Print Friendly and PDF

Neden ve niçin, Niyâzî-i Mısrî kaddese’llâhü sırrahu’l azîzin Divanı?






Dilimizde kullandığımız târikat ve tasavvuf herkesin aşinâ olduğu mevzudur. İster batıl ister hakikât kısmında olsun sürekli hayatımızın bir yerinde buluruz. Ancak birçok eserlerde tasavvufun kelime manası üzerinde çok durulduğu halde târikat kelimesinin Arapça yol-lar manasına geldiği söylenerek basit bir şekilde izahatından başka bir şeyde yapılmamıştır. Târikat kelimesi ile kast edilen mananın yüceliğini gözler önüne sermek gerekmektedir.





 “Târik kelimesinin bugünkü lehçemizdeki yeri Târik kelimesi bugünkü Türkçemizdeki Doruk kelime­siyle aynı kıymettedir. Doruk dağların Tepesindeki sivri ve çıplak yerlere verilen isimdir. Ekseriya kayalıktır ve sivri­dir.





Târik kelimesini ta ve rik olarak ikiye ayırabiliriz. Kurala göre tâ kelimesinin sonunda bir ğ veya o kategoriden bir konson bulunması şarttır. Çünkü zaten â harfinin üzerinde bir de uzatma işareti vardır. Şu halde ta kelimesi aslında: Tağ idi.





Tağ bütün Türk lehçelerinde bildiğimiz dağ yani cebel manasındadır- Figüre manada ise büyüklük, yükseklik, üs, kuvvet ve kudret irade eder. Dağ gibi adam gürledi gitti. Arkasında dağ gibi hamisi var. Sözlerinde geçen dağ kelimesinin manaları gibi.





Rik ve orijinal şekli ile irik tamamıyla ve kuvvetle takar­rür ve temerküz manası verir.





Türkçe rik kelimesi Arapça ve Farsçaya geçtiği gibi, Hint ve Avrupa dillerine de geçmiştir. İrade, kuvvet, hâkimiyet, kudret, saltanat, nizam ve türe manalarını o dillerde de muhafaza ettiği gibi Tarik kelimesindeki rolü gibi sonuna ekleştiği kelime anlamının manasını kuvvetlendirmekte, arttırmakta ve mükemmelleştirmektedir.” [1]





Bir yücelik olduğunu anladığımız Târikat ve tasavvufu öğrenmemiz ve bilmemiz gerektiğini hissettik. 





 Yine âşk mektebinin bir sınıfı olan Tasavvuf Yolu hayatımız boyunca insanı kendine mahkûm kıldı. Âşk hiçbir zamanda bendesini kapısından azade kılmadı. Dinlerin bir şubesi olmakta ısrarlı da olmadı. Ancak bazıları âşk ve tasavvuf ehline o kadar saldırdılar ki hayatın dışında görerek ileri zühd hayatının temsilcisi tasavvufu ve ürünlerini inkâr etmeye başladılar.





وَقَالَ الرَّسُولُ يَا رَبِّ اِنَّ قَوْمِى اتَّخَذُوا هَذَا الْقُرْاَنَ مَهْجُورًا





“Rasül dedi ki: “Ey Rabbim; doğrusu kavmim bu Kur’an-ı Kerim’i terk edilmiş olarak bıraktı.”  [2]





Bu terk nedir?





Tasavvuf ehli neyi terk etti?





Tasavvuf ehli yeniden bir şey mi inşâ etti?









İnsanın mistik arayış ve rûhânî ihtiyaçları her zaman ve her toplumda var olduğu için İslâm kültür ve medeniyeti dairesinin “olmazsa olmaz” bölümlerinden bir tanesi de tasavvuf olmuştur. İnsanoğlunun, değişik coğrafyalarda ve farklı asırlarda kurduğu medeniyetler kendi inanç sistemleri içinde bu dünyaya imkân hazırlamış, yön vermiş ve yol göstermiştir.





Mistik yorumların “ele avuca sığmaz” oluşu ise her zaman tenkid ve tartışmayı gündemde tutmuştur. Bütün bu medeniyetlerde aklî yorumlarla kalbî izahların farklı kulvarlarda yürüdükleri bilinmektedir. Söz konusu durum “sürekli kavga” anlamına gelmediği gibi, daimî “sulh ve sükûn” manası da taşımaz. “İnişli ve çıkışlı” demek belki en doğru tespittir.





Bu nedenle, tasavvuf kültürü ne bütünüyle makbuldür ne de maktuldür. Genel çizgi konuya “sıcak” bakıldığını gösteriyorsa da zaman zaman çok zecrî tedbirlerle yüz yüze gelen tasavvuf ehlinin sayısı da azımsanmayacak kadar çoktur. Tasavvufun tekrar canlanması için bir atılım yapmak gerekir. Fakat tasavvuf ehlinin önünde birçok engeller vardır.





1. SEVENLER: Tasavvufî hayat ve düşünceye toz kondurmak istemeyenlerin bakışı. Tasavvufî hayat ve düşünceyi bütünüyle temize çıkarmak. Adeta tasavvufla İslam’ı özdeşleştirmek.





2. SEVMEYENLER: Bazı ilim adamı ve araştırıcılar ise tasavvufla şirki özdeşleştirdiler. Şu cümle bir İlahiyat profesörüne aittir: “Tasavvuf şirktir” böyle düşünen birinin bu konuda yaptığı incelemeleri ciddiye almak zordur. Modernizmin beynimizi alt-üst ettiğini, rasyonalizmin sultasını da unutmamak gerekir. Tasavvufî konulara “neyzen bakış”lı olanların bir gerekçesi de XX. yüzyılın başında İslam dünyasında görülen çökme ve dağılmanın fatura adresini bulma telaşıdır. Fakat “telaş” psikolojisi ile gerçeği yakalamak mümkün değildir.





3. YÖNETENLER: Tasavvuf tarihini araştıranların zaman zaman kalemlerinin ucuna kadar gelip de yazamadıkları meselelerin bir sebebi de “resmî görüş”ün durumudur. Yani 1925’te tekkelerin yasaklanmasıyla beraber makbul halden maktul hale gelen tarikatlarla ilgili kalem oynatmak zorlaşmıştır. “Tarikatçı” yaftasından korkmayan var mı? On beşinci asırda Bedreddinî, on yedinci yüzyılda Melâmî, on dokuzuncu yüzyılda Bektaşî yaftası da böyle tehlikeliydi. Bu anlamda tarih tekerrür ediyor denebilir.





4. BİLMEYENLER: Tasavvuf ve tarikatlarla ilgili en olumsuz noktalardan biri de bilen-bilmeyen herkesin ahkâm kesmesidir. Tarikatların yasak oluşu onlara hakaret yağdırmayı kolaylaştırmakta, “tarikatçı” suçlaması ile insanlar adeta tehdit edilmektedir. Bu konuyu “rant” için kullanan bazı gazeteci-yazarların yanlı ve yanlış bilgi ve yönlendirmeleri, gerçeklerin üzerine atılan kalın bir perde hüviyetini kazanmaktadır.





5. BİLİP SÖYLEYEMEYENLER: Tasavvuf Dalı’nda çalışan kimselerin bir bölümü değerli eserler kaleme almışlar, almaktadırlar.





6. ANKETLER: Günümüz araştırmalarında sık sık kullanılan metotlardan biri de “anket”dir. Anketi yapan ve değerlendiren şahsın kültür yapısı ve bakış açısı da konunun problemlerinden bir tanesidir.





 Hulâsa,  Tasavvufu ve tasavvufî konuları, İslâm’la ve şirkle özdeşleştirmeden, konjonktürel şartlara alkış tutmadan soğukkanlı bir şekilde inceleyerek toplumun önüne serenler; serenleri teşvik eden kişi ve kuruluşlar kültür tarihimizde her zaman saygı ile anılacaklardır. “Dün” ü tabu haline getirmek ne kadar yanlış ise yok saymak da o kadar zararlıdır.  [3]





İnsanlar arasında düşünce ve meşrep farklarının bulunması, yalnızca insanların hayatını rahatlatan, yaşa­dıklarını hissedilebilir kılan bir fırsattır. Düşünce ve meş­rep farklarının en tabii sonucu da, yakın düşüncelere ve benzer meşreplere sahip insanların birer öbek oluşturma­sı, değişik insan gruplarının ortaya çıkmasıdır.





İnsanların davranışları üzerinde düşünce yürütmek isteyenler, bu davranışları birbirine uydurmakta, hepsini bir kalıba sokmakta çektikleri zorluğu hiçbir yerde çekmezler. Çünkü bu davranışlar çok zaman birbirine öyle aykırıdır ki aynı tezgâhtan bu kadar çeşitli kumaş çıkması insana imkânsız gelir. Acımazlığın simgesi olan Neron'a;  sarayın geleceği üzerine bir idam fermanı imzalatmaya getirmişler; bir insanı ölüme göndermek Neron'un öyle yüreğini yakmış ki:





Keşke hiç yazı yazmasını bilmeseydim demiş; gelin de bunu açıklayın! Böyle örneklere herkeste, hatta kendi kendimizde o kadar çok rastlarız ki,  aklı başında insanların bizi bir kalıba dökmeye çalışmalarına şaşarım;  nasıl olur ki insanda en çok ve en açık görülen kusur zaten bir dalda durmamaktır.[4]





Bu bakımdan müslümanların birbirinden farklı mezheplere ayrılmış olmaları, bir yanlışlığın ortaya çık­ması ve belirginleşmesi olarak anlaşılamaz. Değişik tutumlar içinde birlik olunabileceğinin en güzel örneğini de yüzyıllar boyunca yaşayan yüzlerce tarikat vermiştir. Her tarik, yani her yol, aynı ana yola yani şeriata varır. Tıpkı her derenin ırmağa, ırmağın da ummana varması gibi.





Müslümanlar arasında düşünce farklılıkları vardır. İhtilafların rahmet olmasında dikkat edeceğimiz nokta, biz bütün müslümanların emir ve nehiylerin tanınıp uy­gulanabilmesine bizzat hizmet edip etmediğimizdir. Geç­mişte gerek fukaha gerekse meşâyih, bu konuda örnek alınabilecek tutumlar göstermişlerdir. Eğer bir insanın karşılaştığı meseleler, başvurulan kimsenin içtihatlarına veya meşrebine uyarak çözüme kavuşamayacak gibiyse, o zat, mesele sahibini, bir diğer bilgine gönderebilmiştir. Müslümanların kuvveti, ana yola ulaşan herhangi bir yo­lu bulma olgunluğu sayesinde artmıştır.





Bir müslümanın ilk düşüneceği de, içinde bulunduğu davranış tarzının batılın tutumuyla benzerlik taşıyıp taşı­madığı olmalıdır. Batıl kovulmuş şeytanın işidir. Bu yüzden batıl bütün kuvve­tini kovulma, ayrılma, kopma, ayırma ve koparma istika­metinde gösterebilir. Batıl, birliğe çağırmaz. Müslü­manların açık seçik bildikleri gibi, insanların Allah Teâlâ'ya olan teslimiyetlerine giden yol üzerine çıkan şeytandır. Yoldan çıkma fikri ilk şeytandan gelir. Onun yapacağı, kulları yolla­rından azdırmaktan ibarettir. Bu anlayış içinde toplum hayatında gözlediğimiz birçok olaya aydınlık getirebiliriz. Hangi güçlerin şeytana mahsus tutumu taklid ederek top­lum hayatında varlık kazanmaya çabaladıklarını anlayabilirsek, istikametimizin doğrultulması için kesin bilgile­re sahip olmasa bile, nelerden sakınmakla kendimizi yan­lış istikametlerden koruyabileceğimizi farkedebiliriz.





Öyleyse değişik oluşta, farklı oluşta yanlış bir özellik aramak uygun olmaz. Buna karşılık ayrılan ve ayıran, kopan ve kopartan, azan ve azdıran özellikleri batılın vasıflarına yakın saymamız gerekir.[5]





Allah Teâlâ’yı sevemeyen, anlayamayan, bilemeyen ve tanımayan vb. hayatın hangi noktasında zevk ve neşe içinde olabilir?





Tasavvufu, bir iç genişleme olarak görmek mümkündür. Harici genişlemeler de vardır. Hangi kurum yoktur ki dış etkiler, onun üzerinde harici gelişmelere yol açmamış olsun. Ama yine de tasavvufî bir anlayış ile mesela felsefeyi mukayese edersek veya tasavvufi bir tevil ile ilmi bir tevil arasında mukayese yapacak olursak, tasavvufî anlayış veya te'vilde iç genişlemenin hâkim olduğunu görürüz. İç genişleme ile mana şudur:





Ortada şeyin açık bir manası var; ama yine de onun ötesine gitme, me­cazı yakalama ve derinine inerek özüne yaklaşma, asılı yakalama çabası söz konu­su. Sufiler, genellikle örnek olunarak cevizi verirler. Bilirsiniz onun yeşil kabuğu, altında sert kısmı sonra bir zan, onun içinde yenilen ceviz içi. Öze ulaşma, aynı za­manda dini tecrübe ile gelişen bir anlama, bir vukuftur. Zaten mutasavvıflar önemli öl­çüde bunun üzerinde durmuştur. Acaba öze ulaşmak için ne yapmak lazım? Bu­nun maddî, objektif şartlarının yerine getirilmesi gerekir. Ama aynı zamanda bu­nun ruhanî şartları var. Maddi şartlar olmazsa anlamanın önü kendiliğinden tıkanır. Ama öze ancak ruhanî şartlar götürür. Ruhanî şartlar yoluyla biz anlamayı keşfede­riz. Mesela, “manayı keşfetmek” Yani manayı keşfetme, derunu keşfetme. Bu ise, terminoloji değişse bile, bir bakı­ma beşeri tecrübeden, derin bir kaynaktan gelen şeylerin ne kadar evrensel olduğunu göstermesi bakımından önemlidir.[6]





Yaşamın amacı da “Tüm insanları sevmek, tüm insanlığı kardeş bilmek” değil midir? [7]





Günümüzde ise insanları öyle karmaşık iletişim sürecinde öldürüyoruz ve zul­mümüzün sonuçları bizden öylesine titizlikle saklanıyor ki bu eylemin vahşiliğine hiçbir sınırlama gelmiyor. Bazılarının diğerlerine zulmü, eşine rastlanmadık boyutlara ulaşıncaya dek devam edecek, olduğu görülmektedir.





Zalim Neron'unbile girişemeyeceği bir işe girişen sıradan bir müteşebbis, çokbilmiş doktorlarının tav­siyesine kanan hastalıklı zenginlerin banyo yapması için insan kanıyla dolu bir havuz yapmak isteseydi, kabul gördüğü ve uygun usullere riayet gösterdiği takdirde hiçbir engele kar­şılaşmadan bunu yapabilirdi. Ama bunu, insanları doğrudan kanlarından vazgeçmeye zorlayarak değil, istenileni yapma­dıkları takdirde hayatlarının tehlikeye girdiği ihsas ederek ya­pardı.





Bugünün dünyasının insanları, on dokuzuncu yüzyıl tekno­lojisinin göz alıcı, eşine rastlanmadık ve muazzam başarıları­na rağmen hayatlarından lezzet alamıyor. Şüphesiz ki tarihin hiçbir döneminde on dokuzuncu yüzyıldaki kadar maddi başarıya (mesela, insan tabiatının kuvvetleri­nin fethi gibi) ulaşılamadı. Fakat yine şüphesiz ki, tarihin hiçbir öneminde, giderek canavarlaşan şimdiki dünyamızda­ki kadar ahlaksız, insanın hayvani ihtiraslarına hiçbir kısıtlama­nın getirilmediği bir hayat yaşanmadı. On dokuzuncu yüzyılda ulaşılan maddi ilerleme gerçekten muazzam; fakat bu ilerleme, Atilla, Cengiz Han veya Neron'un zamanında bile şahit olunma­yan şekilde ahlakın en temel şartlarını ihmal etme pahasına satın alındı ve halen de satın alınıyor.[8]





“Hasta düşen zihne şifa bulamam.” [9] diyen maddî yolun doktorlarının aciz kaldıkları yerde kimler bu insanlara yardım edebilecek.





Bir yandan da fikir kirliliği artışı o kadar fazlalaştı ki, herkes her konu hakkında yorum yapıyor, fikir beyan ediyor. Haberleşme ve anlık bilgiye ulaşma sınırı çok hızlanmıştır. (Küreselleşme-İnternet) Merhameti elden kaçırmış XXI. yüzyıl insanı korkutucu şekilde geçmişinden koparılarak yenidünya düzenine doğru bilim kurgu elemanları bireylerinden olması için gizli bir fikir karmaşası içinemi itiliyor. Hayal dünyası sınırları yaratıcıyı kabullenmekte artık zorlanmaktadır.





Geçmişi olmayan bir nesil ve insanlık. Geçmişi kötüleyen, geleceği de sınırlı, duygusuz, sevgisiz, birbirine yaklaşmakta korkan bir nesil.





Bu nereye kadar? [10]





Bizim dünyaya gelmemizde ki maksat birbirlerimizi tanımamak mı, anlaşmamak mı? 





Dünyaya ne halimiz varsa görelim diye gelmedik: dünyaya gelişimiz halimizin ne oldu­ğunu öğrenelim diyedir.[11]





Osmanlı ilim geleneğinin son halkalarından biri olan M. Hamdi Yazır'ın, yenilenmenin (tecdid) zarûrîliği ve usûlü hakkında yazmış olduğu bir makalesinde “Bir aslın gelişme seyrini takip etmeyen ve ilk vukua gelenin etrafında bir tekâmül silsilesi olmayan yenilikler tam bir ölümdür” diyen Yazır, değişen şartlara göre lüzumlu gördüğü değişme ve yenilenmenin şartlarını şu veciz ifâdelerle ortaya koymaktadır:





“Her asırda dinimizin yenilenmesini[12] beklemek hakkımız ve bu yeniliği yapacak olana nail olabilmek için çalışmak vazifemizdir (...) Şunu iyi hatırlamak gerekir ki, her zaman söylediğim gibi, yenilik değişmek ve bozulmak değildir. İslam'da en büyük düstur Allah'ın birliği olduğu için, bütün diğer esaslar bu Birlik düsturunun gelişmesi bakımından tesirli olacak ve bütün yeniliklerde bu görüş mahfuz tutularak (Ümmetin Hüviyeti) gözetilecektir. Bu suretle her asırda vukua gelen fikrî ve maddî hadiseler tecrübe ile tetkik edilip esasların tatbik şekillerine bakılacak ve bu suretle, bir taraftan, tecrübî ve istikraî, diğer taraftan, amelî ve istintacî [13] iki yönlü bir seyir ile buluşma şekline varılacak ve neticede, ümmetin hayatına şuurlu veya şuursuz olarak giren yeni hadiselerin dini ve şer'i sahih nesebi belirtilip tespit olunacak, tehlikeli araz olan bid'atlerle hayat sebeplerinden ileri gelen yeni gelişmeler birbirinden ayrılıp, bir kısmı silinecek, bir kısmında karar kılınacak ve nihayet, akıllar ile hisler birleştirilecek vicdanlara, yeni ihtiyaçları tatmin eden yeni bir şetaret ve emniyet neşvesi verilmesine itina edilecektir. Nass halindeki esaslar muhafaza edilecek ve fakat teferruat ve tatbikat bakımından yenilikler usûle gelecek, daha doğrusu, benimseyeceğimiz yeniliklerle benimsemeyeceğimiz yeniliklerin hududu ayrılmak gibi vicdani bir gelişme elde edilecek ve bu yoldan içtimai nefis fetret ve nifaktan kurtulacaktır. Yenilik yapacak olan, birliği kırmayacak, şikakı artırmayacak, işin esasını inkâr etmeyecek, teferruatı asıldan ayırmayacak, istikametten sapmayacak, mücerret heveslere kapılarak ümmetin vicdanını yabancı vicdanlar gibi yapmaya çalışmayacak ve ümmetin şahsiyetini ortadan kaldıracak bid'atlere yol açmayacaktır. Yenilik bize nefret değil sevgi aşılayacak, korku ve endişe değil güvenlik getirecektir”[14].





Yazır'ın bu düşüncelerini, “değişim içinde devamlılık” ve “değişerek kendisi kalmak” şeklinde özetlemek mümkündür [15]. Tarihte İslam Medeniyetini kuran müslüman milletlerin kendi varlıklarını sürdürmeleri, insanlığa marufta[16] öncülük etmeleri de ancak bu sayede mümkün olabilir.[17]





Konumuza dönecek olursak tasavvuf bize neyi kazandırmak istiyor. Belki çok noksan tarafı da olabilir. Ancak keskinliği giderilmemiş fikir ve sistemler her zaman kıymetli evlatlarını yok ederken doğruluk ve dürüstlük adına yapmışlar ve bundan rahatsızda olmamışlardır. [18] Bu türlü gidişatlar devletlerin yıkılmasına sebep olduğu gibi gerilemenin temellerini atmıştır. Meselâ; Osmanlının ilimde gerilemesi Molla Lûtfi (hyt. 1494)’nin idamıyla başlamış ve devam etmiştir. Çünkü tenkit edilmeyi hazmedemeyen bir ilim ehlinin yanlışı daha sonra kalıplaşınca kaldırılması mümkün olmayan taşlar gibi olmuş akan nehirleri durağanlaştırıp kokmuş sular haline getirmiştir. Kişi, kitaplardan öğrendiklerini, Molla Lûtfi'nin kişiliğinden ve hayatından öğrendikleriyle tamam­lamadıkça bir yanı eksik kalacaktır. Kişinin yaşadıkça, kendi nefsiyle mücadele içinde olması gerektiğini öğrenmesidir; kör nefsin kendisini dürtüp dur­duğu temelsiz ihtirası, kıskançlığı, garazı, kendi yararına başkala­rının zararına göz yummayı, bunları günahsız insanların ölümüne yol açacak kerteye gidecek olan bir kin derecesine vardırmayı bü­tün bunları kendisine öğütleyip duran Nefs-i Emmâreyi yenmesi gerekmektedir.





Molla Lûtfî kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz (hyt. 1494) Sahn müderrisliğinden idam sehpasına giden yolda bir “kıskançlık kurbanı”[19] olurken onun yardımına yetişmeyen kişilerdeki noksanlığın ne olduğunu çok iyi düşünmek gerekir.





Eğer -resmen zındık ve mülhid ilan edilmediği ve bu sebeple hüküm giymediği için- Şeyh Bedreddîn'i saymazsak, Osmanlı ilmiye geleneği içinde 15. yüzyılda resmen zındıklık ve mülhidlik ile suçlanarak idam edi­len ilk şahsiyet, Molla Lûtfî'dir. Ama o Şeyh Bedreddîn'den farklı olarak, sûfi çevrelerle ilişkisi ve yakınlığı olmasına rağmen onlardan herhangi biri­ne mensup değildi.





Yaşadığı dönemde meslektaşları arasında “Deli Lûtfî” diye meşhur ol­duğuna bakılırsa, kalıplaşmış Osmanlı ulema tipinin oldukça dışında bir karakter çizen Molla Lûtfi önce Medrese-i Sâbi'de, sonra Medrese-i Sâmin'de müderrislik yaptığı anlaşılıyor. Ancak onun bilgisini dağıtmak için kendisini aramakta ve beklemek­te olan öğrencilerine ve öğrenmek isteyenlere her gittiğinde, bin­diği hayvanını kapının halkasına kendisi bağlayacak ve önüne ye­mini kendisi koyacak kadar tabii; kılık-kıyafetinden bir ayrıcalık beklemeyecek kadar gösterişten uzak zavâhire karşı umursuz olması arkadaşlarını çileden çıkarıyordu. Sahn müderrisli­ğinin, Osmanlı yüksek ilmiyesinin hiyerarşik sisteminde, önemli bürokra­tik mevkilere geçiş makamı ve bu makamın o devirde sekiz kişilik dar bir kontenjanı olduğunu bilmek, Molla Lûtfî'nin rakiplerine karşı hareket ve davranışlarını, rakiplerinin kendisine karşı tutumlarını ve nihayet başına gelenleri anlamak bakımından çok önemlidir. Molla Lûtfî, Sahn'daki meslektaşlarını küçümse­mektedir. Üstelik bu konudaki hissiyatını onların gıyabına veya yüzlerine karşı söylemekten de geri durmamaktadır. Bu mizacı sebebiyle kaynak­ların “Lâübâlî-veş ve meczûb-nakş ve melâmî-üslûb tekellüf-meslûb”, “Lâübâlî ve şûrîde-reng” diye niteledikleri, biraz kılık kıyafetine olan ilgi­sizliği ve pejmürdeliği, fakat daha çok iğneleyici dili, herkesin içinde yap­tığı kaba şakaları yüzünden, “beyne'l-mevâlî Deli Lûtfî dimekle ma'rûf' Molla Lûtfî, hiç şüphesiz ki bu tavırlarını yalnız meslektaşlarına değil, bazı devlet adamlarına karşı da sergiliyor ve onları da yıldırıyordu.Özellikle Sahn'daki meslektaşları -ve tabii aynı zamanda rakipleri- Molla Arap, Molla İzârî diye meşhur Kâsım-ı Germiyânî, Molla Ahaveyn laka­bıyla tanınan Molla Muhyiddîn b. Mehmed, Hatipzâde Molla Muhyiddîn Mehmed ve kısaca Efdalzâde olarak bilinen Molla Hamîdeddîn gibi ule­manın yazdığı eserler hakkında aşağılayıcı ve küçümseyici ifadeleri, onları çileden çıkarıyor ve Molla Lûtfî'ye diş biletiyordu. Çünkü O, Fatih Sultan Mehmet ve II. Sultan Bayezit'in, meclislerinde, sarayın bir geleneği olarak toplanan ve seçtikleri konular üzerin­de, huzurlarında kendilerine tartışmalar yaptırdıkları bilginler arasındaydı. Kütüphanesinin başında bulunduğu zaman­larda olsun, daha sonraları olsun, Fatih'le iki arkadaş gibi şakalaş­maları, zekâsının nasıl kıvılcımlar saçtığını göstermektedir. O, kişiliğini daha önceki bilginlerin, sonradan gelenlerce tek el-kitabı bilinen, dokunulmaz sayılan eserlerinde yanlışlar bula­cak kadar derin bilgisinde ye bunları ortaya koyacak kadar cesare­tinde gösteriyor değildir. O, bu yanlışları doğru saymayı, görmez­den gelmeyi nefsine yediremediği için, açıklamadan edememiş­tir.





Ancak onun şehid olmasına sebep olacak bir olayı bulmak çekemeyenleri tarafından zor da olmamıştır.  Her zaman olduğu gibi Molla Lûtfi, dersini verdikten sonra Şeyh Ebû Vefa zaviyesine gider ve ikindi namazını kıldıktan sonra orada akşam namazına kadar Sahih-i Buhari'den hadisler okur ve onları açıklardı. Sahih-i Buhari'yi açtığı zaman gözyaşlarını tutamaz, bunlar kitabın üzerine iner ve kitap bitinceye kadar ağlardı. Yine bir gün, her gün ikindi nama­zından sonra yaptığı gibi, Şeyh Vefa tekkesinde Buharî nakleder ken Hazret-i Ali kerreme’llâhü vecheye ait bir hikâye çıktı.





Hz. Ali kerreme’llâhü veche, gazvelerinden birinde vücuduna ok saplanmış, savaş bitmeden ok kırılmış ve temren[20] vü­cudunda kalmıştır; temrenin ıztırabı ciğerine işlemiştir. Açılan ya­ra başına işler açmıştır. Hazret-i Ali kerreme’llâhü veche canından usanıp bu tür bir bit­mez, onulmaz derde uğradığından iyice dertlenmiştir. O kanlı hır­sızı gizlendiği yerden cerrahlar çıkarıp ele geçirmek istedikçe Hazret dayanamayıp inlemektedir. Cerrahi müdahalenin acısına dayanamayacağını anlayan Hz. Ali kerreme’llâhü veche, cerraha namaza durmak istediğini bildirmiş ve böylece ok ancak o namazda iken çıkarılabilmiştir. Bunun sebebi, Hz. Ali kerreme’llâhü vechenin namazda kendini tamamıyla Allah Teâlâ'ya vermesi, huşu içinde ibadet etmesi dolayısıyla cerrahi müdahalenin acısını duymamasıdır. Mevlânâ Lûtfi bu kıssayı anlattıktan sonra ağlaya ağlaya





“Hakikat-i hal salât budur. Yoksa bizim kılduğımız amel kuru kıyam ve inhinadır.[21] Anda fâyide yoktur” (işte asıl namaz budur; yoksa bizim kıldığımız kuru kalkıp eğilmedir, onda faide yoktur), buyurmuştur. [22]





Ancak bu derste hazır olan ve hocalarına kin besleyen bir kısım talebe, bu sö­zünü “vâkı'-ı hâle muhalif nakl” deyip bu sözü fırsat bildiler. Arap Molla, Hatipzade, İzâri [23]bunu bir iftira şekline soktular. Zamanın vezirlerinden İskender Paşa'nın[24] gönlü de Molla Lûtfi'ye kırık olmasından dolayı, “Molla Lûtfi dâll ve mudilidir, vücudu din-i mübini muhilldir” diye padişaha teftiş olunmasını arz eder. Padişah kendisine bu uydurma iftira anlatı­lınca bozulup 'bu, uydurulmuş bir iftiradan başka bir şey değildir deyip 'hayır, bu haber doğru değildir; bu sözün ve bu ko­nunun doğru olması ihtimalden uzaktır. Bu husus görülsün' deye ferman etmiştir.





Neticede âlimlerin en bilginlerinden Hatipzade, Efdalüddin, Mevlâna Ahaveyn ve başka ileri gelenlerden meclis kurdular. Molla Lûtfi'nin dersinde hazır bulunan ders arkadaşları, Molla Lûtfi'yi tefti­şe geldiklerinde ve o mahut mecliste 'namaz dedikleri kuru kalkıp eğilmedir, ona itibar yoktur' dedi diye, Molla Lûtfi'nin sözünü ger­çeğe aykırı olarak anlattılar. Meclis kurulup da Molla Lûtfi'yi getir­diklerinde kendisine dediler ki:





“Sen Allah'ın bu kadar lutfuna mazhar olmuş bir kişisin. İçin faziletlerle dopdolu bir bilgi hazinesi olduğu halde, hidayet yolun­dan çıkıp dalalet yoluna yönelmişsin.”





Molla Lûtfi, “hâzihi firye-i bilâ mirye”[25] deyip şöyle dedi:





“Be­nim Allah Teâlâ tarafından gelen imanım ve doğruluğum, Allah Teâlâ'nın bunda yazılı olan emirler ve nehiyler hakkında imanım muhak­kaktır. Ben esasta İslam dinindenim, yedi kat gökler gibi hiçbir bo­zuk yanım yoktur ve benim güzel itikadımın güneşi, zeval bul­maktan yücedir. Benim dindarlığımın tadı ilhadzehriyle acılanmamıştır; benim itikadımın şükrü zeval bulmaktan uzaktır. Be­nim için bu hususta söylenenler yalan ve boş laftır. Hâşâ ben­de küfür ve ilhad olsun, bu küfrü kâfirlerden başka işleyenler yok­tur” diye sözünü bitirdi.





Bu mecliste iki yüz kadar kimse vardı. Her biri bir madde nakl edüp “hakikaten o Hak ile batılı ayırt eden kâfi bir sözdür; o, bir şaka değildir”, diye gerçekmiş gibi Molla'nın ilhadına şehadet eylediler. Molla Lûtfi, o şahitlerin yalanları meydanda olan şehadetlerine karşı “onların, bu söyledikleri hakkında hiçbir bilgileri yoktur” diye yalan şehadetlerini ileri sürdüyse de orada bulunan ve onu mahkûm etmek üzere toplanmış olan ulema(!) “bu şahitle­rin şehadetleri şeriatça makbul ve bizim yanımızda geçerlidir” de­yip gereğini yapıp imzaladılar... Bu ulema takımından Hatipzade, Mevlâna İzâri, hiç duraklamadan katline karar verip kanının dökülmesinin mubah olduğuna hükmettiler. Lakin Mevlâna Efdalüddin, Mevlâna Ahaveyn tereddüt edip çekinmeden idam edil­mesine ve öldürülmesine hükmetmeye cüret etmeyerek haksız yere öldürülmesinden çekindiler. Sonra Ahaveyn de birincilere ka­tıldı. Bu husus padişaha arz olundukta, türlü araştırmalardan sonra, ulemanın ittifakıyla hükmün yerine getirilmesine ruhsat verilmiştir.





İskender Paşa kol [26] oldu Molla Lütfi’yi ondokuz gün hapsetti. Kendisine gücenmiş olan bilginlerden Çömlekçizade Kemal Çelebi ve arkadaşları başka şeyleri arz edüp bazı hususlara dahi şehadet ederler. Sultan Bayezit da katline bir şey diyemerek rıza göste­rir.





Lâmii Çe­lebi bu durum için şu kıt'ayı söylemiştir:





Mülkün adaletli padişahı Sultan Bayezid ki onun kahrından fitne köşeye sinmiştir.





Zindana Lûtfi'yi habs etti ki ilhad ile suç­lanmıştı, onun tutuklanmasına Hak tarafından şu tarih erişmiş­tir:





Doğru yoldan çıkmış olan Lûtfi zindana atıldı.[27]





Molla Lütfi, 1494 rebiyülahırının yirmi beşinci salı günü şehid edilip Ebu Eyyüb-Ensâri radiyallâhü anh çevresinde ve defterdar merhum Mahmut Çelebi'nin mescidi yakınında defn edildi.





Molla Lûtfi, öldürüleceği yere giderken yolun iki tarafında du­ran Müslümanlar onun tekrar tekrar kelime-i şehadet getirerek Müslümanlığını ve imanını doğrulamıştır. Hatta rivayet olunur ki öldürülüp de can verirken mübarek başı toprağa düşün­ce temiz dilinden Allah Teâlâ'nın birliğine şehadet getirmiştir.





Molla Lûtfi'nin idamına fetva veren Hatipzade ile onun şid­detli aleyhtarlarından İzâri de onun ölümünden sonra çok geçme­den ölmüşlerdir. Hatipzade Molla Lûtfi'nin katline fetva verip de akşam evine geldiği zaman yanlışlarını meydana çıkaracağını işittiği Haşiye-i Tecridadlı kitabını kastederek “kitabımı elinden kurtardım” demiştir. Oysa Hatipzade kat'iyyen gücenmeyece­ğine yemin ederek Molla Lütfi'den çekinmeden yanlışlarını gös­termesini istemiş; o da bu kitaba bir reddiyye yazmıştır. Şeyhülis­lam Efdalüddin'in Molla Lûtfi'nin idamını gerektirecek bir suç bu­lunmadığını söyleyerek heyetten çekilmesi üzerine; Hatipzade'nin heyetin başına niçin geldiği ve Lûtfi'nin katline neden fet­va verdiği, 'kitabımı kurtardım' demesi ile açıkça anlaşılmaktadır.





İnsanlığın Değişim Süreci





İngiliz tarihçi Arnold Toynbee insanlık yolunun tarih içerisindeki değişimleri hakkında birbirini izleyen üç merhaleden geç­tiğini açıklar.





Tarih öncesine denk düşen birinci merhalede iletişim son derece yavaştı, ama bilginin gelişimi daha da yavaş ilerliyordu, öyle ki bir başka yenilik araya girinceye kadar her yenilik bü­tün dünyaya yayılacak kadar zaman buluyordu; bu yüzden in­san toplulukları hissedilebilir biçimde aynı evrim düzeyindeydiler ve sayılmayacak kadar çok ortak özellikleri vardı.





İkinci merhalede bilginin gelişimi yayılmasından daha çabuk oldu, öyle ki insan toplulukları her alanda gitgide farklılaşmaya başladılar. Tarih adını verdiğimiz bu merhale binlerce yıl sürdü.





Sonra, çok yakın tarihlerde yeni bir dönem başladı, bilginin kuşkusuz gitgide daha hızlı ilerlediği ama bilginin yayılması nın daha da hızlı gittiği bizim dönemimiz, öyle ki insan toplu­lukları kendilerini gitgide daha az farklılaşmış bulacaklar.





Hiç durmamacasına yoğunlaşan ve hiç kimsenin kontrol edemez gibi göründüğü bu evrensel görüntü ve fikir harmanı­nın bilgilerimizi, algılayışlarımızı, davranışlarımızı derinden -ve çok kısa vadede, uygarlıklar tarihi açısından- dönüşüme uğratacağı açıktır. İhtimalle kendi kendimize, aidiyetlerimize, kimliğimize bakışımızı da aynı derecede derinden farklılaştıracaktır. Toynbee'nin varsayımından hareketle hafifçe genelleşti­rerek, insan toplumlarının farklılıklarını vurgulamak için, ken­dileriyle ötekiler araşma sınırlar çizmek için yüzyıllar boyunca uydurdukları her şeyin tam da bu farklılıkları azaltmayı, bu sı­nırları silmeyi hedefleyen baskılara boyun eğeceği söylenebilir.[28]





Tarihçi Marc Bloch, “İnsanlar babalarından çok, zamanları­nın çocuklarıdır” diyordu. Bu kuşkusuz her zaman doğruydu, ama asla bugünkü kadar doğru olmamıştı. Son birkaç onyıldır her şeyin nasıl gitgide daha hızlı geliştiğini hatırlatmak gerekir mi? Çağdaşlarımızdan hangisi eskiden bir yüzyıla yayılabile­cek değişikliklerin zaman zaman bir ya da iki yıl içinde yaşan­dığını fark ettiği izlenimine kapılmamıştır? İçimizden daha yaşlı olanlar çocukluklarındaki zihniyetlerine geri dönmek için, edindikleri alışkanlıkları, artık vazgeçemeyecekleri alet ve ürünleri kavrayabilmek için, hafızalarını büyük ölçüde zorlama ihtiyacını bile duyuyorlar. Gençlerse daha önceki kuşaklarınki bir yana, büyükanne ve babalarının nasıl bir yaşam sürdükleri hakkında çoğu zaman en küçük bir fikir sahibi bile değiller.





Aslında bizler çağdaşlarımıza, atalarımıza olduğundan çok daha fazla yakınız. Size Prag, Seul ya da San Francisco sokak­larında rastgele çevirdiğim biriyle, kendi büyük-büyükbabamla olduğundan çok daha fazla ortak şeyim olduğunu söylesem, abartmış mı olurum? Sadece dış görünüşte, kıyafette, hal ve ta­vırda değil, sadece yaşam biçiminde değil, işte, konutta, etrafı­mızı saran aletlerde değil, ama ahlak kavramlarında, düşünme alışkanlıklarında da. [29]





Bir zaman için mükemmel bir şekilde ihtiyaçları karşılayan sistem zaman içerisinde değer yitirmesi veya yozlaşması vb. durumu belki zamanın en büyük getirisidir. Eğer bir şeyin terk edilir olabilirliğini kazanması veya verilmesi, sınırının nasıl çizileceğini belirlemek hususunda yapılacak esâsın temelini tayin için bütüncül davranmak en uygun olan görüş olacaktır. Alanımız olması itibarı ile meyl konusu gündeme gelse de fıtratın derinlikleri geçmişin izleri ile tekrar karşılaştığını unutmamaktayız.





Tekrar konumuza dönersek, tasavvufun gerekliliği, terk edilmesi veya yenilenmesi konusunda ise tabbudiyeti ele almak gerekir. Dini hükümlerin değişmezliğini ifade eden bir kavram olarak taabbud ve taabbudilik var olduğu biline bir husustur.





Taabbud (تعبد) kelimesi sözlükte, boyun eğme, alçak gönüllü olma, itaat etme, tapma, kulluk etme gibi anlamlara gelen “a.b.d” kelimesinden türemiştir. Kelime olarak, Allah Teâlâ'ya ibâdete aşırı gayret göstermek, ibâdet etmek, kendini ibâdete vermek, boyun eğmek gibi anlamlara gelen taabbud, insan özne kılındığında, birinin kendisine ibâdet etmesini istemek anlamını ifâde etmektedir. Allah Teâlâ'nın özne olduğu bir cümlede ise bu kelime, kullarını ibâdet vb. yükümlülüklerle sorumlu tutması anlamına gelmektedir.





Dinî literatürde daha çok, mükellefin bir hükmü algılayış biçimini, sorgulamadan teslimiyetini ve ifâ ediş niyetini ifâde etmek için kullanılan taabbudî [30] ye bunun çoğulu olan taabbudîyyât kavramı, fıkıhçıların ve fıkıh usûlcülerinin terminolojisinde hükümlerle ilişkili olmak üzere başlıca şu iki anlamda kullanılmaktadır:





1. İbâdet ve zühde ait ameller.





2.Meşru kılınmasında, mükellefin kulluk ve teslimiyetini denemek   (taabbud)   dışında başka bir hikmetin gözükmediği hükümler.





Kul sırf mükellef olduğu için bunları yaparsa sevap kazanır, yapmazsa günahkâr olur ve cezaya çarptırılır.[31]





Tasavvufî hayat tarzı taabbudî olmadığı halde kulluğun idâmesinde insanın Allah Teâlâ’ya karşı takınacağı halin yüksek bir seviyeye çıkmasını sağlamaya çalıştığı görülmektedir. Çünkü ehl-i tasavvufun aşikâr niyetindeki umûmî maksat Allah Teâlâ’nın rızası olduğu muhakkaktır.





İster ibâdet isterse muamelât hükmü olsun, İslâm'da hükümlerin hem dünyevî hem de uhrevî yönü için niyete çok fazla önem verildiği bilinmektedir. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemden nakledilen bir hadiste, “Ameller niyetlere göredir” [32]buyrularak niyetin ameller bakımından önemi vurgulanmıştır. İslâm âlimleri tarafından bu hadis hem tasavvufi hem de hukukî bakımdan yorumlanmıştır. Hadisin tasavvufî yorumuna göre, amel ancak Allah Teâlâ'nın rızasını kazanmak niyetiyle yapılırsa makbul ve sevaba vesile olur. Hatta böyle bir iyi niyet mubahları bile salih amel değerine yükseltebilir. Meselâ, yürümek aslında mubah bir fiil iken, namaz kılmak için camiye veya darda kalmış birinin yardımına gitmek sevap, herhangi bir kötülük yapmak niyetiyle bir yere gitmek ise günahtır. Söz konusu hadisi hukukî bakımdan yoruma tabi tutan İslâm hukukçuları, bundan hareketle “Bir işten maksat ne ise hüküm ona göredir” [33]şeklinde bir kural geliştirmişlerdir. Hanefiler bu hadisten hareketle geliştirilen söz konusu kuralı amellerin uhrevi yönüyle ilişkilendirmiş, buna, “Sevap ancak niyet iledir” [34]şeklinde bir kural daha ekleyerek yorumlarını pekiştirmişlerdir. Ancak, başta Mâlikîler olmak üzere diğer mezheplere mensup hukukçular hadisin kapsamını geniş tutarak pek çok dünyevi hükmü de kapsadığına yani pek çok dünyevî hükmün geçerliliğinin niyete bağlı olduğuna hükmetmişlerdir. [35]





Tasavvuf yukarıda saydığımız ve sayamadığımız tenkitler muvacehesinde İslam’ın yaşamasında muhakkak görevini yerine getirmiştir. Bu bilinen bir gerçektir.





Netice olarak, bu yoldan geri kalmakta uygun düşmez. Hayat bir yol, ahiret varılacak yurt ise, târikat kervanlarına rehber olmuş kişileri yeni nesillere tanıtmakta üzerimize vazifedir. Ancak,





O vehme âşık olan, doğrucuysa mecazi sevgisi, kendisini nihayet hakikate çeker, götürür. Bu sözü iyice anlatmak, açmak lâzım; fakat eski düşüncelilerden, onların köhne anlayışlarından korkuyorum.[36]





İnsanlık duygularımı değiştirdiğim için Allah Teâlâ bana duyuş, anlayış, görüş oldu. Çünkü ben, ben değilim. Bu nefes ondandır. Bu sözün karşısında söz söyleyen, inkârda bulunan “kâfirdir” dedi.[37]





Bu nedenle;





Bu söylenen sözler yok mu? Senin anlayışın miktarı ancak… Öldüm iyi ve doğru anlayışın hasretinden!   Anlayış su dur, beden testi. Testi kırılınca içindeki su dökülür gider! [38]





Sayılabilecek birçok niyetler ile Niyâzî-i Mısrî kaddese’lâhü sırrahu’l azîzin divanı ile tasavvufun deryasında yol almak düşüncemiz var olunca bu çalışma vücuda gelmiştir. 





Hülâsa, kitabı hazırlamak ve tercihteki niyetimiz;





Dedem Gavs-ül âzam Hacı İsmail Hakkı İhrâmî Sivasî kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz (hyt. 1969) Hazretlerinin çok zengin bir kütüphanesi vardı. Edebi yönü kuvvetli idi. İstirahat ettiği zamanlarda kitap okurdu.





Divân-ı Hafız-ı Şirâzi, Sâdi Şirâzi’nin Bostan ve Gülistan’nı, Mesnevî ve Niyâzî-i Mısrî Divânı.





Niyazi Divân-ı için de İhramcızâde İsmail Efendi Hazretleri;





“Gardaşlarım! Dört ilâhî kitaptan sonra beşinci bir kitap gelse Niyâzi’nin Divânı olurdu” [39]





“Otuz kusur sene bu divan-ı koynumuzdan hiç çıkarmadık. Devamlı okuduk, hala da okutur ve dinleriz.”  [40]





“Niyâzî-i Mısrî büyük adamdır, doğrusu da budur.”  [41]





“Gönlümüzün matkabı” [42] diye buyururdu.





Gavs-ül âzam İhramcızâde Efendinin ihvân-ı kirâmı da bu konuda aynı duyarlılığı taşımış okumuş ve okutturmuşlardır. Bu sebeple o yolun devamını sağlamakta bir niyetimiz olmuştur.





KİTABI HAZIRLAMAKTAKİ SEBEPLERİMİZ





Birinci sebebimiz, Fatih Sultan Mehmed Han’ın türbedârlarından ve Şa’bâniyye tarîkatının son devir şeyhlerinden Ahmet Âmış kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz Efendi de buyururlarmış ki;





Tasavvuf kitabı okumayın. Onlar sizi idlâl (yanlışa götürür) eder. Yalnız Niyâzi Divânı’nı okuyun. Zira O, sülûkü bitirdikten sonra söylemiş ve yazmıştır.” [43]





Çünkü tasavvuf ilmi ve yolu tenkitlerden kurtaramadığı gibi kitapları içinde geçen mevzular kaygan zemin üzerinde hareket etmek gibidir. Bu nedenle Niyâzî-i Mısrî kaddese’llâhü sırrahu’l azîz gibi ehlu’llâhın kitaplarını anlamak ve anlayanı bulmakta bu yol talipleri için gerekli husustur. Ömer Bin el Hattab radiyallâhü anh buyurdu ki;





“Dinde fakih olmayan kimse çarşılarımızda ticaret yapmasın. Zira O ancak faiz yer” [44] Bu kelamın işareti ile tasavvufu bilmeyenlere yol verilmeyeceği, bilenlerinde yol göstermesi gerektiği belirtilmektedir.





İkinci sebebimiz, Enfî Hasan Hulûs Efendi (hyt: 1724) bir Niyâzî-i Mısrî kaddese’llâhü sırrahu’l azîz hayranıdır. Mısrî’nin kendisini doğrudan tanımamış olmakla birlikte, yetiştirdiği ve hilafete getir­diği bazı kişilerle ahbap olması neticesinde o dönemin en renkli, coşkun, âlim, arif ve âşk-ı daimî sahibi mutasavvıflarından olan Niyâzî-i Mısrî’ye âşk derecesinde bağlıdır. Her sene bir erbaîn çıkaran ve Ramazânın sonunda itikâfa giren bu zat bir gün bir mecliste Enfî Hasan Ağa ve Kalıcı Delisi (hyt: 1712) ve Niyâzî-i Mısrî hakkında şunları anlatır:





“Her sene Ramazânın son on gününde itikâfta olmak âdetimizdi. 1127 senesi Ramazân-ı Şerifin son on gününde (Kasım 1715) itikâfa girdik. Beşinci, altıncı günü bana bir keyfiyyet vâki oldu ki, asla kendimi bir yerde bulamam. Şöyle ki, şerîat dâiresinde değil, tarîkatda değil, marifetde değil, belki hakikât dairesinde dahi bulamam. Bu haller ile birkaç gün geçti. Birgün sabah ve işrak namazlarını kıldıktan sonra murâkabe ederken bir keyfiyyet zuhur etti: Sanki vakit, öğle namazı vakti imiş. Halk öğle namazına toplanmış zannettim, öyle gördüm. Tekye kapısından içeri Hasan-ı Basrî ve Habîb-i A’cemî ve Dâvud-ı Tâî ve Marûf-ı Kerhî gibi birçok eski meşâyıh’i, zamanımıza gelince ne kadar ki gelmiş geçmiş meşâyıh var ise geldiler, yerli yerinde oturdular. Ve Hz. Mısrî’yi kürsüye çıkardılar. Va’z etmeye başladı. vaa’zda Zât-ı Hakk’dan söz söylemeye başladı. Hemen meşâyıhdan biri dedi ki:





“Ya Şeyh Muhammed Mısrî! Zât-ı Hakk’dan söz söylemek men’ edilmiştir. Başka bahse geç.”  deyince, hemen Hz. Mısrî:





“Zât-ı Hakk’dan ehil olmayan yanında söz söylemek yasaktır. Yoksa burada olanlar ehlullâhdandır. Burada nâ-ehl yoktur. Husûsan cümlemiz bunu anlayacak durumdayız, ne beis var.”  deyip, ol kadar Zât-ı Hakk’dan bahsedip söz söyledi ki, tâbir olunmaz. Duâ edip kürsüden indi ve cümle meşâyıh kalkıp gittiler. Ancak ben hiç mihrâb tarafına nazar etmemişim. Meğer Çehâryâr-ı safâ ile Haseneyn-i mükerremeyn ve on iki imam ve büyük ashâb ile Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem mihrâb içinde otururlar imiş. Onlar dahi kalkmışlar, giderken bendelerine hitâb edip buyurdular ki:





“Bak a Şeyh Hüseyin! Benim oğlum Muhammed’in hakkında bir daha kötü söz söyleme. Varsa elbette sözünden vaz geç!” diye tekrâr tekrâr tenbîh buyurdular.





Ve ol keyfiyyetden kendime geldim. Ter içinde kalmışım, etrafıma baktım. Henüz öğlen vaktini bir saat geçmiş.





“Ne garib! Bu Muhammed ne asl-ı Muhammed’dir ve ben kimseye kimsenin hakkında ömrümde bir fena söz söylediğim yoktur. Bu ne hâldir?” diye iki saat kadar tefekkürde iken, tekkenin kapısı açıldı. Bana bir gadab geldi ki ben bu elem ve kederde iken:





“Yâ kimdir bu gelen? Yine mahalle ihtiyarlarından biri düş mü söylese gerek, ne olacaktır?” derken Kalıcı Delisi Seyyid Mehmed kapıdan içeri girip, selâm verdi, redd-i selâm ettim:





“Ya Şeyh Hüseyin! Nicesin? Bir dahi benim hakkımda saçma sapan sözler eder misin? Benim hakkımda halka ne söyledin? Bu saat yüzüme karşı söylediğin isterim. Yoksa yüzüme söylemedikçe afv etmem.”  dedi.





Ben dedim:





“Be hey sultânım! Ben sizin hakkınızda değil, başkasının hakkında dahi kötü söz söz söylemedim.”  dediğimde:





“Ya Şeyh Hüseyin! Ya benim ceddim Muhammed Mustafâ yalan mı söyler?”





İki saat önce bu tekkeye bütün ehlullâh ile çehâr-yâr ve on iki imam ile teşrif edip, Şeyh Mısrî’yi kürsüye çıkarıp, Zât-ı Hakk’dan söz söyledi, meclis tamamında giderken sana demedi mi ki:





“Oğlum Muhammed hakkında bir dahi yakışıksız kötü söz söyleme, diye sana tembih etmedi mi? Ben bunda değil mi idim? Şeyh Mısrî’nin va’zını bütün bilirim, ne söylediyse!” dedik de, yine inkârı elden koymadım. O ise ısrarla der ki:





“Gıyabımda ne söyledinse yüzüme dahi söylemedikçe afv etmem.”  der.





Birçok defa tefekkür ettim. Güç ile hatırıma geldi ki, dört beş gün mukaddem, bazı ihvan ile sohbet ederken Kalıcı Delisi’ni zikrettiler. Ve onun hallerinden suâl ettiler. Ben dedim ki:





“Anlar delilerdir. Yeri göğü bilmezler. Bir alay götü boklu delidir.”  dedim idi. Bu sözü bana yüzüne söyletmedikçe afv etmedi ve dedi ki:





“Sakın benim gıyabımda bir fena söz söyleme. Benim hacetim değil. Ben afv ederim. Lâkin ceddim Muhammed Mustafâ sallallâhü aleyhi ve sellem afv etmez.”  deyip:





“Gafil olma!” diye tembih etti ve gitti, diye merhum Hüseyin Efendi Hazretlerinin kendi lisân-ı şeriflerinden çok kere ahbâb ile böylece dinledik.”  [45]





Üçüncü sebebimiz, Niyâzî-i Mısrî kaddese’llâhü sırrahu’l azîzin Bursa’da kaldığı mahallelerden Araplar Mahallesindeki[46] Araplar Camii’nde 1988 yıllarında imamlık görevi ve lojmanında üç sene kadar kalmış olmamız ve Veled-i Enbiya Camii, Şeker Hoca mahallesinde[47] teneffüs ettiğim hava bu aşkımızı ziyadeleştirmiştir.





Dördüncü sebebimiz, Niyâzî-i Mısrî kuddise sırruhu’l azîze sevgimizin coşkunluğunu daha önceden divânı hakkında yapılmış açıklamaları ve gördüğümüz hikmetleri yeniden tertip ve düzenleme ile yeni bir şerh yazmak isteği iştiyakımızı artırdı.





Beşinci sebebimiz, Tasavvufun anlaşılır bir hale gelmesini de istememizdir. En son Hakk’a yürüyen sahâbî olmakla şöhret bulan Ebu't-Tufeyl Âmir el-Leysî (hyt. 110/728), minberde iken Hz. Ali kerreme’llâhü veche den şu sözü işittiğini söylemektedir:





“İnsanlara anlayacakları şeyleri söyleyin, yadırgayacakları şeyleri bırakın! Allah ve Rasûlü'nün yalanlanmasını ister misiniz?” [48]





Çünkü insanlar bilmedikleri ve anlamadıkları şeyleri inkârda aceleci ve sabırsızdırlar. Bu nedenle Niyâzî-i Mısrî kuddise sırruhu’l azîzin şiirleri ile ilk mektebi okumuş bir kişi dahi tasavvufun derin manalarına nüfuz edebilmektedir. Öyle ki sâde sözler ve ağdasız cümle yapısı kişiye birçok menfaati beraberinde sunması onun tasavvufun hakikâtini anlatırken ne kadar başarılı olduğunu, meramını halk lisanı ile beyanı onun sahasında ne kadar yüksek seviyede olduğunu göstermektedir.[49]





Tarik-i halvetîde kutb-ı yezdânî Niyazi’dir





Ulular ulusu hem şeyh-i rabbani Niyazi’dir





M. Murad Nakşî





Noktanın sırrını ihsan eyleyüb zahir iden





Sertâcım kutb-i âlem Mısrî’dir gayet ulu.





M. Tâbir Mısrî





Altıncı sebebimiz, mürşidler müridleri için bir ayna gibidir. Aslında onlar müntesiplerini terbiye etmede çok hırslıdır. Fakat bu hırsları talebesindeki kabiliyetinden öteye de gitmez. Çünkü insana bahşedilmiş olan kâmil tabiatın tasarrufu mürşidin elinde imiş görünse de Allah Teâlâ’nın izn-i müsaadesi miktarınca tasarruf etme yetkisi vardır. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem dahi ümmetinin hidayetinde sınırlı tutulduğu bilinmektedir. Şöyle ki;





“Sen, sevdiğini doğru yola eriştiremezsin, ama Allah Teâlâ, dilediğini doğru yola eriştirir. Doğru yola girecekleri en iyi O bilir.” [50]





Bu ayet-i kerimeden anlaşılan mürşid ayna gibi müridine kendini haber eder. Mürid de fıtratı gereği gördüğünü anlayıp onu tercih eder. İnsanın kendine nazar etmesi mümkün olmadığı bilinen husustur. İnsanın noksanını görmesi için kâmili görmesi gerekir. Kâmil ona niçin-nedenleri haber verir. Niyâzî-i Mısrî kaddese’llâhü sırrahu’l azîzin Divan-ı İlâhiyyatı da okuyanlara bir ayna olduğunu bildiğimizden bu aynanın parlaklığını artırmak için anlayış perdesini aralamak gerekmekte idi. Çünkü bu divanın tümü için açıklama yazanlar ise çok az bulunmakta olduğundan açıklama ihtiyacı da hâsıl olmuştur.





İnsanın gönlü neye akar, insan neyi severse, onun cinsindendir; ancak o sevginin bir maksada dayanmaması gerek, Sevgi, garezsiz olursa, Elest ahdından beri, onların bir cinsten olduklarına delildir, Çünkü “insan, sevdiğiyledir”, Nitekim “Adamın ne biçim adam olduğunu sorma; kiminle düşüp kalkıyor, onu sor” demişlerdir. Herkesi yiyip içtiği şeylerden tanırlar bunlar da iki çeşittir:





Duygu gıdası, akıl gıdası.





Duygu gıdası ekmektir, ettir, sudur, buna benzeyen şeylerdir, Akıl gıdasıysa bilgilerdir, hikmettir. Şimdi, bazı kişilerin gönülleri, fıkha, bazılarının mantıka, bazılarının tefsire, bazılarının da, Allah Teâlâ ikisine de rahmet etsin, Attâr ve Senâî’nin divânlarına akar. Bazılarının gönülleriyse Enverî, Zahîr-i Fâryâbî ve Nizâmî’nin şiirlerinin bulunduğu divanları çeker. Enverî’nin, öbürlerinin divanlarına meyleden, bu âlem ehlindendir; onu balçık kavramış, karmıştır, Ama Senâî ve Attâr’ın divanlarına, Allah Teâlâ bizi aziz sırrıyla kutlasın, Mevlânâ’nın, özünde özü, içinde iç olan ve Senâî ile Attâr’ın sözlerinin özü - özeti bulunan faydalı sözlerine meyletmek, meyleden kişinin, gönül ehlinden ve veliler bölüğünden olduğuna delildir.[51]





Epiktetos demiştir ki: “Eğer sığırlarla domuzlar konuşabilselerdi, saman ve yemden başka şey konuşanlarla alay ederlerdi.”diyor.





Hülâsa, bizi de aşan bir eser meydana geldi. Allah Teâlâ faydalı olmasını nasip eder.





Bu kitap yazmaya niyetlendi­ğimde, ne türden olursa olsun her bölümünü kopyalamaya zo­runlu olduğumu düşündüğüm tek bir biçimi almadım. Konuyla uzaktan ve yakından ilgili eser veren bütün yazarları bir araya getirdikten sonra, en uygun görünen öğretilerin her birini seçip ayırdım ve böylece değişik zihinlerden en mükemmel fikirleri derledim. Bu kaynaklar ister felsefî, ister tasavvufî, isterse de her ikisinin karışımı olsun. Sadece bir kaynakla sınırlı kalmayıp ve sadece bir kimseyi de takip etmedik. Neyi faydalı gördüysek istifadeye sunduk. Ortasını bulalım diye, zıt fikirleri dahi kitaba derc ettik. Çünkü her şey Allah Teâlâ’yı anlatmaktadır.





Açıklamalarda düzensizlik sadece görünüşten ibârettir. Bir birini takip eden ve aralarında hiçbir ilgi yokmuş gibi gözüken açıklamalar arasında yakın bir bağ vardır. Fakat oldukça gizli olan bu münasebetin farkına varabilmek için, bilgileri öncesi ve sonrasıyla birleştirebilecek bir nazara sahip olmak yerinde olur.





Açıklama yazılırken zamanı ve bilgisi ile beraber kendiliğinden oluşmuştur. Bu nedenle hangi bilgi nereye konacaksa Niyâzî-i Mısrî kaddese’llâhü sırrahu’l azîzin bizzat himmet ve tasarrufu ile olduğuna eminizdir.





Açıklamalarda büyüklerin fikirleri ve eserleri  “Mîrî mâlı” [52] olarak görürüz. Aldığımız bilgiyi ve cümleyi dahi kendimize mal etmeden beyan etmeyi de unutmadık. Çünkü kendimize hasredeceğimiz bir ilmimiz muhakkak ki yoktur. Çünkü bilgimizin sermayesi de ancak onlardır. Bu konudaki Şemsi Tebrîzi kaddese’llâhü sırrahu’l-azizin (sırlandığı tarih: 1245) düşüncelerini aktarmak uygun olacaktır.





“Vezir Nusretuddin büyük bir toplantı tertip etmişti. İleri gelen bir büyüğü şeyhlik yerine oturtmuşlardı. Toplantıda bütün şeyhler, bilginler, arifler, emirler, hâkimler hazır idiler. Bunlardan her biri türlü ilimler, hikmetler, fenlerden konuşup tartışma yapıyorlardı. Tebrizli Şemseddîn de bir köşede sessiz sedasız onları seyrediyordu. Ansızın kalkarak, yüksek sesle onlara şöyle dedi:





“Ne zamana kadar falanın filanın sözlerini aktarmakla övüneceksiniz?





 Benim kalbime de Allah Teâlâ şöyle ilham etti diye ne zaman haber vereceksiniz?





Hadis, tefsir, hikmet olarak konuşup durduğunuz bu sözler, o devir adamlarının sözleridir. Bu adamlardan her biri kendi zamanların da mevki ün sahibi kimseler idiler. Kendi hallerinin derdinden manalar söylemişlerdi. Sizler de bu çağın adamları olduğunuza göre, sizlerin sırları, sözleri nerede kaldı?” [53]





Hz. Muhyiddîn-i Arabî kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz





“Her asırda belli bir kişi vardır. Bu asırda hayatta olan bu kişi işte benim” “Zamanın sonunda bizim için güneş gibi açığa çıkan bir devlet vardır ki, o örtülemez. Kim ki bizdendir ve bizim söylediğimizi söylüyordur, Onu müjdele. O, dünya ve ahirette de müjdelenmiştir.” [54]





buyurarak, velayet meydanının büyük bir mürşid-i kâmili olduklarına işaret etmişlerdir. Bu söze göre zamanını ve etrafın aşan ve üstün insanların olması Allah Teâlâ’nın bir emridir.  Niyâzî-i Mısrî kuddise sırruhu’l-aziz de





“Her vakitde hatmü’l-evliyâ birdir, bu vakitde Allah sübhânehu ve teâlâ hatmü’l-evliyâ olmağı Mısriye virdi.” [55]





buyurarak durumunu aşikâr etmiştir. Bizimde büyüklerimiz hakkında ki itikadımız bu şekildedir.





Abdulvahhab Şa'ranî, “el Yevakît ve'l Cevahir fî Zikri Akaidi'l Ekâbir” 1/9” da şunları yazıyor:





“Muhyiddîn Arabî kaddese’llâhü sırrahu’l-azizin el Füsûs kitabındaki: “Onun yaptığı her şey, ancak Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin huzurunda izin aldıktan sonra vuku bulmuştur” ifadesi hakkında Hafız Ebu Abdullah Zehebî'ye sorulmuş, şu cevabı vermiştir: “Bu Şeyh gibileri­nin yalan söyleyeceğine inanmıyorum”. Bilindiği gibi Zehebî, Şeyh Muhyiddîn ile Sofiye taifesine karşı en şiddetli olan kimsedir. Gerçekten bu ko­nuda en katı davrananlardan birisi Zehebi'nin kendisi diğeri de İbni Teymiye radiyallâhü anhdır.





İmam Süyûtî, “Kam'u'l Muarid fî Nusrati İbni'l Farid” adlı kitabında şunları yazıyor:





“Şayet Zehebinin böyle ileri geri konuşması seni yanıltı­yorsa, buna şaşmamak gerek. Çünkü o bundan daha büyükleri olan İmam Fahruddin ibn Hatîb, hatta bundan da büyük olan ve “Kûtu'l Kulûb” sahibi Ebû Talib Mekki hakkında ve hatta bun­lardan daha büyük bir zat olan Şeyh Ebu'l Hasan el Eş'ârî hakkında da ileri geri konuşmuştur. Hâlbuki Hasan Eş'arî ki, ünü her tarafa ulaşmıştır. Kitapları bunun açık örneğidir.   Bu eserleri “el Mîzan, et Tarîh, Siyeru'n Nübelâ” gibi eserlerdir. Dilersen onun sözlerini bunun sözleriyle karşılaş­tır. Vallahi yeminle söylüyorum, onun bu zatlar hakkındaki sözleri geçersizdir. Biz sadece burada onların hakkını veriyoruz. Başka şey değil.”





İşin aslında bütün bu aşırı gibi gözüken hu­suslar, İmam Zehebî'nin aşırı vera' sahibi olma­sından ve din yönünden pek fazla ihtiyata önemvermesinden ötürüdür. O, bu bakımdan mazurdur ve hatta Şeriatça kesin olarak belli olan esasa göre de ecir bile kazanmıştır.[56]





Bize düşen söz ise bu yol büyüklerinin doğru olduğuna inanmak ve onları yalnız bırakmamaktır.





“Bu kara yüzlü İsmail, Niyâzî-i Mısrî kaddese’llâhü sırrahu’l azîzin kapısında önünde yatıp kalkan köpekleri gibidir. Onun eşiğinde benim duruşum o köpeklerin duruşu kadar, fazlada değildir.” [57]  





Kıtmırî Niyazî





İhramcızâde İsmail Hakkı04.12.2009










[1] (TANKUT, 1936), s. 19-23





[2] Furkan, 30





[3] (KARA, 2002)





[4] (MONTAIGNE), İnsanın Kararsızlığı   





[5] (ÖZEL, 2008), s.17 (Alıntı konuya göre uyarlandı.)





[6] (AYDIN, 13-19 Ocak 1997), s. 322





[7] (TOLSTOY, 2005), s. 6





[8] (TOLSTOY, 2005), s. 30





[9] (YALOM, et al., 2000), s. 18





[10] [Bunu söylerken hadis ve sünneti toptan inkâr etme hareketinin ilk defa İslâm dünyasında değil de, Batılı oryantalistler arasında ortaya çıktığını unutmamak gerekmektedir, ilk olarak İngiliz asıllı oryantalist Spenger, müslümanların birliğini sağlamada önemli rolü olduğunu gözlemlediği hadislerin tamamına uydurma damgasını vurmuş, diğer meslektaşları da onu takip etmiş ve zamanla bu düşünceyi İslâm dünyasına ithal ihraç edip amaçlarına ulaştıklarını şu cümlelerle ifade etmişlerdir: “Onların her şeyini tahrip ettik; felsefeleri, dinleri mahvoldu. Artık hiçbir şeye inanmıyorlar. Derin bir boşluğa düştüler. Anarşi veya intihar için olgun hale geldiler”.(KAHRAMAN, 2002), s. 131; Bilgi için bk. Görmez, Mehmet, “Klasik Oryantalizmi Hadis Araştırmalarına Sevk Eden Temel Faktörler”, islâmiyat, c. 3, sy, 1., Sünnet ve Hadisin Anlaşılmasında Metodoloji Sorunu, s, 85vd.; Edward Said, Oryantalizm, 7, 46, 446.]





[11] (ÖZEL, 2007), s. 12





[12] Yazır, dinin yenilenmesi derken, bu ifadesiyle dinin aslının değil de dînî yorumların yenilenmesini kastetmiş olmalıdır. Zira dinin yenilenmesi reform anlamı çağrıştırmaktadır ki, Yazır buna zaten karşıdır.





[13] İstintac: Netice almak. Netice çıkarmak





[14] Yazır, Dibace (Metalib ve Mezâhîb'e yazdığı önsöz), L.





[15] Aynı vurgu için bk. Apaydın, "Nassları Anlamada Yetki ve Yöntem Sorunu", s, 24.





[16] Mâruf: Bilinen; bütün mahlûkat tarafından bilinip tanınan Allah Teâlâ.





[17] (KAHRAMAN, 2002), s.6





[18] İslâm toplumları da zaman zaman medenî ol­muşlardır. Fakat ne devr-i saadet ne dört halife dev­ri ne de Osmanlı Devleti'nin ilk iki yüz yılı medenî zamanlar değildir. Osmanlı Medeniyeti milâdın 15. yüzyılında en parlak zamanlarını yaşamıştır ki bu dönem, Devlet'in İslâm umdelerinden uzaklaşmaya başladığı dönemdir. Yine Emevî ve Abbasî medenî devirleri, toplumda refahın getirdiği İslâm dışı eği­limlerin güçlendiği devirlerdir. Debdebeli saray inşa eden ve emrinde Hıristiyan asker kullanmakta bir beis görmeyen Selçuk saltanatı, hiç şüphesiz medenî diye vasıflandırılabilir. (ÖZEL, 2006), s. 39





[19] (OCAK, 1998), s. 205-227; (GÖKYAY, 1987), s. 1-15





[20] Temren: Okların ucuna demir veya sarıdan takılan parçaya verilen addır. Menzil oklarına maden yerine kemik takılır ve ona da "soya" adı verilirdi. Temren ile soyanın takılışında fark vardı. Temren oka; ok ise soyaya takılırdı.





[21] İnhina: Eğilme, münhani olma, yay biçimine girme, kavislenme.





[22] Hoca Sâdeddîn, II, 548; Hüseyin, II, 400b.





[23] Müderrisler





[24] İskender Paşa: Fatih Sultan Mehmed'in yakın adamlarındandır. 880/1475'de Bosna beyi, 885/1480'de Bosna Beylerbeyisi olup 888/1483'de vezir oldu.890/1485'de tekrar Bosna valisi 894/1488'de tekrar vezir oldu. 904/1498'de üçüncü defa Bosna va­lisi olup 912/1506'da ölmüştür. Cesur, çalışkan, vazifesine düşkün bir vezirdi.





[25] “Bu bir yalan sözdür.”





[26]  Kolağası: Eskiden mevcut olan yüzbaşı ile binbaşı arasındaki rütbe.





[27] Âşık Çelebi, 106a. Aslı Farsçadır.





[28] (Amin MAALOUF, 2006), s. 78





[29] (Amin MAALOUF, 2006), s. 86





[30] Taabbudi, şer'i bir hükmün neden ve niçin gibi illetlere bağlı olmadan sabit olmasıdır. Bir başka ifade ile illet ve maslahatı idrak olunamayan hükmün sıfatına yâ'yı nisbetle taabbudî denilir.





[31] (KAHRAMAN, 2002), s. 7





[32] Buhârî, "Bed'ü'l-vahy", 1; Ebû Davud, "Talak", 11.





[33] ibn Nüceym, el-Eşbâh, I, 97; Suyûtî, el-Eşbâh, s, 38; Mecelle, md. 2.





[34] ibn Nüceym, el-Eşbâh, I, 51.





[35] (KAHRAMAN, 2002), s. 136





[36] Mesnevi,  c.I, 2760





[37] Mesnevi,  c.I, 3125





[38] Mesnevi,  c.III, 2098.





[39] Seyfi POYRAZ (hyt: 2008) dan işittim.





[40] İsmail KILIÇASLAN ve Türkelili Mevlana Küçük Hüseyin ÖZDEMİR Efendiden işittim.





[41] Veli ŞEN (hyt: 1995), Orhan ZARİFOĞLU (hyt: 2007) ndan işittim.





[42] Abdullah KUCUR’dan işittim.





[43] Yine nakledilmiştir ki: Mevlânâ-haz­retleri, Şemseddin'le buluştuğu ilk zamanlarda ge­celeri Mütenebbi divanını okurdu. Mevlânâ Şemşeddin Tebrizi:





"Bu, okumağa değmez. Bunu bir daha okuma" diye bir iki kez söylediyse de, Mevlânâ, dalgınlığından onu yine okuyordu. Bir gece yine böyle hararetle divanı okuduktan sonra uykuya daldı. Rüyasında, medresede bilginler ve fakihlerle bir tartışmada bulundu ve hepsini yendi Sonra:





"Bunu niçin yaptım, buna ne lüzum vardı" diyerek medreseden çıkıp gitmek istedi ve tam bu sırada uykudan uyandı ve Mevlânâ Şemseddin'in kapıdan içeri girdiğini gördü ve:





"Bu biçare fakihlere yap­tığını gördün mü, işte bunların hepsi Mütenebbi di­vanını okumanın uğursuzluğundandır" dediğini duydu.





Yine bir gece Mevlânâ rüyasında, Mevlânâ Şemseddin'in Mütenebbi'yi sakalından yakalayarak yanına getirdiğini ve ona: "Bu adamın sözlerini mi okuyordun" dediğini görür.





Mütenebbi zayıf, nahif ve sesi kısık bir adam­mış. Mevlânâ'ya:





"Beni bu Mevlânâ ŞemseddinTebrizi'in elinden kurtar; artık bu divanı karıştırma" diye yal­varmış. Nihayet Mevlânâ, okutmayı ve öğretmeyi bıraktı, lâliş sarığını sardı, hindiban farecisini giydi semâ ve riyazete başladı ve şu şiiri söyledi:





"Ben, bir memleketin zahidi ve bir minberin vaizi idim:





Gönlümün kazası, beni, sana ellerini Çırpıp gelen bir âşık yaptı." (EFLÂKÎ, ve diğerleri, 1995), s. 199, b: (14-15)





[44] Tirmizi, 485





[45] (YILDIZ, et al., 2007), s.19- Metin günümüz Türkçesine tarafımızdan biraz uyarlanmıştır.





[46] Yine Niyazî-i Mısrî, Bursa’da olduğu bu yıllarda Arapmehmet mahallesi sakinlerinden ve kendi müritlerinden olan Hacı Mustafa adlı bir zatın kız kardeşiyle evlenmiş ve bu hanımdan çocukları dünyaya gelmiştir. İbrahim Rakım, Vakiat, v. 16-17; Mustafa Lütfi, a.g.e, s. 30; (AŞKAR, 1997), s. 71





[47] Bugün, Bursa Ulu Camii’nin güney kısmında yer alan şehir postanesinin yerinde XX. asrın başına kadar ayakta olduğunu anladığımız, Şeker Hoca Mahallesindeki bu merkez dergâhın birçok defalar tamirden geçtiğini biliyoruz. (AŞKAR, 1997), s, 86





[48] Buhârî, ilim, 49; İbn Abdilberr, Câmiu beyâni'l-ılm, I, 540, II, 1003; Zehebî, age. II, 597. “Yadırgayacakları şeyleri bırakın” cümlesi Buhârî'de zikredilmez. (GÜLER)





[49] Bir dönemin şiir ve inşâ’sı hakkında düşüncelerini açıklayan Ziya Paşa;





Şiir her kavimde tabiîdir. Rûy-i arzda ne kadar milel ve akvâm gelmiş ise, cümlesinin kendilerine mahsus şiirleri var idi. Osmanlıların şiirleri nedir?





Necâtî ve Bâkî ve Nef’î Dîvanlarında gördüğümüz bahr-ı remel ve hezec’den mahbûn ve müctes kasâ’id ve gazeliyyât ve kıta’ât ve mesneviyyât mıdır? Yoksa Hoca ve ‘Itrî gibi mûsıkî şinâsânın rabt-ı makâmât eyledikleri Nedim ve Vâsıf şarkıları mıdır?





Hayır, bunların hiç birisi Osmanlı şiiri değildir; Zirâ görülür ki bu nazımlarda Osmanlı şâirleri şuâra-yi İrân’a ve İrânîler dahi Araplar’a taklid ile melez bir şey yapılmıştır ve bu taklid, yalnız üslûb-i nazımda değil, belki efkâr-ü meânî’ye bile sirâyet ederek, bizim şuarây-yi eslâf edâ-yı nazm ve ifâdede ve hayâlât ve meânîde Arap ve Acem’e mümkün mertebe taklide sa‘y etmeği maârifden addetmişler ve acaba, bizim mensup olduğumuz milletin bir lisânı ve şiiri var mıdır ve bunu ıslah kâbil midir, aslâ burasını mülâhaza etmemişlerdir. İnşâ yolunda da hâl, tamamıyla böyle olmuştur. Münşeât-ı Feridûn ve âsâr-ı Veysî ve Nerkisî vesâir münşeât-ı mu’tebere ele alınsa, içlerinde üçte-bir Türkçe kelime bulunmaz ve bir maslahat ifâde ederken bedi‘ ve beyan fenleri karıştırılarak ibrâz-ı belâğat için öyle müşevveş ve mütetâbiü’l-izâfât ibâreler yazmışlarki Kâmus ve Ferhenk beraber olmadıkça... manasını istihrâca muvaffak olamaz.”





“Bu hâle göre bizim millette tabiî hâl üzre ne şiir, ne de inşâ‘ var demek olur. Hayır! Bizim tabiî olan şiir ve inşâ’ımız, taşra halkı ile İstanbul ahâlisinin avâmı beyninde hâlâ durmaktadır...”





(Ziya Paşa’nın Numune-i Edebiyât-ı Osmânîye, (altıncı basım, s. 288-294’den naklen: Fuad Köprülü, Edebiyat Araştırmaları, Ankara, 1999, s.302-303.)





Ancak İsmet Özel’in divan edebiyatı için olan şu görüşü unutmamak gerekir.





Divan edebiyatı dışında bir edebiyat Türk milletini ayaklar altına almak isteyenlerin bunu başaramayacaklarını göstermek kastıyla doğdu. Türk şairleri Türk milletinin ayaklar altına alınamayacağının birer kanıtlamasıydı. (ÖZEL, 2007), s. 14





[50] Kasas, 56





[51] (VELED), başlık CIV





[52] Miri: devlet malı, devlet hazinesine mensup.





[53] (KÜÇÜK, 2001), s. 29





Şems, bireyin kendi orijinal ve taze fikirlerini şunun bunun dedikodularına kurban etmemesi gereğine inanmıştı. Yoksa ilimler nasıl gelişebilir ve insan taklitten nasıl kurtulabilirdi. Bu yüzden Şems, Mevlânâ’yı bile babasının eserini okumaktan zaman zaman men dahi ediyordu.





[54] (VASSAF, et al., 2006) (Kadiriyye bl.) Süleymaniye Yazma Bağışlar, 2305-2309, c.1





[55] (ÇEÇEN, 2006), s. 39





[56] (Abdullah Leknevî, 1984), s. 118-119





[57] Bu söz aslında Niyâzî-i Mısrî kaddese’llâhü sırrahu’l azîzin büyükler için söylediği sözden uyarlanmıştır.


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar