Print Friendly and PDF

Kurbanım Ben Sana


9





Vezin: Müstef’ilün Müstef’ilün Müstef’ilün Müstef’ilün





Ey derde dermân isteyen yetmez mi derd dermân sana,
Ey râhat-ı cân isteyen kurbân olandır cân sana.
  





Yağma edersin varlığın gider gönlünden darlığın,
Mahveyle sen ağyarlığın yâr olisar mihman sana.  





Sermâye bu yolda heman teslim olur buna inan,
Sıdk
 ile Allâh’a dayan etmezmi gör ihsân sana.  





Tevhide tapşur özünü kimseye açma râzını,
Şeyh
izine tut yüzünü Şeyhin yeter bürhân sana.  





Eyün kişi yol alamaz maksûdunu hergiz bulamaz,
Bekle maârif kapusun yüz göstere irfân sana.  





Dünyâ ile ukbâyı ko ûlâ ile uhrâyı ko,
Var ol kuru sevdâyı ko matlab yeter Sübhân sana.  





Candan talep kıl yârini ver canı bul didârını
Yok eyle kendi vârını kim var ola cânan sana. 





Çürüklerin hep sağ olur zehrin kamû bal yağ olur,
Dağlar yemişli bağ olur cümle cihân bostân sana





Güçtür katı Hakk’ın yolu dergâhı hem gâyet ulu,
Sıdk
 ile olmazsan kulu etmez yolu asân sana.  





Kulluğa bel bağlar isen şâm-u seher ağlar isen,
Sular gibi çağlar isen tiz bulunur ummân sana.  





Bülbül oluben öte gör gül gibi açıl tütegör,
Âşk
 oduna can atagör gülzâr olur nirân sana.  





Yüzün Niyâzi eyle hâk derd ile kıl bağrını çâk,
Kalbin sarâyın eyle pâk şâyet gele Sultân sana.  





Ey derde dermân isteyen yetmez mi derd dermân sana,
Ey râhat-ı cân isteyen kurbân olandır cân sana.  





Ey derde dermân isteyen yetmez mi derd dermân sana,
Ey cân rahatı isteyen, sana cân kurbânı olandır.





Derdin şifa oluşu zahirde aşının varlığı iledir. Mânevî hallerde ise derd insanın hızıdır. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi nübüvvet gelmeden önceki derdi onu makamına vasıl kıldı. Senelerce Hira’nın çıplak kayalarında parçalanan ayakları ile onbeş yıl geçen inziva hayatı o derdin şifa bulması ile nihayete ermiş, vahiy geldikten sonra bir daha oraya çıkma ihtiyacı hissetmemiştir. [1]





Yağma edersin varlığın gider gönlünden darlığın,
Mahveyle sen ağyarlığın yâr olisar mihman sana.  





Varlığını yağma edersen gönlünden gider darlığın,
Sen ağyarlığın mahveylersen yâr sana misafir olur.





Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;





“Allah Teâlâ bir kuluna hayır murad edince,  onun nefsinin ayıplarını ona gösterir” [2] Allah Teâlâ kulun varlığından kurtulması için kendi sırrını kendine haber verir.





Sermâye bu yolda heman teslim olur buna inan,
Sıdk
 ile Allâh’a dayan etmezmi gör ihsân sana.  





Sermâye bu yolda hemen teslim olmaktır buna inan,
Sıdk ile Allâh’a dayan etmez mi gör ihsân sana.  





Teslimiyet demek vaz geçmek demektir. Fikirlerinden, işlerinden ve kendinden. Kendini terk edince de Allah Teâlâ yüz göstermek için kullarını vasıta kılarak kendini bulduracaktır.





[Şems-i Tebrîzî'nin, Mevlânâ'nın Seyyid Burhâneddin'e karşı gösterdiği sevgi ve saygıyı adeta kıskanmakta ve ona :





“Beni mi daha çok seviyorsun, yoksa Seyyid Burhâned­din'i mi?” diye sorular sorardı. Hatta Şems-i Tebrîzî'nin Mevlânâ Celâleddin'le buluşmasından sonra Mev­lânâ'nın riyâzâtla pek fazla meşgul olmasına tahammül edeme­yen Şems:





“Benden asla ayrılmayacaksın! Beni nasıl bırakır da kadınların aybaşı âdetleri ile meşgul olursun?” diyerek tembihte bulunmuştur. Zira Velilerin, riyazatlar sayesinde keramet göstermeleri, yine Veliler nazarında kadınların aybaşı hallerine benzetilerek makbul sayılmamıştır. Bunun adına da “Hayz-ı rical” demişlerdr. ÇünVelilerde asılolan, havada uçmak, de­nizde yürümek gibi kerametler göstermek değil; onlardan iste­nen, Allah yolunda, dîn-i mübîn-i İslâm uğrunda olağanüstü gayretler göstererek halkı irşad eylemektir.] [3]





Tevhide tapşur özünü kimseye açma râzını,
Şeyh
izine tut yüzünü Şeyhin yeter bürhân sana.  





Tevhide uydur özünü kimseye açma sırrını,
Şeyhin izine tut yüzünü şeyhin yeter delil sana.  





“Cüneyd dedi ki: Tevhid ilmi Tevhidin vücûduna terstir. Tevhidin vücûdu da ilmine terstir... Cüneyd, ‘bizim ilmimiz Kitab ve Sünnetle mukayyettir’ dedi. İşte bu mizandır. Fakat bu mizan her şeyin Kitab ve Sünnette zikredilmiş olmasını gerektirmez.





Âdem aleyhisselâmdan Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme gelinceye kadar hangi nebinin lisanı üzere gelmişse o kavmin bunları ister kitab’tan olsun ister sünnetten olsun bir araya cem etmesi gerekir. Fakat meseleler çoktur. Her aklın kabul etmeyeceği bazı meseleler de evliyanın keşfine bırakılmıştır.”  ... (Bkz. el-Fütûhât, II/316, 597, III/8, 55, 161; Fusûs, 225: Ayrıca bkz. S.Ateş, Cüneyd-i Bağdadî: Hayatı, Eserleri ve Mektupları, 79, 85. [4]





Bazı zamanlar kabulü mümkün olmayan veya yanlışlık imâsı veren kelamlar işitilince eğer kişi inanmak mecburiyetinde kalınırsa o rivayeti inkâr yerine o kişiye mal etmek uygun olur. Çünkü bazı şeylerin isbatı mümkün olmamaktadır. Mürşidin sözlerini kabul etmekte sıkıntılı durumlar olma ihtimali çok yüksektir. Onun için tasavvuf yolunda Allah Teâlâ’nın yardımı çok gereklidir. Çünkü Hakk’ın yardımı olmazsa şeytanın iğvası ve nefsin nakıslığı ile neticesi ağır olan haller meydana gelir.





قَالَ يَا بُنَىَّ ِلاَ تَقْصُصْ رُءْيَاكَ عَلَى اِخْوَتِكَ فَيَكِيدُوا لَكَ كَيْدًا اِنَّ الشَّيْطَانَ ِلـْلاِِنْسَانِ عَدُوٌّ مُبِينٌ





“Babası şunları söyledi: “Oğulcuğum! Rüyanı kardeşlerine anlatma, yoksa sana tuzak kurarlar; zira şeytan insanın apaçık düşmanıdır”.[5]





Ancak samimiyet ve teslimiyetin bereketi ile Allah Teâlâ kuluna yardım edeceği de muhakkaktır. Bu konuyla ilgili olan hadis rivayetleri de aynı şekilde durum arz etmektedir.





Hz. Ali kerreme’llâhü vechenin  “Bir hadis rivâyet ettiğinizde onu size rivâyet eden kimseye isnad ediniz. Şayet o rivâyet gerçek ise lehinize, yalan ise nakledenin aleyhine olur” [6] kelâmı bu konuda samimiyetin kurtarıcı olduğunu göstermektedir.





Eyün kişi yol alamaz maksûdunu hergiz bulamaz,
Bekle maârif kapusun yüz göstere irfân sana.  





Aceleci kişi yol alamaz maksûdunu asla bulamaz,
maârif kapısını beklersen irfân sana yüz gösterir.  





Müridler Hakk yolunda ilk başta ham ve acelecidirler. Niyâzî-i Mısrî bu kişilere, Hakk ve hakikate vusul için acele etme, demektedir. Çünkü yüksek eve çıkmak için dahi merdiven üzerinde basamak basamak yürümek gerekir ve bu suretle eve çıkmak mümkün olur.





Pîr Veli Dede denilen yaşlı bir mürîdi, Şemseddin Sivâsî herhangi bir sefere çıktığında gider evinde beklerdi. Yine bir defâsında Şemseddin Sivâsî sefere çıkmış ve fakat mürîdi geciktiğinden kapıda kalmıştı. Kapının kilitli olduğunu görünce de dönmeyerek, beklemeye başlamıştı. Nihâyet içerden;





“Kapıda kim var.”  diye seslenen şeyhinin sesini duydu. Bunun üzerine;





“Kapılarda bekleyen kulunum.”  diye cevab verdi. Ses tekrar gelerek;





“Kapılarda bekleyene kapı kapanmaz.”  dedi. Bunun üzerine kapı açıldı. İçeriye girdiğinde kimseyi bulamadı. Akabinde araştırdı ki şeyhi daha o seferden dön­memişti.[7]





360 halîfe yetiştiren Kastamonulu Şeyh Şa’bân Veli kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz Efendi (d. 1497; hyt.5 Mayıs 1568) değişik bölgelere onları göndermiş ve onlar vasıtasıyla tarîkatı çok geniş muhite yayılmıştır. Âdeti bir yere sadece bir halife göndermek olmuştur.  





Ali Dede nâm bir halîfesi Seccadesinde erkân sürerken âher yere gidip Seccade hâli kalmak semti göründükde ve dervişlerinden ba’zısı yerine halîfe istediklerinde hazreti Sultân dahî velayet şehrinin hâkim-i hakimi olmağla sakin olup irşâd etdi ki;





“hânegâhında hırkasından ve gayrı metâından (onun eşyasından) hiç bir nesnesi var mıdır” diyüp





“vardır” diye cevaplarından sonra hazret dahî





“Dervişler, bir halîfenin yerine bir eski hasırı ve postu olsa tezide yerine halîfe gönderilmez .”  Ol münâsebetle buyurdular ki





“ bir küçük şehirde ve bir kasabada erkân sürüp irşâd eder iken bir âher (başka) halîfenin ol yere teveccühü ve onda oturması asla caiz değildir. Mademki cümleye reîs olmaya ve reîs hükmünde olmaya ol kasabaya uğradıkda kendi seccadesin bırakıp namaz kılmak edebe muhâlifdir; Meğer onların ferâğ-ı mukarrer olup yâhud muhalif hâli zuhur edip azle müstehâk ola. Ol vakit cümleye reîs olup ser-çeşmede kâim-i makam olan red edip yerine gayri kimse oturmağa hükm ede. Veyâhud bir şehr-i azım olup her mahallesi bir kasaba hükmünde ola. Ol vakit caizdir. Ve bu husus tamam edecek yerdir” buyurdular. [8] 





J. Paul Sartre L’Etre et le Neant’da, “İnsan Tanrı ol­mayı özleyen varlıktır” demektedir.[9]





Dünyâ ile ukbâyı ko ûlâ ile uhrâyı ko,
Var ol kuru sevdâyı ko matlab yeter Sübhân sana.  





Dünyâ ile ahreti, evvel ile sonrayı bırak,
Var olan kuru sevdâyı bırak, Sübhân istemek yeter sana.  





Allah Teâlâ’dan bir şey istemek onu suçlamaktır. O’nu istemek ondan gaip olmaktandır. Allah Teâlâ perdelenmiş değildir. Perdeli olan senin bakışındır. Allah Teâlâ şeyi kuşatan ve üstündür.





Dört terk’in neticesinde Allah Teâlâ var olacak demektir. Zahir, batın, evvel, ahir terk edilince yokluk zuhur eder. Bu dört Allah Teâlâ bir olarak var iken kullarda yok olmasıyla netice hâsıl olur. Yokluğun varlığı ile Allah Teâlâ yanında var olmak mümkündür.





Candan talep kıl yârini ver canı bul didârını
Yok eyle kendi vârını kim var ola cânan sana. 





Sevgilini candan iste, cemalini görmek için canı ver
Kendi vârlığını yok eyle ki, cânan varlığı ortaya çıksın. 





Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;





“Kişi sevdiği toplulukla haşredilir” [10] “Kişi sevdiği ile beraberdir.” [11] Kişi sevdiğini candan sevmeli ve istemelidir. Güzel ameller güzel hallerin neticesidir.





Ey Mısrî emîn oldum dirsin niçün olursın olmam dimedüm bunlara sinelim didüm ben ölürsem dînüm ölmez peygamberler mağlub olmazlar dimek dînlerini yağ­ma itdürmezler dimekdür yohsa îsâ aleyhi’s-selâmı çârmîha çekdiler Circis ve Zekeriyâ ve Yahya aleyhimü’s-selâmı ve dahi nicelerini şehîd itdiler mağluben ölmediler cesedlerini virdiler dînlerini ihya itdiler. Nesimînün bir dervişi isi soyılurken savma’asına gelür Nesimî’yi şuğlında görür meydâna varurderisini soyarlar görür birkaç kerre varur gelür sonra Nesimî dir ki dervîş ne çok geldin gitdün dir; sultânum ben hayretde kaldum ne hâldur meydânda derisini soyalar sen bunda fariğu’l-bâl oturırsın dir ki; bir alay kilâbun elinden halâs olmağa bir deri ile sulh olduk deri onların olsun işde biz gitdük diyerek postını esinine alup Halebün on kapusından da selâm idüp çıkup gitmiş. Bizüm de nebî isek mucizâtumuz velî isek kerâmetümüz öldüğümüzden sonra zuhur ider elhamdu li’llâh zâlimlerin iltifatları yüzini görmezüz görürsek de kabul itmezüz aldanmazuz âkibet şehîd olınca say iderüz. [12]





Çürüklerin hep sağ olur zehrin kamû bal yağ olur,
Dağlar yemişli bağ olur cümle cihân bostân sana





Çürüklerin hep sağlam olur zehrinin hepsi bal yağ olur,
Dağlar yemişli bağ, bütün cihân sana bostân olur





Çürük beden ve dünyadır. Zehir kanlamak için çektiğin çile ve rızıktır. Bunlar için dünyanı verirsin. Ya cenneti bulursun, yada cehennemi.





Beden dünyada amel işleyerek Allah Teâlâ rızasını murat ederse kanın aslında senin içini tiksindiren bir maddeler yığını iken sana verdiği güç ile senden güzel ameller çıkmasına sebep olur. Fakat “kanı bozuk” denilen birisi isen kulluğun dışında bir hale vasıl olursun ki zehrin daha zehir olarak ahiret hayatında zakkum yemişi olarak önüne gelir.





Ya da bunun aksi bir hal ile cennet meyveleri.





Hz. Mevlâna kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz buyurdu ki:





Müminler mahşerde derler ki; “ Ey melekler, cehennem müşterek bir yol değil miydi?





Mümin de oraya uğrayacaktı, kâfir de. Fakat biz bu yolda ne duman gördük, ne ateş.





İşte burası cennet, emniyet yurdu. Peki o aşağılık uğrak nerede?”
Melekler
derler ki:





“ Hani geçerken filân yerde gördüğümüz o yemyeşil bahçe vardı ya. Cehennem, o şiddetli azap yurdu, işte orasıydı. Fakat size bağlık, bahçelik, yeşillik bir yer oldu. Siz, bu cehennem huylu, kötü suratlı, ateş meşrepli nefsi. Çalışıp, çabalayıp tertemiz bir hale getirdiniz; Tanrı için ateşi söndürdünüz:  Şulelenip duran şehvet ateşini takva yeşilliği, hidayet nuru haline soktunuz; Hırs ateşiniz hilim, bilgisizlik karanlığı ilim oldu;





Hırs ateşini attınız; o ateş diken gibiydi, gül bahçesine döndü..
Mademki siz kendinizdeki bütün ateşleri bizim için söndürdünüz, bu suretle de zehir, bal haline geldi.





Mademki ateşe mensup olan nefsi bir bahçe yapıp oraya vefa tohumları ektiniz. Oradaki zikir ve tespih bülbülleri, yeşillikte, ırmak kıyısında güzel bir tarzda ötüşmeye koyuldular.





Tanrı’ya, çağırana icabet ettiniz, nefis cehennemine su serptiniz. Bizim cehennemimiz de size yeşillik, gül bahçesi, ağaçlık haline geldi.”





 Oğul, ihsanın karşılığı nedir? Lütuf, ihsan ve en değerli sevap. [13]





Güçtür katı Hakk’ın yolu dergâhı hem gâyet ulu,
Sıdk
 ile olmazsan kulu etmez yolu asân sana.  





Hakk’ın makamı ve yolu güçtür. Dergâhı gâyet uludur,
Sadık kulu olmazsan yolu kolay kılmaz sana.





İnsanlık âlemi, ruh âlemini ger­çek âlemlerdendir. Bu iki âlemin te­masa geldiği yer ise ahlâk âlemidir. Ahlâk âlemi ruhun arın­mış, seçkinleşmiş ve üstün bir hedefe çevrilmiş olan fiil­lerinin âlemidir. Orada yalnız fiiller ve hedefler vardır. Bu hedefler şunlardır:





  1. Hedef birliktir. Orada çatışmalar, kinler kalk­mış, her şey birleşmiştir.( Fenâ)




2.    Hedef kendine yetmedir:  Eksiklerin birbirini tamamlaması, birlik halinde âlemin yetkin olma­sıdır. (Bekâ)





  •   Hedef sükûndur.  Ruh, tamlığın verdiği bir sükûn ve rahatlığa varacaktır. (Vahdet)
  •   Hedef mertebelerdir.Birbirine geçme imkânı olan mertebeler kurulacaktır. (Seyr) Hedef adalettir. (Tasarruftan düşüp Allah Teâlâ’dan razı olmaktır)   Gerçek düzene ve mertebelere uygun hareket etmektir. [14]




Kulluğa bel bağlar isen şâm-u seher ağlar isen,
Sular gibi çağlar isen tiz bulunur ummân sana.  





Kulluğa bel bağlarsan, akşam sabah ağlarsan,
Sular gibi çağlarsan, ummân sana tez bulunur.  





Suyun vasfı akmak, çoğaldıkça yol bulmak ve vasıl olmaktır. Akacak ve ırmak olacak suya sahip olan için deryaya kavuşmak kaçınılmaz sonuçtur.





Adamın biri yıllardan beri kendine bir mürşid arıyordu. Her ki­mi işitse koşardı ama hiçbir kapı açılmıyordu. Bir gün başını bir tuğla üstüne koyarak uyudu. Aradığını düşünde görmüştü. Uyanınca he­men tuğlayı öpmeğe başladı; koltuğuna kıstırarak her nereye gitse asla yanından ayırmaz, o olmadan namaz kılmaz, misafirliğe onsuz gitmez, baş sağlığına, düğüne hattâ uyumaya hep tuğla ile beraber giderdi. Biri gelse de kendisini övmek istese derdi ki:





Bunu önce benim şu tuğlama, şu cevherime söyle!





Yanına bir ziyaretçi gelse de elini sıkmak istese,





Önce elini şu tuğlaya sür, derdi.





Bu nedir? diyenlere,





Bulunmaz bir şeydir, ancak iyi kişilerde bulunur, fena kişilerde bu­lunmaz; otuz sene idi ki bir şeyi kaybetmiştim, dün gece başımı bu tuğlanın üzerine koyunca onu tekrar elde ettim, derdi.[15]





Bülbül oluben öte gör gül gibi açıl tütegör,
Âşk
 oduna can atagör gülzâr olur nirân sana.  





Bülbül olup öte gör, gül gibi açıl tütegör,
Âşk ateşine can atagör cehennem sana cennet olur.  





Bülbül/Andelîb/Hezâr





En meşhur ötücü kuş olan bülbül için ‘Dünyada hiçbir müzik aleti yoktur ki, sukuşun ağzından çıktığı kadar güzel ses çıkarsın.’ denmiştir.





Sesinin güzelliğiyle ünlü bu ötücü kuş, tan yeri ağarırken öter. Ötüşü armoni ve ses zenginliği bakımından eşsizdir.





Boyu 16 cm olan bülbüller kül renginde olur. Bülbüllerin uçuşları dengesizdir. Bülbüller, aydınlık ormanlarda, korularda, hatta büyük park ve bahçelerde bulunur. Daha çok bitkilerle beslenir





Güzel ve yanık ötüşüyle tanınan bu kuş devr-i gül diye de tabir edilen bahar mevsiminde (veya nevruzda) görülür. Gülşende veya çemenlikte kurduğu yuvasını sık dallı ve yapraklı ağaç dallarına, çokça gül ocakları içine yapar çünkü böyle yerlerdeki yuvalara yılanlar çıkamazlar. Yılan, kuş yavrularının etine haristir. Başka ağaçlara yapılmış yuvalara yılanlar, ağaca sarılarak kolayca çıkar





Eşleşmiş olan yaşlı bülbül, ne kadar iyi bakılırsa bakılsın, kafeste yaşayamaz, ölür. Eşleşmeden önce yakalanan genç bülbül kafeste beslenebilir. Bülbüller havalar ısınmaya, güller açmaya başladığı zaman çiftleşirler. Dişisi yumurtadan kalkıncaya kadar yalnız kalan erkek ekseriya gün batarken başlayıp gece yarısından sonralara kadar öter.





Bülbül, Türk ve İran edebiyatlarında başta âşık oluşu ve sesinin güzelliği olmak üzere çeşitli özellikleri sebebiyle adı en çok geçen kuştur. Aslı Farsça olan bülbül kelimesi sonradan Arapçaya da girmiştir. Türkçesi sanalvaç olan bülbülün Arapçası andelîb, Farsçası hezâr ve cemileri anâdil ile





Hezârândır. Bülbül için andelîb ve hezârdan başka sesinin güzelliği dolayısıyla, hoş-hân (güzel okuyan), hoş-gû (güzel söyleyen), hoş-âheng (güzel sesli) kelimeleri de kullanılır. Bunların yanında zend-hân (güzel sesli kuş), zendvâf, zendbâf, zendlâf (bülbül), mürg-i bâg (bahçe kuşu), mürg-i çemen (çimen kuşu), şeb-hân (gece ötenkuş), mürg-i seb-hîz (gece uyanık duran kuş), hezâr-âvâz (bin bir sesli) gûyâ-yı çemen gibi kelime ve terkipler de bülbülü ifade eder.





Ayrıca belâbil kelimesi, bülbüller ve tasalar, kuruntular, vesveseler anlamına gelerek cinaslı kafiye oluşturur.





Bütün dünya folklor ve edebiyatlarında geniş bir yer tutan bülbül motifinin özellikle Doğu edebiyatlarında önemli bir yeri vardır Bu motif divan edebiyatında her şair tarafından, sık sık kullanılır; halk şairi, bülbülü, daha serbest bir muhayyile ve hassasiyetle işlediği hâlde, divan şairi, onu, daima aynı kadro dâhilinde ele almıştır; yani bu edebiyatta, diğer unsurlar gibi, bülbül de bir mazmundur. Bu mazmuna göre, divan edebiyatında da klasik Doğu edebiyatlarında olduğu gibi, gülün sevgili olarak düşünülmesi ile bülbül âşığı sembolize eder ve kendisine daima naz ve cefa eden güle âşıktır. Terennümü ya güle aşkını ilan veya ıstırabını ifade içindir. Bu durumuyla aşığa çok benzeyen bülbül, şakıyışlarıyla ağlayıp inleyen, durmadan sevgilisinin güzelliklerini anlatan ve ona âşk sözleri arz eden bir âşığın timsalidir. Onun güzel sesi de aşığın güzel sözleri, şiirleridir. Nasıl bülbül gülsüz olamazsa, âşık da maşuksuz olamaz. Gülün dikenleri nasıl bülbülün ciğerini delerse, sevgilinin eziyetleri de aşığın bağrını deler. Yani bülbül teşhis yoluyla âşığın bütün özelliklerini havidir. Âşığın bülbüle tesbihi ise sevgilinin veya yüzünün güle, dudağının goncaya, bulunduğu yerin gülşene (gül bahçesi) tesbihi cihetiyledir. Bülbülün gülşendeki ötüşü âşığın ahına benzetilmiştir. Gül (sevgili), bülbüle (âşık) daima cefa ettiğinden bülbül sabahlara kadar uyuyamaz. Edebiyatımızda bülbül daima gül ile birlikte zikredildiği için eski şairlerimiz nerede bir gül görseler, mevsime bakmadan, derhal bir bülbül tahayyül ederlermiş. Bülbülden ayrı düşünülemeyen gül ise çiçeklerin en makbulü ve hoş kokulusudur ve sayısız nevi vardır. Bülbül seher vaktinde gülü karşısına alarak öter. Gül, onun için yaprakları yeni açılmış bir kitaptır. Âdeta bülbül o kitabı okur. Bazen gül yaprağından bazen de mushaftan ayetler yahut Gülistân’dan beyitler okuyan bülbülün bütün neşesi gül ile kaimdir. Gülden ayrı olunca inleyişler içinde kalır. Gülü görünce ise mest olur. Her zaman niyaz durumunda yalvaran bülbülün karşısında gül daima naz içindedir.





Kuşların yaşadıkları yerler farklı farklıdır. Karganın leşi, baykuşun viraneyi sevdigi gibi bülbül de gülzârı sever. Bağda, bahçede, çiçekler arasında dolaşsa da bülbül daha ziyade gül dalları ve yaprakları arasında görülür. Bülbülün tahtgâh, mahfil, sâyeban, sâgar, keşkül adlarını alan yuvası da buradadır. Gül-bülbül beraberliği, gülün rengi itibariyle ateşi çağrıştırdığından çeşitli tasavvurlar oluşturur.





Gül Hz. Mûsa aleyhisselâma Tur dağında görünen ‘ateş-i Mûsâ’ya benzetildiğinde, bülbül Hz. Mûsa’nın ‘kelim’ sıfatı ile karşımıza çıkar. Güzel sesinden dolayı bülbül ile Hz. Davut aleyhisselâm arasında da ilgi kurulur. Ayrıca gül camiye, servi minareye, bülbül ise Kur'an-ı Kerim okuyan kişiye benzetilir.[16]





Yüzün Niyâzi eyle hâk derd ile kıl bağrını çâk,
Kalbin sarayın eyle pâk şâyet gele Sultân sana.  





Niyâzi yüzün toprak eyle, derd ile bağrını yar,
Kalb sarâyını temizlersen, sana Sultân gelir.  





Kalbin iki yüzü vardır: Bir yüzü insanın sol böğründeki yüreğe müteallik olduğundan sadr denmiştir ki çoğu şeytanî havâtır buradan girer. Kalbin bu yüzünde zulmânî perdeler (hicâbât) vardır. Diğer yüzü Hazret-i Hakk’a müteveccihtir ki bu nedenle kalp denmiştir. İlâhî feyz bu yüzden gelir. Kalbin bu yüzünde de sayısız nûrânî perde vardır.”  [17]





İsmail Hakkı Bursevî,  Kitabu’n-Netice adlı eserinde kalbin kazandığı ehemmiyetli mevkîyi belirtmek ve onun bir takım mühim hususiyetlerinden bahsetmek gayesiyle şunları söylemiştir:





“İnsanın yüzü Rahman’ınaynasıdır. Ayn’ı ise Allah Teâlâ’nın esrarındandır. Çünkü ayn,  âlem-i emirden,  vücud âlem-i halktandır. Fakat birbirine çok kuvvetle bağlıdırlar. İnsanın iki gözü,  Huda’nın nurundan ay ve güneş gibidir.   Biri âlem-i zat,  biri âlem-i sıfat’a remzdir. Cesedin maverasında ruh,  ruhun ötesinde ayn,  ayn’in ötesinde sır vardır ki bütün mertebeleri bu ihata edici sır gizler. Sır vâliddir. Sırrın tenezzülü rûh,  ruhun tenezzülü ceseddidr. Cesedin batını âlem-i halk,  ruhun bâtını ise âlem-i ervah’tır. Ruh zevç,  cesed zevce gibidir. İkisinin izdivacından kalp ve diğer kuvvetler doğmuştur.  İnsanın kalbi,  ruhi kuvvetlerdendir. Kalp ism-i azamın tahtgâhı,  vâsi Allah Teâlâ’nın cilvegâhıdır. Vücud ülkesinde hilâfet kalbindir. Ondan ulu nesne yoktur.  Kalbin ruha yakınlığı vardır. Bu yakınlık yüzünden ondan nur alır ve heykele verir.  Kalbin aslı melekûttan,  cesed ise âlem-i milktendir.  





Semavat yedi tabakadır.   Herbirinde başka bir emr-i rahmanı ve sırr-ı subhanî vardır.   Sıfât-ı Seb’a; hayat,  ilim,  basar, semi,  iradet,  kudret,  kelâmdır.  Nüzul itibariyle yedisi felekü’l-kamerdir,  mazhar-ı kelâmdır.  





Kalbin mertebesi de yedidir. Buna etvâr-ı seb’a derler.   Yedincisi sadırdır ki felek-i kamer mertebesidir,  mahall-i hitaptır, akrab-ı menâzildir.   Sadır,  kalbin zahiridir,  vehm ve hayalle yüklüdür. Rahmet,  feyz-i hâss-ı ilâhîdir.   Onun nüzulü yok,  kalpten zuhuru vardır,  fakat dış sebepler yüzünden inzal denir.   Fetih de kalbin kapısının fethidir,  gaybm kapısının fethidir.   Kalbin batını ruhtur,  gayb-ı izafîdir.   Ruhun batını sırdır,  gayb-ı mutlaktır.   Kalbin zahiri sadırdır,  şehadet-i îzâfiyyedir.   Sadrın zahiri de ceseddir,  şehadet-i mutlakadır. Kalp iki taraf arasında a’raf gibidir.  Zahiri nâr gibi zulmâni,  batını ise cennet gibi nûrânidir. Bundan müminin cennete duhûlünün batını ile kâfirin cehenneme girişinin zahiri ile olduğu anlaşılır.  Zira sonunda bâün zahir,  zahir de bâtın olur. [18] 





Kalb sarâyını temizlemenin gerekli olduğuna işaretle remzen Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;





“İçinde köpek veya resim bulunan eve melekler girmez. “ [19]





Sultana layık olan sarayda oturmaktır. Müminin kalp sarayı temizlenince sultan teşrif eder. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;





“Mü’min hurmaya veya arıya benzer; arı temiz yer ve temiz üretir. Yine mü’min som altın parçası gibidir; ateşe atılıp üzerine üflenir, yine som altın olarak çıkar.” [20] 





Sür çıkar gayrı gönülden, tâ tecellî ede Hakk





Pâdişâh konmaz sarâya hâne ma'mûr olmadan





Şemsî Sivâsî kaddese’llâhü sırrahu’l azîz










[1] (BİNNEBİ, 2003), s. 65





[2] Münâvi. I/26: Beyhâki. Enesten: Bezzar İbn. Mesuddan rivayet etmişlerdir. bkz.Aclûnî, I/78





[3] (KARABULUT, 1984), s. 47





[4] (KILIÇ, 1995), s.108





[5] Yusuf,5





[6] Küleynî, age., I, 103. (GÜLER)





[7] (AKSOY, Sivas)





[8] (FUADÎ), v. 35b-36a





[9] (MURDOCH, et al., 1983), s. 75





[10] Müstedrek ‘ale’s-sahîhayn, III/19.





[11] Buhârî, Edeb, 96; Müslim, Birr, 165; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III,104, IV, 107. (UYSAL, 23 Bahar 2007 )





[12] (MISRÎ, 1223),  v. 62b





Ey Mısrî emîn oldum dersin niçin olursun, olmam demedim. Bunlara sinelim didim. ben ölürsem dinim ölmez peygamberler mağlub olmazlar demek dinlerini yağ­ma ettirmezler, demekdir. Yoksa İsâ aleyhi’s-selâmı çârmîha çekdiler. Circis ve Zekeriyâ ve Yahya aleyhimü’s-selâmı ve dahi nicelerini şehîd ettiler. Mağluben ölmediler cesedlerini verdiler ama dînlerini ihya ettiler.





Nesimînün bir dervişi derisi soyulurken ibadet yeri hücresine gelir. Nesimîyi işinde görür, meydâna varırderisini soyarlar görür. Görür birkaç kerre varır gelir. Sonra Nesimî der ki





“derviş ne çok geldin gittin” der;





“sultânım ben hayrette kaldım ne hâldir meydânda derini soyalar sen bunda endişesiz oturursun.” der ki;





“bir alay köpeklerin elinden kurtulmağa bir deri ile sulh olduk deri onların olsun işde biz gittik” diyerek postunu sırtına alıp Haleb’in on kapusından da selâm verip çıkıp gitmiş.





Bizim de nebî isek mucizâtımız velî isek kerâmetimiz öldüğümüzden sonra zuhur ider elhamduli’llâh zâlimlerin iltifatları yüzünü görmeyiz görürsek de kabul etmeyiz aldanmayız âkibet şehîd oluncaya kadar gayret ederiz.





[13] Mesnevi , c. II, b. 2554-2570





[14] (SANAY, 1986), s. 82; Aşk Ahlâkı, s. 117 Parantez açıklamalar bizim yorumumuz.





[15] (Şems-i Tebrizî, 2007), (M.310), s. 399





[16] (ESKİGÜN, 2006), bölüm 4.1





[17] (ÖGKE, 2000), s.187; Yiğitbaşı Velî, Atvâr-nâme-i Seb’a, v. 39a





[18] (ÇELİK, 1994), s.31; A.Ü.İ.F., İİED 1975/2 Erdoğan Fuat, Kitabu’n-Netice ve İnsan, s. 216-217.





[19] Ebu Davud. Taharet. 89. Libas. 129: Nesai. Taharet. 167. Hayl. 11: Darımî. tsti’zam. 34: İbn. Hanbel. 1/80. 83. 107. 139





[20] Hâkim, el-Müstedrek ale's-Sahîhayn, I, 147 (253); İbn Ebî Şeybe, Ebû Bekir Abdullah, Mûsannef, 1. bsk. thk. Muhammed Abdüsselâm Şâhin, Dâru'l-kütüb el-ilmiyye, Beyrut, 1995, VII, 89 (34414, Hadisin birinci kısmı); Beyhakî, Şu'abü'l-îmân, V, 58 (5765, Hadisin birinci cümlesi); Kudâ'î, Müsnedü'ş-şihâb, II, 278 (1354). Râmhurmüzî, Kitâbü emsâli’l-hadîs, III, 66, 67; Ebu'ş-Şeyh, Kitâbü’lemsâl, s. 232 (343). (UYSAL, 23 Bahar 2007 )


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar