Print Friendly and PDF

YİRMİ BİRİNCİ SİFİR 2. Bölüm

Bunlarada Bakarsınız

 


                                                                                           

ÜÇ YÜZ ONUNCU BÖLÜM

Ruhani Çan Sesinin Musevî Mertebeden Bilinmesi

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem vahyin inmesi hakkında vahyin kendisine çan sesi gibi geldiğini söylemiştir. Bu, vahyin en şiddedi haliydi. Ravi şöyle der: ‘Bu esnada Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in alnından ter akardı.’ Vahyin peygamber­lere gelişinin farklı suretleri vardır ki, en şiddetlisi çan sesi şeklindeki vahiydir.

Burçlar varsayımsal yerlerde Onlar parlak yıldızlara ait menziller

Sa’din varlığındaki benzeri kuşatır onları Biri başarıya, öteki hüsrana -

Nurlar beni aramak üzere hücum edince Dilediğim edebi bana vermek üzere

Bulut ve ruhlar onları taşıyarak geldi Gök gürültüsü Arap ve Acemi ifade ederken

Şimşek ışığını giydirince Kapkaranlık bulutlara altından bir elbise

Bulutlar hakikatlerin yağmurlarını boşaltır                         '

Topraktan, havadan ve ateşten bir eve                                                              .

Yeryüzü çiçeklerinden haz alarak heyecanlanır Bahçe güzel elbiseleri içinde salınır

Hakikatler ilmidir bu

Allah Teâlâ’yı isimleri ve perdeleri bilmekten başkasını kastetmem

Zatının bilgisi münezzeh olunca Kendisine ulaşılmaktan

Sen^kimsenin benzemediği ilahsın Kitaplarda ve tenzilde gelmiş olan

Bilmelisin ki, Allah Teâlâ ruhları üç mertebede yarattı ve bu mertebelerin bir dördüncüsü yoktur. Birinci kısım, işleri sadece Hakkın mertebesini yüceltmek olan ruhlardır. Onların âleme veya kendilerine dönük bir yüzleri yoktur. Allah Teâlâ’nın şanı ve celali onları kendilerinden geçirmiş, bu celal onları hayran ve sarhoş olarak kendilerinden çekip almıştır. İkinci kısım, yeryüzündeki doğal cisimleri yöneten ruhlardır. Bunlar, insanla­rın ruhları ile -keşif ehline göreunsur kaynaklı bütün doğal cisimler­deki hayvanların ruhlarıdır. Çünkü Allah Teâlâ şöyle der: ‘Her şey O’nun hamdini tespih eder,’32 Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ise şöyle buyurur: ‘Müezzinin se­sinin ulaştığı yerdeki kuru ve yaş her şey onun lehine tanıklık eder.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in avucundaki taşlar olduğu gibi sahabesinden dilediklerinin avucundaki taşlar da tespih ederdi. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Uhud dağı hakkın­da ‘Bu dağ, bizi seven bizim de kendisini sevdiğimiz bir dağdır’ demiş­tir. Bütün bu rivayeder, her şeyin canlı olduğunu ve rabbini bildiğini gösteren delillerdir. Çünkü ‘Gök ve yeryüzü itaatkâr olarak geldik’33 de­miştir. Bu konuda bir rivayet olmasaydı bile, keşif yoluyla bu gereği öğrenirdik. Cisimleri yöneten bu ruhlar, cisimlerde bulunur ve -Allah Teâlâ’nın verdiği üstünlüğe görebirbirlerine amade olurlar. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Bir kısmını bir kısmından üst dereceye koyduk ki, birbirlerini hizmetçi edinsin­ler.’34 Başka bir grup ruh daha vardır ki, onlar bize amade kılınmıştır. Bunların pek çok tabakası vardır. Bir kısmı vahiy ve aktarmayla görev­liyken bir kısmı rızıklar, bir kısmı canları almakla, bir kısmı ölüleri di­riltmeyle, bir kısmı müminler için bağışlanma dileme ve dua etmekle, bir kısmı kulların amelleri karşılığında cennette ağaç dikmeyle vs. gö­revlidir.

Bilmelisin ki, insanların ruhları için Allah Teâlâ doğal araçlar ve aleder yaram. Bunlar, göz, kulak, burun, geniz gibi araçlardır. Bunlara duy­ma, görme gücü vb. diye isimlendirilen güçler yerleştirdi. Her biri için de iki yön yarattı. Birisi duyulurlar, yani şehadet âlemine bakarken, di­ğeri hayal mertebesine bakar. Allah Teâlâ hayal mertebesini şehadet âlemin­den daha geniş yaratmış, orada ‘hayal’ diye isimlendirilen bir güç mey­dana getirmiştir. Bunun yanı sıra musavvire, fikir, hafıza, akıl vb. güçler yaratmıştır. Bu güçler vasıtasıyla insan nefsi güçlerin hakikatlerinin kendisine verdiği bütün bilinenleri algılar ve idrak eder. Nefs şehadet âlemine dönük yönüyle -ki göze aittirbütün duyulurları görür ve onla­rı hayale ulaştırır. Nefs algıları -musavvire gücü kendilerini tasavvur et­tikten sonrahafıza gücüyle hayalde korur. Musavvire gücü ise, bütün duyulurlardan farklı şeyleri alır ve onlardan (duyuya) yabancı bir şekil oluşturur. Söz konusu şekli bir bütün olarak duyuda göremezsin, fakat duyuda onun görebileceğin parçaları vardır, insan uyuduğunda göz ha­yal âlemine dönük yönüyle bakar. Orada duyunui) ulaştırdığı şeylere toplu olarak bakar veya musavvire gücünün şekillendirdiği şeyleri gö­rür. Bunlar, bütün olarak duyuda bulunmayan, fakat parçalarının du­yuda bulunduğu şekillerdir. Söz konusu parçaların bileşiminden hayal­deki suret meydana gelmiştir. Bu bağlamda insanı yanında uyur görür­sün. O ise, kendini azap gören veya nimedenen birisi olarak veya tüccar veya hükümdar veya yolcu olarak görür ve uykusunda hayalinde korku­ya kapılır, daralır, çığlık atar vs. Yanındaki insanın bütün bunlardan ve onun yaşadığı hal hakkında bilgisi yoktur. Muhtemelen rüyada yaşadığı hal şiddedenince, uyuyanın mizacı değişir ve dış suretinde bir hareket veya sıkılma veya konuşma veya ihtilam meydana gelebilir. Bütün bun­lar, o gücün hayvani güce halcim olmasından kaynaklanır. Böylelikle bedenin dış yapısında başkalaşma gerçekleşir.

Vahiyle görevli melekler peygamberlere iner veya onlardan ince bağlar velilerin kalplerine iner. Çünkü melek vahyi peygamberden baş­kasının kalbine kesinlikle getirmez veya genel anlamda ilahi bir emir peygamberden başkasının kalbine getirmez. Çünkü şeriat yerleşmiştir, farz, vacip, mendup, mubah, mekruh belirlenmiş, nebilik ve resullüğün sona ermesiyle ilahi emir de sona ermiştir. Bu nedenle Allah Teâlâ peygam­berliğin (resullülc) sona erdiğini söylemekle yetinmemiştir ki, nebiliğin devam ettiği zannedilmesin. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Nebilik ve resullük sona ermiştir, benden sonra nebi ve resul yoktur’ demiştir. Artık herhangi bir yaratılmışa bir emir verilip de bu emrin Allah Teâlâ’ya ibadette esas alına­cak bir şeriat olması söz konusu değildir. Çünkü söz gelişi ona bir farz emretseydi, onu Şari emretmiş olurdu. Bu durumda emir, Şari’ye ait olurdu. Böyle bir söz ise, onun bir yanılgısı ve şeriat getiren peygam­berlik iddiasında bulunması demektir. ‘Allah Teâlâ ona mubahı emretmiştir’ denilebilir. Biz de deriz ki: Mubah ya insanın yükümlü olduğu bir va, ciple ilgilidir. Böyle bir durum, onun uyduğu şeriatın neshi demektir. Söz konusu kişi bu vahiyle Şari’nin mubah saydığı bir şeyi aldığını (id­dia ettiği) vahiyle vacibe dönüştürmüş, onu terk etmesi günah olmuş­tur. Onu mubah olarak olduğu gibi bırakırsa, durum yine böyledir. Bu durumda meleğin bu iddiacıya getirdiği şeyin faydası nedir? Şöyle deni­lebilir: ‘Onu melek getirmemiş, fakat Allah Teâlâ -bir vasıta olmaksızındoğ­rudan emir vermiştir.’ Şöyle deriz: Bu ilkinden daha tehlikeli bir söz­dür. Çünkü sen Allah Teâlâ’nın Hz. Musa ile konuştuğu gibi seninle konuştu­ğunu iddia ediyorsun. Ne şekilci alimlerden ne de zevk ehli alimlerden bunu iddia eden kimse yoktur. İkinci olarak, Allah Teâlâ seninle konuşmuş olsa veya sana bir şey söyleseydi, sana söylediği sözlerde ancak bilgi ve haberler aktarırdı. Yoksa hükümler ve şeriat aktarmazdı veya sana bir emir vermezdi. Çünkü emir verseydi, bu durumda vereceğimiz hüküm, meleğin vahyi hakkmda söylediğimizin bir benzeri olurdu. Senin iddia ettiğin şey, Allah Teâlâ’nın kalbinde herhangi bir konuda bilgi yaratması olabi­lir. Halbuki Allah Teâlâ, her nefes her insanda bilgi yaratır ve velilerin bu noktada bir ayrıcalığı yoktur. Bu ve diğer kitaplarda gerçeğin nasıl ol­duğunu açıkladık ve genel olarak insanın yalnız başına Allah Teâlâ’ya ibadet edebileceği bir şeriat veya kendisiyle başkasına gönderileceği bir şeriat almış olmasının imkânsızlığını belirtmiştik. Bununla birlikte, peygam­berin diliyle kendisine gelen şeriatı herhangi bir şekilci alimden öğrenmeksizin, bizim ve yoldaşlarımızın kabul ettiği şekilde sahih rüyalarla Allah Teâlâ’nın insana öğretebileceğim imkânsız saymayız. Bu rüyalar nebilik izlerinden bizim için geride bırakılan sahih-doğru rüyalardır. Bu rüyala­rı Müslüman bir adam görür veya onun adına görülür. Bu rüya gerçek­tir, vahiydir ve bu esnada uyumak gerekmez. Fakat genellikle uykuda gerçekleşir. Bazen uyku dışında da böyle rüyalar görülebilir. Hangi du­rumda olursa olsun, bunlar -duyuda değilhayalde duyuyla gerçekleşir. Tahayyül edilen bazen kuvve halinde içerden olabilir, bazen de ruhanî­nin temessülüyle veya sufılerin bildiği tecelliyle dıştan meydana gelir. Fakat böyle bir tahayyül, mizaç düzgün ve hakikati (almaya) uygun bir mizaç olduğunda, gerçek bir hayaldir. Melek peygambere bir hüküm veya haber vereceği bir bilgi getirdiğinde -ki hepsi haber sayılır-, bu su­reti insan ruhuna aktarır, insan ruhu da ‘dinleyerek’ onu karşılar. Böyle­ce vahiy, aktarım ve ilka yoluyla gerçekleşir. Her ikisi de nurdur. Mizacı keskinleşir, tutuşur, iki nurda da garizenin sıcaklığı artar ve niceliği de çoğalırsa, bu durumda şahsın yüzü başkalaşır. ‘Hal’ denilen şey budur ve olabileceğin en şiddetlisidir. Bedenin yaşlıkları, sıcaklığın istila etme­si nedeniyle, buhar olarak beden küresinin yüzeyine ulaşır. Buradan bu hal sahiplerinde terlemeler meydana gelir. Bunun nedeni, iki ruhun bir araya gelmesiyle doğalar arasında gerçekleşen sıkışmadır. Bedenden su­larla çıkan sıcak hava kuvveti gözenekleri örter ve dışardan gelen soğuk hava ona giremez. Peygamber ve hal sahibinde bu durum meydana ge­lip de peygamberden melek, veliden ise ruhani bağ ayrıldığında, mizaç sakinleşir, sıcaklık gider, gözenekler açılır, cisim dışarıdan gelecek so­ğuk havayı kabul eder. Böylelikle cisim rahatlar, mizaç soğur, soğuklu­ğun niceliği artarak sıcaklığa egemen olur ve onu zayıflatır. Hal sahibi­nin bulduğu ‘serinleme’ işte budur. Bu nedenle kendisini titreme tutar ve ısınmak için üzerine elbise giyer. Ardından doğru ve sadık rüyada gördüğü haberi bildirir -veli iseveya peygamber ise vahiyde gerçekle­şen haberi bildirir. Bütün bunlar, kalbe tenzil ruhani bir nitelikle gerçekleştiğindedir; üfleme tarzında (nefes) gerçekleşirse, bu, ilhamdır ve hem peygamber ve hem veli adına gerçekleşir. Söz olursa, görme ol­maksızın duyar. Böyle biri, sezgi sahibidir. Melek kendisine görünürse, -nebilik vaktindeysepeygamberdir; veya ince bağ kendisine bir adam suretinde veya getirdiği şeyi ona söyleyen bir hayvan suretinde görüne­bilir. Böyle biri veli ise, gelen bilgiyi Kitaba ve Sünnete sunmalıdır. Ki­taba uygun ise, onu Hakkın hitabı ve bir şereflendirmesi sayar, o kadar! Yoksa o, ilave bir hüküm veya yeni bir hüküm değildir. Fakat bazen bir hükmün açıklaması veya gerçeğin bildirimi olabilir. Bu durumda daha önce zanna bağlı bilgi, onun tarafından öğrenilmiş olur. Veliye gelen bilgi Kitaba ve Sünnete uygun değil ise, onu Hakkın bir hitabı ve sı­naması saymalıdır. Böyle yapmak zorunludur. Kendisine gelen bağın meleğin (kalbine doğru uzayan) bağı veya ilahi bir tecelligâh olmadığı­nı bilir. O bağ şeytani bir bağdır. Çünkü meleklerin böyle bir makamı olmadığı gibi böyle bir halden de münezzehtirler. Bu durum, yaratıklar arasında en çok Haktan sema edenlere ilişir. Öyleyse peygamberlik or­tadan kalktıktan sonra günümüzde veliler için geride kalan şey, sadece bildirimdir. İlahi emir ve yasakların kapıları artık kapanmıştır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemden sonra emir ve yasak getirdiğini iddia eden kimse, kendisine vahyedilen bir şeriat getirdiğini iddia etmiş demektir. Onun bizim şeri­atımıza uygun olup olmaması birdir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemden önceki başka bir zamanda ise bu konuda bir yasaklama yoktu. Bu nedenle salih kul Hızır şöyle demişti: ‘Ben onu kendi emrimden yapmadım:35 Onun içinde bulunduğu zaman böyle bir söze imkân verir. Çünkü o Rabbinden bir şeriat üzeredir. Hakk ise Hz. Musa ve bizim için Hızır lehine tanıklık ederek onu tezkiye etmiştir. Günümüzde İlyas ve Hızır, ya kendisine muvafakat ederek veya uyarak (ittiba) Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in şeriatına bağ­lıdır. Her durumda her ikisi için de ilahi bilgi -nebilik yoluyla değilbildirim yoluyla gerçekleşir. Aynı şekilde, Hz. İsa da indiğinde, aramız­da bizim sünnetimize göre hüküm verir. Allah Teâlâ bu sünneti -nebilik yo­luyla değil‘bildirme’ yoluyla ona bildirmiştir. Halbuki Hz. İsa bir ne­bidir.

İşte, ey kardeşlerim! Bu dünyanın tuzaklarından uzak durun, çün­kü onun tuzağının (neyin tuzak neyin ilham olduğunun) temyizi güç­tür. Nefisler de ondan haz alır ve dünyaya bağlandıkları için bu konuda gerçeği karıştırırlar. İdrak organı sözü geçen böyle bir aktarıma aşina ise, onu ve içerdiği şeyi taşımak kendisine ağır gelmez ve ansızın geldi­ğindeki gibi olur. Allah Teâlâ vahiy yoluyla konuştuğunda, adeta bir taş üze­rindeki yağmur gibidir. Onu işiten ruhlar bayılır ve çan sesi esnasında meydana gelen bilgi iki omuz arasına vurmakla gerçekleşen bilginin bir benzeridir. Başka bir misal ise, soru-cevap ve istifade yoluyla bakmak­tan meydana gelen bilgilerdir. Bunlar, sadece vurma veya bakmayla gerçekleşen bilgilerdir. Bütün bunları -Allah Teâlâ’ya hamd olsuntecrübe et­tik ve bu konuda kuşkumuz yoktur". Ona benzeyen bilgilerin, kapıları kapılıdır. Kapılar açılıp ardında bulunanlar sana göründüğünde, bir ba­kış ile onların bilgisini kuşatırsın. Nitekim insan bir anda gözünü açar, yeryüzünden burçlar feleğine kadarki yeri görür.

Bu işin sahibi, kesin inancın serinliğinin (kaynağı olan) kardan de­ğeri takdir edilemeyecek bilgileri öğrenir. Bu, zikrettiğimiz sıcaklık ne­deniyle -Ki aktarım esnasında gerçekleşir dedikRasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem namaza başlarken ve pek çok durumda şöyle derdi: ‘Allah Teâlâ’m! Beni kar, soğuk su ve buzla yıka.’ Bunlar, vahyin sıcaklığına mukabil olsunlar diye üç tanedir, çünkü vahiy, yakıcıcıdır. Bu serinlikten kalp adına meydana ge­len güç olmasaydı, yok olurdu.

Bilmelisin Ki, bu menzil ilimler arasından yalcin ilmini, perde ilmi­ni, büyüklük ilmini -ki Hakkın kendisiyle nitelendiği kevnî büyüklüktür butakdis ilmini ve kendisinden dolayı yaratıkların Allah Teâlâ’dan başka rabler edinmesinin sebebinin bilgisini içerir. Niçin ayette ‘Allah Teâlâ’dan başka Rabler’36 denilmiştir? Halbuki onlar, Allah Teâlâ ile birlikte onları rab edin­mişlerdi. Faizden helal olan kısım, Hakkın tercihi, Allah Teâlâ’dan başka fail olmadığına inanıyor iken böyle bir şeyin mümkün olup olmadığı, O’nu insanın kime tercih edeceği, üfleme tek iken eserin farklılığı bu menzil­den öğrenilir. Ateşte üflemeyle tutuşma meydana geldiğinde veya yine üflemeyle kandilin sönmesinin bilgisini, havanın latifliği nedeniyle tu­tuşmaya en yakın şey olmasının bilgisini, ahiret hallerinin içerdiği güç­lüklerin bilgisini içerir. Bu menzil, Hallac’ın kastettiği benzeri getirme ve meydan okumanın bilgisini geçirir. Amr b. Osman bundan dolayı ona beddua etmişti. Olup bitenden sonra şeyhler şöyle derdi: ‘Hallac’a o şeyhin bedduası isabet etmiştir.’ Gerçek ve gerçek olmayan sihrin bil­gisi, sihrin her iki durumda da hayal olup olmadığının bilgisi bu men­zille ilgilidir. Allah Teâlâ’nın kelamı olması ne demektir? Acaba yaratık­larına mı, yoksa zatına ilave bir niteliğe mi yoksa özel bir nispete mi yoka bilgisine mi döner? Kuran’ın aciz bırakma özelliği neyle ilgilidir. Bu, ulaşılması güç yüce bir bilgidir. Kelama karşı koymanın meydana getirdiği istilam bilgisi, besmelenin içerdiği sırların bilgisi, besmelenin üç isimle niçin sınırlı olduğunun bilgisi, -diğer harfler değil debu özel harflerin ona ait olmasının nedeni, onların ahiretteki yerinin ne olduğu bu menzille ilgilidir. Acaba onların harflerinden melekler yaratılır mı? Yani kıyamet günü besmelenin her bir harfi Bakara, Al-i İmran surele­rinin geldiği gibi bir suret olarak gelir mi, gelmez mi? Bu iki sure, oku­yucuları lehinde tanıklık edecek iki çiçektir. Besmeledeki harflerin suret­leri kıyamet gününde var olduğunda acaba rakamları yönünden mi, yoksa onları telaffuz eden yönünden mi ya da her ikisinden mi var olur? Şeddeli harfler iki suret olarak mı veya bir suret olarak mı yaratılır? Bu harfler suretler olarak yaratıldığında, okuyucuları hangi şeyden sakınır? Onun mukabilinde ve sakınmasında kim bulunur? Acaba o şehadetin aynı mıdır? Şehadet için ise, onu yazan ya da kendisini söyleyen adına onu yazmış olduğu ve telaffuz etmiş olduğu şekilde şahitlik edebilir. Halbuki kâfir onu yazmış, münafık kendisini söylemiş olabilir. Kendi­sine inanmayan şahitlik ederse -ki bu inancın mahalli kalptirbu du­rumda yazı besmelesi veya lafız besmelesi değildir. Nefiste ancak onu bilmek, iman etmek ve onu irade etmek vardır. Aynı şekilde Bakara ve Al-i İmran sureleri de bu taksime göre değerlendirilebilir. Kastettiğim onların yazılması, okunması veya sadece bir sure olmaları veya ayet ve harf sahibi olmalarıdır. Acaba suretteki ayetler hayvanın suretine ait oranlar gibi midir? Yoksa onlar suret için nitelenen için nefsi nitelikler gibidir de organlar gibi değil midir? Bütün bunlar bu menzilden öğre­nilir. Dalalet ve hidayet, bunların nispetlere veya müstakil varlıklara dönmesi, bu menzilden öğrenilir. Onlar mevcut varlıklar ise, yaratılmış mıdır değiller midir? Yaratılmış iseler, dalalet ve hidayet kulların yarat­tığı fiillerden midir, yoksa onları Allah Teâlâ mı yaratır, yoksa bir kısmını kul bir kısmını Allah Teâlâ mı yaratır? Manalardan olan ve olmayanlara göre, ya­ratıkların birbirlerine musallat olması bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ kendisini hükümdar diye isimlendirdiğinde, yaratıklarını da ‘askerler’ diye isimlendirmiştir. Onlar asker ise ve sadece Allah Teâlâ var ise, O’nun ya­ratıkları kim adına savaşacaktır. Yoksa onlar savaş askerleri değil de süs askerleri midir? Onlar birbirleriyle savaşırlarsa -ki gerçekleşen budur-, Allah Teâlâ’nın askerleri kimdir ve bu askerler kimlerdir? Allah Teâlâ’nın askerleri olan kimselerin hükümdarı Allah Teâlâ’dır. Peki diğer orduların hükümdarı kim­dir? Burada tehlikeli ilahi sırlar vardır. Bunlar, ilahi isimlerin hükümle­rinde ortaya çıkan çatışma ve tezat konusuyla ilgilidir. Uyumlu ve zıt hüsuslar buraya girdiği gibi melekî ruhlar da burayla ilgilidir.

Rivayete göre, günahkâr bir insan tövbe etmeye karar vermiş. Adam, ahalisinin bütünü kötü insanlardan oluşan bir köydendi. Başka bir köy daha vardı ki, ahalisi bütünüyle iyi kimselerden oluşuyordu. Adam oraya göçmeye karar vermiş. Yolda eceli gelmiş. er-Rahim ismi­nin askerleri olan rahmet melekleri ile el-Muntakim isminin askerleri olan azap melekleri tartışmaya koyulmuş. İki melek grubundan hangi­sinin onu teslim alacağı hususunda tartışma uzayınca -ki onlar ilahi isimlerin yardııricılarıdır-, Allah Teâlâ onlara iki köy arasındaki mesafeyi ölç­melerini bildirmiş. Hangisine yakın ise, adam oradan sayılacaktı, iki köy arasını ölçmüşler ve adamın iyilerin bulunduğu köye daha yakın olduğunu görmüşler. Bunun üzerine onun mudulardan olduğuna hükmetmişler ve rahmet melekleri kendisini teslim almış. Malumdur ki, o kişi, kalbinde tövbenin veya -nasıl tövbe edeceğini bilmiyor isetövbe iradesinin gerçekleşmesinden sonra yürümeye başlamıştır. Hiç kuşku­suz Allah Teâlâ bu konuda neyi biliyorsa, biliyordur. Köyünden çıkmasıyla attığı her adım, bir hicret ve övülmüş harekettir. Bununla birlikte hü­küm, mekânın ölçülmesine göre gerçekleşmiştir. Bunun sebebi nedir ve bu âlemdeki etkisi nedir? Hüküm verenin insanlar arasındaki hükme bir müdahalesi var mıdır, yok mudur? Bu, ‘istiham’, yani vurmayla verilen bir hükümdür. Bu menzille ilgili bir husus da meşru amellerin bilinme­sidir. Yükümlü kendilerini yapmazdan önce varlıkları var mıdır, yok mudur? Yoksa onlar yükümlünün kendisi midir? Bunlar onun ameliyse, sanat -nispet hükmü olmaksızınsanatkârı hakkında nasıl hüküm vere­bilir ki? Çünkü onların sanatçıdaki hükmü, bu fiillerin onunla ilişkilendirilen iyi veya kötü övgüsüyle sınırlıdır. Her insanrn ameli karşılığında rehin olduğu zikredilmiştir. Yükümlü rehinin kendisiyse, rehin alan kimdir, tutulan kimdir?

Allah Teâlâ’nın yaratıklarındaki hükmü ne kadar gariptir! Allah Teâlâ’ya yemin olsun ki, O’nu ancak Allah Teâlâ bilebilir. Acaba mudular ve bedbahtlar bu hükme göre midir? Yoksa sadece mudular değil, bedbahdar mı ona tahsis edilir. Allah Teâlâ’nın herhangi bir yaratılmışın şefaati olmaksızın ateşten çıkartacağı kimseler de bu menzilden öğrenilir. Acaba bu sınırlanamayacak şekildeki ihsan çıkartması mıdır? Yoksa ilahi isimlerin şefaatinin bir sonucu mudur? Allah Teâlâ ‘Takva sahipleri'Rahman’a grup grup gö­türülür’37 buyurdu. Bilindiği üzere, bir şeyin nezdinde bulunan o şeye taşınamaz. Takva ve korku, sakınılan ismin etkisinden meydana gelir. Takvanın nedeni, Şedidü'l-ikab (cezalandırması şiddedi olan) ve esSeriü’l-hisab (sürade hesabı gören) isimleridir ve takva sahibi böyle ila­hi isimlerin hükmü ve etkisi altındadır. Allah Teâlâ ise o insanları kıyamette er-Rahman ismine götürür ve diğer isimlerin etkisi onlardan düşer. Durum böyleyse, ateşten çıkartmak, bir şefaat olabilir. Böyle değilse, bu çıkartma bir ihsan ve hibe çıkartmasıdır. Herkes O’nun kabzası için­deyken, Haktan nasıl yüz çevrildiği bu menzilden öğrenilir. İnsanın di­ğer bütün canlılardan, bitkilerden, donuklardan ve meleklerden farklılı­ğı bu menzilden öğrenilir. Onlar, marifette yaratılmış varlıklardır. İnsa­nın latifesi farklıdır, çünkü o yaratılışıyla diğer varlıklardan farklıdır. Acaba insanda bulunan akıl, bilgileri elde etmek üzere mi vardır, yoksa arzuyu engellemek için mi? Onun başka bir nedeni yok mudur? Sehl b. Abdullah Tüsteri’nin sorduğu sorulardan biri budur. Başkasmm bu ko­nuyu zikrettiğini görmedim. Bize sadece Sehl’den aktarılmıştır.

Bu menzilin ilimleri sayıca sınırsızdır. Bizim zikrettiklerimiz, men­zilin içerdiklerine göre ana konular gibidir. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’

ÜÇ YÜZ ON BİRİNCİ BÖLÜM

Muhammedî Mertebeden Özel-Gaybî İlk Vakitler Menzilinin Bilinmesi

Beni örtün, örtün beni, bir söz ki Güzellik bilgisinde Rahman’ın payı

Cebrail ufukta tecelli edince

Peygamber Hira mağarasında inzivada

Nefesi ona bir nedenle geldi Kalbinin gizli derinliklerinde

Bir tecelli etti, düşüncesinde oluşturan Bütün bilimlerden toplam bir suret

Sîn ve Sad harfinin sırrının sureti Gizlilik ve açıklık onun nezdinde toplandı

Ondan bir korku ortaya çıktı Onu sakinleştirdi, alışsın diye duruma

,‘Nedir seni sıkan?’ diye sordu

Dedi ki, “benden uykuyu gideren bir durumdur o’

Allah Teâlâ bana ikram etti om Dil sahiplerini ikram ettiği gibi

Peygamber nebi ve seçilmiş gibi İlimlerde, bela ve sıkıntılarda seçilmişler

Onu ne zaman hazır tutsa Kalbim onun tecellisine arzu duyar

Bunun için onu görmek beni sıkar Bu nedenle her şeyden zahit olurum

Bilmelisin ki, bu bölümü yazarken sevinmeme yol açan bir rüya gördüm. Uyandım ve daha önce öğrendiğim ve övünme anlamı taşıyan bir mısraı içimden söylüyordum:

Her asırda asrı yücelten biri var

Ben diğer asırlar için o bir’im                                                        ,

Böyle söylememin nedeni, bilebildiğim kadarıyla günümüzde kul­luk makamına benden daha çok ulaşan birini tanımayışımdı. Öyle biri varsa, o da benim gibidir. Çünkü ben, kulluk makamının nihayetine ulaştım. Artık saf ve kayıtsız bir kulum. Rabliğe karşı bir arzu içimde görmüyorum. Hükümdarın kölesi bir gün düşünceli düşünceli yürür­ken görülmüş, şaşkın ve içine kapanmış bir haldeydi. ‘Ne bu şaşkınlık halin de öyle? Daha önce böyle bir halde olduğun görülmemişti’ deni­lince, şöyle demiş: ‘Benim gibi birine hayrete düşmek yakışır. Nasıl düşmeyeyim ki? Bir efendim vardı ve onun kölesiydim.’ Bilmelisin ki, her bir zamanda bütün mertebelerde gözüken bir kişinin bulunması zo­runludur. Bu durum, sanat erbabı ve bütün bilimler için de böyledir. Zaman araştırılmış olsaydı durumun söylediğimiz gibi olduğu görülür­dü. Kulluk da mertebelerden biridir. Allah Teâlâ bana bir ihsan vermiş, onun­la beni nimedendirmiştir. Ben ona bir amel nedeniyle ulaşmadım, aksi­ne o ilahi bir tahsistir. Allah Teâlâ’dan dileğim bu hali bizde sabit kılması, bu hal üzereyken Allah Teâlâ’ya kavuşana kadar bizimle o makamın arasına bir engel koymamasıdır. ‘Bununla sevininiz ki, o topladıklarınızdan daha hayırlıdır.’

Bilmelisin ki, bu menzil, ihtisaslarla ilgili başlangıçlar menzilidir. Başka bir ifadeyle o, her makam ve halin başlangıç ve öncesinden iba­rettir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Sizi bilmediğiniz şeylerde yaratırız8 Ruhlarımız dünya hayatında bize ait olan bu özel mizaçtaki bedenleri­mize iade edilseydi, ‘sizin bilmediğiniz’ demek doğru olmazdı. Çünkü Allah Teâlâ ‘Siz ilk yaratılışı bildiniz, hatırlamaz mısınız39 buyurdu. Başka bir ayette ‘Sizi yarattığı gibi yeniden yaratılırsınız40 buyurmuştur. Kaste­dilen ahiretteki yaratılışın örneksiz olmada dünya yaratılışına benzeme­sidir. Allah Teâlâ bizi önceden bir misal olmadan yarattığı gibi orada da bir misal olmaksızın bizi yaratır. Şöyle denilebilir. Öyleyse ‘döndürüleceksi­niz41 ayetinin anlamı nedir? Deriz Ki: Burada Allah Teâlâ beşeri ruhlara hitap

ederek, onların ahirette cisimleri yönetmeye döneceklerini belirtir. Bu ruhlar dünya hayatında bu yaratılışın kendisine göre meydana geldiği , mizaç üzeredir. Allah Teâlâ onları kabirlerinden bu yaratılış içindeyken çıkar­tır. Ardından tohumun yerden bitmesi gibi bittiklerinde, ateşten çıkar­tır. Bununla birlikte, o mizacı yeniden yaratmaya güç yetirir, fakat ohü dilememiştir. Bu nedenle meşiyet kendisine ilişerek şöyle buyurdu: ‘Sonra dilerse onu yeniden yaratır.’42 Yani üzerinde bulunduğu bu mizacı yeniden yaratır. Aynısı olsaydı, şöyle derdi: ‘Sonra onu yeniden yaratır.’ Burada bu menzilin ilimlerinden açıklamak istediğimiz bir konuya dö­nelim. Bu konu, menzilin etrafında döndüğü ana konudur. Şöyle deriz:

Alem iki tane olduğu gibi mertebe de iki tanedir. Bununla birlikte, o ikisinin toplamından onların arasında üçüncü bir mertebe daha mey­dana gelir. Birinci mertebe, gayb mertebesidir ve onun bir âlemi vardır. Bu âleme ‘gayb âlemi’ denir. İkinci mertebe ise duyu ve şehadet merte­besidir. Onun âlemine ise şehadet âlemi denilir. Bu âlem gözle algıla­nırken gayb âlemi basiret, yani kalp gözüyle algılanır. Bunların bileşi­minden meydana gelen bir hazret ve âlem daha vardır. Bu hazret, hayal hazreti iken âlemi de hayal âlemidir. Hayal, manaların duyulur kalıpla­rında çıkması demektir. Misal olarak bilginin süt suretinde gözükmesi­ni, dinde sebat ve direncin kayit suretinde gözükmesini, müslümanlığın direk, imanın ip, Cebrail’in Dıhye ve bedevi suretinde gözükmesini ve­rebiliriz. Bunun yanı sıra Cebrail Hz. Meryem’e yakışıklı bir erkek sure­tinde görünmüştür. Siyahlık^ birleşen kara ve mazinin cisminde ortaya çıkar. Halbuki ayrı iken onlardan herhangi birinin niteliği değildi. Bu nedenle hayal hazreti, hazret ve mertebelerin en genişidir. Çünkü hayal âlemi, iki âlemi bir araya getirir: gayb ve şehadet âlemi. Gayb âlemi hazretşehadeti içeremez, çünkü onda bir boşluk yoktur. Şehadet haz­reti de gayb âlemini içermez. Binaenaleyh hayalin en geniş hazret oldu­ğunu öğrenmiş oldun. Duyuda ve yaratılışının zihnine sağladığı verilere göre, manaları ve ruhanileri görmüşsündür. Onlar, senin göreceğin şe­kilde, duyulur bedenlerde misal ve hayal suretinde gözükür. Öyle ki, hayali suret bir etkiye konu olduğunda, hayaldeki suret de kendiliğinde etkilenir. Sen ruhanilere ve manalara göre hayal mertebesine daha layık olansın. Çünkü sende tahayyül gücü vardır. Bu güç Allah Teâlâ’nın sende ya­rattığı güçlerdendir. Binaenaleyh böyle bir güce sahip olma ve onda ta­sarrufta manadan önceliklisin. Çünkü mana, hayal gücüne sahip olmak

özelliğiyle nitelenemez. Yüce Melekler topluluğundan olan ruhanilerin yaratılışlarında da hayal gücü yoktur. Bununla birlikte onlar, bu hayal mertebesinde görünme ve hayali suretlerle farklılaşma özelliğine sahip­tir. Öyleyse bu mertebe gerçekte sende bulunduğu için, hayali ve misal suretlerine girmede (ve onları bilmede) önceliklisin. Sıradan insanlar onu bilmez ve uyuyup duyu güçleri bu mertebeye dönmedikçe o mer­tebeye giremezler. Seçkinler ise, bu mertebeye ulaşmış olmalarının (ta­hakkuk) etkisiyle, uyanıkken bile onu görebilirler. Bu nedenle insanın hayal mertebesinde gayb âlemindeki tasavvuru, daha yalan ve öncelikli­dir. Özellikle onun yaratılışı batını, yani ruhuyla gayb âlemine girme özeliğindedir. Zahirinden ibaret olan bedeniyle de şehadet âlemine gi­rebilir. Ruhani ise, farklıdır. O, şehadet âlemine ancak hayal âleminde misal suretinde girebilir. Böyle bir halde duyu onu uyanık ve uykudaki bir surette görebilir. İnsanın gayb âleminde temeyyüzü, ona aittir. Çünkü insan, bu âlemde duyunun idrak edemediği ruhu yönünden ger­çek olarak farklılaşır, hayal olarak değil! O, gayb âlemindendir. Bede­niyle ruhanileşerek gayb âleminde (oraya uygun) bedeniyle -ki bu be­deniyle irtibadı ruhudurgözükmek isteyebilir. Öyleyse insan gayb âleminde gözükmeye ruhaniden daha yakındır. Ruhani ise, şehadet âleminde temessül yoluyla gözükür. Fakat bu makam, kazanılır ve ken­disine ulaşılır. Bu makama ulaşanlardan birisi, Kadibu’l-ban’dır. İnsan gayb âleminin gücünde bulunmayan bir güce sahiptir. Çünkü insan, ruhu halamından şehadet âlemindeki suretinden başka bir surette gö­rünme gücüne sahiptir. Bu sayede insan hemcinsleri olan Ademoğullarının suretlerinden dilediği birisinde gözükebileceği gibi taşların ve hayvanların suretlerinde de gözükebilir. Bu durum, insanlardan gerçek­leşmiş bir hadisedir.

Allah Teâlâ yolunun pirlerinden -bana göregüvenilir ve doğru sözlü bi­risine bu meseleyi anlatınca, bana şöyle demişti: ‘Seni teyit etmek üzere bu konuda bir tecrübemi anlatayım: Bu makama ulaşmış birisiyle arka­daştım. Bu konuda bilgim yoktu. Bağdat’tan Musul’a varana kadar, hacdan dönüş yolunda arkadaşlık etmek istemiştim. Bana şöyle dedi: ‘Benimle arkadaşlık edeceksen, ben isteyene kadar yiyecek ve içecek herhangi bir konuda bana sıkıntı çıkartma.’ Bu konuda kendisine söz verdim. Benden yaşlıydı. Kendisini bineğe bindi, ben de bana bir ihti­yacı olur (diye) yalan yürüyordum. İshal oldu, zayıf düştü. Bu dürüm bana ağır geldi. O ise, hastalığın kendisini zayıf düşürüp ayakta dura­mayacak Hakk getirmesine rağmen ishalini giderecek bir tedaviyi kabul etmiyordu. ‘Efendim! Müsaade edin, şu hastaneden ishalinizi düzelte­cek bir ilaç alayım.’ Tepki gösterir gibi bana baktı ve şöyle dedi: ‘Şartım geçerli.’ Ben de sustum. Durumu ağırlaştı. Ben de artık susamadım. Geceleyin bineğinden indiğinde, meşaleler yakılmıştı. Hastane sahibi siyah bir köleydi. Adamlar ve hastalar önünde duruyor, hastalıklarına ve sıkıntılarına göre kendisinden ilaç istiyordu. Ben de kendisine şöyle dedim: ‘Efendim! Kalbimi rahatlat ve bu adamdan sana ilaç getirmemi isteyerek beni sıkıntıdan kurtar.’ Tebessüm etti ve bana şöyle dedi: ‘Pe­ki git!’ Adamın yanma gittim. Beni tanımıyordu ve ben de adamın say­gı duymasını gerektirecek bir durumda ve halde değildim. Ona doğru yürürken, beni reddeder veya meşguliyeti nedeniyle geri çevirir diye endişeliydim. İnsanların arasından geçerek, başında dikildim. Gözlerini bana diktiğinde ayağa kalktı. Beni oturttu, mutlu ve memnun bir halde sıcak bir şekilde ‘Merhaba’ diyerek şöyle dedi: ‘Ne istiyorsun?’ Ben de şeyhin durumunu ve hastalığını söyledim. Olabilecek en olgun bir şe­kilde görevliden ilaç istedi ve bana şöyle dedi: ‘Zahmete girmişsin, bana birini gönderseydin ya?’ Kalktım ve çadırdan çıktım, o da beni uğurla­maya geldi. Önümde meşaleler yanıyordu. Birkaç adım benimle yürü­dükten sonra vedalaştık. Meşalelerin önüme tutulmasını emretti. Ben ise, bu durumun şeyhe ağır gelmesinden korkarak ‘gerek yok’ edim. Meşaleyi tutan adam geri döndü. Geldiğimde şeyhi bıraktığim hal üze­re buldum. TSIe yaptın?’ diye sorunca, ben de ‘Birbirimizi tanımadığı­mız halde senin bereketinle bana ikramda bulundu’ dedim ve başımdan geçenleri şeyhe ayrıntılı bir şekilde anlattım. Şeyh bana tebessümle şöy­le dedi: ‘Hamid! Hizmetçinin sana sunduğunu sana ikram eden ben­dim. Hastalığım nedeniyle hakkımda endişelendiğini görüyordum. İs­tedim Ki, için rahatlasın ve bu nedenle ona gitmene izin verdim. Ben de diğer insanlara yaptığı gibi seni hafife alıp kovmasından endişelendim. Öyle yapsaydı, kırık bir gönülle geri dönerdin. Bu nedenle bedenimden soyutlandım ve senin için o adamın suretine girdim ve sana ikramda bulundum, sana saygı gösterdim ve ayrılıncaya kadar tanık olduğun iş­leri yaptım. Bale! ilacını kullanmayacağım.’ Bunun üzerine sustum kal­dım. Bana şöyle dedi: ‘Meraklanma! Adama bir daha git ve ne yapaca­ğım gör.’ Adamın yanma vardım, selam verdim, selamımı almadı ve beni kovdu. Ben de şaşkın bir halde geri döndüm. Şeyhe geldim ve ba­şımdan geçenleri anlattım. O da bana ‘Sana ne demiştim?’ diye sordu. Ben de şöyle dedim: ‘Nasıl oldu da zenci bir köle haline geldin?’ Şeyh şöyle cevap verdi: ‘Gördüğün gibi.’ Adamların böyle hikâyeleri çoktur.

Bu hal simya ilmine benzer, fakat o değildir. Bu konuda bizim (yaptığımız) ile simya bilginleri arasında fark vardır. Şöyle ki: Simyayı yediğinde, yemiş olursun, fakat tokluk hissetmezsin. Bu bilgiden elde ettiğin şey ise senin teorik gücündedir. Sonra onu arar ve bulamazsın. Simya ilminin sahibi sana gösterdiğinde, bir hamama girersin, sonra kendine dönersin, bir hakikatini göremezsin. Aksine simya yoluyla gör­düğün her şey, uyuyanın gördüğü rüyaya benzer. Uyandığında, gör­düklerinden bir şey geri kalmaz. Simya ilmini bilen insanın senin haya­linde isimlerin veya harflerin veya felektiratın özellikleri nedeniyle bir etkisi ve hükümranlığın vardır. Bu bağlamda simyanın çeşitli tarzları vardır ki, en kesifi, felaktir, en latifi ise bakanın gözünün duyudan çekip alarak onu hayaline yönlendiren bir söz söylemektir. Bu durumda İçişi, uyanık olduğu halde uyuyanın gördüğü rüyayı görür. Bizim sözünü et­tiğimiz makam ise öyle değildir. Çünkü sen, onu ‘yersen, doyarsın.’ O makamda altın veya elbise veya herhangi bir şeyi tutarsan, bulunduğu hal üzere, seninle kalır ve başkalaşmaz. Bu makamı kendimiz gördük. Hz. İsa’nın ruhaniyetiyle birlikte olan sülulcumuzun başlangıcında, zevk olarak onu öğrendik. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘visal’ orucunu tutmayı yasakla­mıştı. ‘Sen tutuyorsun ama’ denildiğinde, ‘Ben sizin gibi değilim, ben gecelerim ve biri beni doyurur ve içirir5 demiştir. Başka bir rivayette ‘Rabbim beni doyurur ve içirir’ demiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in hitap ettiği o topluluk içinde o esnada bu makama eren yoktu. Binaenaleyh Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Ben insanlar gibi değilim’ demedi. Bu makamda Peygam­ber ‘yediğinde doymuş’ ve mutat bir güce sahip olarak visal orucu tutabilmiştir.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in sözünü ettiği yemek yeme hayal mertebesinde gerçekleşmişti, duyu mertebesinde değildi. Bu nedenle visal orucu tut­ması geçerli olmuştur. Cebrail’in duyuda tanınan bir adam suretinde ortaya çıktığını gördük. Misal olarak Dıhye suretinde görünmesini ve­rebiliriz. Bazen de tanınmayan bir adam suretinde görünmüştü. Hal­buki Cebrail’in gayb âleminde melekler arasında meleklerden başka bir surette göründüğü bize aktarılmamıştır. Başka bir ifadeyle Cebrail, gayb âleminde ve melekler arasında Mikail veya İsrafil suretinde gözükmemiştir. Bu nedenle Allah Teâlâ (onlardan aktarırken) ‘Her birimizin belli bir makamı vardır?3 buyurdu. İnsanlar arasında başka birinin suretine girme gücüne sahip kimseleri gördük. Zeyd söz gelişi Amr’ın suretinde gözükür. Melek ise, gayb âleminde bu özelliğe, sahip değildir. İnsan be­şer suretinde ortaya çıktığı gibi melekler nezdinde de herhangi bir me­leğin suretiyle gözükebilir. Daha garibi de vardır! Bu yol ehlinden bir âşık, bir şeyhin huzuruna girmiş. Şeyh muhabbet ve sevgi hakkında ko­nuşmaya başladığında, oradakiler, aşığın gözle görülecek şekilde erime­ye başladığını görmüş. Bunun nedeni, şeyhin huzurunda aşığın sözle­rinden etkilenmesiydi. En sonunda âşık suya dönüşmüştü. İnsanlar şey­hin huzuruna girerek, ‘Âşık nerededir, onun çıktığını görmedik?’ dedik­lerinde, şeyh şöyle demiş: ‘Önümdeki su, o âşıktır.’ Şeyhin önünde ha­sır üstündeki bir miktar suyu görmüşler. İnsanın kendisinden yaratıldı­ğı aslına nasıl döndüğüne balanız!

Keşke hileydim, nerede o parçalar!

Bilmelisin ki, bu yolda insana kendisiyle ahiret yaratılışında olduğu gibi -Ki orada dilediği her surette gözükebilirdünya yaratılışıyla görü­nebildiği bir güç verilmiştir. Ahiret hayatında dilediği her surette gözü­kebilmesi, onun dünya suretindeki aslında bu ilkenin bulunmasından kaynaklanır. Fakat hiç kimse bu ilkenin ve asim bilgisine ulaşmayı bece­remez. Bu durum ‘Seni yaratan, düzenleyen ve itidale kavuşturan44 aye­tinde dile getirilmiştir. Kast edilen, görünen yapı ve bedendir. Sonra şöyle demiştir: ‘Dilediği bir surette seni terkip eder.’45 Yani düzenlenmiş ve itidale kavuşturulmuş yapı, bütün suretleri kabul eder. Allah Teâlâ da onu dilediği herhangi bir surette ortaya çıkartır. Allah Teâlâ bize bu yaratılışın herhangi bir sureti kabul özelliğinde olduğunu bildirmiştir. ‘Sonra onu başka bir şekilde yaratırız,46 ayeti de böyle değerlendirilmelidir. Bu ise, insanın görünen suretinin tesviyesinin tamamlanmasından sonra ger­çekleşir. Böylece onun adma gücünde ve terkibinde kendisini kabul edebileceği bir suret belirlemiştir. İnsan ilahi keşif yoluyla suretleri ka­bul edebilecek bir hakikate ve ilkeye sahip olduğunu bilirse, bu durum­da gerçeği öğrenmeye ulaşmasını sağlayacak hali elde etmek üzere çalı­şır. Ardından insana bu konuda bir suret açıldığında, şehadet âleminde şehadet âleminin suretlerinden bilmediği birinde gözükür. Gayb ve melekût âleminde de dilediği bir surette gözükebilir. Şu var ki bizimle' gayb âlemi arasında fark vardır, şöyle ki: insan ruhanileşerek gayb âle­minde ruhaniler için gözüktüğünde, onlar insanı ruhanileşmiş bir cisim olarak tanır. Şehadet âleminde insanlar meleği bedene giren bir ruh ola­rak gördüklerinde, kendisini tanıyana kadar onun ruh olduğunu bil­mezler. Nitekim Cebrail elbisesi bembeyaz saçları simsiyah bir adam suretine girdiğinde, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem böyle demişti. Ravi şöyle aktarır: ‘Aramızdan kimse onu tanımamıştı. Sonra gelip peygamberin yanına oturdu. Dizlerini dizlerine dayadı, avuçlarını dizlerinin üzerine koydu. Sonra Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme İslam, iman, ihsan ve kıyamet, kıyametin ala­metlerini sordu. Sorusunu bitirdiğinde ayrılmak üzere kalktı. Ortadan kaybolunca Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem sahabesine ‘Bu adam kimdir, biliyor musu­nuz?’ diye sormuş. Başka bir rivayette ise ‘Adamı geri döndürün’ demiş. Sahabe kendisini aramış, fakat bumlamamış. Bunun üzerine Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem “Cebrail idi, insanlara dinlerini öğretmek amacıyla gelmişti.’

Bazı insanlar, hariçten başka bir insanın suretinde veya gözüktüğü suretin cinsinden birisinde bedenlenen ruhaniyi tanır, fakat her birisi onu tanımaz. İnsanlar, manevi-ruhani suret ile dahilden veya hariçten temessül eden sureti bir takım alamederle ayırt eder. Ben de o alamederi öğrendim ve hakkıyla bildim. Artık ben, içten veya dıştan bir ruhani bir bedenle bedenlendiğinde kendisini tanırım. Sıradan insanlar ise onu tanımaz. Melekler, ruhanileşip içlerinden birisinin suretinde gözüken veya daha önce benzerini görmediklerini bir surette gördülderinde in­sanı tanırlar. Bu özellikleriyle melekler, insanların genelinden üstündür. Fakat kendi âlemlerinde bu makama ulaştığımızda, hemcinslerimizin suretinde gözüktüğümüz gibi hemcinslerinin suretinde gözükemedikleri için eksiktirler. Alim ve Hakim olan, eşyayı takdir eden, onlara güç yetiren Allah Teâlâ münezzehtir. Alim ve Kadirden başka ilah yoktur.

Bilmelisin ki, bu meselede zikrettiğim hususun esası, ilahi tecelli­deki ilahi bilgidir. Bu durum, gayb ve şehadet âleminde ortaya çıkar. Çünkü bütün âlem, yani insan suretiyle melek ise kuvvetiyle farklı su­retlerde gerçekleşen tecelli makamının suretinde bulunur. Başkalaşma­nın gerçekleştiği suretlerin hakikatlerini, gerçekte, dilediği herhangi bir surette başkalaşma özelliğine sahip olandan -o suretlerle gözükmese bi­lebaşkası bilemez. Bu makam, mutlak kula aittir. Kulluk makamı, ona Efendisinin niteliklerinden birisine benzeme imkânı vermez. Kulluk makamına tam olarak ulaşınca (bu makamın gücüyle), fani olur, unutur ve suretlerde başkalaşma özelliğinin bilgisini yitirir ve başkalaşmayı Efendisinin makamına teslim olarakkendinden bilmez. Çünkü Allah Teâlâ kendisini öyle nitelemiştir. Bu ilahi ilke olmasa ve bu durum Hakka öz­gü olmasaydı -ki o gerçekte bu hal üzeredir-, âlemde böyle bir gerçeğin bulunması geçerli olmazdı. Çünkü âlemde ilahi hakikate dayanmayan herhangi bir şey yoktur. Her şey gerçekte o hakikate göredir. Böyle olmasaydı, varlıkta Allah Teâlâ’nın bilgisinin dışında bulunan şeyler olurdu. Çünkü Allah Teâlâ eşyayı kendisini bilmesinden bilir. O’nun kendisi ise, bil­gisidir. Biz O’nun bilgisinde Heba’daki suretler mesabesindeyiz.

Genç adam! Kim olduğunu bilseydin, O’nun kim olduğunu bilir­din. Çünkü Allah Teâlâ’yı sadece ‘kendini bilen bilir.’ ‘Kendini bilen, rabbini bilir.’ Öyleyse Hakk seni kendinden bilmiş, sana kendisini ancak kendin­den bilebileceğini öğretmiştir. Bu anlamı iyice kavrayan kimse, söyledi­ğimizi ve ima ettiğimizi kavrar.

Kıyamet gününde gerçekleşen tecelliyi anlatan hadise gelirsek, Allah Teâlâ izin verirse es-Sahih’te yer aldığı haliyle onu zikredeceğiz. Müslim Ebu Said el-Hudri’den şöyle aktarır: ‘Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem zamanında insan­lar şöyle demiş: Ey Allah Teâlâ’nın peygamberi! Kıyamette Rabbimizi görebi­lecek miyiz?’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle demiş: ‘Öğlen vakti güneşi görürken sıkıntı çeker misiniz? Açık havada bulut yok iken dolunayı görmede bir sıkıntı çeker misiniz?’ İnsanlar ‘hayır’ diye cevap vermişler. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘İşte Allah Teâlâ’yı kıyamette o ikisini (ay ve güneş) sıkıntı çekmeden görebildiğiniz gibi göreceksiniz.’ Sonra şöyle devam etmiştir: ‘Kıyamet geldiğinde, birisi nida eder ki her ümmet ibadet ettiğine uysun. Allah Teâlâ’nın dışında, putlara, dikili taşlara tapan herkes, cehenneme yuvarlanır. Sa­dece Allah Teâlâ’ya ibadet eden iyiler ve günahkârlar -ki Ehl-i kitap kast edilirkalınca şöyle der. Yahudiler çağrılır ve onlara şöyle denilir: Neye ibadet etmektesiniz? Onlar ‘Üzeyr’e ibadet ediyorduk ve onun Allah Teâlâ’nın oğlu olduğunu söylüyorduk’ derler. Bunun üzerine kendilerine ‘Yalan söyle­diniz, Allah Teâlâ bir eş veya çocuk edinmedi. Ne istiyorsunuz?’ denilir. On­lar şöyle karşılık verir: ‘Rabbimiz! Susadık, bize su ver. Onlara işaret edilir ve ‘döndürülmediniz mi?’ denilir. Hepsi cehenneme sevk edilir. Sonra Hıristiyanlar çağrılır. Onlara ‘Neye ibadet etmektesiniz?’ diye so­rulur. Hıristiyanlar ‘Mesih’e ibadet ediyorduk, onun Allah Teâlâ’nın oğlu ol­duğunu söyledik’ derler. Onlara ‘Yalan söylüyorsunuz, Allah Teâlâ bir eş veya çocuk edinmemiştir’ denilir. Sonra şöyle denilir. ‘Ne istiyorsunuz?’ On­lar da ‘Susadık, su ver bize Ya Rab’ derler. Onlara işaretle gelin denir ve cehenneme sevk edilir. Geride Allah Teâlâ’ya ibadet eden iyi ve günahkârlar kalır. Âlemlerin Rabbi onların kendisinde Hakkı gördükleri en düşük surette tecelli ederek şöyle der: TSfe bekliyorsunuz? Her ümmet ibadet ettiğine uysun.’ Onlar karşılık verir: ‘Rabbimiz! Biz dünyada insanlar­dan ayrıldık, onlara katılmadık.’ Allah Teâlâ kendilerine şöyle der: ‘Ben sizin Rabbinizim.’ Onlar ‘Senden Allah Teâlâ’ya sığınırız ve Allah Teâlâ’ya hiçbir şeyi ortak koymayız.’ Bu sözü iki veya üç kere söylerler. En sonunda bir kısmı ge­riye dönmeye hazırlanırken, Allah Teâlâ şöyle der: ‘Sizin ile Rabbiniz arasın­da kendisini tanımanızı sağlayan bir alamet var mıdır?’ Onlar da ‘Evet, vardır’ derler. Allah Teâlâ ‘Peki onu gösterin’ der. Bu durumda kendiliğinden Allah Teâlâ’ya secde eden herkese Allah Teâlâ’ya secde etme izni verilir. Korkarak ve riyakârca Allah Teâlâ’ya secde edenlerin sırtına Allah Teâlâ bir zırh geçirir. Secde et­mek istediklerinde, sırtüstü yere düşerler. Sonra başlarını kaldırırlar. İlk kez onu gördükleri suretten başka bir surete geçtiğini görürler. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Ben sizin Rabbinizim.’ Onlar da ‘Evet’ der. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle devam eder: ‘Cehennem üzerine köprü kurulur ve şefaat helal olur.’ Hadis devam eder.      >

Şimdi bu menzilin içerdiği ilimleri zikredelim: Bunlardan birisi, elKayyum isminin ilmidir. Arkadaşlarımız bu isimle alıl aklanılıp ahlaklamlamayacağı hususunda görüş ayrılığına düşmüştür. Ebu Ab­dullah Cüneyd el-Kabarfiki -ki Endülüs’te bu yolun büyüklerindendi ve Mutezilî idibu şeyhin bu isimle ahlaklanmayı reddettiğini duydum. Bu konuda Vende’nin mahallelerinden birisi olan Kabarfık’te arkadaşları­nın bulunduğu yerde defalarca kendisiyle tartıştık. En sonunda, bizim görüşümüz olan diğer isimler gibi, el-Kayyum ismiyle ahlaklanılabileceği görüşüne dönmüştür. Gayb âleminin yaratılışı, mik­tarlarının bilgisi, Allah Teâlâ’nın kelamının ardışıklıkla nitelenmesi, ruhların tenezzülü, ruhların kendisine indiği kimsenin hissettiği ağırlık ve da­ralma, bu menzilden öğrenilir.

Bir dönem yalnız başıma kabirlere çekilirdim. Şeyhimiz Yusuf b. Yahlef el-Kümî’nin şöyle dediği bana ulaştı: Adımı vererek ‘Falanca di­rilerle sohbeti bırakarak, ölülerin meclisine gitmiş.’ Ben de ‘Benimle gelseydin kiminle oturup kalktığımı görürdün’ diye haber gönderdim. Şeyh kuşluk namazını kıldı ve yalnız başına bana geldi. Beni mezarların arasında ayakta buldu. Beraber olduğum ruhlardan birisiyle konuşu­yordum. O da edeple ve usulca-yanıma oturdu. Kendisine baktım, ren­gi değişmişti. Nefesinin daraldığını gördüm. Şeyh üzerine inen ağırlık nedeniyle başını kaldıramıyordu adeta. Ben de kendisine bakıyor ve bu­yandan da gülümsüyordum. O ise, içinde bulunduğu sıkıntı nedeniyle, tebessüm edemedi. Konuşmayı bitirip varid geldiğinde, şeyhin ağırlığı hafifledi, rahatladı, yüzünü bana çevirdi ve alnımı öptü. Şöyle dedim: ‘Ustad! Kim ölülerle oturup kalkıyormuş? Ben mi sen mi?’ Bunun üze­rine ‘VAllah Teâlâi, ben ölülerle oturup kalkıyor muşum?’ dedi. Allah Teâlâ’ya yemin olsun ki, bu halin bende sürmesini isterdim.’ Sustu, yanımdan ayrıldı ve beni yalnız bıraktı. Şeyh şöyle derdi: ‘İnsanlardan ayrılmak isteyen kim­se, falan gibi ayrılsın.’

Bu menzilde gayb âleminin istikametinin bilgisi, onun muhalefet­ten korunması, gayb âleminin bütünüyle uyum âlemi olduğunun bilgisi vardır. Bunun yanı sıra beşeri güçlerin hangi anlamda kullanıldığı, fark­lı oldukları hususlar bu menzilden öğrenilir. Bir hakikât onları birleşti­rirken diğerinden dolayı ayrışırlar. Zikreden herkese zikri veren isimle­rin bilgisi, o isimlerin mertebesi ve etkileri bu menzilden öğrenildiği gibi Hakk ile yalnızlaşmak, insanı buna çağıran şeyin ne olduğu, toplu­luk1 içinde yalnız kalmanın geçerli olup olmadığı, zahiri ve batınıyla in­sanın bütünüyle yalnız kalabileceği, bu menzilden öğrenilir. Rablik mertebesinden olan yön isimlerinin bilgisi, bu menzilden öğrenilir. Bü­tün mertebelerin tevhidinin bilgisi, mülkün mülkünün bilgisi bu men­zilden öğrenilir. Son bilgi, yaratıkların Hakkı yönlendirmesi demektir ki, çetin bir makamdır. Cinsin çocuklarını terkte siyaset bilgisi, bu menzilden örenilir. Tevhidin, risaletin, peygamberliğin nereden gönde­rildiği ve kirrie gönderildiği, bununla ilgili insani nitelikler, peygambe­rin gönderilenlerle ilişkisi bu menzilden öğrenilir. Özellikteki (ortaklık) nedeniyle, küçüklerin büyüklere katılmasını sağlayan mertebe, buradan öğrenilir. Bu bilgi zamanın dürülmesinin bilgisidir. Söz gelişi bin yıllık zaman Rabbin günlerinden bir gün içinde dürülür. Ya da bize göre elli bin senelik zaman, Zi’l-mearic’in günlerinden bir günde dürülür. Bu, onun âleminde göz açıp kapatmalık bir zamandır. Ya da bu dürülme, üç yüz altmış günlük zamanın güneş günlerinden bir güne sığdırılması­na benzer. Harekedi ve sabit yıldızlardan her birinin zaman günlerin­den belirlenmiş günleri vardır. Onların genişlikleri ölçüşünce bu günler hesaplanır. Bu bilgi de bu menzile ait bilgilerdendir. Kul için iradenin hangi mertebeden kabııl edildiği, bu menzilden öğrenilir. Kulun hangi ilahi isme baktığı, bu menzilden öğrenilir. İnsanın gayb âlemine girer­ken ve çıkarken başkalaşması, bu menzilden öğrenilir. Miktar ve ölçü­ler, ölçü ve terazilerin verdiği şeyler, bu menzilden öğrenilir. Çünkü ak­lın ölçüye göre verildiği ve amellerin teraziye göre olduğu söylenir. Aleme karşı yumuşak davranmak, bu özellikle ahlaklanmak, ilahi isim­lerde bunun karşılığı, bu menzilden öğrenilir. Alemin idraki mümkün olmayan şeyi idrakten acizliği, bu menzilden öğrenilir. Bu sayede kul farklılaşır ve değerini öğrenir. Sefer, yolcu ve yol bu menzilden öğreni­lir. Kendisinden dolayı yolculuk yapılan şey, bu menzilden öğrenilir. Acaba o ihsandan mı meydana gelir, başka bir şeyden mi? Acaba kaza­nılmış bilgi ihsandan mıdır? Her ikisi de ihsandan gerçekleşmişse, iki bilgi arasındaki fark neye göre gerçekleşir? Amellerin suretlerini mey­dana getirmek bu menzilden öğrenilir. Hakkın borç alması ve bunun neye dayandığı, bu menzilden öğrenilir. Bir grubun Haldcın borç iste­mesini yanlış anlayarak ‘Allah Teâlâ fakir, biz zenginiz'47 demelerinin nedeni buradan öğrenilir. Halbuki Allah Teâlâ onlara şöyle demişti: ‘Allah Teâlâ’ya iyi borç verin.548 Bunun üzerine onlar şöyle demiştir: ‘Muhammed’in Rabbi biz­den borç istemiştir.’ Örtme ve ihtisas, bu menzilden öğrenilir. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’

ÜÇ YÜZ ON İKİNCİ BÖLÜM

Vahyin Velilerin Kalplerine İnişinin Keyfiyeti; Onların Bu Konuda Şeytanlardan Korunmasının Muhammedi Mertebeden Bilinmesi

De ki insanı alaktan yaratana Onu alakın bağlarına bağlamışsın

De ki insanı alaktan yaratana Onu bir tarz üzere topladın

De ki insanı alaktan yaratana Hakikat delil ile boyun arasında parladı

De ki insanı alaktan yaratana Tevhit sorumluluğunu boynuma yükledin

De ki insanı alaktan yaratana İsimlerle nasıl ahlaklanılır ki?

De ki insanı alaktan yaratana Beni perdeleme sakın, bu son arzum!

De ki insanı alaktan yaratana Bilgi insanların terlemesiyle elde edilir

De ki insanı alaktan yaratana Bana işin gayrette olduğunu bildirdin

Kirpiklerin sınırlamadığı bir gözüm var Göz çeperiyle sınırlı gözüm var

De ki insanı alaktan yaratana Alemin varlığını tabaka tabaka yaptın

Fakat gerçeği kendi yönümden görünce

Tabaka tabaka gördüğüm varlık karanlıkta sınırlı kaldı

Bunun için şevk ve sıkıntılı görürsün Onun dışını müşahede ederken

Hakikatleri seherlerde

Hepsi sınırlılık mertebesinde bulunur

Bir kandil gelse ona> güç yetiremez Beladan belaya döner durur

Ateşin alevleri onu sıkar

Aşk sıkıntıyı artırır                             -


Aşk sözü sarmaşıktan türetilmiş                                                                 ,

Onda kendi cinsinde üst, aşağı gibi

Bağ ayakta, zincir boyunda, ruhu yönettiği beden tutar Bedeni farkların uyumu tutar

‘Farkların uyumu’ derken, cismi oluşturan doğaların bir araya geli­şini kastetmekteyim.

Bilmelisin ki, bilinenler -dördüncüsü olmayanüç kısımdır. Birin­cisi sınırlanmayan mutlak varlıktır. O Allah Teâlâ’nın varlığı ve kendisi nede­niyle varlığı zorunlu olandır. İkincisi, mutlak yokluktur. Mutlak yokluk, kendisi nedeniyle yok olup hiç bir şekilde sınırlanamayandır. Bu anla­mıyla yokluk imkânsızdır ve mutlak varlığın mukabilidir. Böylelikle iki­si eşidenmiştir. Öyle ki, nitelenmiş olsalardı, haklarında aynı hüküm ve­rilirdi. İki karşıt şey arasında bir ayırıcı vardır. Bu sayede birisi ötekin­den farklılaşır ve ayırıcı birinin otelcinin niteliğiyle nitelenmesini engel­ler. Mutlak varlık ile yokluk arasında bir ayrıcı bulunmalıdır. Terazi onun üzerinde hüküm verseydi, miktarında bir artış ve eksildik olmak­sızın, birbirlerine denk gelirlerdi. İşte o, en yüce berzahtır. Başka bir ifadeyle o, berzahlar berzahıdır. O berzahın bir yönü varlığa bir yönü yokluğa bakar. O halde iki bilinenden her birisinin karşısında özü gere­ği bulunur. Bu ise üçüncü bilinendir ve bütün mümkünler bu kısımda­dır. Mümkünler, sonsuzdur. Diğer iki bilinenden her birisi de sonsuz­dur. Onların bu berzahta mutlak -varlığın kendilerine bakması yönün­densabit hakikatleri vardır ve bu yönden onlara ‘şey5 adı verilir. ‘Hakk onu var etmek istediğinde, kendisine ol der, o da olur:49 Mümkünün saf yokluğa baktığı yönden ise bir varlığı yoktur. Bu nedenle ona ol denilir. ‘Öl’, bir varlık edatıdır. Mümkün var olsaydı, kendisine ‘ol’ denilip ol­mazdı. Mümkünler berzahta oldukları ve olacakları hal üzere bulunur. Başka bir ifadeyle, var olduklarında nitelenecekleri hal, araz ve nitelik ve oluşlarla bulunurlar. İşte bu sonsuz âlemdir ve kendisinde biteceği bir sınırı yoktur. Bu âlem, Adem’in toprağının kalıntısından yaratılan yeri, bakan insanın karşısındaki parlak bir cisimde suretlerin bulunmasına benzer bir şekilde doldurur ki, sürekli bir akıştır o. Mümkünlerin varlığı bu berzahtan olduğu gibi Hakkın var olmazdan önce eşyayı görmesi bu âlemle ilgilidir. Hayal ve tahayyül sahibi her insan herhangi bir şeyi ta­hayyül ederken, farkında değil iken, o berzaha bakar. Bu mümkün var­lıklar -ki onları Hakk var etmiştirberzahın içerdiği a’yan-ı sabite karşı­sında cisimler için gölge konumundadır. Hatta onlar, gerçek gölgeler­dir ve Hakkın secde etmekle nitelediği şeylerdir. Bununla birlikte onla­rın varlıkları secde eder. Öyleyse bu varlıklar var olmazdan önce sürekli Allah Teâlâ’ya secde halindedirler. Gölgeleri var olduğunda ise, onlar da Allah Teâlâ’ya secde edici olarak var olurlar, çünkü kendilerinden var oldukları hakikatleri secde etmektedir. Misal olarak gök, yer, güneş, ay, yıldız, dağlar, ağaç, hayvan ve bütün varlıkları zikredebiliriz. Sonra bu sabit varlıklardan meydana gelen gölgelerin -gölge cisimler olarak meydana gelişleri bakımındangölgeleri vardır. Bu gölgeleri Hakk, onlar adına kendilerinin nereden ortaya çıktığının öğrenmelerinin delilleri yapmış­tır. Sonra onlar ışığın yönelmesiyle birlikte, uzayarak kendisinden orta­ya çıktıkları cismin boyundan algılanamayacak derecede boyları uzar. Bununla birlikte yine de o cisme nispet edilirler. Bu durum, berzahtaki sabit hakikatin -ki gölgeler ondan meydana gelirdaha önce söylediği­miz gibi berzah mertebesinde nihayetsiz oldukları hakkındaki bir uyarı­dır. Söz konusu berzah, mutlak varlık ile mutlak yokluk arasında ayırı­cıdır. Sen ise bu iki gölge arasında miktar sahibi bir varlık olarak bulu­nursun. Öyleyse sen, miktarı olmayan bir mertebeden var oldun ve senden miktarı olmayan bir gölge çıkmıştır. Gölgenin uzaması* berzah mertebesini talep eder ve bu berzah mertebesi ise en-Nur isminden mutlak varlığın gölgesidir. Bu isim, onun varlığına verilir ve bu nedenle onu ‘gölge’ diye isimlendirdik. Dıştaki varlıklar, o gölgenin gölgesidir.' Duyulur gölgeler işe, duyudaki varlıkların gölgeleridir. Gölge sabit de­ğildir ve kaybolma özelliğindedir. Bu nedenle mümkünler var olsalar bile, yokluk hükmünde oldukları için ‘gölgeler’ diye isimlendirilmişler­dir. Bunun amacı, onlar ile varlıkta mutlak kalıcılık özelliğine sahip ola­nı ayırt etmektir. O ise, varlığı zorunlu olandır. Kendilerine gölge de­mek suretiyle mümkünler, mutlak olarak yoklukta kalandan da ayırt edilirler ki, o da imkânsızdır. İşte bu sayede mertebeler ayrışır. O halde var olanların hakikatleri ortaya çıktığında, bu berzahta zuhur ederler. Çünkü onların kendisine çıkacağı bir mertebe yoktur ve burada varlık halini kazanırlar. Onlarda varlıktan meydana gelen şey sonlu iken (ka­zandıkları varlık sonludur) yaratma sonsuzdur. Öyleyse her mevcut su­ret, sabit bir hakikate sahiptir ve varlık onun üzerindeki elbise gibidir.

Allah Teâlâ bir velisine bir şeyi ilham etmek istediğinde, o özel ve­linin hakikatinden ibaret olan ayn-ı sabite için söz konusu emrin sure­tinde tecelli eder. Veli bu tecelliden -salt müşahede yoluylaHakkın bildirmek istediklerini öğrenir ve daha önce bilmediği şeylerin bilgisini bulur. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem de (sırtına) vurulduğunda veya süt içtiğinde aynı hali yaşardı. Velilerin bir kısmı bunu hissederken, bir kısmı onu fark etmez. Fark etmeyenler şöyle der: Düşüncemde bir şeyin şöyle böyle gerçekleştiğini gördüm.’ Söylediği, dediği gibi gerçekleşir. Bu makamı bilen insan, velinin hangi makamdan konuştuğunu anlar ki, söz konusu İçişi, makamı bilmeyenden kâmildir. Bu, şeytanlardan korunma merte­besidir ve böyle bir ilham, saflığını bozacak bir şeyin katışmadığı saf il­hamdır (vahiy). Berzahın durumundan kuşkuya düşersen, -Allah Teâlâ ehlin­den isenşu ayete bakmalısın: ‘İki deniz birbirine kavuşur, aralarında berzah var, birbirine ulaşmazlar.’50 Yani berzah olmasaydı, biri ötekinden ayrılamazdı ve iş belirsizleşir, hakikatler başkalaşırdı. Öyleyse karşıt her iki şey arasında onların birbirine kavuşmasını, yani farklılaşmalarını sağ­layarak birinin otelcinin niteliğiyle nitelenmesini engelleyen bir engel bulunmalıdır. Bu, sadece Allah Teâlâ’nın rahmetiyle ulaşılan cennete girme ye­ridir. Bu nedenle onun bir ameli olamaz ve oraya girme halidir bu. Oraya girmiş olmakla veya dışında kalmakla nitelenmezsin. Söz konusu ayırıcı, cennetin dışında kalan ile içine gireni ayıran mevhum bir çizgi­dir. Başka bir ifadeyle o, varlık ile yokluğu ayıran ve ne mevcut ne madum olan duruma benzer. Varlığa nispet edersen, sabit olduğu için, kendisinden bir koku duymuş olursun; yolduğa nispet edersen yine haklısın, çünkü onun varlığı yoktur. Eşarilere hayret! Yolduğu halinde madumun şeyliğini iddia edene nasıl karşı 'çıkarlar? Madumun sabit bir hakikati vardır ve sonra bu ayn’a varlık ilişir. Kendisi ise, halleri sabit kılar. Ne var ki halleri inkâr eden kimse, bunu kabul edemez.

Mümkün varlık ile yokluk arasında bulunan berzah, sabitliğin mümküne nispetinin nedenidir. Bununla birlikte yokluk da kendisine nispet edilir. Yokluk, özü gereği iki durum nedeniyle onun karşılığındadir. Şöyle ki: Mutlak yokluk mutlak varlığın karşısında bir aynadır. Varlık aynada kendi suretini görür. Bu durumda o suret, mümkünün kendisidir. Bu nedenle mümkünün sabit aynı ve yokluk halinde şeyliği vardır ve mutlak varlığın suretine göre ortaya çıkmıştır. Bu nedenle sonluluğun yokluğuyla (sonsuzluk) nitelenmiş ve kendisine ‘sonsuz’ denilmiştir. Mutlak varlık da mutlak yokluk için aynadır. Mutlak yokluk Hakkın aynasında kendisini görmüş, gördüğü suret onun sureti olmuş­tur. Aynada gördüğü suret, mümkünün kendisiyle nitelendiği yokluğun kendisidir. O ise sonsuzluk ile nitelenendir. Nitekim mutlak yokluk da sonsuzdu. Bu durumda mümkün, ‘madum’ olmak özelliğiyle nitelen­miştir. Öyleyse mümkün, aynaya bakan insan ile ayna arasında gözüken surete benzer. Ne görendir ne ondan başkadır! Mümkün sübutu bakı­mından Hakkın aynı veya O’ndan başka olmadığı gibi yolduğu bakı­mından imkânsızın aynı veya ondan başka da değildir. Öyleyse müm­kün, izafi ve göreli bir şeydir. Bu nedenle bir grup mümkünü reddede­rek sadece ‘vacip (zorunlu) veya imkânsız vardır’ demiş, imkân kavra­mını anlamamışlardı. Binaenaleyh mümkünler, söylediğimiz gibi, Hak­kın tecellisi yönüyle a’yan-ı sabite iken yolduk tecellisi (yani yokluğa bakan) yönünden madumdurlar. Bu mertebeden Hakk, kendisini bildiği gibi âlemi de buradan bilir. O’nun kendisi hakkındaki bilgisi ezelidir, çünkü tecelli, ezelidir. Allah Teâlâ’nın bilgisi âleme âlemin ebediyette olacağı hal üzere ezeli olarak ilişir. Hakkın ona dair bilgisi artmazken yeni bir bilgi kazanmaz veya kendiliğinde bir artış ve bilgi kazanımı olmaz.

Şöyle denilebilir: Mümkünlerin halleri farklı farklıdır. Mümkün kendisine ait bir halde diğerinde bulunmayanın mukabili olabilir. Biri­sinin ortaya çıkmasıyla, diğeri ortadan kalkar. Bu mertebede ona dair bilgiyi nereden elde eder? Şöyle deriz: Mümin isen, cevap kolay! Şöyle ki: Allah Teâlâ mümkünü kendinden bilir ve mümkün niteliği yaratıcısından kazanır. Hakk’ın şeriadarında nesih olduğunu bilirsin. Öte yandan Hakkın ahiret hayatındaki farklı suretlerde tecelli edeceği de sabittir. Hakk’ın kendisinden ayrıldığı suret ile kendisine geçtiği suretin ilişkisi nedir? Bu husus, mümkünleri bir halden diğerine dönmesinin (ilahi isimlerdeki) ilkesidir. Mümkün Hakk’ın suretten surete girmesi nede­niyle türden türe girer. Şöyle diyebilirsin: Bu değişme neye bağlıdır? İradeyle mi ilgilidir? Şöyle deriz: ‘Hayır, çünkü iradenin seçimi ve ihti­yarı yoktur. Kitap ve Sünnet bunu belirtmediği gibi akıldan bir delili de yoktur. O, meşiyete aittir. Dilerse olur dilemezse olmaz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ bir şeyi dilerse olur, dilemezse olmaz.’ Burada olumlu ve olumsuz durumlar, meşiyete bağlanmıştır. Olmayacağı zik­redilen olmaz. Aksine ayette lev (ise) edatı gelmiştir. Kastedilen, ‘şöyle olmasını isteseydik, öyle olurdu’ demektir. Mevhumdan anlaşılan ihti­yardır. İrade, irade edileni dilemeye bağlanmıştır. Bu durum ‘irade etti­ğimizde, bir şeye sözümüz*1 ayetinde dile getirilir. Bu, meşiyet ilişmesi­dir. Yol ehlinden birisi -ki Ebu Talib el-Mekki’dirmeşiyetin zatın Arş’ı olduğu görüşündedir. Yani Zatın mülkü demektir. Başka bir ifadeyle zatın hükümdar oluşu, meşiyet sayesinde gerçekleşir. Bunun nedeni di­lememin meşiyete ilişmesidir. Öyleyse zat için ihtiyar ilah olması yö­nüyle düşünülür: Dilerse yapar, dilerse yapmaz! Sahih hadiste zikredi­len ‘Hakkın tereddüdü’ bu anlama gelir. Kutsi hadiste Allah Teâlâ ‘Yaptığım hiçbir işte müminin canını alırken tereddüt ettiğim kadar tereddüt et­medim. O ölümü sevmez’ buyurur. Bilgi ise, zat olması yönünden zata aittir ve bu nedenle bilgiyle birlikte zorunluluk kokusu gerçekleşir. İhti­yar ise, meşiyet ile birlikte ortaya çıkar. Öyleyse bilginin hüküm verdiği ve takdir ettiği şey akla ve şeriata göre değişmez: ‘Benim nezdimde söz değişmez.’52 Cebir kokusu nedeniyle ardından şu ayet gelmiştir: ‘Ben kul-lara zalim değilim.’53 İnsan zorunluluk bulunduğu vehminde bulunma­sın, çünkü hüküm veren bilgidir. Binaenaleyh kimse, iradesi olmadan zorunlu olduğu bir iş nedeniyle cezalandırılmaz. Zikrettiğimiz üzere, mümkünleri zorunluluk yoluyla hakikatlerinin ortaya çıkmasını sağla­mak üzere Hakkın yokluk aynasında tecellisini anlayan, bütün bunları kolaylıkla anlar ve işin aslını öğrenerek, ebedilik kokusu rahadığıyla sonsuza dek rahata erer. Böyle bir insan mümkünün ne varlık ne yokluk halinde imkân mertebesinin dışına çıkmadığını bilir. Tecelli kendisine eşlik eder ve halleri sürekli başkalaşır ve kendisine ilişir. Öyleyse müm­kün yokluk haliyle varlık hali arasındadır. Hakikati ise aynıdır. İşte bu, hakkında ‘Bilginin bir kısmı saldı define gibidir, onu Allah Teâlâ’yı bilenler bi­lebilir’ denilen define bilgisidir. Bu bilgiyi dile getirdiklerinde ise onu sadec? Allah Teâlâ’yı inkâr edenler inkâr eder. Bu nedenle cinler -ve kendileri­ne elçi gönderilseydiruhlar, Kuran okunduğunda peygambere en uy­gun şekilde karşılık vermişlerdir. Nitekim peygamber sahabesine böyle demişti. Çünkü onlar, bu mertebeye ve gayb âlemine daha yalandırlar, çünkü zahirde ve batında başkalaşma özelliğine sahiptirler. Dolayısıyla onların Allah Teâlâ kelamını dinlemeleri, daha sağlam ve halden Hakk başka­laşma ve sürade değişme özelliğindeki -ki bu ilahi kelamın özelliğidirortaklık nedeniyle daha iyidir. Öyleyse onlar, bu nitelikle daha yakın ilişki içindedir ve Allah Teâlâ’nın kelamını bizden daha iyi bilirler. Balanız! Cinlerin gökteki kelamı duymaları -taşlanarakengellendiğinde şöyle demişlerdir: ‘Bu yeni bir durumdur.’ Zevbia arkadaşlarına yeryüzünün doğusuna ve batısına gidip meydana gelen yeni durumun ne olduğunu öğrenmelerini emretmişti. Yeni durum, onların göğe ulaşmalarını en­gellemişti. Zevbia’nm arkadaşları çölün bir yerinde bir hurma ağacına rasdamış. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in o ağacın altında sabah namazı kıldığım görmüşler. Cinler Kuran’ı dinleyince, kulak verip şöyle demişlerdir: ‘İş­te bizimle gökten haber dinleme araşma giren budur.’ Onlar Kuran’ın mertebesinin değerini ve büyüklüğünü bilmeselerdi, bunu anlamazlar­dı. Ardından korkutucu olarak kavimlerine dönmüşler ve şöyle demiş­lerdir: ‘Ey kavmimiz! Musa’dan sonra onun getirdiğini tasdik eden bir kitap duyduk. 0 hakikate ve doğru yola ulaştırır. Allah Teâlâ’nın davetçisine kulak verin, ona iman edin. Allah Teâlâ günahlarınızı bağışlar ve sizi acı azaptan kurtarır.’54 Başka bir yerde ise şöyle derler: ‘Yabancı bir Kuran duyduk, ona inandık. Rabbimize kimseyi ortak koşmadık: Rabbimiz münezzehtir, eş ve çocuk edinmemiştir55 demişlerdir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem onlara Cin gecesi Rahman suresini okunduğunda, ‘Rabbinizin hangi nimetini yalanlarsınız?56 ayeti geldiğinde, şöyle demişlerdir: ‘Rabbimiz! Senin nimederinden hiç biri­ni yalanlamayız.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem sahabeye ayeti okuduğunda, cinlerin söylediği tarzda bir şey dememişler, bunun üzerine Peygamber şöyle demiştir: ‘Bu ayeti cin kardeşlerinize okudum, onlar sizden daha iyi dinledi. Onlara ‘Rabbinizin hangi nimetini yalanlarsınızT57 ayeti okudu­ğumda, ‘Rabbimizden ayetlerinden hiç birini yalanlamayız’ demişler­dir.’

Bize bu cin grubuyla ilgili birisinden garip bir hadise aktarılmıştır. Bana hadiseyi Darir İbrahim b. Süleyman Halep’teki evimde anlatmıştı. Orası Habur’un köylerinden Dir-Rumman’dandı. Adam hadiseyi gü­venilir bir oduncudan aktarmıştı. Oduncu bir yılan öldürünce, cinler kendisini yakalamış ve yaşlı bir cinin önüne götürmüşler. Yaşlı toplumunun başkanıydı. Ona ‘Bu adam amcaoğlumuzu öldürdü’ dediklerin­de, oduncu şöyle demiş: ‘Adamların ne anlattığından haberim yok. Ben bir oduncuyum, önüme bir yılan çıktı, ben de öldürdüm.’ Topluluk ‘Öldürdüğü adam, amcaoğlumuzdu’ demiş. Yaşlı adam şöyle karşılık vermiş: ‘Oduncuyu bırakın ve evine götürün. Ona bir şey yapamazsı­nız. Çünkü peygamberin bize şöyle dediğini duydum: Kim başka bir surete girer ve öldürülürse, onun karşılığında bir diyet ve ceza yoktur. Amcanızın oğlu bir yılan suretine girmişti. Yılan insanın düşmanıdır.’

Oduncu şöyle delmiştir: ‘Ben de kendisine şöyle dedim: Be Adam! Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin şöyle dediğini duyduğunu söylüyorsun. Sen ona yetiştin mi ki?’ Yaşlı adam ‘Evet’ diye karşılık vermiş ve devam etmiş: ‘Allah Teâlâ’nın peygamberinin huzuruna gelen cinlerdendim. Onu dinledik. O gruptan benden başka kimse hayatta kalmadı. Ben şimdi arkadaşlarımın içinde peygamberden duyduklarıma göre hüküm veriyorum.’

Hadiseyi anlatan, bize cinlerle (bu hadiseyi yaşayan) adamın adını söylemedi, ben de sormadım. Şeyhin anlattığı hadiseyi bize arkadaşım Şemseddin Muhammed b. Bernakeş el-Muazzami ve Burhaneddin İs­mail b. Muhammed el-Eydenî Halep’te anlatmıştı. Haleb’e geldiğimiz­de onları kendisiyle konuşsunlar diye kendisine gönderdim. O da bana anlattığı gibi onlara da bu hadiseyi anlattı. Berzahtaki her alim, imkân mertebesini diğer yaratıklardan daha iyi bilir. Bunun nedeni aradaki, münasebet ve ilişki yakınlığıdır.

Bu menzille ilgili açıklamalar yeterlidir. Şimdi de menzilin içerdiği ilimleri zikredelim. Bu menzil, ilahi emrin niteliğini içerir. Bir niteliği var mı, yok mu? İrade onun şartı mıdır, hakikati midir? Vahiy ve türle­rinin bilgisi, duymak bilgisi, berzah âleminin bilgisi, ceberut bilgisi, hi­dayet bilgisi, ilahi azametin neye döndüğü ve nerede ortaya çıktığının bilgisi bu menzilden öğrenilir. Bu azamede kimin nitelendiği, İçimin için bir nispet İçimin için nitelik olduğu bu menzilden öğrenilir. Tenzih bilgisi ve kime döndüğü bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ’nın kendisinden aldın deliline göreşanına layık olmayan nitelikleri kullarının dilleriyle kendisine verdiği mertebe bu menzilden öğrenilir? Bunun ilahi bir da­yanağı var mıdır, yok mudur? Kulların dilleriyle anlatılan bu nitelikler ‘Allah Teâlâ fakirdir’5*, İsa Allah Teâlâ’nın oğludur ve ‘Üzeyr Allah Teâlâ’nın oğludur’ veya ‘Allah Teâlâ’nın eli sıkıdır59 gibi ifadelerdir. Allah Teâlâ insanlardan böyle ifadeler ak­tarmıştır. Zan bilgisi ve hükmü, övülen ve kınanan kısımları bu men­zilden öğrenilir. Zan neyle ilgilidir? iman bilgisi ve imanın dayandığı ve dayanmadığı şeyler bu menzilden öğrenilir. Bu konuda caiz olan ve ol­mayan şeyler, varlıkların mertebelerinin bilgisi, gökteki ruhanilerin bil­gisi, yaratıkların hallerinin bilgisi, sıddıkların bilgisi, Allah Teâlâ ve kulları arasındaki kaderin bilgisi, tuzak ve fitnelerin bilgisi, Allah Teâlâ’nın emirlerini yerine getirmek, gayb mertebeleri, gayb konusunda Hakka özgü husus­lar, gaybten bilinmesi mümkün olan konular, gaybı bilmenin âlem hak­kında gayb ismini ortadan kaldırıp kaldırmayacağı bu menzilden öğre­nilir. ‘Gaybı bilir60 ayetinde niçin gayb zikredilmiştir? Kast edilen biz­den gaip-olması mı,, yoksa görülmeme özelliği midir? Aksi halde, şehadet olurdu. Günahtan korunmanın bilgisi, bilginin sonsuza ilişme­sinin ihata yoluyla olup olmadığı, bu menzilden öğrenilir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ilahi isimler hakkında söylediği ‘Onları sayan, cennete girer’ hükmü bu menzilden öğrenilir. Onları saymak ne demektir ve neyle il­gilidir? Acaba sayma (İhsa) sonsuz şeyleri içerir mi, içermez mi? İhata ile İhsa etmek (saymak) İlcisi arasında ne fark vardır? Çünkü bir ihata edilir, fakat sayılmaz. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’

ÜÇ YÜZ ON ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

Ağlama ve Feryadın Muhammedî Mertebeden Bilinmesi

Âdem’e diyorum, bedenlerin ilkesine Peygamberliğin aslının Nuh’un şeriatı olması gibi

Muhammed şerefli bir asıl                                                .

Bütün ruhların varlığındaki yüce ilke .

Ben saygın babaların oğluyum Nurum aydınlatır, bir kandil gibi

Geldiklerinde ve kardeşlerim durur                                    '

Onların hizmetinde Mesih’e

Ben onların önünde tövbe ettim Mesih’i öldürmeye yardım etti bana

                   Uykudaydım, Musa da vardı Fasih bir sözle orada konuştu

Yanıma bir ceylan verdi'

İşaret ve beyan ile anlarım

Beni zengin etti ve yükseltti Fakirleştirdi ve sıkıntıya soktu beni

Hazır olurlarsa, bir makam onları birleştirir Kanatlarım onları gösterdiğinde

Anne babaya iyilik bana farz Ey nefsim! Tefrite kaçma .

Ben Muhammed’in oğluyum, Nuh’un oğluyum Ben Adem’in de oğluyum doğrudur bu söz

Ey bu sırları anlayan kimse Remizlerimizin lisanı bilgiyle vahyedilir

Ruhlarımızın aslı, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ruhu; Âdem ise, beden yö­nünden babadır. Nuh gönderilen ilk peygamberdir (resul). Ondan ön­cekiler ise, nebiydi: Her biri Rabbinden bir şeriat almıştı, dileyen şeria­tına girer dileyen girmezdi. Bir insan şeriatına girip de irtidat ederse, kâfir olurdu, girmezse olmazdı. Kim kendini ilave bir yükümlülüğe so­kar ve peygamberi yalanlarsa, kâfir olur. Kim bunu yapmaz ve beraatı üzere kalırsa, olmaz. Allah Teâlâ ‘Her ümmete korkutucu gelmiştir61 buyurdu. Kastedilen, resullük değildir. Ayet, her ümmette Allah Teâlâ’yı ve ahiret işleri­ni bilen birisinin bulunması anlamına gelir ki, o da peygamber değil, nebidir. Peygamber olsaydı, ayette ‘ona denir’, ‘onda denmezdi.’ Onla­rın içerisinde Allah Teâlâ’yı bilen nebiler vardı. Dileyen onlara uyar ve onlarla birlikte şeriadarın hükmüne girerdi; dileyen, böyle bir yükümlülük altı­na girmezdi. Bu bağlamda İdris de onlardan birisiydi. Halbuki Kuran’da onun peygamberliği hakkında açık bir nas yoktur. Onun hakkın­da ‘sıddık nebi’ denildi. Resullük kapısının açıldığı ilk kişi, Hz. Nuh’tur, ilk var olan insan ruhu ise, Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in ruhu, ilk insan bedeni Âdem’in bedenidir. Varislerin resullükten payı vardır. Bu ne­denle Muaz ve başkalarına ‘Allah Teâlâ’nın peygamberinin elçisi’ denilmiştir ve bu mertebeyi elde etmemişlerdir. Kıyamet günü peygamberlere sadece her topluk içerisinde peygambere ulaşan isnat zincirleriyle hadisleri ri­vayet eden hadisçiler haşredilir. Onların da resullükte bir payları vardır. Onlar vahyin aktarıcıları ve tebliğde nebilerin varisleridir. Fakihler ise, hadis aktarımında bir payları yok ise, bu dereceye sahip değillerdir. On­lar peygamberlerle değil, insanların geneliyle birlikte diriltilir. Onlara alim adı da verilmez. Fakat alim adı hadisçilere verilir. Gerçekte imam olanlar, hadisçilerdir. Zahit, abid ve kendisini ahirete verenler arasından hadisçi olmayanlar, fakihler gibidir. Onlar varislikte farklı bir özelliğe sahip olmazlar ve bu nedenle peygamberlerle diriltilmezler. Bunun ye­rine onlar insanların geneliyle diriltilir, fakat sadece salih amelleriyle on­lardan ayrışırlar. Nitekim içtihat ehli fakihler de, sıradan insanlardan bilgileri nedeniyle ayrışırlar. Salih insanlar arasında keşfinde Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ile sohbet eden veya keşif yoluyla müşahede âleminde onun sohbetinde bulunan ve ondan bilgi alan kişiler de, kıyamette onunla birlikte diriltilir. Böyle bir insan en şerefli mertebede ve en yüce bir halde peygambere sahabe olanlar içinde bulunur. Bu keşfe sahip olma­yanlar ise, onlardan değildir. Uykuda peygamberi gören ve ‘sahabi’ diye isimlendirilmeyen kimse bu dereceye katılamaz. Her gece onu rüyasın­da bile görse, hatta keşif halinde uyanıkken bile onu görüp peygamber kendisiyle konuşsa, peygamberden bilgi alsa, isnat yolu bakımından eleştirilen bir hadisi peygamber ona tashih etse, yine de bu dereceye sa­hip değildir.

İşte bu üç baba, zikrettiğimiz konuda bizim babalarımızdır. Dör­düncüsü ise, Hz. İbrahim’dir. O, Müslümanlıkta bizim babamızdır ve bizi Müslümanlar diye isimlendiren odur. İbrahim Kâbe’yi dört duvar üzere inşa etmiş, birbirleriyle ilgili dört terime dayalı delili ortaya koy­muştur. Delilin bu yapısı nedeniyle sonuç, öncüllere uygun olarak orta­ya çıkmıştır. Bunların kimin öncülü olduğuna bakınız! Muhammed, Âdem, Nuh ve İbrahim. Bu babalardan meydana gelen netice ve çocuk, ne kadar şereflidir. O temiz bir ruh, temiz bir beden, temiz bir şeriat, temiz ve şerefli bir isimdir. Kimin babası zikredilen bu isimler olursa, ondan daha mutlusu olamaz. O, makam ve mertebe bakımından velile­rin en üstünüdür.

Yaratılış önce cennette ortaya çıkmış, sonra yeryüzüne inilmiştir. İnmenin nedeni, günaihın cezası değil, halife olmaktı. Çünkü Âdem’e ve Havva’ya ceza örtülmesi gerekli organların ortaya çıkması ve görünme­siyle zaten verilmişti. Öte yandan seçilme ve tövbe, ilahi kelimeleri algı­lama yoluyla gerçekleşmişti. Dolayısıyla inmenin yegâne sebebi halifelik olmalıdır. Bu durumda cennetten iniş (ve düşüş), mutlu evlatlarının te­şekkül eden bir kalabalıkla ahirete dönmek üzere, şereflendirme ve ik­ram inişiydi. Bu evladar peygamberler, veliler, nebiler ve müminlerden oluşan mutlu insanlardır. Fakat halifelik zahirde yöneticilik demektir. Çünkü halife, hükümdar yetkisiyle ortaya çıkarak Efendisinin nitelikle­riyle âlemde tasarruf eder. Halbuki halife, batında ve içinde kul oldu­ğunu müşahede etmektedir. Dolayısıyla onun kulluğu, sayelerinde hü­kümdar olduğu halkının gözünde, hükümdarın bütün yönlerini kuşat­mış değildir. Böylelikle hükümdar, onlara daha çok yaklaşmıştır. Bu öl­çüdeki bir yakınlıkla da kulluğundan perdelenmiştir, çünkü hakikatler, bunu gerektirir. Bu nedenle peygamberlere indirilen vahiyde ‘De ki, si­zin gibi bir insanım, bana vahyedilir61 buyrulur. Bü, bu hastalığa deva bir ayettir. Nebi ve resullerin dünya hayatında sürekli ağlamaları ve üzül­meleri bundan kaynaklanır. Dünya Allah Teâlâ’nın fitnesinden sakınılması ge­reken bir yerdir. Kim takva ve sakınma halinde bulunursa, nasıl rahat­layabilir ki? Sakınan kimse nasıl haz alabilir ki? Çünkü onun takva, çe­kinme ve korkusu yükümlülük makamına hakkını verememeyle ilgilidir. Söz konusu kişi bu haktan dolayı sorguya çekileceğini bilir: Bu durum­da sevinemez ve makamın izzetiyle Mutlu olamaz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöy­le der: ‘Ben Allah Teâlâ’dan en çok korkan ve neyden korktuğumu en çok bileninizim.’ Hadis, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in çok ibadet ettiğini gören sahabe­nin ‘Allah Teâlâ senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışladı’ demeleri üze­rine söylenmiştir. Sahabenin söylediği husus, ‘Allah Teâlâ senin günahlarını ba­ğışlasın diye...™ ayetinde dile getirilmiştir. Başka bir ayette ‘Allah Teâlâ’dan alim kulları korkar564 ve ‘Allah Teâlâ’dan hakkıyla korkun™, ‘Allah Teâlâ’dan gücünüz ölçüsünde korkun’66, ‘Allah Teâlâ’dan korkun, Allah Teâlâ size öğretir67 denilir. İşte va­rislerin nebilikten olan payı, Allah Teâlâ’nın muttaki kullarına bilgi öğretme­sinden ibarettir. Takva sahibi de bilginin kaynağına yaklaşır ve şöyle der: ‘Rabbim bana peygamberinin şeriatını bildirdi.’ Söz konusu pey­gamber bu şeriat ile bu bilgiyi aldığı kimseye ibadet etmiştir. Allah Teâlâ da ona bu bilgiyi ilham eder. Böyle biri bilgide yüksek, hükümde uyandır. Söz konusu kimseler, nebi değillerdir, fakat bu halde nebiler kendileri­ne gıpta eder. Çünkü onlar, Allah Teâlâ’dan bilgiyi almada peygamberlere or­taktır. Fakat bu grubun takva sayesinde Allah Teâlâ’dan bilgi alması, peygam­berin bildirdiği amelleri yerine getirmeleriyle gerçekleşir. Onlar bilgile­rini böyle almış ve takvaları peygamberlerin çizdikleri daire altında Allah Teâlâ’dan bilgi almalarını sağlamıştır. Üstelik peygamberler, resul olma­dıkları halde, o insanlara gıpta ederler. Bununla birlikte onlar, Rablik iddiasının katışmayacağı saf kulluk üzere sürekli Hakk karşısında durur­lar. Buradan onların rahatlarına gıpta edilir. Halbuki peygamberler on­lardan üstün bir makamda bulunur. Kıyamet günü onlar hakkında ‘Bü­yük korku onları korkutmaz’ denilir. Hiçbir şey kendilerine korku ver­mez. Halbuki o gün peygamberler -kendileri adına değilümmederi adına korkar. Ümmetier ise kendileri hakkında korkuya kapılır. Bu in­sanlarda o gün korkunun izi yoktur, çünkü ‘onlar grup grup Rahman’a taşınır’.68    ,

Ey arkadaş! Senin değerinin sana belirlenen hususta peygambere uymana bağlı olduğunu açıkladık. Şunu da öğrenmelisin: insanlar Allah Teâlâ’ya itaatte ısrarlı davranan kulları arasından doğru sözlülerin İçimler olduğu hakkında yanılmışlardır. Gerçeği olduğu hal üzere bilmeyen ve sufılerin yöntemini tatmayan kimse, Allah Teâlâ’ya davet eden insanın dürüst­lüğünün göstergesinin dinleyenlerin davete olumlu karşılik vermesi ol­duğunu zannetmiştir. Davetçi dürüst olursa, insanlar onun davetini reddetmezler. Diliyle davet edip kalbi dünya sevgisi ve arzularıyla do­luysa, onun duası bir sanat olur ve kalplere etki etmez. Böyle bir davet kulakları aşmaz. İnsanlar şöyle der: ‘Söz kalpten çıktığında kalbe düşer, fakat dilden çıkarsa, kulakları aşmaz.’ Bu, yanılgının son.noktasıdır. Allah Teâlâ’ya yemin olsun ki: Nice peygamber, dürüst bir dil, masum bir gönül, hatadan korunmuş bir lisanla ve halkına karşı olabildiğince şefkatle da­vetlerini yapmıştır. Bunlar, peygamberlerin Allah Teâlâ’ya davet ederken sahip oldukları halleridir. Bununla birlikte bir peygamber şöyle der: ‘Kavmimi gece ve gündüz davet ettim, onları davetim sadece nefret kazandırdı. Kendi­lerini bağışlasın diye onları davet ettikçe, kulaklarına parmak tıkadılar, elbi­selerine örtündüler, ısrar ettiler ve büyüklendiler:69 Allah Teâlâ şöyle der: ‘Onla­ra hidayet etmek senin işin değil.”70 Başka bir ayette ise ‘Sen sevdiklerine hidayet edemezsin71 ve Peygamberin görevi tebliğdir72 buyurulur. Bir peygamberin sözündeki dürüstlüğü dinleyene, peygamberin hitabının ulaştığı herkesin teslim olması gerekirdi. Aksine peygamberler yalan­lanmış, sözleri reddedilmiş ve bir kısmı öldürülmüştür. Allah Teâlâ bir insana inayet ederse onun kalbinde ‘kabul etme’ özelliği yaratır ve nebilik kan­dilinden olan ilahi nuru ona atar. Allah Teâlâ ‘aydınlatıcı kandildirm der.

Bakınız! Fitilin başından duman çıktığında o tutuşmuş değildir. Duman ile kandil birbirine değdiğinde, duman yaşlığı nedeniyle tutu­şur ve kandilin ışığı kendisine ilişir ve yolu üzere düşer. En sonunda dumanın kendisinden çıktığı fitilin başına yerleşerek, fitil tutuşur ve kandilin ışık vermedeki derecesini kazanır. Yağ kendisine yardım ederse -ki bu ilahi inayet demektir-, yardım süresinde aydınlatır. Bu ışık, beka­sının bağlı olduğu yağm yaşlığıyla varlığını sürdürür ve artık o varken kandilin adı söylenmez. Yardım Haktan ulaşır ve İdmse kendisine neyin ulaştığını bilemez. Çünkü nebiler insanları kendilerine davet etmezler, onları Rablerine davet ederler. Allah Teâlâ bir kalbe inayet eder ve onda bu davete karşı özlem ateşi -ttpkı fitilin başının tutuşması gibiyanarsa, bu özlemden peygamberin sözüyle davet ettiği şeye karşı bir himmet orta­ya çıkar. Bu himmet ise, fitilin başındaki ateşten dumanın çıkmasına benzer ve cezp etme gücüdür. Söz konusu güç, dumandaki tutuşma ve alevi nebilikten, vahiyden ve hidayetten çeker alır ve sahibinin kalbine döner. Bu durumda kalp, o fitilin tutuşması örneğindeld gibi, hidayete erer ve aydınlanır. Sonra peygamberden ayrılır ve ailesinin yanına bir nur olarak döner. Allah Teâlâ kendisine inayet eder ve tevfikiyle ona yardım ederse, bu yardım sayesinde kalbinde hidayet nuru sabitleşir ve artık, hükümleri belirlemenin dışında, peygamberin onunla bir işi kalmaz. Fakat bu nur, iman nurudur. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Sen iman nedir kitap nedir bilmezdin. Fakat biz onu bir nur yaptık, onunla dilediğimiz kullarımı­za hidayet ederiz’7* Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Rabbinin aktarmasına göre, ‘Allah Teâlâ’ya davet ederim’ demiş, ‘kendime davet ederim’ dememiştir. ‘Allah Teâlâ’ya’ ifa­desindeki edat (ila, a) bitim bildirir. Mümin bu davete olumlu karşılık verdiğinde, onun adına belirlediği yönteme göre, Rabbine yürür. Allah Teâlâ’ya ulaşınca, Hakk cömertçe ve ihsan, ikram ve hediyeleriyle onu karşı­lar. Böylelikle o peygamberin davet ettiği şekilde o ldşi de Allah Teâlâ’ya davet eder. Bu durum ‘Ben ve bana uyanlar Allah Teâlâ’ya davet ederiz75 ayetinde be­lirtilir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem kendisine uyanların Allah Teâlâ’ya basiretie davet etti­ğini bildirir. İlahi hitabın yorumlanacağı bağlamı, onun uyarılarını ve işarederini bilen birisiysen, hiç kuşkusuz, Allah Teâlâ sana peygamberinin ve kendisinin karşısındaki durumunu bildirmiştir. Allah Teâlâ nuru ve yardı­mında, seni peygamberinin konumuna yerleştirmiş, sana peygamber karşısındaki halinin peygamberin Cebrail karşısındaki konumuyla bir olduğunu açıklamıştır. Peygamberin kandilinin fitili, Cebrail’in kandiünden tutuşarak ışık saçmıştır. Kandillerden her birisinin nuru ondandır, hatta kendiliğinde bir nura sahiptir.

Cebrail’den vahyi aldıktan sonra peygamberlerin kime dayandıkla­rına balcın! Acaba Cebrail’e mi, Allah Teâlâ’ya mı dayanırlar? Elbette ki, Allah Teâlâ’ya dayanırlar! Bu nedenle ‘Allah Teâlâ’nın peygamberi’ denilmiş, ‘Cebrail’in peygamberi’ denilmemiştir. Aynı şekilde nebiükten (bilgi) alan kimse de, aynı nura sahiptir. O da Allah Teâlâ’ya basiret üzere davet eder. İşte saye­sinde insanları Allah Teâlâ’ya davet ettiği bu nur, o kandilden aldığı nur değil, yardım nurunun kendisidir. Ona da bu işi yaparken Allah Teâlâ’nın kulu deniür, peygambere nispet edilmez. Söz konusu kul, peygamberin vasıtasıy­la asıl hükmüne göre Allah Teâlâ’nın emrinden O’na davet eden kimsedir. Yoksa o, Allah Teâlâ’nın kalbine açtığı ilimlere göre, Allah Teâlâ’ya davet eden birisi değildir. Söz konusu ilimler, peygamber kendisine Kuran’dan ve haber­lerden getirdiğinde, onun anlayış gözünü açan ilimlerdir. Allah Teâlâ’ya çağı­ran veli, yeni bir şeriat getiriyor değildir. O sadece yüce kitap hakkında yeni bir anlayış getirmiştir. Ondan başkası^ söz konusu anlamın okunan ya da aktarılan harfte bulunduğunu bilmez. Öyleyse peygamberler bilgi sahibiyken biz anlayış sahibiyizdir ki o da bir bilgidir.

Kardeşim! Bu bölümde ele aldığım hususları incelersen, ilahi sırları mertebesini olduğu gibi1 Allah Teâlâ’nın kullarının mertebesini de öğrenmiş olursun. Onlar, bu konumdayken sonları nereye varır ve kimin karşı­sında bulunurlar? Onlar, kimden bilgi alır ve kimden aktarırlar, kime dayanırlar? Ahiret hayatında onların menzili neresi olacaktır? Onların ahiret hayatındaki mertebelerinde bu dünyada nuraniük ve ilahi yar­dımda bir ortaklık olduğu gibi bir ortaklık var mıdır, yok mudur? Dünyaya gelirsek, onlar nebi değillerdir, çünkü onlar nebileri takip et­mişlerdir. Öyleyse gerideki iş yardımda kalmıştır: Acaba yardımın etkisi ilk nurun geride bırakılması mıdır, ya da nurlar -havanın yağın yaşüğıyla tutuşmasıyla lambanın ışığının yenilenmesi gibiHak cihetinden sürekü yenilenirler mi? Böyle bir durumda ışık, ne ilk ışık iken ne de on­dan başkasıdır. Ya da ışık gidip onun varüğı geride kalmamıştır. Bakan kimse, ışıkların tek şekilde ışık olmada kaücı olduklarını görür ve biür ki yağın yardımı olmasaydı, lamba sönecektir. İşte bu, bakış, suret ve anlam yönünden bütün müşahede sahiplerinin payıdır. Bu payın bak­madan fazlalığı imdat sayesinde gerçekleşen bilgi ve onun görülen şey­deki etkisidir. Böylece sahip olmadığı bir bilgi ekler. Böyle bir bilgiden mahrum kalan kimse üzülmeli ve kendi haline çokça ağlamalıdır. Allah Teâlâ bizi kendi ehlinden ve basirede O’na davet edenlerden etsin. Ya da yal­nız başınayken Allah Teâlâ karşısında basiret sahibi yapsın. Bunu ihsan ede­cek ve buna gücü yetecek olan, sadece Allah Teâlâ’dır. Bu bölümle ilgili bu kadar açıklama yeterlidir. Amaç gerçekleşmiştir. Şimdi menzilin içerdiği ilimleri zikredelim!

Bilmelisin ki, bu menzil isimlere ait hakikatlerin ilmini, mertebe bakımından risaletin ilmini -Ki bu mertebe peygamberin gönderildiği mertebediryoksa gönderilmenin kendisi değildirve korkutmanın il­mini içerir. Acaba Allah Teâlâ’dan mı korkulur, yoksa ondan meydana gelecek şeyden mi korkulur? Allah Teâlâ’dan korkan kimse neyi müşahede eder? Kor­ku ancak seninle ilgili bir şeyden olabilir ve sana yerleşecek şeyden ola­bilir. Hakkın zatı ise zatlara yerleşmekten münezzehtir. ‘Senden sana sığınırım’ ne demektir? Kulların itaatinin neyle ilgili olduğunun bilgisi bu menzilden öğrenilir. Onlarm itaatte Hakk etme yoluyla payları var mıdır, yok mudur? Allah Teâlâ şöyle der: ‘Kim peygambere itaat ederse, Allah Teâlâ’ya itaat etmiştir.’76 Başka bir ayette, ‘Peygambere itaat edin77 denilir. Başka bir yerde ‘Allah Teâlâ’ya, peygambere ve emir sahiplerine itaat edin’7S denilir. Bü­tün bunlar, itaatin kendilerini gerektirdiği birer makamdır. İtaat edilen şey ise değişir. Bu konunun gerçek anlamı insanı şaşırtır. İtaat edilen şeyin durumu da böyledir. İtaatin emir sahipleri ile peygamber veya Allah Teâlâ karşısındaki durumu bir midir, değil midir? Bunlar, birbirinden farklıdır. İtaatsizlik ve emre uymaların bilgisi, iki ecel arasındaki farkın bilgisi, birincinin ecel ve ötekinin ecel olmasının sebebi bu menzilden öğrenilir. Bu kişi tek bir hakikate mi, yoksa iki yarı duruma mı aittir? Allah Teâlâ’ya davet edilen insanların durumları bu menzilden öğrenilir. Davetçinin doğru söylediğini bildiği halde, insanların bir kısmını davete olumlu karşılık vermekten alıkoyan sebep nedir? Ya da aynı mecliste ve davet ve davetçi bir iken, bir kısmının olumlu karşılık vermesinin nede­ni nedir? Duyusal ve manevi dünyevi ödülün bilgisi, itibarın bilgisi, ulvi âlemin bilgisi, süfli âlemin bilgisi, Allah Teâlâ’nın dışında ibadet edilenlerde bulunan sırrın bilgisi, onlar ile ibadet edenleri birleştiren sır, bu men­zilden öğrenilir. Söz konusu insanlar, niçin ebedi olarak bedbaht olmuş ve mağfiret kendilerine ulaşmamış, cehennemden çıkmamışlardır. İlahi gayret bilgisi, kıskanç olan herkesin kıskançlığı ve bunun neyle ilgili ol­duğu, bu menzilden öğrenilir.

‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’

ÜÇ YÜZ ON DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

Meleklerin Nebilerin ve Velilerin Dereceleri Arasında­ki Farkların Muhammedi Mertebeden Bilinmesi

Melekler O’nun melekûtundan iner

Sırlarla nurların kalıbında

Öyle ki Sana ilimlerini aktardıklarında

Devirlerin ve kürelerin sırlarıyla                                                                        

Her türlü ilim ki, ama sadece bir ve Kahhar’ın niteliğine dair

Melekler feleklerine döner

Ebrar’ın mertebesinden vekâletle                               .

İyi kavrayış onları süsler

İki suret ile, iyi eserleri                                       -.

Anlarsın ki bu marifetler

Sırları bilenlerin ehline hibedir

Makamın uzunluğu çevremi kuşattı

Tavırlardan çıktığı için onda

Ey samimi dost, Allah Teâlâ sana yardım etsin, bilmelisin ki: Allah Teâlâ yara­tıklarını yarattığında, onlar adına kendilerini aşamayacakları menziller belirlemiştir. Söz gelişi melekleri ‘melekler’ olarak yaratmış, peygam­berleri peygamber olarak, nebileri nebiler, velileri veliler, müminleri müminler, münafıkları münafık, kâfirleri kâfir olarak yaratmışur. Her biri Allah Teâlâ nezdinde ayrışmış, belirlenmiş mertebelerdir. Onlar da bir ilave veya eksilme olmaz, birisi diğeriyle değişmez. Dolayısıyla herhangi bir yaratılmış, kendisinde yaratılmadığı makamı elde etmek üzere çaba ve kazanımı bir sonuç vermez. Bütün bunlar, tamamlanmış şeylerdir. ‘Bu Aziz ve Alim’in takdiridir.’79 Öyleyse her varlığın ve her sınıfın men­zilleri, o sınıf tarafından aşılmaz ve hiç kimse mecrasının dışına taşmaz. Allah Teâlâ yıldızların durumu hakkında şöyle der: ‘Her biri kendi feleğinde yü­zer/tespih eder.’110 Her varlığın kendine özgü bir yolu vardır ve ondan başkası, ne ruh ne doğa olarak, o yolda yürüyemez. İki kişi hiçbir za­man ayni mizaçta birleşmeyeceği gibi iki kişi bir menzilde de birleşmez, insan hiçbir zaman melek olamayacağı gibi melek insan olamaz veya peygamber bir başkası olamaz. Her birisinin Allah Teâlâ’dan belirlenmiş bir derecesi vardır. Her sınıfın, hatta her türün şahıslarının kendilerine öz­gü özellikleri vardır. Onları ancak üzerlerinde yürüyen elde edebilir. Başkası o derece üzerinde yürüyebilseydi, o derecede bulunanı elde et­miş olurdu. Bütün cinsleri bir menzil veya bütün türleri bir menzil içermiş olsa bile, durum böyledir. Aynı şey, her cins altındaki türler için geçerlidir. Aynı şekilde cinslerin cinsine veya son türe varana kadar, bü­tün cinsler için durum böyledir. Nitekim resullük mertebesi, bütün re­sulleri birleştiren bir mertebedir ve aralarında derecelenme vardır. Ne­bileri de nebilik mertebesi birleştirir ve onların arasmda da derecelenme vardır. Yıldızlar aynı feleği kat etse bile -ki burçlar feleğidir-, her birinin kendisinden yüzdüğü ve başkasının ortak olmadığı bir feleği vardır. Her şeyde durum böyledir. Başka bir ifadeyle, bir makam kendilerini birleştirse bile, bütün yaratıklarda durum böyledir. Çünkü bir makam birleştirirken başkası ayırır. Öyleyse büyük felek bütün âlemi birleştirir. Bu felek ‘ilahi isimler feleği’dir ve âlemdeki her şahıs o felekte yürür. Öyleyse bunlar, belirlenmiş menzillerdir ve herhangi bir şekilde onun dışına çıkilmaz. Fakat her şey Allah Teâlâ’nın yarattığı ve kendine özgü fele­ğinde yüzer. Dolayısıyla başka bir yıldız isimlerin feleğinden onun zev­kini tadamaz. Tatmış olsaydı, o olurdu. Halbuki hiçbir zaman o ola­maz. Dolayısıyla iki şahıs, ilahi isimler feleğini genişliği nedeniyle, aynı menzilde birleşmez.

Tasavvuf yolundan ilahi isimlerin dışına çıktığını iddia eden birinin isimlerin mahiyeti hakkında bilgisi olmadığı gibi isimlerin anlamını da biliyor değildir. Bir insan insanlığının dışına veya bir melek melekliğinin dışına nasıl çıkabilir ki? Böyle bir şey geçerli olsaydı, hakikatler baş­kalaşmış, ilah ‘ilah’ olmaktan çıkar, Hakk halk (yaratılmış) haline gelir, hiç kimse bilgiye itimat etmezdi. Böyle bir durumda zorunlu mümkün veya imkânsıza dönüşür, imkânsız olan zorunluya dönüşür ve varlıktaki düzen ve nizam bozulurdu. Öyleyse hakikatlerin değişmesine yol yok­tur. Sadece bakan kimse geçici durumları görür! Bunlar, bir şahsa ilişir ve o şahıstaki haller başkalaşır ve şahıs hallerde kalıptan kalıba girer. Böyle bir durumda ise, onun bu hallerin dışına çıktığı zannedilir. Söz konusu haller kendisinde etkin olduğu halde, onlardan nasıl çıkabilir ki? Her bir hal ötekinin aynı değildir. Hal değişmesi esnasında, bir karışık­lık ortaya çıkar. Bunun nedeni, her hali sahibinden ayıran niteliği bil­memektir. ‘Peygamberlerin bir kısmını ötekilerden üstün yaptık.’8' Her biri resullük feleğinde yüzüyorsa, bu durumda hilalin yol alması nerede, oğ­lak burcunun ki nerede? Çünkü varlıkta bir genişlik ve darlık, açılma ve dürülme vardır. Duyu bir hakikattir ve duyular onun feleğinde yol kat eder. Halbuki dokunma duyusu nerede, görme duyusu nerede? Do­kunma duyusu dokunulan şeyin sert veya yumuşaklığını aşırı yakınlıkla öğrenebilir. Ona temas ettiğinde, kendisini tanır. Göze gelirsek, gözün açılıp görülenlere ilişmesi durumunda gözün açılma anı onun burçlar feleğini görme anının aynıdır. Böyle bir durumda gözün kat ettiği me­safe nerede, dokunma duyusunun kat ettiği mesafe nerede? Dokunma duyusu burçlar feleğinin sertliğini veya yumuşaklığını veya -böyleysealgılamak isteseydi, o duyuya ne zaman ulaşabilirdi ki? Bununla birlikte her ikisini de duyu ismi birleştirir. Aynı şey duymak, koklamak, tatmak için geçerlidir. Bu hakikatler arasındaki zıtlığa ve dereceli üstünlüğe ba­kınız. Bunların feleklerinin genişliği nerede, insanda ruhani güçlerin fe­leklerinin genişliği nerede? Bu, aziz ve alimin takdiridir.

Bunu öğrenince, nebiliğin ve resullüğün olduğu kadar velilik, iman, küfür ve bütün hallerin ilahi bir tahsis olduğunu öğrenirsin. Öte yandan kesbin kendisi de bir tahsistir. Meleklerin bir kazanımı yoktur, onlar, kendi makamlarında yaratılmıştır ve onları aşmazlar. Bu nedenle bilgileri artmış olsa bile, yeni makam kazanmazlar. Fakat onların bilgisi tefekkür veya delilden hareketle meydana gelmez. Çünkü insanın yaratı­lışı böyle bir bilgi edinmeyi gerektirirken, meleklerin yaratılışı ile ‘ka­natlar’ denilen güçleri, böyle bir bilgi edinmeyi gerektirmez. Allah Teâlâ bu durum hakkında ‘Melekleri kanat sahibi olarak üçlü, dörtlü elçiler yapan­dır’*2 buyurur. Bir hadiste Cebrail’in altı yüz kanadı olduğu zikredilir. Öyleyse bu ruhani kuvvetin -dünyada aşağı veya yukarı uçabilen bir kuş örneğindeki gibisahip olduğu makamın üzerinde bir tasarrufu ve tesiri yoktur. Meleklerin kanatları, onları aşağısındaki kimselere indirir, yoksa meleklerin makamlarının üzerine kendilerini çıkartacak bir güçleri yok­tur. Öyleyse bu kanatlar, sahibini kendi makamından daha aşağı bir makama indirdiğinde, indiği bu makamdan kendi makamına doğru yükselir ve onu aşmaz. Başka bir ifadeyle meleklere kanadar, (yüksel­mek için değil) inmek için verilmiştir. Halbuki bir kuşa kanat, yüksel­mesi için verilir. Kuş inerken doğasıyla iner, yükselirken kanadıyla yük­selir. Melek ise bunun tersi bir durumdadır: inerken kanadıyla iner, yükselirken doğasıyla yükselir. Meleklerin kanadan makamlarından aşağıda bulunanlara inmek içindir. Kuşun kanadı ise, kendi makamının üzerindeki yere yükselme amacı taşır. Bunun nedeni her varlığın acizli­ğini öğrenmesi ve Allah Teâlâ’nın kendisine verdiği gücünden daha fazlasıyla tasarruf edebilmesinin mümkün olmadığını öğrenmesini sağlamaktır. Binaenaleyh herkes, sınırlılık, kuşatılmışlık ve acizliğin altında zelildir. Bu sayede Allah Teâlâ’nın kemal sahibi şanı ve celali mutiaklık halinde kalır. Allah Teâlâ kendisinden başka ilah olmayandır. O yüce ve büyüktür.

Bu durum sabit olunca bilmelisin ki: Meleklerin bir takım derece ve yükselişleri vardır. Onlardan ancak daha önce inenler yükselir. Başka bir ifadeyle meleğin yükselmesi, bir geri dönüştür. Hakkın diledikleri bunun dışındadır ve O’nun dilediği şeyi engelleyecek kimse yoktur. Biz varlıkta gerçekleşen hakkında konuşuyoruz. Meleklerin bize inmesi ‘uruc’, yani yükselme diye isimlendirilmiştir. Uruc veya yükselme, yük­seğe çilem ak için söz konusudur. Çünkü Allah Teâlâ’nın her varlıkta bir tecellisi ve kendine özgü bir yüzü vardır ki bu özel yüz/yön, o varlığı korur. Bir rivayette Allah Teâlâ’yı sadece mümin kulunun kalbinin sığdıracağı söylenmiş­tir. Hakkın niteliği, kayıtsız anlamda, yükseldiktir; aşağıda veya yüksek­te tecelli etmiş olsa bile, yükseklik O’na aittir. Allah Teâlâ meleklere şanı ve celali hakkında bilgi vermiştir. Onlar makamlarından yöneldiklerinde, Allah Teâlâ için yönelirler, başkası için değil! Bu nedenle melekler kendisine indikleri her şeyde sadece Hakkı görürler. Öyleyse inmiş oldukları kim­selerde baktıkları yöne göre, ‘Melekler iner’83 denilir. Meleklerin indikleri varlıkta sadece Hakka bakmaları nedeniyle -ki Hakk yükseklik mertebe­sinin sahibidir‘Melekler yükselir4 denilir. Melekler inerken yükselen varlıklardır. Çünkü onların yaratıklara ‘inişi’, Hakka yükselmek demek­tir. Bizden ayrılarak makamlarına geri döndüklerinde ise, bize göre yükseldikleri söylenirken belli bir amaçla kendisine indikleri kimseler­den ayrılarak geri dönmeleri bakımından Hakka dönerler. Öyleyse her­hangi bir şeyin inişi, âlemde bulunanlar için ‘iniş’ iken Hakka nispetle ‘yükselme’ olabilir.

Allah Teâlâ peygamberleri için de kendilerine yükseldikleri miraçlar belir­lemiştir. Bunlar, meleklerinden farklıdır. Peygamberlere uyanlar için de, kendilerine yükseldikleri miraçlar belirlemiştir. Onlar, uyanların uyanla­rıdır. Çünkü peygamber, meleğe tabiyken veli peygambere uyar. Bu nedenle peygambere ‘Okurken vahyi sana indirilmezden önce acele etme’85 denildi. Peygamber meleğe uyan ve ona kulak veren kimsedir. Biz de, peygamber karşısında bu konumdayız. Melek vahyi peygambere indirip peygamber vahyi aldığında, onu tabiye aktarır, ilk tabiler, sahabedir. Böylelikle sahabe Kuran’ı peygâmberden alır. Melek yükseldiğinde, özü gereği, yükselir, çünkü bu yükselme asla dönüş demektir. Peygamber yükseldiğinde ise bir burak’a biner ve burak özü gereği onu yükseltir. Peygamber de burak’ın yükselmesi nedeniyle dolaylı olarak ve zorunlu bir hareketle yükselerek yükselişinde taşınır. Peygamberin yükselirken taşınması ise zati bir eylemdir. Bu durumda peygamberin yükselmesi, meleğin yükselmesinden ayrışır. Sonra peygamberin yükselmesi burak’ın aşamayacağı bir makama ulaştığında, peygambere ve refrefe sarkar. Bu durumda peygamber buraktan iner ve refrefm üzerine biner ve refref kendisini yükseltir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den Cebrail ayrıldığında, arkadaşı bunun nedenini kendisine sormuş, Cebrail ise artık gücünün yetmeyeceğini belirterek, ‘Her birimizin belli bir makamı vardırm demiş­ti. Hakk Cebrail’in bu makamın üzerine çıkmasını dileseydi, hiç kuşku­suz, peygamber taşındığı gibi o da taşınırdı.

Peygamberin Refref ile olan yükselmesi, refrefın aşamayacağı bir makama ulaştığında, bir nur ile kuşatılır. Bu nur bütün yönlerinden onu kuşatarak o hal kendisini almış, ince bir rüzgârın esintisi nedeniyle titreyen lamba ışığına benzemiştir. Rüzgâr o ışığı titretir, fakat sön­dürmez. Artık peygamber kendisine eşlik eden aşina birisi ve kendisine dayanacağı kimsenin kalmadığını görmüş. Bu bilgi, ona ünsiyetin ancak benzerle olabileceğini, Allah Teâlâ ile kulu arasında herhangi bir ilişkinin bu­lunmadığını öğretmiştir. Ünsiyet söz konusu olsaydı, bu ünsiyet oluşa ve âleme dönen özel bir tarzda gerçekleşebilirdi. Öte yandan bu bilgi Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e bir yalnızlık korkusu vermişti. İsra yolculuğunun peygamberin bedeniyle gerçekleştiğini gösteren delillerden biri budur.

Çünkü ruhlar korkma veya ürkme özelliğiyle nitelenmez. Allah Teâlâ peygamberin bu durumunu biliyordu -ki o korkuyu peygamberin için­de yaratan kendisiyken nasıl bilmesin ki?ve Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem içinde bu­lunduğu makamın gücüyle kendisine yaklaşmak istemişti. Bunun üzeri­ne, kendisini ısındırmak üzere, Hz: Ebu Bekir’in sesine benzeyen bir sesle peygambere hitap edilmiştir. Çünkü dünyada Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in sohbet arkadaşı Hz. Ebu Bekir’di. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem o sese ilgi duymuş, onu tanımış ve o mertebede böyle bir sözden dolayı şaşırmıştı. Ebu Be­kir’i yeryüzünde bırakmış iken, bu ses ona nasıl gelmişti? Bu nidada peygambere şöyle denildi: ‘Ey Muhammed! Dur Rabbin namaz kıl­maktadır.’ Bu hitap nedeniyle, peygamberi bir daralma hali kaplamış, namazın Allah Teâlâ’ya nasıl nispet edilebileceğinde hayrete düşmüştü. O ma­kamdayken ‘O size salât edendir ve melekleri de, karanlıklardan ışığa çı­kartmak üzere size salât eder87 buyruldu. Bu durumda peygamber, na­mazın Allah Teâlâ’ya nasıl nispet edilebileceğini anlamış, korkusu dinmişti. Bununla birlikte Allah Teâlâ’yı bir iş ötekinden alı koymaz. Fakat Allah Teâlâ kendi­sini bir işi tamamlayıncaya kadar ötekini yapmamakla nitelemiş ve ‘Ey insan ve cinler, sizin için fariğ kalacağızm buyurmuştur. Bu hakikatten peygambere şöyle denilmiştir: ‘Dur! Rabbin namaz kılıyor.’ Yani Allah Teâlâ iki işle aynı anda ilgilenmez. Burada Allah Teâlâ, tam yönelme makamına kendisini yerleştirdiği için, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e dönük ilgiyi kast etmekte­dir. Başka bir ifadeyle Hakkın bir işe yönelmesi, peygambere yönelik ilgi hakkındaki bir uyarıdır. Yoksa Allah Teâlâ kendisini bilen ariflerin nefisle­rinde böyle bir şeyden münezzeh ve yücedir. İnsanın tam bir yönelmey­le elde edeceği şey, Hakka yönelme halinden yoksun olanın elde edece­ğinden daha büyük ve daha güçlüdür, çünkü böyle şeyler, Haktan insa­nı çekip alır. Öyleyse Hakkın tek işle ilgilenmesi hakkında söylenenler, peygamberin durumu ve teşrifi hakkındadır. Allah Teâlâ karşısında peygam­ber, yaklaştırılmak ve şereflendirilmek üzere çağrılan kölelere benzer. Köle huzuruna girip yerine oturduğunda, kendisine yönelme niyeti hakkında, hükümdara bakar. Ona ‘biraz bekle’ denilir. Çünkü hüküm­dar (Allah Teâlâ) yalnız bir yerde senin için bir teşrif elbisesi hazırlamış, onu sana giydirecektir. Bu durumda hükümdar köleyle ilgili bir iş nedeniyle ondan yüz çevirmiştir. Bu nedenle ‘Allah Teâlâ namaz kılıyor’ ifadesi pey­gamber için, ‘0 size salât edendir’*9 ayetiyle tefsir edilmiştir. Başka bir ifadeyle kendisine şöyle denilerek, peygamber teşrif edilmiştir: Allah Teâlâ senin için ve senden dolayı senden gizlenmiştir. Allah Teâlâ onu kendisine yaklaştırdığında, kendisine sarkmıştır: ‘Kuluna vahyettiği şeyi vahyetti. Kalp gördüğünü yalanlamadı.™ Kastedilen, gözün gördüğüdür. Başka bir ifadeyle, kendisini bildirmek üzere ona tecelli etti. Bu nedenle Peygam­ber, tanıdığı kimseyi görmek ve müşahede etmede yabancılık çekme­miştir. Öyleyse peygamberin bu makamdaki müşahedesi, bir ünsiyet müşahedesiydi.              ,

Sana açıkladığım hususlarla peygamberlerin miraçlarının melekle­rin miraçlarıyla ilişkisini öğrenmiş oldun. Allah Teâlâ hepsine merhamet et­sin!

Bu miracın özel bir hitabı vardır ki bu hitabı ancak bu miraç gerek­tirir. Böyle bir miraç, sadece peygamberlere ait olabilir. Veli ona yük­selmiş olsaydı, miraç sahip olduğu özelliğini ona vermiş olur ve söz ko­nusu makam peygamberliğe özgü kalmazdı. Böyle bir durumda buraya yükselen veli, peygamber haline gelirdi. Halbuki Allah Teâlâ’nın peygamberi, resullük ve nebilik kapısının kapatıldığını açıklamıştır. Bu miraca hiçbir velinin asla ulaşamayacağı açıklanmış oldu. Balcınız! Bu miraçta Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme ve ümmetine elli namaz farz kılındı. Öyleyse bu miraç, bir teşri’, yani şerî hüküm koyma miracıdır. Veli ise, böyle bir hakka sahip değildir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Hz. Musa’nın yanına döndüğünde, Musa kendisine şöyle demişti: ‘Rabbine dön, ümmetinin yükünü hafiflet.’ Hadis uzundur. En sonunda bilfiil beş vakit namaza kadar inmiştir. Se­vapta ise, bu beş vakit namaz, elli vakit sevabı olarak kalmıştır. Öyleyse Allah Teâlâ katında namaz böyledir. Bu konudaki hadis sahihtir ve konuşmak sözü uzatır.

Bilmelisin ki, velilerin miraçları, himmet miracıdır. Bu miraçta ne­biler, nebi veya resul olmaları yönünden değil, veli olmaları yönünden velilere ortaktır. Veli, himmetiyle ve basiretiyle amel burağı ve doğru­luk refrefi üzerinde manen miraç eder. Himmetlerinin özelliklerinin sağladığı velilik ve teşrif mertebeleri onlara ulaşır. Binaenaleyh bunlar, birbirine komşu üç farklı miraçtır. Dördüncüsü ise, isimlerin onlara yönelmesi miracıdır. Böylelikle ilahi isimlerin nurları meleklerin mira­cına feyezan eder. Fakat burada teklif ve hükümler nurlarından söz et­mekteyiz. Bunlar, özel olarak, muduluğa yaklaştıran amellerdir. Açık­lamak istediğimiz husus, miraçlar arasındaki farklardır. Meleğin miracı bu nur vasıtasıyla parıldar ve melek bukalemunun bulunduğu yerin rengiyle boyanması gibi onunla boyanır. Sonra melek peygambere, yani onun miracma feyiz verir. Peygamber de -ruhaniyeti yönündeno nur ile boyanır. Bu durum, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Onun (Cebrail) söylediğini anlarım’ sözünde dile getirilmiştir. Peygamber melekten aldığını mele­ğin verdiğinden farklı olarak türlere ayrılmış olarak tabilerine aktarır. Çünkü melek bir kişiye hitap ederken, peygamber ümmetine hitap et­mektedir. Ümmetin ise, halleri farklı farklıdır. Dolayısıyla peygamber, melekten aldığı vahyi ümmetinin farklılıklarına göre taksim etmelidir. Çünkü vahiy, taksim edilen bir rızıktır. Her veli adına vahiyden ona özgü bir pay ortaya çıkar. Sonra, kendi halinin gerektirmediği kısmı o mecliste bulunmayan tabilere ulaştırmak üzere alır. Kıyamete kadar böyle sürer. Binaenaleyh onlar, tebliğci varislerdir. Böyle insanlar, özel olarak, hallerine göre amel ederken hallerinin gerektirmediği şeyi de tebliğ ederler. Söz gelişi tebliğcinin hali, başkasma yasaklanmış bir şeyi helal etmeyi gerektirebilir. Mesela yemek bulma tehlikesi olmayana ha­ram olan ölü etini yemek zorunda kalabilir. Böyle bir tebliği yaparken, kendisine bu bilgiyi ulaştırandan gördüğü için, ölü etini yer. Tebliğ et­tiği kimse ise ona şöyle der: ‘Sen kendin yediğin halde, onu bana nasıl haram kılarsın?’ Tabi ise şöyle der: ‘İçindeki durum farklıdır. Çünkü zorda kalanın-.hali, ona ölü etini yasaklamayı gerektirmezken zorda ol­mayanın hali ona ölü eti yemeyi yasaklar.’ Böylelikle insan, halinin ge­rektirmediği bir şeyi tebliğ ederken kendisi halinin gereğine göre dav­ranır.

Sonra bilmelisin ki, veliler himmet miraçlarında yükselirken ulaşa­bilecekleri nihai yer, ilahi isimlerdir, çünkü onları (varlıkta) talep eden, ilahi isimlerdir. Miraç ederken ilahi isimlere ulaştıklarında, üzerlerine getirdikleri istidatları ölçüşünce nurlar yayılır. Bu nurlardan ise istidat­larına göre alabilirler ve bu konuda bir meleğe veya peygambere muh­taç, değildirler. Çünkü söz konusu bilgiler, teşriî bilgiler değil, peygam­berin getirdiği vahiy veya kendisine inen kitap veya sahife hakkındaki ‘anlayış nurları’dır. Velinin o kitabı bilip bilmemesi veya kitabın ayrıntı­sını duyup duymaması, durumu değiştirmez. Fakat velinin bilgisi, o peygamberin Allah Teâlâ’dan getirdiği vahyin veya kitabın veya sahifenin dı­şına çıkmaz. Bu durumun böyle olması, peygamberi tasdik eden her ve­li için zorunludur. Bu ümmetin durumu ise (Önceki ümmetlerden) farklıdır, çünkü onlar, bütün peygamberleri ve nebileri tasdik etmeleri yönünden, bilgi, fetih ve her nebinin vahyinin niteliğinin kitabının ve sahifesinin gerektirdiği şey hakkında ilahi feyiz sahibi olurlar. Bu özel­likle onlar, diğer ümmederin velilerinden üstündürler. Dolayısıyla ilahi ilimlerde bir velinin keşfi peygamberinin kitap ve vahyinin gereğinin üzerine çıkamaz. Bu konuyla ilgili olarak Cüneyd şöyle der: ‘Bizim bu ilmimiz Kitap ve Sünnet ile sınırlanmıştır.’ Başka birisi şöyle demiş: ‘Kitap ile Sünnetin lehinde şahitlik etmediği bir ilham ve fethin değeri yoktur.’ Dolayısıyla bir veliye gelen fetih, Yüce Kitabı anlamayla ilgili­dir. Bu nedenle ‘Kitapta hiçbir şeyi ihmal etmedik’9' buyruldu. Musa’nın levhaları hakkında ise ‘Biz o levhalara her şeyi öğüt ve açıklama olarak yazdık92 buyruldu. Öyleyse herhangi bir velinin bilgisi, Kitap ve Sünnet dışına çıkmaz. Kimin bilgisi bu sınırın dışına çıkarsa, onun bilgisi bilgi olmadığı gibi ona velilik bilgisi de eşlik etmez. Aksine onun iddiasını incelediğinde, bilgisizlik olduğunu görüsün. Bilgisizlik yokluk iken bil­gi gerçek varlıktır. Öyleyse veli hiçbir zaman peygamberin şeriatını ge­çersiz kılacak bir hükmün bulunduğu bilgiden söz edemez. Buna karşı­lık, şeriatta bütün olarak zikredilmemiş fakat ayrıntıları zikredilen bir hükmün düzenlenmesi için ilham alabilir. Sen ise velinin şeri hüküm ortaya koyduğunu zannedersin. Halbuki yapılan iş, (parçaları ve ilkesi şeriatta bulunan) meşru emrin bir terkibinden ibarettir. Ya da bu bilgi ona. ‘ilka’ (aktarma), ya da lika (karşılaşma) veya yazım tarzında izafe edilmiş, şeriatta ortaya çıkmadığı bir tarzda ortaya çıkmıştır. Velinin teşri yetkisi ve payı bu kadardır. Bu fiil ile yükümlü olduğu şeriatın dı­şına çıkmaz. Şâri de ona böyle bir yetki vereceğini şeriatında belirtmiş­tir. Öyleyse veli, Şâri’nin emriyle yasa koyar ve O’nun emrinin dışına çıkmaz. Böyle bir emri de bu izinden verebilir, başka bir şey söz konusu değildir.

Şöyle diyebilirsin: Şâri şeriatın diliyle bu hususu bilen veliye böyle bir imkânı nereden vermiştir? Deriz ki: Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Kim iyi bir adet çıkarırsa, o âdetin sevabı ve kıyamete kadar onu yapanların sevabı ona aittir. Bununla birlikte onların sevapları eksilmez.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem velinin bir âdet ortaya koyabileceğini söylemiştir. Fakat bu yet­ki, bir haramı helal veya helali haram yapmak üzere şeriata aykırı bir konuyla ilgili değildir. Adet getiren velinin nebilikten payı bu kadardır ve böyle bir yetki nebiliğin parçasıdır. Nitekim sadık rüyalar da nebiliğin parçalarıdır. Başka pek çok husus da bu konuyla ilgilidir. Öyleyse ilahi isimler, her bir yükselme ve miraç üzerinde hüküm sahibidir. Bu nedenle her grup, zikrettiğimiz hususla (sınırlı olmak üzere), belirli vakiderde doğrudan Rabbinden aktarabilir. Bu durum, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Benim Rabbim ile bir vaktim vardır ki, onda Rabbimden başkası be­nimle olamaz’ hadisinde belirtilir. Bu makam, yaratıklardan her şahıs için geçerli bir imkândır. Bakınız! Namaz kılan herkes rabbine yakarır. Bu makamda vasıta nerededir? Aynı şekilde ahiret hayatında vakfe hak­kında Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Her birinizle Allah Teâlâ arada tercüman olmaksızın şifahen konuşur5 buyurur. Bu, kıyametteki tek andır. Herkes Rabbinin onunla konuşacağını bilir. Dünyada ise, Allah Teâlâ’yı bilen alamet sahipleri bunu bilebilir. Onlar, Allah Teâlâ’nın kendileriyle konuşmasını bilirler. Bizi ta­vır tavır yaratan Allah Teâlâ’yı tenzih ederim! O bizim için gayb ve şehadeti tanıyalım diye gece ve gündüzü delil olarak yaratmıştır. Allah Teâlâ gaybe de­lil olsun diye, gecenin ayetini söndürmüş, gündüzün ayetini şehadet âlemine delil olsun diye aydınlık bırakmıştır. İçimizden bir kısmıyla rabbi gaybten konuşur. Bu tecelli, geceleyin dolunaya benzeyen bir te­cellidir. Dolunay senin niteliğindir. Başka bir ifadeyle kemale erdiğinde, Hakk dolunay halindeki Ay tecellisinde seninle konuşur. Çünkü O, özü gereği, her varlıkla birliktedir. Bir kısmımızla Rab şehadet (mertebe­sinde) konuşur. Bu ise, önünde bulutun bulunmadığı güneşe benzeyen tecellidir. Arif şöyle der:

. Yaratıklar uykuya çekildiğinde, ey sohbet arkadaşım!

Gündüzde onların arasındayken benimle sohbet eden

Miraç ve dereceleri açıklayıp mertebeler açığa çıkınca âlemde o mertebelerle ilgili olanlar belli olmuş, her grup kendi miracıyla başka­sından ayrışmıştır. Bu durumda konuyla ilgili gayemizi bir ölçüde ger­çekleştirmiş olduk. Öncelikle bu menzilin içerdiği ana ilimleri zikrede­lim. Çünkü bu, değerli bir menzildir ve yetmiş veya daha fazla bilgi tü­rünü içerir. Biz bunların zorunlu ana kısımlarını zikredelim ki, onların içeriğinde diğer ilimler bulunur. Bu menzilin içerdiği ilimlerden birisi, soru ilmidir. Herkes nasıl soru soracağını bilemez. Soru soranın içinde bir şey bulunur, fakat onu sorması uygun düşmez. Sorduğunda ise, so­rusu o şeyi bozar ve içinde bulunduğundan başka bir halde kendisine

cevap verilir. Soru soran ise, cevap verenin kendisini anlamadığını zan­neder. Eksiklik, içindeki sorunun suretini ifade edemeyen sorana aittir. Bu durum, genellikle hakimler nezdinde iddia sahiplerinde görülür. Bunu ifade etmek üzere Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Bana başvurursunuz, belki bi­riniz, delilini ötekinden daha iyi savunabilir5 demiştir. Kastedilen, iddia­sını ifade etmede başkasına göre daha doğru ve daha uygun kelimeler seçmektir. Öyleyse soru sormak, soru sorulan her konuda veya iddia getirilen her hususta müstakil bir ilimdir ve belli başlı şartları vardır. Kader, kaza ve hüküm ilmi, feleklerde yaşayan meleklerin makamlarının ilmi, zamanın ilmi, miktarların ilmi, kıyamette insanların hallerinin il­mi, nurun ilmi, yeryüzü değiştirildiğinde insanların üzerinde toplana­cakları köprünün bilinmesi -ki o karardıktan başkadırkaranlığın ilmi, cehennem tabakalarının ve derecelerinin ilmi, oradaki yaratıkların halle­ri, insanm ve üzerinde yaratıldığı özelliklerin bilgisi, bu menzilden öğ­renilir. Acaba insan yaratılış özelliklerinden sıyrılır mı, yoksa böyle bir şey mümkün değil midir? Hakkın (kuluyla) karşılıklı konuşması, hakla­rın yerine getirilmesi, korku, sohbet, ilahi koruma, hadlerin komşulu­ğu, bu hadlerden aşılan ve aşılamayanlar, her birinin bir kaynağının olup olmadığı bu menzilden öğrenilir. İnsana Rabbine sülük ederken ilişen hususları kontrol etmek, bu menzilden öğrenilir. Celal ve ikram sahibinin bilinmesi, tefrika bilgisi, örneksiz yaratma bilgisi ve bunun neyle ilgili olduğu, bu menzilden öğrenilir. Yönler, sırlar, ortaya çıkma ve gizlenme, ilahi iktidar, Hakk ve yaratıkları arasındaki koşuşturma, mühlet verme ve ihmal etme ve bunun hikmeti, bu menzilden öğrenilir. Halim olan mühlet mi verir, ihmal mi eder? Diriliş bu menzilden öğre-, nilir.

Böylece açıklamayı istediğim şeyleri açıkladım. ‘Allah Teâlâ doğruyu söy1er ve doğru yola ulaştırır.5

ÜÇ YÜZ ON BEŞİNCİ BÖLÜM

Azabın Zorunluluk Menzilinin Muhammedi Mertebeden Bilinmesi

Hakikatlerimiz gerçekleşince bir olduk

Fakat vuslata imkân yok yine de!

Hiçbir yönden bu makama ulaşılmaz

İniş karşısında, istiva nedeniyle

Ona nasıl ulaşılsın ki?

el-Celil’in övgüsü Halil’in karşısında nerede

Görürsün ki sevgilisi ona dua ediyor

Dostunun kendisine dua ettiği gibi

Cem’farkın kendisidir

Peygamber böyle buyurdu hadisinde

Bilgi güneşleri kaybolunca

Delil ile bilgiye ulaşan akıllar hayrete düşer                                  1

Gözler gaybı görseydi

Onların doğuşu batışı kendisi olurdu

Ey samimi dost, bilmelisin ki: Azabın ‘vücubu’ denilen şey, azabın azap edilen kimsede gerçekleşmesidir. Duvar yıkılıp düştüğünde, vecebe el-hait denilir. Düşmek, özü gereği yükseklik sahibi olmayandan ve yüksekliği Hakk etmemiş kimseden meydana gelebilir. Bu nitelikteki biri­si yükseldiğinde, onu yüksekte tutacak bir hakikati yoktur ve bu neden­le düşer. ‘Burası ahiret hayatıdır, onu yeryüzünde yükseklik istemeyenlere veririz.m Nefsi nitelikler, kendileriyle nitelenen için irade edilmemiştir. Başkası nedeniyle yükselen birisi yükselip de onun adına yüksekliğini koruyacak kimse yok ise, düşer ve öldürülür. O halde yüksek olan, mer­tebesini Allah Teâlâ’nın yücelttiği kimsedir. Allah Teâlâ ‘Onu yüce bir mertebeye yük­selttik94 buyurdu. Yükseklik özü gereği yüksekliğin sahibi olan Allah Teâlâ’dan meydana geldiği için, menzilini yükselttiği herkesin yüksekliğini de Allah Teâlâ korumuştur. Kendi başına yücelen zorba ve kibirlileri ise, perişan etmiş, cezalandırmış ve şöyle demiştir: ‘Akıbet takva sahipleritıindir,’95 Başka bir ifadeyle, yüksekliğin sonu -ki yeryüzünde yükseklik isteyenle­rin yükseldiği yerdirtakva sahiplerine aittir. Allah Teâlâ onlara dünya ve ahirette mertebe yüksekliği verir. Ahirete gelirsek, oradaki yükseklik zo­runludur. Çünkü Allah Teâlâ’nın vaadi doğru ve sözü haktır. Ahiret hayatı mertebelerin ayrışması ve yaratıkların değer ve mertebelerinin Allah Teâlâ nezdinde belirlenme yeridir. Dolayısıyla kıyamet günü takva sahipleri­nin yükselmesi zorunludur. Dünyaya gelirsek, insan takva ve zühtte dürüsdük makamına ulaştığında, zorba ve büyüklenenleri böyle bir zahide saygı göstermeye yönelten amiller çoğalır. Çünkü söz konusu zahit dünyadaki mertebelerinde o insanlarla didişmez. Bu durumda onlarm nefislerine yerleşen ‘takva sahiplerine saygı duygusu’ büyüklenen insan­ları yüksek konumlarından indirir ve takva ve züht sahiplerine hizmet ederek onlara saygı gösterirler. Bu kez sayesinde başkalarından üstün oldukları bu yükseklik, takva sahibine geçer ve ‘yüksekliğin sonu takva sahibine ait olur.’ Zorba ise, bunun farkına bile varmaz. Aksine takva sahibine tevazu gösterip ona tenezzül ettiği kendisine söylendiğinde, bundan haz alır. Böylelikle zorba, takva sahibinin daha aşağı mertebede olduğunu ve kendisine ‘indiğini’ zanneder. Halbuki zorbanın yüksekliği -farkında olmadantakva sahibine geçmiş, zorla takva sahibinin yüksek­liği altına girmiştir. Takva sahibine yüksekliği sorulsaydı, bu yükseldik­ten onun yanında bir şey bulunmazdı. Binaenaleyh insanda yükseklik, kulluk makamına ulaşmak ve gerçekte kendisine ait olmayan bir özellik­le nitelenmemektir. Ayet-i kerimede Allah Teâlâ’nın hikmetine bakınız! ‘Su kaynadığında...*96 Yani yükseldiğinde demektir. Burada yüksekliği ona izafe etmiştir. Halbuki Hakk onu kendisine izafe etmemiştir. Su kabarıp da yukarılara çıktığında, Allah Teâlâ yükselen suyun dalgalarından kurtarmak istediği kimseleri, birbirlerine eklenerek gemi haline gelen ahşabın içeri­sinde taşır. Böylelikle Allah Teâlâ’nın kurtulmasını irade ettiği bütün müminler o gemiye biner. Böylece gemi de içindekilerle birlikte suyun üzerinde yükselir ve su altında kalarak gemi için suyun kabarması (tehlikesi) or­tadan kalkar, suyun içinde kırıklık meydana gelir. Bunun nedeni, Allah Teâlâ tarafından ve O’nun emriyle bile gerçekleşse, yüksekliğin suya izafe edilmiş olmasıdır. Fakat Allah Teâlâ yüksekliği suya izafe etmiştir. O yüksek­liği kendisine (Allah Teâlâ’ya) izafe etmiş olsaydı, yüksekliği korunur, üzerine

bir gemi çıkmaz, hiçbir şey su üzerinde kalmazdı. İşte iddia sahibi ol­manın uğursuzluğudur, (bütün bunlara yol açan). Öyleyse azabın azap çekene ‘düşmesi’, onun kendi yükseldiğinden düşmesi demektir. Yük­seklik, azap eden Allah Teâlâ’ya ait bir niteliktir. Bu koku, kendisine yükseklik özelliği vermiştir. Çünkü yükseklik, ulvilik sahibinin niteliğidir Ki, o da el-Muazzib ismidir. el-Muazzib azabın kendindeki yüksekliği görünce, onun sebebiyle,0 kendisini azap çekene düşürür. Böylelikle azap gören, el-Muazzib kendisiyle nitelenmiş iken, sayesinde böbürlendiği yüksekli­. ği yitirir. Bu nedenle azabın azap görene düştüğü söylenir.

İşin gerçeğini şöyle açıklayabiliriz: Hükümdar cezalandırmak iste­diği birisine karşı öfke hissetmeden, onu cezalandıramaz. Onu cezalan­dırmak istemesi, azaba uğramayı gerektiren bir fiil işlemesinden kay­naklanır. Söz konusu fiil, hükümdarın eziyet çekmesine yol açan bir öf­keyi hükümdarda oluşturur. Hükümdar yüce birisidir ve onun makamı herhangi bir şeyin kendisine azap etmesinden münezzehtir. Bu şahıs ise, hükümdarı kızdıran bir fiil işlemiştir ve hükümdarın içinde ‘gazap’ denilen bir duygu oluşmuştur. Ya da bu fiil, hükümdarın nefsinde ga­zap sonucunu oluşturmuştur. Bu gazabın nedeni o şahıstır. Yani ona bu öfkeyi ‘düşürmüştür.’ Şahsın azap görmesi gerekince, hükümdar ce­zalandırarak rahatlar. Halbuki burada durum farklıdır. Rahatlığın varlı­ğı, söz konusu şahsın fiilinin meydana getirdiği hükümdarın sıkıntı çekmesine yol açan azabın ortadan kakmasına bağlıdır. Hükümdar çek­tiği azabı şahsa aktarınca, gazap hükümdardan uzaklaşmış ve hükümdar rahatlamıştır. Genel nezdinde bu durum ‘şifa bulmak’ denilen şeydir. Şifa illetin ve hastalığın ortadan kalkması demektir. Hastadaki illet baş­ka bir şahıs nedeniyle ortadan kalkmaz. Şifa ve rahatlığın gerçek anlamı budur. Acı başka £>ir şahsa ulaştığında, hükümdar bundan bir haz du­yar. Bu da, azabın 'ortadan kalkmasından duyulan hazza ilave başka bir hazdır. Burada yükseklik, gerçekte, ilahi isme aittir. Bu nedenle azap ‘düşme’ diye nitelenmiştir ki, vücub (vacip olma) da demektir. Allah Teâlâ ‘Hakkında azap kelimesinin gerçekleştiği kimse...’97 buyurdu. Yani hakkın­da vacip olduğu ve kendisine düştüğü kimse demektir. Şöyle diyebilir­sin: Böyle bir durum yaratıklar hakkmda geçerli olabilir, fakat Allah Teâlâ’nın yüce mertebesi hakkında aynı durum nasıl geçerli olabilir?

Şöyle deriz: Allah Teâlâ’yı bilmekten aciziz, zaten bize layık olan da, acizliktir. O nedenle akıllarımızı ve hakikarierimizi bıraktığımızda,

bunu kabul etmemiz, bu ve benzeri bir hükmü Allah Teâlâ’dan olumsuzlamak gerekir. Çünkü aklın yeteneği bunu gerektirir. Şu var ki aklın ve açık delilin gücü, Allah Teâlâ’nın bize gönderdiği peygamberinin sözlerini doğru­lamaya aklı icbar eder. Peygamber, Allah Teâlâ’nın yaratıkları hakkındaki fiili ile Allah Teâlâ’nın kendiliğinde bulunduğu hali ve kendisini nitelediği durum­ları bize bildirir. Bunların (bir kısmı), Şâri olmaksızın, kendi deliliyle hareket eden aklın imkânsız saydığı şeylerdir. Öyleyse üstün akıl sahibi, şeriatın hizmetinde hor ve el pençe divan durur. O peygamberin Rab­binden bildirdiği kendisiyle ilgili bütün durumları kabul eder. Allah Teâlâ’nın kendisinden bildirdiği şeylerden birisi de, ‘Allah Teâlâ’ya eziyet edenler398 aye­tinde belirtilen eziyettir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Allah Teâlâ’dan daha çok eziyete sa­bırlı kimse yoktur’ der. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Ademoğlu beni yalanladı, beni kınadı.’ Bir ayette ise ‘Allah Teâlâ onlara azap etti99 buyurdu. Bütün peygam­berler şunu söylemiştir: Allah Teâlâ kıyamet günü daha önce hiç kızmadığı ve bir daha da kızmayacağı bir şekilde kızacaktır.’ Akıllı insan, Allah Teâlâ’nın kendisi hakkında bildirdiği bütün bilgilerin (tevilini) Allah Teâlâ’ya havale et­tiği gibi kulunun tövbesiyle sevinmesinin (ne anlama geldiğini) Allah Teâlâ’ya biralar. Sevinmeyle nitelenen herhangi birisi, onun zıddı olan bir nite­likle de nitelenebilir. Allah Teâlâ taşkınlığı olmayan delikanlıya şaşırma özelliğiyle kendisini nitelemiştir. Allah Teâlâ kıyamette ‘Sen âlemlerin rabbiyken benimle alay mı edersini1’ diyen Hannad’m sözüne gülmekle kendi­sini nitelemiştir. Allah Teâlâ namaz kılmak üzere mescide gelen kulundan do­layı sevinmekle, kulları için inançsızlığı hoş görmemek, şükür ve iman sahibi olmalarından ise razı olmakla kendisini nitelemiştir. Bütün bun­lara Müslümanların imanı farzdır. Burada akıl, ‘nasıl veya niçin böyle olur’ diyemez. Aksine kabul eder, teslim olur ve onaylar ve niteliğini bi­lemez. ‘O’nun benzeri bir şey yoktur’.100

Allah Teâlâ kendisini gazap ve eziyet görmelde, azabı ise vücub, yani düşme özelliğiyle nitelemiştir. Düşme yüksekten olabilir ve yük­seldik Allah Teâlâ’ya aittir. Buradan şunu öğrendik: Hakkın kendisini niteledi­ği eziyet görmek bu demektir. Öyleyse eziyet, niteliği olduğu kimsenin yüksekliğiyle yükselmiş, Allah Teâlâ o yükseklikten bu eziyeti kendisini Hakk edene düşürmüştür. Eziyeti Hakk eden, Allah Teâlâ’ya ve peygambere eziyet edendir. Böylelikle başarısızlık ve hüsran diyarında azap o kişiye ilişir.

İfade ettiğimiz meseleyi öğrendiğinde, iman ile -ki saf dindarlık demektirkulluk mertebesinin Hakk ettiği bütün haberlerde Allah Teâlâ’ya tes­limiyeti birleştirmiş olursun. Böyle bir makamın daha fazla açıklanması mümkün değildir ve Hakkın kendisi hakkında haber verdiğinden daha açık ve daha belirgin bir ifade de yoktur. Yaratıkların salt akılla bu ko­nuda bilebilecekleri husus bu kadardır. Bazı akıllara ihsan ulaşır ve böy­le hususları tevil ederler. Biz ise, onların durumunu kabul etmekle bir­. likte, tevilde kendilerine katılmayız. Çünkü biz, Allah Teâlâ’nın söylediği hu­susta muradının bu olup olmadığını bilemeyiz ki o tevile itimat edelim veya ‘muradı bu değildir’ diyelim de, onu reddedelim. Bu nedenle, ka­bul ve teslimi düstur edindik. Bize böyle bir husus sorulunca şöyle de­riz: Biz Allah Teâlâ katından gelen haberlere O’nun kastettiği anlamda iman ettik. Allah Teâlâ’nın peygamberinden ve diğer peygamberlerinden gelen hu­suslara da peygamberlerin kastettiği anlamda iman ettik ve bu konular­daki bilgiyi peygamberlere bıraktık. Bazen böyle durumlarda Allah Teâlâ kar­şısında peygamberler de bizim gibidir. Allah Teâlâ’dan bu haberler kendilerine ulaşır ve bu haberleri -tıpkı bizim Allah Teâlâ’ya havale etmemiz gibiAllah Teâlâ’ya bırakırlar, rivayetlerin tevilini bilmezler. Bazen ise Allah Teâlâ’nın bildirmesiyle haberlerin herhangi bir yorum tarzını bilebilirler ki, bu da uzak bir ih­timal değildir. İşte selefin yöntemi buydu. Allah Teâlâ ihsanıyla bizi onlara halef yapsın! Rabbini murakabe eden, günahından korkan ve Allah Teâlâ’yı zikretmekle kalbini ihya eden, bütün sevgisini Allah Teâlâ’ya tahsis eden insana ne Mutlu! Kim üzerinde olursa olsun, ‘azabın vacip olması’nın anlamını açıkladık, daha fazlasını bu bölüm kaldırmaz. Çünkü bu bölümün im­kânı, sıradan insanlar için dardır. Allah Teâlâ’nın bizim gibilere ihsan ettiği kendisi hakkındaki bilgi nedeniyle, bizim için geniştir. Fakat arzu, baş­kanlık tutkusu, yarışma ve hem cinslerinin üstüne çıkma duygusuyla perdelenmiş akıllar, o insanların sözlerini kabul etmek ve kendilerine boyun eğmekten nefisleri alıkoyar. Biz Allah Teâlâ' tarafından gönderilen peygamberler değiliz ki, bize ihsan ettiği (bütün) bilgileri tebliğle yü­kümlü olalım. Bu konuda söylediklerimiz, iman sahibi akıllılara yöne­liktir. Onlar, Allah Teâlâ karşısında nefislerini arındırmayla meşgul olmuş, ne­fislerini kulluğa ve bütün hallerde Allah Teâlâ’ya muhtaçlığa zorlamıştır. Allah Teâlâ da onların basiretlerini ya bilgiyle veya Allah Teâlâ’dan gelen haberlere, O’nun kitaplarına ve peygamberlerine teslim olma ve iman etmeyle nurlandırmıştır. Bu nurlandırma, büyük bir inayet ve yüce bir mertebe, ben­zersiz bir yol ve büyük bir mutluluktur. Allah Teâlâ bizi bu niteliğe sahip kimselere katsın!

Bu menzilin içerdiği bilgilere gelirsek, bu menzil, Hakk bilgisini içe­rir. Onun bir yönü de açıklamakta olduğumuz azabın vacip olmasının bilgisidir. Hakkın kullarına soru sorduğu ilahi isim bu menzilden öğre­nilir. Misal olarak, Allah Teâlâ’nın peygamberlerini toplayarak kendilerine söy­leyeceği ‘Size nasıl karşılık verildi?’101 ayetini verebiliriz. Halbuki Allah Teâlâ daha iyi biliyordur. Başka bir misal ‘Kullarımı nasıl bıraktınız’ ifadesi­dir. Allah Teâlâ bu sözü içimizde geceleyip sonra Allah Teâlâ’nın huzuruna yükselen meleklerine sorar. Bu bilgi değerli bir bilgidir. Bu menzilde ilahi zorla­yıcılar vardır. Acaba onlar kevni mi, yoksa ilahi midir? Kâfir iken ümmederin helak olmasının nedeni bu menzilden öğrenilir? Onların helak olması sayesinde helak olan müminler ile onlara uyanların helak olması bu menzilden öğrenilir. Bütün bunlar, dünyadadır. Ahirette bu helak­ten kim kurtulur? Kâfirler helak olurken, niçin müminler de helak ol­muş, bela hepsini kuşatmıştır? Halbuki nitelikleri farklıdır. Acaba bu­nun nedeni müminlerin kâfirlere meyletmesi midir? Allah Teâlâ ‘Zalimlere meyletmeyin102 buyurur. Acaba onlara ateşin değmesini gerektiren bu meyletme maddi midir, manevi midir? Azabın meyledenlere artarak ve­rilmesinin nedeni, iyilik amaçlanmış olsa bile, bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Nerede ise onlara birazcık yönelmiştin. Bu durumda sana ölüm ve hayat acısını tattırdık.’103 Acaba tam yönelme nedeniyle Hakk edi­len azaptan daha şiddedi olan bu azabın sebebi nedir? Allah Teâlâ’nın böyle ayederdeki -ki bunların amacı O’nun bildirmesiyle öğrenilirmuradı nedir? Bu konu, bu menzilin içerdiği büyüle bir bilgidir. Kendisi nede­niyle helak olan ve başkası nedeniyle helak olan kimdir? Başkası nede­niyle helale olmanın sınırı, kendisi nedeniyle helak olmanın sınırı ve zamanı nedir? Farklı türlerinde helak, helale olanların hallerindeki farklı­lıktan mı, ilahi isimlerin hakikatlerirideki farklılıktan mı kaynaklanır -ki her isim bu makamda azaptan payını alabilsin-? Var olduktan sonra isimlerden yok olan veya geride kalan ya da başkasının helakiyle yok olanlar nelerdir? Allah Teâlâ’ya asi olan ile peygamberine ve yöneticilere asi olan arasındaki fark nedir? Peygambere asi olmanın ve yöneticiye asi olmanın içerdiği ‘Allah Teâlâ’ya asi olmak’ fiili ne demektir? Çünkü onlara asi olmak, Allah Teâlâ’nın emrine karşı gelmek demektir. Halbuki Allah Teâlâ’ya asi ol­mak yöneticilere asi olmayı, gerektirmez, fakat peygambere asi olmayı içerir. Çünkü Allah Teâlâ’ya asi olmak peygambere de asi olmak demektir. Çünkü günah ve isyan ilahi emir ve yasaklarla ilgilidir ki bunlar da pey­gamberin tebliği ve onun diliyle öğrenilebilir. Allah Teâlâ emrini ancak pey­gamberleriyle gönderir. Peygamberlerin dışındaki insanlar ise, bu ma­kama sahip değildir. Bununla birükte Allah Teâlâ’nın kendisine isyan edilen bir emri olduğu gibi peygamberin de isyan edilen bir emri vardır. Burada başka bir emir daha vardır ki, Allah Teâlâ’ya ve peygamberine asi olmak onda birleşir. Allah Teâlâ’nın mertebesiyle ilgili olan ve herhangi bir yaratılmışın gi­remediği her emre yönelik itaatsizlik, Allah Teâlâ’ya yönelik itaatsizliktir. Yara­tılmışın mertebesiyle ilgili -ki o Allah Teâlâ’nın peygamberidiremirle ilgili ita­atsizlik ise, peygambere itaatsizlik demektir. Her ikisiyle ilgili emre ita­atsizlik ise, Allah Teâlâ’ya ve peygamberine itaatsizlik demektir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah Teâlâ’ya ve peygamberine itaat eden:'04 Başka bir ayette ‘Peygambere itaat edin105 diyerek sadece peygamberi zikretmiştir. Başka bir ayette ise ‘Allah Teâlâ’ya şirk koşan delalete düşmüştür’.106 Burada sadece kendisini zikret­miştir. Büyüklük ve onu talep eden niteliği bilmek, hatırlatma bilgisi, Haktan duymanın bilgisi, mülkü ve mülkün mülkünü bilmek, izzetin mülkünü bilmek, taşıyıcı meleği bilmek, taşınan mülkü bilmek, heba mülkünü bilmek, büyük korkuyu bilmek, Arş’ın altındaki hâzineyi bil­mek, bu menzilden öğrenilir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: 'La Havle vela kuvvete illa billâh' demek, Arş altındaki bir hâzineden çıkmıştır.’ Bu hazine nedir ve cLa-havle vela kuvve’ sözünden başka hangi gizli zi­kirleri içerir? İlahi ve kevni kuvvet, anlamları kelimeler mertebesinde birbirine eklemenin bilgisi, onların kelimelerin maddelerinden soyut olarak birbirlerine eklemlenmeleri var mıdır, yok mudur? Anlamların kendiliklerinde bir eklemlenmesi yok ise, bir imkânsızlıktan dolayı mı böyledir? Öyle ise, eklemlenmeyi kabul etmezler. Yoksa Allah Teâlâ’nın irade­siyle mi böyledir? Yaratılmışın yazısı ile Yaratanın yazısı arasındaki fark nedir? Bu bilgi, gördüğümüz ve müşahede ettiğimiz garip bir bilgidir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bir gün elinde ilâ dürülmüş kitap olduğu halde çıka­gelmiş. Kitaplar bütün yazılı kitapları içermekteydi. Sahabesine sormuş: ‘Bu iki kitabın ne olduğunu biliyor musunuz?’ Ardından onlara sağ elindeki kitabın cennet ehlinin adlarını, onların babalarının, kabileleri­nin, aşirederinin ve Allah Teâlâ’nın kendilerini yarattığı andan kıyamete kadar­ki aşireüerinin adları yazılıydı. Sol elindeki kitapta ise kıyamete kadar cehennemliklerin, babalarının, kabile ve aşirederinin isimleri vardı. Herhangi bir yaratılmış o isimleri iki kitapta bulunduğu şekliyle yazma­ya kalksaydı, âlemdeki kâğıtlar yeterli gelmezdi. Allah Teâlâ’nın yazısı ile yara­tılmışın yazısı arasındaki fark buradan öğrenilir.

Hacca giden safdillerin birisinden aktarılmıştır: Veda tavafı yapar­ken bir adamla karşılaşmış. Adam, o saf adama takılmaya başlamış: ‘Cehennemden kurtuluş beratını mı aldın Allah Teâlâ’dan?’ Saf adam karşılık vermiş: ‘Hayır almadım, peki insanlar bunu almış mıdır?’ diye sorunca, adam ‘Evet’ diye karşılık vermiş. Bunun üzerine safdil ağlamış ve kapalı bir yere girerek Kâbe’nin örtülerine bağlanmış, ağlaya sızlaya Allah Teâlâ’dan kendisini cehennemden kurtaracak bir yazı vermesini dilemiş. Arkadaş­ları ise onu kınamaya ve söz konusu kimsenin kendisiyle alay ettiğini anlatmaya çalışıyormuş. O ise, arkadaşlarının söylediklerine bakmıyor, ağlamaya ve yalvarmaya devam ediyordu. Safdil bu haldeyken, üzerine oluk yönünden havadan bir yaprak düşmüş. Yaprakta cehennemden kurtulmuş olduğu yazıyordu. Sevinçle o yazıyı insanlara okumuş. O ki­tabın bir alameti, her yönden eşit ölçüde okunabilmesidir. Sayfa değiş­tirildiğinde, yazı da değişiyordu. Bunun üzerine insanlar kâğıdın Allah Teâlâ katından geldiğini anlamışlardı. Günümüzde bir kadın uykusunda sanki kıyametin koptuğunu ve Allah Teâlâ’nın ona bir ağaç yaprağı verdiğini gör­müş. Yaprakta ateşten kurtulmuş olduğu yazılıydı. Kadın kâğıdı eliyle tutmuş ve yaprak hala elinde dürülmüş bir haldeyken uykusundan uyanıvermiş. Elini açamıyor, avucunda yaprağı hissediyordu. Elini tutmak ona ağır gelmişti, sanki kendisine acı veriyordu, insanlar kadının başına toplanmış, elini açmaya çalışmış, hiç birisi elini açamamıştı. Tasavvuf ehline bu durum sorulmuş, hiç biri meselenin sırrını bilememişti. Şekil­ci alimlerden fakihler ise bu konuda bir bilgiye sahip değildi. Doktorlar ise kadının elinin açılmayışını üzerine dökülen ve ona böyle bir etkide bulunan güçlü bir karışıma bağlamıştı. Bazı insanlar ise, beni kast ede­rek, ‘falan kişiye sorsak, belki bu konuda onun bir bilgisi olabilir’ de­miş. Kadını bana getirdiler. Yaşlı kadının eli kendisine acı verecek ölçü­de sıkılmıştı. Rüyasını sordum, insanlara anlattığı şekliyle rüyasını bana anlattı. Elini öyle kapatmasının sebebini anlamıştım: Bunun üzerine ku­lağına eğildim ve ona bir şey söyledim ve ardından şöyle dedim: ‘Elini ağzına yaklaştır ve Allah Teâlâ karşısında avucunda hissettiğin bu yaprağı yutmaya niyetlen. Böyle niyet edersen, Allah Teâlâ bu konudaki dürüsdüğünü bilir ve elin açılır.’ Kadın elini ağzına yapıştırınca, eli açılmış. Orada bulunanlar hayrete düşmüş, bana bunu nereden bildiğimi sormuşlar.

Ben de kendilerine şöyle dedim: ‘Malik b. Enes -ki hicret diyarı Medi­ne’nin imamıdıron üç yaşındayken imamlardan fıkıh okuyan zeki ve kavrayışlı birisiydi. Bir kadın bir ölüyü yıkıyormuş. Cinsel organına ulaştığında, eliyle cinsel organına vurarak, şöyle demiş: ‘Ey fere! Senin üzerinden içimler geçmiş kimler!’ Bu sözü söyler söylemez, kadının eli ölünün cinsel organına yapışmış. Kendisi elini çekemediği gibi hiç kim­se de kadının elini oradan çekip alamamıştı. Medine fakihlerine bu ko­nudaki hüküm sorulmuş. Bir kısmı elinin kesilmesi gerektiğini, bir kıs­mı ölünün bedeninden kadının elinin uzadığı yerin veya boyu kadar bir bölümün kesilmesi gerektiğini söylemiş, tartışma uzamış. Şu tartışılı­yordu: Neye saygı göstermemiz gerekir? Ölüye mi saygı göstereceğiz ve ondan hiçbir şey kesmeyeceğiz. Yoksa diriye mi saygı gösterip elini kesmeyeceğiz? Malik onlara şöyle demiş: ‘Bana göre kadına iftira cezası uygulanmalıdır. Kadın iftirada bulunmuşsa, eli çözülür.’ Bunun üzerine ölüyü yıkayan kadına iftira cezası uygulanmış, kadının eli çözülmüş. Falcihler bu duruma şaşırmışlar ve o esnada Malik’e saygıyla bakmışlar, onu hocalardan kabul etmişlerdir. Niteldm Ömer b. El-Hattab da Ab­dullah b. Abbas’ı bilgideki üstünlüğü nedeniyle saygıda Bedir savaşına katılanlarla bir değerlendirirdi. Allah Teâlâ’nın gönlüme attığı ilhamla şunu an­ladım: Allah Teâlâ o kâğıtta yazanları başkasının kendisine ulaşmasından sa­kınmış, bunun için de kadının elini kapatmıştı. Kâğıtta yazanlar, o ka­dına tahsis edilmiş bir sırdır. Kadına söylediklerimi söyleyince, kadının eli açılmış, o yaprağı yutmuştu.

Bu menzil cennet ve cehennem bilgisini, kıyamet duraklarının bil­gisini, ahiret hallerinin bilgisini, şeriatlar bilgisini, Allah Teâlâ katındaki de­ğerlerinin yüksekliğine rağmen peygamberlerin şeriatların değerini bil­mesini sağlayan sebebin bilgisini, onların Allah Teâlâ katındaki yerleri ile kendilerine iman eden mümin insanlar nezdindeki yerleri arasındaki farkın bilgisini, Hakkın onlara hangi gözle baktığının bilgisini içerir. Hakk onlara hangi isimle hitap eder? Tenzih, takdis, büyüklük ile rablik mertebesinin sınırlı isimler mertebesi karşısındaki yerinin ne olduğu bu menzilden öğrenilir. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’

Mücmel-Musevî ve Muhammedi Mertebeden -en yüce mertebelerdendir-, insani Levh-i Mahfuz'da İlahi Ka­lem İle Nakşedilen Mevcut Niteliklerin Bilinmesi

Kalem ve okkanın sırrı Hâdislik ve kadimlik bilgisidir

Öyle birine özgü ki ‘Kulum’ diye çağrıldı, o da geldi

Zatından bir mertebeye ki

O            mertebeye onun ‘ayağı’ vardı

                 Onun sözünden idi bu ayak Bilginin mertebesinde ayak

Binerek ve koşarak geldi Yaya yürüyerek geldi

Onlara karışmış idi Kan ile etin mizacı

Oluşu katmalısın gördüğünde Hakk sana gösterdiğinde yokluğa

Sırrı varlığında .

Yokluk iken onun benzeri gibi

Onun vaktinde yok Kınanan ayak sahibi

Her tövbekar için şart:

Doğru bir niyet ve pişmanlık

                Onun mertebesine gelince Horlanarak ve hizmete sarılarak gelir


Onu bir gördüğünde

Arş üzerinde istiva etmiş iken

Göz ona tam yönelir                                                                      

Çünkü hizmetçilerdendi

Makamından ortaya çıktığında ise İşte hizmetçi odur

Ey samimi dost ve asil arkadaş! Allah Teâlâ senin basiretini nurlandırsın ve sana yardım etsin, bilmelisin ki: Allah Teâlâ peygamberinin ahlakı, Kuran idi ve o ilahi isimlerle ahlaklanmıştı. Allah Teâlâ yüce kitabında Arş üzerine istiva ettiğini bildirir. Bu ifade, kendini övmek ve methetmek amacıyla söylenmiştir, çünkü Arş cisimlerin en büyüğüdür. Peygamberi için de bu ‘istiva’ fiilinden, onu övmek ve methetmek üzere, bir nispet belirle­miştir: Arş isra yolculuğu yaptırılan peygamberlerin varabileceği en üst makamdır. Bu durum Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in bedeniyle isra yolculuğunu yaptığını gösterir. İsra rüya yoluyla gerçekleşseydi, isra olmaz ve bu makama ulaşmak övgü sayılamayacağı gibi Arapların böyle bir şeyi in­kâr etmesi de söz konusu olmazdı. Çünkü rüyada insan Allah Teâlâ’yı görme mertebesine bile erişebilir ki, bu, hallerin en üstünüdür. Rüyada nefis­lerin bu dereceye ulaşması mümkün değildir. Çünkü her insan, hatta her canlı rüya görebilir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem kendini övmek amacıyla -ki bunun delili bitiş edatı olan hatta gelmiş olmasıdırbunu bildirmiş ve kalemlerin cızırtısını duyabileceği istiva yerinde gözükecek şekilde yürü­tüldüğünü söylemiştir. Bu durum ‘Ona ayetlerimizden gösterelim (hatta) diye. O duyan ve görendir"07 ayetinde belirtilmiştir. Burada ‘o’, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e döner, çünkü yürütülen odur. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ayetleri gör­müş ve kalemlerin cızırtısını duymuştur. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ayetleri gör­müş, onlardan kulağın payı olanları da duymuştur, o pay sestir. Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem duyulanları ‘cızırtı’ kelimesiyle ifade etmiştir ki, o da sestir. Şair Nabia şöyle der:

Kalemlerin cızırtısını duydu Bu durum, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemde melekût âleminden bir güç kaldığını gösterir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem oraya -gören olması yönüyle değilduyan ol­ması yönüyle bedeniyle girmiş, kalemlerin seslerini duyma mertebesine

ulaşmıştı. Bunlar, Allah Teâlâ’nın âlemde yaratacağı hükümleri yazan kalemle­rin sesleridir. Kalemlerin mertebesi, Yüce Kalem mertebesinin ve Levh-

i    mahfuzun aşağısındadır, çünkü kalemin yazdığı şeyler değişmez. Lev­ha ise, silinmeden korunmuş anlamında ‘mahfuz’ diye isimlendirilmiş­tir. Dolayısıyla ona yazılanlar, silinmez. Bu kalemler ise, silinme ve is­pat levhasına yazılmıştır.' Bu durum ‘Allah Teâlâ dilediğini siler ve sabit kılar,m ayetinde belirtilir. Bu levhalardan şeriatlar, sahifeler, kitaplar peygam­berlere inmiştir. Bu nedenle şeriadarda nesih ortaya çıkar. Hatta bazen bir şeriattaki bir hükümde bile nesih gerçekleşebilir. Bu anlamda nesih, bir hükmün süresinin sona ermesi demektir, yoksa ortadan kalkması demek değildir. Böyle bir şey Allah Teâlâ hakkında imkânsızdır.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’iri elli vakit namazın durumu hakkında Hz. Musa ile Rabbi arasında gidip gelmesi bu makamla ilgilidir ve vardığı nihai yer burasıydı. Allah Teâlâ Muhammed ümmetinden o levhalara yazdığı na­mazlardan dilediğini kaldırmış ve onlardan beş vakit namazı geride bı­rakmış, namaz kılana ise elli vaktin sevabını yazmış, sonra peygamberi­ne ‘nezdinde hükmün değişmeyeceğini’ vahyetmiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem de Hz. Musa’nın yanından Rabbinin mertebesine dönmemiştir. Bu ya­zıdan, ecel belirlenmiş ve ömür takdir edilmiştir. Allah Teâlâ’nın kendi­sini ‘mümin kulunun canını alırken tereddüt göstermek’ ile nitelemesi bu levhalarla ilgilidir. Halbuki onun canını almaya hükmetmiştir. İlahi tereddüt diye ifade edilen bu ilahi hakikat, işlerde ve onlar hakkında hayrete düşme hususunda yaratılmışlara yayılmıştır, insan herhangi bir şeyi yapıp yapmamada tereddüt gösterebilir. Bu tereddüt sürer ve en sonunda tereddüt ettiği, işlerden birisi gerçekleşir. Böylelikle o şey var olur ve o işlerden birisi gerçekleşir, tereddüt kalkar. Bu gerçekleşen şey, tereddüt edilen hususlardan levhada sabideşen şeydir. Çünkü silinme levhasına yazan kalem, belirli bir şeyi yazar. Bu yazı, kulun aklına o işi yapmak düşüncesini düştüğü vakittir. Sonra yazı silinir. Allah Teâlâ onu siler ve şahsın zihninde o fiili yapmak fikri kaybolur. Bunun nedeni, gayb âlemindeki Levha’dan şahsın nefsine uzayan ince bir bağın bulunmayı­şıdır. Çünkü nefislere bu levhalardan uzayan ince bağlar, yazının ger­çekleşmesiyle meydana gelirken, silinmesiyle ortadan kalkar. Kalem levhadaki yerini silinmiş olarak gösterdiğinde, konuyla ilgili ‘yapma’ ve­ya ‘yapmama’ şeklinde başka bir şeyi yazar. Bu kez yeni yazıdan kendisi adına yazıldığı o şahsın nefsine bir bağ uzanır ve şahsın zihnine birinci­nin zıddı olan düşünce gelir. Hakk onu var etmeyi dilemişse, artık sil­mez; varlıkta kalırsa, onun bağı da şahsın kalbine ilişmiş olarak kalır ve sabideşir. Bu durumda o şahıs o işi yapar veya -levhada sabit olan du­ruma görebırakır. Şahıs o işi yaptığında veya yapmadığında fiili ger­çekleştiğinde, Hakk fiili hakkında hüküm vermiş olması yönüyle onu si­ler ve iyi bir amel sureti ya da gerçekleştiği şekilde kötü bir amel sureti olarak onu var kılar. Sonra kalem başka bir şeyi yazar ve iş böyle sürer. İşte kalemlerin yeri ve mertebesi burasıdır. Silmeyle görevli olan saygın bir melektir. Melek, Hakk’ın emrettiği üzere, yazılanı siler. Meleğe yaz­dıran da Allah Teâlâ’dır. Kalemler, ilahi nitelikten meydana gelir. Bu ilahi ni­telik, peygambere indirilen vahiyde ‘tereddüt5 diye ifade edilir. O ilahi hakikat olmasaydı, âlemde iki şey birbirinden farklılaşmaz veya herhan­gi bir insan bir konuda hayrete ve tereddüde düşmez, bütün işler, kesin bir şekilde gerçekleşirdi. Nitekim insanların içlerinde buldukları tered­düt de onlarda kesin bir şekilde bulunur. Çünkü âlem, hakikatler vasıta­sıyla korunmuştur. Gece ve gündüz yazmayı sürdüren kalemlerin sayısı, feleğin derecelerinin sayısınca üç yüz altmıştır. Her kalemin Allah Teâlâ’dan kendisine özgü bir bilgisi vardır. Bu kalemden o bilgi feleğin derecele­rinden belli bir dereceye iner. O dereceye yıldızlardan bir şey indiğinde -Ki onları sekiz felek yürüyerek kat eder-, bu derecede kendisine bu ka­lemden bırakılan bilgiyi alır. Kalem ona o yıldızın ruhaniyetinin gücü ölçüşünce bilgi biralar. Onun feleği bu güç vasıtasıyla hareket ederek eddsi unsurlara ulaşır. Bu durumda unsurun istidadına göre, onu kabul eder. Sonra bu etki, unsurlardan türeyenlere ulaşır. Onlarda Allah Teâlâ’nın di­lediği şeyler -kendiliklerindeki eksiklik ve noksanlığa göremeydana ge­lir. Eksiklik ve noksanlık, türeyenin cisminde veya güçlerinde, ruhunda bilgisinde, bilgisizliğinde, unutmasında, gafletinde, huzurunda, hatır­lamasında ve uyanıklığında olabilir. Bütün bunlar, Aziz ve Alim’in tak­diriyle gerçekleşir. Günler ise büyük feleğin hareketiyle gerçekleşir. Bir gündeki gece ve gündüz, güneş feleğinin hareketine göre çünkü o ha­reket, güneşin kapsamı altındadırgerçekleşen günlük büyük hareketin neticesidir.

Allah Teâlâ toprağı kesif yapmıştır, güneşin ışınları ona nüfuz edemez. Bunun nedeni, toprağın gölgesi olan gecenin varlığıdır. Bu nedenle gündüz bazı yerlerde uzar ve kısalır. Aynı zamanda gece de uzar ve kı­salır. Bu sayede bizim nezdimizde gece ve gündüzde artış gerçekleşir.

Yeryüzünün mamur bölgelerinde gerçekleşen bu gece ve gündüz saye­sinde feleklerin günleri sayıldığı gibi Rabbin günleri sayılır. Bu durum ‘Rabbinin nezdindeki bir gün saydıklarınızdan bin sene gibidir5109 ayetinde belirtilir. Kastedilen, bildiğimiz bu günlerdir. Biz ise, bazı bölgelerde gündüzün altı ay gecenin altı ay olduğunu biliriz. Söz konusu gün, o yere göre, bir gündür. Bu durumda o yerin bir günü, bizim saydıkları­mızdan üç yüz altmış gündür.    .

Allah Teâlâ peygamberinin (isra yolculuğu esnasmda) yazılarının sesini duyduğu kalemlerin mertebesini ilahi bilgiden açıklamış, kalemlerin kime yardım ettiğini, hangi ilahi hakikate dayandıklarını da açıklamış olduk. Onların ulvi âlemde melek, yıldız ve feleklerdeki etkilerini açık­ladık. Onların unsurlarda ve türeyenlerdeki etkilerini açıkladık. Bu bilgi, kalemlerin hükümlerinden meydana gelen garip sırları içeren büyük bir keşiftir. Bunlar, âlemde sürekli meydana gelen tesirlerle ilgilidir. Bunla­rın yazılması zorunludur. Yıldızların saçılması bu felekî cisimlerin bo­zulması, dünya hayatının tahrif olması ve mudular için mamurluğun yüce cennetlere -Ki oranın toprağı sekizinci feleğin arzıdırulaşması ge­rekir. Cehennem aşağıların aşağısıdır ve orası bedbahtların diyarıdır. Bu kitapta cennet ve cehennem bölümünde bu meseleyi açıklamıştık.

Yüce kaleme gelirsek, yüce kalem, her şeyi Levh-i mahfuz’a (ko­runmuş levha) yazar. O, kalemlerin neyi yazacağını ve sileceğini belir­ler. Bu levhalarda silinen ve silinmeyen şeyler Levh-i mahfuz’da sabit iken hükmü gerçekleştikten sonra bir şeyin meydana gelişi esnasmda o şeyin tespiti Levh-i mahfuz’dadır. Öyleyse Levh-i mahfuz (korunmuş levha), silinmeyen levhadır. Levh-i mahfuz, işlerin farklılığı ve tafsili olarak yazılan sonuçlarma göre, Yüce Kalem’in yardım ettiği levhadır. Bunlar, Aziz ve Alim’in takdiriyle gerçekleşir. Gerçek-ilahi keşif yoluyla kalemlerden velilerin kalplerine sahih keşifler temsil yoluyla (misali) ulaşır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme cennet bir duvarda temsili olarak gösterilmişti. Bu temsilin gerçek olduğunu söyledik, fakat yine de bir temsildir, çün­kü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, şöyle demiştir: ‘Öne çıktığımda, beni gördünüz mü?’ İstedim ki cennetten bir meyve alayım. Onu size getirseydim, dünya var olduğu sürece ondan yerdiniz.’ Cehennem gösterildiğinde, ateş kendisine değmesin diye kıblesinden geriye çekilmiştir. Orada ke­diye su verdiği için cennete giren kadını görmüştü. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bu müşahedeyi güneşin tutulması nedeniyle kılınan namazda görerek şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ namaz kılanın kıblesindedir.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem duvarın kıblesinde bulunması gibi cennet ve cehennemi kıblesinde görmüştür.

Bilmelisin ki, Allah Teâlâ’nın cennet ve ehline özgü bazı isimleri olduğu gibi cehennem ve ehline özgü isimleri de vardır. Namaz kılan kimse Allah Teâlâ’ya -O’nun zatı yönünden değilisimleri yönünden münacat eder. Allah Teâlâ’nın zatı, nicelik ve sınırlanmadan münezzehtir. Dikkatini çek­tiğim hususla Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in kıblesinde ve namazında sürekli Hakka niyaz ettiğini anlamalısın. Cennet ve cehennemi ve onlarda bulunanları müşahede etmek veya (cenneti görünce) öne çıkmak veya (cehennemi görünce) geriye gelmenin zahirde ve batında onu namaz kılmaktan uzaklaştırmamıştır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bütün bunları namaz kılarken bil­dirmiş, namazımız esnasında aklımıza gelen alış-veriş, almak ve satmak gibi fiillerimizin veya namaz kılarken insanın içinde ortaya çıkan olay­larda namaz kılanın düşüncesini harekete etmesindeki durumunu bil­dirmiştir. Hz. Ömer namazı esnasında orduyu (hazırladığını) düşün­düğünü söylemiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in namazında müşahede ettiği şey­leri bize bildirmesi, namazda böyle düşüncelerin bize emredilen namaza zarar vermediğini gösterir. Gerçelderi bilmeyen bazı fakihler, bunun böyle olmadığını zanneder. Hatta salihlerden bir kısmı bile, bütün bun­ların namazı bozduğunu ve insana Allah Teâlâ karşısında huzur halini kaybet­tirdiğini zanneder. Gerçek öyle değildir. Namaz kılanın namazda mü­şahede ettiği her olay gerçektir ve o namaz ile kastedilen şeyin ne oldu­ğunu bilen kimse için namazın bir parçasıdır. İnsanın kıblesinde bulu­nan duyulur şeyleri görmesi, onun namazını bozmaz ve -herhangi bir görüş ayrılığı olmaksızınkıblesindeki varlıkları ve onların hareketlerini görmesi, kendisini ‘namaz kılan’ olmaktan uzaklaştırmaz. Namaz kıla­nın namazda gözünü kapaması mekruh sayılmıştır. Basiret gözüne ve kalbine yansıyan böyle düşünceler ile içine gelen böyle durumların suretleri de Allah Teâlâ katındandır. Onun basiret gözü, duyu gözü gibi açıktır. Öyleyse her misal suretinde Hakk batınında ona tecelli ettiği gibi zahi­rinde de duyulurlarda kula tecelli eder. Dolayısıyla insanın basiret gö­züyle ve kalbiyle o şeyleri algılaması gerektiği gibi duyulurların suretlerin i de baş gözüyle algılaması gerekir. Duyulur şeyleri algılaması onu namaz kılmaktan uzaklaştırmaz. Bununla birlikte, yüzüyle kıbleye dönmesi emredilmiştir. Batındaki suretleri müşahedesi de kendisine emredildiği üzere Rabbine yönelmişken namaz kılmasını engellemez.

Bu yönelme, ibadete başlarken kendisinden talep edilen ‘niyet5 diye ifa­de edilmiştir. Gerçekleri bilmeyen kimse, bu durumun kendisine zarar vereceğini zanneder.

Bir insan Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in kulun abdest aldıktan sonra içinden konuşmadan kıldığı iki rekât namaz hakkmdaki hadisiyle delil getirmek isterse, o hadisin (konuyla ilgili) bir delil olmadığını söyleriz. Böyle bir insan, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in kast ettiğini anlamadığı gibi sözünü neyle sı­nırlamış olduğunu dikkatle incelemiş de değildir. Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem içinden konuşmasını kast etmiştir. Namaz lalanın gördüğü suretler ise, kalb gözüyle görülmüştür. Şâri gördüğü kimseyle değil, konuştuğu kimseye değinmiştir. Çünkü kişinin kalp gözünü Hakkın gösterdiği suretlere kapaması mümkün değildir ki? Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, İçişinin kendisiy­le konuşmasıyla hadisini sınırlamıştır. İnsan namazda Rabbiyle ya da namazında kendisine tecelli ettiği suret ile konuşursa, bu konuşma na­maza zarar vermez. Nitekim Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem istiğfardan söz eden bir ayet okuduğunda bağışlanma diler, talep ayeti geçtiğinde ayetin göster­diği şeye ulaştırmasını Allah Teâlâ’dan dilerdi. Bütün bunlar ise, onu namaz kılan olmaktan çıkartmazdı. Ya da kendisini namazdan çıkartacak yeni bir niyet oluşmazdı. Nitekim zahirinde kıble yönünden başka bir yöne de dönmezdi, insan yüzüyle kıbleyi değiştirmedikçe, namaza devam etmektedir veya namazından kendisini çıkartacak bir niyet olmadıkça, namazı sahih ve geçerlidir. Bu namaz Allah Teâlâ’nın kullarına ihsan ve rahme­tinin bir sonucu olarak makbuldür. Her insan Hakkın kullarına dönük hitabını ve bu hitapta onlardan neyi istediğini bilemez. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in onda birinden başlayarak yarısına varıncaya kadar zikrettiği na­mazın parçalı bir şekilde kabulüyle ilgili hadisi ise, sahih değildir. Sahih olsa bile, zikrettiğimiz görüşle çelişmez.

Bilmelisin ki, bu menzil değeri yüce ve üstün bir menzildir ve bundan doiayı Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e özgü büyük bir değer vardır. Bu ko­nudan zikrettiğimiz miktar, bu konuda düşünen ve basirede meseleye bakan için yeterlidir.

Şimdi menzilin içerdiği ilimleri zikredelim, çünkü kitabın bölümle­ri pek çoktur. Hepsinden söz edersek, söz uzar ve bu menzili öğrenmek isteyenin bilgi edinmesi güçleşir. Bilmelisin ki, bu menzil, icmal bilgisi­ni içerir. Allah Teâlâ’nın bilgisinde icmal olur mu? Yoksa Allah Teâlâ sonsuz eşyayı tafsili ye ayrıntılı olarak mı bilir? Bunlar, sonsuz şeylerdir. Bu menzil tafsil ilmini içerir ve icmal ve tafsil arasında bulunan bilgiyi içerir. Bu bilgi Allah Teâlâ’yı bilenlerin pek azının bilebildiği garip bir bilgidir. Çoğun­luk onu nasıl bilsin ki? Tedvinler bilgisi ve onun tertibi bu menzilden öğrenilir. Ücrederin ve onları Hakk edenlerin kim olduğu, bu menzilden öğrenilir? Onlar kullar diye isimlendirilmiştir. Niçin kul ücretli diye isimlendirilir? Böyle bir isimlendirme onun kendisinden meydana gelen fiille ilişkisi olduğunu ihsas eder. Bu durumda kiralama o nispetten or­taya çıkar. Efendiye hizmette yardım talebi buradan gerçekleşir. Acaba ücretten önce farz yükümlülüğü hangi yönden gerçekleşmiştir? Ücretli, kendisini ücredi yapana kadar (kiraya verene) yükümlü değildir. Kul ise, her zaman Efendisine itaade yükümlüdür. Hakk karşısında insan iki durumdadır: ya kulluk halindedir veya ücredidir. Kim kul olursa, na­maz, zekât ve diğer bütün farzlar ile yükümlüdür ve genel itibarıyla farzları yerine getirmede bir ücret yoktur. Aksine Efendisi ona -ücret olarak değilihsan yoluyla dilediklerini verir ki, bu, ücretten daha üs­tündür. Sonra Allah Teâlâ kuluna fiilen farz olmayan bir takım işleri yapmayı tavsiye eder. Bu tavsiye ve teşvik edilen ameller ise, ecirleri meydana getirir. Kul bu ameller vasıtasıyla Efendisine yaklaşırsa, onlara karşılık kendisine ücret verilir; yaklaşmazsa, onlardan dolayı yükümlü olmaz ve cezalandırılmaz. Kul bu durumda ücredi çalıştırılan yabancı gibidir. Onun için farz, kendi mukabili olan karşılık ve cezadır. Çünkü bu, Allah Teâlâ ile kulları arasındaki bir sözleşmedir. Nafileler ise, ücretlidir. Bunlar ‘Kulum bana nafile ibadederle yaldaşır, ta ki, onu severim, se­vince duyması ve görmesi olurum’ anlamındaki kutsi hadiste belirtilen husustur. Nafile kul için ilahi sevgiyi meydana getirir. Bu sayede Hakk, onun görme ve duyma gücü olur. İlahi sevgi ise, Hakkın duyması ve görmesi olacağı bir menzile kulu yerleştiren şeydir.

Buradaki illet şudur: Nafile ibadet yapan kul, ücredi çalışan gibi gönüllü kuldur. İnsan -arzusunun değilAllah Teâlâ’nın kulu olmayı tercih et­tiğinde, hiç kuşkusuz ki, Allah Teâlâ’yı arzusuna tercih etmiş demektir. Böyle bir kul, farz ibadederde gönüllülük kulu değil, zorunluluk kuludur. İşte bu kulluk, Efendisinin farz kıldığı işleri yerine getirmesini gerektirir. Zorunlu kulluk ile gönüllü kulluk arasındaki fark, ücretli çalışan ile kö­lenin çalışması arasındaki farkın benzeridir. Öyleyse esas itibarıyla köle olan birisinin  efendisinden bir şey Hakk etmesi söz konusu değildir.

Efendisi onu yedirir ve içirir, zorunlu ihtiyaçlarını karşılar. Dolayısıyla böyle bir köle, gece ve gündüz efendisinin evindedir. Bir işe görevlen­dirmeden, onun evinden ayrılmaz. Böyle bir kul, dünyada Allah Teâlâ karşı­sında olduğu gibi, kıyamette ve cennette Allah Teâlâ karşısında bulunur. Çünkü bütün o yerler, Efendisinin malı ve mülküdür. Allah Teâlâ o mekân­larda bir sahip ve malik olarak tasarrufta bulunur. Ücretlinin kendisi için belirlenmiş geçim, giyim, ücretinin dışında payı yoktur. O, efendi­sinin ve kendisini çalıştıranın haremine giremeyeceği gibi sırlarına ula­şamaz veya -izin verildiği ölçünün dışındamülkünde tasarrufta bulu­namaz. Çalıştırılma süresi bitip ücretini aldığında, çalıştırandan ayrıla­rak ailesiyle ilgilenir. O kişinin kendisini çalıştırandan talep edebileceği hakkı ve payı yoktur. Fakat mal sahibi ona hediye vermek kendisiyle oturup kalkmak gibi ihsanlarda bulunabilir. Böyle iyilikler ihsan kabilindendir. Ahiret hayatında gönüllü ibadet ondan kalkmıştır, ince dü­şünürsen, yüce bir makama dikkatini çektiğimi fark edersin. Bu ma­kamdan peygamberlerin -ki onlar bütünüyle Allah Teâlâ’ya adanmış kimseler­dir ve arzularının veya herhangi bir yaratılmışın onlarm üzerinde tasar­rufu yokturniçin şöyle dediklerini anlarsın: ‘Ücretim Allah Teâlâ’ya kalmış­tır.uo Bu ifadenin onların ilahi isimlerin hükmü altına girmeleriyle ilgili olduğunu öğrenirsin. Burada ücret ile çalıştırma gerçekleşir. Onlar, zo­runlu kulluk halindedir, fakat hakikatte zatın kullarıdır ve bu zatın mül­küdürler. İlahi isimler, eserlerinin kendilerinde ortaya çıkması için, on­larm var olmasını istemiştir. Dolayısıyla diledikleri herhangi bir ismin hükmü altına girebilirler. İlahi isimler bu durumu bilir ve bu nedenle onlar adına ücret belirlemişlerdir. Her ilahi isim, kuldan kendisine hiz­meti diğer ilahi isimlere tercih etmesini ister. İsim şöyle der: ‘Benim emrimin altına gir, sana şunu vereceğim.’ Efendisi, zat kulluğu yönün­den kendisine nida edene kadar, o ismin hizmetindedir. Sonra bütün ilahi isimleri terk ederek Efendisinin çağrısını yerine getirir. Efendinin emrini yerine getirdiğinde, tekrar dilediği isme döner. Bu nedenle insan nafile ibadet yapar ve farz kılınmış namazın yerine getirilişini duyana kadar ibadetini sürdürür. Farz namazı kılmadan, nafileler yasaktır. Efendisinin ve sahibinin farz kıldığı şeyi yerine getirmek için koşar. Bi­tirdiğinde, dilediği nafile ibadete başlar. Öyleyse kul bu meselede benzetme yaparsakpek çok evladı olan bir efendinin kölesine benzer. Köle zorunlu olarak efendisinin hükmü altındadır. Efendi bir şey em­rettiğinde, başkasıyla ilgilenmez. Emri tamamladığında ise, efendinin çocukları ondan hizmet bekler. Bu durumda köle, kendilerine hizmet etmede köleyi iştahlandıracak karşılığı da belirlemedir. Her çocuk, efendinin emrini yerine getirdiğinde, kölenin ona hizmet etmesini ister. Bu durumda köle bütünüyle kendisine hizmet etsin diye çocuklar birbiriyle yarışır. Köle ise serbesttir ve o esnada dilediği çocuğa hizmet ede­bilir. Öyleyse insan köle, Efendi Allah Teâlâ, çocuklar ise diğer ilahi isimler­dir. Köle, bir yorgun görüp ona yardım ederse, el-Muğîs (yardım eden) ilahi isminin etkisi altındadır ve el-Muğîs isminden yaptığı işe karşı be­lirlenmiş bir ücret kazanır. Zayıf birisini görüp ona karşı lütufkâr dav­randığında, el-Latif isminin etkisi altında olduğu anlaşılır. Aynı şey di­ğer isimler için geçerlidir.

Dostum! Rabbine ve efendine nasıl hizmet edeceğini böyle öğ­renmelisin. Kendin ve efendin hakkında doğru bir bilgiye sahip ol iti, bilgide derinleşen alimler ve ilahi hakimler (metafızikçiler) arasına gire­bil! Bu sayede yüce dereceyi resuller ve nebiler karşısında üstün bir mertebeyi elde edersin.

Bu menzil bütün ilahi isimlerle ahlaklanma bilgisini içerir. Burada ‘bütün’ derken, bilgisi bize ulaşanları kast etmekteyim. Temyiz bilgisi ve kulun ona nereden ulaşacağı, bu menzilden öğrenilir. Kul ile bu bil­giye ulaşma zamanının belirlenmesi, Allah Teâlâ ile kulları arasındaki üstün­lük ilişkisi bu menzilden öğrenilir. Bu üstünlük ‘Yaratıcıların en güzeli­dir’.‘Merhamet edenlerin en merhametlisidir’"2 gibi ayederde zikredilir. Acaba onların ortak özelliği nedir ki, Allah Teâlâ o yönde mükemmel olmak­tadır? Halbuki Allah Teâlâ ile yaratıkları arasmda karşılaştırma olamaz. Çün­kü Efendi kendisiyle mukayese edilemeyen ve karşılaştırma yapılamayan kimsedir. Herkes onun kölesidir. Dolayısıyla Efendi ile köle arasında köle olmak yönündenbir karşılaştırma olamaz. Aksine Efendi bütün faziletin sahibidir. Tasdik ehlinin mertebeleri, bu menzilden öğrenilir. Kâfirler, müşrik ve diğerlerinin yanında yalanlayanların mertebeleri, bu bu menzilden öğrenilir. Hangi ilahi ismin temenniyi istediği, bu men­zilden öğrenilir. Efendinin kölede istemediği nitelikler, kölenin efendi­nin nahoş bulduğu özelliklere girmesine yol açan sebep, bu menzilden öğrenilir. Köle sahip olduğu hakikat nedeniyle mi bunu istemiştir? Yoksa bu konu da, özel olarak, kâza ve kadere mi döner? Kalplerin ve alamederin bilgisi, isra yolculuğunun bilgisi ve bunların neyle ilgili ol­dukları, bu menzilden öğrenilir. Daha önce lcazü’l-beyan fi’t-tercüme ani’l-kuran adlı kitapta ‘Yaptıklarına karşı ısrar etmezler5113 ayetinden söz ederken bunu açıklamıştık. Dünya ve ahiretteki ceza, buradan öğrenilir. Biz onu ‘Din gününün sdhibi,u* ayetinin tefsirinde açıklamıştık. Takva bilgisi, furkan ve kuran bilgisi (ayrım ve birleştirme bilgisi), sıkıntı ve korku ve bunların neye döndükleri, bu menzilden öğrenilir. Deccal’in günlerinin bir sene, bir ay, bir hafta ve diğer günlerinin bilinen günler gibi olmasının hikmeti, bu menzilden öğrenilir. Acaba bu durum kor­kunun şiddetiyle mi ilgilidir? Çünkü üzüntü insana eşlik ettikçe büyür ve küçülür. Sürekli olup insana eşlik ettiğinde kolaylaşır. Öyle Ki, da­yakla cezalandırılan kimse, onu başlangıçta küçük bir miktar olarak his­seder. Darbe alan yer zedelendiğinde, artık onu hissetmez. Bedbahdarın Hakk ile yalnız kalması, bu menzilden öğrenilir. Bunun ne yararı vardır? Mekir, tuzak, hile, aldatma ve bunların mertebeleri ile sahipleri arasın­daki fark, bu menzilden öğrenilir. Sabrı bilmek, sabredemeyenin cezası, insanın ne zaman sabırlı olarak kabul edileceği, bu menzilden öğrenilir. İnayet bilgisi, seçilme bilgisi, salihlerin menzilleri, bu menzilden öğre­nilir. Bu, değerli ve üstün bir bilgidir ve peygamberlerden başka onu bilen görmedim. Bize bunun bilgisini ihsan eden Allah Teâlâ’ya hamd olsun. Biz o lütuf ve ihsanı, Allah Teâlâ’nın peygamberlerine ve indirilen şeriadarına tam hürmeti bize ihsan etmiş olmasından bildik. Onlara özgü iyiliğin bilgisi, bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ onun meyvesini devşirenleri bana bildirmiştir.

İnsanların yolundan habersiz kaldığı iyiliğin bilgisine ulaştıran yola dikkatini çektik. Onlar bu yolu dördüncü tabakada saymış, yolu ise, doğru bir çizgi olarak kabul etmişlerdir. Hakkın yolunun doğruluğu ise, daireseldir. Çünkü Sufıler, eşyada doğruluğunun anlamının ne ol­duğunu bilememiştir. Dairesel doğruluk, tam bir daire olmak demektir. Öyle ki, noktadan çıkan her çizgi, onun çevresindeki bütün çizgilere eşit uzaklıktadır. Nitekim dörtgen ve üçgenlerdeki doğruluk da, köşele­rinin eşitliği durumunda açılarının eşidiği şeklinde gerçekleşir: İki köşe­si eşit üçgendeki doğruluk, iki köşenin eşidiğidir. Öyleyse bir şey için doğruluk, vad edilcUği sebebin dışına çıkmamak demektir. Zat bilgisi bu menzilden öğrenilir. Mucize, keramet ve sihir arasındaki fark bu menzilden öğrenilir. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’

ÜÇ YÜZ ON YEDİNCİ BÖLÜM

Ibtila ve Onun Bereketlerinin Menzilinin Bilinmesi

Bu, kutbun solundaki imamın menzilidir.

Şaştım bir yere, yapmış ve düzenlemiş onu Saygın bir ruhu yerleştirdi ve sınadı onu

Onu var etmemiş biri gibi tahrip etti

Kim beni bir araya toplar, beni baki eder?                                       ,

O var ettiğini tam olarak bilir

Keşke bilseydim, kimdir onu bilen? .

Niçin o binayı var etmedi ve yapmadı Baki kalacak şekilde her daim

Helak Hakk edilecek bir iş yapmadım Ne kadar da yüce ve sağlamdır o

Bela eli bizde ve onda boş yere iş yaptı Bir zaman sonra onu reddetti ye yükseltti

Bu ruhu ona döndürdü ve düzenlendi (beden)

Ezeli olarak kalmak üzere Arş’ı üstüne

Onu Adn ve Huld cennetine varis kıldı inayetle Yerleştirdi Fidevs’e sonra Meva cennetine

Ey samimi dost ve candan arkadaş! Allah Teâlâ sana yardım etsin, bilme­lisin Ki: Ateş, toprak ve nur kaynaklı cisimleri yöneten ruhların hayatı, güneşin ışığına benzer. Dolayısıyla onlar için hayat ve canlılık, zati bir niteliktir. Her neyin üzerinde gözükürlerse, o şey canlanır ve kendile­rinde gözüken hayat onun üzerine yansır. Nitekim güneşin ışığı da ha­vaya, yere ve üzerine doğduğu her şeye yayılır. Buradan âlemin ruhu­nun kim olduğu, hayatını kimden aldığı öğrenilir. ‘Allah Teâlâ göklerin ve ye­rin nurudur’115 ayetinin anlamı da buradan öğrenilir. Sonra Allah Teâlâ kendi nuruna misal vererek, ‘O’nun nurunun benzeri, bir kandildir’ buyurdu. Bu ‘küt5 kelimesinden türetilmiştir. ‘Onda lamba vardır.’ Bu ise, ışık demektir ve benzetme sürmektedir. Ayetin anlamını kavrayan, Allah Teâlâ’nın âlemi nasıl koruduğunu öğrenir. Öyleyse ayet, İlah’ın meluh ile Rabbin merbub ile irtibatında Allah Teâlâ’yı bilmenin sırlarından biridir. Çünkü merbub (Rabbin kulu) ve meluhun (ilah’ın kulu) korunmasını Allah Teâlâ üstlenmeseydi, onu koruyacak ve varlığını sürdürecek birisi olmadığın­da hemen yok olurdu. Binaenaleyh Allah Teâlâ âlemden gizlenseydi, âlem yok olurdu. ez-Zâhir ismi bu hususta (âlemin korunmasında) sürekli hüküm sahibidir. el-Bâtın ismi ise bilgi ve marifet yönüyle hükümran­dır. Allah Teâlâ ez-Zâhir ismiyle âlemi baki kılarken, el-Bâtın ismiyle O’nu bi­liriz. en-Nur ismiyle ise O’nu görürüz.      ;

Bu bölümde insanın hayatını ele almak istiyoruz, çünkü bu bölüm, ‘ibtila’, yani sınanma konusunun ele alındığı bölümdür ve o, insan ve cinlerden bütün yükümlüleri içerir. İnsan ve cinlerin dışındakiler ise, ibadet ve yükümlülükte bizim gibi değildir. Öyleyse hayatı yönünden insan hakkında konuşmam, Allah Teâlâ’nın dışındaki herkes halckında konuş­mak demek olduğu kadar onun sınanması hakkında konuşmak da yü­kümlü bütün insan ve cinler hakkında konuşmak demektir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Arşı su üstündeydi/içindeydi.’116 Gerçi burada ‘ala’ edatı, içinde de­mektir. Yani Arş suyun içindeydi. İnsan da su içindeydi, yani ondan oluşmuştu. Çünkü su bütün varlıkların ilkesidir ve o ilahi hayatın Arş’ıdır. Allah Teâlâ her şeyi sudan canlı yarattı ve her şey canlıdır. Çünkü onlar, Allah Teâlâ’nın övgüsünü tespih edicidir, tespih ise, canlıdan meydana gelebilir. İlahi haberler, kuru ve yaş, donuk, bitki, toprak ve havadaki her şeyin canlı olduğunu bildirir. Bünlar, keşif ehli ile onlar gibi olma­yan keşif sahipleri ve iman ehli ile şeriatları kabul etmeyen ya da şeriat­lar geldiğinden onları farklı bir şekilde tevil ederek ayette kastedilenin ‘hal tespihi’ olduğunu iddia edenler arasında görüş ayrılığının bulundu­ğu konulardır. Duyunun algıladığına gelirsek, bir şeyin canlılığı hak­kında görüş ayrılığı yoktur. Görüş ayrılığı onun canlılık sebebi ve Rab­bini tespih etmesi hakkındadır. Acaba bu tespih neye döner? Çünkü tespihi canlı ve tespihi bilen akıllı yapabilir. İnsan ve cinlerin dışındaki canlılar ise, bizim ve keşif-gerçek iman sahiplerinin inandığından farklı düşünenlere göre akıllı değildir. Akıl ile kastım, bilgi demektir. Öyleyse burada Arş mülk demektir ve kane (idi) kelimesi, varlık ve durum bildi­rir. Bu durumda ayetin anlamı, mülkün suda mevcut olması demektir. Yani su, onun varlığının zuhur nedenidir. Öyleyse mülk için su bir he­yula gibidir. Allah Teâlâ’nın mülkü olan âlemin suretleri ise onda ortaya çık­mıştır. Bilgi ise, cevher ve nispederle sınırlıdır. Öyleyse cevherler vardır ve nispeder, var olmayan (ademî) akledilir şeylerdir. Allah Teâlâ’nın dışındaki her şey bu durumdadır.

Su hayatın aslıdır ve her şey canlıdır. Nispeder ise, ona tabidir. Allah Teâlâ su üzerinde yaratılmış arş ile ölüm ve hayatı ‘sınanmak’ fiilin­de bir araya getirerek, şöyle der: ‘Arşı su üstündedir ki, sizi sınasın.”17 Ya­ni sizi imtihan eder. Arş ise, daha önce de belirtildiği gibi, var olan var­lıklar ile var olmayan nispederden ibarettir. Başka bir ayette ise ‘Ölümü ve hayatı sizi sınamak üzere yarattı’"8 buyurur. Öyleyse hayat cevherlere ait iken ölüm nispedere aittir. Cisim için ruhun ortaya çıkması, o cis­min hayatı demektir ve bu durum, güneyin kendilerine gözüktüğü ci­simlerin aydınlanması için güneşin ortaya çıkmasına benzer. Ruhun ci­simden ayrılması ise, o cisimden hayatın yok olması demektir ki, ‘ölüm’ budur. O halde bir araya gelmek ‘hayat5 demek iken, ayrılık ‘ölümdür’. Bir araya gelme ve ayrılma ise, akledilir iki nispettir: Kendileri var ol­masa bile, onların görünen bir etkileri vardır.

Bilmelisin ki, insanda ve bütün canlılardaki güçler, ruha aittir. Du­yu gücü, hayal gücü, ezberleme, musavvire gücü ve ulvi-süfli bütün ci­simlere nispet edilen güçler gibi. Bunlar, ruhun varlığı ve o cisme hayat kazandırmasıyla meydana gelir. Özel bir gücün kendisinden meydana gelmesi yönünden cisimden yüz çevirmesiyle de, ortadan kalkar ve yok olur. Bunu anlamalısın! Ruh cisimden bütünüyle yüz çevirince, bütün güçler ve hayat da ortadan kalkar ki, ‘ölüm’ denilen şey budur. Söz geli­şi güneşin batmasıyla gece meydana gelir. Uyku ile tam bir yüz çevirme gerçekleşmez. Uyku sadece güçler sayesinde algıları araşma giren bu­harların perdesidir. Bununla birlikte, uyuyanda hayat bulunmayı sürdü­rür. Uyku esnasmda insanın durumu, yeryüzüyle araşma buludarın gir­diği güneşin ilişkisine benzer. Işık, tıpkı hayat gibi, var olmayı sürdü­rür. Bununla birlikte kendisiyle güneşin araşma yoğun buludarın girdi­ği yer, güneşin ışığım alamaz. Güneş yeryüzünün o bölgesinden ayrılıp gece geldiğinde, başka bir güneş ortaya çıkar ve orayı aydınlatır, o yer­de -daha önceki yerdeki gibigündüz gerçekleşir. İşte ruh da hayat se­bebi olduğu bedenden yüz çevirdiğinde, berzahtan ibaret olan belli bir surette tecelli eder. Böylelikle o suret berzahta kendisiyle hayat bulur. Nitekim Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem müminin ruhu hakkında ‘yeşil bir kuştur’ bu­yurur. Bu kuş orada ruh vasıtasıyla hayat bulan surettir. Söz konusu ruh ile daha önce beden hayat bulmuştu. Güneş ikinci gün üzerimize doğup ışığıyla varlıkları aydınlattığı gibi bu ruh da ahiret günü ölü ci­simler üzerine doğar ve ölü cisimler hayat bulur. İşte ‘tekrar diriliş’ ve ‘neşir5 bu demektir.

Bilmelisin ki, Allah Teâlâ suretleri boynuz tarzında yaratmıştır. Bu isim­lendirme, komşuluk veya sebep nedeniyle bir şeyin başka bir şeyin adıy­la isimlendirilmesinden kaynaklanır. Boynuz, bütün berzah suretleriniiı mahallidir. Ölümden sonra ruhlar o berzaha intikal eder ve uykuda da orada bulunurlar. Onun şekli, bir boynuza benzer: yukarısı geniş, aşa­ğısı âlemin şekli gibi dardır. Arşın genişliği ile yeryüzünün darlığı karşı­laştırılabilir mi? Güçler ruh ile birlikte uykuda ve ölümde bu surete gö­çer. Bu nedenle bütün güçler ile idrak etmesi, eşittir. Böylece gerçeği sana açıklamış olduk. Tenasüh fikrinde olanlar, buradan hareketle ya­nılmıştır. Çünkü onlar, peygamberlerin ruhların bu berzah suretlerine göçtüklerine dikkat çektiklerini görmüş veya duymuşlardır. Orada ruh­lar, ahlaklarının suretlerine göre bulunurlar. Hayvanlarda bu ahlakı gördüklerinde şu zanna varmışlardır: Peygamberler, nebiler ve alimle­rin kast ettikleri şey, ruhların dünya hayatında o hayvanlara göçmesidir ve ruhlar bu sayede kurtulurlar. Onlar, bu konuda bilinen görüşlerini zikretmişler, fakat peygamberlerin sözlerini ve indirilmiş kitaplarda bu konuda geçen ifadeleri yorumlamada ve incelemede yanılmışlardır. On­lar, uyuyan insanın durumunun görüşlerine yakın olduğunu görmüş, bu konuda vardıkları görüşe varmışlardır. Bu yanlış düşünceye ulaşma­ları, doğru bir sözü kötü yorumlamalarından kaynaklanmıştır. Bu du­rum, ‘Sizi sınamak üzere...’119 ayetinin anlamıdır. Yani ölüm ve amel ile akıllarınızı sınar. ‘Hanginiz daha iyi amel edeceksiniz.’ Yani ölüm ve ameli inceleyerek, ona dalmakla sınayacak. Böylece Allah Teâlâ, isabet edeni ve tenasühü kabul edenler gibi yamlanı görür. Bütün bunları, el-Hay, en-Nur, ez-Zâhir, el-Bâtın, el-Evvel ve el-Ahir isimlerine kesin kanıt yapmıştır. Bu sayede âlemin yaratıcısıyla ilişkisi ve onun kendi başına var olmadığı öğrenilir. Âlem, Allah Teâlâ’ya özü gereği muhtaçtır, bir an bile ondan ayrı kalamaz. Nispetlerin hükmü ise, cevherlerin varlığının sü­rekliliği nedeniyle, daimidir. ‘O, azizdir.’ Yani mertebesini yaratıkları­nın idrak etmesi veya bilgisinden herhangi bir şeyi ihata edilmesi müm­kün değildir. Allah Teâlâ, akılları kendi künhünü veya şanının künhünü idrak­ten perdelemiştir.

Dostum! Allah Teâlâ basiretini nurlandırsın, bütün cisimlerin hayatının kendilerini yöneten ruhlara ait olduğunu öğrendin. Ruhların cisimler­den ayrılmasıyla ise, ölüm gerçekleşir ve cisimlerin nizamı bozulur. Çünkü kendilerini tutan güçler, yönetici ruhun ayrılmasıyla ortadan kalkmıştır. Allah Teâlâ o ruhu bedenleri yönetmekle görevlendirmişti. Bilme­lisin Ki, bütün eşyada hayat, iki türlüdür: Birisi, bir sebepten meydana gelir ki, zikrettiğimiz hayattır. Biz onu ruhlara nispet ettik. Diğeri, bü­tün cisimlere ait plan zati hayattır. Misal olarak, ruhlarm ruhlar için olan hayatını verebiliriz. Fakat ruhların hayatının etkisi, ışıklarının ken­dilerinde yayılması ve zikrettiğimiz güçlerin ortaya çıkmasıyla yönetilen cisimlerde ortaya çıkar. Cisimlerin zati hayatı ise öyle değildir, çünkü cisimler, yönetici olarak yaratılmamıştır. Onlarm hayatta kalması, yok olması mümkün olmayan hayatlarıyla gerçekleşir. Bu hayat, cisimler için bir varlık niteliğidir ve onun sayesinde sürekli rablerini tespih eder­ler. Ruhlarm onlarda bulunup bulunmaması, durumu değiştirmez. Ruhlar onlara sadece tespihteki geçici bir yapı kazandırır. Ruh beden­den ayrıldığında, o özel zikir de kendisinden ayrılır. Bu, bizim aramızda duyulan ve görülen tespih veya başka bir şekilde bilinen sözdür. Keşif sahibi bütün cisimlerdeki zati hayatı algılar. Herhangi bir cisme tesadüf ettiğinde, onu nizamından çıkartan bir durum olur. Misal olarak bir kabın ya da taşın kırılmasını veya ağacın kesilmesini verebiliriz. Bu du­rum insan elinin veya ayağının kesilmesine benzer ve onu yöneten ru­hun hayatı kendisinden ayrılırken zatî hayatı onda kalır. Çünkü âlem­deki her suretin yönetici bir ruhu ve zatî hayatı vardır. Ruh öldürülen kimsede bulunduğu gibi suretin ortadan kalkmasıyla ayrılır. Suret de o ruhun ortadan kalkmasıyla ayrılır. Misal olarak, yatağında ölen boynu vurulmamış birini verebiliriz. Cevherdeki zatî hayat ise yok olmaz. Allah Teâlâ’nın bazı yaratıkların gözlerini kendisinden perdelediği zatî hayat ile kıyamet günü deriler, diller, eller ve ayaklar insanlara karşı şahitlik ede­cektir. Öte yandan bu hayat vasıtasıyla ahir zamanda insanla ayakkabı­sının bağı konuşacak, sahibine ailesinin evde yaptığı işleri haber vere­cek, ahir zamanda ağaç bu hayat vasıtasıyla konuşacaktır. Öldürmek üzere Müslümanlar kendilerini ararken ardına gizlenen Yahudileri ağaç bildirecektir. Ağaç, Yahudi’yi arayan Müslüman’ı gördüğünde, ‘Ardım­da Yahudi var, gel onu öldür’ diyecektir. Zarkat ağacı ise öyle yapma­yacak, ardına saklanan Yahudi’yi gizleyecektir. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem onu lanetlemiştir. Burada bazı iyi ahlak sahiplerinin zannettiği gibi, ağaç kendisine sığınan kimseye karşı iyi davranmıştır denilemez. Bilinmesi gerekir ki, Allah Teâlâ’nın hakkı yerine gelmeye daha layıktır ve Allah Teâlâ karşısında saygılı davranmak, her müminin vazifesidir. Bakınız! Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah Teâlâ’nın dininde bağışlama duygusu sizi cezalandırmaktan engellemesin.’12ü Eşyadaki bu hayat, zatî hayattır, çünkü ö, varlıklara dö­nük ilahi tecellidir. Çünkü Allah Teâlâ bütün eşyayı kendisini bilsinler ve O’na ibadet etsinler diye yarattı. Yaratıklarının O’nu bilmesi ise, Allah Teâlâ’nın kendilerine tecellisiyle mümkün olabilir ve bu sayede Allah Teâlâ kendi­sini eşyaya tanıtır. Çünkü yaratılmış, (kendisi bildirmeden) Yaratıcısını tanıma gücüne sahip değildir. Nitekim Allah Teâlâ ‘Ona katımızdan bilgi ver­dik121 buyurur. Tecelli, sürekli ve devamlıdır ve bütün varlıklara gözü­kürken melekler, insan ve cin ise bunun dışındadır. Onlar için sürekli tecelli, diğer donuk ve bitkilerde olduğu gibi, görünür bir konuşması olmayan şeylerdedir.

Konuşma ve içindekini ifade gücü verilen kimselere olan tecelliye gelirsek, bunlar, melekler, insanlar ve yönetici ruhları ve güçleri yönün­den cinlerdir. Onlara yönelik tecelli, gayb perdesinden gerçekleşir. Öy­leyse meleklerin Allah Teâlâ’yı tanıması, tecelliyle değil, Hakkın kendisini ta­nıtması yoluyla gerçekleşir. İnsan ve cinlerin bilgisi de, düşünme ve is­tidlal yolunu kullanmakla gerçekleşir. Onların cisimlerinin ve diğer ya­ratıkların bilgisi ise, salt ilahi tecelli sayesinde gerçekleşir. Çünkü bütün yaratıklar, gizleme özelliğinde yaratılmıştır ve onlara ifade aracı veril­memiştir. Hakk bu makamı -yükümlülere merhamet ederekgizlemeyi murad etti. Bunun nedeni, ezeli bilgisinde onları yükümlü olacağının takdir edilmesidir. Onlar hakkında günahlar ve -bir kısmı için deken­dilerine yaraşmayan hususlarda itiraz etmek takdir edilmiştir. Bu kısma misal olarak ‘Yeryüzünde bozgunculuk yapacak birisini mi yaratacaksın?"22 dediklerinde melekleri verebiliriz. Adem ile meleklerin kıssasında bu durum zikredilmiştir. Bu nedenle onlardan gerçek gizlenmiştir. Melek­ler kaza ve kaderin gereği olarak tecelli ve müşahedeye sahip oldukları halde asi olsalardı, büyük bir saygısızlık ve hayâsızlık ortaya çıkar, şid­detle cezalandırılırlar, böyle bir durumda rahmet hiçbir zaman onlara


ulaşmazdı. Melekler hakikat kendilerinden örtünmüş olduğu halde asi olunca, mazerederi olabilmiştir. Bu nedenle gaflet, Allah Teâlâ’nın rahmetinin gereği olmuştur. Bu itibarla Allah Teâlâ, itiraz edildiğinde delil getirebilsinler diye, gafleti ve unutmayı kulları için bir rahmet olarak yarattı. Bu ne­denle Allah Teâlâ, yaratıkları arasından sadece melekleri, insanları ve cinleri yükümlü tuttu, çünkü onların dışındakilerde tecellinin sürekliliği, ken­dilerine sürekli ve zatî hayatı vermiştir. Tespihleriyle onların ilişkisi, ne­feslerimizle bizim ilişkimiz gibidir. Biz nefes alırken herhangi bir güç­lük çekmeksizin peş peşe nefes alırız. Hatta nefes rahadamamızın sebe­bidir. Öyle ki, nefes olmasaydı, hemen ölürdük. Bakınız! Boğulan insan nefesinin dışarı çıkması engellenince, ölür ve acı duyar. İşte her şeyin tespihi -gerçeği anladıysanböyledir. O halde Hâk gerçekte âlemi yöne­tendir. Nitekim Allah Teâlâ ‘O işi yönetir, ayetleri tafsil eder123 buyurur. Burada ayeder, birliğine delil olan şeyler demektir. Allah Teâlâ yaratılmış her şeye yaratıcısının birliğine özgü bir delil vermiştir. Şair şöyle der:

Her şeyde bir ayet var

O’nun/onun bir olduğunu gösterir

Bunlar, Allah Teâlâ’nın tafsil ettiği ve kendilerini yarattığı özelliğe göre yaratıklarına böldüğü ayederdir. Binaenaleyh Allah Teâlâ, âlemin ruhu, duy­ması ve görmesi ve dilidir. Alem O’nun vasıtasıyla duyar, O’nunla tu­tar, O’nunla konuşur, O’nunla yürür. Çünkü yüce ve azim Allah Teâlâ’dan başka güç ve kudret sahibi yoktur. Bu durumu sadece nafile ibadederle Allah Teâlâ’ya yaklaşan bilebilir. Nitekim sahih-kutsi hadislerde bu durum şöy­le belirtilir: ‘Kul nafile ibadederle Allah Teâlâ’ya yaklaştığında, Allah Teâlâ onu se­ver. Onu sevince, görmesi, duyması ve eli olur.’ Başka bir rivayette ‘Onun için duyma, görme ve desteklenmiş el olurum’ denilir. Burada ‘küntü (oldum)’, gerçeğin öyle olduğunu, kulun ise bunun farkında olmadığını gösterir. Öyleyse bu yakınlığın kula verdiği keramet, Allah Teâlâ’nın onun duyması ve görmesi olduğunu bilmek ve keşfettirmektir. Kul kendi gücüyle duyduğunu zannediyordu, halbuki Rabbi vasıtasıyla duyar. Nitekim insan hayattayken -kendi zanmncaruhu nedeniyle du­yar. Bunun nedeni, insanın bilgisizliğidir. Gerçekte insan, sadece Rabbi vasıtasıyla duyar. Bakınız! Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem kabirdeki insanlar hakkında şöyle demişti: ‘Siz onlardan daha iyi duyan değilsiniz.’ (Sonra kabirdekilere hitaben) ‘Rabbinizin vaat ettiği şeyin gerçek olduğunu gördünüz mü?’ demiştir. Halbuki onlar gömülmüşlerdi. Her bir yaratılmış duyar, fakat onlar, bildikleri ve duydukları şeyi aktaramama özelliğinde yara­tılmışlardır. Bu hayat, ölülerin diriltilmesinde, alışkanlıkların aşılması vesilesiyle yaratıklara gözüken hayattır. Misal olarak Hz. Musa’nın ine­ğini vb. şeyleri verebiliriz. Öyleyse Hakk için ez-Zâhir ismi -ki âlem de­mektir-, ruh ve el-Bâtın ismi karşısındaki beden gibidir. Halbuki hayat ve canlılığın onlarla ilişkisi, varlıklardan gizlenmiştir. Hepsiyle birlikte, insan meydana gelir. İnsanın tanımı, ‘düşünen canlı’ demektir. Öyleyse canlılık, onun görünür suretidir. Çünkü canlılık, besleme ve duyumsa­yan cisme karşılık gelir. Fakat o, ibare âleminde veciz; anlatmak üzere, daha sınırlı bir şey anlamında kullanılmıştır. Çünkü o, delil olma ona denktir. İnsan anlamı yönünden konuşan iken manası zikrettiğimizdir. Öyleyse bize göre bütün âlem -ki o Allah Teâlâ’nın dışındaki her şeydircanlı ve konuşandır. Fakat cisimleri, gıdaları ve duyuları birbirinden farklıdır. Öyleyse insan, hayvani sureti yönünden gözükürken, zati hayatı bakı­mından gizli ve bâtındır. Bu hayat, varlığı sürekli ilahi tecelliden mey­dana gelir. Öyleyse varlıkta Allah Teâlâ, isimleri ve O’nun fiillerinden başka bir şey yok! ‘O, Evveldir (ilk).’ Bu, ez-Zâhir isminden kaynaklanır. ‘‘Ahirdir.'"24 Bu da el-Bâtın isminden kaynaklanır. Bütün varlık, haktır ve varlıkta batıldan bir şey bulunmaz. Çünkü ‘batıl’ sözünden anlaşılan, yokluktur ve sahibinin iddia edeceği bir varlık yoktur. Böyle olmasaydı, yaratıklar kendi başlarına fiil sahibi olabilir ve ilahi iktidar bütün müm­künleri içermez, imkân özelliklerini kaybederlerdi. Gizlenmeyen ve hep zuhur eden Allah Teâlâ, münezzehtir! Zuhur etmeyen gizli Allah Teâlâ da münez­zehtir! Yaratıkları kendisiyle kendini bilmekten perdelemiş, zuhurunun şiddetiyle onları köreltmiştir. Onlar, inkâr eden, kabul eden, gidip ge­len, şaşıran, doğru yapan ve yanılanlardır. Hamd bize böyle bir müşa­hedeyi ihsan eden Allah Teâlâ’yadır. O, bu hakikatleri bizim gözlerimize gös­termiştir. Bizim gözümüz sadece Allah Teâlâ’yı görür. Biz O’na dayanırız. ‘Allah Teâlâ’tarı başka ilah yoktur. O, aziz ve hakimdir.’125

Bu hususta ima ettiğim hususun gerçeğini öğrenmek isteyen kim­se, gölge oyununa ve onun suretlerine bakmalıdır. Küçük çocuklara gö­re, o suretlerde konuşan kimdir? Onlar, önlerine konulmuş gölge per­desiyle o şahısları oynatandan uzaktırlar. İşte âlemin suretlerindeki du­rum da öyledir, insanların çoğu bizim var saydığımız küçük çocuklar gibidir. Böyle yaparsan, onlara kimin geldiğini öğrenirsin. Gölge oyu­nunda küçük çocuklar sevinir ve neşelenir. Gafiller ise, onu bir oyun ve eğlence edinirken alimler ondan ibret alarak Allah Teâlâ’nın o oyunu bir misal olarak ortaya koyduğunu bilirler. Bu nedenle işin başında ‘vassaf (anla­tan)’ diye isimlendirilen şahıs ortaya çıkarak bir konuşma yapar. Ko­nuşmasında Allah Teâlâ’yı yüceltir ve över, sonra perdenin ardından gözükecek her suretteki sınıflar hakkında konuşur. Böylelikle oradakiler Allah Teâlâ’nın bu örneği kulları için ortaya koyduğunu öğrenir. Allah Teâlâ söz konu­su örneği kulları ibret alsın ve şunu öğrensinler diye ortaya koymuştur: Âlemin Allah Teâlâ karşısındaki durumu, kendilerini hareket ettiren karşısın­daki bu suretlerin durumu gibidir. Perde ise, yaratıklarda hüküm sahibi kader sırrının perdesidir. Bütün bunlara rağmen gafiller onu bir oyun ve eğlence edinir. Bu durum ‘Dinlerini oyun ve eğlence edinenler..:'26 aye­tinde belirtilir. Sonra anlatıcı kaybolur ki o, aramızda var olan ilk kimse gibidir. Anlatıcı (vassaf), Âdem’dir. Onun kaybolması ve gizlenmesi, Rabbinin katında perdenin çekilmesi gibidir.

‘Allah Teâlâ, doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’

ÜÇ YÜZ ON SEKİZİNCİ BÖLÜM

Muhammedi Şeriat veya Muhammedi Olmayan Şeria­tın Nefsanî Gayelerle Geçersiz Kılınması Menzilinin Bilinmesi

-Allah Teâlâ ihsanıyla bizi ve sizi böyle davranışlardan korusun.-

Nefsimden ayrıldığımda, var olur                                                '

Güzellikte bir benzeri, maddesiz                                           

Güzellik, yücelik ve paha sahibi

Şeriat deliliyle, ondan kötülük meydana gelmez


Sanki güneş o yücelikte

             Sanki görme o eserde

Şibli’yi yanında aslanla gören Geniş çenesinden dişleri görünmekteydi

Ondan çekinir, korkar ve kaçar

Her tür kötülüğü ve hainliği arar                                                   

Razı olduğu işlerde azap çekmeye başlar Sabır için sabır ve haz alır bundan

Güzel bir sözle ifade etmelidir Böyle olup sonra kötülerden olma

Kullar Hakkı görmez Harften bir anlamı görmedikçe

Onu gördüğünde onunla var olur Âlemi yoksul görür

Allah Teâlâ’nın rahmeti âlemlerine Yaratıkları kendisine çağırır ve toplar

Ey samimi dost, bilmelisin ki: Abdullah b. Abbas’tan şöyle bir ha­dis aktarılır: Adamın biri iffeti hususunda bir sıkıntıya düşmüş, Abbas’a gelerek, kendisini bu sıkıntıdan kurtarmasını isteyerek şöyle demiş: ‘İbn Abbas! Sana geldim ki, beni bu dertten kurtarasın.’ Abbas şöyle demiş: ‘Allah Teâlâ’nın haram kıldığı bir şeyi helal yapmaktan Allah Teâlâ’ya sığınırım. Allah Teâlâ Müslümanların ırzlarını haram kıldı, onları helal yapamam. Fakat Allah Teâlâ seni bağışlayabilir.’ Bu tasarrufun ne kadar sırlı ve bu bilginin ne kadar güzel olduğuna bakınız! İnsanın yapılması mubah bir konuda yapma­maya veya yapmaya yemin etmesi de, bu konuyla ilgilidir. Allah Teâlâ yemin etmeyi şeriatta zikretmiştir. Fakat bu, bir aldatma ve Hakkm tuzağıdır. Allah Teâlâ’nın kendilerini uyararak koruduğu kimseler ise, bu aldatmadan uzaktır. Binaenaleyh Allah Teâlâ’dan başka Şâri yoktur. Allah Teâlâ peygamberine şöyle der: ‘İnsanların arasında Allah Teâlâ’nın sana gösterdiği şeye göre hüküm ver.’127 ‘Kendi görüşüne göre’ dememiştir. Aksine Allah Teâlâ, Hz. Aişe ve

Hz. Hafsa’nın tartışması nedeniyle kendisine yasaklama getirdiğinde, peygamberini uyarmış ve şöyle demiştir: ‘Ey Peygamber! Allah Teâlâ’nın sana helal kıldığı şeyi için haram yaparsın? Bununla eşlerini memnun etmek istersin.’128 Bu davranış, Peygambere nefsinin gösterdiği davranıştı. Öyleyse bu durum, 1Allah Teâlâ’nın sana gösterdiği şeye göre...’129 ayetiyle kast edilenin kendi görüşü değil, Allah Teâlâ’nın ona vahyettiği bilgi öldüğünü gösterir. Din görüşe bağlı olsaydı, peygamberin görüşü bütün görüş sahiplerinden üstün olurdu. Nefs kaynaklı düşüncesinde peygamberin durumu böyleyse, masum olmayan insanın görüşü nasıl olabilir ki? Böyle biri, doğ­rudan daha çok hataya yalandır. Öte yandan bu durum, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in zikrettiği içtihadın, gerçekleşen bir meselede hükmü belirlemek için (şeriattan) ‘delil aramak’ anlamına geldiğini gösterir. Yoksa içtihat, bir konuda hüküm koymak amacıyla yapılmaz. Çünkü öyle bir hüküm koymak, Allah Teâlâ’nın izin vermediği bir teşri salahiyetidir (yasa koyuculuk).

Kadı Abdulvahhab el-Ezdi İskenderi Mekke’de 599’da bana şöyle demişti: ‘Ölümünden sonra bir insanı rüyamda görmüştüm. Ona neyle karşılaştığını sorduğumda, bana bazı şeyler anlattı. Birisi de şuydu; ‘Or­taya konulan ve kaldırılan kitaplar gördüm. Bunların ne olduğunu sor­dum. ‘Hadis kitaplarıdır’ denildi. Ortaya konulanların ne olduğunu so­runca, ‘Onlar da düşünce kitaplarıdır, ta Ki mensupları onlardan sorgu­ya çekilsin’ denildi. Bu konudaki hesabın güç olduğunu gördüm.’

Allah Teâlâ razı olduğu işleri yapmayı sana nasip etsin, bilmelisin ki: Şe­riat, beyaz yol, muduların yolu ve muduluk caddesi demektir. Onun üzerinde yürüyen kurtulurken onu terk eden helak olur. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e ‘Bu benim doğru yolumdur130 ayeti indiğinde, toprağın üzerine bir çizgi, sağına ve soluna da pek çok çizgi çizmiş, sonra parmaklarını çiz­ginin üzerine koyarak şu ayeti okumuştu: ‘İşte benim doğru yolum! Ona uyun başka yolara uymayin.’131 Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, çizginin sağında ve so­lunda bulunan diğer çizgilerin üzerine elini koyarak, ‘O yollar sizi Allah Teâlâ’nın yolundan ayırır132 ayetini okumuş, ‘O’nun yolu’ ifadesiyle doğru yola işaret etmiştir.

Mağrib’te Bahr-ı muhit’in kenarında Sela şehrinde -ki oraya kara­nın bittiği yer denilir ve ardında kara yokturinsanların genelinden salih ve büyük bir insan gelerek şöyle demişti: ‘Rüyamda beyaz yolu (şeriat) gördüm. Üzerine bir ışık vuruyordu. Yolun sağından ve solun­dan bir takım bahçeler, yollar ve vadiler gördüm. Hepsi darlıkları, bo­zukluğu, dikenlerinin çokluğu ve karanlıkları nedeniyle yürünmeyecek durumdaydı. Bütün insanların o yollara üşüştüklerini, beyaz ve açık yo­lu terk ettiklerini gördüm. Beyaz yol üzerindeyse, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ve yanındaki azınlık bir grup vardı ve ardında bulunanlara bakıyordu. Bir anda cemaatin gerisinde kaldı. Fakat cemaatte şeyh Ebu İshak İbrahim b. Karkur -ki muhaddistir ve hadiste fazilet sahibi bir üstat idi, ben oğ­luyla bir araya gelmiştimRasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in şöyle dediğini anlamış: ‘İnsanlara yola dönsünler diye bağır.’ İbn Karkur yüksek sesle insanlara bağırmış. Fakat ne davetçi ne davete uyan vardı. ‘Yola gelin.’ Aktaran şöyle demiş: ‘Kimse ona karşılık vermemiş, bir kişi bile yola dönmemiş­ti.’

Bilmelisin ki, arzular nefislere baskın gelmiş, alimler nefisler üze­rinde hüküm sahibi olmak istemiş, beyaz yolu terk etmiş, uzak tevillere saparak, hükümdarların arzularına uymuşlardır. Hükümdarlar arzuları­na uyarken şer’î bir delile dayanmak istemişlerdir. Kendisine şer’î fetva­yı veren fakih ise, hükümdarın görüşüne inanmaz ve o fileri kabul et­mediği halde, (fetva verir). Onlarm arasında kadı ve fakihlerinden böyle davrandığı bir grup görmüşüm. Bana, aramızda böyle bir hususta ko­nuşmanın geçtiği hükümdar Gazi b. Melik en-Nasır Salahaddin Yusuf b. Eyyub bildirdi: Bir kölesini çağırıp şöyle demişti: ‘Bana Harmadan’ı çağır.’ Ben de ‘Niye çağırıyorsun?’ dediğimde, şöyle cevap verdi: ‘Sen benim ülkemde ve memleketimdeki yanlışlıkları ve haksızlıklara tepki gösteriyorsun. Allah Teâlâ’ya yemin olsun ki, ben de senin inandığın gibi ina­nıyorum. İnanıyorum ki, bunların hepsi yanlış! Fakat Allah Teâlâ’ya yemin ol­sun ki, bu konudaki yanlışların her birine bir fakih fetva vermiştir.’ Sonra elini üzerine koyarak, ‘Allah Teâlâ’nın laneti böylelerinin üzerine olsun, bana böyle fakih fetva verdi’ diyerek, kendi görüşünce dini konularda ve zahidikte Şehrindeki eh değerli fakihin adını verdi. O fakih, orucun bizzat Ramazan ayında farz olmadığını, farz olanın herhangi bir ayda orucun tutulması olduğunu ileri sürmüştü. Hükümdar şöyle dedi: ‘İçimden onu lanededim, fakat kendisine söylemedim. Bahsettiğim kişi falandır’ diyerek adını verdi. Allah Teâlâ hepsine merhamet etsin!

Bilmelisin ki, Allah Teâlâ şeytana hayal mertebesine girme gücü vermiş, hayal mertebesinde kendisine bir otorite vermiştir. Şeytan bir fakihin arzusuna uyarak, Allah Teâlâ nezdinde nahoş bir işe yöneldiğini görünce, ona garip bir teville amelini süsler. Bu sayede kendi aklınca güzel bulacağı bir yönü o fiilde fakihe gösterir ve şöyle der: ‘Birinci nesil kendi görüş­leriyle Allah Teâlâ’ya ibadet etmiş, alimler hükümlerde kıyas yapmış, eşyanın illetlerini çıkartmışlar, onları elemişler ve hakkında susulan konularda nas bulunan hususlarda verilen hükme göre hüküm vermişlerdir. Bunu ise, her ikisini birleştiren illete göre yapmışlardır. İllet, onun istinbatının bir neticesidir.’ Şeytan fakihe yolu hazırladığında, fakih ar­zusuna ve şehvetine -kendi inancına göreşeri bir yoldan yönelir. İşte fakih, kendisinin veya hükümdarın nefsanî arzusunun bulunduğu bütün konularda böyle hareket ederek, peygamberin hadislerini reddeder ve şöyle der: ‘Keşke bu hadis sahih olsaydı!’ Hadis sahih ise, bu kez şöyle der: ‘Keşke onunla çelişen başka bir rivayet bulunmasaydı. O rivayet bu sahih hadisi nesheder. Nitekim Şafiî bunu nesheden hadisi benimsemiş­tir. Onu nesheden başka bir rivayet olmasaydı, Şafiî onu kabul ederdi.’ -Ya da Hanefî ise‘Ebu Hanife onu kabul ederdi.’ Bütün bu imamların tabilerinin görüşleri böyledir. Onlar, hadisi kabul etmenin ve ona bağ­lanmanın saptırıcı olduğunu, zorunlu olanın verdikleri hükümlerde bu ve benzeri imamları taklit etmek olduğunu ileri sürmüşlerdir. Onların görüşleri hadislerle çeliştiğinde ise, yapılması gereken iş, onların görü­şüne dönmektir.’ Bu insanlara şöyle denilir: İmam Şafiî’nin şöyle değdi aktarılır: ‘Benim sözümle çelişen bir hadis gelirse, benim sözümü duva­ra atın ve hadisi alın. Benim yolum, hadise uymaktır.’ Ebu Hanife’nin arkadaşlarına şöyle dediği aktarılır: ‘Delilimi bilmeden sözüme göre fetva vermek, haramdır.’ Bu rivayeüer bize Hanefilerin rivayet yolun­dan veya -Şafiî’yle ilgili rivayederonların rivayet yolundan ulaşmıştır. Aynı şey, Maliki ve Hanbelîler için söylenebilir. Öyleyse konuşma ala­nında onlarla tartıştığımızda, susar ve kaçarlar. Mağrib’te ve Maşrık’ta defalarca bu hadiseyi yaşadık. Gerçekte onlardan hiç birisi, mezhebine bağlı olduğunu iddia ettiği İmam’ın mezhebine bağlı değildir. Binaena­leyh (taklitçilik yaparken) şeriat, arzular nedeniyle geçersizleştirilmiştir.

Rivayeder güvenilir kitaplarda yazılmış, bu rivayeder, tarih kitapla­rında eleştiri süzgecinden (cerh ve tadil) geçirilmiş bir halde bulunmuş, isnadarı başkalaşma ve değişmeden korunmuştur. Bununla birlikte on­larla amel terk edilmiş, insanlar kendi görüşleriyle ilgilenerek, güvenilir haberlerle çeliştiği halde önceki insanların fetvalarıyla ibadete yönelmiş­lerdir. Böyle bir durumda, hadislerin varlığıyla yokluğu arasında bir fark kalmamıştır. Çünkü hadisler hükümsüz bırakılmıştır. Bundan daha büyük nesih olabilir mi? Bu konuda onlardan birisine söz söylersen, şöyle diyecektir: ‘Mezhebimiz böyle diyor!’ Allah Teâlâ’ya yemin olsun ki, bu görüşteki bir insan yalancının tekidir! Çünkü mezhep sahibi ‘Benim sö­züm hadisle çelişirse, hadisi al ve sözümü duvara at’ demiş, ‘benim yo­lum hadistir’ diye eklemiştir. Taklitçi insan insafla davransaydı, kendi­siyle çelişen bir hadisin varlığı nedeniyle İmam Şafiî’nin mezhebini terk eden kimse, gerçekte onun mezhebinde sayılırdı. Allah Teâlâ hepsinin elinden tutsun!

Bu mesele anlaşıldıktan sonra, bilinmelidir ki: İnsan maksadını kü­çümseyip kendinden yüz çevirir ve Rabbini (nefsine) tercih ederse, Allah Teâlâ onun için ilahi hidayet sureti tarzında (kendi görüşüne karşı) bedel verir. Böylelikle insan, nur yollarında yürür. Bu bedel, peygamberin ge­tirdiği şeriat ve resulünün resullüğüdür. Peygamber, Rabbinden ona muduluğunun bulunduğu şeyi ulaştırır. İnsanların bir kısmı onu pey­gamberi suretinde görürken, bir kısmı halinin suretine göre görür. Peygamberinin suretinde ona gözükürse, insanın anlayışı bu suretin ge­tirdiği şeye yönelmiş olmalıdır. Çünkü şeytan hiçbir şekilde bir pey­gamberin suretinde gözükemez. İşte bu, peygamberin hakikati ruhu veya onun kendisi gibi bir meleğin suretidir. Bu melek, Allah Teâlâ’dan onun şeriatını öğrenmiş kimsedir ve ona her ne söylese, o da böyledir. Biz öyle bir suretten pek çok şer’î hükmü almışızdır ki, daha önceden onları -bilginlerin bilgi aldıkları yoldanbilmiyorduk veya onları kitaplardan da öğrenmemiştik. Bu suretin bize ulaştırdığı dini hükümleri şehrimiz­de bulunan ve hadis ile mezhepler konusunu bilen birine aktardığımız­da, bana kendisine söylediğim bütün rivayederi peygamberden gelen sahih hadislerde yer aldığını söylemişti. Benim söylediklerim bir harf bile farklı değildi. O kişi benim bu sözüm karşısında şaşırmıştı. Bu ri­vayetlerden birisi, namazda her eğilmeden ve kalkıştan sonra elleri kal­dırmaktır., Şehrimizdeki insanlar genellikle bunu yapmıyordu. Bizim yanımızda onu yapan kimse olmadığı gibi bu (sünnetin uygulandığı) bir şehir de görmemiştim. Ben bu hadisi Muhammed b. Ali el-Hacc’a söylediğimde -ki muhaddislerdendirbana bu konuda Müslim’in aktar­dığı Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den gelen sahih bir hadis söyledi. Ben de daha sonra rivayetleri incelerken, Müslim’in es-Sahih’inde hadisi görmüştüm. Ardından aynı konuda Malik b. Enes’in bir rivayetinin olduğunu ve onu İbn Vehb’in rivayet ettiğini gördüm. Ebu İsa Tirmizi hadisi akta­rarak, şöyle der: ‘Malik ve Şafiî bu hadisi kabul eder.’ Aynı şekilde, Peygamberimizin suretinde bana söylenen ve daha önce bilgim olmadı­ğı başka hükümleri de almıştım. Bazen kişiye peygamberin suretinden başka bir suret görünür. Söz konusu suret o kişinin haline veya şeriatın o vakitte ve kendisini gören şahıstaki konumuna döner. Bu durumda insan onu uyanıkken görse bile, uykuda görmüş gibidir. Sıradan insan­lar ise, onu uykuda görür. Bu konumda suret kendisine göründüğünde, o suretten meşru hükümlerden herhangi birisi alınmaz. Ona gelen bilgi ve sırlardan helal ve haram kılmanın dışındaki şeyleri ise alması yasak­lanmamıştır. Bu durum inançlarla ilgili değildir. Çünkü ilahi mertebe şirkin dışındabütün inançları kabul eder. Şirki ise kabul etmez. Çünkü ortak koşulan şey, salt yokluktur ve salt-mutlak varlık yolduğu kabul etmez. Ortak, nitelenenin kendisiyle nitelendiği inançtan farklı olarak, hiç kuşkusuz ortağın dışındadır. Bu nedenle şöyle dedik: ‘İlahi mertebe ortağı kabul etmez.’ Çünkü kabul edeceği bir ortak yoktur. ‘Allah Teâlâ ile birlikte hakkmda delili yokken, başka bir ilaha dua eden kimse133 ayetinde şirkten söz edilmiştir denilebilir. Bu işareti anlamalısın. Çünkü kuşku, burhan suretinde gelebilir. Ayette kastedilen, hata etseler bile, nazar eh­line dönük değil, taklitçilere yöneliktir.

Sonra bilmelisin ki, amaç (garaz), iradenin kendisidir, fakat nefse ait bir iradedir. Bu iradeyle nefis âşık olur, heva gücü ortaya çıkar. Di­renç kazandığında ise, ‘garaz’ haline gelir. Çünkü ‘garaz’ (kelime anla­mıyla) taş atıcıların diktiği nişangâh demektir. İradenin böyle isimlendirilmesinin nedeni, bir şeye bağlanması nedeniyle, bulunduğu kimse­nin nefsinde yerleşmiş ve sabit olmasıdır, insanların onun hakkındaki sözlerinin övülen veya kınanan bir şey olması durumu değiştirmez. Fa­kat nefsanî gaye olduğunu söyledilderinde ise kötü olması anlamıyla ga­raz kelimesini nefse nispet etmişlerdir. Bu nispetten soyudadıklarında ise, garaz övülen bir şey olabileceği gibi kınanmış da olabilir. Bu neden­le Hakk, kendisini irade sahibi olmakla nitelemiş, ‘garaz sahibi’ diye nitelememiştir. Çünkü garazda hakim özellik, kınanmaya konu olmaktır. Bu ise, nefse ilişen bir şeydir. Kaza ve kader de onu belirlemiştir. Bu nedenle gerçekleştirmede ısrar bulunduğu için, onu garaz diye isimlen­dirdi. Bu, kendisinden dolayı bir fiilin veya terkinin gerçekleştiği -amaç onu terk iseillettir. İllet hastalık demektir. Öyleyse garazlar, nefislerin hastalıklarıdır. Biz onun nefse ilişen bir şey olduğunu söyledik. Çünkü nefs için iradenin yaratılmasının maksadı, Şâri’nin onun adına belirledi­ği duruma göre, ‘yapmak’ veya ‘terk’ etmesi üzere kendisine gelen işler­de Allah Teâlâ’nın irade ettiklerini dilemesini sağlamaktır.

Öyleyse esas, zikrettiğimizdir. Bu iradeye bu konuyla ilgili nefsanî bir tutku ilişebilir ve yapmak veya terk etmek hususunda şeriatm hük­müne ilgi göstermeyebilir. Öyle ki, o işi yapmakla dini emre uyması te­sadüf etse bile, bu durum, onun iradesiyle değil, Şâri’nin kendisine o işi emretmesi itibarıyla tesadüf yoluyla gerçekleşir. Bu nitelikteki insan, Şâri’nin hükmü nedeniyle değil, kendi amacıyla onu yapar ve bu neden­le Allah Teâlâ, o fiili nedeniyle kendisini övmez. Şu var ki insan, amacını gerçekleştirmezden önce şeriatın bu konuda bir hükmünün bulunup bu­lunmadığını sorabilir. Müftü o konuda Şâri’nin mubahlık veya mendupluk veya vacip şeldinde bir hükmünün bulunduğunu fetvayla bildirir de, kişi de bu fiili yerine getirirse, yaptığı iş, ‘şeri’ bir hüküm olurken aynı zamanda nefsin arzusuna uymuş olur. Bu durumda, sevap kazanır. Birinci kişi ise böyle değildir. Çünkü birinci durum, nefsin ar­zusu ve şeriatm övülmüş bir hükmüne denk düşen gayesinden ibaretti. O kişi, bu fiili Allah Teâlâ’ya yaklaşmak arzusuyla şeriat için yerine getirmiş değildir ve bu nedenle hüsrana uğrar.

Dostum! Sana gelen arzuların şeriattaki hükmünün ne olduğunu iyice incelemelisin! Şeriat ‘yapmak’ şeklinde bir hüküm verirse, onu yap! ‘Terk’ etmeni gerektiren bir hüküm verirse, onu yapma. Şeriatın bu konudaki ‘terk’ hükmünü öğrendikten sonra, o işi terk etmezsen, hatalı olduğuna inandığın takdirde bir yönden sevap alırsın. Bu sevap, o fiili yapmazdan önce, şeriatın o konudaki hükmünü incelemen ve araştırmandan kaynaklanır. Bunun öncesinde ise, şeriata dair inancın­dan kaynaklanır. Bunun için şeriatın o konudaki hükmünü araştırdın. Haram olduğunu öğrendikten sonra ise, onu terk etmenin zorunlulu­ğuna inanırsın. Bu da bir sevaptır. Allah Teâlâ’nın bağışlayan ve merhamet eden olduğunu bilmen, Allah Teâlâ’ya hüsnü zan göstermekle O’nun bağışla­yan ve affeden olduğuna inanman, kasıtlı olarak Allah Teâlâ’nın yasakladığı bir şeyi işlememen, bu işi yapıp yapmamada Allah Teâlâ’nın seninle ilgili kaza ve kaderine inanmış olman, sevaptır. Misal olarak Hz. Musa’nın Hz. Âdem’e sorusunu zikredebiliriz. Bunlar, işlediğin günah nedeniyle, se­vap kazandığın çeşitli yönlerdir. Halbuki sadece bir açıdan, yani nef­sinin arzusunu yerine getirmen nedeniyle günah kazanırsın. Bu yönlere bir de fiilin seni üzmesini ekleyebilirsin. Nitekim Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Mümin iyiliğin sevindirdiği, kötülüğün üzdüğü insandır. Ne gü­zel, ne güzel!’ Bütün bunları Allah Teâlâ, mümine şeytanın burnunu sürtmek üzere ihsan etmiştir. O, şeytan insana kötü amelini süsler, taşkınlığı em­rederken Allah Teâlâ bağışlamayı vaat eder. Bağışlama Allah Teâlâ’nın mümin gü­nahkâr ile kâfir ve küfür arasına yerleştirdiği bir perdedir. O perde, gü­nahın gerçekleşmesi esnasında (kişiyi günahın kendisine ulaşmasından) örter. Böylelikle mümin o davranışın ‘günah’ olduğuna inanır, o perde­nin bereketiyle Allah Teâlâ’nın haram İçildiği bir şeyi mubah saymaz. Sonra başka bir mağfiret daha vardır. O ise, iki örtü ardındaki diğer örtüdür. Birincisi dünya hayatında o kimsenin üzerindeki örtüdür. Bu sayede Allah Teâlâ’nın o günaha karşılık belirlemiş olduğu meşru ceza, o kişide uygu­lanmaz. Ahirette kendisini örter ise, bu kez o fiilden dolayı kendisini cezalandırmaz. Öyleyse birinci örtü, günahın işlenme vaktinde gerçek­leşmiştir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah Teâlâ size kendinden bir mağfiret ve ihsan vaat eder.,m Bu mağfiret, şeytanın taşkınlığı emretmesine karşılıktır. İhsan ise, şeytanın yoksullukla korkutmasına karşılıktır. Allah Teâlâ ‘Şeytan sizi fa­kirlikle korkutur, taşkınlığı size emreder"35 buyurur. Allah Teâlâ, şeytanın mü­minde gerçekleştirmek istediği fiile karşılık kendisini savunmak için müminin vekili olsun diye mümini rahadatmak istemiştir. Böylelikle Allah Teâlâ mümin kulunu ilahi bir vaat olarak savunmuş, bu sayede şeytanın vaadini uzaklaştırmıştır. Allah Teâlâ’ya karşı konulamaz ve Allah Teâlâ yenilmez! Öyleyse mağfiret gerçekleşmiş olduğu gibi ihsan da gerçekleşmiştir. Şeytan ise apaçık bir zararı satın almıştır. Bu hakikat nedeniyle Allah Teâlâ iş­lerimizde kendisini vekil edinmemizi emretti. Böylelikle Hakk, bu işleri müminlerden uzaklaştırma işini bizzat üsüenir. Şeytanın günahtaki amacı, günahın kendisi değildir; onun gayesi, kulun şeytana itaati alış­kanlık haline getirmesini sağlamaktır. Böylelikle onu derece derece yol­dan çıkarıp ebedi bedbahtlığın bulunduğu şirki telkin eder. Bu ise, kul ile şirk koşmak arasında engel teşkil eden (nassâ) bağlılık perdesinin or­tadan kalkmasıyla gerçekleşebilir. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar