Beşinci Hadis: İhram Gecesinde Kadının Kına Sürmesi
Darekutnî,
İbn Ömer’in şöyle dediğini aktarır: ‘İhramlıyken kadının lana
sürünmesi ve başını koku bulunmayan bir şeyle bir kez yıkaması, sünnettir.
Utûl olarak ihrama girmez.’ Hadiste geçen utûl, süsten yoksunluk demektir.
Güvenilir bir rivayette Allah
Teâlâ’nın güzel olduğu ve güzeli sevdiği bildirilir. Hakk, kendisiyle
güzelleşilen şeye daha yaraşırdır. ‘Her
mescide gidişte süslerinizi alınız’32 Şâri’ kadını geceler arasında Kadir
Gecesine katmayı istemiştir. Çünkü diğer geceler Kadir Gecesinin süsünden
yoksun olduğu gibi kadın da ziynet olmaksızın ihrama girdiğinde buna benzer.
Kadına örtünmek emredilmişken ihramda (yüzünü) açmak emredilmiştir. Şâri’ ise,
ihram esnasında kadında tesettür hükmünün bir yönünün bulunmasını istemiş, bu
nedenle kadın kınalanmış, derisinin beyazlığını kınanın kızıllığıyla örtmüş,
kına süsüyle bir örtü haline gelmiştir.
Hadiste Şâri’ kadına Allah Teâlâ’nın
ziynetiyle (süs) süslenmeyi mubah kılmıştır. Allah Teâlâ’nın ziyneti ise, O’nun
isimleridir. Bâtınî yorumda kadın, insanın nefsidir. Allah Teâlâ’nın isim ve
nitelikleriyle ahlâklanan kimse ise, Allah Teâlâ’nın kitabında ve Peygamberin
dillerinde kulları için ortaya çıkarttığı ziynetiyle süslenmiş demektir.
Özellikle, haram aylar ve Zilhicce ayında durum böyledir. Haram aylar derken,
hacının ihrama girdiği ayları kastetmekteyim. İhram (ay anlamındaki şehr ile
şöhret arasında ilişki kurularak) bütünüyle şöhret demektir, çünkü onda
gizlilik yoktur. İhramda gizlenmenin izale edilmesi ve soyutlanmanın nedeni,
bu sayede insanın ihramlı olmasını sağlamaktır. İnsan ihram dışında
yapabileceği pek çok işten engellenmiştir. Şâri’ engellemeyi gerektiren
örtünmeyi izale ederek, bu durumu telafi etmiştir. Bu nedenle, iki engellenme
insanda biraraya gelmez; örtünme ve ihram.
'On Altıncı Hadis: Kadının
Yüzüne İhram Giymesi
Darekutnî,
İbn Ömer’den şöyle aktarır: ‘Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem şöyle buyurmuştur: ‘Kadının yüzünde yasak ihram vardır.’
Burada, örtünme ve perdelenmenin
olmayışı demek olan asla dönüş söz konusudur. Asıl, bir şeyin varlığı değil,
hakikatinin sabit olmasıdır. Söz konusu şey, bu nitelikle ezelden nitelenmiş,
kendisine hitap edildiğinde ise hitabı duymayı kabul edişle nitelenmiştir.
Öyleyse söz konusu şey, varlık niteliğini kabule istidatlıdır ve mabudu (ibadet
edilen) görmeye hızla koşar. Yolduk halinde mabudu kendisine ‘o!’33
dediğinde, o da olur. Böylece bir yandan kendi başına ortaya çıkmış bir yandan
çıkmamış, kendisini var edenin suretinde engellenmeksizin var olmuştur. Aynı
zamanda gördüğü kimsenin (Hakk) izzetinde zelil olarak var olmuştur. Bu esnada
perdenin ne olduğunu bilmediği gibi onu tanımaz da.
Dış varlıkların mertebeleri
belirginleşip doğa canlıda şehvc ti meydana getirip onu insanın nefsinin
hakikatinde bollaştırır, çünkü Allah Teâlâ onun yaratılışında aklı, ruhanî ve
duyusal güçleri yerleştirdiğinde kendisini bileşik olarak yaratmıştır. Bu
durumda, doğal arzuya eşlik eden gayret de ortaya çıkmıştır. Böylece insan,
kıskançlığı en çok olan canlı olmuştur, çünkü hırs ve vehmin otoritesi insanda
diğer canlılardan daha çoktur. Akıl ve kıskançlık arasında hakikat bakımından
bir ilişki yoktur. Bu nedenle Allah Teâlâ, aklı insanda kıskançlığın etkin
olmasını gerektiren İki neden olan arzu ve heva gücünün otoritesini
uzaklaştıracak bir araç olarak yarattı. Çünkü kıskançlık, elde edilmek
istenilen şeye ya da birisi elde ettiğinde bir başkasında bulunamayacak
hususlarda elde ettiği şeye karşı koyan ve direnen ‘başka’ ve ‘benzeri’ görmek
demektir. Allah Teâlâ insanı hırs ve tamahkârlık özelliğinde yaratmıştır. Bu
özellik, insanın üzerinde yaratıldığı sûretin otoritesinin ortaya çıkması
için, her şeyin onun ve hükmünün altında olmasını istemek demektir. Çünkü
insanın kendisine göre yaratıldığı sûretin hakikati, her şeyin onun otoritesi
altında bulunmasını gerektirir. Öyle ki bazı insanlar, kıskançlığı yöneltmemesi
gereken alanlara da uzatmış böylelikle Allah Teâlâ’ya ve yaratılan şeylere
karşı kıskanç olmuşlardır. Kul ise Allah Teâlâ için kıskanç olmakla yükümlüdür.
Allah Teâlâ’ya karşı kıskanç olamaz. Bu nedenle kıskançlığın otoritesi insanda
zirvesine ulaşmış, onu bilgisizlere katmıştır.
Olgun akıl ise, başka birisi için
değil, sırf Rabbi için yaratıldığını bilir. Aklın kendisi hakkındaki bilgisi
kendisini yaratana herhangi bir iş hakkında karşı koyacak ya da bir hükümde
çekişecek kimsenin olmayacağını da bilir ve şöyle der: O kendiliğinde
bulunduğu hal üzeredir. Binaenaleyh ‘O’na benzer hiçbir şey yoktur.’ Ben ise
kendiliğinde bulunduğum hal üzere benim ve kendi cinsimden benzerlerim vardır.
Benim bulunduğum durumda onun tek özelliği, hüküm sahibi olmaktır. Onun
karşısmda benim hükmünü kabul etmekten başka yapacak bir şeyim yoktur. Öyleyse
ne çatışma vardır ne de kıskançlık!
İnsan akıllı olması yönüyle aklının
otoritesi altında bulunursa kıskançlığa kapılmaz. Çünkü insan sadece Allah
Teâlâ için yaratılmıştır. Allah Teâlâ’ya karşı ise kıskançlık olmaz. Akıllı
insan kıskançlığa kapılırsa imanı bakımından kıskançlık duyar. Bu durumda o, Allah
Teâlâ için kıskançlık duyar. ‘Allah Teâlâ için kıskançlığın’ Allah Teâlâ’nın
belirlediği özel bir yeri vardır ve kıskançlık bu yeri aşamaz. Öyleyse bu
sınırı aşan her kıskançlık, aklın hükmünün dışına çıkıp doğanın hırsı ve arzu
gücünün hükmünden meydana gelmiştir. Bazı insanlar şeriatın mubah yaptığı bir
takım durumları görür ve içlerinden bu konular hakkında hüküm sahibi olsalardı
onları mudaka yasaklar ve engellerlerdi diye düşünürler. Bu gibi durumlarda
kendi düşüncesini Allah Teâlâ’nın yapmaya müsaade ettiği şeylere yeğler. Aklına
gelen bu hususlardaki düşüncesinde Allah Teâlâ’ya ve Peygamberine göre daha
üstün bir ölçüye sahip olduğuna inanır. Belki de öfkeye kapılır ve şöyle der:
Ne yapabilirim ki? Bu Allah Teâlâ’nın mubah kıldığı bir iştir! Bunun karşısında
sabredelim.’ Böylece isteksiz ve memnuniyetsiz bir şekilde Rabbine karşı
‘sabreder.’ Bu insan tam aldanış içindedir ve böyle bir davranış Allah Teâlâ
karşısında olabilecek en büyük saygısızlıktır. Bu kişi, Allah Teâlâ’nın bir
bilgiye sahip olarak saptırdığı kimselerdendir. Böyle davranışlar, ilk
dönemlerde bireysel olarak gerçekleşirken günümüzde bütün insanlarda yaygındır.
Biz ise, Allah Teâlâ’nın hüküm koyan
(Şâri’), Peygamberin de kendisine gösterdiği işlerde Allah Teâlâ’nın hükmünü
bildiren olduğunu biliyoruz. Peygamber kendiliğinden konuşmaz, ‘0 sadece kendisine vahyedileni bilir.™ Allah Teâlâ
kendisinden söz ederken şöyle der: ‘Senin
Rabbin unutan değildir.”5 Aldın kanıtı da bunu gösterir. Allah
Teâlâ kullarından daha kıskançtır. Allah Teâlâ’nın ortaya koyduğu yasalar,
âlemde maslahatı gerçekleştirecek işlerdir. Dolayısıyla bunlar ne azaltılır ne
çoğaltılır! İnsan bunlardan birisini artırır ya da eksiltir ya da Şâri’nin
ortaya koyduğu şeyleri yapmazsa, hiç kuşkusuz, Allah Teâlâ’nın şeriat olarak
indirip hüküm olarak ortaya koyduğu şeylerdeki maslahat (yarar) düzeni bozulur.
Allah Teâlâ kadın kullarına camilere
gelme izni vermiştir. Bazı insanlar ise şöyle düşünmüştür: ‘Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem kendisinden sonra kadınların neler yaptığını görseydi,
kadınların camilere gelmelerini engellerdi. Nitekim İsrailoğullarının
kadınları ibadethanelerine gitmekten alıkonmuştur.’ Böylelikle onlar, Allah
Teâlâ’nın böyle bir davranışın kullarından meydana geleceğini bilmediğini
düşünmüşlerdir. Çünkü şeriati koyan -başka birisi değilAllah Teâlâ’dır. Bu
durumda insanlar, kendi düşüncelerini Allah Teâlâ’nın hükmüne yeğlemişlerdir.
Öyle ki bazı insanlar, eşinin mescide gitmesi konusunda kıskançlık göstermiş,
bu hususta güçlü yeminler kullanmıştır. Kadın ise (söz gelişi) namaz kılmak
için mescide gitmeyi seven ve aynı zamanda pek güzel birisiydi. Kadınları
mescitlere gitmekten ah koymayı yasaklayan hadis, kocayı engeller. Bu nedenle
burada bir güçlük hisseder. Böyle bir meselede bu şahıs için Allah Teâlâ’nın hükmünün
değiştirilebilmesi takdir edilseydi, hiç kuşkusuz, kendi düşüncesini Allah
Teâlâ’nın hükmüne yeğler ve kadınları camiye gitmekten engellerdi. Caiz olan,
gerçekleşmiş gibidir. Bu nedenle erkek kendiliğinden camiye gitmekten uzak
dursun diye eşine baskıyı sürdürür, vazgeçtiğinde ise memnun olur. Hâlbuki bu
adamda aklın otoritesi sağlam bir şekilde yerleşseydi, kıskançlığa kapılmazdı.
İmanın otoritesi yerleşseydi, Allah Teâlâ’nın verdiği hüküm karşısında kalbinde
bir güçlük bulup buna karşı sabretmesi gerekmezdi. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Hayır!
Rabbine yemin olsun ki, aralarında çıkan tartışmalarda seni hakem yapıp
verdiğin hükme karşı içlerinde bir güçlük bulmayıncaya ve tam olarak teslim
oluncaya kadar iman etmiş sayılmazlar.’36
Burada kadınlarla ilgili rivayeti
örnek verdik, çünkü ihramda kadının yüzünün örtülmeyişini ele almaktayız.
Kıskançlık ise kadınları örtünmeye zorlar. Güvenilir bir rivayette şöyle
denilir: ‘Allah Teâlâ’dan daha kıskanç yoktur.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem sahabeden Sa'd hakkında şöyle der: ‘Sa'd kıskançtır. Ben ondan, Allah
Teâlâ ise benden daha kıskançtır. Allah Teâlâ’nın taşkınlıkları yasaklaması
kıskançlığının sonucudur.’ Allah Teâlâ’nın kıskançlığına ilave yapan kişi, Allah
Teâlâ’dan daha kıskanç demektir. Çünkü bu durum (yani kadının yüzünü açması), Allah
Teâlâ katında bir taşkınlık değildir. Allah Teâlâ katında taşlardık olsaydı,
hiç kuşkusuz, Allah Teâlâ onu yasaklardı. Çünkü Allah Teâlâ ‘taşkınlığın
görünen ve görünmeyenini yasaklamıştır.’ Böylece hüküm genelleşmiştir. İşte
böyle bir şahıs, Allah Teâlâ katında taşkınlık olmayan bir şeyi taşkınlık
saymış, sözünde Allah Teâlâ’yı yalanlamış, içinde hissettiği kıskançlık
nedeniyle bu hükmü koymada kendisini Allah Teâlâ’dan daha hüküm sahibi
saymıştır. Böyle bir insan içinden acı çekmeyi sürdürür. ‘Senin
verdiğin hüküm karşısında içlerinde bir sıkıntı bulmadıkları sürece’37 ifadesi ne güzeldir!
İnsan kendisini alıp (Şâri’ninkinden
daha üstün saydığı) bu teraziye koysaydı, hiç kuşkusuz, kendisini imandan uzak
bir kâfir olarak görürdü. Çünkü Allah Teâlâ bu nitelikteki birisinin mümin
olmadığını belirtmiş, onun mümin olmadığı hakkında yemin etmiştir. Öyleyse bu
husus, yeminle yapılmış ve pekiştirilmiş ilahi bir hükümdür. Allah Teâlâ şöyle
der: ‘Hayır! Rabbine yemin olsun ki, mümin değillerdir.’38 Kadınların örtünmesi asıl olsaydı,
ihramda kadına ‘yüzünü örtme’ denilmezdi. Dikkat ediniz! Örtünme ayeti,
kendiliğinden (ibtidâen) inmemiştir. O ve benzeri bazı ayeder, bazı insanların
dileğiyle inmiştir. Şeriat hükümlerinin çoğu, kevnî sebepler nedeniyle
inmiştir. O sebepler olmasaydı, Allah Teâlâ o konularda bu ayederi
indirmeyecekti. Bu nedenle Allah Teâlâ ehli ‘kendiliğinden olan ilahi hüküm’
ile Allah Teâlâ’nın kullarının bir kısmının ‘talebi üzerine gerçekleşen hükmü’
ayırt etmiştir. Dolayısıyla talep, söz konusu hükmün inmesinin sebebidir ve bu
durumda Hakk adeta indirdiği ayette yükümlü sayılır. Çünkü kulların talebi
olmasaydı, Allah Teâlâ o hükmü indirmeyecekti. Allah Teâlâ’nın kendiliğinden
indirdiği hüküm ise
bundan farklıdır. Öyleyse muhakkik,
(kulların talebi olmaksızın) kendiliğinden indirilen ilahi hükmü kendiliğinden
indirilmemiş hükümden farklı bir şekilde dikkate alır.
Ey sâlik! Hakk’ın bazı şeyleri
insanların isteklerine göre indirmiş olması seni aldatmasın. Hangi türde olursa
olsun, açık bir gönül ve iç huzuruyla o hükümleri kabule koş. Mümin olmak
istiyorsan, böyle davranmalısın. Aklı bol akıllı kişi, Allah Teâlâ karşısında
rahat olduğu gibi ilahi hüküm de onun karşısında rahattır. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle derdi: ‘Size verdiğimle yetinip beni
bırakınız.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, haccın farz olması hakkında
‘her yıl deseydim, kuşkusuz farz olurdu, fakat hac bir tanedir’ demiştir. Bu
nedenle soru sormayı çirkin görmüş ve onu ayıplamıştır. Allah Teâlâ bize ve
sana şeriatin maksatlarım öğretsin. Şeriatin zahirî ve bâtınî konularında bizi
perdelemesin!
Hac ibadeti, insanın kıyamet
günündeki hallerine benzer. Orada insanlar, saçları birbirine karışmış, yakarır
bir halde, çağırana kulak veren, süslenmeyi terkeden deliler gibi taş atarlar.
Çünkü öyle bir ibadetin içindedirler ki, içerdiği şeyleri bilselerdi
akıllarını kaybederlerdi. Bu nedenle tıpkı deliler gibi taşlar atarlar. Allah
Teâlâ taş atma eyleminde ‘bulundukları yer’in büyüle bir yer olduğuna
dikkatlerini çekmiştir. O yer akılları yerlerinden çekip alır. Hacdan başka
fiillerinin çoğunda bütünüyle ibadet olan başka bir ibadet yoktur. Kıyamette
ahiret hayatında da kadınlar ihramdaki gibi yüzleri açık olacaktır. Örtünme
hükmünün inişiyle ilgili kimi nefsanî gayeler olmasaydı, ‘örtünme ayeti’
inmezdi. Allah Teâlâ’nın bu sebebe ait örtünme ayetini veya böyle nedenlere
dayalı hükümleri geciktirmesi, insanların o hükümlerle yükümlü olmasına yol.
açan şahsın hesabının hafifletilmesinden başka bir amaç taşımaz. Kıyamet günü
o kişi, çektiği sıkıntılar nedeniyle, bu konuda sebep olmamayı temenni eder.
İnsanlar ise bundan habersizdir!
Kıyamet günü içtihad yapanlar da
böyledir. Bu bağlamda müçtehitler iki kişidir: Birincisi yasaklamayı yeğlerken
İkincisi ayete bağlanarak ve esasa dönerek ümmetten güçlüğü kaldırmayı esas
alır. İkinci müçtehit yasaklamayı yeğleyen müçtehitten daha büyük ve Allah
Teâlâ’ya daha yalcındır. Çünkü yasaklama esasa ilişmiş geçici bir durumdur.
Güçlüğü kaldıran ise, asla göre hareket eder. Cennette ise, insanlar bu asla
döner. ‘Cennette diledikleri yerlere yerleşirler.’ Mümin olsalar bile, ar-
zularına göre hareket eden insanlar
bu konudan ne kadar habersizdir! Hiç kuşkusuz onlar, pişman olacaktır. ‘Allah
Teâlâ doğruyu söyler, doğruya ulaştırır.’
Varlık, tek bir evdir. Evin sahibi de
birdir. Yaratılmışlar, Allah Teâlâ’nın bu evin içine aldığı kullarıdır. Öyleyse
perde nedir? Allah Teâlâ’dan başka bir gören mi var? Allah Teâlâ’dan başkası mı
görünür? Bir şey kendi hakikatinden perdelenir mi? Bütünün parçası, kendinden
perdelenir mi? Havva Adem’den yaratıldı. ‘Kadınlar erkeklerin yarımlarıdır.’
Bu, kıskançlık hastası birisinin hastalığında kullandığı zaman hastalığını
giderecek bir ilaçtır. Artık kişide iman kıskançlığından başka kıskançlık
kalmaz. İman kıskançlığı ise, dünya hayatında hükmünün geçerli olduğu alanlarda
hiçbir şekilde kaybolmaz. Kardeşim! Doğanın arzularından uzak dur! Çünkü kul bu
noktada farkında olmadığı yönden aldatılır ve Allah Teâlâ katında sapkınlık
süradi bir şekilde kendine ulaşır.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ size faizi yasaklayıp da kendisi sizden
faiz almaz.’ Bir insan kendi zannına göre imandan dolayı kıskançlığa kapılıp başkasında
gördüğünde kıskançlığa kapıldığı bu eylem ortaya çıkabilir ya da onda
bulunabilir. Bu davranış kişide bulunuyorsa, gösterdiği kıskançlık ‘iman
kıskançlığı’ değil, doğasının (neticesi olan) kıskançlığı ve hırsıdır; Allah
Teâlâ, onu bundan korumamıştır. Öyleyse bu insan, kıskançlığında kurtuluşa
ermemiştir. Gerçekleşen kıskançlıkların çoğu böyledir. Bu konuda arzuları
akıllarına egemen olmuş nice perdeli insanla karşılaştık! Ben ‘onları ateşten
alı koymaya çalışırken, onlar ateşe atılıyorlardı.’
Kıskançlığı yerli yerine
gönderen kişi O, biricik ve seçilmiş kişidir.
Onu başıboş bırakan ise
Resmini yitirmiş bir evdir.
Kıskançlık hastalığı müzmin
bir hastalıktır Şifası ise Allah Teâlâ’nın şeraiti
Kim o ilacı kullanırsa,
iyileşir Kim yüz çevirirse, sürekli ondan sapar
işin en küçüğü görülmektir
İtiraf ettiği halde onunla
nitelenmiş bir halde
Peygamberin bazı sahabeleri Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellemi yemeğe davet etmiş. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem de eşi Hz. Aişe’ye işaret ederek ‘bu da’ demiş. Bunun üzerine adam
‘hayır’ demiş. Peygamber ise, davetini kabul etmemede direnmiş. En sonunda adam
Hz. Aişe’nin de onunla birlikte gelmesine müsaade etmiş. Bunun üzerine Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem ve Hz. Aişe o adamın evine birlikte gitmiş. Allah
Teâlâ şöyle buyurur: ‘Sizin için Allah Teâlâ’nın Peygamberinde
güzel örnek vardır,m Senin
imanın nerede kalmış? Bugün kadı, hatip ya da vezir ya da hükümdar gibi makam
sahibi bir insanın (peygambere) uyarak böyle davrandığını görsen, onu ‘düşük
ahlâk sahibi’ diye nitelemez misin? Hâlbuki böyle bir davranış iyi ahlâk
olmasaydı, ‘güzel ahlâkı tamamlamak’ üzere gönderilen Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem onu yapar mıydı?
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem minberde Cuma hutbesi okurken, torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in
elbiselerine ayakları takıla döküle kendisine doğru geldiğini görmüş. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem hemen minberden inmiş, onları alarak tekrar
minbere çıkmış ve hutbesini okumaya devam etmiş. Acaba, bu davranışı
Peygamberin halinde bir eksiklik olarak mı görürsün? Hayır! Yemin olsun ki,
hayır! Bilakis bu davranış, onun mârifetinin yetkinliğinin sonucudur; çünkü Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem, baktığı her göz ile gördüğü gibi baktığı herkeste
‘görmeyen körlerin farkına varmadığı’ şeyleri görürdü. Onlar, bu gibi fiiller
söz konusu olduğunda ‘keşke Peygamber bunları yapacağına Allah Teâlâ ile
ilgilenseydi’ diyenlerdir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ise, Allah
Teâlâ’dan başka hiçbir şey ile ilgilenmemiştir.
Nitekim hafızın ‘cennet
ehli o gün meşguliyet içindedir540 ayetini
okuduğunu duyan bir bilgisiz kadın, -keşke teslim olsaydı!‘Cennet ehlinin
miskinleri eşleriyle birlikte meşguliyettedir’ demişti. Ey miskin kadın! Allah
Teâlâ bunların meşgul olduğunu söylemiş, fakat kimin ile meşgul olduklarını ya
da eşleri ve onların kimden haz aldıklarını sana bildirmemiştir. Öyleyse
onların Allah Teâlâ’dan uzak kaldıklarına nasıl hüküm verirsin? Bu sözü
söyleyen kadın, Allah Teâlâ ile ilgilenseydi, bu sözü söylemezdi. Çünkü onlar
adına zannettiği bu hali kendinde düşündüğü için, cennetlikleri Allah Teâlâ’dan
başkasıyla meşguliyete nispet etmiştir. Onları düşündüğünde ise, onları ancak
böyle düşünebilmiştir. Miskin kendisidir. Biz onun sözünden, bulunduğu halin Allah
Teâlâ’dan uzaklık olduğunu kesinlikle anladık. Cennedikler ise, imkân
kapısındadır! O kadın, kendisinin kesinlikle Allah Teâlâ’dan başkasıyla
ilgilendiğine tanıklık etmiştir. Bu örnek, ilk bakışta, başkasını kınama ve
kendilerini başkalarını suçladıkları davranışlardan uzak tutmayla ilgili
temayüllerinde âriflere dönük gizli bir tuzaktır. Kısaca, başıboş bir
kıskançlık yaşayan kişi, sürekli azap çeker ve zihnen yorulur. O, Allah Teâlâ
katında farkında olmadığı yönden bir uzaklık halindedir.
On Yedinci Hadis: İhramlı Kadında Güzel Kokunun Kalması
Ebu Davud,
Ömer b. Süveyd’in şöyle dediğini aktarır: Bana Talha kızı Aişe,
müminlerin annesi Aişe’nin kendisine şöyle dediğini aktardı: ‘Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem ile birlikte Mekke’ye çıkıyorduk. İhramlıyken
alınlarımıza kokulu misk karışımı sürdük. Birimiz fâzla kaçırınca yüzüne, aktı.
Peygamber bunu gördü ve fakat yasaklamadı.’
Allah Teâlâ ‘güzel’ (tayyib) diye
isimlendirilmiş, Peygamberine ise güzel kokuyu sevdirmiştir. İhramdaki insana
hac fiilleri esnasında ‘ifâza tavafı’na kadar güzel koku sürünmek
yasaklanmıştır. Buna karşın ihramdan çıkmazdan önce güzel koku kullanırken
ihrama girmezden önce de ihrama girmek için kullanabilir. Bu yönüyle güzel
koku, ibadetteki niyete benzer. Çünkü ihram meşru bir amel olduğu gibi ihramdan
çıkmak da meşru bir ameldir. Böylece güzel koku, amelin kendisiyle kabul edildiği
bir şey olmuştur ki bu da büyük bir mertebedir. Güzel koku yükümlüye eşlik
etmede niyetten daha güçlüdür, çünkü yükümlü fiili yaparken niyeti unutur. Bu
ise, fiilin kendisine değil şekline zarar verir. Bu durumda fiil, kendisini
yetkinleştiren niyet bilincinden yoksun kalır. Güzel koku ise, özü gereği
kalıcıdır ve özel bir gayret gerektirmez. Öyleyse onun ücreti de, bulunduğu
sürece kendi yönündendir. Bu durumda güzel koku, niyetten daha güçlü bir
otoriteye sahiptir.
Güzel koku, kokusu nedeniyle
kullandır. Bu yönüyle o Rahmani nefesin izlerini taşır ve böylelikle de
güçlükleri ortadan kaldırır, sıkıntıları giderir, darlık ve zorluk kaybolur,
genişliğe, rahatlığa ve dahi bdgilerde dolaşmaya sevkeder. Çünkü AUah ‘temizdir
ve temizi kabul eder.’
Temiz ise, özü gereği sevilendir ve
bu bakımdan kemâle benzer. Kadında güzel koku kendisine bakmayı gerektiren bir
sebeptir. Şâri’, ihram esnasında -yüzünü açmakla birliktegüzel kokuyu kadına
yasaklamamıştır. İşte bu, kendisiyle yükümlü tutulmadığımız sıradan insanlarda
bulunan kıskançlığa terstir. Öyleyse sende bulunması gereken şey, dine ve imana
dayanan kıskançlıktır. Ona bir şey eldeme, yoksa dünya ve ahirette bedbaht
olursun! Dünyada bedbaht olursun, çünkü kıskanç olduğun sürece nefsin yorulur.
Ahirette ise, bu kıskançlığın Hakk’ın seni sorgulamasına yol açması nedeniyle
bedbaht olursun. Çünkü bu kıskançlık suizan ve içinde bulunulan durumda Allah
Teâlâ’ya itiraz, Allah Teâlâ’nın serbest kıldığı konularda nefsin
yadırgayışını meydana getirir.
On Sekizinci Hadis: Hacet Esnasında Açıklamaya Koşmak ve İhramlının Kemer Takması
Ebu Davud,
Sâlih b. Hassan’dan şöyle aktarır: ‘Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem ihramlı bir adamın parlak renkli bir ipi beline bağladığını görünce
‘Ey ip sahibi, onu at’ demiştir. Bilginler, bu gibi hadislerle ihramlı insanın
kemer takamayacağına deül getirmişlerdir. Halbuki Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem adama ‘ipi at, çünkü sen ihramlısın’ dememiş, onu atmaya bir neden
göstermemişti. Öyleyse sebebin adamın ihramlı olması ya da başka bir neden
olması mümkündür. Belki de ip başkasından zorla alınmıştı ya da Hıristiyanların
alameti sayılan zünnara benziyordu.
Bilmelisin ki, (kemer takmak
anlamındaki) ihtizam, hazm kelimesinden türetilmiştir. Hazm, insanın
mutluluğunu ve Rabbin razı olmasını sağlayacak şeyleri ihtiyatla almak
demektir. Bu durum, bu ihtiyatın meşru bir şekilde ve meşru bir tarzda yapılmasına
bağlıdır. İp ise, Allah Teâlâ’nın ipi olduğundamuduluğa ulaşmanın sebebidir.
Bir insan Allah Teâlâ’nın ipini ‘beline bağlarsa’, onun bu davranışı,
güçlükleri göğüslediğini ve önemli şeylerle ilgilendiğini öğretir. Peygamber
adama ‘onu at5 demiştir. Bu ifade ‘Kim bu dine güçlük çıkartırsa,
din ona galip gelir’ ve ‘bu din güçlüdür, sen ona karşı yumuşak hareket et5
hadislerindeki ifadelere benzer. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
genellikle yumuşaklığı tavsiye eder ve şöyle derdi: ‘Allah Teâlâ bütün işlerde
yumuşaklığı sever.’ İhtiyat, yumuşaklığın zıddıdır, çünkü o, kötü zan
demektir. Şeriat ise, kötü zannı bize yasaklamıştır. İş, ihtiyatlının
zannettiğinden çok daha kolaydır. Bu anlamıyla ihtiyat, marifet ile çelişir,
çünkü ihtiyat, gerçekleşecek kadere etki etmez. Bir kişinin başına gelen
güçlük, cemaate bölündüğünde kolaylaşır. Şair şöyle der:
Ağır bir yükü bölersen şayet
İnsanların boyunları onu
kolay taşır
Dikkat ediniz! Allah Teâlâ şöyle
buyurur: ‘Hepiniz Allah Teâlâ’nın ipine sarılınız.’4' Tek bir
kişi hakkında ise ‘kim Allah Teâlâ’nın ipine sarılırsa542 der. Başka
bir ayette ise ‘İyilik ve takvada yardımlaşın’43
buyurur. Böylece tek ldşi ve cemaat, Allah Teâlâ’nın ipine sarılır. Allah Teâlâ
ipi zikredip cemaatin işinin kolaylaşması için ona sarılmayı emretmiştir.
Bununla birlikte, cemaat oldukları için sıkıntı onlarda bölünür. Bazen cemaat
sıkıntı karşısında zayıf düşer. Bu durumda Allah Teâlâ, onlara yardım eder. Allah
Teâlâ, kudrede nitelenmiş olduğunu bildirmiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem ise, ‘Allah Teâlâ’nın eli cemaade beraberdir’ buyurur. Bu nedenle
cemaat Allah Teâlâ’dan yardım ister. Allah Teâlâ da, elinin onlarla beraber
olması sebebiyle, cemaate yardım eder. Bu, Allah Teâlâ’nın bir sözü ve tek
başına aramızdan hiç kimsenin yerine getiremeyeceği bizdeki bir yasasıdır.
Böylelikle cemaatle birlikte muhatapların hallerinin değişmesi nedeniyle onu
yerine getirmek mümkün olabilir. Bundan başkası da olamaz. Bu nedenle Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem o kişiyi uyararak ‘elindekini at’ demiştir. Bu
meselenin gerek duyulan bâtınî yorumu budur. Bilhassa kendisine yasaklanan
ihramlı için durum böyledir. Böylece ip ile yasağa yasak katmıştır (işini daha
da güçleştirmiştir). Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ise, o kişiye
adeta ‘Senin yasağın sana yeter, ona ilave yapma’ der. Peygamber ümmetine karşı
ne kadar da yumuşaktır! Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ihramlının azık
sepetini bir iple bağlamasına izin vermiştir. Çünkü hacca gitmek istediğinde
kendisiyle azıklanacağı geçimi, bundadır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Azıklanınız!
En hayırlı azık takvadır.’44 Burada takva, hacının kendisini
dilencilikten kurtaracak şekilde yanına aldığı azıktır. Böylece hacı, kendisini
Rabbine ibadete verir. Bu, bilinen takva değildir ve bu nedenle ifadenin
ardından Allah Teâlâ ‘Ey akıl sahipleri! Benden çekinin545 demiştir.
Böylelikle Allah Teâlâ, azık takvası ile birlikte o konuda da takva sahibi
olmayı tavsiye etmiştir. Bu bağlamdaki takva, azığın doğru yoldan kazanılmasıdır.
Hadiste geçen ‘himyan’ -ki insana onu yanına alması emredildiazığın konulduğu
yer, onun zarfı ve kabı demektir. Peygamber azığı sırta bağlamaya müsaade
etmiştir. Çünkü insanın azığını yanma alması, ‘ihtiyafın (bağlamanın) bir
gereğidir. Bu durum, insanın karşılaşabileceği ve kendisini yok edebilecek
sıkıntılardan uzaklaşmasını sağlar. Ebu Ahmed b. Adî el-Cürcani, İbn
Abbas’tari aktardığı bir hadiste şöyle der: ‘Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem ihramlı insanın azık çantasını taşımasına izin vermiştir.’ Bu hadis,
hadis bilginlerine göre sahih değilse bile, keşf sahiplerine göre sahihtir.
On Dokuzuncu Hadis: Mescid-i Aksa'dan İhrama Girmek
Ebu Davud,
Ümmü Seleme’den şöyle bir hâdis aktarır: Ummü Seleme Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in şöyle dediğini duymuştur: ‘Mescid-i Aksa’dan
Mescid-i Haram’a kadar hac ya da umreye girmeye hazırlanan kişinin geçmiş ve
gelecek günahları bağışlanır, cennet ona farzdır.’ Bu hadisin isnat zinciri
hakkında farklı görüşler vardır.
Buradaki ilişki şudur: Mescid (secde
yeri), yükseklikle çelişir. Bu yönüyle o, yükseklikten uzak olduğu gibi aynı
zamanda onun gerçekleşmesinin de sebebidir. Nitekim Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ için tevazu gösteren kişiyi Allah
Teâlâ yükseltir.’ (Mescid-i) Aksa, uzak demek iken haram ise, yasaklanan
demektir. Öyleyse bu, kendisinde bulunan için, ‘yakınlıktaki uzaklık’
demektir. Mescid-i Haram’a göre ‘uzaktaki kişi’, Mescid-i Haram’da bulunanın
-ki onlar Mekkelilerdirsorumlu olduğu şeyden daha uzaktır. Halbuki onun
ehlinden daha uzak değildir. Bilakis Mescid-i Aksa daha yakındır. Aynı zamanda
Mescid-i Aksa, ille olmaktan uzaktır. Çünkü Kâbe ille olma özelliğine sahiptir.
Onunla Mescid-i Aksa arasmda kırk yıl süre vardır. Bu süre, Musa’nın kavminin
Mescid-i Aksa’ya giremeden çölde kaldıkları zamandır. Musa bu esnada ‘yakınlık
makamı’ndaydı. Söz konusu dönem, Mescid-i Haram’ın önceliğidir. İsrailoğulları
Musa’ya yardım etmeyip ‘Sen ve Rabbin git savaş, biz burada
oturacağız546 demişlerdi. Musa onlara ‘Sizi kırk
sene terk edip bu bölgede bırakacağım, buradan Beyt-i Makdis’e
giremeyeceksiniz’ demişti. Nitekim Beyt-i Makdis, Mescid-i
Haram’dan fark sene sonra ibadet evi
haline gelmişti. Musa’nın onlarla birlikte çölde beklemesinin nedeni ise, kendilerine
gönderilmiş bir Peygamber olmasıdır. Böylece İsrailoğulları şaşkınlık içinde
kalmışlardır. Onlar ne ilk olmaya yakın idiler ne de Beyt-i Makdis’e girme
amaçları gerçekleşmişti. Allah Teâlâ onları ‘biz
burada oturacağız547 sözlerinin
zahiriyle cezalandırmıştı.
Kardeşim! Musa’nın bu nitelikteki
kavmine benzemekten sakın, bunun yerine ‘adalede hükmeden ve ona göre adil
davranan’ ümmetinden ol. Nebîlik makamının velilik makamı karşısındaki durumu
da böyledir. Bunların arasında zamansal olarak kırk yıl süre vardır. Her
peygamber kırk yaşında iken nebî olarak gönderilir. Çünkü kırk, aldın tam
olarak yerleşmesi, gücünün ortaya çıkması ve doğanın zayıflamaya başlaması
yaşıdır. Sonra insan, ömrün kalan kısmında aklın hükmüyle yürümeye devam eder.
Böylece insanın aklı çoğalırken doğası eksilir.
Daha uzak bir yerden daha yakına
gitmek üzere ihrama giren kişi ki her ikisi de ibadethanedirbu ikisinin
arasında bir berzahta sayılır. İki mabet ise, onun uçlarıdır. Henüz ulaşmadığı
şey ‘gelecek günahları’ iken ayrıldığı yer ise ‘geçmiş günahlarıdır.’ Bu
nedenle, iki mescid arasında bulunan şeyleri bağışlanır. Burada bağışlama,
örtmek demektir. Bu nedenle cennet ona farzdır, çünkü cennet, içine girenleri
cehennemden gizler. Onun zâtı da, arzularının ateşinden gizlenmiştir. Öyleyse,
insanın şehvet gücü onda hüküm sahibi olduğu için cennetin içi yakıcı bir
ateştir. Bu güç, hiç kuşkusuz, doğasının ateşidir. Öyleyse mutlu kul, geçmişte
ve gelecekte ‘örtünme’ ile çevrelenmiştir; geçmişte günahın cezasının ona
ulaşmasından, gelecekte ise, günahın ulaşmasından korunma ve sakınılmayla
‘örtülmüştür.’ Bu durumda olduğunda ise, ‘cennet5 kendisine
vâciptir. Böyle iken kişi, Allah Teâlâ’nın himayesinde örtülmüştür. O, dünyada
olsa bile, cennettedir.
Yirminci Hadis: Ten'îm
Mekkelilerin Mikat Yeridir
Ebu
Davud’un İbn Abbas’tan mürsel olarak aktardığı
bir hadiste İbn Abbas şöyle der: ‘Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
Mekkeliler için mikat yeri olarak Ten’îm’i belirlemişti.’
Mekkeliierin mikat yeri nasıl Ten’îm
olmasın ki! Onlar, Allah Teâlâ’nın komşuları ve evinin s alemleridir. Onlar ilk
mabede en yakın kimselerdir. Allah Teâlâ el-Evvel (ille) isminde kendilerine
tecelli etmiştir. Bu tecelli ise, ancak Harem ehli için gerçekleşir. Bu tecelli
karşısında onlar ehliyederine görederece derecedir. Çünkü onlar, bir topluluk
(asabe) ile ‘ashab-ı siham (okların sahipleri)’ arasındadırlar. Bu tecelli, Allah
Teâlâ’ya izafe edilen başka bir eve komşu kimseler için gerçekleşmez. Orada bulunup
ayrılan kişiler ise, yolcu hükmündedir ve -başka birisine değilO’na nispet
edilirler. Buna örnek olarak, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin göçünü
ve onunla birlikte fetihten önce Medineye göç eden insanların durumunu
verebiliriz. Böylece ‘muhacir’ (hicret edenler) ismini kazandıklarında, Allah
Teâlâ’ya komşu olmak hakkı adına onaylanmıştır. Bu isim, geçici bir takım
durumlar nedeniyle kendilerine verilmiştir. Ev, her iki grup için de, yasaklık
ve yasaklama özelliğiyle Allah Teâlâ’ya aittir.
Binaenaleyh Mekleeliler asıl
bakımından Mekleelidir ve hareminde Allah Teâlâ’nın komşularıdır. Onlar,
Araplardır; komşuyu korumak ve komşuyu gözetmek, onların görevidir. Hakk ise,
kullarına ahlâklarında edindikleri alışkanlıklara göre davranır.
Her yönden hacılar onlara
gelir
Derler ki; Kul hac etti, kul
haccetmedi
Fiil ve emrin sahibi haccetmiştir .
Sadece Allah Teâlâ vardır,
başkası yoktur
Bu bol ikram ve ihsan
O’ndandır
Mekleeli bir insan Mekke’nin dışında
bulunduğunda ‘ehil’ ismini yitirmez. Nitekim yabancı bir insan Mekke’de
bulunduğunda da ‘komşu’ ismini kaybetmez. Nitekim biz de, yaratılışımız
bakımından Rabbani sûreti elde etmiş olsak bile, asıl bakımından -hiçbir
şekilde özgürlüğün bulunmadığımutlak kullarız. Öyleyse biz ne efendi ne de
Rabbız! Bu bakımdan esasları dikkate almak, (kendine) dönülmesi gereken
şeydir. ‘Her şey O’na döndürülür.’48 Öyleyse
bu, bir ilkedir. Bu ayeti anlayınız. Mekleeliler, Mekke hakkında
haberdar-gizleyendir. Geçici olan şey esasa etki etmez. Çünkü bu geçici durum,
gerçeğe zarar vermez.
Ebu Davud, İkrime’den şöyle aktarır:
‘Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Ten’îm’de ihramlıyken elbiselerini
değiştirmiştir.’ Hadis, mürseldir.
Hadisin bâtını yorumu, sıkıntı halini
rahadıkla değiştirmektir. Bu ise, içinde bulunduğu hal, bela (imtihan) olan
kimse adına geçerlidir. Bela, müminin sabretmesini ya da (bir grup sûfıye göre)
-Allah Teâlâ katından olduğu içinkendisinden memnun olmasını gerektiren
haldir. Bu durumda mümin, bu halde şükredici bulunur. Böyle bir insan, belaya
gerektiği gibi davranmamış demektir. Bu, arkadaşlarımızın (sûfiler) gözden
kaçırdığı ve gerçeğini ortaya koyup ifadede yanıldıkları bir meseledir. Bu
konuda ise, Ebu Yezid Bestâmi Ekber’in şu sözünden kanıt getirmişlerdir.
Seni istiyorum, ama ödül
için değil Seni cezalandmcılığın nedeniyle istiyorum!
Bütün isteklerime ulaştım
Azap ile bulduğum kazdan başka
Bilmelisin ki, gerçek bela, acının ve
varlığının acı duyanda bulunmasıdır. Yoksa genellikle acının bağlı olduğu
sebep değildir. Buna örnek olarak, kırbaçla vurmak ya da ateşle yakmak,
demirle yaralamak gibi duyusal acıların kendilerinden meydana geldiği maddî
etkileri verebiliriz. Malın kaybolması, aile ve çocuğa bir belanın gelmesi,
şiddetli bir şekilde tehdit edilmek de böyledir. Bunların dışında, genel olarak
bir şahsa yerleştiğinde psikolojik acıları gerektiren bütün sebepler, ihram
elbisesi gibidir. Çünkü ihram, insan ile rahatlık ve nimetlerime arasında bir
engeldir. Bu gibi şeyler, üzüntüye yol açar ve bu nedenle şeriat bu acılar ile
karşılaşana sabretmeyi, rıza göstermeyi, bu noktada başına gelen kadere
teslimiyeti tavsiye etmiştir. Bu yönüyle söz konusu sebepler ‘azap’ diye
isimlendirilmiştir. Gerçekte ise, azap yoktur: Azap, bu sebeplerin kendisi
değil, onlar vesilesiyle acının var olmasıdır.
Aynı şekilde, acının zıddı olan haz
da böyledir. Haz, kendisiyle nitelenen kimseye ait bir niteliktir, söz konusu
kişi, nimetlenendir. Hazzın bir takım dış sebepleri vardır ki, bunlar, -her ne
olursa olsun-
amaçların gerçekleşmesidir, çünkü
insan, sadece amaçlarının gerçekleşmesiyle nimedenir. Bu bakımdan insan
nimetlendirme yerindeki nimetlenendir. Böyle bir durumda ise, sabır ile değil,
şükür ile ibadet yapar. Şâri’, insanda hazzın bulunma sebeplerini ‘nimet’ diye
isimlendirdi. Gerçekte nimet, nefsteki duyusal ve nefsanî hazdan ibarettir. Sebepler
ise, tıpkı acıların sebepleri (vesileleri) gibi, dıştadır ve insanın duyusuyla
vardır. Acıların sebeiplerinin sahibi, içinde hazzı ve haz almayı bulduğunda,
âdeten acıları gerçekleştiren bu sebepler de bulunmuş olsa sabretmesi
gerekmez. Çünkü o acı duymamaktadır, sadece haz almaktadır ve Allah Teâlâ’nın
nimerierinde halden Hakk girmektedir. Böyle bir insan, kendisinde bulunan
nimedenme nedeniyle şükretmelidir. Buna karşın, acıya vesile olan nimet
sebepleri gerçekleştiğinde ise, sabretmelidir.
Ömer b. el-Hattab (Allah Teâlâ ondan
razı olsun) şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ’dan bana ulaşan her bir musibette...’
Burada Ömer, musibede karşılaştığını, başka bir ifadeyle âdeten acıya yol açan
bir sebeple karşılaştığını ifade etmiştir. Ardından şöyle devam eder: ‘Allah
Teâlâ’nın üç nimeti olduğunu gördüm. Birinci nimet, musibetin dindarlığımda
meydana gelmeyişiydi. İkincisi, daha fazla olmayışıydı. Üçüncüsü ise, Allah
Teâlâ’nın o musibete karşı vaad ettiği ödüldür. Ben de ona bakıyordum.’ Böyle
bir insan ‘sabreden’ diye isimlendirilmez, çünkü o, pek çok nimetin sahibidir.
Bu bakımdan müşahedesiyle haz alır. Dolayısıyla nimet verene şükretmesi
zorunludur. Bunun tersi ise, haz sebeplerinin varlığıdır. Allah Teâlâ, mal,
afiyet, çocuk ya da emir ve yasaklama yetkisine sahip yeni bir görevle insanı
nimedendirebilir. Bütün bunlar, nefsin haz aldığı sebeplerdir. Nimet tadı
yemekler, güzel elbiseler, güzel kokular şeklinde olduğunda ise insan maddî
haz kazanır.
Bu sebeplerin sahibi, Hakkın kendi
üzerindeki haklarını düşünür. Bu haklar, nimet verene şükür, bu konudaki ilahi
yükümlülük, mal, çocuk ve yönetim konusunda Allah Teâlâ’ya yaklaştıracak
şekilde dince belirlenmiş tasarrufu ve bütün bunlarda adaleti ortaya
koymaktır. Bunları düşündüğünde ise -ki bunları düşünmesi Allah Teâlâ’nın ona
vâcip kıldığı bir iştirâdeten haz veren bu sebepleri acı veren bu düşünce takip
eder. Böylelikle kişide (hazzın yerini) acı alır. Böyle bir insan belaya uğramıştır,
çünkü o, nimet sebeplerinin ortaya çıkmasından kaynaklanan bir acı duymaktadır.
Bu nedenle ise, bu belaya karşı sabretmesi gerekir ve üzerindeki hakkı yerine
getirmek için gayret gösterir veya acısı aşırıya kaçtığında nimete karşı zâhid
davranır. Şu halde sabır zıddı bulunurken yerli yerinde olabileceği gibi şükür
de kendi yerinde ancak zıddının sebepleri bulunduğunda gerçekleşebilir.
Ebu Yezid de ‘azapla duyduğum hazdan
başka’ (seni istemiyorum) demişti. Burada azap sözüyle acının varlığını
kastetmişti. Çünkü bir şeyle elem duymak onunla haz almakla çelişir ve bu
ikisi, bir yerde biraraya gelmez. Bu, acı sebebinin varlığı esnasında hazzı
taleptir. Böyle bir şey, tıpkı İbrahim’in (as.) ateşi örneğindeki gibi,
harikulade bir olaydır. İbrahim’in ateşi görünüşte ateşti, fakat İbrahim’in
bedenini yakmamış, İbrahim de onun acısını duymamıştı. Ateş İbrahim için ‘serin
ve selametli olmuştu.’ Bu nedenle İbrahim’in şükretmesi gerekti, çünkü
sabretmesi gereken bir acı ortada yoktu. Öyleyse sabır, her zaman, belaya
karşı olabilir ve bela acının varlığıdır. Şükür ise, her zaman nimete karşı
olabilir. Nimet, bir yerde hazzın varlığıdır. O halde kulun şükretmesi ‘nimet’
diye isimlendirilen şeye karşıyken sabır ‘acı’ diye isimlendirilen belaya
karşıdır.
Bakınız! Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem ihram elbisesini nimet diye isimlendirilen bir yerde değiştirmişti.
Bu davranışıyla sahabe ve kendisinden sonra gelen kardeşlerinin dikkatini şuna
çekmiştir: Siz hac esnasında ihram sıkıntısıyla ve onun içerdiği acı ve sıkıntı
veren sebeplerle karşılaşmış olabilirsiniz. Hâlbuki Allah Teâlâ’nın bu sıkıntıların
içindeki sayısız nimetlerine balcınız! Böylece, çektiğiniz sıkıntının ardından
hazzı size gösterir. Çünkü o, bu saygın müşahedelere ve büyük nimetlere
ulaşmayı gerektiren bir sebeptir. Böylece yolda çektiğiniz güçlükler size
kolaylaşır, şülcredenlerden olursunuz. Kıyamet günü ise, sabreden ve şükreden
sıddîklerin ödülünü elde edersiniz. Nimet sebeplerini bir bela ve sınanma
sayıp haklarını yerine getirdiğinizde, iki ödül elde edersiniz: Birincisi
şükredenin ödülü, diğeri sabredenin ödülüdür.
İşte Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellemin Ten’îm’de ihramlayken elbisesini değiştirmesinin hikmeti budur.
İhramlı dilerse ‘Hamd, nimet ve ihsan veren Allah Teâlâ’ya aittir’ diyebileceği
gibi dilerse ‘her durumda hamd Allah Teâlâ’ya aittir’ de diyebilir. Bunun
nedeni, her İki durumun da kendisinde bulunmasıdır, bunu bilmelisin. Dikkat
ediniz! Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle telbiye getirirdi.
‘Lebbeyk, kuşkusuz hamd...’ Burada her iki .durumu birleştirerek, şöyle devam
etmiştir: ‘Ve nimet sana aittir.’ Halbuki ‘bela şendendir’ dememiştir.
Görünüşte ise, ihramda meşakkat ve engellenme vardır. Bunların en büyüğü ise,
insanın kendisine sevdirilmiş olan ‘kadınlardan yararlanma’ eyleminden
engellenmesidir.
Yirmi İkinci Hadis:
Konuşmayanın Haccı Yoktur
İbn’ül
A’rabi, Cabir kızı Zeyneb el-Ahmesiyye’den Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem’in susmuş bir halde kendisiyle hac yapan kadın hakkında şöyle
dediğini bildirir: ‘O kadına söyle, konuşsun! Çünkü konuşmayanın haccı
yoktur.’ Hadisi Zeyneb’e ulaşacak şekilde rivayet eder. İbn Hazm hadisi Kitabu’l-MuaUa isimli
eserinde kaydetmiştir.
Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Kuşkusuz
biz zikri indirdik.’49 Zikir kelamdır ve o, ilahi bir
niteliktir. (Hac esnasında) Dini bir ibadeti yerine getirmektesin. Öyleyse,
zikrederek o ibadette konuşman uygun, hatta zorunludur. Bir hadiste, hacdaki
uygulamaların Allah Teâlâ’nın zikrini yerkştirmek için saptandığı
bildirilmiştir. Biz de ‘söz’den meydana geldik. Bu, ‘ol (kün)’ sözüdür, (emrin
ardından) biz de ‘olduk.’ Öyleyse, susmak var olmayan bir durum iken konuşmak
var olan bir durumdur. Sözün bir etkisi vardır ve bu nedenle ‘söz’ diye
isimlendirilmiştir. Çünkü (söz anlamındaki) kelam, kelm kelimesinden
türetilmiştir. Kelm ise, bedendeki bir iz olan yara demektir. İnsan var
olmuştur, öyleyse, onun var olması gereken bir nitelikle nitelenmesi gerekir
ki, o da kelamdır. Var olmayan bir nitelilde nitelenemez. Var olmayan nitelik
ise, susmadır. İnsanın hakikati, konuşmadır (nutk). Sustuğunda ise, haliyle
kendisini yalanlar. Şu var ki Allah Teâlâ susma için bir yer belirlemiştir.
Söz konusu yerdeki susma, ‘göreli susma’dır. Göreli susma, gereksiz durumlarda
konuşmamak ya da insanın lehinde değil aleyhinde olacak duramlarda
konuşmamasıdır.
Yirmi Üçüncü Hadis: Telbiyede Sesi Yükseltmek, Hacda Tehlil Getirmek
Nesâi,
es-Sâib ibn HaUad’dan Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellemin şöyle dediğini aktarır: ‘Cebrail bana geldi ve şöyle dedi: ‘Sahabene
söyle! ‘Telbiye getirirken seslerini yükseltsinler.’
Akıl ve vahiy kanıtıyla ‘Allah
Teâlâ’nın her şeyi bildiği’50 ve O’nun ‘duyan
ve yakın’5' olduğu sabittir. Şeriat bunu
bildirmiştir. Bu bilgide (vahye inanan) mümin ile (akıldan hareket eden) bilgin
eşittir. Öyleyse, telbiyeyi yüksek sesle getirmenin Hakk’ın mertebesiyle bir
ilişkisi yoktur. Şu var ki Allah Teâlâ, meleklerine karşı hacılarla
övüneceğini bildirmiştir. Hacıların telbiye getirirken seslerini yükseltip toz
toprak içinde Allah Teâlâ’ya yönelmeleri, meleklere karşı Hakk’ın övünebileceği
en büyük davranıştır.
Aynı zamanda, ölümle dünya hayatından
ayrılan bazı ruhlar da hac ameliyle bizi Hakk’a davet eder. Nitekim Halil
İbrahim peygamberden öyle bir olay rivayet edilmiştir. Halil İbrahim Kâbe’yi
yaptığında Rabbi kendisine binanın üstüne çıkıp insanlara haccı bildirmesini
emretmişti. Bu emre karşı İbrahim ‘Rabbim! Sesimin ulaşması mümkün müdür ki?’
deyince Allah Teâlâ kendisine ‘Senin görevin çağırmak, ulaştırmak benim işim’
demiştir. İbrahim şöyle nida etmiştir: ‘Ey insanlar! Allah Teâlâ’nın bir evi
vardır, onu haccediniz!’ Râvi şöyle der: ‘Allah Teâlâ bu nidayı kullarına
duyurur: Bir kısmı çağrıya icabet ederken bir kısmı icabet etmez. İnsanların bu
çağrıya icabet etmeleri, kendilerine yöneltilen ‘ben sizin rabbiniz değil
miyim’ nidasına karşı ‘belâ (Evet Rabbimizsin)’ sözüne benzer. Allah Teâlâ
insanları kendilerine karşı tanık tutup ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’
dediğinde onlar buna olumlu karşılık vermişlerdi. Nitekim bu olumlu karşılığı,
Hakk’ın ‘duyma gücü’ haline geldiği kullar duyabilir. Çağrıya olumlu karşılık
verenlerin bir kısmı hemen Hakk’ın davetine icabet eder. Onlar, iyiliğe
koşanlar ve imkân oluştuğunda haccın hemen yerine getirilmesi gerektiğini
düşünenlerdir. Bir kısmı ise, davete icabette ağırdan alıp belli bir zamandan
sonra harekete geçenlerdir. Bunlar, imkân olduğunda bile haccın zamana bırakılabileceğini
düşünenlerdir. Buradan, farkında olmaksızın, hacdan yerine getirdikleri kısmı
yerine getirirler. Çünkü Allah Teâlâ onları dünya hayatında çıkardığında bu
müşahedeyi onlara bildirmemişti. ‘Onlar ahiretten habersizdir:52
Allah Teâlâ’nın bu çağrısına icabet
edenlerden bir kısmı icabeti yineleyen bir kısmı ise yinelemeyenlerdir. İcabeti
yinelemeyenler, bir kez hac eden insanlardır. Yineleyenler ise, imkân ölçüsünde
hac yapanlardır. Böyle bir insan her hac edişinde bir farz sevabı alır. Şâri’
hacda telbiyenin yinelenmesiyle buna dikkat çekmiş ve şöyle demiştir:
‘Lebbeylc, Allah Teâlâümme lebbeyk, lebbeyk! (Buyur Allah Teâlâ’m! Buyur!
Buyur!) Senin ortağın yoktur lebbeyk! Hamd, nimet ve mülk sana aittir. Senin
ortağın yoktur, Lebbeyk! Gerçek ilahsın.’ Haccı bildirmek üzere, beş kez
telbiyenin getirilmesi, onu beş vakit namazdaki ezana benzetir. Beş vakit
ezanın her birisine olumlu karşılık verilir, çünkü ‘Peygamberin göz aydınlığı
namaz idi.’ Vardığımız bu görüşü, hacdaki tehlilin zorunlu olarak namazın
ardından emredilmiş olması destekler.
Mekkeli bir adam görmüştük. Adam otuz
yaşından fazlaydı ve ömründe hiç haccetmemiş, umre yapmamış ve Kâbe’yi tavaf
etmemişti. İlk kez benimle birlikte umre yapıyor, ben de nasıl hareket
edeceğini öğretiyordum. Mekke’nin yakınlarındaki Cüddeli bir adamdan söz
edildi. Adam seksen küsür yaşındaydı ve ömründe hiç hac yapmamıştı. Mısırlı
zengin bir adamı duymuştum. Adam hiç hac niyeti taşımamıştı. Bir gün suçlunun
kendisi olduğu zannedildiği bir olay nedeniyle Mekke valisinin emriyle
tutuklanmıştı. Adam zincirle bağlanarak öldürülmek üzere Meleke valisine
getirilmiş. O gün Arafat’ta vakfe günüymüş. Korku içindeki adam bu olayı
görünce cEy hükümdar! Bu da nedir böyle?’ diye sormuş. Bu soru
üzerine hükümdar adamın suçsuz olduğunu anlamış, onu serbest bırakmış ve suçlu
olmadığını kabul etmiş. Adam da gusül abdesti alıp hacca hazırlanmış. İşte Allah
Teâlâ’nın inayeti budur.
İbrahim Peygamberin bu nidasına
olumlu karşılık vermeyeı iler ise, çağrıyı duysalar bile, Allah Teâlâ’nın hac
etmeyi nasip etmedikleridir. Allah Teâlâ bir insanı bu çağrıyı duymayacak
şekilde sağır ederse, o hacca inanmaz. Kendileri hacca gitmediği halde adlarına
hac yapılan kimseler de vardır. Böyle birisi adına hac yapan kimse tam bir hac
sevabı kazanır. Adına hac yapılan ise hac değil hac sevabı kazanır. Bu nedenle
hacı olmadığı halde hacılar içinde diriltilir. Keşfin verdiği bilgi budur.
Böylece, yüksek sesle telbiye
getirmenin övünme maksadıyla olduğunu belirttik. İşin bir yönü de, ilahi
isimlerin hükmüyle ilgilidir. Çünkü Allah Teâlâ’nın bir ismi de el-Baîd’dir.
Bu, Kur'an-ı Kerim’de çeşidi yerlerde geçen nida (eyyühe!) ifadesine işaret
eder. Uzaktaki (el-Baîd) nida edebilir. Nida, bir halde bulunan kulun Hakkın
çağrısına karşılık vermek üzere başka bir Hakk çağrılmasıdır. Uzaklık, el-Baîd
isminin otoritesini ortaya çıkartmak için, telbiyede sesin yükseltilmesini
gerektirir. Böylece yalcın olanın yakında edcisi gibi el-Baîd isminin uzaktakindeki
etkisi ortaya çıkar. Çünkü daha önce defalarca belirttiğimiz gibi, ilahi
isimler arasında karşılıklı bir üstünlük yoktur! Bunu bilmelisin.
Yetmiş ikinci kısım sona erdi, onu
‘Tehlilden Önce Allah Teâlâ’yı Zikretmek’ hadisiyle yetmiş üçüncü kısım takip
edecektir.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar