YİRMİ BİRİNCİ SİFİR 2. Bölüm
ÜÇ YÜZ ONUNCU BÖLÜM
Ruhani Çan Sesinin Musevî Mertebeden
Bilinmesi
Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem vahyin inmesi hakkında vahyin kendisine
çan sesi gibi geldiğini söylemiştir. Bu, vahyin en şiddedi haliydi. Ravi şöyle
der: ‘Bu esnada Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in alnından ter akardı.’
Vahyin peygamberlere gelişinin farklı suretleri vardır ki, en şiddetlisi çan
sesi şeklindeki vahiydir.
Burçlar varsayımsal yerlerde Onlar parlak
yıldızlara ait menziller
Sa’din varlığındaki benzeri kuşatır onları
Biri başarıya, öteki hüsrana -
Nurlar beni aramak üzere hücum edince
Dilediğim edebi bana vermek üzere
Bulut ve ruhlar onları taşıyarak geldi Gök
gürültüsü Arap ve Acemi ifade ederken
Şimşek ışığını giydirince
Kapkaranlık bulutlara altından bir elbise
Bulutlar hakikatlerin yağmurlarını boşaltır '
Topraktan, havadan ve ateşten bir eve .
Yeryüzü çiçeklerinden haz alarak
heyecanlanır Bahçe güzel elbiseleri içinde salınır
Hakikatler ilmidir
bu
Allah Teâlâ’yı
isimleri ve perdeleri bilmekten başkasını kastetmem
Zatının bilgisi münezzeh olunca Kendisine
ulaşılmaktan
Sen^kimsenin benzemediği ilahsın Kitaplarda
ve tenzilde gelmiş olan
Bilmelisin ki, Allah Teâlâ ruhları üç
mertebede yarattı ve bu mertebelerin bir dördüncüsü yoktur. Birinci kısım,
işleri sadece Hakkın mertebesini yüceltmek olan ruhlardır. Onların âleme veya
kendilerine dönük bir yüzleri yoktur. Allah Teâlâ’nın şanı ve celali onları
kendilerinden geçirmiş, bu celal onları hayran ve sarhoş olarak kendilerinden
çekip almıştır. İkinci kısım, yeryüzündeki doğal cisimleri yöneten ruhlardır.
Bunlar, insanların ruhları ile -keşif ehline göreunsur kaynaklı bütün doğal
cisimlerdeki hayvanların ruhlarıdır. Çünkü Allah Teâlâ şöyle der: ‘Her
şey O’nun hamdini tespih eder,’32 Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem ise şöyle buyurur: ‘Müezzinin sesinin ulaştığı
yerdeki kuru ve yaş her şey onun lehine tanıklık eder.’ Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem’in avucundaki taşlar olduğu gibi sahabesinden dilediklerinin
avucundaki taşlar da tespih ederdi. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Uhud
dağı hakkında ‘Bu dağ, bizi seven bizim de kendisini sevdiğimiz bir dağdır’
demiştir. Bütün bu rivayeder, her şeyin canlı olduğunu ve rabbini bildiğini
gösteren delillerdir. Çünkü ‘Gök ve yeryüzü itaatkâr olarak
geldik’33 demiştir. Bu konuda bir rivayet
olmasaydı bile, keşif yoluyla bu gereği öğrenirdik. Cisimleri yöneten bu
ruhlar, cisimlerde bulunur ve -Allah Teâlâ’nın verdiği üstünlüğe
görebirbirlerine amade olurlar. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Bir
kısmını bir kısmından üst dereceye koyduk ki, birbirlerini hizmetçi edinsinler.’34 Başka bir
grup ruh daha vardır ki, onlar bize amade kılınmıştır. Bunların pek çok
tabakası vardır. Bir kısmı vahiy ve aktarmayla görevliyken bir kısmı rızıklar,
bir kısmı canları almakla, bir kısmı ölüleri diriltmeyle, bir kısmı müminler
için bağışlanma dileme ve dua etmekle, bir kısmı kulların amelleri karşılığında
cennette ağaç dikmeyle vs. görevlidir.
Bilmelisin ki, insanların ruhları için
Allah Teâlâ doğal araçlar ve aleder yaram. Bunlar, göz, kulak, burun, geniz
gibi araçlardır. Bunlara duyma, görme gücü vb. diye isimlendirilen güçler
yerleştirdi. Her biri için de iki yön yarattı. Birisi duyulurlar, yani şehadet
âlemine bakarken, diğeri hayal mertebesine bakar. Allah Teâlâ hayal
mertebesini şehadet âleminden daha geniş yaratmış, orada ‘hayal’ diye
isimlendirilen bir güç meydana getirmiştir. Bunun yanı sıra musavvire, fikir,
hafıza, akıl vb. güçler yaratmıştır. Bu güçler vasıtasıyla insan nefsi güçlerin
hakikatlerinin kendisine verdiği bütün bilinenleri algılar ve idrak eder. Nefs
şehadet âlemine dönük yönüyle -ki göze aittirbütün duyulurları görür ve onları
hayale ulaştırır. Nefs algıları -musavvire gücü kendilerini tasavvur ettikten
sonrahafıza gücüyle hayalde korur. Musavvire gücü ise, bütün duyulurlardan
farklı şeyleri alır ve onlardan (duyuya) yabancı bir şekil oluşturur. Söz
konusu şekli bir bütün olarak duyuda göremezsin, fakat duyuda onun
görebileceğin parçaları vardır, insan uyuduğunda göz hayal âlemine dönük
yönüyle bakar. Orada duyunui) ulaştırdığı şeylere toplu olarak bakar veya
musavvire gücünün şekillendirdiği şeyleri görür. Bunlar, bütün olarak duyuda
bulunmayan, fakat parçalarının duyuda bulunduğu şekillerdir. Söz konusu
parçaların bileşiminden hayaldeki suret meydana gelmiştir. Bu bağlamda insanı
yanında uyur görürsün. O ise, kendini azap gören veya nimedenen birisi olarak
veya tüccar veya hükümdar veya yolcu olarak görür ve uykusunda hayalinde korkuya
kapılır, daralır, çığlık atar vs. Yanındaki insanın bütün bunlardan ve onun
yaşadığı hal hakkında bilgisi yoktur. Muhtemelen rüyada yaşadığı hal
şiddedenince, uyuyanın mizacı değişir ve dış suretinde bir hareket veya sıkılma
veya konuşma veya ihtilam meydana gelebilir. Bütün bunlar, o gücün hayvani
güce halcim olmasından kaynaklanır. Böylelikle bedenin dış yapısında başkalaşma
gerçekleşir.
Vahiyle görevli melekler
peygamberlere iner veya onlardan ince bağlar velilerin kalplerine iner. Çünkü
melek vahyi peygamberden başkasının kalbine kesinlikle getirmez veya genel
anlamda ilahi bir emir peygamberden başkasının kalbine getirmez. Çünkü şeriat
yerleşmiştir, farz, vacip, mendup, mubah, mekruh belirlenmiş, nebilik ve
resullüğün sona ermesiyle ilahi emir de sona ermiştir. Bu nedenle Allah Teâlâ
peygamberliğin (resullülc) sona erdiğini söylemekle yetinmemiştir ki,
nebiliğin devam ettiği zannedilmesin. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
‘Nebilik ve resullük sona ermiştir, benden sonra nebi ve resul yoktur’
demiştir. Artık herhangi bir yaratılmışa bir emir verilip de bu emrin Allah
Teâlâ’ya ibadette esas alınacak bir şeriat olması söz konusu değildir. Çünkü
söz gelişi ona bir farz emretseydi, onu Şari emretmiş olurdu. Bu durumda emir,
Şari’ye ait olurdu. Böyle bir söz ise, onun bir yanılgısı ve şeriat getiren
peygamberlik iddiasında bulunması demektir. ‘Allah Teâlâ ona mubahı
emretmiştir’ denilebilir. Biz de deriz ki: Mubah ya insanın yükümlü olduğu bir
va, ciple ilgilidir. Böyle bir durum, onun uyduğu şeriatın neshi demektir. Söz
konusu kişi bu vahiyle Şari’nin mubah saydığı bir şeyi aldığını (iddia ettiği)
vahiyle vacibe dönüştürmüş, onu terk etmesi günah olmuştur. Onu mubah olarak
olduğu gibi bırakırsa, durum yine böyledir. Bu durumda meleğin bu iddiacıya
getirdiği şeyin faydası nedir? Şöyle denilebilir: ‘Onu melek getirmemiş, fakat
Allah Teâlâ -bir vasıta olmaksızındoğrudan emir vermiştir.’ Şöyle deriz: Bu
ilkinden daha tehlikeli bir sözdür. Çünkü sen Allah Teâlâ’nın Hz. Musa ile
konuştuğu gibi seninle konuştuğunu iddia ediyorsun. Ne şekilci alimlerden ne
de zevk ehli alimlerden bunu iddia eden kimse yoktur. İkinci olarak, Allah
Teâlâ seninle konuşmuş olsa veya sana bir şey söyleseydi, sana söylediği
sözlerde ancak bilgi ve haberler aktarırdı. Yoksa hükümler ve şeriat aktarmazdı
veya sana bir emir vermezdi. Çünkü emir verseydi, bu durumda vereceğimiz hüküm,
meleğin vahyi hakkmda söylediğimizin bir benzeri olurdu. Senin iddia ettiğin
şey, Allah Teâlâ’nın kalbinde herhangi bir konuda bilgi yaratması olabilir.
Halbuki Allah Teâlâ, her nefes her insanda bilgi yaratır ve velilerin bu
noktada bir ayrıcalığı yoktur. Bu ve diğer kitaplarda gerçeğin nasıl olduğunu
açıkladık ve genel olarak insanın yalnız başına Allah Teâlâ’ya ibadet
edebileceği bir şeriat veya kendisiyle başkasına gönderileceği bir şeriat almış
olmasının imkânsızlığını belirtmiştik. Bununla birlikte, peygamberin diliyle
kendisine gelen şeriatı herhangi bir şekilci alimden öğrenmeksizin, bizim ve
yoldaşlarımızın kabul ettiği şekilde sahih rüyalarla Allah Teâlâ’nın insana
öğretebileceğim imkânsız saymayız. Bu rüyalar nebilik izlerinden bizim için
geride bırakılan sahih-doğru rüyalardır. Bu rüyaları Müslüman bir adam görür
veya onun adına görülür. Bu rüya gerçektir, vahiydir ve bu esnada uyumak
gerekmez. Fakat genellikle uykuda gerçekleşir. Bazen uyku dışında da böyle
rüyalar görülebilir. Hangi durumda olursa olsun, bunlar -duyuda değilhayalde
duyuyla gerçekleşir. Tahayyül edilen bazen kuvve halinde içerden olabilir,
bazen de ruhanînin temessülüyle veya sufılerin bildiği tecelliyle dıştan
meydana gelir. Fakat böyle bir tahayyül, mizaç düzgün ve hakikati (almaya)
uygun bir mizaç olduğunda, gerçek bir hayaldir. Melek peygambere bir hüküm veya
haber vereceği bir bilgi getirdiğinde -ki hepsi haber sayılır-, bu sureti
insan ruhuna aktarır, insan ruhu da ‘dinleyerek’ onu karşılar. Böylece vahiy,
aktarım ve ilka yoluyla gerçekleşir. Her ikisi de nurdur. Mizacı keskinleşir,
tutuşur, iki nurda da garizenin sıcaklığı artar ve niceliği de çoğalırsa, bu
durumda şahsın yüzü başkalaşır. ‘Hal’ denilen şey budur ve olabileceğin en
şiddetlisidir. Bedenin yaşlıkları, sıcaklığın istila etmesi nedeniyle, buhar
olarak beden küresinin yüzeyine ulaşır. Buradan bu hal sahiplerinde terlemeler
meydana gelir. Bunun nedeni, iki ruhun bir araya gelmesiyle doğalar arasında
gerçekleşen sıkışmadır. Bedenden sularla çıkan sıcak hava kuvveti gözenekleri
örter ve dışardan gelen soğuk hava ona giremez. Peygamber ve hal sahibinde bu
durum meydana gelip de peygamberden melek, veliden ise ruhani bağ
ayrıldığında, mizaç sakinleşir, sıcaklık gider, gözenekler açılır, cisim
dışarıdan gelecek soğuk havayı kabul eder. Böylelikle cisim rahatlar, mizaç
soğur, soğukluğun niceliği artarak sıcaklığa egemen olur ve onu zayıflatır.
Hal sahibinin bulduğu ‘serinleme’ işte budur. Bu nedenle kendisini titreme
tutar ve ısınmak için üzerine elbise giyer. Ardından doğru ve sadık rüyada
gördüğü haberi bildirir -veli iseveya peygamber ise vahiyde gerçekleşen haberi
bildirir. Bütün bunlar, kalbe tenzil ruhani bir nitelikle gerçekleştiğindedir;
üfleme tarzında (nefes) gerçekleşirse, bu, ilhamdır ve hem peygamber ve hem
veli adına gerçekleşir. Söz olursa, görme olmaksızın duyar. Böyle biri, sezgi
sahibidir. Melek kendisine görünürse, -nebilik vaktindeysepeygamberdir; veya
ince bağ kendisine bir adam suretinde veya getirdiği şeyi ona söyleyen bir
hayvan suretinde görünebilir. Böyle biri veli ise, gelen bilgiyi Kitaba ve
Sünnete sunmalıdır. Kitaba uygun ise, onu Hakkın hitabı ve bir şereflendirmesi
sayar, o kadar! Yoksa o, ilave bir hüküm veya yeni bir hüküm değildir. Fakat
bazen bir hükmün açıklaması veya gerçeğin bildirimi olabilir. Bu durumda daha
önce zanna bağlı bilgi, onun tarafından öğrenilmiş olur. Veliye gelen bilgi
Kitaba ve Sünnete uygun değil ise, onu Hakkın bir hitabı ve sınaması
saymalıdır. Böyle yapmak zorunludur. Kendisine gelen bağın meleğin (kalbine
doğru uzayan) bağı veya ilahi bir tecelligâh olmadığını bilir. O bağ şeytani
bir bağdır. Çünkü meleklerin böyle bir makamı olmadığı gibi böyle bir halden de
münezzehtirler. Bu durum, yaratıklar arasında en çok Haktan sema edenlere
ilişir. Öyleyse peygamberlik ortadan kalktıktan sonra günümüzde veliler için
geride kalan şey, sadece bildirimdir. İlahi emir ve yasakların kapıları artık
kapanmıştır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemden sonra emir ve yasak
getirdiğini iddia eden kimse, kendisine vahyedilen bir şeriat getirdiğini iddia
etmiş demektir. Onun bizim şeriatımıza uygun olup olmaması birdir. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellemden önceki başka bir zamanda ise bu konuda bir
yasaklama yoktu. Bu nedenle salih kul Hızır şöyle demişti: ‘Ben onu
kendi emrimden yapmadım:35 Onun içinde bulunduğu zaman böyle
bir söze imkân verir. Çünkü o Rabbinden bir şeriat üzeredir. Hakk ise Hz. Musa
ve bizim için Hızır lehine tanıklık ederek onu tezkiye etmiştir. Günümüzde
İlyas ve Hızır, ya kendisine muvafakat ederek veya uyarak (ittiba) Hz. Muhammed
sallallâhü aleyhi ve sellem’in şeriatına bağlıdır. Her durumda her ikisi için
de ilahi bilgi -nebilik yoluyla değilbildirim yoluyla gerçekleşir. Aynı
şekilde, Hz. İsa da indiğinde, aramızda bizim sünnetimize göre hüküm verir. Allah
Teâlâ bu sünneti -nebilik yoluyla değil‘bildirme’ yoluyla ona bildirmiştir.
Halbuki Hz. İsa bir nebidir.
İşte, ey kardeşlerim! Bu dünyanın tuzaklarından
uzak durun, çünkü onun tuzağının (neyin tuzak neyin ilham olduğunun) temyizi
güçtür. Nefisler de ondan haz alır ve dünyaya bağlandıkları için bu konuda
gerçeği karıştırırlar. İdrak organı sözü geçen böyle bir aktarıma aşina ise,
onu ve içerdiği şeyi taşımak kendisine ağır gelmez ve ansızın geldiğindeki
gibi olur. Allah Teâlâ vahiy yoluyla konuştuğunda, adeta bir taş üzerindeki
yağmur gibidir. Onu işiten ruhlar bayılır ve çan sesi esnasında meydana gelen
bilgi iki omuz arasına vurmakla gerçekleşen bilginin bir benzeridir. Başka bir
misal ise, soru-cevap ve istifade yoluyla bakmaktan meydana gelen bilgilerdir.
Bunlar, sadece vurma veya bakmayla gerçekleşen bilgilerdir. Bütün bunları -Allah
Teâlâ’ya hamd olsuntecrübe ettik ve bu konuda kuşkumuz yoktur". Ona
benzeyen bilgilerin, kapıları kapılıdır. Kapılar açılıp ardında bulunanlar sana
göründüğünde, bir bakış ile onların bilgisini kuşatırsın. Nitekim insan bir
anda gözünü açar, yeryüzünden burçlar feleğine kadarki yeri görür.
Bu işin sahibi, kesin inancın
serinliğinin (kaynağı olan) kardan değeri takdir edilemeyecek bilgileri
öğrenir. Bu, zikrettiğimiz sıcaklık nedeniyle -Ki aktarım esnasında gerçekleşir
dedikRasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem namaza başlarken ve pek çok durumda
şöyle derdi: ‘Allah Teâlâ’m! Beni kar, soğuk su ve buzla yıka.’ Bunlar, vahyin
sıcaklığına mukabil olsunlar diye üç tanedir, çünkü vahiy, yakıcıcıdır. Bu
serinlikten kalp adına meydana gelen güç olmasaydı, yok olurdu.
Bilmelisin Ki, bu menzil ilimler
arasından yalcin ilmini, perde ilmini, büyüklük ilmini -ki Hakkın kendisiyle
nitelendiği kevnî büyüklüktür butakdis ilmini ve kendisinden dolayı
yaratıkların Allah Teâlâ’dan başka rabler edinmesinin sebebinin bilgisini
içerir. Niçin ayette ‘Allah Teâlâ’dan başka Rabler’36
denilmiştir? Halbuki onlar, Allah Teâlâ ile birlikte onları rab edinmişlerdi.
Faizden helal olan kısım, Hakkın tercihi, Allah Teâlâ’dan başka fail olmadığına
inanıyor iken böyle bir şeyin mümkün olup olmadığı, O’nu insanın kime tercih
edeceği, üfleme tek iken eserin farklılığı bu menzilden öğrenilir. Ateşte
üflemeyle tutuşma meydana geldiğinde veya yine üflemeyle kandilin sönmesinin
bilgisini, havanın latifliği nedeniyle tutuşmaya en yakın şey olmasının
bilgisini, ahiret hallerinin içerdiği güçlüklerin bilgisini içerir. Bu menzil,
Hallac’ın kastettiği benzeri getirme ve meydan okumanın bilgisini geçirir. Amr
b. Osman bundan dolayı ona beddua etmişti. Olup bitenden sonra şeyhler şöyle
derdi: ‘Hallac’a o şeyhin bedduası isabet etmiştir.’ Gerçek ve gerçek olmayan
sihrin bilgisi, sihrin her iki durumda da hayal olup olmadığının bilgisi bu
menzille ilgilidir. Allah Teâlâ’nın kelamı olması ne demektir? Acaba yaratıklarına
mı, yoksa zatına ilave bir niteliğe mi yoksa özel bir nispete mi yoka bilgisine
mi döner? Kuran’ın aciz bırakma özelliği neyle ilgilidir. Bu, ulaşılması güç
yüce bir bilgidir. Kelama karşı koymanın meydana getirdiği istilam bilgisi,
besmelenin içerdiği sırların bilgisi, besmelenin üç isimle niçin sınırlı
olduğunun bilgisi, -diğer harfler değil debu özel harflerin ona ait olmasının
nedeni, onların ahiretteki yerinin ne olduğu bu menzille ilgilidir. Acaba
onların harflerinden melekler yaratılır mı? Yani kıyamet günü besmelenin her
bir harfi Bakara, Al-i İmran surelerinin geldiği gibi bir suret olarak gelir
mi, gelmez mi? Bu iki sure, okuyucuları lehinde tanıklık edecek iki çiçektir.
Besmeledeki harflerin suretleri kıyamet gününde var olduğunda acaba rakamları
yönünden mi, yoksa onları telaffuz eden yönünden mi ya da her ikisinden mi var
olur? Şeddeli harfler iki suret olarak mı veya bir suret olarak mı yaratılır?
Bu harfler suretler olarak yaratıldığında, okuyucuları hangi şeyden sakınır?
Onun mukabilinde ve sakınmasında kim bulunur? Acaba o şehadetin aynı mıdır?
Şehadet için ise, onu yazan ya da kendisini söyleyen adına onu yazmış olduğu ve
telaffuz etmiş olduğu şekilde şahitlik edebilir. Halbuki kâfir onu yazmış,
münafık kendisini söylemiş olabilir. Kendisine inanmayan şahitlik ederse -ki
bu inancın mahalli kalptirbu durumda yazı besmelesi veya lafız besmelesi
değildir. Nefiste ancak onu bilmek, iman etmek ve onu irade etmek vardır. Aynı
şekilde Bakara ve Al-i İmran sureleri de bu taksime göre değerlendirilebilir.
Kastettiğim onların yazılması, okunması veya sadece bir sure olmaları veya ayet
ve harf sahibi olmalarıdır. Acaba suretteki ayetler hayvanın suretine ait
oranlar gibi midir? Yoksa onlar suret için nitelenen için nefsi nitelikler
gibidir de organlar gibi değil midir? Bütün bunlar bu menzilden öğrenilir.
Dalalet ve hidayet, bunların nispetlere veya müstakil varlıklara dönmesi, bu
menzilden öğrenilir. Onlar mevcut varlıklar ise, yaratılmış mıdır değiller
midir? Yaratılmış iseler, dalalet ve hidayet kulların yarattığı fiillerden
midir, yoksa onları Allah Teâlâ mı yaratır, yoksa bir kısmını kul bir kısmını Allah
Teâlâ mı yaratır? Manalardan olan ve olmayanlara göre, yaratıkların
birbirlerine musallat olması bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ kendisini
hükümdar diye isimlendirdiğinde, yaratıklarını da ‘askerler’ diye isimlendirmiştir.
Onlar asker ise ve sadece Allah Teâlâ var ise, O’nun yaratıkları kim adına
savaşacaktır. Yoksa onlar savaş askerleri değil de süs askerleri midir? Onlar
birbirleriyle savaşırlarsa -ki gerçekleşen budur-, Allah Teâlâ’nın askerleri
kimdir ve bu askerler kimlerdir? Allah Teâlâ’nın askerleri olan kimselerin
hükümdarı Allah Teâlâ’dır. Peki diğer orduların hükümdarı kimdir? Burada
tehlikeli ilahi sırlar vardır. Bunlar, ilahi isimlerin hükümlerinde ortaya
çıkan çatışma ve tezat konusuyla ilgilidir. Uyumlu ve zıt hüsuslar buraya
girdiği gibi melekî ruhlar da burayla ilgilidir.
Rivayete göre, günahkâr bir insan
tövbe etmeye karar vermiş. Adam, ahalisinin bütünü kötü insanlardan oluşan bir
köydendi. Başka bir köy daha vardı ki, ahalisi bütünüyle iyi kimselerden
oluşuyordu. Adam oraya göçmeye karar vermiş. Yolda eceli gelmiş. er-Rahim isminin
askerleri olan rahmet melekleri ile el-Muntakim isminin askerleri olan azap
melekleri tartışmaya koyulmuş. İki melek grubundan hangisinin onu teslim
alacağı hususunda tartışma uzayınca -ki onlar ilahi isimlerin
yardııricılarıdır-, Allah Teâlâ onlara iki köy arasındaki mesafeyi ölçmelerini
bildirmiş. Hangisine yakın ise, adam oradan sayılacaktı, iki köy arasını
ölçmüşler ve adamın iyilerin bulunduğu köye daha yakın olduğunu görmüşler.
Bunun üzerine onun mudulardan olduğuna hükmetmişler ve rahmet melekleri
kendisini teslim almış. Malumdur ki, o kişi, kalbinde tövbenin veya -nasıl
tövbe edeceğini bilmiyor isetövbe iradesinin gerçekleşmesinden sonra yürümeye
başlamıştır. Hiç kuşkusuz Allah Teâlâ bu konuda neyi biliyorsa, biliyordur.
Köyünden çıkmasıyla attığı her adım, bir hicret ve övülmüş harekettir. Bununla
birlikte hüküm, mekânın ölçülmesine göre gerçekleşmiştir. Bunun sebebi nedir
ve bu âlemdeki etkisi nedir? Hüküm verenin insanlar arasındaki hükme bir
müdahalesi var mıdır, yok mudur? Bu, ‘istiham’, yani vurmayla verilen bir
hükümdür. Bu menzille ilgili bir husus da meşru amellerin bilinmesidir.
Yükümlü kendilerini yapmazdan önce varlıkları var mıdır, yok mudur? Yoksa onlar
yükümlünün kendisi midir? Bunlar onun ameliyse, sanat -nispet hükmü
olmaksızınsanatkârı hakkında nasıl hüküm verebilir ki? Çünkü onların
sanatçıdaki hükmü, bu fiillerin onunla ilişkilendirilen iyi veya kötü övgüsüyle
sınırlıdır. Her insanrn ameli karşılığında rehin olduğu zikredilmiştir. Yükümlü
rehinin kendisiyse, rehin alan kimdir, tutulan kimdir?
Allah Teâlâ’nın yaratıklarındaki
hükmü ne kadar gariptir! Allah Teâlâ’ya yemin olsun ki, O’nu ancak Allah Teâlâ
bilebilir. Acaba mudular ve bedbahtlar bu hükme göre midir? Yoksa sadece
mudular değil, bedbahdar mı ona tahsis edilir. Allah Teâlâ’nın herhangi bir
yaratılmışın şefaati olmaksızın ateşten çıkartacağı kimseler de bu menzilden
öğrenilir. Acaba bu sınırlanamayacak şekildeki ihsan çıkartması mıdır? Yoksa
ilahi isimlerin şefaatinin bir sonucu mudur? Allah Teâlâ ‘Takva
sahipleri'Rahman’a grup grup götürülür’37 buyurdu.
Bilindiği üzere, bir şeyin nezdinde bulunan o şeye taşınamaz. Takva ve korku,
sakınılan ismin etkisinden meydana gelir. Takvanın nedeni, Şedidü'l-ikab
(cezalandırması şiddedi olan) ve esSeriü’l-hisab (sürade hesabı gören)
isimleridir ve takva sahibi böyle ilahi isimlerin hükmü ve etkisi altındadır. Allah
Teâlâ ise o insanları kıyamette er-Rahman ismine götürür ve diğer isimlerin
etkisi onlardan düşer. Durum böyleyse, ateşten çıkartmak, bir şefaat olabilir.
Böyle değilse, bu çıkartma bir ihsan ve hibe çıkartmasıdır. Herkes O’nun
kabzası içindeyken, Haktan nasıl yüz çevrildiği bu menzilden öğrenilir.
İnsanın diğer bütün canlılardan, bitkilerden, donuklardan ve meleklerden
farklılığı bu menzilden öğrenilir. Onlar, marifette yaratılmış varlıklardır.
İnsanın latifesi farklıdır, çünkü o yaratılışıyla diğer varlıklardan
farklıdır. Acaba insanda bulunan akıl, bilgileri elde etmek üzere mi vardır,
yoksa arzuyu engellemek için mi? Onun başka bir nedeni yok mudur? Sehl b.
Abdullah Tüsteri’nin sorduğu sorulardan biri budur. Başkasmm bu konuyu
zikrettiğini görmedim. Bize sadece Sehl’den aktarılmıştır.
Bu menzilin ilimleri sayıca
sınırsızdır. Bizim zikrettiklerimiz, menzilin içerdiklerine göre ana konular
gibidir. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’
ÜÇ YÜZ ON BİRİNCİ BÖLÜM
Muhammedî Mertebeden Özel-Gaybî İlk Vakitler Menzilinin Bilinmesi
Beni örtün, örtün beni, bir söz ki Güzellik bilgisinde
Rahman’ın payı
Cebrail ufukta tecelli edince
Peygamber Hira mağarasında inzivada
Nefesi ona bir nedenle geldi Kalbinin gizli
derinliklerinde
Bir tecelli etti, düşüncesinde oluşturan
Bütün bilimlerden toplam bir suret
Sîn ve Sad harfinin sırrının sureti
Gizlilik ve açıklık onun nezdinde toplandı
Ondan bir korku ortaya çıktı Onu
sakinleştirdi, alışsın diye duruma
,‘Nedir seni sıkan?’ diye sordu
Dedi ki, “benden uykuyu gideren bir
durumdur o’
Allah Teâlâ bana ikram etti om Dil
sahiplerini ikram ettiği gibi
Peygamber nebi ve seçilmiş gibi İlimlerde,
bela ve sıkıntılarda seçilmişler
Onu ne zaman hazır tutsa Kalbim onun tecellisine arzu duyar
Bunun için onu görmek beni sıkar Bu nedenle
her şeyden zahit olurum
Bilmelisin ki, bu bölümü yazarken
sevinmeme yol açan bir rüya gördüm. Uyandım ve daha önce öğrendiğim ve övünme
anlamı taşıyan bir mısraı içimden söylüyordum:
Her asırda asrı yücelten biri var
Ben diğer asırlar
için o bir’im
,
Böyle söylememin nedeni, bilebildiğim
kadarıyla günümüzde kulluk makamına benden daha çok ulaşan birini
tanımayışımdı. Öyle biri varsa, o da benim gibidir. Çünkü ben, kulluk makamının
nihayetine ulaştım. Artık saf ve kayıtsız bir kulum. Rabliğe karşı bir arzu
içimde görmüyorum. Hükümdarın kölesi bir gün düşünceli düşünceli yürürken
görülmüş, şaşkın ve içine kapanmış bir haldeydi. ‘Ne bu şaşkınlık halin de
öyle? Daha önce böyle bir halde olduğun görülmemişti’ denilince, şöyle demiş:
‘Benim gibi birine hayrete düşmek yakışır. Nasıl düşmeyeyim ki? Bir efendim
vardı ve onun kölesiydim.’ Bilmelisin ki, her bir zamanda bütün mertebelerde
gözüken bir kişinin bulunması zorunludur. Bu durum, sanat erbabı ve bütün
bilimler için de böyledir. Zaman araştırılmış olsaydı durumun söylediğimiz gibi
olduğu görülürdü. Kulluk da mertebelerden biridir. Allah Teâlâ bana bir ihsan
vermiş, onunla beni nimedendirmiştir. Ben ona bir amel nedeniyle ulaşmadım,
aksine o ilahi bir tahsistir. Allah Teâlâ’dan dileğim bu hali bizde sabit
kılması, bu hal üzereyken Allah Teâlâ’ya kavuşana kadar bizimle o makamın
arasına bir engel koymamasıdır. ‘Bununla sevininiz ki, o topladıklarınızdan
daha hayırlıdır.’
Bilmelisin ki, bu menzil, ihtisaslarla
ilgili başlangıçlar menzilidir. Başka bir ifadeyle o, her makam ve halin
başlangıç ve öncesinden ibarettir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Sizi
bilmediğiniz şeylerde yaratırız”8 Ruhlarımız dünya hayatında bize ait
olan bu özel mizaçtaki bedenlerimize iade edilseydi, ‘sizin bilmediğiniz’
demek doğru olmazdı. Çünkü Allah Teâlâ ‘Siz ilk
yaratılışı bildiniz, hatırlamaz mısınız’39 buyurdu. Başka bir ayette ‘Sizi
yarattığı gibi yeniden yaratılırsınız’40 buyurmuştur. Kastedilen ahiretteki
yaratılışın örneksiz olmada dünya yaratılışına benzemesidir. Allah Teâlâ bizi
önceden bir misal olmadan yarattığı gibi orada da bir misal olmaksızın bizi
yaratır. Şöyle denilebilir. Öyleyse ‘döndürüleceksiniz’41 ayetinin anlamı nedir? Deriz Ki:
Burada Allah Teâlâ beşeri ruhlara hitap
ederek, onların ahirette cisimleri
yönetmeye döneceklerini belirtir. Bu ruhlar dünya hayatında bu yaratılışın
kendisine göre meydana geldiği , mizaç üzeredir. Allah Teâlâ onları
kabirlerinden bu yaratılış içindeyken çıkartır. Ardından tohumun yerden
bitmesi gibi bittiklerinde, ateşten çıkartır. Bununla birlikte, o mizacı
yeniden yaratmaya güç yetirir, fakat ohü dilememiştir. Bu nedenle meşiyet
kendisine ilişerek şöyle buyurdu: ‘Sonra dilerse onu yeniden yaratır.’42 Yani üzerinde bulunduğu bu mizacı
yeniden yaratır. Aynısı olsaydı, şöyle derdi: ‘Sonra onu yeniden yaratır.’
Burada bu menzilin ilimlerinden açıklamak istediğimiz bir konuya dönelim. Bu
konu, menzilin etrafında döndüğü ana konudur. Şöyle deriz:
Alem iki tane olduğu gibi mertebe de
iki tanedir. Bununla birlikte, o ikisinin toplamından onların arasında üçüncü
bir mertebe daha meydana gelir. Birinci mertebe, gayb mertebesidir ve onun bir
âlemi vardır. Bu âleme ‘gayb âlemi’ denir. İkinci mertebe ise duyu ve şehadet
mertebesidir. Onun âlemine ise şehadet âlemi denilir. Bu âlem gözle algılanırken
gayb âlemi basiret, yani kalp gözüyle algılanır. Bunların bileşiminden meydana
gelen bir hazret ve âlem daha vardır. Bu hazret, hayal hazreti iken âlemi de
hayal âlemidir. Hayal, manaların duyulur kalıplarında çıkması demektir. Misal
olarak bilginin süt suretinde gözükmesini, dinde sebat ve direncin kayit suretinde
gözükmesini, müslümanlığın direk, imanın ip, Cebrail’in Dıhye ve bedevi
suretinde gözükmesini verebiliriz. Bunun yanı sıra Cebrail Hz. Meryem’e
yakışıklı bir erkek suretinde görünmüştür. Siyahlık^ birleşen kara ve mazinin
cisminde ortaya çıkar. Halbuki ayrı iken onlardan herhangi birinin niteliği
değildi. Bu nedenle hayal hazreti, hazret ve mertebelerin en genişidir. Çünkü
hayal âlemi, iki âlemi bir araya getirir: gayb ve şehadet âlemi. Gayb âlemi
hazretşehadeti içeremez, çünkü onda bir boşluk yoktur. Şehadet hazreti de gayb
âlemini içermez. Binaenaleyh hayalin en geniş hazret olduğunu öğrenmiş oldun.
Duyuda ve yaratılışının zihnine sağladığı verilere göre, manaları ve ruhanileri
görmüşsündür. Onlar, senin göreceğin şekilde, duyulur bedenlerde misal ve
hayal suretinde gözükür. Öyle ki, hayali suret bir etkiye konu olduğunda,
hayaldeki suret de kendiliğinde etkilenir. Sen ruhanilere ve manalara göre
hayal mertebesine daha layık olansın. Çünkü sende tahayyül gücü vardır. Bu güç Allah
Teâlâ’nın sende yarattığı güçlerdendir. Binaenaleyh böyle bir güce sahip olma
ve onda tasarrufta manadan önceliklisin. Çünkü mana, hayal gücüne sahip olmak
özelliğiyle nitelenemez. Yüce Melekler
topluluğundan olan ruhanilerin yaratılışlarında da hayal gücü yoktur. Bununla
birlikte onlar, bu hayal mertebesinde görünme ve hayali suretlerle farklılaşma
özelliğine sahiptir. Öyleyse bu mertebe gerçekte sende bulunduğu için, hayali
ve misal suretlerine girmede (ve onları bilmede) önceliklisin. Sıradan insanlar
onu bilmez ve uyuyup duyu güçleri bu mertebeye dönmedikçe o mertebeye
giremezler. Seçkinler ise, bu mertebeye ulaşmış olmalarının (tahakkuk)
etkisiyle, uyanıkken bile onu görebilirler. Bu nedenle insanın hayal
mertebesinde gayb âlemindeki tasavvuru, daha yalan ve önceliklidir. Özellikle
onun yaratılışı batını, yani ruhuyla gayb âlemine girme özeliğindedir.
Zahirinden ibaret olan bedeniyle de şehadet âlemine girebilir. Ruhani ise,
farklıdır. O, şehadet âlemine ancak hayal âleminde misal suretinde girebilir.
Böyle bir halde duyu onu uyanık ve uykudaki bir surette görebilir. İnsanın gayb
âleminde temeyyüzü, ona aittir. Çünkü insan, bu âlemde duyunun idrak edemediği
ruhu yönünden gerçek olarak farklılaşır, hayal olarak değil! O, gayb
âlemindendir. Bedeniyle ruhanileşerek gayb âleminde (oraya uygun) bedeniyle
-ki bu bedeniyle irtibadı ruhudurgözükmek isteyebilir. Öyleyse insan gayb
âleminde gözükmeye ruhaniden daha yakındır. Ruhani ise, şehadet âleminde
temessül yoluyla gözükür. Fakat bu makam, kazanılır ve kendisine ulaşılır. Bu
makama ulaşanlardan birisi, Kadibu’l-ban’dır. İnsan gayb âleminin gücünde
bulunmayan bir güce sahiptir. Çünkü insan, ruhu halamından şehadet âlemindeki
suretinden başka bir surette görünme gücüne sahiptir. Bu sayede insan
hemcinsleri olan Ademoğullarının suretlerinden dilediği birisinde
gözükebileceği gibi taşların ve hayvanların suretlerinde de gözükebilir. Bu
durum, insanlardan gerçekleşmiş bir hadisedir.
Allah Teâlâ yolunun pirlerinden -bana
göregüvenilir ve doğru sözlü birisine bu meseleyi anlatınca, bana şöyle
demişti: ‘Seni teyit etmek üzere bu konuda bir tecrübemi anlatayım: Bu makama
ulaşmış birisiyle arkadaştım. Bu konuda bilgim yoktu. Bağdat’tan Musul’a
varana kadar, hacdan dönüş yolunda arkadaşlık etmek istemiştim. Bana şöyle
dedi: ‘Benimle arkadaşlık edeceksen, ben isteyene kadar yiyecek ve içecek
herhangi bir konuda bana sıkıntı çıkartma.’ Bu konuda kendisine söz verdim.
Benden yaşlıydı. Kendisini bineğe bindi, ben de bana bir ihtiyacı olur (diye)
yalan yürüyordum. İshal oldu, zayıf düştü. Bu dürüm bana ağır geldi. O ise,
hastalığın kendisini zayıf düşürüp ayakta duramayacak Hakk getirmesine rağmen
ishalini giderecek bir tedaviyi kabul etmiyordu. ‘Efendim! Müsaade edin, şu
hastaneden ishalinizi düzeltecek bir ilaç alayım.’ Tepki gösterir gibi bana
baktı ve şöyle dedi: ‘Şartım geçerli.’ Ben de sustum. Durumu ağırlaştı. Ben de
artık susamadım. Geceleyin bineğinden indiğinde, meşaleler yakılmıştı. Hastane
sahibi siyah bir köleydi. Adamlar ve hastalar önünde duruyor, hastalıklarına ve
sıkıntılarına göre kendisinden ilaç istiyordu. Ben de kendisine şöyle dedim:
‘Efendim! Kalbimi rahatlat ve bu adamdan sana ilaç getirmemi isteyerek beni
sıkıntıdan kurtar.’ Tebessüm etti ve bana şöyle dedi: ‘Peki git!’ Adamın yanma
gittim. Beni tanımıyordu ve ben de adamın saygı duymasını gerektirecek bir
durumda ve halde değildim. Ona doğru yürürken, beni reddeder veya meşguliyeti
nedeniyle geri çevirir diye endişeliydim. İnsanların arasından geçerek, başında
dikildim. Gözlerini bana diktiğinde ayağa kalktı. Beni oturttu, mutlu ve memnun
bir halde sıcak bir şekilde ‘Merhaba’ diyerek şöyle dedi: ‘Ne istiyorsun?’ Ben
de şeyhin durumunu ve hastalığını söyledim. Olabilecek en olgun bir şekilde
görevliden ilaç istedi ve bana şöyle dedi: ‘Zahmete girmişsin, bana birini
gönderseydin ya?’ Kalktım ve çadırdan çıktım, o da beni uğurlamaya geldi.
Önümde meşaleler yanıyordu. Birkaç adım benimle yürüdükten sonra vedalaştık.
Meşalelerin önüme tutulmasını emretti. Ben ise, bu durumun şeyhe ağır
gelmesinden korkarak ‘gerek yok’ edim. Meşaleyi tutan adam geri döndü.
Geldiğimde şeyhi bıraktığim hal üzere buldum. TSIe yaptın?’ diye sorunca, ben
de ‘Birbirimizi tanımadığımız halde senin bereketinle bana ikramda bulundu’
dedim ve başımdan geçenleri şeyhe ayrıntılı bir şekilde anlattım. Şeyh bana
tebessümle şöyle dedi: ‘Hamid! Hizmetçinin sana sunduğunu sana ikram eden bendim.
Hastalığım nedeniyle hakkımda endişelendiğini görüyordum. İstedim Ki, için
rahatlasın ve bu nedenle ona gitmene izin verdim. Ben de diğer insanlara yaptığı
gibi seni hafife alıp kovmasından endişelendim. Öyle yapsaydı, kırık bir
gönülle geri dönerdin. Bu nedenle bedenimden soyutlandım ve senin için o adamın
suretine girdim ve sana ikramda bulundum, sana saygı gösterdim ve ayrılıncaya
kadar tanık olduğun işleri yaptım. Bale! ilacını kullanmayacağım.’ Bunun
üzerine sustum kaldım. Bana şöyle dedi: ‘Meraklanma! Adama bir daha git ve ne
yapacağım gör.’ Adamın yanma vardım, selam verdim, selamımı almadı ve beni
kovdu. Ben de şaşkın bir halde geri döndüm. Şeyhe geldim ve başımdan geçenleri
anlattım. O da bana ‘Sana ne demiştim?’ diye sordu. Ben de şöyle dedim: ‘Nasıl
oldu da zenci bir köle haline geldin?’ Şeyh şöyle cevap verdi: ‘Gördüğün gibi.’
Adamların böyle hikâyeleri çoktur.
Bu hal simya ilmine benzer, fakat o
değildir. Bu konuda bizim (yaptığımız) ile simya bilginleri arasında fark
vardır. Şöyle ki: Simyayı yediğinde, yemiş olursun, fakat tokluk hissetmezsin.
Bu bilgiden elde ettiğin şey ise senin teorik gücündedir. Sonra onu arar ve
bulamazsın. Simya ilminin sahibi sana gösterdiğinde, bir hamama girersin, sonra
kendine dönersin, bir hakikatini göremezsin. Aksine simya yoluyla gördüğün her
şey, uyuyanın gördüğü rüyaya benzer. Uyandığında, gördüklerinden bir şey geri
kalmaz. Simya ilmini bilen insanın senin hayalinde isimlerin veya harflerin
veya felektiratın özellikleri nedeniyle bir etkisi ve hükümranlığın vardır. Bu
bağlamda simyanın çeşitli tarzları vardır ki, en kesifi, felaktir, en latifi
ise bakanın gözünün duyudan çekip alarak onu hayaline yönlendiren bir söz
söylemektir. Bu durumda İçişi, uyanık olduğu halde uyuyanın gördüğü rüyayı
görür. Bizim sözünü ettiğimiz makam ise öyle değildir. Çünkü sen, onu ‘yersen,
doyarsın.’ O makamda altın veya elbise veya herhangi bir şeyi tutarsan,
bulunduğu hal üzere, seninle kalır ve başkalaşmaz. Bu makamı kendimiz gördük.
Hz. İsa’nın ruhaniyetiyle birlikte olan sülulcumuzun başlangıcında, zevk olarak
onu öğrendik. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘visal’ orucunu tutmayı
yasaklamıştı. ‘Sen tutuyorsun ama’ denildiğinde, ‘Ben sizin gibi değilim, ben
gecelerim ve biri beni doyurur ve içirir5 demiştir. Başka bir
rivayette ‘Rabbim beni doyurur ve içirir’ demiştir. Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem’in hitap ettiği o topluluk içinde o esnada bu makama eren
yoktu. Binaenaleyh Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Ben insanlar gibi
değilim’ demedi. Bu makamda Peygamber ‘yediğinde doymuş’ ve mutat bir güce
sahip olarak visal orucu tutabilmiştir.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in
sözünü ettiği yemek yeme hayal mertebesinde gerçekleşmişti, duyu mertebesinde
değildi. Bu nedenle visal orucu tutması geçerli olmuştur. Cebrail’in duyuda
tanınan bir adam suretinde ortaya çıktığını gördük. Misal olarak Dıhye
suretinde görünmesini verebiliriz. Bazen de tanınmayan bir adam suretinde
görünmüştü. Halbuki Cebrail’in gayb âleminde melekler arasında meleklerden
başka bir surette göründüğü bize aktarılmamıştır. Başka bir ifadeyle Cebrail,
gayb âleminde ve melekler arasında Mikail veya İsrafil suretinde gözükmemiştir.
Bu nedenle Allah Teâlâ (onlardan aktarırken) ‘Her
birimizin belli bir makamı vardır?3 buyurdu. İnsanlar
arasında başka birinin suretine girme gücüne sahip kimseleri gördük. Zeyd söz
gelişi Amr’ın suretinde gözükür. Melek ise, gayb âleminde bu özelliğe, sahip
değildir. İnsan beşer suretinde ortaya çıktığı gibi melekler nezdinde de
herhangi bir meleğin suretiyle gözükebilir. Daha garibi de vardır! Bu yol
ehlinden bir âşık, bir şeyhin huzuruna girmiş. Şeyh muhabbet ve sevgi hakkında
konuşmaya başladığında, oradakiler, aşığın gözle görülecek şekilde erimeye
başladığını görmüş. Bunun nedeni, şeyhin huzurunda aşığın sözlerinden
etkilenmesiydi. En sonunda âşık suya dönüşmüştü. İnsanlar şeyhin huzuruna
girerek, ‘Âşık nerededir, onun çıktığını görmedik?’ dediklerinde, şeyh şöyle
demiş: ‘Önümdeki su, o âşıktır.’ Şeyhin önünde hasır üstündeki bir miktar suyu
görmüşler. İnsanın kendisinden yaratıldığı aslına nasıl döndüğüne balanız!
Keşke hileydim, nerede o parçalar!
Bilmelisin ki, bu yolda insana
kendisiyle ahiret yaratılışında olduğu gibi -Ki orada dilediği her surette
gözükebilirdünya yaratılışıyla görünebildiği bir güç verilmiştir. Ahiret
hayatında dilediği her surette gözükebilmesi, onun dünya suretindeki aslında
bu ilkenin bulunmasından kaynaklanır. Fakat hiç kimse bu ilkenin ve asim
bilgisine ulaşmayı beceremez. Bu durum ‘Seni
yaratan, düzenleyen ve itidale kavuşturan’44 ayetinde dile getirilmiştir. Kast
edilen, görünen yapı ve bedendir. Sonra şöyle demiştir: ‘Dilediği
bir surette seni terkip eder.’45 Yani düzenlenmiş ve itidale
kavuşturulmuş yapı, bütün suretleri kabul eder. Allah Teâlâ da onu dilediği
herhangi bir surette ortaya çıkartır. Allah Teâlâ bize bu yaratılışın herhangi
bir sureti kabul özelliğinde olduğunu bildirmiştir. ‘Sonra
onu başka bir şekilde yaratırız,46 ayeti de böyle değerlendirilmelidir.
Bu ise, insanın görünen suretinin tesviyesinin tamamlanmasından sonra gerçekleşir.
Böylece onun adma gücünde ve terkibinde kendisini kabul edebileceği bir suret
belirlemiştir. İnsan ilahi keşif yoluyla suretleri kabul edebilecek bir
hakikate ve ilkeye sahip olduğunu bilirse, bu durumda gerçeği öğrenmeye
ulaşmasını sağlayacak hali elde etmek üzere çalışır. Ardından insana bu konuda
bir suret açıldığında, şehadet âleminde şehadet âleminin suretlerinden
bilmediği birinde gözükür. Gayb ve melekût âleminde de dilediği bir surette
gözükebilir. Şu var ki bizimle' gayb âlemi arasında fark vardır, şöyle ki:
insan ruhanileşerek gayb âleminde ruhaniler için gözüktüğünde, onlar insanı
ruhanileşmiş bir cisim olarak tanır. Şehadet âleminde insanlar meleği bedene
giren bir ruh olarak gördüklerinde, kendisini tanıyana kadar onun ruh olduğunu
bilmezler. Nitekim Cebrail elbisesi bembeyaz saçları simsiyah bir adam
suretine girdiğinde, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem böyle demişti. Ravi
şöyle aktarır: ‘Aramızdan kimse onu tanımamıştı. Sonra gelip peygamberin yanına
oturdu. Dizlerini dizlerine dayadı, avuçlarını dizlerinin üzerine koydu. Sonra Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve selleme İslam, iman, ihsan ve kıyamet, kıyametin alametlerini
sordu. Sorusunu bitirdiğinde ayrılmak üzere kalktı. Ortadan kaybolunca Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem sahabesine ‘Bu adam kimdir, biliyor musunuz?’ diye
sormuş. Başka bir rivayette ise ‘Adamı geri döndürün’ demiş. Sahabe kendisini
aramış, fakat bumlamamış. Bunun üzerine Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
“Cebrail idi, insanlara dinlerini öğretmek amacıyla gelmişti.’
Bazı insanlar, hariçten başka bir
insanın suretinde veya gözüktüğü suretin cinsinden birisinde bedenlenen
ruhaniyi tanır, fakat her birisi onu tanımaz. İnsanlar, manevi-ruhani suret ile
dahilden veya hariçten temessül eden sureti bir takım alamederle ayırt eder.
Ben de o alamederi öğrendim ve hakkıyla bildim. Artık ben, içten veya dıştan
bir ruhani bir bedenle bedenlendiğinde kendisini tanırım. Sıradan insanlar ise
onu tanımaz. Melekler, ruhanileşip içlerinden birisinin suretinde gözüken veya
daha önce benzerini görmediklerini bir surette gördülderinde insanı tanırlar.
Bu özellikleriyle melekler, insanların genelinden üstündür. Fakat kendi
âlemlerinde bu makama ulaştığımızda, hemcinslerimizin suretinde gözüktüğümüz
gibi hemcinslerinin suretinde gözükemedikleri için eksiktirler. Alim ve Hakim
olan, eşyayı takdir eden, onlara güç yetiren Allah Teâlâ münezzehtir. Alim ve
Kadirden başka ilah yoktur.
Bilmelisin ki, bu meselede zikrettiğim
hususun esası, ilahi tecellideki ilahi bilgidir. Bu durum, gayb ve şehadet
âleminde ortaya çıkar. Çünkü bütün âlem, yani insan suretiyle melek ise
kuvvetiyle farklı suretlerde gerçekleşen tecelli makamının suretinde bulunur.
Başkalaşmanın gerçekleştiği suretlerin hakikatlerini, gerçekte, dilediği
herhangi bir surette başkalaşma özelliğine sahip olandan -o suretlerle
gözükmese bilebaşkası bilemez. Bu makam, mutlak kula aittir. Kulluk makamı,
ona Efendisinin niteliklerinden birisine benzeme imkânı vermez. Kulluk makamına
tam olarak ulaşınca (bu makamın gücüyle), fani olur, unutur ve suretlerde
başkalaşma özelliğinin bilgisini yitirir ve başkalaşmayı Efendisinin makamına
teslim olarakkendinden bilmez. Çünkü Allah Teâlâ kendisini öyle nitelemiştir.
Bu ilahi ilke olmasa ve bu durum Hakka özgü olmasaydı -ki o gerçekte bu hal
üzeredir-, âlemde böyle bir gerçeğin bulunması geçerli olmazdı. Çünkü âlemde
ilahi hakikate dayanmayan herhangi bir şey yoktur. Her şey gerçekte o hakikate
göredir. Böyle olmasaydı, varlıkta Allah Teâlâ’nın bilgisinin dışında bulunan
şeyler olurdu. Çünkü Allah Teâlâ eşyayı kendisini bilmesinden bilir. O’nun
kendisi ise, bilgisidir. Biz O’nun bilgisinde Heba’daki suretler
mesabesindeyiz.
Genç adam! Kim olduğunu bilseydin,
O’nun kim olduğunu bilirdin. Çünkü Allah Teâlâ’yı sadece ‘kendini bilen
bilir.’ ‘Kendini bilen, rabbini bilir.’ Öyleyse Hakk seni kendinden bilmiş,
sana kendisini ancak kendinden bilebileceğini öğretmiştir. Bu anlamı iyice
kavrayan kimse, söylediğimizi ve ima ettiğimizi kavrar.
Kıyamet gününde gerçekleşen tecelliyi
anlatan hadise gelirsek, Allah Teâlâ izin verirse es-Sahih’te yer aldığı
haliyle onu zikredeceğiz. Müslim Ebu Said el-Hudri’den şöyle aktarır: ‘Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem zamanında insanlar şöyle demiş: Ey Allah Teâlâ’nın
peygamberi! Kıyamette Rabbimizi görebilecek miyiz?’ Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem şöyle demiş: ‘Öğlen vakti güneşi görürken sıkıntı çeker misiniz?
Açık havada bulut yok iken dolunayı görmede bir sıkıntı çeker misiniz?’
İnsanlar ‘hayır’ diye cevap vermişler. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
‘İşte Allah Teâlâ’yı kıyamette o ikisini (ay ve güneş) sıkıntı çekmeden
görebildiğiniz gibi göreceksiniz.’ Sonra şöyle devam etmiştir: ‘Kıyamet
geldiğinde, birisi nida eder ki her ümmet ibadet ettiğine uysun. Allah
Teâlâ’nın dışında, putlara, dikili taşlara tapan herkes, cehenneme yuvarlanır.
Sadece Allah Teâlâ’ya ibadet eden iyiler ve günahkârlar -ki Ehl-i kitap kast
edilirkalınca şöyle der. Yahudiler çağrılır ve onlara şöyle denilir: Neye
ibadet etmektesiniz? Onlar ‘Üzeyr’e ibadet ediyorduk ve onun Allah Teâlâ’nın
oğlu olduğunu söylüyorduk’ derler. Bunun üzerine kendilerine ‘Yalan söylediniz,
Allah Teâlâ bir eş veya çocuk edinmedi. Ne istiyorsunuz?’ denilir. Onlar şöyle
karşılık verir: ‘Rabbimiz! Susadık, bize su ver. Onlara işaret edilir ve
‘döndürülmediniz mi?’ denilir. Hepsi cehenneme sevk edilir. Sonra Hıristiyanlar
çağrılır. Onlara ‘Neye ibadet etmektesiniz?’ diye sorulur. Hıristiyanlar
‘Mesih’e ibadet ediyorduk, onun Allah Teâlâ’nın oğlu olduğunu söyledik’
derler. Onlara ‘Yalan söylüyorsunuz, Allah Teâlâ bir eş veya çocuk
edinmemiştir’ denilir. Sonra şöyle denilir. ‘Ne istiyorsunuz?’ Onlar da
‘Susadık, su ver bize Ya Rab’ derler. Onlara işaretle gelin denir ve cehenneme
sevk edilir. Geride Allah Teâlâ’ya ibadet eden iyi ve günahkârlar kalır.
Âlemlerin Rabbi onların kendisinde Hakkı gördükleri en düşük surette tecelli
ederek şöyle der: TSfe bekliyorsunuz? Her ümmet ibadet ettiğine uysun.’ Onlar
karşılık verir: ‘Rabbimiz! Biz dünyada insanlardan ayrıldık, onlara
katılmadık.’ Allah Teâlâ kendilerine şöyle der: ‘Ben sizin Rabbinizim.’ Onlar
‘Senden Allah Teâlâ’ya sığınırız ve Allah Teâlâ’ya hiçbir şeyi ortak koymayız.’
Bu sözü iki veya üç kere söylerler. En sonunda bir kısmı geriye dönmeye
hazırlanırken, Allah Teâlâ şöyle der: ‘Sizin ile Rabbiniz arasında kendisini
tanımanızı sağlayan bir alamet var mıdır?’ Onlar da ‘Evet, vardır’ derler. Allah
Teâlâ ‘Peki onu gösterin’ der. Bu durumda kendiliğinden Allah Teâlâ’ya secde
eden herkese Allah Teâlâ’ya secde etme izni verilir. Korkarak ve riyakârca Allah
Teâlâ’ya secde edenlerin sırtına Allah Teâlâ bir zırh geçirir. Secde etmek
istediklerinde, sırtüstü yere düşerler. Sonra başlarını kaldırırlar. İlk kez
onu gördükleri suretten başka bir surete geçtiğini görürler. Allah Teâlâ şöyle
der: ‘Ben sizin Rabbinizim.’ Onlar da ‘Evet’ der. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem şöyle devam eder: ‘Cehennem üzerine köprü kurulur ve şefaat helal
olur.’ Hadis devam eder. >
Şimdi bu menzilin içerdiği ilimleri
zikredelim: Bunlardan birisi, elKayyum isminin ilmidir. Arkadaşlarımız bu
isimle alıl aklanılıp ahlaklamlamayacağı hususunda görüş ayrılığına düşmüştür.
Ebu Abdullah Cüneyd el-Kabarfiki -ki Endülüs’te bu yolun büyüklerindendi ve
Mutezilî idibu şeyhin bu isimle ahlaklanmayı reddettiğini duydum. Bu konuda
Vende’nin mahallelerinden birisi olan Kabarfık’te arkadaşlarının bulunduğu
yerde defalarca kendisiyle tartıştık. En sonunda, bizim görüşümüz olan diğer
isimler gibi, el-Kayyum ismiyle ahlaklanılabileceği görüşüne dönmüştür. Gayb
âleminin yaratılışı, miktarlarının bilgisi, Allah Teâlâ’nın kelamının
ardışıklıkla nitelenmesi, ruhların tenezzülü, ruhların kendisine indiği
kimsenin hissettiği ağırlık ve daralma, bu menzilden öğrenilir.
Bir dönem yalnız başıma kabirlere
çekilirdim. Şeyhimiz Yusuf b. Yahlef el-Kümî’nin şöyle dediği bana ulaştı:
Adımı vererek ‘Falanca dirilerle sohbeti bırakarak, ölülerin meclisine gitmiş.’
Ben de ‘Benimle gelseydin kiminle oturup kalktığımı görürdün’ diye haber
gönderdim. Şeyh kuşluk namazını kıldı ve yalnız başına bana geldi. Beni
mezarların arasında ayakta buldu. Beraber olduğum ruhlardan birisiyle konuşuyordum.
O da edeple ve usulca-yanıma oturdu. Kendisine baktım, rengi değişmişti.
Nefesinin daraldığını gördüm. Şeyh üzerine inen ağırlık nedeniyle başını
kaldıramıyordu adeta. Ben de kendisine bakıyor ve buyandan da gülümsüyordum. O
ise, içinde bulunduğu sıkıntı nedeniyle, tebessüm edemedi. Konuşmayı bitirip
varid geldiğinde, şeyhin ağırlığı hafifledi, rahatladı, yüzünü bana çevirdi ve
alnımı öptü. Şöyle dedim: ‘Ustad! Kim ölülerle oturup kalkıyormuş? Ben mi sen
mi?’ Bunun üzerine ‘VAllah Teâlâi, ben ölülerle oturup kalkıyor muşum?’ dedi. Allah
Teâlâ’ya yemin olsun ki, bu halin bende sürmesini isterdim.’ Sustu, yanımdan
ayrıldı ve beni yalnız bıraktı. Şeyh şöyle derdi: ‘İnsanlardan ayrılmak isteyen
kimse, falan gibi ayrılsın.’
Bu menzilde gayb âleminin
istikametinin bilgisi, onun muhalefetten korunması, gayb âleminin bütünüyle
uyum âlemi olduğunun bilgisi vardır. Bunun yanı sıra beşeri güçlerin hangi
anlamda kullanıldığı, farklı oldukları hususlar bu menzilden öğrenilir. Bir
hakikât onları birleştirirken diğerinden dolayı ayrışırlar. Zikreden herkese
zikri veren isimlerin bilgisi, o isimlerin mertebesi ve etkileri bu menzilden
öğrenildiği gibi Hakk ile yalnızlaşmak, insanı buna çağıran şeyin ne olduğu,
topluluk1 içinde yalnız kalmanın geçerli olup olmadığı, zahiri ve
batınıyla insanın bütünüyle yalnız kalabileceği, bu menzilden öğrenilir.
Rablik mertebesinden olan yön isimlerinin bilgisi, bu menzilden öğrenilir. Bütün
mertebelerin tevhidinin bilgisi, mülkün mülkünün bilgisi bu menzilden
öğrenilir. Son bilgi, yaratıkların Hakkı yönlendirmesi demektir ki, çetin bir
makamdır. Cinsin çocuklarını terkte siyaset bilgisi, bu menzilden örenilir.
Tevhidin, risaletin, peygamberliğin nereden gönderildiği ve kirrie
gönderildiği, bununla ilgili insani nitelikler, peygamberin gönderilenlerle
ilişkisi bu menzilden öğrenilir. Özellikteki (ortaklık) nedeniyle, küçüklerin
büyüklere katılmasını sağlayan mertebe, buradan öğrenilir. Bu bilgi zamanın
dürülmesinin bilgisidir. Söz gelişi bin yıllık zaman Rabbin günlerinden bir gün
içinde dürülür. Ya da bize göre elli bin senelik zaman, Zi’l-mearic’in
günlerinden bir günde dürülür. Bu, onun âleminde göz açıp kapatmalık bir
zamandır. Ya da bu dürülme, üç yüz altmış günlük zamanın güneş günlerinden bir
güne sığdırılmasına benzer. Harekedi ve sabit yıldızlardan her birinin zaman
günlerinden belirlenmiş günleri vardır. Onların genişlikleri ölçüşünce bu
günler hesaplanır. Bu bilgi de bu menzile ait bilgilerdendir. Kul için iradenin
hangi mertebeden kabııl edildiği, bu menzilden öğrenilir. Kulun hangi ilahi isme
baktığı, bu menzilden öğrenilir. İnsanın gayb âlemine girerken ve çıkarken
başkalaşması, bu menzilden öğrenilir. Miktar ve ölçüler, ölçü ve terazilerin
verdiği şeyler, bu menzilden öğrenilir. Çünkü aklın ölçüye göre verildiği ve
amellerin teraziye göre olduğu söylenir. Aleme karşı yumuşak davranmak, bu
özellikle ahlaklanmak, ilahi isimlerde bunun karşılığı, bu menzilden
öğrenilir. Alemin idraki mümkün olmayan şeyi idrakten acizliği, bu menzilden
öğrenilir. Bu sayede kul farklılaşır ve değerini öğrenir. Sefer, yolcu ve yol
bu menzilden öğrenilir. Kendisinden dolayı yolculuk yapılan şey, bu menzilden
öğrenilir. Acaba o ihsandan mı meydana gelir, başka bir şeyden mi? Acaba kazanılmış
bilgi ihsandan mıdır? Her ikisi de ihsandan gerçekleşmişse, iki bilgi
arasındaki fark neye göre gerçekleşir? Amellerin suretlerini meydana getirmek
bu menzilden öğrenilir. Hakkın borç alması ve bunun neye dayandığı, bu
menzilden öğrenilir. Bir grubun Haldcın borç istemesini yanlış anlayarak ‘Allah
Teâlâ fakir, biz zenginiz'47 demelerinin nedeni buradan öğrenilir.
Halbuki Allah Teâlâ onlara şöyle demişti: ‘Allah
Teâlâ’ya iyi borç verin.548 Bunun üzerine
onlar şöyle demiştir: ‘Muhammed’in Rabbi bizden borç istemiştir.’ Örtme ve
ihtisas, bu menzilden öğrenilir. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola
ulaştırır.’
ÜÇ YÜZ ON İKİNCİ BÖLÜM
Vahyin Velilerin Kalplerine İnişinin Keyfiyeti; Onların Bu Konuda Şeytanlardan Korunmasının
Muhammedi Mertebeden Bilinmesi
De ki insanı alaktan yaratana Onu alakın bağlarına bağlamışsın
De ki insanı alaktan yaratana Onu bir tarz üzere
topladın
De ki insanı alaktan yaratana Hakikat
delil ile boyun arasında parladı
De ki insanı alaktan yaratana Tevhit
sorumluluğunu boynuma yükledin
De ki insanı alaktan yaratana İsimlerle nasıl ahlaklanılır ki?
De ki insanı alaktan yaratana Beni perdeleme sakın, bu
son arzum!
De ki insanı alaktan yaratana Bilgi
insanların terlemesiyle elde edilir
De ki insanı alaktan yaratana Bana işin gayrette olduğunu
bildirdin
Kirpiklerin sınırlamadığı bir gözüm
var Göz çeperiyle sınırlı gözüm var
De ki insanı alaktan yaratana Alemin varlığını tabaka tabaka
yaptın
Fakat gerçeği kendi yönümden görünce
Tabaka tabaka gördüğüm varlık
karanlıkta sınırlı kaldı
Bunun için şevk ve sıkıntılı görürsün
Onun dışını müşahede ederken
Hakikatleri seherlerde
Hepsi sınırlılık mertebesinde bulunur
Bir kandil gelse ona> güç
yetiremez Beladan belaya döner durur
Ateşin alevleri onu sıkar
Aşk sıkıntıyı
artırır -
Aşk sözü sarmaşıktan türetilmiş ,
Onda kendi cinsinde üst, aşağı gibi
Bağ ayakta, zincir boyunda, ruhu
yönettiği beden tutar Bedeni farkların uyumu tutar
‘Farkların uyumu’ derken, cismi
oluşturan doğaların bir araya gelişini kastetmekteyim.
Bilmelisin ki, bilinenler -dördüncüsü
olmayanüç kısımdır. Birincisi sınırlanmayan mutlak varlıktır. O Allah
Teâlâ’nın varlığı ve kendisi nedeniyle varlığı zorunlu olandır. İkincisi,
mutlak yokluktur. Mutlak yokluk, kendisi nedeniyle yok olup hiç bir şekilde
sınırlanamayandır. Bu anlamıyla yokluk imkânsızdır ve mutlak varlığın
mukabilidir. Böylelikle ikisi eşidenmiştir. Öyle ki, nitelenmiş olsalardı,
haklarında aynı hüküm verilirdi. İki karşıt şey arasında bir ayırıcı vardır.
Bu sayede birisi ötekinden farklılaşır ve ayırıcı birinin otelcinin
niteliğiyle nitelenmesini engeller. Mutlak varlık ile yokluk arasında bir
ayrıcı bulunmalıdır. Terazi onun üzerinde hüküm verseydi, miktarında bir artış
ve eksildik olmaksızın, birbirlerine denk gelirlerdi. İşte o, en yüce
berzahtır. Başka bir ifadeyle o, berzahlar berzahıdır. O berzahın bir yönü
varlığa bir yönü yokluğa bakar. O halde iki bilinenden her birisinin karşısında
özü gereği bulunur. Bu ise üçüncü bilinendir ve bütün mümkünler bu kısımdadır.
Mümkünler, sonsuzdur. Diğer iki bilinenden her birisi de sonsuzdur. Onların bu
berzahta mutlak -varlığın kendilerine bakması yönündensabit hakikatleri vardır
ve bu yönden onlara ‘şey5 adı verilir. ‘Hakk onu
var etmek istediğinde, kendisine ol der, o da olur:49 Mümkünün saf yokluğa baktığı yönden
ise bir varlığı yoktur. Bu nedenle ona ol denilir. ‘Öl’, bir varlık edatıdır.
Mümkün var olsaydı, kendisine ‘ol’ denilip olmazdı. Mümkünler berzahta
oldukları ve olacakları hal üzere bulunur. Başka bir ifadeyle, var olduklarında
nitelenecekleri hal, araz ve nitelik ve oluşlarla bulunurlar. İşte bu sonsuz
âlemdir ve kendisinde biteceği bir sınırı yoktur. Bu âlem, Adem’in toprağının
kalıntısından yaratılan yeri, bakan insanın karşısındaki parlak bir cisimde
suretlerin bulunmasına benzer bir şekilde doldurur ki, sürekli bir akıştır o.
Mümkünlerin varlığı bu berzahtan olduğu gibi Hakkın var olmazdan önce eşyayı
görmesi bu âlemle ilgilidir. Hayal ve tahayyül sahibi her insan herhangi bir
şeyi tahayyül ederken, farkında değil iken, o berzaha bakar. Bu mümkün varlıklar
-ki onları Hakk var etmiştirberzahın içerdiği a’yan-ı sabite karşısında
cisimler için gölge konumundadır. Hatta onlar, gerçek gölgelerdir ve Hakkın
secde etmekle nitelediği şeylerdir. Bununla birlikte onların varlıkları secde
eder. Öyleyse bu varlıklar var olmazdan önce sürekli Allah Teâlâ’ya secde
halindedirler. Gölgeleri var olduğunda ise, onlar da Allah Teâlâ’ya secde edici
olarak var olurlar, çünkü kendilerinden var oldukları hakikatleri secde
etmektedir. Misal olarak gök, yer, güneş, ay, yıldız, dağlar, ağaç, hayvan ve
bütün varlıkları zikredebiliriz. Sonra bu sabit varlıklardan meydana gelen
gölgelerin -gölge cisimler olarak meydana gelişleri bakımındangölgeleri vardır.
Bu gölgeleri Hakk, onlar adına kendilerinin nereden ortaya çıktığının
öğrenmelerinin delilleri yapmıştır. Sonra onlar ışığın yönelmesiyle birlikte,
uzayarak kendisinden ortaya çıktıkları cismin boyundan algılanamayacak
derecede boyları uzar. Bununla birlikte yine de o cisme nispet edilirler. Bu
durum, berzahtaki sabit hakikatin -ki gölgeler ondan meydana gelirdaha önce
söylediğimiz gibi berzah mertebesinde nihayetsiz oldukları hakkındaki bir
uyarıdır. Söz konusu berzah, mutlak varlık ile mutlak yokluk arasında ayırıcıdır.
Sen ise bu iki gölge arasında miktar sahibi bir varlık olarak bulunursun.
Öyleyse sen, miktarı olmayan bir mertebeden var oldun ve senden miktarı olmayan
bir gölge çıkmıştır. Gölgenin uzaması* berzah mertebesini talep eder ve bu
berzah mertebesi ise en-Nur isminden mutlak varlığın gölgesidir. Bu isim, onun
varlığına verilir ve bu nedenle onu ‘gölge’ diye isimlendirdik. Dıştaki
varlıklar, o gölgenin gölgesidir.' Duyulur gölgeler işe, duyudaki varlıkların
gölgeleridir. Gölge sabit değildir ve kaybolma özelliğindedir. Bu nedenle
mümkünler var olsalar bile, yokluk hükmünde oldukları için ‘gölgeler’ diye
isimlendirilmişlerdir. Bunun amacı, onlar ile varlıkta mutlak kalıcılık
özelliğine sahip olanı ayırt etmektir. O ise, varlığı zorunlu olandır.
Kendilerine gölge demek suretiyle mümkünler, mutlak olarak yoklukta kalandan
da ayırt edilirler ki, o da imkânsızdır. İşte bu sayede mertebeler ayrışır. O
halde var olanların hakikatleri ortaya çıktığında, bu berzahta zuhur ederler.
Çünkü onların kendisine çıkacağı bir mertebe yoktur ve burada varlık halini
kazanırlar. Onlarda varlıktan meydana gelen şey sonlu iken (kazandıkları
varlık sonludur) yaratma sonsuzdur. Öyleyse her mevcut suret, sabit bir
hakikate sahiptir ve varlık onun üzerindeki elbise gibidir.
Allah Teâlâ bir velisine bir şeyi
ilham etmek istediğinde, o özel velinin hakikatinden ibaret olan ayn-ı sabite
için söz konusu emrin suretinde tecelli eder. Veli bu tecelliden -salt
müşahede yoluylaHakkın bildirmek istediklerini öğrenir ve daha önce bilmediği
şeylerin bilgisini bulur. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem de (sırtına)
vurulduğunda veya süt içtiğinde aynı hali yaşardı. Velilerin bir kısmı bunu
hissederken, bir kısmı onu fark etmez. Fark etmeyenler şöyle der: Düşüncemde
bir şeyin şöyle böyle gerçekleştiğini gördüm.’ Söylediği, dediği gibi
gerçekleşir. Bu makamı bilen insan, velinin hangi makamdan konuştuğunu anlar ki,
söz konusu İçişi, makamı bilmeyenden kâmildir. Bu, şeytanlardan korunma mertebesidir
ve böyle bir ilham, saflığını bozacak bir şeyin katışmadığı saf ilhamdır
(vahiy). Berzahın durumundan kuşkuya düşersen, -Allah Teâlâ ehlinden isenşu
ayete bakmalısın: ‘İki deniz birbirine kavuşur,
aralarında berzah var, birbirine ulaşmazlar.’50
Yani berzah olmasaydı, biri ötekinden ayrılamazdı ve iş belirsizleşir,
hakikatler başkalaşırdı. Öyleyse karşıt her iki şey arasında onların birbirine
kavuşmasını, yani farklılaşmalarını sağlayarak birinin
otelcinin niteliğiyle nitelenmesini engelleyen bir engel bulunmalıdır. Bu,
sadece Allah Teâlâ’nın rahmetiyle ulaşılan cennete girme yeridir. Bu nedenle
onun bir ameli olamaz ve oraya girme halidir bu. Oraya girmiş olmakla veya
dışında kalmakla nitelenmezsin. Söz konusu ayırıcı, cennetin dışında kalan ile
içine gireni ayıran mevhum bir çizgidir. Başka bir ifadeyle o, varlık ile
yokluğu ayıran ve ne mevcut ne madum olan duruma benzer. Varlığa nispet
edersen, sabit olduğu için, kendisinden bir koku duymuş olursun; yolduğa nispet
edersen yine haklısın, çünkü onun varlığı yoktur. Eşarilere hayret! Yolduğu
halinde madumun şeyliğini iddia edene nasıl karşı 'çıkarlar? Madumun sabit bir
hakikati vardır ve sonra bu ayn’a varlık ilişir. Kendisi ise, halleri sabit
kılar. Ne var ki halleri inkâr eden kimse, bunu kabul edemez.
Mümkün varlık ile yokluk arasında
bulunan berzah, sabitliğin mümküne nispetinin nedenidir. Bununla birlikte
yokluk da kendisine nispet edilir. Yokluk, özü gereği iki durum nedeniyle onun
karşılığındadir. Şöyle ki: Mutlak yokluk mutlak varlığın karşısında bir
aynadır. Varlık aynada kendi suretini görür. Bu durumda o suret, mümkünün
kendisidir. Bu nedenle mümkünün sabit aynı ve yokluk halinde şeyliği vardır ve mutlak
varlığın suretine göre ortaya çıkmıştır. Bu nedenle sonluluğun yokluğuyla
(sonsuzluk) nitelenmiş ve kendisine ‘sonsuz’ denilmiştir. Mutlak varlık da mutlak
yokluk için aynadır. Mutlak yokluk Hakkın aynasında kendisini görmüş, gördüğü
suret onun sureti olmuştur. Aynada gördüğü suret, mümkünün kendisiyle
nitelendiği yokluğun kendisidir. O ise sonsuzluk ile nitelenendir. Nitekim mutlak
yokluk da sonsuzdu. Bu durumda mümkün, ‘madum’ olmak özelliğiyle nitelenmiştir.
Öyleyse mümkün, aynaya bakan insan ile ayna arasında gözüken surete benzer. Ne
görendir ne ondan başkadır! Mümkün sübutu bakımından Hakkın aynı veya O’ndan
başka olmadığı gibi yolduğu bakımından imkânsızın aynı veya ondan başka da
değildir. Öyleyse mümkün, izafi ve göreli bir şeydir. Bu nedenle bir grup
mümkünü reddederek sadece ‘vacip (zorunlu) veya imkânsız vardır’ demiş, imkân
kavramını anlamamışlardı. Binaenaleyh mümkünler, söylediğimiz gibi, Hakkın
tecellisi yönüyle a’yan-ı sabite iken yolduk tecellisi (yani yokluğa bakan)
yönünden madumdurlar. Bu mertebeden Hakk, kendisini bildiği gibi âlemi de
buradan bilir. O’nun kendisi hakkındaki bilgisi ezelidir, çünkü tecelli,
ezelidir. Allah Teâlâ’nın bilgisi âleme âlemin ebediyette olacağı hal üzere
ezeli olarak ilişir. Hakkın ona dair bilgisi artmazken yeni bir bilgi kazanmaz
veya kendiliğinde bir artış ve bilgi kazanımı olmaz.
Şöyle denilebilir: Mümkünlerin halleri
farklı farklıdır. Mümkün kendisine ait bir halde diğerinde bulunmayanın
mukabili olabilir. Birisinin ortaya çıkmasıyla, diğeri ortadan kalkar. Bu
mertebede ona dair bilgiyi nereden elde eder? Şöyle deriz: Mümin isen, cevap
kolay! Şöyle ki: Allah Teâlâ mümkünü kendinden bilir ve mümkün niteliği
yaratıcısından kazanır. Hakk’ın şeriadarında nesih olduğunu bilirsin. Öte
yandan Hakkın ahiret hayatındaki farklı suretlerde tecelli edeceği de sabittir.
Hakk’ın kendisinden ayrıldığı suret ile kendisine geçtiği suretin ilişkisi
nedir? Bu husus, mümkünleri bir halden diğerine dönmesinin (ilahi isimlerdeki)
ilkesidir. Mümkün Hakk’ın suretten surete girmesi nedeniyle türden türe girer.
Şöyle diyebilirsin: Bu değişme neye bağlıdır? İradeyle mi ilgilidir? Şöyle
deriz: ‘Hayır, çünkü iradenin seçimi ve ihtiyarı yoktur. Kitap ve Sünnet bunu
belirtmediği gibi akıldan bir delili de yoktur. O, meşiyete aittir. Dilerse
olur dilemezse olmaz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle demiştir: ‘Allah
Teâlâ bir şeyi dilerse olur, dilemezse olmaz.’ Burada olumlu ve olumsuz
durumlar, meşiyete bağlanmıştır. Olmayacağı zikredilen olmaz. Aksine ayette lev (ise)
edatı gelmiştir. Kastedilen, ‘şöyle olmasını isteseydik, öyle olurdu’ demektir.
Mevhumdan anlaşılan ihtiyardır. İrade, irade edileni dilemeye bağlanmıştır. Bu
durum ‘irade ettiğimizde, bir şeye sözümüz*1 ayetinde dile getirilir. Bu, meşiyet
ilişmesidir. Yol ehlinden birisi -ki Ebu Talib el-Mekki’dirmeşiyetin zatın
Arş’ı olduğu görüşündedir. Yani Zatın mülkü demektir. Başka bir ifadeyle zatın
hükümdar oluşu, meşiyet sayesinde gerçekleşir. Bunun nedeni dilememin meşiyete
ilişmesidir. Öyleyse zat için ihtiyar ilah olması yönüyle düşünülür: Dilerse
yapar, dilerse yapmaz! Sahih hadiste zikredilen ‘Hakkın tereddüdü’ bu anlama
gelir. Kutsi hadiste Allah Teâlâ ‘Yaptığım hiçbir işte müminin canını alırken
tereddüt ettiğim kadar tereddüt etmedim. O ölümü sevmez’ buyurur. Bilgi ise,
zat olması yönünden zata aittir ve bu nedenle bilgiyle birlikte zorunluluk
kokusu gerçekleşir. İhtiyar ise, meşiyet ile birlikte ortaya çıkar. Öyleyse
bilginin hüküm verdiği ve takdir ettiği şey akla ve şeriata göre değişmez: ‘Benim
nezdimde söz değişmez.’52 Cebir kokusu nedeniyle
ardından şu ayet gelmiştir: ‘Ben kul-lara zalim değilim.’53 İnsan zorunluluk bulunduğu vehminde
bulunmasın, çünkü hüküm veren bilgidir. Binaenaleyh kimse, iradesi olmadan
zorunlu olduğu bir iş nedeniyle cezalandırılmaz. Zikrettiğimiz üzere,
mümkünleri zorunluluk yoluyla hakikatlerinin ortaya çıkmasını sağlamak üzere
Hakkın yokluk aynasında tecellisini anlayan, bütün bunları kolaylıkla anlar ve
işin aslını öğrenerek, ebedilik kokusu rahadığıyla sonsuza dek rahata erer.
Böyle bir insan mümkünün ne varlık ne yokluk halinde imkân mertebesinin dışına
çıkmadığını bilir. Tecelli kendisine eşlik eder ve halleri sürekli başkalaşır
ve kendisine ilişir. Öyleyse mümkün yokluk haliyle varlık hali arasındadır.
Hakikati ise aynıdır. İşte bu, hakkında ‘Bilginin bir kısmı saldı define
gibidir, onu Allah Teâlâ’yı bilenler bilebilir’ denilen define bilgisidir. Bu
bilgiyi dile getirdiklerinde ise onu sadec? Allah Teâlâ’yı inkâr edenler inkâr
eder. Bu nedenle cinler -ve kendilerine elçi gönderilseydiruhlar, Kuran
okunduğunda peygambere en uygun şekilde karşılık vermişlerdir. Nitekim
peygamber sahabesine böyle demişti. Çünkü onlar, bu mertebeye ve gayb âlemine
daha yalandırlar, çünkü zahirde ve batında başkalaşma özelliğine sahiptirler.
Dolayısıyla onların Allah Teâlâ kelamını dinlemeleri, daha sağlam ve halden Hakk
başkalaşma ve sürade değişme özelliğindeki -ki bu ilahi kelamın
özelliğidirortaklık nedeniyle daha iyidir. Öyleyse onlar, bu nitelikle daha
yakın ilişki içindedir ve Allah Teâlâ’nın kelamını bizden daha iyi bilirler.
Balanız! Cinlerin gökteki kelamı duymaları -taşlanarakengellendiğinde şöyle
demişlerdir: ‘Bu yeni bir durumdur.’ Zevbia arkadaşlarına yeryüzünün doğusuna
ve batısına gidip meydana gelen yeni durumun ne olduğunu öğrenmelerini
emretmişti. Yeni durum, onların göğe ulaşmalarını engellemişti. Zevbia’nm
arkadaşları çölün bir yerinde bir hurma ağacına rasdamış. Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem’in o ağacın altında sabah namazı kıldığım görmüşler. Cinler
Kuran’ı dinleyince, kulak verip şöyle demişlerdir: ‘İşte bizimle gökten haber
dinleme araşma giren budur.’ Onlar Kuran’ın mertebesinin değerini ve
büyüklüğünü bilmeselerdi, bunu anlamazlardı. Ardından korkutucu olarak
kavimlerine dönmüşler ve şöyle demişlerdir: ‘Ey
kavmimiz! Musa’dan sonra onun getirdiğini tasdik eden bir kitap duyduk. 0 hakikate ve doğru
yola ulaştırır. Allah Teâlâ’nın davetçisine kulak verin, ona iman edin. Allah
Teâlâ günahlarınızı bağışlar ve sizi acı azaptan kurtarır.’54 Başka bir yerde ise şöyle derler: ‘Yabancı
bir Kuran duyduk, ona inandık. Rabbimize kimseyi ortak koşmadık: Rabbimiz
münezzehtir, eş ve çocuk edinmemiştir’55 demişlerdir. Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem onlara Cin gecesi Rahman suresini okunduğunda, ‘Rabbinizin
hangi nimetini yalanlarsınız?56 ayeti geldiğinde, şöyle demişlerdir:
‘Rabbimiz! Senin nimederinden hiç birini yalanlamayız.’ Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem sahabeye ayeti okuduğunda, cinlerin söylediği tarzda bir şey
dememişler, bunun üzerine Peygamber şöyle demiştir: ‘Bu ayeti cin
kardeşlerinize okudum, onlar sizden daha iyi dinledi. Onlara ‘Rabbinizin
hangi nimetini yalanlarsınızT57 ayeti okuduğumda, ‘Rabbimizden
ayetlerinden hiç birini yalanlamayız’ demişlerdir.’
Bize bu cin grubuyla ilgili birisinden
garip bir hadise aktarılmıştır. Bana hadiseyi Darir İbrahim b. Süleyman
Halep’teki evimde anlatmıştı. Orası Habur’un köylerinden Dir-Rumman’dandı. Adam
hadiseyi güvenilir bir oduncudan aktarmıştı. Oduncu bir yılan öldürünce,
cinler kendisini yakalamış ve yaşlı bir cinin önüne götürmüşler. Yaşlı
toplumunun başkanıydı. Ona ‘Bu adam amcaoğlumuzu öldürdü’ dediklerinde, oduncu
şöyle demiş: ‘Adamların ne anlattığından haberim yok. Ben bir oduncuyum, önüme
bir yılan çıktı, ben de öldürdüm.’ Topluluk ‘Öldürdüğü adam, amcaoğlumuzdu’
demiş. Yaşlı adam şöyle karşılık vermiş: ‘Oduncuyu bırakın ve evine götürün.
Ona bir şey yapamazsınız. Çünkü peygamberin bize şöyle dediğini duydum: Kim
başka bir surete girer ve öldürülürse, onun karşılığında bir diyet ve ceza yoktur.
Amcanızın oğlu bir yılan suretine girmişti. Yılan insanın düşmanıdır.’
Oduncu şöyle delmiştir: ‘Ben de
kendisine şöyle dedim: Be Adam! Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin şöyle
dediğini duyduğunu söylüyorsun. Sen ona yetiştin mi ki?’ Yaşlı adam ‘Evet’ diye
karşılık vermiş ve devam etmiş: ‘Allah Teâlâ’nın peygamberinin huzuruna gelen
cinlerdendim. Onu dinledik. O gruptan benden başka kimse hayatta kalmadı. Ben
şimdi arkadaşlarımın içinde peygamberden duyduklarıma göre hüküm veriyorum.’
Hadiseyi anlatan, bize cinlerle (bu
hadiseyi yaşayan) adamın adını söylemedi, ben de sormadım. Şeyhin anlattığı
hadiseyi bize arkadaşım Şemseddin Muhammed b. Bernakeş el-Muazzami ve
Burhaneddin İsmail b. Muhammed el-Eydenî Halep’te anlatmıştı. Haleb’e
geldiğimizde onları kendisiyle konuşsunlar diye kendisine gönderdim. O da bana
anlattığı gibi onlara da bu hadiseyi anlattı. Berzahtaki her alim, imkân
mertebesini diğer yaratıklardan daha iyi bilir. Bunun nedeni aradaki, münasebet
ve ilişki yakınlığıdır.
Bu menzille ilgili açıklamalar
yeterlidir. Şimdi de menzilin içerdiği ilimleri zikredelim. Bu menzil, ilahi
emrin niteliğini içerir. Bir niteliği var mı, yok mu? İrade onun şartı mıdır,
hakikati midir? Vahiy ve türlerinin bilgisi, duymak bilgisi, berzah âleminin
bilgisi, ceberut bilgisi, hidayet bilgisi, ilahi azametin neye döndüğü ve
nerede ortaya çıktığının bilgisi bu menzilden öğrenilir. Bu azamede kimin
nitelendiği, İçimin için bir nispet İçimin için nitelik olduğu bu menzilden
öğrenilir. Tenzih bilgisi ve kime döndüğü bu menzilden öğrenilir. Allah
Teâlâ’nın kendisinden aldın deliline göreşanına layık olmayan nitelikleri
kullarının dilleriyle kendisine verdiği mertebe bu menzilden öğrenilir? Bunun
ilahi bir dayanağı var mıdır, yok mudur? Kulların dilleriyle anlatılan bu
nitelikler ‘Allah Teâlâ fakirdir’5*, İsa Allah
Teâlâ’nın oğludur ve ‘Üzeyr Allah Teâlâ’nın oğludur’ veya ‘Allah
Teâlâ’nın eli sıkıdır’59 gibi ifadelerdir. Allah Teâlâ
insanlardan böyle ifadeler aktarmıştır. Zan bilgisi ve hükmü, övülen ve
kınanan kısımları bu menzilden öğrenilir. Zan neyle ilgilidir? iman bilgisi ve
imanın dayandığı ve dayanmadığı şeyler bu menzilden öğrenilir. Bu konuda caiz
olan ve olmayan şeyler, varlıkların mertebelerinin bilgisi, gökteki
ruhanilerin bilgisi, yaratıkların hallerinin bilgisi, sıddıkların bilgisi, Allah
Teâlâ ve kulları arasındaki kaderin bilgisi, tuzak ve fitnelerin bilgisi, Allah
Teâlâ’nın emirlerini yerine getirmek, gayb mertebeleri, gayb konusunda Hakka
özgü hususlar, gaybten bilinmesi mümkün olan konular, gaybı bilmenin âlem hakkında
gayb ismini ortadan kaldırıp kaldırmayacağı bu menzilden öğrenilir. ‘Gaybı
bilir’60
ayetinde niçin gayb zikredilmiştir? Kast edilen bizden gaip-olması mı,, yoksa
görülmeme özelliği midir? Aksi halde, şehadet olurdu. Günahtan korunmanın
bilgisi, bilginin sonsuza ilişmesinin ihata yoluyla olup olmadığı, bu
menzilden öğrenilir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ilahi isimler
hakkında söylediği ‘Onları sayan, cennete girer’ hükmü bu menzilden öğrenilir.
Onları saymak ne demektir ve neyle ilgilidir? Acaba sayma (İhsa) sonsuz
şeyleri içerir mi, içermez mi? İhata ile İhsa etmek (saymak) İlcisi arasında ne
fark vardır? Çünkü bir ihata edilir, fakat sayılmaz. ‘Allah Teâlâ doğruyu
söyler ve doğru yola ulaştırır.’
ÜÇ YÜZ ON ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Ağlama ve Feryadın Muhammedî Mertebeden Bilinmesi
Âdem’e diyorum, bedenlerin ilkesine Peygamberliğin aslının Nuh’un şeriatı
olması gibi
Muhammed şerefli bir
asıl .
Bütün ruhların varlığındaki yüce ilke .
Ben saygın babaların oğluyum Nurum
aydınlatır, bir kandil gibi
Geldiklerinde ve
kardeşlerim durur '
Onların hizmetinde Mesih’e
Ben onların önünde tövbe ettim
Mesih’i öldürmeye yardım etti bana
■
Uykudaydım, Musa da vardı Fasih bir sözle orada konuştu
Yanıma bir ceylan verdi'
İşaret ve beyan ile anlarım
Beni zengin etti ve yükseltti
Fakirleştirdi ve sıkıntıya soktu beni
Hazır olurlarsa, bir makam onları
birleştirir Kanatlarım onları gösterdiğinde
Anne babaya iyilik bana farz Ey
nefsim! Tefrite kaçma .
Ben Muhammed’in oğluyum, Nuh’un
oğluyum Ben Adem’in de oğluyum doğrudur bu söz
Ey bu sırları anlayan kimse
Remizlerimizin lisanı bilgiyle vahyedilir
Ruhlarımızın aslı, Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in ruhu; Âdem ise, beden yönünden babadır. Nuh
gönderilen ilk peygamberdir (resul). Ondan öncekiler ise, nebiydi: Her biri
Rabbinden bir şeriat almıştı, dileyen şeriatına girer dileyen girmezdi. Bir
insan şeriatına girip de irtidat ederse, kâfir olurdu, girmezse olmazdı. Kim
kendini ilave bir yükümlülüğe sokar ve peygamberi yalanlarsa, kâfir olur. Kim
bunu yapmaz ve beraatı üzere kalırsa, olmaz. Allah Teâlâ ‘Her ümmete
korkutucu gelmiştir’61 buyurdu. Kastedilen,
resullük değildir. Ayet, her ümmette Allah Teâlâ’yı ve ahiret işlerini bilen
birisinin bulunması anlamına gelir ki, o da peygamber değil, nebidir. Peygamber
olsaydı, ayette ‘ona denir’, ‘onda denmezdi.’ Onların içerisinde Allah Teâlâ’yı
bilen nebiler vardı. Dileyen onlara uyar ve onlarla birlikte şeriadarın hükmüne
girerdi; dileyen, böyle bir yükümlülük altına girmezdi. Bu bağlamda İdris de
onlardan birisiydi. Halbuki Kuran’da onun peygamberliği hakkında açık bir nas
yoktur. Onun hakkında ‘sıddık nebi’ denildi. Resullük kapısının açıldığı ilk
kişi, Hz. Nuh’tur, ilk var olan insan ruhu ise, Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi
ve sellem’in ruhu, ilk insan bedeni Âdem’in bedenidir. Varislerin resullükten
payı vardır. Bu nedenle Muaz ve başkalarına ‘Allah Teâlâ’nın peygamberinin
elçisi’ denilmiştir ve bu mertebeyi elde etmemişlerdir. Kıyamet günü
peygamberlere sadece her topluk içerisinde peygambere ulaşan isnat
zincirleriyle hadisleri rivayet eden hadisçiler haşredilir. Onların da
resullükte bir payları vardır. Onlar vahyin aktarıcıları ve tebliğde nebilerin
varisleridir. Fakihler ise, hadis aktarımında bir payları yok ise, bu dereceye
sahip değillerdir. Onlar peygamberlerle değil, insanların geneliyle birlikte
diriltilir. Onlara alim adı da verilmez. Fakat alim adı hadisçilere verilir.
Gerçekte imam olanlar, hadisçilerdir. Zahit, abid ve kendisini ahirete verenler
arasından hadisçi olmayanlar, fakihler gibidir. Onlar varislikte farklı bir
özelliğe sahip olmazlar ve bu nedenle peygamberlerle diriltilmezler. Bunun yerine
onlar insanların geneliyle diriltilir, fakat sadece salih amelleriyle onlardan
ayrışırlar. Nitekim içtihat ehli fakihler de, sıradan insanlardan bilgileri
nedeniyle ayrışırlar. Salih insanlar arasında keşfinde Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem ile sohbet eden veya keşif yoluyla müşahede âleminde onun
sohbetinde bulunan ve ondan bilgi alan kişiler de, kıyamette onunla birlikte diriltilir.
Böyle bir insan en şerefli mertebede ve en yüce bir halde peygambere sahabe
olanlar içinde bulunur. Bu keşfe sahip olmayanlar ise, onlardan değildir.
Uykuda peygamberi gören ve ‘sahabi’ diye isimlendirilmeyen kimse bu dereceye
katılamaz. Her gece onu rüyasında bile görse, hatta keşif halinde uyanıkken
bile onu görüp peygamber kendisiyle konuşsa, peygamberden bilgi alsa, isnat
yolu bakımından eleştirilen bir hadisi peygamber ona tashih etse, yine de bu
dereceye sahip değildir.
İşte bu üç baba, zikrettiğimiz konuda
bizim babalarımızdır. Dördüncüsü ise, Hz. İbrahim’dir. O, Müslümanlıkta bizim
babamızdır ve bizi Müslümanlar diye isimlendiren odur. İbrahim Kâbe’yi dört
duvar üzere inşa etmiş, birbirleriyle ilgili dört terime dayalı delili ortaya
koymuştur. Delilin bu yapısı nedeniyle sonuç, öncüllere uygun olarak ortaya
çıkmıştır. Bunların kimin öncülü olduğuna bakınız! Muhammed, Âdem, Nuh ve
İbrahim. Bu babalardan meydana gelen netice ve çocuk, ne kadar şereflidir. O
temiz bir ruh, temiz bir beden, temiz bir şeriat, temiz ve şerefli bir isimdir.
Kimin babası zikredilen bu isimler olursa, ondan daha mutlusu olamaz. O, makam
ve mertebe bakımından velilerin en üstünüdür.
Yaratılış önce cennette ortaya çıkmış,
sonra yeryüzüne inilmiştir. İnmenin nedeni, günaihın cezası değil, halife
olmaktı. Çünkü Âdem’e ve Havva’ya ceza örtülmesi gerekli organların ortaya
çıkması ve görünmesiyle zaten verilmişti. Öte yandan seçilme ve tövbe, ilahi
kelimeleri algılama yoluyla gerçekleşmişti. Dolayısıyla inmenin yegâne sebebi
halifelik olmalıdır. Bu durumda cennetten iniş (ve düşüş), mutlu evlatlarının
teşekkül eden bir kalabalıkla ahirete dönmek üzere, şereflendirme ve ikram
inişiydi. Bu evladar peygamberler, veliler, nebiler ve müminlerden oluşan mutlu
insanlardır. Fakat halifelik zahirde yöneticilik demektir. Çünkü halife,
hükümdar yetkisiyle ortaya çıkarak Efendisinin nitelikleriyle âlemde tasarruf
eder. Halbuki halife, batında ve içinde kul olduğunu müşahede etmektedir.
Dolayısıyla onun kulluğu, sayelerinde hükümdar olduğu halkının gözünde,
hükümdarın bütün yönlerini kuşatmış değildir. Böylelikle hükümdar, onlara daha
çok yaklaşmıştır. Bu ölçüdeki bir yakınlıkla da kulluğundan perdelenmiştir,
çünkü hakikatler, bunu gerektirir. Bu nedenle peygamberlere indirilen vahiyde ‘De ki,
sizin gibi bir insanım, bana vahyedilir’61 buyrulur. Bü, bu hastalığa deva bir
ayettir. Nebi ve resullerin dünya hayatında sürekli ağlamaları ve üzülmeleri
bundan kaynaklanır. Dünya Allah Teâlâ’nın fitnesinden sakınılması gereken bir
yerdir. Kim takva ve sakınma halinde bulunursa, nasıl rahatlayabilir ki?
Sakınan kimse nasıl haz alabilir ki? Çünkü onun takva, çekinme ve korkusu
yükümlülük makamına hakkını verememeyle ilgilidir. Söz konusu kişi bu haktan
dolayı sorguya çekileceğini bilir: Bu durumda sevinemez ve makamın izzetiyle Mutlu
olamaz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Ben Allah Teâlâ’dan
en çok korkan ve neyden korktuğumu en çok bileninizim.’ Hadis, Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in çok ibadet ettiğini gören sahabenin ‘Allah
Teâlâ senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışladı’ demeleri üzerine
söylenmiştir. Sahabenin söylediği husus, ‘Allah
Teâlâ senin günahlarını bağışlasın diye...™
ayetinde dile getirilmiştir. Başka bir ayette ‘Allah
Teâlâ’dan alim kulları korkar564 ve ‘Allah
Teâlâ’dan hakkıyla korkun™, ‘Allah Teâlâ’dan gücünüz ölçüsünde korkun’66,
‘Allah Teâlâ’dan korkun, Allah Teâlâ size öğretir’67 denilir. İşte varislerin nebilikten
olan payı, Allah Teâlâ’nın muttaki kullarına bilgi öğretmesinden ibarettir.
Takva sahibi de bilginin kaynağına yaklaşır ve şöyle der: ‘Rabbim bana
peygamberinin şeriatını bildirdi.’ Söz konusu peygamber bu şeriat ile bu
bilgiyi aldığı kimseye ibadet etmiştir. Allah Teâlâ da ona bu bilgiyi ilham
eder. Böyle biri bilgide yüksek, hükümde uyandır. Söz konusu kimseler, nebi
değillerdir, fakat bu halde nebiler kendilerine gıpta eder. Çünkü onlar, Allah
Teâlâ’dan bilgiyi almada peygamberlere ortaktır. Fakat bu grubun takva
sayesinde Allah Teâlâ’dan bilgi alması, peygamberin bildirdiği amelleri yerine
getirmeleriyle gerçekleşir. Onlar bilgilerini böyle almış ve takvaları
peygamberlerin çizdikleri daire altında Allah Teâlâ’dan bilgi almalarını
sağlamıştır. Üstelik peygamberler, resul olmadıkları halde, o insanlara gıpta
ederler. Bununla birlikte onlar, Rablik iddiasının katışmayacağı saf kulluk
üzere sürekli Hakk karşısında dururlar. Buradan onların rahatlarına gıpta
edilir. Halbuki peygamberler onlardan üstün bir makamda bulunur. Kıyamet günü
onlar hakkında ‘Büyük korku onları korkutmaz’ denilir. Hiçbir şey kendilerine
korku vermez. Halbuki o gün peygamberler -kendileri adına değilümmederi adına
korkar. Ümmetier ise kendileri hakkında korkuya kapılır. Bu insanlarda o gün
korkunun izi yoktur, çünkü ‘onlar grup grup Rahman’a taşınır’.68 ,
Ey arkadaş! Senin değerinin sana
belirlenen hususta peygambere uymana bağlı olduğunu açıkladık. Şunu da
öğrenmelisin: insanlar Allah Teâlâ’ya itaatte ısrarlı davranan kulları
arasından doğru sözlülerin İçimler olduğu hakkında yanılmışlardır. Gerçeği
olduğu hal üzere bilmeyen ve sufılerin yöntemini tatmayan kimse, Allah Teâlâ’ya
davet eden insanın dürüstlüğünün göstergesinin dinleyenlerin davete olumlu
karşılik vermesi olduğunu zannetmiştir. Davetçi dürüst olursa, insanlar onun
davetini reddetmezler. Diliyle davet edip kalbi dünya sevgisi ve arzularıyla doluysa,
onun duası bir sanat olur ve kalplere etki etmez. Böyle bir davet kulakları
aşmaz. İnsanlar şöyle der: ‘Söz kalpten çıktığında kalbe düşer, fakat dilden
çıkarsa, kulakları aşmaz.’ Bu, yanılgının son.noktasıdır. Allah Teâlâ’ya yemin
olsun ki: Nice peygamber, dürüst bir dil, masum bir gönül, hatadan korunmuş bir
lisanla ve halkına karşı olabildiğince şefkatle davetlerini yapmıştır. Bunlar,
peygamberlerin Allah Teâlâ’ya davet ederken sahip oldukları halleridir. Bununla
birlikte bir peygamber şöyle der: ‘Kavmimi gece ve gündüz davet ettim,
onları davetim sadece nefret kazandırdı. Kendilerini bağışlasın diye onları
davet ettikçe, kulaklarına parmak tıkadılar, elbiselerine örtündüler, ısrar
ettiler ve büyüklendiler:69 Allah Teâlâ şöyle der: ‘Onlara
hidayet etmek senin işin değil.”70 Başka
bir ayette ise ‘Sen sevdiklerine hidayet edemezsin’71 ve ‘Peygamberin
görevi tebliğdir’72 buyurulur.
Bir peygamberin sözündeki dürüstlüğü dinleyene, peygamberin hitabının ulaştığı
herkesin teslim olması gerekirdi. Aksine peygamberler yalanlanmış, sözleri
reddedilmiş ve bir kısmı öldürülmüştür. Allah Teâlâ bir insana inayet ederse
onun kalbinde ‘kabul etme’ özelliği yaratır ve nebilik kandilinden olan ilahi
nuru ona atar. Allah Teâlâ ‘aydınlatıcı kandildirm der.
Bakınız! Fitilin başından duman
çıktığında o tutuşmuş değildir. Duman ile kandil birbirine değdiğinde, duman
yaşlığı nedeniyle tutuşur ve kandilin ışığı kendisine ilişir ve yolu üzere düşer.
En sonunda dumanın kendisinden çıktığı fitilin başına yerleşerek, fitil tutuşur
ve kandilin ışık vermedeki derecesini kazanır. Yağ kendisine yardım ederse -ki
bu ilahi inayet demektir-, yardım süresinde aydınlatır. Bu ışık, bekasının
bağlı olduğu yağm yaşlığıyla varlığını sürdürür ve artık o varken kandilin adı
söylenmez. Yardım Haktan ulaşır ve İdmse kendisine neyin ulaştığını bilemez.
Çünkü nebiler insanları kendilerine davet etmezler, onları Rablerine davet
ederler. Allah Teâlâ bir kalbe inayet eder ve onda bu davete karşı özlem ateşi
-ttpkı fitilin başının tutuşması gibiyanarsa, bu özlemden peygamberin sözüyle
davet ettiği şeye karşı bir himmet ortaya çıkar. Bu himmet ise, fitilin
başındaki ateşten dumanın çıkmasına benzer ve cezp etme gücüdür. Söz konusu
güç, dumandaki tutuşma ve alevi nebilikten, vahiyden ve hidayetten çeker alır
ve sahibinin kalbine döner. Bu durumda kalp, o fitilin tutuşması örneğindeld
gibi, hidayete erer ve aydınlanır. Sonra peygamberden ayrılır ve ailesinin
yanına bir nur olarak döner. Allah Teâlâ kendisine inayet eder ve tevfikiyle
ona yardım ederse, bu yardım sayesinde kalbinde hidayet nuru sabitleşir ve
artık, hükümleri belirlemenin dışında, peygamberin onunla bir işi kalmaz. Fakat
bu nur, iman nurudur. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Sen
iman nedir kitap nedir bilmezdin. Fakat biz onu bir nur yaptık, onunla
dilediğimiz kullarımıza hidayet ederiz’7* Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem Rabbinin aktarmasına göre, ‘Allah Teâlâ’ya davet
ederim’ demiş, ‘kendime davet ederim’ dememiştir. ‘Allah Teâlâ’ya’ ifadesindeki
edat (ila, a) bitim bildirir. Mümin bu davete olumlu karşılık verdiğinde, onun
adına belirlediği yönteme göre, Rabbine yürür. Allah Teâlâ’ya ulaşınca, Hakk
cömertçe ve ihsan, ikram ve hediyeleriyle onu karşılar. Böylelikle o
peygamberin davet ettiği şekilde o ldşi de Allah Teâlâ’ya davet eder. Bu durum ‘Ben ve
bana uyanlar Allah Teâlâ’ya davet ederiz’75 ayetinde belirtilir. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem kendisine uyanların Allah Teâlâ’ya basiretie davet
ettiğini bildirir. İlahi hitabın yorumlanacağı bağlamı, onun uyarılarını ve
işarederini bilen birisiysen, hiç kuşkusuz, Allah Teâlâ sana peygamberinin ve
kendisinin karşısındaki durumunu bildirmiştir. Allah Teâlâ nuru ve yardımında,
seni peygamberinin konumuna yerleştirmiş, sana peygamber karşısındaki halinin
peygamberin Cebrail karşısındaki konumuyla bir olduğunu açıklamıştır.
Peygamberin kandilinin fitili, Cebrail’in kandiünden tutuşarak ışık saçmıştır.
Kandillerden her birisinin nuru ondandır, hatta kendiliğinde bir nura sahiptir.
Cebrail’den vahyi aldıktan sonra
peygamberlerin kime dayandıklarına balcın! Acaba Cebrail’e mi, Allah Teâlâ’ya
mı dayanırlar? Elbette ki, Allah Teâlâ’ya dayanırlar! Bu nedenle ‘Allah
Teâlâ’nın peygamberi’ denilmiş, ‘Cebrail’in peygamberi’ denilmemiştir. Aynı
şekilde nebiükten (bilgi) alan kimse de, aynı nura sahiptir. O da Allah
Teâlâ’ya basiret üzere davet eder. İşte sayesinde insanları Allah Teâlâ’ya
davet ettiği bu nur, o kandilden aldığı nur değil, yardım nurunun kendisidir. Ona
da bu işi yaparken Allah Teâlâ’nın kulu deniür, peygambere nispet edilmez. Söz
konusu kul, peygamberin vasıtasıyla asıl hükmüne göre Allah Teâlâ’nın emrinden
O’na davet eden kimsedir. Yoksa o, Allah Teâlâ’nın kalbine açtığı ilimlere
göre, Allah Teâlâ’ya davet eden birisi değildir. Söz konusu ilimler, peygamber
kendisine Kuran’dan ve haberlerden getirdiğinde, onun anlayış gözünü açan
ilimlerdir. Allah Teâlâ’ya çağıran veli, yeni bir şeriat getiriyor değildir. O
sadece yüce kitap hakkında yeni bir anlayış getirmiştir. Ondan başkası^ söz
konusu anlamın okunan ya da aktarılan harfte bulunduğunu bilmez. Öyleyse
peygamberler bilgi sahibiyken biz anlayış sahibiyizdir ki o da bir bilgidir.
Kardeşim! Bu bölümde ele aldığım
hususları incelersen, ilahi sırları mertebesini olduğu gibi1 Allah
Teâlâ’nın kullarının mertebesini de öğrenmiş olursun. Onlar, bu konumdayken
sonları nereye varır ve kimin karşısında bulunurlar? Onlar, kimden bilgi alır
ve kimden aktarırlar, kime dayanırlar? Ahiret hayatında onların menzili neresi
olacaktır? Onların ahiret hayatındaki mertebelerinde bu dünyada nuraniük ve
ilahi yardımda bir ortaklık olduğu gibi bir ortaklık var mıdır, yok mudur?
Dünyaya gelirsek, onlar nebi değillerdir, çünkü onlar nebileri takip etmişlerdir.
Öyleyse gerideki iş yardımda kalmıştır: Acaba yardımın etkisi ilk nurun geride
bırakılması mıdır, ya da nurlar -havanın yağın yaşüğıyla tutuşmasıyla lambanın
ışığının yenilenmesi gibiHak cihetinden sürekü yenilenirler mi? Böyle bir
durumda ışık, ne ilk ışık iken ne de ondan başkasıdır. Ya da ışık gidip onun
varüğı geride kalmamıştır. Bakan kimse, ışıkların tek şekilde ışık olmada kaücı
olduklarını görür ve biür ki yağın yardımı olmasaydı, lamba sönecektir. İşte
bu, bakış, suret ve anlam yönünden bütün müşahede sahiplerinin payıdır. Bu
payın bakmadan fazlalığı imdat sayesinde gerçekleşen bilgi ve onun görülen şeydeki
etkisidir. Böylece sahip olmadığı bir bilgi ekler. Böyle bir bilgiden mahrum
kalan kimse üzülmeli ve kendi haline çokça ağlamalıdır. Allah Teâlâ bizi kendi
ehlinden ve basirede O’na davet edenlerden etsin. Ya da yalnız başınayken Allah
Teâlâ karşısında basiret sahibi yapsın. Bunu ihsan edecek ve buna gücü yetecek
olan, sadece Allah Teâlâ’dır. Bu bölümle ilgili bu kadar açıklama yeterlidir.
Amaç gerçekleşmiştir. Şimdi menzilin içerdiği ilimleri zikredelim!
Bilmelisin ki, bu menzil isimlere ait hakikatlerin
ilmini, mertebe bakımından risaletin ilmini -Ki bu mertebe peygamberin
gönderildiği mertebediryoksa gönderilmenin kendisi değildirve korkutmanın ilmini
içerir. Acaba Allah Teâlâ’dan mı korkulur, yoksa ondan meydana gelecek şeyden
mi korkulur? Allah Teâlâ’dan korkan kimse neyi müşahede eder? Korku ancak
seninle ilgili bir şeyden olabilir ve sana yerleşecek şeyden olabilir. Hakkın
zatı ise zatlara yerleşmekten münezzehtir. ‘Senden sana sığınırım’ ne demektir?
Kulların itaatinin neyle ilgili olduğunun bilgisi bu menzilden öğrenilir.
Onlarm itaatte Hakk etme yoluyla payları var mıdır, yok mudur? Allah Teâlâ
şöyle der: ‘Kim peygambere itaat ederse, Allah Teâlâ’ya
itaat etmiştir.’76 Başka
bir ayette, ‘Peygambere itaat edin’77 denilir. Başka bir yerde ‘Allah
Teâlâ’ya, peygambere ve emir sahiplerine itaat edin’7S
denilir. Bütün bunlar, itaatin kendilerini gerektirdiği birer makamdır. İtaat
edilen şey ise değişir. Bu konunun gerçek anlamı insanı şaşırtır. İtaat edilen
şeyin durumu da böyledir. İtaatin emir sahipleri ile peygamber veya Allah Teâlâ
karşısındaki durumu bir midir, değil midir? Bunlar, birbirinden farklıdır.
İtaatsizlik ve emre uymaların bilgisi, iki ecel arasındaki farkın bilgisi,
birincinin ecel ve ötekinin ecel olmasının sebebi bu menzilden öğrenilir. Bu
kişi tek bir hakikate mi, yoksa iki yarı duruma mı aittir? Allah Teâlâ’ya davet
edilen insanların durumları bu menzilden öğrenilir. Davetçinin doğru
söylediğini bildiği halde, insanların bir kısmını davete olumlu karşılık
vermekten alıkoyan sebep nedir? Ya da aynı mecliste ve davet ve davetçi bir
iken, bir kısmının olumlu karşılık vermesinin nedeni nedir? Duyusal ve manevi
dünyevi ödülün bilgisi, itibarın bilgisi, ulvi âlemin bilgisi, süfli âlemin
bilgisi, Allah Teâlâ’nın dışında ibadet edilenlerde bulunan sırrın bilgisi,
onlar ile ibadet edenleri birleştiren sır, bu menzilden öğrenilir. Söz konusu
insanlar, niçin ebedi olarak bedbaht olmuş ve mağfiret kendilerine ulaşmamış,
cehennemden çıkmamışlardır. İlahi gayret bilgisi, kıskanç olan herkesin
kıskançlığı ve bunun neyle ilgili olduğu, bu menzilden öğrenilir.
‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru
yola ulaştırır.’
ÜÇ YÜZ ON DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Meleklerin Nebilerin ve Velilerin Dereceleri Arasındaki Farkların Muhammedi Mertebeden
Bilinmesi
Melekler O’nun
melekûtundan iner
Sırlarla nurların
kalıbında
Öyle ki Sana
ilimlerini aktardıklarında
Devirlerin
ve kürelerin sırlarıyla •
Her
türlü ilim ki, ama sadece bir ve Kahhar’ın niteliğine dair
Melekler
feleklerine döner
Ebrar’ın
mertebesinden vekâletle .
İyi
kavrayış onları süsler
İki
suret ile, iyi eserleri -.
Anlarsın ki bu
marifetler
Sırları bilenlerin
ehline hibedir
Makamın uzunluğu
çevremi kuşattı
Tavırlardan çıktığı
için onda
Ey samimi dost, Allah Teâlâ sana
yardım etsin, bilmelisin ki: Allah Teâlâ yaratıklarını yarattığında, onlar
adına kendilerini aşamayacakları menziller belirlemiştir. Söz gelişi melekleri
‘melekler’ olarak yaratmış, peygamberleri peygamber olarak, nebileri nebiler,
velileri veliler, müminleri müminler, münafıkları münafık, kâfirleri kâfir
olarak yaratmışur. Her biri Allah Teâlâ nezdinde ayrışmış, belirlenmiş
mertebelerdir. Onlar da bir ilave veya eksilme olmaz, birisi diğeriyle
değişmez. Dolayısıyla herhangi bir yaratılmış, kendisinde yaratılmadığı makamı
elde etmek üzere çaba ve kazanımı bir sonuç vermez. Bütün bunlar, tamamlanmış
şeylerdir. ‘Bu Aziz ve Alim’in takdiridir.’79 Öyleyse her varlığın ve her sınıfın
menzilleri, o sınıf tarafından aşılmaz ve hiç kimse mecrasının dışına taşmaz. Allah
Teâlâ yıldızların durumu hakkında şöyle der: ‘Her
biri kendi feleğinde yüzer/tespih eder.’110 Her varlığın kendine özgü bir yolu
vardır ve ondan başkası, ne ruh ne doğa olarak, o yolda yürüyemez. İki kişi
hiçbir zaman ayni mizaçta birleşmeyeceği gibi iki kişi bir menzilde de
birleşmez, insan hiçbir zaman melek olamayacağı gibi melek insan olamaz veya
peygamber bir başkası olamaz. Her birisinin Allah Teâlâ’dan belirlenmiş bir derecesi
vardır. Her sınıfın, hatta her türün şahıslarının kendilerine özgü özellikleri
vardır. Onları ancak üzerlerinde yürüyen elde edebilir. Başkası o derece
üzerinde yürüyebilseydi, o derecede bulunanı elde etmiş olurdu. Bütün cinsleri
bir menzil veya bütün türleri bir menzil içermiş olsa bile, durum böyledir.
Aynı şey, her cins altındaki türler için geçerlidir. Aynı şekilde cinslerin
cinsine veya son türe varana kadar, bütün cinsler için durum böyledir. Nitekim
resullük mertebesi, bütün resulleri birleştiren bir mertebedir ve aralarında
derecelenme vardır. Nebileri de nebilik mertebesi birleştirir ve onların
arasmda da derecelenme vardır. Yıldızlar aynı feleği kat etse bile -ki burçlar
feleğidir-, her birinin kendisinden yüzdüğü ve başkasının ortak olmadığı bir
feleği vardır. Her şeyde durum böyledir. Başka bir ifadeyle, bir makam
kendilerini birleştirse bile, bütün yaratıklarda durum böyledir. Çünkü bir
makam birleştirirken başkası ayırır. Öyleyse büyük felek bütün âlemi
birleştirir. Bu felek ‘ilahi isimler feleği’dir ve âlemdeki her şahıs o felekte
yürür. Öyleyse bunlar, belirlenmiş menzillerdir ve herhangi bir şekilde onun
dışına çıkilmaz. Fakat her şey Allah Teâlâ’nın yarattığı ve kendine özgü feleğinde
yüzer. Dolayısıyla başka bir yıldız isimlerin feleğinden onun zevkini tadamaz.
Tatmış olsaydı, o olurdu. Halbuki hiçbir zaman o olamaz. Dolayısıyla iki
şahıs, ilahi isimler feleğini genişliği nedeniyle, aynı menzilde birleşmez.
Tasavvuf yolundan ilahi isimlerin
dışına çıktığını iddia eden birinin isimlerin mahiyeti hakkında bilgisi
olmadığı gibi isimlerin anlamını da biliyor değildir. Bir insan insanlığının
dışına veya bir melek melekliğinin dışına nasıl çıkabilir ki? Böyle bir şey
geçerli olsaydı, hakikatler başkalaşmış, ilah ‘ilah’ olmaktan çıkar, Hakk halk
(yaratılmış) haline gelir, hiç kimse bilgiye itimat etmezdi. Böyle bir durumda
zorunlu mümkün veya imkânsıza dönüşür, imkânsız olan zorunluya dönüşür ve
varlıktaki düzen ve nizam bozulurdu. Öyleyse hakikatlerin değişmesine yol yoktur.
Sadece bakan kimse geçici durumları görür! Bunlar, bir şahsa ilişir ve o
şahıstaki haller başkalaşır ve şahıs hallerde kalıptan kalıba girer. Böyle bir
durumda ise, onun bu hallerin dışına çıktığı zannedilir. Söz konusu haller
kendisinde etkin olduğu halde, onlardan nasıl çıkabilir ki? Her bir hal
ötekinin aynı değildir. Hal değişmesi esnasında, bir karışıklık ortaya çıkar.
Bunun nedeni, her hali sahibinden ayıran niteliği bilmemektir. ‘Peygamberlerin
bir kısmını ötekilerden üstün yaptık.’8' Her
biri resullük feleğinde yüzüyorsa, bu durumda hilalin yol alması nerede, oğlak
burcunun ki nerede? Çünkü varlıkta bir genişlik ve darlık, açılma ve dürülme
vardır. Duyu bir hakikattir ve duyular onun feleğinde yol kat eder. Halbuki
dokunma duyusu nerede, görme duyusu nerede? Dokunma duyusu dokunulan şeyin
sert veya yumuşaklığını aşırı yakınlıkla öğrenebilir. Ona temas ettiğinde,
kendisini tanır. Göze gelirsek, gözün açılıp görülenlere ilişmesi durumunda
gözün açılma anı onun burçlar feleğini görme anının aynıdır. Böyle bir durumda
gözün kat ettiği mesafe nerede, dokunma duyusunun kat ettiği mesafe nerede?
Dokunma duyusu burçlar feleğinin sertliğini veya yumuşaklığını veya
-böyleysealgılamak isteseydi, o duyuya ne zaman ulaşabilirdi ki? Bununla
birlikte her ikisini de duyu ismi birleştirir. Aynı şey duymak, koklamak,
tatmak için geçerlidir. Bu hakikatler arasındaki zıtlığa ve dereceli üstünlüğe
bakınız. Bunların feleklerinin genişliği nerede, insanda ruhani güçlerin feleklerinin
genişliği nerede? Bu, aziz ve alimin takdiridir.
Bunu öğrenince, nebiliğin ve
resullüğün olduğu kadar velilik, iman, küfür ve bütün hallerin ilahi bir tahsis
olduğunu öğrenirsin. Öte yandan kesbin kendisi de bir tahsistir. Meleklerin bir
kazanımı yoktur, onlar, kendi makamlarında yaratılmıştır ve onları aşmazlar. Bu
nedenle bilgileri artmış olsa bile, yeni makam kazanmazlar. Fakat onların
bilgisi tefekkür veya delilden hareketle meydana gelmez. Çünkü insanın yaratılışı
böyle bir bilgi edinmeyi gerektirirken, meleklerin yaratılışı ile ‘kanatlar’
denilen güçleri, böyle bir bilgi edinmeyi gerektirmez. Allah Teâlâ bu durum
hakkında ‘Melekleri kanat sahibi olarak üçlü, dörtlü elçiler
yapandır’*2
buyurur. Bir hadiste Cebrail’in altı yüz kanadı olduğu zikredilir. Öyleyse bu
ruhani kuvvetin -dünyada aşağı veya yukarı uçabilen bir kuş örneğindeki
gibisahip olduğu makamın üzerinde bir tasarrufu ve tesiri yoktur. Meleklerin
kanatları, onları aşağısındaki kimselere indirir, yoksa meleklerin makamlarının
üzerine kendilerini çıkartacak bir güçleri yoktur. Öyleyse bu kanatlar,
sahibini kendi makamından daha aşağı bir makama indirdiğinde, indiği bu
makamdan kendi makamına doğru yükselir ve onu aşmaz. Başka bir ifadeyle
meleklere kanadar, (yükselmek için değil) inmek için verilmiştir. Halbuki bir
kuşa kanat, yükselmesi için verilir. Kuş inerken doğasıyla iner, yükselirken
kanadıyla yükselir. Melek ise bunun tersi bir durumdadır: inerken kanadıyla
iner, yükselirken doğasıyla yükselir. Meleklerin kanadan makamlarından aşağıda
bulunanlara inmek içindir. Kuşun kanadı ise, kendi makamının üzerindeki yere
yükselme amacı taşır. Bunun nedeni her varlığın acizliğini öğrenmesi ve Allah
Teâlâ’nın kendisine verdiği gücünden daha fazlasıyla tasarruf edebilmesinin
mümkün olmadığını öğrenmesini sağlamaktır. Binaenaleyh herkes, sınırlılık,
kuşatılmışlık ve acizliğin altında zelildir. Bu sayede Allah Teâlâ’nın kemal
sahibi şanı ve celali mutiaklık halinde kalır. Allah Teâlâ kendisinden başka
ilah olmayandır. O yüce ve büyüktür.
Bu durum sabit olunca bilmelisin ki:
Meleklerin bir takım derece ve yükselişleri vardır. Onlardan ancak daha önce
inenler yükselir. Başka bir ifadeyle meleğin yükselmesi, bir geri dönüştür.
Hakkın diledikleri bunun dışındadır ve O’nun dilediği şeyi engelleyecek kimse
yoktur. Biz varlıkta gerçekleşen hakkında konuşuyoruz. Meleklerin bize inmesi
‘uruc’, yani yükselme diye isimlendirilmiştir. Uruc veya yükselme, yükseğe
çilem ak için söz konusudur. Çünkü Allah Teâlâ’nın her varlıkta bir tecellisi
ve kendine özgü bir yüzü vardır ki bu özel yüz/yön, o varlığı korur. Bir
rivayette Allah Teâlâ’yı sadece mümin kulunun kalbinin sığdıracağı söylenmiştir.
Hakkın niteliği, kayıtsız anlamda, yükseldiktir; aşağıda veya yüksekte tecelli
etmiş olsa bile, yükseklik O’na aittir. Allah Teâlâ meleklere şanı ve celali
hakkında bilgi vermiştir. Onlar makamlarından yöneldiklerinde, Allah Teâlâ için
yönelirler, başkası için değil! Bu nedenle melekler kendisine indikleri her
şeyde sadece Hakkı görürler. Öyleyse inmiş oldukları kimselerde baktıkları
yöne göre, ‘Melekler iner’83 denilir.
Meleklerin indikleri varlıkta sadece Hakka bakmaları nedeniyle -ki Hakk
yükseklik mertebesinin sahibidir‘Melekler yükselir™4 denilir. Melekler inerken yükselen
varlıklardır. Çünkü onların yaratıklara ‘inişi’, Hakka yükselmek demektir.
Bizden ayrılarak makamlarına geri döndüklerinde ise, bize göre yükseldikleri
söylenirken belli bir amaçla kendisine indikleri kimselerden ayrılarak geri
dönmeleri bakımından Hakka dönerler. Öyleyse herhangi bir şeyin inişi, âlemde
bulunanlar için ‘iniş’ iken Hakka nispetle ‘yükselme’ olabilir.
Allah Teâlâ peygamberleri için de
kendilerine yükseldikleri miraçlar belirlemiştir. Bunlar, meleklerinden
farklıdır. Peygamberlere uyanlar için de, kendilerine yükseldikleri miraçlar
belirlemiştir. Onlar, uyanların uyanlarıdır. Çünkü peygamber, meleğe tabiyken
veli peygambere uyar. Bu nedenle peygambere ‘Okurken
vahyi sana indirilmezden önce acele etme’85 denildi. Peygamber
meleğe uyan ve ona kulak veren kimsedir. Biz de, peygamber karşısında bu
konumdayız. Melek vahyi peygambere indirip peygamber vahyi aldığında, onu
tabiye aktarır, ilk tabiler, sahabedir. Böylelikle sahabe Kuran’ı peygâmberden
alır. Melek yükseldiğinde, özü gereği, yükselir, çünkü bu yükselme asla dönüş
demektir. Peygamber yükseldiğinde ise bir burak’a biner ve burak özü gereği onu
yükseltir. Peygamber de burak’ın yükselmesi nedeniyle dolaylı olarak ve zorunlu
bir hareketle yükselerek yükselişinde taşınır. Peygamberin yükselirken
taşınması ise zati bir eylemdir. Bu durumda peygamberin yükselmesi, meleğin yükselmesinden
ayrışır. Sonra peygamberin yükselmesi burak’ın aşamayacağı bir makama
ulaştığında, peygambere ve refrefe sarkar. Bu durumda peygamber buraktan iner
ve refrefm üzerine biner ve refref kendisini yükseltir. Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem’den Cebrail ayrıldığında, arkadaşı bunun nedenini kendisine
sormuş, Cebrail ise artık gücünün yetmeyeceğini belirterek, ‘Her birimizin
belli bir makamı vardırm demişti. Hakk Cebrail’in bu makamın
üzerine çıkmasını dileseydi, hiç kuşkusuz, peygamber taşındığı gibi o da
taşınırdı.
Peygamberin Refref ile olan
yükselmesi, refrefın aşamayacağı bir makama ulaştığında, bir nur ile kuşatılır.
Bu nur bütün yönlerinden onu kuşatarak o hal kendisini almış, ince bir rüzgârın
esintisi nedeniyle titreyen lamba ışığına benzemiştir. Rüzgâr o ışığı titretir,
fakat söndürmez. Artık peygamber kendisine eşlik eden aşina birisi ve
kendisine dayanacağı kimsenin kalmadığını görmüş. Bu bilgi, ona ünsiyetin ancak
benzerle olabileceğini, Allah Teâlâ ile kulu arasında herhangi bir ilişkinin bulunmadığını
öğretmiştir. Ünsiyet söz konusu olsaydı, bu ünsiyet oluşa ve âleme dönen özel
bir tarzda gerçekleşebilirdi. Öte yandan bu bilgi Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem’e bir yalnızlık korkusu vermişti. İsra yolculuğunun peygamberin bedeniyle
gerçekleştiğini gösteren delillerden biri budur.
Çünkü ruhlar korkma veya ürkme
özelliğiyle nitelenmez. Allah Teâlâ peygamberin bu durumunu biliyordu -ki o
korkuyu peygamberin içinde yaratan kendisiyken nasıl bilmesin ki?ve Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem içinde bulunduğu makamın gücüyle kendisine
yaklaşmak istemişti. Bunun üzerine, kendisini ısındırmak üzere, Hz: Ebu
Bekir’in sesine benzeyen bir sesle peygambere hitap edilmiştir. Çünkü dünyada Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in sohbet arkadaşı Hz. Ebu Bekir’di. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem o sese ilgi duymuş, onu tanımış ve o mertebede
böyle bir sözden dolayı şaşırmıştı. Ebu Bekir’i yeryüzünde bırakmış iken, bu
ses ona nasıl gelmişti? Bu nidada peygambere şöyle denildi: ‘Ey Muhammed! Dur
Rabbin namaz kılmaktadır.’ Bu hitap nedeniyle, peygamberi bir daralma hali
kaplamış, namazın Allah Teâlâ’ya nasıl nispet edilebileceğinde hayrete
düşmüştü. O makamdayken ‘O size salât edendir ve melekleri de,
karanlıklardan ışığa çıkartmak üzere size salât eder’87
buyruldu. Bu durumda peygamber, namazın Allah Teâlâ’ya nasıl nispet
edilebileceğini anlamış, korkusu dinmişti. Bununla birlikte Allah Teâlâ’yı bir
iş ötekinden alı koymaz. Fakat Allah Teâlâ kendisini bir işi tamamlayıncaya kadar
ötekini yapmamakla nitelemiş ve ‘Ey insan ve cinler, sizin için fariğ
kalacağızm buyurmuştur. Bu hakikatten peygambere
şöyle denilmiştir: ‘Dur! Rabbin namaz kılıyor.’ Yani Allah Teâlâ iki işle aynı
anda ilgilenmez. Burada Allah Teâlâ, tam yönelme makamına kendisini
yerleştirdiği için, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e dönük ilgiyi kast
etmektedir. Başka bir ifadeyle Hakkın bir işe yönelmesi, peygambere yönelik
ilgi hakkındaki bir uyarıdır. Yoksa Allah Teâlâ kendisini bilen ariflerin
nefislerinde böyle bir şeyden münezzeh ve yücedir. İnsanın tam bir yönelmeyle
elde edeceği şey, Hakka yönelme halinden yoksun olanın elde edeceğinden daha
büyük ve daha güçlüdür, çünkü böyle şeyler, Haktan insanı çekip alır. Öyleyse Hakkın
tek işle ilgilenmesi hakkında söylenenler, peygamberin durumu ve teşrifi
hakkındadır. Allah Teâlâ karşısında peygamber, yaklaştırılmak ve
şereflendirilmek üzere çağrılan kölelere benzer. Köle huzuruna girip yerine
oturduğunda, kendisine yönelme niyeti hakkında, hükümdara bakar. Ona ‘biraz
bekle’ denilir. Çünkü hükümdar (Allah Teâlâ) yalnız bir yerde senin için bir
teşrif elbisesi hazırlamış, onu sana giydirecektir. Bu durumda hükümdar köleyle
ilgili bir iş nedeniyle ondan yüz çevirmiştir. Bu nedenle ‘Allah Teâlâ namaz
kılıyor’ ifadesi peygamber için, ‘0 size salât edendir’*9 ayetiyle tefsir edilmiştir. Başka bir
ifadeyle kendisine şöyle denilerek, peygamber teşrif edilmiştir: Allah Teâlâ
senin için ve senden dolayı senden gizlenmiştir. Allah Teâlâ onu kendisine
yaklaştırdığında, kendisine sarkmıştır: ‘Kuluna
vahyettiği şeyi vahyetti. Kalp gördüğünü yalanlamadı.™
Kastedilen, gözün gördüğüdür. Başka bir ifadeyle, kendisini bildirmek üzere ona
tecelli etti. Bu nedenle Peygamber, tanıdığı kimseyi görmek ve müşahede etmede
yabancılık çekmemiştir. Öyleyse peygamberin bu makamdaki müşahedesi, bir
ünsiyet müşahedesiydi. ,
Sana açıkladığım hususlarla
peygamberlerin miraçlarının meleklerin miraçlarıyla ilişkisini öğrenmiş oldun.
Allah Teâlâ hepsine merhamet etsin!
Bu miracın özel bir hitabı vardır ki
bu hitabı ancak bu miraç gerektirir. Böyle bir miraç, sadece peygamberlere ait
olabilir. Veli ona yükselmiş olsaydı, miraç sahip olduğu özelliğini ona vermiş
olur ve söz konusu makam peygamberliğe özgü kalmazdı. Böyle bir durumda buraya
yükselen veli, peygamber haline gelirdi. Halbuki Allah Teâlâ’nın peygamberi,
resullük ve nebilik kapısının kapatıldığını açıklamıştır. Bu miraca hiçbir
velinin asla ulaşamayacağı açıklanmış oldu. Balcınız! Bu miraçta Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve selleme ve ümmetine elli namaz farz kılındı. Öyleyse bu
miraç, bir teşri’, yani şerî hüküm koyma miracıdır. Veli ise, böyle bir hakka
sahip değildir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Hz. Musa’nın yanına
döndüğünde, Musa kendisine şöyle demişti: ‘Rabbine dön, ümmetinin yükünü
hafiflet.’ Hadis uzundur. En sonunda bilfiil beş vakit namaza kadar inmiştir.
Sevapta ise, bu beş vakit namaz, elli vakit sevabı olarak kalmıştır. Öyleyse Allah
Teâlâ katında namaz böyledir. Bu konudaki hadis sahihtir ve konuşmak sözü uzatır.
Bilmelisin ki, velilerin miraçları,
himmet miracıdır. Bu miraçta nebiler, nebi veya resul olmaları yönünden değil,
veli olmaları yönünden velilere ortaktır. Veli, himmetiyle ve basiretiyle amel
burağı ve doğruluk refrefi üzerinde manen miraç eder. Himmetlerinin
özelliklerinin sağladığı velilik ve teşrif mertebeleri onlara ulaşır.
Binaenaleyh bunlar, birbirine komşu üç farklı miraçtır. Dördüncüsü ise,
isimlerin onlara yönelmesi miracıdır. Böylelikle ilahi isimlerin nurları
meleklerin miracına feyezan eder. Fakat burada teklif ve hükümler nurlarından
söz etmekteyiz. Bunlar, özel olarak, muduluğa yaklaştıran amellerdir. Açıklamak
istediğimiz husus, miraçlar arasındaki farklardır. Meleğin miracı bu nur
vasıtasıyla parıldar ve melek bukalemunun bulunduğu yerin rengiyle boyanması
gibi onunla boyanır. Sonra melek peygambere, yani onun miracma feyiz verir.
Peygamber de -ruhaniyeti yönündeno nur ile boyanır. Bu durum, Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Onun (Cebrail) söylediğini anlarım’ sözünde dile
getirilmiştir. Peygamber melekten aldığını meleğin verdiğinden farklı olarak
türlere ayrılmış olarak tabilerine aktarır. Çünkü melek bir kişiye hitap
ederken, peygamber ümmetine hitap etmektedir. Ümmetin ise, halleri farklı
farklıdır. Dolayısıyla peygamber, melekten aldığı vahyi ümmetinin
farklılıklarına göre taksim etmelidir. Çünkü vahiy, taksim edilen bir rızıktır.
Her veli adına vahiyden ona özgü bir pay ortaya çıkar. Sonra, kendi halinin
gerektirmediği kısmı o mecliste bulunmayan tabilere ulaştırmak üzere alır.
Kıyamete kadar böyle sürer. Binaenaleyh onlar, tebliğci varislerdir. Böyle
insanlar, özel olarak, hallerine göre amel ederken hallerinin gerektirmediği
şeyi de tebliğ ederler. Söz gelişi tebliğcinin hali, başkasma yasaklanmış bir
şeyi helal etmeyi gerektirebilir. Mesela yemek bulma tehlikesi olmayana haram
olan ölü etini yemek zorunda kalabilir. Böyle bir tebliği yaparken, kendisine
bu bilgiyi ulaştırandan gördüğü için, ölü etini yer. Tebliğ ettiği kimse ise
ona şöyle der: ‘Sen kendin yediğin halde, onu bana nasıl haram kılarsın?’ Tabi
ise şöyle der: ‘İçindeki durum farklıdır. Çünkü zorda kalanın-.hali, ona ölü
etini yasaklamayı gerektirmezken zorda olmayanın hali ona ölü eti yemeyi
yasaklar.’ Böylelikle insan, halinin gerektirmediği bir şeyi tebliğ ederken
kendisi halinin gereğine göre davranır.
Sonra bilmelisin ki, veliler himmet
miraçlarında yükselirken ulaşabilecekleri nihai yer, ilahi isimlerdir, çünkü
onları (varlıkta) talep eden, ilahi isimlerdir. Miraç ederken ilahi isimlere
ulaştıklarında, üzerlerine getirdikleri istidatları ölçüşünce nurlar yayılır.
Bu nurlardan ise istidatlarına göre alabilirler ve bu konuda bir meleğe veya
peygambere muhtaç, değildirler. Çünkü söz konusu bilgiler, teşriî bilgiler
değil, peygamberin getirdiği vahiy veya kendisine inen kitap veya sahife
hakkındaki ‘anlayış nurları’dır. Velinin o kitabı bilip bilmemesi veya kitabın
ayrıntısını duyup duymaması, durumu değiştirmez. Fakat velinin bilgisi, o
peygamberin Allah Teâlâ’dan getirdiği vahyin veya kitabın veya sahifenin dışına
çıkmaz. Bu durumun böyle olması, peygamberi tasdik eden her veli için
zorunludur. Bu ümmetin durumu ise (Önceki ümmetlerden) farklıdır, çünkü onlar,
bütün peygamberleri ve nebileri tasdik etmeleri yönünden, bilgi, fetih ve her
nebinin vahyinin niteliğinin kitabının ve sahifesinin gerektirdiği şey hakkında
ilahi feyiz sahibi olurlar. Bu özellikle onlar, diğer ümmederin velilerinden
üstündürler. Dolayısıyla ilahi ilimlerde bir velinin keşfi peygamberinin kitap
ve vahyinin gereğinin üzerine çıkamaz. Bu konuyla ilgili olarak Cüneyd şöyle
der: ‘Bizim bu ilmimiz Kitap ve Sünnet ile sınırlanmıştır.’ Başka birisi şöyle
demiş: ‘Kitap ile Sünnetin lehinde şahitlik etmediği bir ilham ve fethin değeri
yoktur.’ Dolayısıyla bir veliye gelen fetih, Yüce Kitabı anlamayla ilgilidir.
Bu nedenle ‘Kitapta hiçbir şeyi ihmal etmedik’9'
buyruldu. Musa’nın levhaları hakkında ise ‘Biz o
levhalara her şeyi öğüt ve açıklama olarak yazdık’92 buyruldu. Öyleyse herhangi bir
velinin bilgisi, Kitap ve Sünnet dışına çıkmaz. Kimin bilgisi bu sınırın dışına
çıkarsa, onun bilgisi bilgi olmadığı gibi ona velilik bilgisi de eşlik etmez.
Aksine onun iddiasını incelediğinde, bilgisizlik olduğunu görüsün. Bilgisizlik
yokluk iken bilgi gerçek varlıktır. Öyleyse veli hiçbir zaman peygamberin
şeriatını geçersiz kılacak bir hükmün bulunduğu bilgiden söz edemez. Buna
karşılık, şeriatta bütün olarak zikredilmemiş fakat ayrıntıları zikredilen bir
hükmün düzenlenmesi için ilham alabilir. Sen ise velinin şeri hüküm ortaya
koyduğunu zannedersin. Halbuki yapılan iş, (parçaları ve ilkesi şeriatta
bulunan) meşru emrin bir terkibinden ibarettir. Ya da bu bilgi ona. ‘ilka’
(aktarma), ya da lika (karşılaşma) veya yazım tarzında izafe edilmiş, şeriatta
ortaya çıkmadığı bir tarzda ortaya çıkmıştır. Velinin teşri yetkisi ve payı bu
kadardır. Bu fiil ile yükümlü olduğu şeriatın dışına çıkmaz. Şâri de ona böyle
bir yetki vereceğini şeriatında belirtmiştir. Öyleyse veli, Şâri’nin emriyle
yasa koyar ve O’nun emrinin dışına çıkmaz. Böyle bir emri de bu izinden
verebilir, başka bir şey söz konusu değildir.
Şöyle diyebilirsin: Şâri şeriatın
diliyle bu hususu bilen veliye böyle bir imkânı nereden vermiştir? Deriz ki: Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Kim iyi bir adet çıkarırsa, o âdetin
sevabı ve kıyamete kadar onu yapanların sevabı ona aittir. Bununla birlikte
onların sevapları eksilmez.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem velinin bir
âdet ortaya koyabileceğini söylemiştir. Fakat bu yetki, bir haramı helal veya
helali haram yapmak üzere şeriata aykırı bir konuyla ilgili değildir. Adet
getiren velinin nebilikten payı bu kadardır ve böyle bir yetki nebiliğin
parçasıdır. Nitekim sadık rüyalar da nebiliğin parçalarıdır. Başka pek çok
husus da bu konuyla ilgilidir. Öyleyse ilahi isimler, her bir yükselme ve miraç
üzerinde hüküm sahibidir. Bu nedenle her grup, zikrettiğimiz hususla (sınırlı
olmak üzere), belirli vakiderde doğrudan Rabbinden aktarabilir. Bu durum, Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Benim Rabbim ile bir vaktim vardır ki, onda
Rabbimden başkası benimle olamaz’ hadisinde belirtilir. Bu makam,
yaratıklardan her şahıs için geçerli bir imkândır. Bakınız! Namaz kılan herkes
rabbine yakarır. Bu makamda vasıta nerededir? Aynı şekilde ahiret hayatında
vakfe hakkında Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Her birinizle Allah
Teâlâ arada tercüman olmaksızın şifahen konuşur5 buyurur. Bu,
kıyametteki tek andır. Herkes Rabbinin onunla konuşacağını bilir. Dünyada ise, Allah
Teâlâ’yı bilen alamet sahipleri bunu bilebilir. Onlar, Allah Teâlâ’nın
kendileriyle konuşmasını bilirler. Bizi tavır tavır yaratan Allah Teâlâ’yı
tenzih ederim! O bizim için gayb ve şehadeti tanıyalım diye gece ve gündüzü
delil olarak yaratmıştır. Allah Teâlâ gaybe delil olsun diye, gecenin ayetini
söndürmüş, gündüzün ayetini şehadet âlemine delil olsun diye aydınlık
bırakmıştır. İçimizden bir kısmıyla rabbi gaybten konuşur. Bu tecelli,
geceleyin dolunaya benzeyen bir tecellidir. Dolunay senin niteliğindir. Başka
bir ifadeyle kemale erdiğinde, Hakk dolunay halindeki Ay tecellisinde seninle
konuşur. Çünkü O, özü gereği, her varlıkla birliktedir. Bir kısmımızla Rab
şehadet (mertebesinde) konuşur. Bu ise, önünde bulutun bulunmadığı güneşe
benzeyen tecellidir. Arif şöyle der:
. Yaratıklar uykuya çekildiğinde, ey sohbet arkadaşım!
Gündüzde onların arasındayken benimle
sohbet eden
Miraç ve dereceleri açıklayıp
mertebeler açığa çıkınca âlemde o mertebelerle ilgili olanlar belli olmuş, her
grup kendi miracıyla başkasından ayrışmıştır. Bu durumda konuyla ilgili gayemizi
bir ölçüde gerçekleştirmiş olduk. Öncelikle bu menzilin içerdiği ana ilimleri
zikredelim. Çünkü bu, değerli bir menzildir ve yetmiş veya daha fazla bilgi türünü
içerir. Biz bunların zorunlu ana kısımlarını zikredelim ki, onların içeriğinde
diğer ilimler bulunur. Bu menzilin içerdiği ilimlerden birisi, soru ilmidir.
Herkes nasıl soru soracağını bilemez. Soru soranın içinde bir şey bulunur,
fakat onu sorması uygun düşmez. Sorduğunda ise, sorusu o şeyi bozar ve içinde
bulunduğundan başka bir halde kendisine
cevap verilir. Soru soran ise, cevap
verenin kendisini anlamadığını zanneder. Eksiklik, içindeki sorunun suretini
ifade edemeyen sorana aittir. Bu durum, genellikle hakimler nezdinde iddia
sahiplerinde görülür. Bunu ifade etmek üzere Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem ‘Bana başvurursunuz, belki biriniz, delilini ötekinden daha iyi
savunabilir5 demiştir. Kastedilen, iddiasını ifade etmede başkasına
göre daha doğru ve daha uygun kelimeler seçmektir. Öyleyse soru sormak, soru
sorulan her konuda veya iddia getirilen her hususta müstakil bir ilimdir ve
belli başlı şartları vardır. Kader, kaza ve hüküm ilmi, feleklerde yaşayan meleklerin
makamlarının ilmi, zamanın ilmi, miktarların ilmi, kıyamette insanların
hallerinin ilmi, nurun ilmi, yeryüzü değiştirildiğinde insanların üzerinde
toplanacakları köprünün bilinmesi -ki o karardıktan başkadırkaranlığın ilmi,
cehennem tabakalarının ve derecelerinin ilmi, oradaki yaratıkların halleri,
insanm ve üzerinde yaratıldığı özelliklerin bilgisi, bu menzilden öğrenilir.
Acaba insan yaratılış özelliklerinden sıyrılır mı, yoksa böyle bir şey mümkün
değil midir? Hakkın (kuluyla) karşılıklı konuşması, hakların yerine
getirilmesi, korku, sohbet, ilahi koruma, hadlerin komşuluğu, bu hadlerden
aşılan ve aşılamayanlar, her birinin bir kaynağının olup olmadığı bu menzilden
öğrenilir. İnsana Rabbine sülük ederken ilişen hususları kontrol etmek, bu
menzilden öğrenilir. Celal ve ikram sahibinin bilinmesi, tefrika bilgisi,
örneksiz yaratma bilgisi ve bunun neyle ilgili olduğu, bu menzilden öğrenilir.
Yönler, sırlar, ortaya çıkma ve gizlenme, ilahi iktidar, Hakk ve yaratıkları
arasındaki koşuşturma, mühlet verme ve ihmal etme ve bunun hikmeti, bu
menzilden öğrenilir. Halim olan mühlet mi verir, ihmal mi eder? Diriliş bu
menzilden öğre-, nilir.
Böylece açıklamayı istediğim şeyleri açıkladım. ‘Allah Teâlâ
doğruyu söy1er ve doğru yola ulaştırır.5
ÜÇ YÜZ ON BEŞİNCİ BÖLÜM
Azabın Zorunluluk Menzilinin Muhammedi Mertebeden Bilinmesi
Hakikatlerimiz
gerçekleşince bir olduk
Fakat vuslata imkân
yok yine de!
Hiçbir yönden bu
makama ulaşılmaz
İniş karşısında,
istiva nedeniyle
Ona nasıl ulaşılsın
ki?
el-Celil’in övgüsü
Halil’in karşısında nerede
Görürsün ki
sevgilisi ona dua ediyor
Dostunun kendisine
dua ettiği gibi
Cem’farkın
kendisidir
Peygamber böyle
buyurdu hadisinde
Bilgi güneşleri
kaybolunca
Delil ile bilgiye ulaşan akıllar hayrete düşer 1
Gözler gaybı
görseydi
Onların doğuşu
batışı kendisi olurdu
Ey samimi dost, bilmelisin ki: Azabın
‘vücubu’ denilen şey, azabın azap edilen kimsede gerçekleşmesidir. Duvar
yıkılıp düştüğünde, vecebe el-hait
denilir. Düşmek, özü gereği yükseklik sahibi olmayandan ve yüksekliği Hakk
etmemiş kimseden meydana gelebilir. Bu nitelikteki birisi yükseldiğinde, onu
yüksekte tutacak bir hakikati yoktur ve bu nedenle düşer. ‘Burası
ahiret hayatıdır, onu yeryüzünde yükseklik istemeyenlere veririz.m Nefsi
nitelikler, kendileriyle nitelenen için irade edilmemiştir. Başkası nedeniyle
yükselen birisi yükselip de onun adına yüksekliğini koruyacak kimse yok ise,
düşer ve öldürülür. O halde yüksek olan, mertebesini Allah Teâlâ’nın
yücelttiği kimsedir. Allah Teâlâ ‘Onu yüce bir mertebeye yükselttik’94 buyurdu. Yükseklik özü gereği
yüksekliğin sahibi olan Allah Teâlâ’dan meydana geldiği için, menzilini
yükselttiği herkesin yüksekliğini de Allah Teâlâ korumuştur. Kendi başına
yücelen zorba ve kibirlileri ise, perişan etmiş, cezalandırmış ve şöyle
demiştir: ‘Akıbet takva sahipleritıindir,’95
Başka bir ifadeyle, yüksekliğin sonu -ki yeryüzünde yükseklik isteyenlerin
yükseldiği yerdirtakva sahiplerine aittir. Allah Teâlâ onlara dünya ve ahirette
mertebe yüksekliği verir. Ahirete gelirsek, oradaki yükseklik zorunludur.
Çünkü Allah Teâlâ’nın vaadi doğru ve sözü haktır. Ahiret hayatı mertebelerin
ayrışması ve yaratıkların değer ve mertebelerinin Allah Teâlâ nezdinde
belirlenme yeridir. Dolayısıyla kıyamet günü takva sahiplerinin yükselmesi
zorunludur. Dünyaya gelirsek, insan takva ve zühtte dürüsdük makamına
ulaştığında, zorba ve büyüklenenleri böyle bir zahide saygı göstermeye yönelten
amiller çoğalır. Çünkü söz konusu zahit dünyadaki mertebelerinde o insanlarla
didişmez. Bu durumda onlarm nefislerine yerleşen ‘takva sahiplerine saygı
duygusu’ büyüklenen insanları yüksek konumlarından indirir ve takva ve züht
sahiplerine hizmet ederek onlara saygı gösterirler. Bu kez sayesinde
başkalarından üstün oldukları bu yükseklik, takva sahibine geçer ve
‘yüksekliğin sonu takva sahibine ait olur.’ Zorba ise, bunun farkına bile
varmaz. Aksine takva sahibine tevazu gösterip ona tenezzül ettiği kendisine
söylendiğinde, bundan haz alır. Böylelikle zorba, takva sahibinin daha aşağı
mertebede olduğunu ve kendisine ‘indiğini’ zanneder. Halbuki zorbanın
yüksekliği -farkında olmadantakva sahibine geçmiş, zorla takva sahibinin yüksekliği
altına girmiştir. Takva sahibine yüksekliği sorulsaydı, bu yükseldikten onun
yanında bir şey bulunmazdı. Binaenaleyh insanda yükseklik, kulluk makamına
ulaşmak ve gerçekte kendisine ait olmayan bir özellikle nitelenmemektir.
Ayet-i kerimede Allah Teâlâ’nın hikmetine bakınız! ‘Su kaynadığında...*96 Yani yükseldiğinde demektir. Burada
yüksekliği ona izafe etmiştir. Halbuki Hakk onu kendisine izafe etmemiştir. Su
kabarıp da yukarılara çıktığında, Allah Teâlâ yükselen suyun dalgalarından
kurtarmak istediği kimseleri, birbirlerine eklenerek gemi haline gelen ahşabın
içerisinde taşır. Böylelikle Allah Teâlâ’nın kurtulmasını irade ettiği bütün
müminler o gemiye biner. Böylece gemi de içindekilerle birlikte suyun üzerinde
yükselir ve su altında kalarak gemi için suyun kabarması (tehlikesi) ortadan
kalkar, suyun içinde kırıklık meydana gelir. Bunun nedeni, Allah Teâlâ
tarafından ve O’nun emriyle bile gerçekleşse, yüksekliğin suya izafe edilmiş
olmasıdır. Fakat Allah Teâlâ yüksekliği suya izafe etmiştir. O yüksekliği
kendisine (Allah Teâlâ’ya) izafe etmiş olsaydı, yüksekliği korunur, üzerine
bir gemi çıkmaz, hiçbir şey su
üzerinde kalmazdı. İşte iddia sahibi olmanın uğursuzluğudur, (bütün bunlara
yol açan). Öyleyse azabın azap çekene ‘düşmesi’, onun kendi yükseldiğinden
düşmesi demektir. Yükseklik, azap eden Allah Teâlâ’ya ait bir niteliktir. Bu
koku, kendisine yükseklik özelliği vermiştir. Çünkü yükseklik, ulvilik
sahibinin niteliğidir Ki, o da el-Muazzib ismidir. el-Muazzib azabın kendindeki
yüksekliği görünce, onun sebebiyle,0 kendisini azap çekene düşürür.
Böylelikle azap gören, el-Muazzib kendisiyle nitelenmiş iken, sayesinde
böbürlendiği yüksekli. ği yitirir. Bu nedenle azabın azap görene düştüğü
söylenir.
İşin gerçeğini şöyle açıklayabiliriz:
Hükümdar cezalandırmak istediği birisine karşı öfke hissetmeden, onu
cezalandıramaz. Onu cezalandırmak istemesi, azaba uğramayı gerektiren bir fiil
işlemesinden kaynaklanır. Söz konusu fiil, hükümdarın eziyet çekmesine yol
açan bir öfkeyi hükümdarda oluşturur. Hükümdar yüce birisidir ve onun makamı
herhangi bir şeyin kendisine azap etmesinden münezzehtir. Bu şahıs ise,
hükümdarı kızdıran bir fiil işlemiştir ve hükümdarın içinde ‘gazap’ denilen bir
duygu oluşmuştur. Ya da bu fiil, hükümdarın nefsinde gazap sonucunu
oluşturmuştur. Bu gazabın nedeni o şahıstır. Yani ona bu öfkeyi ‘düşürmüştür.’
Şahsın azap görmesi gerekince, hükümdar cezalandırarak rahatlar. Halbuki
burada durum farklıdır. Rahatlığın varlığı, söz konusu şahsın fiilinin meydana
getirdiği hükümdarın sıkıntı çekmesine yol açan azabın ortadan kakmasına
bağlıdır. Hükümdar çektiği azabı şahsa aktarınca, gazap hükümdardan uzaklaşmış
ve hükümdar rahatlamıştır. Genel nezdinde bu durum ‘şifa bulmak’ denilen
şeydir. Şifa illetin ve hastalığın ortadan kalkması demektir. Hastadaki illet
başka bir şahıs nedeniyle ortadan kalkmaz. Şifa ve rahatlığın gerçek anlamı
budur. Acı başka £>ir şahsa ulaştığında, hükümdar bundan bir haz duyar. Bu
da, azabın 'ortadan kalkmasından duyulan hazza ilave başka bir hazdır. Burada
yükseklik, gerçekte, ilahi isme aittir. Bu nedenle azap ‘düşme’ diye
nitelenmiştir ki, vücub (vacip olma) da demektir. Allah Teâlâ ‘Hakkında
azap kelimesinin gerçekleştiği kimse...’97 buyurdu. Yani hakkında vacip olduğu
ve kendisine düştüğü kimse demektir. Şöyle diyebilirsin: Böyle bir durum
yaratıklar hakkmda geçerli olabilir, fakat Allah Teâlâ’nın yüce mertebesi
hakkında aynı durum nasıl geçerli olabilir?
Şöyle deriz: Allah Teâlâ’yı bilmekten
aciziz, zaten bize layık olan da, acizliktir. O nedenle akıllarımızı ve hakikarierimizi
bıraktığımızda,
bunu kabul etmemiz, bu ve benzeri bir
hükmü Allah Teâlâ’dan olumsuzlamak gerekir. Çünkü aklın yeteneği bunu
gerektirir. Şu var ki aklın ve açık delilin gücü, Allah Teâlâ’nın bize
gönderdiği peygamberinin sözlerini doğrulamaya aklı icbar eder. Peygamber, Allah
Teâlâ’nın yaratıkları hakkındaki fiili ile Allah Teâlâ’nın kendiliğinde
bulunduğu hali ve kendisini nitelediği durumları bize bildirir. Bunların (bir
kısmı), Şâri olmaksızın, kendi deliliyle hareket eden aklın imkânsız saydığı
şeylerdir. Öyleyse üstün akıl sahibi, şeriatın hizmetinde hor ve el pençe divan
durur. O peygamberin Rabbinden bildirdiği kendisiyle ilgili bütün durumları
kabul eder. Allah Teâlâ’nın kendisinden bildirdiği şeylerden birisi de, ‘Allah
Teâlâ’ya eziyet edenler398 ayetinde
belirtilen eziyettir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Allah Teâlâ’dan
daha çok eziyete sabırlı kimse yoktur’ der. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Ademoğlu
beni yalanladı, beni kınadı.’ Bir ayette ise ‘Allah
Teâlâ onlara azap etti’99 buyurdu. Bütün peygamberler şunu
söylemiştir: Allah Teâlâ kıyamet günü daha önce hiç kızmadığı ve bir daha da
kızmayacağı bir şekilde kızacaktır.’ Akıllı insan, Allah Teâlâ’nın kendisi
hakkında bildirdiği bütün bilgilerin (tevilini) Allah Teâlâ’ya havale ettiği
gibi kulunun tövbesiyle sevinmesinin (ne anlama geldiğini) Allah Teâlâ’ya
biralar. Sevinmeyle nitelenen herhangi birisi, onun zıddı olan bir nitelikle
de nitelenebilir. Allah Teâlâ taşkınlığı olmayan delikanlıya şaşırma
özelliğiyle kendisini nitelemiştir. Allah Teâlâ kıyamette ‘Sen âlemlerin
rabbiyken benimle alay mı edersini1’ diyen Hannad’m sözüne gülmekle
kendisini nitelemiştir. Allah Teâlâ namaz kılmak üzere mescide gelen kulundan
dolayı sevinmekle, kulları için inançsızlığı hoş görmemek, şükür ve iman
sahibi olmalarından ise razı olmakla kendisini nitelemiştir. Bütün bunlara
Müslümanların imanı farzdır. Burada akıl, ‘nasıl veya niçin böyle olur’
diyemez. Aksine kabul eder, teslim olur ve onaylar ve niteliğini bilemez. ‘O’nun
benzeri bir şey yoktur’.100
Allah Teâlâ kendisini gazap ve eziyet
görmelde, azabı ise vücub, yani düşme özelliğiyle nitelemiştir. Düşme yüksekten
olabilir ve yükseldik Allah Teâlâ’ya aittir. Buradan şunu öğrendik: Hakkın
kendisini nitelediği eziyet görmek bu demektir. Öyleyse eziyet, niteliği
olduğu kimsenin yüksekliğiyle yükselmiş, Allah Teâlâ o yükseklikten bu eziyeti
kendisini Hakk edene düşürmüştür. Eziyeti Hakk eden, Allah Teâlâ’ya ve
peygambere eziyet edendir. Böylelikle başarısızlık ve hüsran diyarında azap o kişiye
ilişir.
İfade ettiğimiz meseleyi öğrendiğinde,
iman ile -ki saf dindarlık demektirkulluk mertebesinin Hakk ettiği bütün
haberlerde Allah Teâlâ’ya teslimiyeti birleştirmiş olursun. Böyle bir makamın
daha fazla açıklanması mümkün değildir ve Hakkın kendisi hakkında haber
verdiğinden daha açık ve daha belirgin bir ifade de yoktur. Yaratıkların salt
akılla bu konuda bilebilecekleri husus bu kadardır. Bazı akıllara ihsan ulaşır
ve böyle hususları tevil ederler. Biz ise, onların durumunu kabul etmekle bir.
likte, tevilde kendilerine katılmayız. Çünkü biz, Allah Teâlâ’nın söylediği hususta
muradının bu olup olmadığını bilemeyiz ki o tevile itimat edelim veya ‘muradı
bu değildir’ diyelim de, onu reddedelim. Bu nedenle, kabul ve teslimi düstur
edindik. Bize böyle bir husus sorulunca şöyle deriz: Biz Allah Teâlâ katından
gelen haberlere O’nun kastettiği anlamda iman ettik. Allah Teâlâ’nın
peygamberinden ve diğer peygamberlerinden gelen hususlara da peygamberlerin
kastettiği anlamda iman ettik ve bu konulardaki bilgiyi peygamberlere
bıraktık. Bazen böyle durumlarda Allah Teâlâ karşısında peygamberler de bizim
gibidir. Allah Teâlâ’dan bu haberler kendilerine ulaşır ve bu haberleri -tıpkı
bizim Allah Teâlâ’ya havale etmemiz gibiAllah Teâlâ’ya bırakırlar, rivayetlerin
tevilini bilmezler. Bazen ise Allah Teâlâ’nın bildirmesiyle haberlerin herhangi
bir yorum tarzını bilebilirler ki, bu da uzak bir ihtimal değildir. İşte
selefin yöntemi buydu. Allah Teâlâ ihsanıyla bizi onlara halef yapsın! Rabbini
murakabe eden, günahından korkan ve Allah Teâlâ’yı zikretmekle kalbini ihya
eden, bütün sevgisini Allah Teâlâ’ya tahsis eden insana ne Mutlu! Kim üzerinde
olursa olsun, ‘azabın vacip olması’nın anlamını açıkladık, daha fazlasını bu
bölüm kaldırmaz. Çünkü bu bölümün imkânı, sıradan insanlar için dardır. Allah
Teâlâ’nın bizim gibilere ihsan ettiği kendisi hakkındaki bilgi nedeniyle, bizim
için geniştir. Fakat arzu, başkanlık tutkusu, yarışma ve hem cinslerinin
üstüne çıkma duygusuyla perdelenmiş akıllar, o insanların sözlerini kabul etmek
ve kendilerine boyun eğmekten nefisleri alıkoyar. Biz Allah Teâlâ' tarafından
gönderilen peygamberler değiliz ki, bize ihsan ettiği (bütün) bilgileri
tebliğle yükümlü olalım. Bu konuda söylediklerimiz, iman sahibi akıllılara
yöneliktir. Onlar, Allah Teâlâ karşısında nefislerini arındırmayla meşgul
olmuş, nefislerini kulluğa ve bütün hallerde Allah Teâlâ’ya muhtaçlığa
zorlamıştır. Allah Teâlâ da onların basiretlerini ya bilgiyle veya Allah
Teâlâ’dan gelen haberlere, O’nun kitaplarına ve peygamberlerine teslim olma ve
iman etmeyle nurlandırmıştır. Bu nurlandırma, büyük bir inayet ve yüce bir
mertebe, benzersiz bir yol ve büyük bir mutluluktur. Allah Teâlâ bizi bu
niteliğe sahip kimselere katsın!
Bu menzilin içerdiği bilgilere
gelirsek, bu menzil, Hakk bilgisini içerir. Onun bir yönü de açıklamakta
olduğumuz azabın vacip olmasının bilgisidir. Hakkın kullarına soru sorduğu
ilahi isim bu menzilden öğrenilir. Misal olarak, Allah Teâlâ’nın
peygamberlerini toplayarak kendilerine söyleyeceği ‘Size
nasıl karşılık verildi?’101 ayetini verebiliriz. Halbuki Allah
Teâlâ daha iyi biliyordur. Başka bir misal ‘Kullarımı nasıl bıraktınız’ ifadesidir.
Allah Teâlâ bu sözü içimizde geceleyip sonra Allah Teâlâ’nın huzuruna yükselen
meleklerine sorar. Bu bilgi değerli bir bilgidir. Bu menzilde ilahi zorlayıcılar
vardır. Acaba onlar kevni mi, yoksa ilahi midir? Kâfir iken ümmederin helak
olmasının nedeni bu menzilden öğrenilir? Onların helak olması sayesinde helak
olan müminler ile onlara uyanların helak olması bu menzilden öğrenilir. Bütün
bunlar, dünyadadır. Ahirette bu helakten kim kurtulur? Kâfirler helak olurken,
niçin müminler de helak olmuş, bela hepsini kuşatmıştır? Halbuki nitelikleri
farklıdır. Acaba bunun nedeni müminlerin kâfirlere meyletmesi midir? Allah
Teâlâ ‘Zalimlere meyletmeyin’102 buyurur. Acaba onlara ateşin
değmesini gerektiren bu meyletme maddi midir, manevi midir? Azabın meyledenlere
artarak verilmesinin nedeni, iyilik amaçlanmış olsa bile, bu menzilden
öğrenilir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Nerede ise onlara birazcık
yönelmiştin. Bu durumda sana ölüm ve hayat acısını tattırdık.’103 Acaba tam yönelme nedeniyle Hakk edilen
azaptan daha şiddedi olan bu azabın sebebi nedir? Allah Teâlâ’nın böyle
ayederdeki -ki bunların amacı O’nun bildirmesiyle öğrenilirmuradı nedir? Bu
konu, bu menzilin içerdiği büyüle bir bilgidir. Kendisi nedeniyle helak olan
ve başkası nedeniyle helak olan kimdir? Başkası nedeniyle helale olmanın
sınırı, kendisi nedeniyle helak olmanın sınırı ve zamanı nedir? Farklı
türlerinde helak, helale olanların hallerindeki farklılıktan mı, ilahi
isimlerin hakikatlerirideki farklılıktan mı kaynaklanır -ki her isim bu makamda
azaptan payını alabilsin-? Var olduktan sonra isimlerden yok olan veya geride
kalan ya da başkasının helakiyle yok olanlar nelerdir? Allah Teâlâ’ya asi olan
ile peygamberine ve yöneticilere asi olan arasındaki fark nedir? Peygambere asi
olmanın ve yöneticiye asi olmanın içerdiği ‘Allah Teâlâ’ya asi olmak’ fiili ne
demektir? Çünkü onlara asi olmak, Allah Teâlâ’nın emrine karşı gelmek demektir.
Halbuki Allah Teâlâ’ya asi olmak yöneticilere asi olmayı, gerektirmez, fakat
peygambere asi olmayı içerir. Çünkü Allah Teâlâ’ya asi olmak peygambere de asi
olmak demektir. Çünkü günah ve isyan ilahi emir ve yasaklarla ilgilidir ki
bunlar da peygamberin tebliği ve onun diliyle öğrenilebilir. Allah Teâlâ
emrini ancak peygamberleriyle gönderir. Peygamberlerin dışındaki insanlar ise,
bu makama sahip değildir. Bununla birükte Allah Teâlâ’nın kendisine isyan
edilen bir emri olduğu gibi peygamberin de isyan edilen bir emri vardır. Burada
başka bir emir daha vardır ki, Allah Teâlâ’ya ve peygamberine asi olmak onda
birleşir. Allah Teâlâ’nın mertebesiyle ilgili olan ve herhangi bir yaratılmışın
giremediği her emre yönelik itaatsizlik, Allah Teâlâ’ya yönelik
itaatsizliktir. Yaratılmışın mertebesiyle ilgili -ki o Allah Teâlâ’nın
peygamberidiremirle ilgili itaatsizlik ise, peygambere itaatsizlik demektir.
Her ikisiyle ilgili emre itaatsizlik ise, Allah Teâlâ’ya ve peygamberine itaatsizlik
demektir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah Teâlâ’ya ve peygamberine itaat
eden:'04 Başka
bir ayette ‘Peygambere itaat edin’105
diyerek sadece peygamberi zikretmiştir. Başka bir ayette ise ‘Allah
Teâlâ’ya şirk koşan delalete düşmüştür’.106 Burada sadece
kendisini zikretmiştir. Büyüklük ve onu talep eden niteliği bilmek, hatırlatma
bilgisi, Haktan duymanın bilgisi, mülkü ve mülkün mülkünü bilmek, izzetin
mülkünü bilmek, taşıyıcı meleği bilmek, taşınan mülkü bilmek, heba mülkünü
bilmek, büyük korkuyu bilmek, Arş’ın altındaki hâzineyi bilmek, bu menzilden
öğrenilir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: 'La Havle vela
kuvvete illa billâh' demek, Arş altındaki bir hâzineden çıkmıştır.’ Bu hazine
nedir ve cLa-havle vela kuvve’ sözünden başka hangi gizli zikirleri
içerir? İlahi ve kevni kuvvet, anlamları kelimeler mertebesinde birbirine
eklemenin bilgisi, onların kelimelerin maddelerinden soyut olarak birbirlerine
eklemlenmeleri var mıdır, yok mudur? Anlamların kendiliklerinde bir eklemlenmesi
yok ise, bir imkânsızlıktan dolayı mı böyledir? Öyle ise, eklemlenmeyi kabul
etmezler. Yoksa Allah Teâlâ’nın iradesiyle mi böyledir? Yaratılmışın yazısı
ile Yaratanın yazısı arasındaki fark nedir? Bu bilgi, gördüğümüz ve müşahede
ettiğimiz garip bir bilgidir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bir gün
elinde ilâ dürülmüş kitap olduğu halde çıkagelmiş. Kitaplar bütün yazılı
kitapları içermekteydi. Sahabesine sormuş: ‘Bu iki kitabın ne olduğunu biliyor
musunuz?’ Ardından onlara sağ elindeki kitabın cennet ehlinin adlarını, onların
babalarının, kabilelerinin, aşirederinin ve Allah Teâlâ’nın kendilerini
yarattığı andan kıyamete kadarki aşireüerinin adları yazılıydı. Sol elindeki
kitapta ise kıyamete kadar cehennemliklerin, babalarının, kabile ve aşirederinin
isimleri vardı. Herhangi bir yaratılmış o isimleri iki kitapta bulunduğu
şekliyle yazmaya kalksaydı, âlemdeki kâğıtlar yeterli gelmezdi. Allah
Teâlâ’nın yazısı ile yaratılmışın yazısı arasındaki fark buradan öğrenilir.
Hacca giden safdillerin birisinden
aktarılmıştır: Veda tavafı yaparken bir adamla karşılaşmış. Adam, o saf adama
takılmaya başlamış: ‘Cehennemden kurtuluş beratını mı aldın Allah Teâlâ’dan?’
Saf adam karşılık vermiş: ‘Hayır almadım, peki insanlar bunu almış mıdır?’ diye
sorunca, adam ‘Evet’ diye karşılık vermiş. Bunun üzerine safdil ağlamış ve
kapalı bir yere girerek Kâbe’nin örtülerine bağlanmış, ağlaya sızlaya Allah
Teâlâ’dan kendisini cehennemden kurtaracak bir yazı vermesini dilemiş. Arkadaşları
ise onu kınamaya ve söz konusu kimsenin kendisiyle alay ettiğini anlatmaya
çalışıyormuş. O ise, arkadaşlarının söylediklerine bakmıyor, ağlamaya ve
yalvarmaya devam ediyordu. Safdil bu haldeyken, üzerine oluk yönünden havadan
bir yaprak düşmüş. Yaprakta cehennemden kurtulmuş olduğu yazıyordu. Sevinçle o
yazıyı insanlara okumuş. O kitabın bir alameti, her yönden eşit ölçüde
okunabilmesidir. Sayfa değiştirildiğinde, yazı da değişiyordu. Bunun üzerine
insanlar kâğıdın Allah Teâlâ katından geldiğini anlamışlardı. Günümüzde bir
kadın uykusunda sanki kıyametin koptuğunu ve Allah Teâlâ’nın ona bir ağaç
yaprağı verdiğini görmüş. Yaprakta ateşten kurtulmuş olduğu yazılıydı. Kadın
kâğıdı eliyle tutmuş ve yaprak hala elinde dürülmüş bir haldeyken uykusundan
uyanıvermiş. Elini açamıyor, avucunda yaprağı hissediyordu. Elini tutmak ona
ağır gelmişti, sanki kendisine acı veriyordu, insanlar kadının başına
toplanmış, elini açmaya çalışmış, hiç birisi elini açamamıştı. Tasavvuf ehline
bu durum sorulmuş, hiç biri meselenin sırrını bilememişti. Şekilci alimlerden
fakihler ise bu konuda bir bilgiye sahip değildi. Doktorlar ise kadının elinin
açılmayışını üzerine dökülen ve ona böyle bir etkide bulunan güçlü bir karışıma
bağlamıştı. Bazı insanlar ise, beni kast ederek, ‘falan kişiye sorsak, belki
bu konuda onun bir bilgisi olabilir’ demiş. Kadını bana getirdiler. Yaşlı
kadının eli kendisine acı verecek ölçüde sıkılmıştı. Rüyasını sordum,
insanlara anlattığı şekliyle rüyasını bana anlattı. Elini öyle kapatmasının
sebebini anlamıştım: Bunun üzerine kulağına eğildim ve ona bir şey söyledim ve
ardından şöyle dedim: ‘Elini ağzına yaklaştır ve Allah Teâlâ karşısında
avucunda hissettiğin bu yaprağı yutmaya niyetlen. Böyle niyet edersen, Allah
Teâlâ bu konudaki dürüsdüğünü bilir ve elin açılır.’ Kadın elini ağzına
yapıştırınca, eli açılmış. Orada bulunanlar hayrete düşmüş, bana bunu nereden
bildiğimi sormuşlar.
Ben de kendilerine şöyle dedim: ‘Malik
b. Enes -ki hicret diyarı Medine’nin imamıdıron üç yaşındayken imamlardan
fıkıh okuyan zeki ve kavrayışlı birisiydi. Bir kadın bir ölüyü yıkıyormuş.
Cinsel organına ulaştığında, eliyle cinsel organına vurarak, şöyle demiş: ‘Ey
fere! Senin üzerinden içimler geçmiş kimler!’ Bu sözü söyler söylemez, kadının
eli ölünün cinsel organına yapışmış. Kendisi elini çekemediği gibi hiç kimse
de kadının elini oradan çekip alamamıştı. Medine fakihlerine bu konudaki hüküm
sorulmuş. Bir kısmı elinin kesilmesi gerektiğini, bir kısmı ölünün bedeninden
kadının elinin uzadığı yerin veya boyu kadar bir bölümün kesilmesi gerektiğini
söylemiş, tartışma uzamış. Şu tartışılıyordu: Neye saygı göstermemiz gerekir?
Ölüye mi saygı göstereceğiz ve ondan hiçbir şey kesmeyeceğiz. Yoksa diriye mi
saygı gösterip elini kesmeyeceğiz? Malik onlara şöyle demiş: ‘Bana göre kadına
iftira cezası uygulanmalıdır. Kadın iftirada bulunmuşsa, eli çözülür.’ Bunun
üzerine ölüyü yıkayan kadına iftira cezası uygulanmış, kadının eli çözülmüş.
Falcihler bu duruma şaşırmışlar ve o esnada Malik’e saygıyla bakmışlar, onu
hocalardan kabul etmişlerdir. Niteldm Ömer b. El-Hattab da Abdullah b. Abbas’ı
bilgideki üstünlüğü nedeniyle saygıda Bedir savaşına katılanlarla bir
değerlendirirdi. Allah Teâlâ’nın gönlüme attığı ilhamla şunu anladım: Allah
Teâlâ o kâğıtta yazanları başkasının kendisine ulaşmasından sakınmış, bunun için
de kadının elini kapatmıştı. Kâğıtta yazanlar, o kadına tahsis edilmiş bir
sırdır. Kadına söylediklerimi söyleyince, kadının eli açılmış, o yaprağı
yutmuştu.
Bu menzil cennet ve cehennem
bilgisini, kıyamet duraklarının bilgisini, ahiret hallerinin bilgisini,
şeriatlar bilgisini, Allah Teâlâ katındaki değerlerinin yüksekliğine rağmen
peygamberlerin şeriatların değerini bilmesini sağlayan sebebin bilgisini,
onların Allah Teâlâ katındaki yerleri ile kendilerine iman eden mümin insanlar
nezdindeki yerleri arasındaki farkın bilgisini, Hakkın onlara hangi gözle
baktığının bilgisini içerir. Hakk onlara hangi isimle hitap eder? Tenzih,
takdis, büyüklük ile rablik mertebesinin sınırlı isimler mertebesi karşısındaki
yerinin ne olduğu bu menzilden öğrenilir. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru
yola ulaştırır.’
Mücmel-Musevî ve Muhammedi Mertebeden -en
yüce mertebelerdendir-, insani Levh-i Mahfuz'da İlahi Kalem İle Nakşedilen
Mevcut Niteliklerin Bilinmesi
Kalem ve okkanın sırrı Hâdislik ve
kadimlik bilgisidir
Öyle birine özgü ki ‘Kulum’ diye
çağrıldı, o da geldi
Zatından bir mertebeye ki
O mertebeye onun ‘ayağı’ vardı
■
Onun sözünden idi bu ayak Bilginin mertebesinde ayak
Binerek ve koşarak geldi Yaya
yürüyerek geldi
Onlara karışmış idi Kan ile etin
mizacı
Oluşu katmalısın gördüğünde Hakk sana
gösterdiğinde yokluğa
Sırrı varlığında .
Yokluk iken onun benzeri gibi
Onun vaktinde yok Kınanan ayak sahibi
Her tövbekar için şart:
Doğru bir niyet ve pişmanlık
■
Onun mertebesine gelince Horlanarak ve hizmete sarılarak
gelir
Onu bir gördüğünde
Arş üzerinde istiva etmiş iken
Göz ona tam yönelir •
Çünkü hizmetçilerdendi
Makamından ortaya çıktığında ise İşte
hizmetçi odur
Ey samimi dost ve asil arkadaş! Allah
Teâlâ senin basiretini nurlandırsın ve sana yardım etsin, bilmelisin ki: Allah
Teâlâ peygamberinin ahlakı, Kuran idi ve o ilahi isimlerle ahlaklanmıştı. Allah
Teâlâ yüce kitabında Arş üzerine istiva ettiğini bildirir. Bu ifade, kendini
övmek ve methetmek amacıyla söylenmiştir, çünkü Arş cisimlerin en büyüğüdür.
Peygamberi için de bu ‘istiva’ fiilinden, onu övmek ve methetmek üzere, bir
nispet belirlemiştir: Arş isra yolculuğu yaptırılan peygamberlerin
varabileceği en üst makamdır. Bu durum Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in
bedeniyle isra yolculuğunu yaptığını gösterir. İsra rüya yoluyla
gerçekleşseydi, isra olmaz ve bu makama ulaşmak övgü sayılamayacağı gibi
Arapların böyle bir şeyi inkâr etmesi de söz konusu olmazdı. Çünkü rüyada
insan Allah Teâlâ’yı görme mertebesine bile erişebilir ki, bu, hallerin en
üstünüdür. Rüyada nefislerin bu dereceye ulaşması mümkün değildir. Çünkü her
insan, hatta her canlı rüya görebilir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
kendini övmek amacıyla -ki bunun delili bitiş edatı olan hatta gelmiş
olmasıdırbunu bildirmiş ve kalemlerin cızırtısını duyabileceği istiva yerinde
gözükecek şekilde yürütüldüğünü söylemiştir. Bu durum ‘Ona
ayetlerimizden gösterelim (hatta) diye. O duyan ve görendir"07
ayetinde belirtilmiştir. Burada ‘o’, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e
döner, çünkü yürütülen odur. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ayetleri
görmüş ve kalemlerin cızırtısını duymuştur. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem ayetleri görmüş, onlardan kulağın payı olanları da duymuştur, o pay
sestir. Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem duyulanları ‘cızırtı’
kelimesiyle ifade etmiştir ki, o da sestir. Şair Nabia şöyle der:
Kalemlerin cızırtısını duydu Bu
durum, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemde melekût âleminden bir güç
kaldığını gösterir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem oraya -gören olması
yönüyle değilduyan olması yönüyle bedeniyle girmiş, kalemlerin seslerini duyma
mertebesine
ulaşmıştı. Bunlar, Allah Teâlâ’nın
âlemde yaratacağı hükümleri yazan kalemlerin sesleridir. Kalemlerin mertebesi,
Yüce Kalem mertebesinin ve Levh-
i
mahfuzun
aşağısındadır, çünkü kalemin yazdığı şeyler değişmez. Levha ise, silinmeden
korunmuş anlamında ‘mahfuz’ diye isimlendirilmiştir. Dolayısıyla ona
yazılanlar, silinmez. Bu kalemler ise, silinme ve ispat levhasına
yazılmıştır.' Bu durum ‘Allah Teâlâ dilediğini siler ve sabit
kılar,m ayetinde belirtilir. Bu levhalardan
şeriatlar, sahifeler, kitaplar peygamberlere inmiştir. Bu nedenle şeriadarda
nesih ortaya çıkar. Hatta bazen bir şeriattaki bir hükümde bile nesih
gerçekleşebilir. Bu anlamda nesih, bir hükmün süresinin sona ermesi demektir,
yoksa ortadan kalkması demek değildir. Böyle bir şey Allah Teâlâ hakkında
imkânsızdır.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’iri
elli vakit namazın durumu hakkında Hz. Musa ile Rabbi arasında gidip gelmesi bu
makamla ilgilidir ve vardığı nihai yer burasıydı. Allah Teâlâ Muhammed
ümmetinden o levhalara yazdığı namazlardan dilediğini kaldırmış ve onlardan
beş vakit namazı geride bırakmış, namaz kılana ise elli vaktin sevabını
yazmış, sonra peygamberine ‘nezdinde hükmün değişmeyeceğini’ vahyetmiştir. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem de Hz. Musa’nın yanından Rabbinin mertebesine
dönmemiştir. Bu yazıdan, ecel belirlenmiş ve ömür takdir edilmiştir. Allah
Teâlâ’nın kendisini ‘mümin kulunun canını alırken tereddüt göstermek’ ile
nitelemesi bu levhalarla ilgilidir. Halbuki onun canını almaya hükmetmiştir.
İlahi tereddüt diye ifade edilen bu ilahi hakikat, işlerde ve onlar hakkında
hayrete düşme hususunda yaratılmışlara yayılmıştır, insan herhangi bir şeyi yapıp
yapmamada tereddüt gösterebilir. Bu tereddüt sürer ve en sonunda tereddüt
ettiği, işlerden birisi gerçekleşir. Böylelikle o şey var olur ve o işlerden
birisi gerçekleşir, tereddüt kalkar. Bu gerçekleşen şey, tereddüt edilen
hususlardan levhada sabideşen şeydir. Çünkü silinme levhasına yazan kalem,
belirli bir şeyi yazar. Bu yazı, kulun aklına o işi yapmak düşüncesini düştüğü
vakittir. Sonra yazı silinir. Allah Teâlâ onu siler ve şahsın zihninde o fiili
yapmak fikri kaybolur. Bunun nedeni, gayb âlemindeki Levha’dan şahsın nefsine
uzayan ince bir bağın bulunmayışıdır. Çünkü nefislere bu levhalardan uzayan
ince bağlar, yazının gerçekleşmesiyle meydana gelirken, silinmesiyle ortadan
kalkar. Kalem levhadaki yerini silinmiş olarak gösterdiğinde, konuyla ilgili
‘yapma’ veya ‘yapmama’ şeklinde başka bir şeyi yazar. Bu kez yeni yazıdan
kendisi adına yazıldığı o şahsın nefsine bir bağ uzanır ve şahsın zihnine
birincinin zıddı olan düşünce gelir. Hakk onu var etmeyi dilemişse, artık silmez;
varlıkta kalırsa, onun bağı da şahsın kalbine ilişmiş olarak kalır ve
sabideşir. Bu durumda o şahıs o işi yapar veya -levhada sabit olan duruma
görebırakır. Şahıs o işi yaptığında veya yapmadığında fiili gerçekleştiğinde, Hakk
fiili hakkında hüküm vermiş olması yönüyle onu siler ve iyi bir amel sureti ya
da gerçekleştiği şekilde kötü bir amel sureti olarak onu var kılar. Sonra kalem
başka bir şeyi yazar ve iş böyle sürer. İşte kalemlerin yeri ve mertebesi
burasıdır. Silmeyle görevli olan saygın bir melektir. Melek, Hakk’ın emrettiği
üzere, yazılanı siler. Meleğe yazdıran da Allah Teâlâ’dır. Kalemler, ilahi
nitelikten meydana gelir. Bu ilahi nitelik, peygambere indirilen vahiyde
‘tereddüt5 diye ifade edilir. O ilahi hakikat olmasaydı, âlemde iki
şey birbirinden farklılaşmaz veya herhangi bir insan bir konuda hayrete ve
tereddüde düşmez, bütün işler, kesin bir şekilde gerçekleşirdi. Nitekim
insanların içlerinde buldukları tereddüt de onlarda kesin bir şekilde bulunur.
Çünkü âlem, hakikatler vasıtasıyla korunmuştur. Gece ve gündüz yazmayı
sürdüren kalemlerin sayısı, feleğin derecelerinin sayısınca üç yüz altmıştır.
Her kalemin Allah Teâlâ’dan kendisine özgü bir bilgisi vardır. Bu kalemden o
bilgi feleğin derecelerinden belli bir dereceye iner. O dereceye yıldızlardan
bir şey indiğinde -Ki onları sekiz felek yürüyerek kat eder-, bu derecede
kendisine bu kalemden bırakılan bilgiyi alır. Kalem ona o yıldızın
ruhaniyetinin gücü ölçüşünce bilgi biralar. Onun feleği bu güç vasıtasıyla
hareket ederek eddsi unsurlara ulaşır. Bu durumda unsurun istidadına göre, onu
kabul eder. Sonra bu etki, unsurlardan türeyenlere ulaşır. Onlarda Allah
Teâlâ’nın dilediği şeyler -kendiliklerindeki eksiklik ve noksanlığa
göremeydana gelir. Eksiklik ve noksanlık, türeyenin cisminde veya güçlerinde,
ruhunda bilgisinde, bilgisizliğinde, unutmasında, gafletinde, huzurunda, hatırlamasında
ve uyanıklığında olabilir. Bütün bunlar, Aziz ve Alim’in takdiriyle
gerçekleşir. Günler ise büyük feleğin hareketiyle gerçekleşir. Bir gündeki gece
ve gündüz, güneş feleğinin hareketine göre çünkü o hareket, güneşin kapsamı
altındadırgerçekleşen günlük büyük hareketin neticesidir.
Allah Teâlâ toprağı kesif yapmıştır,
güneşin ışınları ona nüfuz edemez. Bunun nedeni, toprağın gölgesi olan gecenin
varlığıdır. Bu nedenle gündüz bazı yerlerde uzar ve kısalır. Aynı zamanda gece
de uzar ve kısalır. Bu sayede bizim nezdimizde gece ve gündüzde artış gerçekleşir.
Yeryüzünün
mamur bölgelerinde gerçekleşen bu gece ve gündüz sayesinde feleklerin günleri
sayıldığı gibi Rabbin günleri sayılır. Bu durum ‘Rabbinin
nezdindeki bir gün saydıklarınızdan bin sene gibidir5109
ayetinde belirtilir. Kastedilen, bildiğimiz bu günlerdir. Biz ise, bazı
bölgelerde gündüzün altı ay gecenin altı ay olduğunu biliriz. Söz konusu gün, o
yere göre, bir gündür. Bu durumda o yerin bir günü, bizim saydıklarımızdan üç
yüz altmış gündür. .
Allah Teâlâ peygamberinin (isra
yolculuğu esnasmda) yazılarının sesini duyduğu kalemlerin mertebesini ilahi
bilgiden açıklamış, kalemlerin kime yardım ettiğini, hangi ilahi hakikate
dayandıklarını da açıklamış olduk. Onların ulvi âlemde melek, yıldız ve
feleklerdeki etkilerini açıkladık. Onların unsurlarda ve türeyenlerdeki
etkilerini açıkladık. Bu bilgi, kalemlerin hükümlerinden meydana gelen garip
sırları içeren büyük bir keşiftir. Bunlar, âlemde sürekli meydana gelen
tesirlerle ilgilidir. Bunların yazılması zorunludur. Yıldızların saçılması bu
felekî cisimlerin bozulması, dünya hayatının tahrif olması ve mudular için
mamurluğun yüce cennetlere -Ki oranın toprağı sekizinci feleğin arzıdırulaşması
gerekir. Cehennem aşağıların aşağısıdır ve orası bedbahtların diyarıdır. Bu
kitapta cennet ve cehennem bölümünde bu meseleyi açıklamıştık.
Yüce kaleme gelirsek, yüce kalem, her
şeyi Levh-i mahfuz’a (korunmuş levha) yazar. O, kalemlerin neyi yazacağını ve
sileceğini belirler. Bu levhalarda silinen ve silinmeyen şeyler Levh-i
mahfuz’da sabit iken hükmü gerçekleştikten sonra bir şeyin meydana gelişi
esnasmda o şeyin tespiti Levh-i mahfuz’dadır. Öyleyse Levh-i mahfuz (korunmuş
levha), silinmeyen levhadır. Levh-i mahfuz, işlerin farklılığı ve tafsili
olarak yazılan sonuçlarma göre, Yüce Kalem’in yardım ettiği levhadır. Bunlar,
Aziz ve Alim’in takdiriyle gerçekleşir. Gerçek-ilahi keşif yoluyla kalemlerden
velilerin kalplerine sahih keşifler temsil yoluyla (misali) ulaşır. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve selleme cennet bir duvarda temsili olarak gösterilmişti.
Bu temsilin gerçek olduğunu söyledik, fakat yine de bir temsildir, çünkü Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem, şöyle demiştir: ‘Öne çıktığımda, beni gördünüz
mü?’ İstedim ki cennetten bir meyve alayım. Onu size getirseydim, dünya var
olduğu sürece ondan yerdiniz.’ Cehennem gösterildiğinde, ateş kendisine
değmesin diye kıblesinden geriye çekilmiştir. Orada kediye su verdiği için
cennete giren kadını görmüştü. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bu
müşahedeyi güneşin tutulması nedeniyle kılınan namazda görerek şöyle demiştir:
‘Allah Teâlâ namaz kılanın kıblesindedir.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem duvarın kıblesinde bulunması gibi cennet ve cehennemi kıblesinde
görmüştür.
Bilmelisin ki, Allah Teâlâ’nın cennet
ve ehline özgü bazı isimleri olduğu gibi cehennem ve ehline özgü isimleri de
vardır. Namaz kılan kimse Allah Teâlâ’ya -O’nun zatı yönünden değilisimleri
yönünden münacat eder. Allah Teâlâ’nın zatı, nicelik ve sınırlanmadan
münezzehtir. Dikkatini çektiğim hususla Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in
kıblesinde ve namazında sürekli Hakka niyaz ettiğini anlamalısın. Cennet ve
cehennemi ve onlarda bulunanları müşahede etmek veya (cenneti görünce) öne
çıkmak veya (cehennemi görünce) geriye gelmenin zahirde ve batında onu namaz
kılmaktan uzaklaştırmamıştır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bütün
bunları namaz kılarken bildirmiş, namazımız esnasında aklımıza gelen
alış-veriş, almak ve satmak gibi fiillerimizin veya namaz kılarken insanın
içinde ortaya çıkan olaylarda namaz kılanın düşüncesini harekete etmesindeki
durumunu bildirmiştir. Hz. Ömer namazı esnasında orduyu (hazırladığını) düşündüğünü
söylemiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in namazında müşahede
ettiği şeyleri bize bildirmesi, namazda böyle düşüncelerin bize emredilen
namaza zarar vermediğini gösterir. Gerçelderi bilmeyen bazı fakihler, bunun
böyle olmadığını zanneder. Hatta salihlerden bir kısmı bile, bütün bunların
namazı bozduğunu ve insana Allah Teâlâ karşısında huzur halini kaybettirdiğini
zanneder. Gerçek öyle değildir. Namaz kılanın namazda müşahede ettiği her olay
gerçektir ve o namaz ile kastedilen şeyin ne olduğunu bilen kimse için namazın
bir parçasıdır. İnsanın kıblesinde bulunan duyulur şeyleri görmesi, onun
namazını bozmaz ve -herhangi bir görüş ayrılığı olmaksızınkıblesindeki
varlıkları ve onların hareketlerini görmesi, kendisini ‘namaz kılan’ olmaktan
uzaklaştırmaz. Namaz kılanın namazda gözünü kapaması mekruh sayılmıştır.
Basiret gözüne ve kalbine yansıyan böyle düşünceler ile içine gelen böyle
durumların suretleri de Allah Teâlâ katındandır. Onun basiret gözü, duyu gözü
gibi açıktır. Öyleyse her misal suretinde Hakk batınında ona tecelli ettiği
gibi zahirinde de duyulurlarda kula tecelli eder. Dolayısıyla insanın basiret
gözüyle ve kalbiyle o şeyleri algılaması gerektiği gibi duyulurların suretlerin
i de baş gözüyle algılaması gerekir. Duyulur şeyleri algılaması onu namaz
kılmaktan uzaklaştırmaz. Bununla birlikte, yüzüyle kıbleye dönmesi
emredilmiştir. Batındaki suretleri müşahedesi de kendisine emredildiği üzere
Rabbine yönelmişken namaz kılmasını engellemez.
Bu yönelme, ibadete başlarken
kendisinden talep edilen ‘niyet5 diye ifade edilmiştir. Gerçekleri
bilmeyen kimse, bu durumun kendisine zarar vereceğini zanneder.
Bir insan Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem’in kulun abdest aldıktan sonra içinden konuşmadan kıldığı iki rekât
namaz hakkmdaki hadisiyle delil getirmek isterse, o hadisin (konuyla ilgili)
bir delil olmadığını söyleriz. Böyle bir insan, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’in kast ettiğini anlamadığı gibi sözünü neyle sınırlamış olduğunu
dikkatle incelemiş de değildir. Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
içinden konuşmasını kast etmiştir. Namaz lalanın gördüğü suretler ise, kalb
gözüyle görülmüştür. Şâri gördüğü kimseyle değil, konuştuğu kimseye
değinmiştir. Çünkü kişinin kalp gözünü Hakkın gösterdiği suretlere kapaması
mümkün değildir ki? Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, İçişinin kendisiyle
konuşmasıyla hadisini sınırlamıştır. İnsan namazda Rabbiyle ya da namazında
kendisine tecelli ettiği suret ile konuşursa, bu konuşma namaza zarar vermez.
Nitekim Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem istiğfardan söz eden bir ayet
okuduğunda bağışlanma diler, talep ayeti geçtiğinde ayetin gösterdiği şeye
ulaştırmasını Allah Teâlâ’dan dilerdi. Bütün bunlar ise, onu namaz kılan
olmaktan çıkartmazdı. Ya da kendisini namazdan çıkartacak yeni bir niyet
oluşmazdı. Nitekim zahirinde kıble yönünden başka bir yöne de dönmezdi, insan
yüzüyle kıbleyi değiştirmedikçe, namaza devam etmektedir veya namazından
kendisini çıkartacak bir niyet olmadıkça, namazı sahih ve geçerlidir. Bu namaz Allah
Teâlâ’nın kullarına ihsan ve rahmetinin bir sonucu olarak makbuldür. Her insan
Hakkın kullarına dönük hitabını ve bu hitapta onlardan neyi istediğini bilemez.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in onda birinden başlayarak yarısına
varıncaya kadar zikrettiği namazın parçalı bir şekilde kabulüyle ilgili hadisi
ise, sahih değildir. Sahih olsa bile, zikrettiğimiz görüşle çelişmez.
Bilmelisin ki, bu menzil değeri yüce
ve üstün bir menzildir ve bundan doiayı Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e
özgü büyük bir değer vardır. Bu konudan zikrettiğimiz miktar, bu konuda
düşünen ve basirede meseleye bakan için yeterlidir.
Şimdi menzilin içerdiği ilimleri
zikredelim, çünkü kitabın bölümleri pek çoktur. Hepsinden söz edersek, söz
uzar ve bu menzili öğrenmek isteyenin bilgi edinmesi güçleşir. Bilmelisin ki,
bu menzil, icmal bilgisini içerir. Allah Teâlâ’nın bilgisinde icmal olur mu?
Yoksa Allah Teâlâ sonsuz eşyayı tafsili ye ayrıntılı olarak mı bilir? Bunlar,
sonsuz şeylerdir. Bu menzil tafsil ilmini içerir ve icmal ve tafsil arasında
bulunan bilgiyi içerir. Bu bilgi Allah Teâlâ’yı bilenlerin pek azının
bilebildiği garip bir bilgidir. Çoğunluk onu nasıl bilsin ki? Tedvinler
bilgisi ve onun tertibi bu menzilden öğrenilir. Ücrederin ve onları Hakk
edenlerin kim olduğu, bu menzilden öğrenilir? Onlar kullar diye
isimlendirilmiştir. Niçin kul ücretli diye isimlendirilir? Böyle bir
isimlendirme onun kendisinden meydana gelen fiille ilişkisi olduğunu ihsas
eder. Bu durumda kiralama o nispetten ortaya çıkar. Efendiye hizmette yardım
talebi buradan gerçekleşir. Acaba ücretten önce farz yükümlülüğü hangi yönden
gerçekleşmiştir? Ücretli, kendisini ücredi yapana kadar (kiraya verene) yükümlü
değildir. Kul ise, her zaman Efendisine itaade yükümlüdür. Hakk karşısında
insan iki durumdadır: ya kulluk halindedir veya ücredidir. Kim kul olursa, namaz,
zekât ve diğer bütün farzlar ile yükümlüdür ve genel itibarıyla farzları yerine
getirmede bir ücret yoktur. Aksine Efendisi ona -ücret olarak değilihsan
yoluyla dilediklerini verir ki, bu, ücretten daha üstündür. Sonra Allah Teâlâ
kuluna fiilen farz olmayan bir takım işleri yapmayı tavsiye eder. Bu tavsiye ve
teşvik edilen ameller ise, ecirleri meydana getirir. Kul bu ameller vasıtasıyla
Efendisine yaklaşırsa, onlara karşılık kendisine ücret verilir; yaklaşmazsa,
onlardan dolayı yükümlü olmaz ve cezalandırılmaz. Kul bu durumda ücredi
çalıştırılan yabancı gibidir. Onun için farz, kendi mukabili olan karşılık ve
cezadır. Çünkü bu, Allah Teâlâ ile kulları arasındaki bir sözleşmedir.
Nafileler ise, ücretlidir. Bunlar ‘Kulum bana nafile ibadederle yaldaşır, ta
ki, onu severim, sevince duyması ve görmesi olurum’ anlamındaki kutsi hadiste
belirtilen husustur. Nafile kul için ilahi sevgiyi meydana getirir. Bu sayede Hakk,
onun görme ve duyma gücü olur. İlahi sevgi ise, Hakkın duyması ve görmesi
olacağı bir menzile kulu yerleştiren şeydir.
Buradaki illet şudur: Nafile ibadet
yapan kul, ücredi çalışan gibi gönüllü kuldur. İnsan -arzusunun değilAllah
Teâlâ’nın kulu olmayı tercih ettiğinde, hiç kuşkusuz ki, Allah Teâlâ’yı
arzusuna tercih etmiş demektir. Böyle bir kul, farz ibadederde gönüllülük kulu
değil, zorunluluk kuludur. İşte bu kulluk, Efendisinin farz kıldığı işleri
yerine getirmesini gerektirir. Zorunlu kulluk ile gönüllü kulluk arasındaki
fark, ücretli çalışan ile kölenin çalışması arasındaki farkın benzeridir.
Öyleyse esas itibarıyla köle olan birisinin
efendisinden bir şey Hakk etmesi söz konusu değildir.
Efendisi onu yedirir ve içirir,
zorunlu ihtiyaçlarını karşılar. Dolayısıyla böyle bir köle, gece ve gündüz
efendisinin evindedir. Bir işe görevlendirmeden, onun evinden ayrılmaz. Böyle
bir kul, dünyada Allah Teâlâ karşısında olduğu gibi, kıyamette ve cennette Allah
Teâlâ karşısında bulunur. Çünkü bütün o yerler, Efendisinin malı ve mülküdür. Allah
Teâlâ o mekânlarda bir sahip ve malik olarak tasarrufta bulunur. Ücretlinin
kendisi için belirlenmiş geçim, giyim, ücretinin dışında payı yoktur. O, efendisinin
ve kendisini çalıştıranın haremine giremeyeceği gibi sırlarına ulaşamaz veya
-izin verildiği ölçünün dışındamülkünde tasarrufta bulunamaz. Çalıştırılma
süresi bitip ücretini aldığında, çalıştırandan ayrılarak ailesiyle ilgilenir.
O kişinin kendisini çalıştırandan talep edebileceği hakkı ve payı yoktur. Fakat
mal sahibi ona hediye vermek kendisiyle oturup kalkmak gibi ihsanlarda
bulunabilir. Böyle iyilikler ihsan kabilindendir. Ahiret hayatında gönüllü
ibadet ondan kalkmıştır, ince düşünürsen, yüce bir makama dikkatini çektiğimi
fark edersin. Bu makamdan peygamberlerin -ki onlar bütünüyle Allah Teâlâ’ya
adanmış kimselerdir ve arzularının veya herhangi bir yaratılmışın onlarm
üzerinde tasarrufu yokturniçin şöyle dediklerini anlarsın: ‘Ücretim
Allah Teâlâ’ya kalmıştır. ’uo Bu ifadenin onların
ilahi isimlerin hükmü altına girmeleriyle ilgili olduğunu öğrenirsin. Burada
ücret ile çalıştırma gerçekleşir. Onlar, zorunlu kulluk halindedir, fakat
hakikatte zatın kullarıdır ve bu zatın mülküdürler. İlahi isimler, eserlerinin
kendilerinde ortaya çıkması için, onlarm var olmasını istemiştir. Dolayısıyla
diledikleri herhangi bir ismin hükmü altına girebilirler. İlahi isimler bu
durumu bilir ve bu nedenle onlar adına ücret belirlemişlerdir. Her ilahi isim,
kuldan kendisine hizmeti diğer ilahi isimlere tercih etmesini ister. İsim
şöyle der: ‘Benim emrimin altına gir, sana şunu vereceğim.’ Efendisi, zat
kulluğu yönünden kendisine nida edene kadar, o ismin hizmetindedir. Sonra
bütün ilahi isimleri terk ederek Efendisinin çağrısını yerine getirir.
Efendinin emrini yerine getirdiğinde, tekrar dilediği isme döner. Bu nedenle
insan nafile ibadet yapar ve farz kılınmış namazın yerine getirilişini duyana
kadar ibadetini sürdürür. Farz namazı kılmadan, nafileler yasaktır. Efendisinin
ve sahibinin farz kıldığı şeyi yerine getirmek için koşar. Bitirdiğinde, dilediği
nafile ibadete başlar. Öyleyse kul bu meselede benzetme yaparsakpek çok evladı
olan bir efendinin kölesine benzer. Köle zorunlu olarak efendisinin hükmü
altındadır. Efendi bir şey emrettiğinde, başkasıyla ilgilenmez. Emri
tamamladığında ise, efendinin çocukları ondan hizmet bekler. Bu durumda köle,
kendilerine hizmet etmede köleyi iştahlandıracak karşılığı da belirlemedir. Her
çocuk, efendinin emrini yerine getirdiğinde, kölenin ona hizmet etmesini ister.
Bu durumda köle bütünüyle kendisine hizmet etsin diye çocuklar birbiriyle
yarışır. Köle ise serbesttir ve o esnada dilediği çocuğa hizmet edebilir.
Öyleyse insan köle, Efendi Allah Teâlâ, çocuklar ise diğer ilahi isimlerdir.
Köle, bir yorgun görüp ona yardım ederse, el-Muğîs (yardım eden) ilahi isminin
etkisi altındadır ve el-Muğîs isminden yaptığı işe karşı belirlenmiş bir ücret
kazanır. Zayıf birisini görüp ona karşı lütufkâr davrandığında, el-Latif
isminin etkisi altında olduğu anlaşılır. Aynı şey diğer isimler için
geçerlidir.
Dostum! Rabbine ve efendine nasıl
hizmet edeceğini böyle öğrenmelisin. Kendin ve efendin hakkında doğru bir
bilgiye sahip ol iti, bilgide derinleşen alimler ve ilahi hakimler
(metafızikçiler) arasına girebil! Bu sayede yüce dereceyi resuller ve nebiler
karşısında üstün bir mertebeyi elde edersin.
Bu menzil bütün ilahi isimlerle
ahlaklanma bilgisini içerir. Burada ‘bütün’ derken, bilgisi bize ulaşanları
kast etmekteyim. Temyiz bilgisi ve kulun ona nereden ulaşacağı, bu menzilden
öğrenilir. Kul ile bu bilgiye ulaşma zamanının belirlenmesi, Allah Teâlâ ile
kulları arasındaki üstünlük ilişkisi bu menzilden öğrenilir. Bu üstünlük ‘Yaratıcıların
en güzelidir’.‘Merhamet
edenlerin en merhametlisidir’"2 gibi
ayederde zikredilir. Acaba onların ortak özelliği nedir ki, Allah Teâlâ o yönde
mükemmel olmaktadır? Halbuki Allah Teâlâ ile yaratıkları arasmda karşılaştırma
olamaz. Çünkü Efendi kendisiyle mukayese edilemeyen ve karşılaştırma
yapılamayan kimsedir. Herkes onun kölesidir. Dolayısıyla Efendi ile köle
arasında köle olmak yönündenbir karşılaştırma olamaz. Aksine Efendi bütün
faziletin sahibidir. Tasdik ehlinin mertebeleri, bu menzilden öğrenilir.
Kâfirler, müşrik ve diğerlerinin yanında yalanlayanların mertebeleri, bu bu
menzilden öğrenilir. Hangi ilahi ismin temenniyi istediği, bu menzilden
öğrenilir. Efendinin kölede istemediği nitelikler, kölenin efendinin nahoş
bulduğu özelliklere girmesine yol açan sebep, bu menzilden öğrenilir. Köle
sahip olduğu hakikat nedeniyle mi bunu istemiştir? Yoksa bu konu da, özel
olarak, kâza ve kadere mi döner? Kalplerin ve alamederin bilgisi, isra
yolculuğunun bilgisi ve bunların neyle ilgili oldukları, bu menzilden
öğrenilir. Daha önce lcazü’l-beyan fi’t-tercüme ani’l-kuran adlı
kitapta ‘Yaptıklarına karşı ısrar etmezler5113
ayetinden söz ederken bunu açıklamıştık. Dünya ve ahiretteki ceza, buradan
öğrenilir. Biz onu ‘Din gününün sdhibi,u*
ayetinin tefsirinde açıklamıştık. Takva bilgisi, furkan ve kuran bilgisi (ayrım
ve birleştirme bilgisi), sıkıntı ve korku ve bunların neye döndükleri, bu menzilden
öğrenilir. Deccal’in günlerinin bir sene, bir ay, bir hafta ve diğer günlerinin
bilinen günler gibi olmasının hikmeti, bu menzilden öğrenilir. Acaba bu durum
korkunun şiddetiyle mi ilgilidir? Çünkü üzüntü insana eşlik ettikçe büyür ve
küçülür. Sürekli olup insana eşlik ettiğinde kolaylaşır. Öyle Ki, dayakla
cezalandırılan kimse, onu başlangıçta küçük bir miktar olarak hisseder. Darbe
alan yer zedelendiğinde, artık onu hissetmez. Bedbahdarın Hakk ile yalnız
kalması, bu menzilden öğrenilir. Bunun ne yararı vardır? Mekir, tuzak, hile,
aldatma ve bunların mertebeleri ile sahipleri arasındaki fark, bu menzilden
öğrenilir. Sabrı bilmek, sabredemeyenin cezası, insanın ne zaman sabırlı olarak
kabul edileceği, bu menzilden öğrenilir. İnayet bilgisi, seçilme bilgisi,
salihlerin menzilleri, bu menzilden öğrenilir. Bu, değerli ve üstün bir
bilgidir ve peygamberlerden başka onu bilen görmedim. Bize bunun bilgisini
ihsan eden Allah Teâlâ’ya hamd olsun. Biz o lütuf ve ihsanı, Allah Teâlâ’nın
peygamberlerine ve indirilen şeriadarına tam hürmeti bize ihsan etmiş
olmasından bildik. Onlara özgü iyiliğin bilgisi, bu menzilden öğrenilir. Allah
Teâlâ onun meyvesini devşirenleri bana bildirmiştir.
İnsanların yolundan habersiz kaldığı
iyiliğin bilgisine ulaştıran yola dikkatini çektik. Onlar bu yolu dördüncü
tabakada saymış, yolu ise, doğru bir çizgi olarak kabul etmişlerdir. Hakkın
yolunun doğruluğu ise, daireseldir. Çünkü Sufıler, eşyada doğruluğunun
anlamının ne olduğunu bilememiştir. Dairesel doğruluk, tam bir daire olmak
demektir. Öyle ki, noktadan çıkan her çizgi, onun çevresindeki bütün çizgilere
eşit uzaklıktadır. Nitekim dörtgen ve üçgenlerdeki doğruluk da, köşelerinin
eşitliği durumunda açılarının eşidiği şeklinde gerçekleşir: İki köşesi eşit
üçgendeki doğruluk, iki köşenin eşidiğidir. Öyleyse bir şey için doğruluk, vad
edilcUği sebebin dışına çıkmamak demektir. Zat bilgisi bu menzilden öğrenilir.
Mucize, keramet ve sihir arasındaki fark bu menzilden öğrenilir. ‘Allah Teâlâ
doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’
ÜÇ YÜZ ON YEDİNCİ BÖLÜM
Ibtila ve Onun Bereketlerinin Menzilinin Bilinmesi
Bu,
kutbun solundaki imamın menzilidir.
Şaştım bir yere, yapmış ve düzenlemiş
onu Saygın bir ruhu yerleştirdi ve sınadı onu
Onu var etmemiş biri
gibi tahrip etti
Kim beni bir araya toplar, beni baki eder? ,
O var ettiğini tam
olarak bilir
Keşke bilseydim,
kimdir onu bilen? .
Niçin o binayı var etmedi ve yapmadı Baki kalacak şekilde her daim
Helak Hakk edilecek bir iş yapmadım Ne kadar da yüce ve
sağlamdır o
Bela eli bizde ve onda boş yere iş
yaptı Bir zaman sonra onu reddetti ye yükseltti
Bu ruhu ona döndürdü
ve düzenlendi (beden)
Ezeli olarak kalmak
üzere Arş’ı üstüne
Onu Adn ve Huld cennetine varis kıldı
inayetle Yerleştirdi Fidevs’e sonra Meva cennetine
Ey samimi dost ve candan arkadaş! Allah
Teâlâ sana yardım etsin, bilmelisin Ki: Ateş, toprak ve nur kaynaklı cisimleri
yöneten ruhların hayatı, güneşin ışığına benzer. Dolayısıyla onlar için hayat
ve canlılık, zati bir niteliktir. Her neyin üzerinde gözükürlerse, o şey
canlanır ve kendilerinde gözüken hayat onun üzerine yansır. Nitekim güneşin
ışığı da havaya, yere ve üzerine doğduğu her şeye yayılır. Buradan âlemin ruhunun
kim olduğu, hayatını kimden aldığı öğrenilir. ‘Allah
Teâlâ göklerin ve yerin nurudur’115 ayetinin anlamı
da buradan öğrenilir. Sonra Allah Teâlâ kendi nuruna misal vererek, ‘O’nun
nurunun benzeri, bir kandildir’ buyurdu. Bu ‘küt5 kelimesinden
türetilmiştir. ‘Onda lamba vardır.’ Bu ise, ışık demektir ve benzetme
sürmektedir. Ayetin anlamını kavrayan, Allah Teâlâ’nın âlemi nasıl koruduğunu
öğrenir. Öyleyse ayet, İlah’ın meluh ile Rabbin merbub ile irtibatında Allah Teâlâ’yı
bilmenin sırlarından biridir. Çünkü merbub (Rabbin kulu) ve meluhun (ilah’ın
kulu) korunmasını Allah Teâlâ üstlenmeseydi, onu koruyacak ve varlığını
sürdürecek birisi olmadığında hemen yok olurdu. Binaenaleyh Allah Teâlâ
âlemden gizlenseydi, âlem yok olurdu. ez-Zâhir ismi bu hususta (âlemin
korunmasında) sürekli hüküm sahibidir. el-Bâtın ismi ise bilgi ve marifet
yönüyle hükümrandır. Allah Teâlâ ez-Zâhir ismiyle âlemi baki kılarken,
el-Bâtın ismiyle O’nu biliriz. en-Nur ismiyle ise O’nu görürüz. ;
Bu bölümde insanın hayatını ele almak
istiyoruz, çünkü bu bölüm, ‘ibtila’, yani sınanma konusunun ele alındığı
bölümdür ve o, insan ve cinlerden bütün yükümlüleri içerir. İnsan ve cinlerin
dışındakiler ise, ibadet ve yükümlülükte bizim gibi değildir. Öyleyse hayatı
yönünden insan hakkında konuşmam, Allah Teâlâ’nın dışındaki herkes halckında
konuşmak demek olduğu kadar onun sınanması hakkında konuşmak da yükümlü bütün
insan ve cinler hakkında konuşmak demektir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Arşı su üstündeydi/içindeydi.’116 Gerçi burada ‘ala’ edatı, içinde demektir.
Yani Arş suyun içindeydi. İnsan da su içindeydi, yani ondan oluşmuştu. Çünkü su
bütün varlıkların ilkesidir ve o ilahi hayatın Arş’ıdır. Allah Teâlâ her şeyi
sudan canlı yarattı ve her şey canlıdır. Çünkü onlar, Allah Teâlâ’nın övgüsünü
tespih edicidir, tespih ise, canlıdan meydana gelebilir. İlahi haberler, kuru
ve yaş, donuk, bitki, toprak ve havadaki her şeyin canlı olduğunu bildirir.
Bünlar, keşif ehli ile onlar gibi olmayan keşif sahipleri ve iman ehli ile
şeriatları kabul etmeyen ya da şeriatlar geldiğinden onları farklı bir şekilde
tevil ederek ayette kastedilenin ‘hal tespihi’ olduğunu iddia edenler arasında
görüş ayrılığının bulunduğu konulardır. Duyunun algıladığına gelirsek, bir
şeyin canlılığı hakkında görüş ayrılığı yoktur. Görüş ayrılığı onun canlılık
sebebi ve Rabbini tespih etmesi hakkındadır. Acaba bu tespih neye döner? Çünkü
tespihi canlı ve tespihi bilen akıllı yapabilir. İnsan ve cinlerin dışındaki
canlılar ise, bizim ve keşif-gerçek iman sahiplerinin inandığından farklı
düşünenlere göre akıllı değildir. Akıl ile kastım, bilgi demektir. Öyleyse
burada Arş mülk demektir ve kane (idi)
kelimesi, varlık ve durum bildirir. Bu durumda ayetin anlamı, mülkün suda
mevcut olması demektir. Yani su, onun varlığının zuhur nedenidir. Öyleyse mülk
için su bir heyula gibidir. Allah Teâlâ’nın mülkü olan âlemin suretleri ise
onda ortaya çıkmıştır. Bilgi ise, cevher ve nispederle sınırlıdır. Öyleyse
cevherler vardır ve nispeder, var olmayan (ademî) akledilir şeylerdir. Allah
Teâlâ’nın dışındaki her şey bu durumdadır.
Su hayatın aslıdır ve her şey
canlıdır. Nispeder ise, ona tabidir. Allah Teâlâ su üzerinde yaratılmış arş ile
ölüm ve hayatı ‘sınanmak’ fiilinde bir araya getirerek, şöyle der: ‘Arşı su
üstündedir ki, sizi sınasın.”17 Yani sizi imtihan
eder. Arş ise, daha önce de belirtildiği gibi, var olan varlıklar ile var
olmayan nispederden ibarettir. Başka bir ayette ise ‘Ölümü
ve hayatı sizi sınamak üzere yarattı’"8
buyurur. Öyleyse hayat cevherlere ait iken ölüm nispedere aittir. Cisim için
ruhun ortaya çıkması, o cismin hayatı demektir ve bu durum, güneyin
kendilerine gözüktüğü cisimlerin aydınlanması için güneşin ortaya çıkmasına
benzer. Ruhun cisimden ayrılması ise, o cisimden hayatın yok olması demektir
ki, ‘ölüm’ budur. O halde bir araya gelmek ‘hayat5 demek iken,
ayrılık ‘ölümdür’. Bir araya gelme ve ayrılma ise, akledilir iki nispettir:
Kendileri var olmasa bile, onların görünen bir etkileri vardır.
Bilmelisin ki, insanda ve bütün
canlılardaki güçler, ruha aittir. Duyu gücü, hayal gücü, ezberleme, musavvire
gücü ve ulvi-süfli bütün cisimlere nispet edilen güçler gibi. Bunlar, ruhun
varlığı ve o cisme hayat kazandırmasıyla meydana gelir. Özel bir gücün
kendisinden meydana gelmesi yönünden cisimden yüz çevirmesiyle de, ortadan
kalkar ve yok olur. Bunu anlamalısın! Ruh cisimden bütünüyle yüz çevirince,
bütün güçler ve hayat da ortadan kalkar ki, ‘ölüm’ denilen şey budur. Söz gelişi
güneşin batmasıyla gece meydana gelir. Uyku ile tam bir yüz çevirme
gerçekleşmez. Uyku sadece güçler sayesinde algıları araşma giren buharların
perdesidir. Bununla birlikte, uyuyanda hayat bulunmayı sürdürür. Uyku esnasmda
insanın durumu, yeryüzüyle araşma buludarın girdiği güneşin ilişkisine benzer.
Işık, tıpkı hayat gibi, var olmayı sürdürür. Bununla birlikte kendisiyle
güneşin araşma yoğun buludarın girdiği yer, güneşin ışığım alamaz. Güneş
yeryüzünün o bölgesinden ayrılıp gece geldiğinde, başka bir güneş ortaya çıkar
ve orayı aydınlatır, o yerde -daha önceki yerdeki gibigündüz gerçekleşir. İşte
ruh da hayat sebebi olduğu bedenden yüz çevirdiğinde, berzahtan ibaret olan
belli bir surette tecelli eder. Böylelikle o suret berzahta kendisiyle hayat
bulur. Nitekim Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem müminin ruhu hakkında
‘yeşil bir kuştur’ buyurur. Bu kuş orada ruh vasıtasıyla hayat bulan surettir.
Söz konusu ruh ile daha önce beden hayat bulmuştu. Güneş ikinci gün üzerimize
doğup ışığıyla varlıkları aydınlattığı gibi bu ruh da ahiret günü ölü cisimler
üzerine doğar ve ölü cisimler hayat bulur. İşte ‘tekrar diriliş’ ve ‘neşir5
bu demektir.
Bilmelisin ki, Allah Teâlâ suretleri
boynuz tarzında yaratmıştır. Bu isimlendirme, komşuluk veya sebep nedeniyle
bir şeyin başka bir şeyin adıyla isimlendirilmesinden kaynaklanır. Boynuz,
bütün berzah suretleriniiı mahallidir. Ölümden sonra ruhlar o berzaha intikal
eder ve uykuda da orada bulunurlar. Onun şekli, bir boynuza benzer: yukarısı
geniş, aşağısı âlemin şekli gibi dardır. Arşın genişliği ile yeryüzünün
darlığı karşılaştırılabilir mi? Güçler ruh ile birlikte uykuda ve ölümde bu
surete göçer. Bu nedenle bütün güçler ile idrak etmesi, eşittir. Böylece
gerçeği sana açıklamış olduk. Tenasüh fikrinde olanlar, buradan hareketle yanılmıştır.
Çünkü onlar, peygamberlerin ruhların bu berzah suretlerine göçtüklerine dikkat
çektiklerini görmüş veya duymuşlardır. Orada ruhlar, ahlaklarının suretlerine
göre bulunurlar. Hayvanlarda bu ahlakı gördüklerinde şu zanna varmışlardır:
Peygamberler, nebiler ve alimlerin kast ettikleri şey, ruhların dünya
hayatında o hayvanlara göçmesidir ve ruhlar bu sayede kurtulurlar. Onlar, bu
konuda bilinen görüşlerini zikretmişler, fakat peygamberlerin sözlerini ve
indirilmiş kitaplarda bu konuda geçen ifadeleri yorumlamada ve incelemede
yanılmışlardır. Onlar, uyuyan insanın durumunun görüşlerine yakın olduğunu
görmüş, bu konuda vardıkları görüşe varmışlardır. Bu yanlış düşünceye ulaşmaları,
doğru bir sözü kötü yorumlamalarından kaynaklanmıştır. Bu durum, ‘Sizi
sınamak üzere...’119
ayetinin anlamıdır. Yani ölüm ve amel ile akıllarınızı sınar. ‘Hanginiz daha
iyi amel edeceksiniz.’ Yani ölüm ve ameli inceleyerek, ona dalmakla sınayacak.
Böylece Allah Teâlâ, isabet edeni ve tenasühü kabul edenler gibi yamlanı görür.
Bütün bunları, el-Hay, en-Nur, ez-Zâhir, el-Bâtın, el-Evvel ve el-Ahir
isimlerine kesin kanıt yapmıştır. Bu sayede âlemin yaratıcısıyla ilişkisi ve
onun kendi başına var olmadığı öğrenilir. Âlem, Allah Teâlâ’ya özü gereği
muhtaçtır, bir an bile ondan ayrı kalamaz. Nispetlerin hükmü ise, cevherlerin
varlığının sürekliliği nedeniyle, daimidir. ‘O, azizdir.’ Yani mertebesini
yaratıklarının idrak etmesi veya bilgisinden herhangi bir şeyi
ihata edilmesi mümkün değildir. Allah Teâlâ, akılları kendi künhünü veya
şanının künhünü idrakten perdelemiştir.
Dostum! Allah Teâlâ basiretini
nurlandırsın, bütün cisimlerin hayatının kendilerini yöneten ruhlara ait
olduğunu öğrendin. Ruhların cisimlerden ayrılmasıyla ise, ölüm gerçekleşir ve
cisimlerin nizamı bozulur. Çünkü kendilerini tutan güçler, yönetici ruhun
ayrılmasıyla ortadan kalkmıştır. Allah Teâlâ o ruhu bedenleri yönetmekle
görevlendirmişti. Bilmelisin Ki, bütün eşyada hayat, iki türlüdür: Birisi, bir
sebepten meydana gelir ki, zikrettiğimiz hayattır. Biz onu ruhlara nispet
ettik. Diğeri, bütün cisimlere ait plan zati hayattır. Misal olarak, ruhlarm
ruhlar için olan hayatını verebiliriz. Fakat ruhların hayatının etkisi, ışıklarının
kendilerinde yayılması ve zikrettiğimiz güçlerin ortaya çıkmasıyla yönetilen
cisimlerde ortaya çıkar. Cisimlerin zati hayatı ise öyle değildir, çünkü
cisimler, yönetici olarak yaratılmamıştır. Onlarm hayatta kalması, yok olması
mümkün olmayan hayatlarıyla gerçekleşir. Bu hayat, cisimler için bir varlık
niteliğidir ve onun sayesinde sürekli rablerini tespih ederler. Ruhlarm
onlarda bulunup bulunmaması, durumu değiştirmez. Ruhlar onlara sadece
tespihteki geçici bir yapı kazandırır. Ruh bedenden ayrıldığında, o özel zikir
de kendisinden ayrılır. Bu, bizim aramızda duyulan ve görülen tespih veya başka
bir şekilde bilinen sözdür. Keşif sahibi bütün cisimlerdeki zati hayatı
algılar. Herhangi bir cisme tesadüf ettiğinde, onu nizamından çıkartan bir durum
olur. Misal olarak bir kabın ya da taşın kırılmasını veya ağacın kesilmesini
verebiliriz. Bu durum insan elinin veya ayağının kesilmesine benzer ve onu
yöneten ruhun hayatı kendisinden ayrılırken zatî hayatı onda kalır. Çünkü âlemdeki
her suretin yönetici bir ruhu ve zatî hayatı vardır. Ruh öldürülen kimsede
bulunduğu gibi suretin ortadan kalkmasıyla ayrılır. Suret de o ruhun ortadan
kalkmasıyla ayrılır. Misal olarak, yatağında ölen boynu vurulmamış birini
verebiliriz. Cevherdeki zatî hayat ise yok olmaz. Allah Teâlâ’nın bazı
yaratıkların gözlerini kendisinden perdelediği zatî hayat ile kıyamet günü
deriler, diller, eller ve ayaklar insanlara karşı şahitlik edecektir. Öte
yandan bu hayat vasıtasıyla ahir zamanda insanla ayakkabısının bağı konuşacak,
sahibine ailesinin evde yaptığı işleri haber verecek, ahir zamanda ağaç bu
hayat vasıtasıyla konuşacaktır. Öldürmek üzere Müslümanlar kendilerini ararken
ardına gizlenen Yahudileri ağaç bildirecektir. Ağaç, Yahudi’yi arayan
Müslüman’ı gördüğünde, ‘Ardımda Yahudi var, gel onu öldür’ diyecektir. Zarkat
ağacı ise öyle yapmayacak, ardına saklanan Yahudi’yi gizleyecektir. Bu nedenle
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem onu lanetlemiştir. Burada bazı iyi ahlak
sahiplerinin zannettiği gibi, ağaç kendisine sığınan kimseye karşı iyi
davranmıştır denilemez. Bilinmesi gerekir ki, Allah Teâlâ’nın hakkı yerine
gelmeye daha layıktır ve Allah Teâlâ karşısında saygılı davranmak, her müminin
vazifesidir. Bakınız! Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah
Teâlâ’nın dininde bağışlama duygusu sizi cezalandırmaktan engellemesin.’12ü
Eşyadaki bu hayat, zatî hayattır, çünkü ö, varlıklara dönük ilahi tecellidir.
Çünkü Allah Teâlâ bütün eşyayı kendisini bilsinler ve O’na ibadet etsinler diye
yarattı. Yaratıklarının O’nu bilmesi ise, Allah Teâlâ’nın kendilerine
tecellisiyle mümkün olabilir ve bu sayede Allah Teâlâ kendisini eşyaya
tanıtır. Çünkü yaratılmış, (kendisi bildirmeden) Yaratıcısını tanıma gücüne
sahip değildir. Nitekim Allah Teâlâ ‘Ona
katımızdan bilgi verdik’121 buyurur. Tecelli, sürekli ve
devamlıdır ve bütün varlıklara gözükürken melekler, insan ve cin ise bunun
dışındadır. Onlar için sürekli tecelli, diğer donuk ve bitkilerde olduğu gibi,
görünür bir konuşması olmayan şeylerdedir.
Konuşma ve içindekini ifade gücü
verilen kimselere olan tecelliye gelirsek, bunlar, melekler, insanlar ve
yönetici ruhları ve güçleri yönünden cinlerdir. Onlara yönelik tecelli, gayb
perdesinden gerçekleşir. Öyleyse meleklerin Allah Teâlâ’yı tanıması,
tecelliyle değil, Hakkın kendisini tanıtması yoluyla gerçekleşir. İnsan ve
cinlerin bilgisi de, düşünme ve istidlal yolunu kullanmakla gerçekleşir.
Onların cisimlerinin ve diğer yaratıkların bilgisi ise, salt ilahi tecelli
sayesinde gerçekleşir. Çünkü bütün yaratıklar, gizleme özelliğinde yaratılmıştır
ve onlara ifade aracı verilmemiştir. Hakk bu makamı -yükümlülere merhamet
ederekgizlemeyi murad etti. Bunun nedeni, ezeli bilgisinde onları yükümlü
olacağının takdir edilmesidir. Onlar hakkında günahlar ve -bir kısmı için dekendilerine
yaraşmayan hususlarda itiraz etmek takdir edilmiştir. Bu kısma misal olarak ‘Yeryüzünde
bozgunculuk yapacak birisini mi yaratacaksın?"22 dediklerinde melekleri verebiliriz.
Adem ile meleklerin kıssasında bu durum zikredilmiştir. Bu nedenle onlardan
gerçek gizlenmiştir. Melekler kaza ve kaderin gereği olarak tecelli ve
müşahedeye sahip oldukları halde asi olsalardı, büyük bir saygısızlık ve
hayâsızlık ortaya çıkar, şiddetle cezalandırılırlar, böyle bir durumda rahmet
hiçbir zaman onlara
ulaşmazdı. Melekler hakikat kendilerinden
örtünmüş olduğu halde asi olunca, mazerederi olabilmiştir. Bu nedenle gaflet, Allah
Teâlâ’nın rahmetinin gereği olmuştur. Bu itibarla Allah Teâlâ, itiraz
edildiğinde delil getirebilsinler diye, gafleti ve unutmayı kulları için bir
rahmet olarak yarattı. Bu nedenle Allah Teâlâ, yaratıkları arasından sadece
melekleri, insanları ve cinleri yükümlü tuttu, çünkü onların dışındakilerde
tecellinin sürekliliği, kendilerine sürekli ve zatî hayatı vermiştir.
Tespihleriyle onların ilişkisi, nefeslerimizle bizim ilişkimiz gibidir. Biz
nefes alırken herhangi bir güçlük çekmeksizin peş peşe nefes alırız. Hatta
nefes rahadamamızın sebebidir. Öyle ki, nefes olmasaydı, hemen ölürdük.
Bakınız! Boğulan insan nefesinin dışarı çıkması engellenince, ölür ve acı duyar.
İşte her şeyin tespihi -gerçeği anladıysanböyledir. O halde Hâk gerçekte âlemi
yönetendir. Nitekim Allah Teâlâ ‘O işi yönetir,
ayetleri tafsil eder’123 buyurur. Burada ayeder, birliğine
delil olan şeyler demektir. Allah Teâlâ yaratılmış her şeye yaratıcısının
birliğine özgü bir delil vermiştir. Şair şöyle der:
Her şeyde bir ayet var
O’nun/onun bir olduğunu gösterir
Bunlar, Allah Teâlâ’nın tafsil ettiği
ve kendilerini yarattığı özelliğe göre yaratıklarına böldüğü ayederdir.
Binaenaleyh Allah Teâlâ, âlemin ruhu, duyması ve görmesi ve dilidir. Alem
O’nun vasıtasıyla duyar, O’nunla tutar, O’nunla konuşur, O’nunla yürür. Çünkü
yüce ve azim Allah Teâlâ’dan başka güç ve kudret sahibi yoktur. Bu durumu
sadece nafile ibadederle Allah Teâlâ’ya yaklaşan bilebilir. Nitekim sahih-kutsi
hadislerde bu durum şöyle belirtilir: ‘Kul nafile ibadederle Allah Teâlâ’ya
yaklaştığında, Allah Teâlâ onu sever. Onu sevince, görmesi, duyması ve eli
olur.’ Başka bir rivayette ‘Onun için duyma, görme ve desteklenmiş el olurum’
denilir. Burada ‘küntü (oldum)’, gerçeğin öyle olduğunu, kulun ise bunun
farkında olmadığını gösterir. Öyleyse bu yakınlığın kula verdiği keramet, Allah
Teâlâ’nın onun duyması ve görmesi olduğunu bilmek ve keşfettirmektir. Kul kendi
gücüyle duyduğunu zannediyordu, halbuki Rabbi vasıtasıyla duyar. Nitekim insan
hayattayken -kendi zanmncaruhu nedeniyle duyar. Bunun nedeni, insanın
bilgisizliğidir. Gerçekte insan, sadece Rabbi vasıtasıyla duyar. Bakınız! Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem kabirdeki insanlar hakkında şöyle demişti: ‘Siz
onlardan daha iyi duyan değilsiniz.’ (Sonra kabirdekilere hitaben) ‘Rabbinizin
vaat ettiği şeyin gerçek olduğunu gördünüz mü?’ demiştir. Halbuki onlar
gömülmüşlerdi. Her bir yaratılmış duyar, fakat onlar, bildikleri ve duydukları
şeyi aktaramama özelliğinde yaratılmışlardır. Bu hayat, ölülerin
diriltilmesinde, alışkanlıkların aşılması vesilesiyle yaratıklara gözüken
hayattır. Misal olarak Hz. Musa’nın ineğini vb. şeyleri verebiliriz. Öyleyse Hakk
için ez-Zâhir ismi -ki âlem demektir-, ruh ve el-Bâtın ismi karşısındaki beden
gibidir. Halbuki hayat ve canlılığın onlarla ilişkisi, varlıklardan
gizlenmiştir. Hepsiyle birlikte, insan meydana gelir. İnsanın tanımı, ‘düşünen
canlı’ demektir. Öyleyse canlılık, onun görünür suretidir. Çünkü canlılık,
besleme ve duyumsayan cisme karşılık gelir. Fakat o, ibare âleminde veciz;
anlatmak üzere, daha sınırlı bir şey anlamında kullanılmıştır. Çünkü o, delil
olma ona denktir. İnsan anlamı yönünden konuşan iken manası zikrettiğimizdir.
Öyleyse bize göre bütün âlem -ki o Allah Teâlâ’nın dışındaki her şeydircanlı ve
konuşandır. Fakat cisimleri, gıdaları ve duyuları birbirinden farklıdır.
Öyleyse insan, hayvani sureti yönünden gözükürken, zati hayatı bakımından
gizli ve bâtındır. Bu hayat, varlığı sürekli ilahi tecelliden meydana gelir.
Öyleyse varlıkta Allah Teâlâ, isimleri ve O’nun fiillerinden başka bir şey yok!
‘O, Evveldir (ilk).’ Bu, ez-Zâhir isminden kaynaklanır. ‘‘Ahirdir.'"24 Bu da el-Bâtın isminden kaynaklanır.
Bütün varlık, haktır ve varlıkta batıldan bir şey bulunmaz. Çünkü ‘batıl’
sözünden anlaşılan, yokluktur ve sahibinin iddia edeceği bir varlık yoktur.
Böyle olmasaydı, yaratıklar kendi başlarına fiil sahibi olabilir ve ilahi
iktidar bütün mümkünleri içermez, imkân özelliklerini kaybederlerdi.
Gizlenmeyen ve hep zuhur eden Allah Teâlâ, münezzehtir! Zuhur etmeyen gizli Allah
Teâlâ da münezzehtir! Yaratıkları kendisiyle kendini bilmekten perdelemiş,
zuhurunun şiddetiyle onları köreltmiştir. Onlar, inkâr eden, kabul eden, gidip
gelen, şaşıran, doğru yapan ve yanılanlardır. Hamd bize böyle bir müşahedeyi
ihsan eden Allah Teâlâ’yadır. O, bu hakikatleri bizim gözlerimize göstermiştir.
Bizim gözümüz sadece Allah Teâlâ’yı görür. Biz O’na dayanırız. ‘Allah Teâlâ’tarı
başka ilah yoktur. O, aziz ve hakimdir.’125
Bu hususta ima ettiğim hususun
gerçeğini öğrenmek isteyen kimse, gölge oyununa ve onun suretlerine
bakmalıdır. Küçük çocuklara göre, o suretlerde konuşan kimdir? Onlar, önlerine
konulmuş gölge perdesiyle o şahısları oynatandan uzaktırlar. İşte âlemin
suretlerindeki durum da öyledir, insanların çoğu bizim var saydığımız küçük
çocuklar gibidir. Böyle yaparsan, onlara kimin geldiğini öğrenirsin. Gölge oyununda
küçük çocuklar sevinir ve neşelenir. Gafiller ise, onu bir oyun ve eğlence
edinirken alimler ondan ibret alarak Allah Teâlâ’nın o oyunu bir misal olarak
ortaya koyduğunu bilirler. Bu nedenle işin başında ‘vassaf (anlatan)’ diye
isimlendirilen şahıs ortaya çıkarak bir konuşma yapar. Konuşmasında Allah Teâlâ’yı
yüceltir ve över, sonra perdenin ardından gözükecek her suretteki sınıflar
hakkında konuşur. Böylelikle oradakiler Allah Teâlâ’nın bu örneği kulları için
ortaya koyduğunu öğrenir. Allah Teâlâ söz konusu örneği kulları ibret alsın ve
şunu öğrensinler diye ortaya koymuştur: Âlemin Allah Teâlâ karşısındaki durumu,
kendilerini hareket ettiren karşısındaki bu suretlerin durumu gibidir. Perde
ise, yaratıklarda hüküm sahibi kader sırrının perdesidir. Bütün bunlara rağmen
gafiller onu bir oyun ve eğlence edinir. Bu durum ‘Dinlerini
oyun ve eğlence edinenler..:'26 ayetinde belirtilir. Sonra anlatıcı
kaybolur ki o, aramızda var olan ilk kimse gibidir. Anlatıcı (vassaf),
Âdem’dir. Onun kaybolması ve gizlenmesi, Rabbinin katında perdenin çekilmesi
gibidir.
‘Allah Teâlâ, doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’
ÜÇ YÜZ ON SEKİZİNCİ BÖLÜM
Muhammedi Şeriat veya Muhammedi Olmayan Şeriatın Nefsanî Gayelerle Geçersiz Kılınması
Menzilinin Bilinmesi
-Allah Teâlâ ihsanıyla bizi ve sizi böyle davranışlardan
korusun.-
Nefsimden ayrıldığımda, var olur '
Güzellikte bir
benzeri, maddesiz
Güzellik, yücelik ve paha sahibi
Şeriat deliliyle, ondan kötülük meydana
gelmez
Sanki güneş o
yücelikte
■
Sanki görme o eserde
Şibli’yi yanında aslanla gören Geniş
çenesinden dişleri görünmekteydi
Ondan çekinir, korkar
ve kaçar
Her tür kötülüğü ve hainliği arar
Razı olduğu işlerde azap çekmeye başlar
Sabır için sabır ve haz alır bundan
Güzel bir sözle ifade etmelidir Böyle olup
sonra kötülerden olma
Kullar Hakkı görmez Harften bir anlamı
görmedikçe
Onu gördüğünde onunla var olur Âlemi yoksul
görür
Allah Teâlâ’nın rahmeti âlemlerine
Yaratıkları kendisine çağırır ve toplar
Ey samimi dost, bilmelisin ki:
Abdullah b. Abbas’tan şöyle bir hadis aktarılır: Adamın biri iffeti hususunda
bir sıkıntıya düşmüş, Abbas’a gelerek, kendisini bu sıkıntıdan kurtarmasını
isteyerek şöyle demiş: ‘İbn Abbas! Sana geldim ki, beni bu dertten kurtarasın.’
Abbas şöyle demiş: ‘Allah Teâlâ’nın haram kıldığı bir şeyi helal yapmaktan Allah
Teâlâ’ya sığınırım. Allah Teâlâ Müslümanların ırzlarını haram kıldı, onları
helal yapamam. Fakat Allah Teâlâ seni bağışlayabilir.’ Bu tasarrufun ne kadar
sırlı ve bu bilginin ne kadar güzel olduğuna bakınız! İnsanın yapılması mubah
bir konuda yapmamaya veya yapmaya yemin etmesi de, bu konuyla ilgilidir. Allah
Teâlâ yemin etmeyi şeriatta zikretmiştir. Fakat bu, bir aldatma ve Hakkm
tuzağıdır. Allah Teâlâ’nın kendilerini uyararak koruduğu kimseler ise, bu
aldatmadan uzaktır. Binaenaleyh Allah Teâlâ’dan başka Şâri yoktur. Allah Teâlâ
peygamberine şöyle der: ‘İnsanların arasında Allah Teâlâ’nın
sana gösterdiği şeye göre hüküm ver.’127 ‘Kendi görüşüne
göre’ dememiştir. Aksine Allah Teâlâ, Hz. Aişe ve
Hz. Hafsa’nın tartışması nedeniyle
kendisine yasaklama getirdiğinde, peygamberini uyarmış ve şöyle demiştir: ‘Ey
Peygamber! Allah Teâlâ’nın sana helal kıldığı şeyi için haram yaparsın? Bununla
eşlerini memnun etmek istersin.’128 Bu davranış,
Peygambere nefsinin gösterdiği davranıştı. Öyleyse bu durum, 1Allah
Teâlâ’nın sana gösterdiği şeye göre...’129 ayetiyle kast
edilenin kendi görüşü değil, Allah Teâlâ’nın ona vahyettiği bilgi öldüğünü
gösterir. Din görüşe bağlı olsaydı, peygamberin görüşü bütün görüş
sahiplerinden üstün olurdu. Nefs kaynaklı düşüncesinde peygamberin durumu
böyleyse, masum olmayan insanın görüşü nasıl olabilir ki? Böyle biri, doğrudan
daha çok hataya yalandır. Öte yandan bu durum, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’in zikrettiği içtihadın, gerçekleşen bir meselede hükmü belirlemek için
(şeriattan) ‘delil aramak’ anlamına geldiğini gösterir. Yoksa içtihat, bir
konuda hüküm koymak amacıyla yapılmaz. Çünkü öyle bir hüküm koymak, Allah
Teâlâ’nın izin vermediği bir teşri salahiyetidir (yasa koyuculuk).
Kadı Abdulvahhab el-Ezdi İskenderi
Mekke’de 599’da bana şöyle demişti: ‘Ölümünden sonra bir insanı rüyamda görmüştüm.
Ona neyle karşılaştığını sorduğumda, bana bazı şeyler anlattı. Birisi de şuydu;
‘Ortaya konulan ve kaldırılan kitaplar gördüm. Bunların ne olduğunu sordum.
‘Hadis kitaplarıdır’ denildi. Ortaya konulanların ne olduğunu sorunca, ‘Onlar
da düşünce kitaplarıdır, ta Ki mensupları onlardan sorguya çekilsin’ denildi.
Bu konudaki hesabın güç olduğunu gördüm.’
Allah Teâlâ razı olduğu işleri
yapmayı sana nasip etsin, bilmelisin ki: Şeriat, beyaz yol, muduların yolu ve
muduluk caddesi demektir. Onun üzerinde yürüyen kurtulurken onu terk eden helak
olur. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e ‘Bu
benim doğru yolumdur’130 ayeti indiğinde, toprağın üzerine
bir çizgi, sağına ve soluna da pek çok çizgi çizmiş, sonra parmaklarını çizginin
üzerine koyarak şu ayeti okumuştu: ‘İşte
benim doğru yolum! Ona uyun başka yolara uymayin.’131 Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem, çizginin sağında ve solunda bulunan diğer çizgilerin üzerine elini
koyarak, ‘O yollar sizi Allah Teâlâ’nın yolundan
ayırır’132 ayetini okumuş,
‘O’nun yolu’ ifadesiyle doğru yola işaret etmiştir.
Mağrib’te Bahr-ı muhit’in kenarında
Sela şehrinde -ki oraya karanın bittiği yer denilir ve ardında kara
yokturinsanların genelinden salih ve büyük bir insan gelerek şöyle demişti:
‘Rüyamda beyaz yolu (şeriat) gördüm. Üzerine bir ışık vuruyordu. Yolun sağından
ve solundan bir takım bahçeler, yollar ve vadiler gördüm. Hepsi darlıkları, bozukluğu,
dikenlerinin çokluğu ve karanlıkları nedeniyle yürünmeyecek durumdaydı. Bütün
insanların o yollara üşüştüklerini, beyaz ve açık yolu terk ettiklerini
gördüm. Beyaz yol üzerindeyse, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ve
yanındaki azınlık bir grup vardı ve ardında bulunanlara bakıyordu. Bir anda
cemaatin gerisinde kaldı. Fakat cemaatte şeyh Ebu İshak İbrahim b. Karkur -ki
muhaddistir ve hadiste fazilet sahibi bir üstat idi, ben oğluyla bir araya
gelmiştimRasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in şöyle dediğini anlamış:
‘İnsanlara yola dönsünler diye bağır.’ İbn Karkur yüksek sesle insanlara
bağırmış. Fakat ne davetçi ne davete uyan vardı. ‘Yola gelin.’ Aktaran şöyle
demiş: ‘Kimse ona karşılık vermemiş, bir kişi bile yola dönmemişti.’
Bilmelisin ki, arzular nefislere
baskın gelmiş, alimler nefisler üzerinde hüküm sahibi olmak istemiş, beyaz
yolu terk etmiş, uzak tevillere saparak, hükümdarların arzularına uymuşlardır.
Hükümdarlar arzularına uyarken şer’î bir delile dayanmak istemişlerdir.
Kendisine şer’î fetvayı veren fakih ise, hükümdarın görüşüne inanmaz ve o
fileri kabul etmediği halde, (fetva verir). Onlarm arasında kadı ve
fakihlerinden böyle davrandığı bir grup görmüşüm. Bana, aramızda böyle bir
hususta konuşmanın geçtiği hükümdar Gazi b. Melik en-Nasır Salahaddin Yusuf b.
Eyyub bildirdi: Bir kölesini çağırıp şöyle demişti: ‘Bana Harmadan’ı çağır.’
Ben de ‘Niye çağırıyorsun?’ dediğimde, şöyle cevap verdi: ‘Sen benim ülkemde ve
memleketimdeki yanlışlıkları ve haksızlıklara tepki gösteriyorsun. Allah
Teâlâ’ya yemin olsun ki, ben de senin inandığın gibi inanıyorum. İnanıyorum
ki, bunların hepsi yanlış! Fakat Allah Teâlâ’ya yemin olsun ki, bu konudaki
yanlışların her birine bir fakih fetva vermiştir.’ Sonra elini üzerine koyarak,
‘Allah Teâlâ’nın laneti böylelerinin üzerine olsun, bana böyle fakih fetva
verdi’ diyerek, kendi görüşünce dini konularda ve zahidikte Şehrindeki eh
değerli fakihin adını verdi. O fakih, orucun bizzat Ramazan ayında farz
olmadığını, farz olanın herhangi bir ayda orucun tutulması olduğunu ileri
sürmüştü. Hükümdar şöyle dedi: ‘İçimden onu lanededim, fakat kendisine
söylemedim. Bahsettiğim kişi falandır’ diyerek adını verdi. Allah Teâlâ hepsine
merhamet etsin!
Bilmelisin ki, Allah Teâlâ şeytana
hayal mertebesine girme gücü vermiş, hayal mertebesinde kendisine bir otorite
vermiştir. Şeytan bir fakihin arzusuna uyarak, Allah Teâlâ nezdinde nahoş bir
işe yöneldiğini görünce, ona garip bir teville amelini süsler. Bu sayede kendi
aklınca güzel bulacağı bir yönü o fiilde fakihe gösterir ve şöyle der: ‘Birinci
nesil kendi görüşleriyle Allah Teâlâ’ya ibadet etmiş, alimler hükümlerde kıyas
yapmış, eşyanın illetlerini çıkartmışlar, onları elemişler ve hakkında susulan
konularda nas bulunan hususlarda verilen hükme göre hüküm vermişlerdir. Bunu
ise, her ikisini birleştiren illete göre yapmışlardır. İllet, onun istinbatının
bir neticesidir.’ Şeytan fakihe yolu hazırladığında, fakih arzusuna ve
şehvetine -kendi inancına göreşeri bir yoldan yönelir. İşte fakih, kendisinin
veya hükümdarın nefsanî arzusunun bulunduğu bütün konularda böyle hareket
ederek, peygamberin hadislerini reddeder ve şöyle der: ‘Keşke bu hadis sahih
olsaydı!’ Hadis sahih ise, bu kez şöyle der: ‘Keşke onunla çelişen başka bir
rivayet bulunmasaydı. O rivayet bu sahih hadisi nesheder. Nitekim Şafiî bunu
nesheden hadisi benimsemiştir. Onu nesheden başka bir rivayet olmasaydı, Şafiî
onu kabul ederdi.’ -Ya da Hanefî ise‘Ebu Hanife onu kabul ederdi.’ Bütün bu
imamların tabilerinin görüşleri böyledir. Onlar, hadisi kabul etmenin ve ona
bağlanmanın saptırıcı olduğunu, zorunlu olanın verdikleri hükümlerde bu ve
benzeri imamları taklit etmek olduğunu ileri sürmüşlerdir. Onların görüşleri
hadislerle çeliştiğinde ise, yapılması gereken iş, onların görüşüne
dönmektir.’ Bu insanlara şöyle denilir: İmam Şafiî’nin şöyle değdi aktarılır:
‘Benim sözümle çelişen bir hadis gelirse, benim sözümü duvara atın ve hadisi
alın. Benim yolum, hadise uymaktır.’ Ebu Hanife’nin arkadaşlarına şöyle dediği
aktarılır: ‘Delilimi bilmeden sözüme göre fetva vermek, haramdır.’ Bu rivayeüer
bize Hanefilerin rivayet yolundan veya -Şafiî’yle ilgili rivayederonların
rivayet yolundan ulaşmıştır. Aynı şey, Maliki ve Hanbelîler için söylenebilir.
Öyleyse konuşma alanında onlarla tartıştığımızda, susar ve kaçarlar. Mağrib’te
ve Maşrık’ta defalarca bu hadiseyi yaşadık. Gerçekte onlardan hiç birisi,
mezhebine bağlı olduğunu iddia ettiği İmam’ın mezhebine bağlı değildir. Binaenaleyh
(taklitçilik yaparken) şeriat, arzular nedeniyle geçersizleştirilmiştir.
Rivayeder güvenilir kitaplarda
yazılmış, bu rivayeder, tarih kitaplarında eleştiri süzgecinden (cerh ve
tadil) geçirilmiş bir halde bulunmuş, isnadarı başkalaşma ve değişmeden
korunmuştur. Bununla birlikte onlarla amel terk edilmiş, insanlar kendi
görüşleriyle ilgilenerek, güvenilir haberlerle çeliştiği halde önceki
insanların fetvalarıyla ibadete yönelmişlerdir. Böyle bir durumda, hadislerin
varlığıyla yokluğu arasında bir fark kalmamıştır. Çünkü hadisler hükümsüz
bırakılmıştır. Bundan daha büyük nesih olabilir mi? Bu konuda onlardan birisine
söz söylersen, şöyle diyecektir: ‘Mezhebimiz böyle diyor!’ Allah Teâlâ’ya yemin
olsun ki, bu görüşteki bir insan yalancının tekidir! Çünkü mezhep sahibi ‘Benim
sözüm hadisle çelişirse, hadisi al ve sözümü duvara at’ demiş, ‘benim yolum
hadistir’ diye eklemiştir. Taklitçi insan insafla davransaydı, kendisiyle
çelişen bir hadisin varlığı nedeniyle İmam Şafiî’nin mezhebini terk eden kimse,
gerçekte onun mezhebinde sayılırdı. Allah Teâlâ hepsinin elinden tutsun!
Bu mesele anlaşıldıktan sonra,
bilinmelidir ki: İnsan maksadını küçümseyip kendinden yüz çevirir ve Rabbini
(nefsine) tercih ederse, Allah Teâlâ onun için ilahi hidayet sureti tarzında
(kendi görüşüne karşı) bedel verir. Böylelikle insan, nur yollarında yürür. Bu
bedel, peygamberin getirdiği şeriat ve resulünün resullüğüdür. Peygamber,
Rabbinden ona muduluğunun bulunduğu şeyi ulaştırır. İnsanların bir kısmı onu
peygamberi suretinde görürken, bir kısmı halinin suretine göre görür.
Peygamberinin suretinde ona gözükürse, insanın anlayışı bu suretin getirdiği
şeye yönelmiş olmalıdır. Çünkü şeytan hiçbir şekilde bir peygamberin suretinde
gözükemez. İşte bu, peygamberin hakikati ruhu veya onun kendisi gibi bir
meleğin suretidir. Bu melek, Allah Teâlâ’dan onun şeriatını öğrenmiş kimsedir
ve ona her ne söylese, o da böyledir. Biz öyle bir suretten pek çok şer’î hükmü
almışızdır ki, daha önceden onları -bilginlerin bilgi aldıkları
yoldanbilmiyorduk veya onları kitaplardan da öğrenmemiştik. Bu suretin bize
ulaştırdığı dini hükümleri şehrimizde bulunan ve hadis ile mezhepler konusunu
bilen birine aktardığımızda, bana kendisine söylediğim bütün rivayederi
peygamberden gelen sahih hadislerde yer aldığını söylemişti. Benim
söylediklerim bir harf bile farklı değildi. O kişi benim bu sözüm karşısında
şaşırmıştı. Bu rivayetlerden birisi, namazda her eğilmeden ve kalkıştan sonra
elleri kaldırmaktır., Şehrimizdeki insanlar genellikle bunu yapmıyordu. Bizim
yanımızda onu yapan kimse olmadığı gibi bu (sünnetin uygulandığı) bir şehir de
görmemiştim. Ben bu hadisi Muhammed b. Ali el-Hacc’a söylediğimde -ki
muhaddislerdendirbana bu konuda Müslim’in aktardığı Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem’den gelen sahih bir hadis söyledi. Ben de daha sonra
rivayetleri incelerken, Müslim’in es-Sahih’inde hadisi görmüştüm. Ardından aynı
konuda Malik b. Enes’in bir rivayetinin olduğunu ve onu İbn Vehb’in rivayet
ettiğini gördüm. Ebu İsa Tirmizi hadisi aktararak, şöyle der: ‘Malik ve Şafiî
bu hadisi kabul eder.’ Aynı şekilde, Peygamberimizin suretinde bana söylenen ve
daha önce bilgim olmadığı başka hükümleri de almıştım. Bazen kişiye
peygamberin suretinden başka bir suret görünür. Söz konusu suret o kişinin
haline veya şeriatın o vakitte ve kendisini gören şahıstaki konumuna döner. Bu
durumda insan onu uyanıkken görse bile, uykuda görmüş gibidir. Sıradan insanlar
ise, onu uykuda görür. Bu konumda suret kendisine göründüğünde, o suretten
meşru hükümlerden herhangi birisi alınmaz. Ona gelen bilgi ve sırlardan helal
ve haram kılmanın dışındaki şeyleri ise alması yasaklanmamıştır. Bu durum
inançlarla ilgili değildir. Çünkü ilahi mertebe şirkin dışındabütün inançları
kabul eder. Şirki ise kabul etmez. Çünkü ortak koşulan şey, salt yokluktur ve
salt-mutlak varlık yolduğu kabul etmez. Ortak, nitelenenin kendisiyle
nitelendiği inançtan farklı olarak, hiç kuşkusuz ortağın dışındadır. Bu nedenle
şöyle dedik: ‘İlahi mertebe ortağı kabul etmez.’ Çünkü kabul edeceği bir ortak
yoktur. ‘Allah Teâlâ ile birlikte hakkmda delili yokken, başka
bir ilaha dua eden kimse’133 ayetinde şirkten söz edilmiştir
denilebilir. Bu işareti anlamalısın. Çünkü kuşku, burhan suretinde gelebilir.
Ayette kastedilen, hata etseler bile, nazar ehline dönük değil, taklitçilere
yöneliktir.
Sonra bilmelisin ki, amaç (garaz),
iradenin kendisidir, fakat nefse ait bir iradedir. Bu iradeyle nefis âşık olur,
heva gücü ortaya çıkar. Direnç kazandığında ise, ‘garaz’ haline gelir. Çünkü
‘garaz’ (kelime anlamıyla) taş atıcıların diktiği nişangâh demektir. İradenin
böyle isimlendirilmesinin nedeni, bir şeye bağlanması nedeniyle, bulunduğu
kimsenin nefsinde yerleşmiş ve sabit olmasıdır, insanların onun hakkındaki
sözlerinin övülen veya kınanan bir şey olması durumu değiştirmez. Fakat
nefsanî gaye olduğunu söyledilderinde ise kötü olması anlamıyla garaz
kelimesini nefse nispet etmişlerdir. Bu nispetten soyudadıklarında ise, garaz
övülen bir şey olabileceği gibi kınanmış da olabilir. Bu nedenle Hakk,
kendisini irade sahibi olmakla nitelemiş, ‘garaz sahibi’ diye nitelememiştir.
Çünkü garazda hakim özellik, kınanmaya konu olmaktır. Bu ise, nefse ilişen bir
şeydir. Kaza ve kader de onu belirlemiştir. Bu nedenle gerçekleştirmede ısrar
bulunduğu için, onu garaz diye isimlendirdi. Bu, kendisinden dolayı bir fiilin
veya terkinin gerçekleştiği -amaç onu terk iseillettir. İllet hastalık
demektir. Öyleyse garazlar, nefislerin hastalıklarıdır. Biz onun nefse ilişen
bir şey olduğunu söyledik. Çünkü nefs için iradenin yaratılmasının maksadı,
Şâri’nin onun adına belirlediği duruma göre, ‘yapmak’ veya ‘terk’ etmesi üzere
kendisine gelen işlerde Allah Teâlâ’nın irade ettiklerini dilemesini
sağlamaktır.
Öyleyse esas, zikrettiğimizdir. Bu
iradeye bu konuyla ilgili nefsanî bir tutku ilişebilir ve yapmak veya terk
etmek hususunda şeriatm hükmüne ilgi göstermeyebilir. Öyle ki, o işi yapmakla
dini emre uyması tesadüf etse bile, bu durum, onun iradesiyle değil, Şâri’nin
kendisine o işi emretmesi itibarıyla tesadüf yoluyla gerçekleşir. Bu
nitelikteki insan, Şâri’nin hükmü nedeniyle değil, kendi amacıyla onu yapar ve
bu nedenle Allah Teâlâ, o fiili nedeniyle kendisini övmez. Şu var ki insan,
amacını gerçekleştirmezden önce şeriatın bu konuda bir hükmünün bulunup bulunmadığını
sorabilir. Müftü o konuda Şâri’nin mubahlık veya mendupluk veya vacip şeldinde
bir hükmünün bulunduğunu fetvayla bildirir de, kişi de bu fiili yerine
getirirse, yaptığı iş, ‘şeri’ bir hüküm olurken aynı zamanda nefsin arzusuna
uymuş olur. Bu durumda, sevap kazanır. Birinci kişi ise böyle değildir. Çünkü
birinci durum, nefsin arzusu ve şeriatm övülmüş bir hükmüne denk düşen
gayesinden ibaretti. O kişi, bu fiili Allah Teâlâ’ya yaklaşmak arzusuyla şeriat
için yerine getirmiş değildir ve bu nedenle hüsrana uğrar.
Dostum! Sana gelen arzuların
şeriattaki hükmünün ne olduğunu iyice incelemelisin! Şeriat ‘yapmak’ şeklinde
bir hüküm verirse, onu yap! ‘Terk’ etmeni gerektiren bir hüküm verirse, onu
yapma. Şeriatın bu konudaki ‘terk’ hükmünü öğrendikten sonra, o işi terk
etmezsen, hatalı olduğuna inandığın takdirde bir yönden sevap alırsın. Bu
sevap, o fiili yapmazdan önce, şeriatın o konudaki hükmünü incelemen ve
araştırmandan kaynaklanır. Bunun öncesinde ise, şeriata dair inancından
kaynaklanır. Bunun için şeriatın o konudaki hükmünü araştırdın. Haram olduğunu
öğrendikten sonra ise, onu terk etmenin zorunluluğuna inanırsın. Bu da bir
sevaptır. Allah Teâlâ’nın bağışlayan ve merhamet eden olduğunu bilmen, Allah
Teâlâ’ya hüsnü zan göstermekle O’nun bağışlayan ve affeden olduğuna inanman,
kasıtlı olarak Allah Teâlâ’nın yasakladığı bir şeyi işlememen, bu işi yapıp
yapmamada Allah Teâlâ’nın seninle ilgili kaza ve kaderine inanmış olman,
sevaptır. Misal olarak Hz. Musa’nın Hz. Âdem’e sorusunu zikredebiliriz. Bunlar,
işlediğin günah nedeniyle, sevap kazandığın çeşitli yönlerdir. Halbuki sadece
bir açıdan, yani nefsinin arzusunu yerine getirmen nedeniyle günah kazanırsın.
Bu yönlere bir de fiilin seni üzmesini ekleyebilirsin. Nitekim Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Mümin iyiliğin sevindirdiği, kötülüğün
üzdüğü insandır. Ne güzel, ne güzel!’ Bütün bunları Allah Teâlâ, mümine
şeytanın burnunu sürtmek üzere ihsan etmiştir. O, şeytan insana kötü amelini
süsler, taşkınlığı emrederken Allah Teâlâ bağışlamayı vaat eder. Bağışlama Allah
Teâlâ’nın mümin günahkâr ile kâfir ve küfür arasına yerleştirdiği bir
perdedir. O perde, günahın gerçekleşmesi esnasında (kişiyi günahın kendisine
ulaşmasından) örter. Böylelikle mümin o davranışın ‘günah’ olduğuna inanır, o
perdenin bereketiyle Allah Teâlâ’nın haram İçildiği bir şeyi mubah saymaz.
Sonra başka bir mağfiret daha vardır. O ise, iki örtü ardındaki diğer örtüdür.
Birincisi dünya hayatında o kimsenin üzerindeki örtüdür. Bu sayede Allah
Teâlâ’nın o günaha karşılık belirlemiş olduğu meşru ceza, o kişide uygulanmaz.
Ahirette kendisini örter ise, bu kez o fiilden dolayı kendisini cezalandırmaz.
Öyleyse birinci örtü, günahın işlenme vaktinde gerçekleşmiştir. Allah Teâlâ
şöyle der: ‘Allah Teâlâ size kendinden bir
mağfiret ve ihsan vaat eder.,m Bu
mağfiret, şeytanın taşkınlığı emretmesine karşılıktır. İhsan ise, şeytanın
yoksullukla korkutmasına karşılıktır. Allah Teâlâ ‘Şeytan
sizi fakirlikle korkutur, taşkınlığı size emreder"35 buyurur. Allah Teâlâ, şeytanın müminde
gerçekleştirmek istediği fiile karşılık kendisini savunmak için müminin vekili
olsun diye mümini rahadatmak istemiştir. Böylelikle Allah Teâlâ mümin kulunu
ilahi bir vaat olarak savunmuş, bu sayede şeytanın vaadini uzaklaştırmıştır. Allah
Teâlâ’ya karşı konulamaz ve Allah Teâlâ yenilmez! Öyleyse mağfiret gerçekleşmiş
olduğu gibi ihsan da gerçekleşmiştir. Şeytan ise apaçık bir zararı satın
almıştır. Bu hakikat nedeniyle Allah Teâlâ işlerimizde kendisini vekil edinmemizi
emretti. Böylelikle Hakk, bu işleri müminlerden uzaklaştırma işini bizzat
üsüenir. Şeytanın günahtaki amacı, günahın kendisi değildir; onun gayesi, kulun
şeytana itaati alışkanlık haline getirmesini sağlamaktır. Böylelikle onu
derece derece yoldan çıkarıp ebedi bedbahtlığın bulunduğu şirki telkin eder.
Bu ise, kul ile şirk koşmak arasında engel teşkil eden (nassâ) bağlılık
perdesinin ortadan kalkmasıyla gerçekleşebilir. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve
doğru yola ulaştırır.’
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar