Print Friendly and PDF

NAKŞÎ-HÂKÎ PÎRÂN-I ÂZAM-I


A)        TASAVVUF





Seyr ü sülûk hallerinden bahseden ilme “Tasavvuf ilmi” denir. Buna terettüb eden sonuç, seyr ü sülûke terettüb eden sonucun aynısıdır. Güzel veya çirkin iradî fiillerin kendisinden sadır olması bakımından insan nefsinin hallerini bilmektir. [1]





“Sûfîlik, birtakım kurallar veya ilimlerden meydana gelen sistem olmayıp ahlâkî bir eğilimdir.[2]





Yani sûfîlik birtakım kurallar­dan ibaret olsaydı, zAhmedli bir çabalama ile elde edilebilirdi; son­ra bir ilmi bulunsaydı, öğretim yoluyla kazanılabilirdi. Aksine sûfîlik, “Allah Teâlâ’nın ahlâkı ile ahlâklanın” sözüne uygun bir eğilimdir. Allah Teâlâ’nın ahlâkına ise, ne kurallarla ne de ilimlerle ulaşılabilir.” [3]





Hikmet ve hakikâte dair yazılan eserlerin en önemli ve esaslı nok­taları daima remiz ve işaretle geçmiştir.





Hakikî tasavvuf ilmi üstattan talebeye, şeyhten müride emanet edilmek suretiyle zamanımıza kadar gelebilmiştir.





Tasavvufun mühim ve esaslı bahisleri olan (esrar) dan maksut, gayri makul şeyler değildir. Yalnız tasavvufun açıklanan bilgileri düşünürlerin aklının alabileceği meselelerden olmakla mutasavvıflar kelimünnase (insanlara akıllarının alabileceği şekilde konuşmak) emrine uymuşlardır.[4]





Tasavvuf başlı başına hususi bir ilimdir. Ahlakın yüksek mertebesinde bulunup fark edilip edilmemesi ancak talibin isteği üzere tecelli etmektedir. Terakki yolunda noksan kalan şeyler bu ilimle tamamlanır. Bu ilimden herkes sorumlu tutulmamıştır. Çünkü hal ilmi olmasından dolayı varlığı gerekli, fakat mecburi değildir.





Hazret-i Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin hayatını tetkik ettiğimiz za­man bakıyoruz, birtakım sözleri umuma söylemiş, bir­takım sözleri hususa söylemiş, birtakım sözleri de bazı kimselerin kulağına söylemiş. Taşımak meselesi­dir bu, herkes her şeyi taşıyamaz yahut taşıyacak hâle geldiği zaman söylenir. Aynen süt çocuğunun evvelâ ana memesiyle beslenmesi gibi... Sonra çor­baydı, meyve suyuydu, bilmem ne... Ondan sonra an­cak sert kabuklu meyveler, sebzeler yiyebilir çocuk. Dişleri oluştuğu zaman, midesi onu hazmedebileceği zaman... Ufacık çocuğa bulgur pilavı verilir mi? Bo­ğazına kaçar, ölür. Ne zaman ki, bulgur pilavını çiğne­yip hazmedecek hâle gelir, o zaman bulgur pilavı yer.[5]





Mevlânâ Sûfî Dânişmend dediler ki; Hâce Ahmed Yesevî kuddise sırruhu’l aziz lütfedip buyururlar. Tarîkat kalb ile amel etmektir. Yani tarîkat, gönül ile amel etmektir ve gönül âlemi gözünü açmaktır. Nitekim Hz. Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi ve sellem bu konudan şöyle haber verirler:





Allah Teâlâ’nın nur ve zulmetten yetmiş bin perdesi vardır. Eğer bu perdeleri açsaydı, baktığı her şey yanardı. Şüphesiz, Allah azze ve celle’nin nurdan ve karanlıktan yetmiş bin perdesi vardır. Eğer bunları açsa, gözünün nuru her nereye ulaşsa kesinlikle onu yakardı.





Ve (ayrıca) âlem-i kübrâ (büyük âlem) ve âlem-i suğrâ (küçük âlem) vardır. Gözle görünmeyen nesneler âlem-i kübrâdadır. Ama ehl-i tasavvufa göre, kişinin gönül âlemi açılsa onsekiz bin âlemi apaçık görür, tıpkı âlem-i suğrâ’da göründüğü gibi. Ama gönlü açmak için sert çile çekmek gerek. Mevlâ azze ve celle Kur’an-ı Kerim’de şöyle haber verir:





“Bizim uğrumuzda cihad edenleri (gayret sarf edenleri) elbette kendi yollarımıza eriştireceğiz.” (Ankebut, 6) Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurur ki; Ölmeden önce ölünüz. Tasavvufun hedefi insan ve insanı ıslahtır. Bu sebeple, tasavvufun insana nasıl  baktığını bilmek lazımdır. [6]





Tasavvuf ilmine göre insanın manevi vücudunda iki zıt varlık vardır. Bunlardan biri Ruh, diğeri de Nefs’tir. Tasavvuf bu iki unsuru temel alarak şekillenmiştir.





Tasavvufun hedefi, insanın manevi vücudunu, manevi ölüm ve manevi hastalıklardan korumak, dünya ve ahirette insanı manen, huzurlu ve sıhhatli yaşatmaktır.





Tasavvufun Çıkış Yeri





Tasavvuf, dünyanın her devrinde ve her yerde, türlü türlü şekil­lerde görünmüştür. Hindistan’da, Mısır’da, Yunanistan’da, İskenderi­ye’de, Mûseviyet’te, İseviyet’te ve nihayet İslâmiyet’te tekemmül etmiş olduğu halde kendini göstermiştir. [7]





Avrupa tarihçileri ve araştırmacıları İslâmî tasavvufun esaslarını Kur’an-ı Kerim ve Hadis-i Şerif haricinde görmek istiyorlar. Onları böyle bir zanna sevk eden Kur’an-ı Kerim ve Hadis-i Şerif’lerin hakikî manalarını anlamayışlarıdır. Avrupalılar bu hususta mazurdurlar. İslâmî tasavvuf anlaşılırlık ve delalet ettiği mana itibariyle hiç bir vakit kitap sahifelerine geçmemiştir. [8]





Tasavvuf, yani mistisizm kelimesini. İseviyette ilk söyleyen Kneber’dir.





Mistisizm, Yunanca “müo” kelimesinden alınmıştır. Ağzını ve gözünü kapamak mânâsına gelir. Bu itibarla tasavvuf demek, aklın istid­laller nazariyesine müracaat edilmeksizin kesb olunan kalp marifeti de­mektir. İlk Milâdî asırda, havarî Apostolos’dan Hıristiyanlığı alan ve bilahare Atina’da piskopos olan Deniş Nom Divin isimli zat Hakk’a vusulün, ruhun bu his âleminden tecerrüt ve dünya bağlarını terk ve bizzat kendini unutmakla mümkün olacağını talim etmiştir. [9]





‘Genellikle mistisizm, ruhî tamamlanma için insanın yaptığı bir nevi harekettir.   Bu hareket kırılınca insan derunîleşir ve içine kapanır...’





Büyük mistikler hususî kabiliyetlere sahip olan fevkalâde insanlardır. Bunlar, devrin umumî ruhunu gösteren mistik hareketi yaratırlar. Tarîkatlar, cemaatler, gizli mezhepler bu umumî ruhî hallerin taklit edilmiş, anane halini almış şekilleridir. Mistisizm adet halini aldıkça aktifliğini ve atılganlık ve heyecanını kaybeder. Pasif, kapalı ve muayyen bir zümreye mahsus batını bir vasıf almağa başlar.’





‘İslâm tasavvufu, İslâm’a yabancı ve Hıristiyanlıkla Budistlikten alın­ma değildir. Bunun kaynağı Kur’an-ı Kerim ve Hadis-i Şerif’ tir.   Bununla beraber tasavvuf diğer dinlerde de vardır.’ [10] 





Topkapı Sarayı Kütüphanesi’nde; Mevlâna Hüsâmeddîn Oğlu Mustafa namında bir zâtın, Risâle-i Zevkiyye isimli el yazması kitabın­da şöyle denmektedir:





İlk dervişlik, beşerin babası olan Hz. Âdem’le başlamıştır.”





O zaman başlayan dervişlik her devirde var olmuştur.





Buda’yı ele alalım. Buda der ki;





Kötülüklerin, kederlerin, ölümün sebebi şehvettir. Her bir insanın başına birer belâ kesilen ihtiyaçları, kalplerde uyandıran yine şehvet ve hırstır.” Bunun için Buda, şehvet ve hırstan kurtulmak çaresi olmak üzere riyâzat yani perhiz ve ayni za­manda derin derin tefekkürü, insanın yavaş yavaş dünya arzularından çekilmesi ve benliğinden kurtulması yolunu göstermiştir.[11]





Tasavvufun Hedefi





Anlatılanlardan anlaşıldığına göre bütün her şey Allah Teâlâ’yı bilmek içindir.





Bilmek; kâl ile yani okumakla,   kitapla değil,   ancak hâl ile yani usulü dairesinde seyr ve sülûk ile mümkün olur.   Bununla beraber Bursalı İsmail Hakkı merhumun Kitab-ün-Neticede yazdıkları gibi, yalnız bilmek de kâfi değil, bulmak ve daha sonra da olmak lâzımdır. Bu son mertebeler ise, ancak ve ancak Allah Teâlâ’nın lûtf ve inayetiyle kul­lara müyesser olur. Aynülkudâtı Hemedanî in:





لاۤ ِالٰهَ ِإلاَّ اللهُ demek başka,  لاۤ ِالٰهَ ِإلاَّ اللهُ ı bilmekbaşka ve  لاۤ ِالٰهَ ِإلاَّ اللهُ ı olmak başkadır.





Bildim o kadar ki, bilmek olmaz





                                                   Fuzuli





Yine Ahmed Tahir kuddise sırruhu’l-azîz Hazretleri buyurdu ki;





“Maneviyâtta ilerleye ilerleye, evvela adını, sonra tadını, sonra huzurunu ve nihayet kendini bulursun.” [12]





Her kim hem Hakk’ı, hem halkı, hem fenayı hem bekayı, hem hadisi hem kıdemi, hem kendisinin acizliğinin kemâlini ve hem de Allah Teâlâ’nın kudretinin kemâlini kendi vücudunda bulup, kulluğu ve ulûhiyeti birbirini görmeye mani perde etmezse, işte o kimse şek ve şüphelerden ve telvin denilen başka inançlardan kurtulur, tevhid ehli olur.[13]





Felsefe ile Tasavvuf





Tasavvufu bir felsefi akım gibi görmek isteyenler olmuştur. Fakat felsefe ile tasavvuf arasında büyük fark vardır.  





Felsefe aklî ilimlerdendir. Akıl dairesinden çıkan bilgileri anlama demektir. Felsefede aklın ötesine yükselme yoktur. Bu nedenle felsefe nefse ait bir ilimdir.





Tasavvuf, çok büyük olan kâinatın bütün varlığı ve bireyleri ile aşikâr olan hakikâtten bahseder. Tasavvuf nefs öldürmek ile aklın üstündeki bildirilen ilâhî ilim ile olan ve hakikâtlerin aslına ait bulunan yüksek kemalâtı ile kavuşmak ve süslenmek demektir.





Buna göre felsefe aklın içinde; tasavvuf aklın üstünde bulu­nan öğrenme ve kemalât ile sıfatlanma demektir. [14]





Abdulgânî Nablusî kuddise sırruhu’l-azîz buyurdu ki;  “Vasıtalar çoktur; aşk ise, en verimli olanıdır.” [15]





Tarîkat yolu aşk yoludur. Akıl babı değildir.





İmam Gazâlî, Necmeddin Kübrâ Hazretleri’nin huzuruna gelmiş. Maksadı, hazretin içinden çıkamayacağını zannettiği bazı sualler sormak imiş. Fakat Necmeddin Hazretleri kâbız ismiyle tecellî edince, İmam Gazâlî’nin bütün bildikleri silinmiş. Hazret o zaman:





“Yâ Gazâlî!” demiş,





“Hafızanı biz kabzettik. Şimdi, kendi ilimlerinin iade olunmasını mı is­tersin, yoksa bâtın ilimlerini mi istersin?”





Bu sual karşısında Gazâlî:





“Ah Efendim, elli senedir bu bilgiyi ka­zanmak için çok emek sarf ettim. Bana onları bağışlayın!” diye cevap vermiş.[16]





İç âlemi, akıl ile îzah olunamaz. Tarîkat, aklın dışındadır. Eğer akıl haricî olmasaydı, Kant da, Schopenhauer de, peygamberim! Diye ortaya çıkarlardı. Her dava her müşkül akıl ile halledilmiş olsaydı ne nebilere ne mürşitlere lüzum kalırdı. İşte mürşitler, bu akıl üstü yolu gösterirler.[17]





       “Felsefe ile tasavvuf arasında ne fark vardır?”





       “Evet, biri aklî hikmet, diğeri hakîkî hikmettir. Yani biri zan ve vehim yolu, diğeri hakîkat yoludur.





Felsefe bir şüphecilik ve zan yolu olduğu şununla da sabittir ki, Schopenhauer, Kant, Nietzsche gibi filozoflar dâima birbirlerini çürüt­müş. Meselâ eski felsefenin bugünkü felsefeyi baştanbaşa nakzedişi gi­bi.





Hâlbuki hakîkat yolunda, hangi Ehl’u-llâh, bir diğerinin dediğini çürütmüş, nakz eylemiştir? Bin bu kadar sene evvel gelen bir Hakk velîsi de, beş yüz bu kadar sene sonra gelecek olan da hep aynı hakikâti söy­lerler. Çünkü hakîkat ehlinin beyanları görgüye dayanır. Hakk’tan alır ve Hakk’dan bahsederler.”[18]





Filozoflar içinde tamamıyla hakikâte ermiş bir kimse tasavvur ede­miyorum. Çünkü bunların bilgilerine ve bildiklerine akıl delil olmuş­tur. Akıl ise, mahlûk olmak hasebiyle kendi üstünde olan hakikâtleri idrak edecek kudret ve kuvvette değildir. Onun için bunlar, derya için­de dümensiz seyir ve sefer eden bir gemi gibidirler ki, nihayet günün bi­rinde taşlara çarparak parçalanırlar.





Evet, bunların içinde Hazret-i Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin maneviyâtından nur ve feyiz almış olan Sokrat, Eflâtun, Epiktetos gibi kimseler de vardır. Fakat hakikâti bulmuş olan bu gibilere pek ender olarak rastlanır.[19]





“Eflâtun: Bilmek demek, eski şeyleri hatırlamak demektir, di­yor. İşte buradaki bilişme, kaynaşma ve buluşma da ezelin icabıdır. Sokrat’ın yine güzel bir sözü vardır: Felsefe demek, ölüme hazırlanmak demektir. O zamanın ifadesine göre tasavvuf, felsefe sözüyle anlatıl­makta idi.





İşte bütün bu sözler, binlerce sene evvel söylenmiştir. Yani Sokrat ve onun gibi hakikât peşinde koşan kimseler, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimizin batınından iktibas ederek bulmuş, duymuş ve söylemişlerdir.[20]





Binâenaleyh, tasavvuf insan hayatında fiiliyattır. Felsefe ise, fikriyatta kaldığı için neticede sonuçta sönmeye mahkum olur.





Hakikî mürşid kimdir? Tasavvuf felsefesiyle uğ­raşan kimse değil, bizzat tasavvuf şuurunu amel ha­line getiren kimsedir. Onun için de mutasavvıf yaşar; tasavvuf felsefesini yapan ise, mutasavvıfın yaşadığı hayatın üstünde zihin yorar.[21]





Hak yolunun rehberi nefsi dürür kâmilin





Dil tahtının serveri nefsi dürür kâmilin





Nefsini mat eyleyen, ref’i-memat eyleyen





Nefh-i hayat eyleyen nefsi dürür kâmilin





İsteyu git âdemi, âdemde bul âdemi





Sırr-ı nefahtü demi nefsi dürür kâmilin





Sure-yi Necm’i oku anlagıl vahyi Hakk’ı





Bilesin o mantıkı nefsi dürür kâmilin





Ruhül-Kudüs demini, âdemde iste anı





Ölmüş gönülün canı nefsi dürür kâmilin





Maye-yi zat denilen, feyz-i necat denilen





Ab-ı hayat denilen nefsi dürür kâmilin





Diri kılan tenleri, zinde eden canları





Kaldıran ölenleri nefsi dürür kâmilin





Mevtaya etse nefes, her yaneden gele ses





Haşreden ey hakşinas nefsi dürür kâmilin





Niyâzi’yi can eden zerresini kan eden





Katresin umman eden bir demidir kâmilin





Niyâzi Mısrî kuddise sırruhu’l-aziz





AKSARAY OĞLANLAR DERGÂHI ŞEYHİ





          İBRAHİM EFENDİ [22] TASAVVUF MANZUMESİ [23]





1    Bidayette tasavvuf sûfî bî-can olmağa derler
Nihayette gönül tahtında sultân olmağa derler
[24]





Tasavvuf mesleğine intisap etmek isteyen sûfi, bu dergâha girerken, maddî varlığından sıyrılarak kendinde bir varlık görmemelidir. Bu tarzda başlayan mânevî yolculuğun nihayetine ula­şan kimse gönül tahtının sultanı olur.





2    Tarîkatta ibarettir tasavvuf mahv-ı suretten
Hakikâtte sarây-ı sırda mihmân olmağa derler
[25]





Tasavvuf, Allah Teâlâ’nın varlığından ayrı gibi görünen suret ve şekilleri yok etmekten ibaret olup, hakikâte erdikten sonra ise, o suretlerin arkasındaki sır sarayında misafir olarak oturmaktır.





Denizin dibinde inciler, taşlarla karışık olarak bulunur. Övülecek şeyler, ayıplar kusurlar arasında olur.[26]





  • Bu âb u kil libâsından tasavvuf âri olmaktır




Tasavvuf cism-i safî nûr-i Yezdan olmağa derler[27]





Tasavvuf, toprak ve sudan ibaret olan suretten temizlenmektir. Varlığından soyunan derviş, cismini saflaştırarak, Allah Teâla’nın nuru olur. (O’nunla görür, O’nunla işitir, O’nunla tutar ve O’nunla yürür.)





4    Tasavvuf lem’ayı envâr-ı mutlaktan uyarmaktır
Tasavvuf âteş-i aşk ile sûzân olmağa derler
[28]





Tasavvuf, gönülde mutlak nurlardan bir ışık yakarak, aşk ateşiyle yanıp tutuşmaktır.





Tabiat kanunudur: Hasret, küçük ateşleri sön­dürür, büyükleri ise, yangına çevirir.[29]





Aşk bir şem’-i ilâhîdir benim pervanesi





Şevk bir zencîrdir gönlüm anın dîvânesi





                                                              Şeyh Galib kuddise sırruhu’l-azîz  





5   Tasavvufta şerait nâme-i hestîyi dürmektir
Tasavvuf ehl-i şer’u ehl-i îmân olmağa derler
[30]





Tasavvuf, hem şeriat, hem iman ehli olup varlık kitabını dürerek, varlığından geçmek­tir.





Bana bende demen bende değilem





Bir ben vardır bende, benden içeru         





6    Tasavvuf arif olmaktır hakîmen âdetullâha
Tasavvuf cümle ehli derde derman olmağa derler
[31]





Tasavvuf, hakimane bir tarzda âdetullâhı (sünnetullah) anlamak, bütün dert sahiplerinin derdine derman olmaktır.





Mevlâna kuddise sırruhu’l-azîz der ki;





“Secde etmekten baş çevi­ren İblis, sadece ilim sahibi idi. Aşk ehli değildi. Onun için Âdem aleyhisselâmda tecellî eden İlâhî nefesi göreme­di ve Allah Teâlâ’nın insana bunca azim bir mertebe verdi­ğini anlamadı.” [32]





7    Tasavvuf ten tılsımın ism miftâhıyla açmaktır
Tasavvuf bu imaret külli vîrân olmağa derler
[33]





Her düğümün bir tılsımla açıldığı söylenir. Tenin tılsımı da “Allah” isminin anahtarı olan “Bismillah” ile açılır. Tasavvuf mamûr olan bu varlığı tamamen viran etmek, nefse nisbetle ruhu beslemektir.





8    Tasavvuf sûfî kâli hâle tebdil eylemektir bil
Dahî her söz ki, söyler âb-ı hayvan olmağa derler
[34]





Tasavvuf, sûfinin sözünü ve bilgisini hâle çevirmesidir. (ilmiyle âmil olma). Hâl ehli, söylediklerini ve bildiklerini biz­zat yaşayan bir kimsenin her sözü, başkaları için hayat iksiri hük­mündedir.





9    Tasavvuf ilm-i ta’bîrât u te’vîlâtı bilmektir
Tasavvuf can evinde sırr-ı Sübhân olmağa derler
[35]





Tasavvuf, ta’bîr ve te’vîl ilmine vâkıf olmak, Kur’an-ı Kerim ve Sünnet’in esrarını anlamaktır. Tasavvuf kalbi, ilâhî sırların yolu ve aynası yapmaktır.





10  Tasavvuf hayret-i kübrâda mest ü vâlih olmaktır
Tasavvuf Hakk’ın esrarında hayran olmağa derler
[36]





Tasavvuf, büyük bir hayret ve dehşetle kendinden geçmek, Allah Teâlâ’nın sonsuz esrarı karşısında hayran kalıp ürpermektir.





11  Tasavvuf kalb evinden mâsivâllahı gidermektir
Tasavvuf kalb-i mü’min arş-ı Rahman olmağa derler
[37]





     Tasavvuf, gönül hanesinden mâsivâyı temizlemek, kalbini Rah­man’nın arşı yapmaktır.





Kalb-i mü’min arş-ı Rahmân’dır





Ânı yıkmak ziyâde tuğyandır.





 “Allah Teâlâ, Âdem aleyhisselâmın hamurunu bizzat hazırladı. Melekler o kadar düşündüler ve araştırdılar. Âdem aleyhisselâmın yapısının nasıl olduğunu bilemediler. İblis, Âdem aleyhisselâmın çevresinde dolaşırken ağzını açık görüp girdi. Âdem aleyhisselâmın yaratılışını anlamaya çalıştı. Kalbe kadar ulaştı, ancak gönlüne girmeye yol bulamadı; çünkü Âdem aleyhisselâmın gönlüne girmek için Şeytan’a yol yoktur. Vesve­se mahalli göğüstür, kalb değildir. Bin endişeyle geri döndü. Âdem aleyhisselâmın kalbine gire­medi ve herkes tarafından da böylece reddedildi. Bundan dolayı tarîkat büyükleri demiştir ki, kim bir gönül reddetse bütün gönüllerde reddedilmiş olur. Kim bir gönül kabul etse bütün gönüller de onu kabul eder. An­cak halkın çoğu gönlü nefisten ayıramaz. Fukara dilinde





“Halkın reddi, Hakk’ın kabulüdür.” Sözündeki halk, nefsi kalbten ayıramayan halktır.”[38]





“İş tarîkata girmekte değil, gönül sahibinin gönlüne girmektedir. O tarîkata giren kimse, isterse bütün gün ve gece riyâzat ve tâatla, ibadetle meşgul olsun, öldüğü vakit karşısında yaptığı iyilik veya kötü­lüğü bulur.





Fakat bir gönül sahibini bulursa, o vakit iş kolaylaşır çünkü o sayede ahlâkını tasfiye eder. Tabiî, bulandan maksat, rengine boyanan, onun isrine yani yoluna giden demektir. Buna muvaffak olamayan kimse, o üstadın değil, şey­tanın, nefsinin yoluna gidiyor, demektir.





Kâmil üstadı bulan, cemâli bulur. Ne kadar mevcudat varsa, hepsi de o kâmilin kalbi vasıtasıyla Hakkı bulmaya çalışır.





Yârin yüzü, Hakk’ın cemâlidir. Hacca gidenler, taşı toprağı tavaf ederler. Bir gönül ele getir ki, hacc-ı ekberdir. Bin kâbeden bir gönül evlâdır. Kabe’ye gitmek için ihrama bürünürler, yani esvaplarından so­yunurlar. Gönül Kâbesine teveccüh eden âşıklar ise, iki cihandan soyu­nurlar. Onların ihramı budur.





Kabe Sübhân’nın rızâsı mahallidir. Çünkü oraya Allah Teâlâ’nın rızâsı için gidilir. Gönül ise, Rahmân’ın müşahede edildiği yerdir. Binâenaleyh bir gönül, yerler ve göklerden dünya ve kâinattan Kâbe-i âlîşân’dan daha yücedir. Ne mutlu o kimseye ki, hakîkî Arafat olan ârif-i billahi bulur ve onda Hakk’ın cemâlini seyreyler.” [39]





Hülasa; İş tarîkata girmekte değil, insan olmaktır. Hâlbuki bazıları işi tarîkata girmekte zannederler. Tarîkat, tarîk-i Muham­medi’dir. İnsanı tarîkat kurtarmaz. Kurtaran mürşittir, kâmil insan­dır. Hangi tarikte olsa, onu arayıp bulmalı. İş, eline tesbihi alıp sabah­lara kadar esma çekmekte yahut zikir ve ibadette değildir. O kâmil mürşidi bulup, önünde (lâ) olabilmektedir. [40]





12  Tasavvuf her nefeste şarka vü garba erişmektir
Tasavvuf bu kamu halka nigeh-bân olmağa derler
[41]





Tasavvuf, her an, şarkta ve garptaki müslümanları düşünmek, onla­rın sevincine ve tasasına ortak olmak, ihtiyaç sahiplerine hizmet et­mektir. Tasavvuf, bütün halkı görüp gözetmeye çalışmaktır.





13  Tasavvuf cümle zerrât-ı cihanda Hakk’ı görmektir
Tasavvuf gün gibi kevne nümâyân olmağa derler
[42]





Tasavvuf, cihanın bütün zerrelerinde Hakk’ı müşahede etmektir. Sûfi güneş gibidir. İnsanları zulmetten nura ulaştırır.





Bir kitâbullah-ı azamdır serâser kâinat





Hangi harfi yoklasan, mânâsı hep Allah çıkar.





14  Tasavvuf anlamaktır yetmiş iki milletin dilin
Tasavvuf âlem-i akla Süleyman olmağa derler
[43]





Tasavvuf, yetmiş iki milletin dilini bilmek, herkesin halinden anla­maktır. Hz. Süleyman aleyhisselâm nasıl kuşdiline varıncaya kadar bütün dilleri biliyorsa, tasavvuf erbabı da akıl âlemine Süleyman olmalıdır.





15  Tasavvuf urvetu’l-vüskâ yükün cân ile çekmektir
Tasavvuf mazhar-ı âyât-ı gufran olmağa derler
[44]





Tasavvuf, Kur’an-ı Kerim’in hükümlerine bütün gücüyle bağlanmak ve ölünceye kadar bu inancını devam ettirmektir. Böyle bir davranış içinde bulunan sûfi, gufran (affedici) ayetlerinin mazharı olur.





16  Tasavvuf ism-i a’zamla tasarruftur bütün kevne
Tasavvuf câmi-i ahkâm-ı Kur’ân olmağa derler
[45]





Tasavvuf, bütün kâinata “İsm-i a’zam”la tasarruf etmektir. Böyle bir davranış içinde bulunan sûfi, gufran ayetlerinin mazharı olur. “İsm-i â’zam,” Allah Teâlâ’nın Kur’ân-ı Kerim’de geçen yüz isminden doksan dokuzu belli olan “Esmâ’ül-Hüsnası”nın üstündeki adına verilen isim olarak bilinir. Herkes tarafından bilinmeyen bu isme vâkıf olan kimse Allah Teâlâ’nın izniyle tasarruf imkânına sahip olur. İsm-i â’zam’ın tecellisi insanî kâmildir. İnsânî kâmilin gönlüne giren bu isimle tasarruf eder.





17   Tasavvuf vâsıl olmaktır cemiân tâlib-i Hakk’a





Tasavvuf vasl-ı dildâr ile handan olmağa derler.[46]





18  Tasavvuf her nazarda zât-ı Hakka nazır olmaktır
Tasavvuf sûfiye her müşkil âsân olmağa derler
[47]





Tasarruf sahibi Allah Teâlâ’dır. Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz olan esma, sıfat ve tecellilerini maddî ve manevi âlemde görmektir.





Ahmed Âmiş kuddise sırruhu’l-azîz Hazretleri buyurdu ki;





“Allah tecellisini tekrar etmez.” “Esmâ-ı İlâhiye, Zât-ı İlâhiye’nin libâsıdır. Her an bir libâs ile zuhur eder.  Onun hükmü bitince diğer bir isimle telebbüs eder.” Allah bu dünyada esma ile tecelli buyurur. Hangi esma ile zuhur ederse,   diğerleri ona tâ’bi olur.” [48]





Demişlerdir ki; “Dünya bir gün attârın birgün baytarındır.”





Hikaye





Vaktiyle valinin biri azlolunmuş, hayli zaman açıkta kalmış. Bir gün uşağı: Efendi, demiş, filân ağaç kovuğunda bir zat oturur herkes gidip onun duasını alır, büyük bir zattır. Haydi, biz de gidelim de senin için duâ isteyelim!





Efendi de uşağın sözünü dinleyerek kalkar ve beraberce o zâta giderler. Elini öpüp hacetlerini söylerler. O zat da:





“Yâ Rabbî, der, ne ka­dar hayır sahipleri ne kadar sâlihler, âşıklar varsa onların yüzü suyu hürmetine bu adama yakında bir memuriyet ihsan et!”





Bu duayı aldıktan sonra Efendi ve uşak evlerine dönerler. Biraz son­ra da bir yaver gelerek filân yere vali tayin olduğunu bildirir. Aradan beş on sene geçtikten sonra vali tekrar azlolunur. Yine uşağın teklifi üzerine ağaç kavuğundaki zâta gidip yeniden duâ isterler. Ama bu defa o zat:





Yâ Rabbî, ne kadar meyhaneci, edepsiz, katil, hırsız kulların var­sa onların yüzü suyu hürmetine bu adama bir memuriyet ver,” diye duâ eder. Bu türlü bir niyaz beklemeyen valinin hayreti karşısında:





“Merak etme oğlum, tecelli devir devirdir bu da hak, o da hak... Sen işine bak tayin olunursun,” diye cevap verir. Gerçekten de üç gün sonra tekrar bir tâyin çıkarak adamcağız yeni işine gider.





Bazı kimseler görüyorsun, Hak yolunda oldukları halde birçok maddî mahrumiyetler ve elemler içindedirler. Fakat onların içinde bu­lundukları ateşte ne gülistanlar gizlidir. Allah Teâlâ’dan uzak kalan bir kim­se ise, ne kadar zevk ve safa içinde de olsa yine ateşin içindedir. Çünkü aslı ateştir neticede de yine ateşe munkalip olur.





Fakat bu iki ateş arasında azîm farklar vardır. Biri ateş görünür içi gülistandır. Biri gülistan görünür içi ateştir. Fark bu..”[49]





19  Tasavvuf ilnı-i Hakka sinesini mahzen etmektir
Tasavvuf sûfî bir katreyken umman olmağa derler
[50]





Tasavvuf, Hakk’ın ilmine kalbini mahzen etmektir. Ledünnî ilme sahip olmak ve bu suretle beşeriyete faydalı hale gelmektir. Bu sayede bir katreden ibaret bulunan sûfi umman hâline gelmiş olur.





20  Tasavvuf külli yakmaktır vücûdun nâr-ı lâ ile
Tasavvuf nûr-i illâ ile inşân olmağa derler
[51]





 “Tasavvuf, kendi varlığını inkâr harfinin nuru ile tama­men yok ederek isbat harfinin nuru ile Allah Teâlâ’nın varlığının kendi suretinde görünüşe geldiğini anlamak suretiyle gerçek insan olmak demektir.”(Lâ mevcûde illâ Hû).





21  Tasavvuf onsekiz bin âleme dopdolu olmaktır
Tasavvuf nüh felek emrine ferman olmağa derler
[52]





Tasavvuf, kâinattan haberdar olmak, on sekiz bin âlem hakkında bil­gi edinmek, eşyanın hakikâtine vakıf olup dokuz feleğin (güneş sistemi) emrine ferman olmaktır.





22  Tasavvuf “kul kefâ billâh” ile da’vet dürür halkı
Tasavvuf “irciî” lafzıyla mestân olmağa derler





Kul kefâ billah, “De ki, Allah Teâlâ yeter” anlamında ve Kur’an-ı Kerim’de (Rad 43. ve Ankebut 52. âyetlerde) aynen geçen kelam. Dâvet dürür, davettir. İrciî, “Geri dön!”anlamına emir. Kur’an-ı Kerim’de (Fecr,28) geçen “Sen O’ndan ve O da senden hoşnut olmuş olarak Rabbine geri dön! Böylece kullarım arasına gir ki, cennetime giresin,” mealindeki âyete atıftır.





İnsanların hepsi Allah Teâlâ’dan ge­lir, fakat bazısı tasavvuf terbiyesiyle kendi hakikâtini anlayarak “Geri dön!” emri­ne uymuş olur. Bunun için tasavvuf, sevgilinin “Geri dön!” davetini işitmekle bu emre muhatap olmanın zevkinden sarhoş olmaya derler, demektir. Mestân, sar­hoşlar, çok sarhoş olan kimse.





Ehl-i tevhîd olmak istersen sivâya meyli kes





Aç gözün merdâne bak, Allah bes, bakî heves!





23  Tasavvuf günde bin kerre ölüp yine dirilmektir
Tasavvuf cümle âlem cismine cân olmağa derler
[53]





Tasavvuf, Allah Teâlâ’nın sonsuz kudretini müşahede edip kendinden geçmek, ölmeden evvel ölmek, ruhen diri kalmaktır. Tasavvuf, bütün âlemin cisminin ruhu olmak, onları ihya etmek, Allah Teâlâ’nın “Hayy” isminin mazharı olmaktır.





24  Tasavvuf zât-ı insan zât-ı Hakk’ta fânî olmaktır
Tasavvuf “kurbu ev ednâ’da pinhân olmağa derler
[54]





Tasavvuf, sûfinin kendi varlığını, gerçek varlıkta yok etmesi, bu sayede “Kurbu ev ednâ” makamına ulaşmasıdır





25  Tasavvuf sofinin her bir kılında bir göz olmaktır





Tasavvufu ehl-i suffe, ehl-i mîzân olmağa derler.[55]





26  Tasavvuf canı cânâna verip âzâde olmaktır
Tasavvuf cân-ı cânân cân-ı cânân olmağa derler
[56]





Tasavvuf, canı sevgiliye verip, mâsivâ esaretinden kurtulmak, gerçek sevgilinin canı olmaktır.





27  Tasavvuf bende olmaktır hakikât hak ey İbrahim
Tasavvuf şer’-i Ahmed dilde burhan olmağa derler
[57]





Tasavvuf, Allah Teâlâ’ya kul olmak, Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin şerîatını gönülde bir delil olarak yaşatmaktır.[58]





B)        İNTİSAB ETTİĞİ KOL VE SİLSİLESİ





I-İNTİSAB ETTİĞİ KOLUN TÜRKÇE SİLSİLESİ





BİSMİLLÂHİRRAHMANİRRAHİM





Hakikât bahrinin dürrîn deren mahbûb-ı subhânî





Ki erişti kâbe kavseyni ev ednâda bulup kânı





O dürrü derc edip Sıddîk oluban mahzen-i esrar





Zehî sıdkında sadıktır o yârin gârda yârânı





O genci feth edip Selmân saçtı ravh ile reyhan





Nice canlar olup mestân unuttu hûr u gılmânı





Erişdi Kâsım-ı Evvâb o bâbda oldu çün bevvâb





Erip tâ sahile gark-âb düştü hân-ı rûhânî





Çü anın hân-ı bezminde bulup Cafer-i zinde





Acâyib oldu ferhunde buluban sıdk-ı hakkânî





Onun sıdk u sefasının nesîmin buldu çün Tayfur





Hayâsının sefasından nice gör dedi subhânî





Çü o bûydan alıp şemme geçerdi seyr-i imkândan





Ki hark etti hayâlâtı Ebu’l-Hasan el-Harâkânî





Onun o himmetin görüp Ebû Alî olup çâlâk





Urûc etti âlâya tâ ola mahrem-i Yezdânî





Onun dâmânini tutup ona der-pey revân oldu





Çü vâkıf oldu sırrına Şeyh Yûsuf el-Hemedânî





Gelip gavsü’l-halâyık çün ona dil-bend edip her dem





Bulup bilip görüp rabbın Abdûlhâlîk el-Gucdüvnânî





Çü Şeyh-i Ârîf-i Dânâ sülûkünde olup bînâ





Erişdi kasri îkâna açılıp bâb-ı irfânî





Sena kıldı ona Mahmûd ki, nezdinde ola mahbûb





Muhabbette olup mağlûb bilip hayrette hayrânî





Alî a’lâ makam buldu onun sohbet-i yümnünde





Cinân-ı himmet ile kim ola Alî Ahmed-i Sânî





Dediler kutbü’l-evliyâ Muhammed Bâba Semmâsî





Geçip a’lâdan a’lâya urûc etti onun canı





Urûcunun hurucunda tulü’ etti bir mehtâb ona





Seyyid Gülâl dendi gönüller kıldı nûrânî





Muhammed Şâh-ı Nakşbend tulü’ eyledi çün hurşîd





İhata etti âfâkı onun nûrı feyezânı





Muhammed Alâü’d-dîn onun o nûr-ı feyzinden





Itırlar saçdı canlara veriben derde dermanı





Onun o ıtri bûyundan çü buldu cezbe-i Ya’kûb





Çıkıp cevelân edip çarhı güzâr eyledi imkânı





İşitin Hâce Ahrâr Hakk’ın bahş u kirâmından





Nice kehf-i enam oldu saçıp in’âm u ihsanı





Muhammed-i Zahide cânâ erişti çün o ihsana





Erip makam-ı ihsana şuhûd eyledi vicdanı





Muhammed Dervîş derd-nâk düşüp derde bî-pâyân





Ki tâ bir gün deva eder diye ederdi efgânı





Çü Hâcegî Semerkandî bu sohbette bulup kandı





Ona dertler deva oldu gözetti hükm-i fermanı





Fenaya saldı çün uzun bekayı buldu pes bakî





Mekânı lâ-mekân şehrin edindi cây-ı nûrânî





Müceddid Ahmed-i Sânî aceb keşf makamında





Bulunur mu ona sânî Buhârayâ Horâsânî





Anın ferhunde bezminde Muhammed oldu çün Ma’sûm





Pes oldu urvetü’l-vüskâ tutuban habl-ı Kur’ânî





Visâk edindi Seyfeddîn urûc etti hurûc etti





Mekânı lâ-mekân oldu göründü cây-ı rabbânî





Nihân gayb-ı mutlaktan olacak feth-i nûrânî             





Olup nurun alâ nûr Seyyid Muhammed’e1-Bedevânî





Çü Şemseddîn Habibullah düşüptür Mazhar-ı Cânân





Pes oldu canlara canan o canlar canının canı





Çü geldi Şâh Abdullah bu yolda oldu hablullâh





Fenâ-fillâh bekâ-billâh onun da oldu seyrânı





Ziyâeddin Şeyh Hâlid bu yolda ser-firâz oldu





Geçip sadra tarîkatta tefevvuk etti akranı





Çü Abdullah gelip Rûm’dan ona camla râm oldu





Ziyâlandı gözü gönlü nedir pes rûh-ı râvânî





Cemâli şem’ine pervane olan Yahya ki, pîr-i mâ





Yüceltti kasr-ı irfanı koyup hân-ı Dâğıstânı





Bu kemter Rûmî’ye ya rab n’ola kıtmîr ola der-bâb





Ki tâ subh olacak göre bir kez o şen hânı [59]





Pes anda Mustafa Rûmî ana feth olunup ebvâb





Sarây-ı seyr-i vahdetde görürdi pek ıyân canı





Tokadı Mustafa Hâkî o minhâcdan alıp nûri





Uyandırdı pes enzârı kıluban ehl-i iz’ânı





Sivasî Mustafa Takî o serverden alıp feyzi





Olup serdar tarîkatda etti ihya müridânı





Niksârî Şeyh Hacı Ahmed bu yolda reh-nümâ oldu





Ki zira ol çü Rûmî’den alırdı feyz-i ruhanî





Cemal-i âfıtabıyla cihanı gark-ı nûr etti





Garîbu’llâhı İhramî celîlü’l- kadri burhanî  [60]





II-İNTİSAB ETTİĞİ KOLUN FARSÇA SİLSİLESİ





BİSMİLLÂHİRRAHMANİRRAHİM





Nebi, Sıddık u Selman Kasım est-ü Ca’fer u Tayfur





Ki ba’de-z- bü’l- Hasen şüd bü Ali vü Yusuf eş-kencur





Zi Abdülhâlik-i amed Arif-i Mahmud-ü ra behre





Ki zişan şüd diyar-ı Maveraünnehri kûh tur





Ali Baba Gülâl-i Nakşibendest ü Alaüddin





Pes ez Ya’kub-u Çarhi, Hâce-i Ahrar-ı şüd meşhur





Muhammed, Zahid ü Derviş, Muhammed, Hâcegî Baki





Müceddid, Urvetü’l Vüska vü Seyfüddin, Seyyid Nur





Habibullah-i Mazhar, Şah-ı Abdullah pir’i-ma





Ez-îşan reşk-i subh u iyd şüd mâra şeb-i deycur





Ziyaüddin Vahid’ül-asri Mevlana-i ma Halid





Çü amed kaniten lillahi ya ze’l feyz-i ya zen-nur





Pes Abdullah-i Mekki Seyyid Yahya-i Dağıstani





Ez-îşan münceli şüd feyz-i Sübhan der garib ü dur





Çorûmî Mustafa Rum-i Farukî-i Şirani





Ez-îşan o be tenvir diyar-i Rum şüd meşhur





Vez u şüd- vez Halil Hamdi, Tokad-i Mustafa Hâki





Hüseynî Seyyid emced cihan ez-feyz o me’mur





Ser-â-pâ ber Tâki cari füyüzat-ı ez o server





Ki halk-ı hulk-i o dervey temamet müncel-i mestur





Hacı Ahmed Şeyh-i Niksari-i Çorûmi terbiyet- gerdeş





Ki müstahlef müeyyed şüd sahih yed zi- sened menşur





Ez-îşan izn-i am ker-dent der Garîb’u-llâh-i İhrami





Ve lakin cümrü nâ-vağfir, hatâna der cihan meşhur.





Kaddes’allahü esrara’hümü’l aliyyeh ve efâda aleynâ min berakatihim’üs-seniyyeh ve li sairi’s-sadatüt- tarîkati’l aliyyeh





Rızaen celle ve ala bi-sirri’l Fatiha.





FARİSÎ SİLSİLE-İ ŞERİFİN AÇIKLAMASI





     BİSMİLLÂHİRRAHMANİRRAHİM





Nebi sallallâhü aleyhi ve sellem emri ile Ebubekir Sıddık-î Azam radiyallâhü anh sonra Selman-i Farisi radiyallâhü anh sonra Kasım İbn-i Muhammed  sonra Cafer-i Sadık  sonra Bayezid-î Bestâmî Tayfur  sonra Ebu’l Hasen Harkâni  ve Ebû Alî Feramedî  ve ondan son­ra da Yusuf Hemedânî  ilâhi hazinelerin kasadarı oldular.





Abdûlhâlîk Gucdüvnânî geldi, sonra Arif-i Rîvgerî, sonra Mahmûd-u Encîr-i Fağnevî hazineden hissedar oldular. Öyle ki, onlar sayesinde Maverâünnehir şehri Tûr-i Sînâ dağı gibi, ilâhi feyizlerin akıp durduğu bir mekân oldu.





Daha sonra, Ali Ramîtenî, Muhammed Bâbâ Semâsî, Seyyid Emir Gülâl, Şâh-i Nakşibend ve Alâüddîn Attar ve daha sonra Yâkûb-u Çerhî ve daha sonra da Hâce-i Ahrâr bu yolda meşhur oldular.





Daha sonra Muhammed Parisa, Muhammed Zâhid ve Derviş Muhammed ve Hâcegî Emkenegî ve Mu­hammed Bâkîbillâh ve Müceddid İmam-i Rabbani Hazretleri[61] ve sonra Ürvet-ül Vüskâ Muhammed Masum-u Farukî Hazretleri[62] geldiler ve Seyfeddîn Hazretleri ve Sey­yid Nur Muhammed-ül Bedevânî Hazretleri gelir ve daha sonra:





Mazhar-i Cân-ı Cânân Şemseddîn Habîbullah var. Sonra Şah Abdullah-ı Dehlevî ki, onlar sayesinde karanlık geceler bayram günlerini bile kıskandıracak kadar güzelleşti.





Ondan sonra Ziyâeddîn Mevlâna Hâlid-i Bağdadî ki, o, asrının bir tanesi idi.  Feyz ve nur kaynağı ve büyük bir Veli idi.





Sonra Abdullah Mekkî ve Seyyid Yahya-i Dağıstânî geldiler. Bu mübarek mürşid-i kâmiller, Sübhân olan Allah’tan gelen feyzleri, uzak yakın her tarafa yaydılar.





Daha sonra, Çorumlu Pîr olarak anılan Fârûk-i Şirâni Mustafa Rûmî Hazretleri irşad makamına geçtiler. Bunlar bütün Anadolu’yu nurlandırıp manen yeniden dirilttiler, ihya ettiler.





Ondan sonra, Halil Hamdi Paşa Hazretleri ve Hüseynî çok şerefli bir Efendi­ olan Tokatlı Mustafa Hâkî Hazretleri irşâd vazifesini aldılar. Bütün cihan onun feyzleriyle yeniden yapılanmış, hayat bulmuştur.





İttifakla Mustafa Takî Hazretleri geldi. Mustafa Hâkî Efendi Hazretleri mânevî feyzleri kesintisiz olarak ona ulaştırdı. Şeyhinin ahlâkî güzellikleri ve mânevî olgunluğu onda gizli, açık parıldayıp durmakta idi.





Niksarlı Şeyh Hacı Ahmedi, Çorumlu Pir’in terbiyesiyle kemâle ermiştir ki, onun halîfeliği kuvvetli bir senetle gerçekleşmiş ve ilân edilmiştir. [63]





Tasarrufu Tokatlı Mustafa Hâkî Efendiden alan O, şanı yüce insân-ı kâmil Garîb’u-llâh-i İhrâmî umûmi bir izinle irşada başladı. Lakin derdi ki; günahımız affolmayacak kadar, hatamız cihanda meşhurdur.





Piran-ı İzamın Hakka Yürüyüş Tarihleri                                                     (Hicri- Milâdi)
Hz Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem(11/ 632)
Hz Ebûbekir radiyallâhü anh(13/634)
Selman Farisî radiyallâhüanh(35/655)
Kasım b Muhammed radiyallâhü anh(102/720–21)
İmam Cafer Sadık radiyallâhü anh(148/765)
Ebû Yezid Bestâmî (261/875)
Ebû Hasan Harkânî (419/1028–29)
Ebû Ali Ferâmedi (477/1084–85)
Yûsuf Hemedânî (535/1140–41)
Abdûlhâlîk Gucdüvnânî  (617/1220–21)
Hoca Ârif Rîvgerî   (649/1251)
Mahmud Encir Fağnevî  (670/1271)
Ali Ramîtenî (-azîzan)  (705/1305, 715/1315)
Muhammed Baba Semâsî (740/1339)
Seyyid Emir Gülâl (777/1375)
Behaüddin Nakşibend  (791/1389)
Muhammed Alâeddin Attâr (802/1399)
Mevlânâ Ya’kub Çerhî (847/1443)
Ubeydullah Taşkendî (895/1490)
Muhammed Parisa (922/1516–17)
Derviş Muhammed (970/1562)
Hâcegî Emkenegî (1008/1599)
Muhammed Baki Billah  (1014/1605)
İmam-ı Rabbânî  (1034/1625)
Muhammed Ma’sum  (1098/1687)
M Seyfeddîn Farukî (1100/ 1689)
Muhammed Bedevânî  (1135/1723)
Şemseddîn Habibullah  (1195/1781)
Abdullah Dehlevî  (1240/1824–25)
Mevlânâ Hâlid Bağdâdî  (1242/1826)
Abdullah-i Mekki Erzincânî (21 Zilhicce 1311-  25 Haziran 1894)
Şeyh Yahya Dağıstani 
Çorumî Mustafa Rumî Faruk-i Şirani  (1319 – 1899)
Seyyid A’rec Halil Hamdi Paşa   
Tokadî Seyyid Mustafa Hâkî   (15 R.Evvel 1339–15 Ocak 1920)
Mustafa Tâki Doğruyol   (11 Muharrem1341–1Ağustos 1925)
Hacı Ahmed (Zarakol) Niksarî (1935)
İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı TOPRAK (2 Ağustos 1969)









C)  PİRLERİ VE ŞEYHLERİ HAKKINDA BİLGİLER





      Ziyaüddin vâhid- ül asri Mevlana- i ma Halid





      Çü amed ganiten lillah ya zel–feyzi ya zen-nur





Pes Abdullah-i Mekki Seyyid Yahya Dağıstânî





      Ez îşan münceli şud feyz-i subhan der garib-ü dur





ABDULLAH-İ MEKKİ EFENDİ  (25 Haziran 1894) [64]





Şemsü-ş Şumus adlı kitapta Abdullah Erzincan-i olarak geçer. Mevlana Halid-i Bağdadi tarafından Erzurum, Erzincan, Kudüs ve bilahare Mekke’de görevlendirilmiştir. Abdullah-ı Mekki Hazretleri Erzincanlı olduğu söylense de babası Abdullah’ın [65] kabri Ordu Dereköy-Yukarıdamlalı’ dadır.





Mekke’de oğlu Abdullah Necati, İbrahim Efendi ve kızları Hatice, Emine, Abbasiye ve Havva Hanımlar [66] olduğunu öğreniyoruz.





Abdullah Mekkî kuddise sırruhu’l-azîzin zamanının usûlüne göre ilim tahsîl edip ilimde yüksek mertebeye ulaştıktan sonra el-Bağdâdî’yi Bağdat’ta tanıdığı, sohbetleriyle şereflenip icâzet-i tâmme ile hilâfet aldığı anlaşılmaktadır. El-Bağdadî’nin bazı hac yolcu­luklarında kendisine “Bu defa hacca gelişim seni ziyaret için­dir.” Dediği Mecd-i Talid’de rivayet edilen Abdullah Mekki kuddise sırruhu’l-azîzin tasavvufta sahv ve Beka makamında bulunduğu Haydarizâde tarafından zikredilmektedir.





Hâlid-i Bağdâdî kuddise sırruhu’l-azîzin mânevî terbiyesinden istifâde edip feyz alan Abdullah Mekkî irşâd görevi ile Anadolu şehirlerinden Er­zincan ve Erzurum’a uğradı. Erzincan’a gelişlerinde etrafa bak­tıktan sonra, “-Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî kuddise sırruhu’l-azîzin bizi görevlendirip ta’rif buyurdukları memleket burası olmalıdır. Burada bir zâtın bizde nasibi ve emaneti vardır.” Dediği Erzincan Tarihinde belirtilen Abdullah Mekkî’nin bu ifâde ile orada “Terzi Baba” la­kabıyla bilinen Muhammed Vehbi (1264/1847)’yi kastettiğini daha sonraki gelişmelerden anlamaktayız.





Erzincan’da ne kadar kaldığı bilinmeyen Abdullah Mekkî kuddise sırruhu’l-azîz, Hâlidiyye tarîkatına bu yörede kendisinin vasıtasıyla ilk intisâb eden Muhammed Vehbi kuddise sırruhu’l-azîze irşâd için mutlak hilâfet vererek Erzurum’a oradan da Kudüs’e gitti. Ardından Mekke-i Mükerreme’de mücavir kalarak, Ebu Kubeys Dağındaki tekkelerinde irşad ile meşgul olmuştur.





Daha sonra yerine Şeyh Süleyman b. Hasan el-Kırımî kuddise sırruhu’l-azîzi bı­raktığı ve Mekke’de vefat ettiği Süleyman Zühdî tarafından ifade edilmektedir. [67]





Halifelerinden en meşhuru Yanyalı Mustafa İsmet kuddise sırruhu’l-azîz Efen­di’dir. Hâlidiyye tarîkatının Anadolu’da intişârında büyük hiz­metleri bulunan Mekkî’nin günümüze kadar ulaşan bir tarîkat silsilesine sahip olması onun etkisinin sınırını göstermektedir. [68]





25 Haziran 1894 [69] tarihinde Mekke’de Ebu Kubeys Dağındaki tekkede Hakk’a yürümüştür. Kendisinden sonra tekke faaliyetleri devam etmekte olduğu anlaşılmaktadır. Tekke Postnişinliğine oğlu İbrahim Efendi gelmiştir. [70]





Türkçe silsilede şu şekilde adı zikredilir.





Çu Abdullah gelip Rum’dan ana can ile ram oldu





      Ziyalandı gözü ni der pes Rum’a revani





ŞEYH YAHYA DAĞISTANİ kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz





Bulunduğu bölgede riyaset üzere büyük bir makam sahibi iken tarîkat yolunu tercih eden Mürşid-i Kâmil büyüğümüzdür.





Dağıstan hanlarından olmasına rağmen sadeliği seven, saltanattan kaçınan bir zattır.[71]





Osmanlı Sultanları tarafından da beratlar verilmiştir. Oğlu Halil Paşa ile birlikte Mekke-i Mü­kerreme’ye hicret etmişlerdir. Halifesi olduğu Abdullâh-ı Mekkî Hazretlerinin Hakk’a yürümesinden sonra Mekke-i Mükerreme’de bir zaviye yaptırarak ömürlerinin nihayetine kadar hizmet etmişlerdir.





 ÇORUMÎ HACI MUSTAFA RUMÎ FARUK-İ ŞİRANİ  (Kara Şeyh)[72] (h.y.t. h. 1316, m. 1899)





Çorum-i Mustafa Rûmi Faruki-i Şirani





Ez îşan o be-tenvir diyar-i Rum şud ma’mur





Şiran İlçesinde ve diğer il ve ilçelerde Şeyh-i Şîrâni olarak bilinen Hacı Mustafa Efendi, yetiştirdiği öğrenciler ve güvenilir kişiliği ile Anadolu  insanının gönlünde taht kuran büyük evliyalardan biridir. Gümüşhane iline bağlı Şiran’ın Sarıca köyünde doğmuştur.





1829 yılında Rusların Bayburt yöresine işgal etmesi üzerine, Sarıca köyleri, Çimen dağlarındaki Boğazyayla köyünün yaylasında Belen yaylası denilen yere göçerler, bir Rus baskınına karşı gündüz gelir atlarla tarladaki ekinleri biçer, gece de çıkar yaylada otururlarmış. İşte bu yıllarda bir yağmurlu gecede Belen yaylada cıngırlık denilen kuyunun yanında Hacı Mustafa Efendi dünyaya gelir. Hacı Mustafa Efendi’nin doğduğu yer taşlarla çevrili olup, hala muhafaza edilir. Babası Sarıca Köyünde Ömer Efendi, annesi Babacan köyünden Nasuhoğullarından Havva Hatun’dur. Hz. Ömer’ül-Faruk radiyallâhü anhın soyundandır.





İlk tahsilini Şiran’da yapan Hacı Mustafa Efendi, medrese tahsilini yapmak üzere amcasının oğlu Ahmed Efendi’yi kader arkadaşı yaparak yanına alır ve onunla birlikte Trabzon’a gider. Trabzon’da kayıt yaptırmak için medreseye başvururlar. Taşradan geldiklerinin hesabı yapılarak medresenin en kötü  odalarından birisi gösterilir ve denir ki;





“Bu odada durursanız kaydınızı yapalım.” Bunun üzerine Mustafa Efendi der ki; 





“Yeter ki, bizi Medreseye alın, biz her şeye katlanırız” Müderris kayıtlarını yapar, ama bakar ki, çok kısa sürede büyük başarı sağladıklarından medresenin en güzel odalarından biri verilir.





Medreseden icazet aldıktan sonra yurdun çeşitli bölgelerini gezen Hacı Mustafa kuddise sırruhu’l-azîz Efendi, gittiği yerlerde saygı ve sevgi ile karşılanırmış





Sık sık seyahatlere çıkar ve evinden uzaklaşırdı. Mustafa Efendi bir yerde kalıcı değildir. Yine bir defasında Uşak’a ve Kütahya tarafına gider.[73] Amcasının oğlu kader arkadaşı Ahmed Efendi, gidip getirir.





Bir zaman sonra dinî ilimlerini tahsil için İstanbul’a giderek Ahmed Ziyaüddin-i Gümüşhânevi kuddise sırruhu’l-azîze intisap eder. Kısa zamanda çok büyük haller kazanır. Gördükleri bazı harikulade halleri şeyhine söyleyerek açıklamada bulunmaları için arz edince Ahmed Ziyaüddin-i Gümüşhânevî Hazretleri ona;





“Sizin bu âli mazhariyyetinizin heba olmasını istemem. Bundan öteye sizi götürmeye takatim yoktur. Size Mekke-i Mükerreme’de nâşiri fûyuzat-ı Nakşibendiyenin büyüklerinden Abdullah-i Mekkî Hazretlerini tavsiye ederim” buyururmuştur.





Çorumlu Mustafa Rumî kuddise sırruhu’l-azîz Hazretleri birkaç pirden feyz almıştır. Hepsi de bu pir Efendimize “Benim sana vereceğim bu kadar” demiştir.[74]





Hacı Mustafa Efendi doğruca işaret buyrulan Abdullah-i Mekkî Hazretlerine gitmek için yola çıkar. Mısır yoluyla Mekke-i Mükerreme’ye ulaşır. Abdullahî Mekki kuddise sırruhu’l-azîze intisap etmiştir.





Abdullah-i Mekki in Hakk’a yürümesinden sonra hilafete gelen Seyyid Yahya Dağıstânî, Hacı Mustafa Efendi’yi kısa zamanda kemal mertebeye kavuşturmuş ve kendilerine hilafet vererek Medine-i Münevvere’de irşada memur etmiştir.





Hacı Mustafa Efendi orada edebe riayet edemeyeceğini düşünerek, Şeyhi Dağıstânî kuddise sırruhu’l-azîze bir mektup yazmış, yeniden Mekke-i Mükerreme’ye dönmek için izin istemiştir. Verilen izin üzerine tekrar Mekke-i Mükerreme’ye dönmüşse de kısa bir müddet sonra Şeyhi Dağıstânî kuddise sırruhu’l-azîz:





“Rum diyarını irşada memur edildiniz. Derhal vazifenize inkıyat ediniz.” Fakat içinde bir sıkıntı ile yola çıkmıştır. Mekke-i Mükerreme’den Medine-i Münevvere’ye gelerek, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin ravzasını ziyaret edip, uzun bir murakabe sonunda, aynı emri Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellemden tekrar emir alınca, son nefesini Medine-i Münevvere’de vermek isteğini arz eder. Bunun üzerine, Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem kendilerini müjdeleyerek;





Hz. Ömer radiyallâhü anhın soyundan geldiğini ve son nefesini Medine-i Münevvere’de vererek Cennet-ül Baki’ye defnedileceğinin müjdesini verir.





Şiran’da tekke kurma çalışmalarına başlayan Hacı Mustafa Efendi, bu sırada Sarıca köyündeki Tellioğullarından Ali Çavuş ile arası açılır. Ali Çavuş’a sinirlenen Hacı Mustafa Efendi, Çorum’a yerleşmek üzere Şiran İlçesini terk eder bir daha da geri dönmez.





Çorumlu Mustafa Rumî kuddise sırruhu’l aziz Hazretleri tekkesini Tokat’ta kurmak için niyet etmiş ve burada bir zaman hamallık yapmıştır. Bir kadın “Ey Allah Teâlâ’nın evliyası sen Rum’a hamallık yapmaya mı geldin?” demesi nedeniyle artık Tokat’ta durmak istememiştir. Ve buradan Çorum vilayetine gitmiştir.[75]





Hacı Mustafa Efendi bir süre sonra Çorum’a gelir. Çorum’da ilk günlerde bir aşevinde çalışır. Kazancını evinde çalıştırmak bahanesiyle getirdiği amelelere sohbet ederek hediye usûlünden yevmiye olarak verir. Bu ve benzeri hallerden sonra Hacı Mustafa Efendi iyice tanınarak Çorum’un Hıdırlık mahal­lesinde sahabeden Mâdi Kerb Hazretlerinin mezarının ya­kınına medrese ve tekkesini açar, insanları manevi feyz ve bereketleriyle yetiştirmeye başlar.[76]





Kısa sürede çevresinde önemli bir ilim ve irfan halkası­nın oluşmasını sağlamış olduğu anlaşılan Hacı Mustafa Rûmî Hazretlerinin ihvanları ile hacca giderken, padişah tarafından İstanbul’a davet edildiği, bu davete icabet etse bile onun “Âlimlerin kötüsü emirlerin kapısına bende olandır” diyerek verilen ziyafete katılmadığı rivayet edilmektedir.





Çorum’un meşhur müderrislerinden Kürt Mustafa adıyla bilinen müderris Mustafa Efendi ile tanışmıştır. Bu zatın, Hacı Mustafa Rumi Hazretlerine intisab ettiği hikâye edilir. Bun­dan başka, Laz Mahmut gibi devrin âlimleriyle de, iyi bir ilim ve muhabbet halkası kurduğu anlaşılan Mustafa Rumi Hazretlerinin, müderrisliğinin yanında irşad görevini başa­rıyla yürütmüştür. O dönemlerde Sivas’a bağlı Mesudiye kazasının Bensekös köyünde meskun ve çevresinde manevi kişiliği ile etki­li olan Sarıalizâde müderris Ahmed Efendi de ondan icazet almıştır. Onun isteğine uyarak 1889’da Niksar’a gelmiş ve Yağbasan medresesinde tedrise başlamıştır.[77]





3 Tekke açmıştır. 312 kadar halife yetiştirdiği irşat ile icazetli olarak bilebildiklerimiz;





Tokatlı Mustafa Hâki Efendi,





Niksarlı Hacı Ahmed Efendi,





Alucralı Müderris Hacı Hasan Efendi [78]





Alucralı Müderris Hacı Osman Efendi[79]





Çalganlı Müderris Osman Efendi [80]





Başçiftlikli İnceimamzâde Hasan Efendi[81]





Hacı Muharrem Hilmi Harputi Efendi [82]





Oflu-Haçkalı Hoca Baba [83]





Acem veliahdı Takyûddin Efendi,





Darendeli Mahmut Efendi’ dir.





Çorum’da Hacı Mustafa Efendi’ye ilk biat eden, daha sonra Darende’ye yerleşen Mahmut Efendidir. Manevi olarak yetiştikten sonra Mahmut Efendi bir postta iki şeyh olmaz diye Darende’ye yerleşmiştir.[84]





Mustafa Hâki’yi kuddise sırruhu’l-azizi de Tokat’ta irşadla görevlendirmiştir.  Kendisine Büyük Pir,  Mustafa Hâkiye Küçük Pir lakabı verilmiştir.





Üç evliliği vardır. En son hanımı ise, Tokat eşrafındandır. Kendileri ile hacca gidip orada Hakk’a yürüyen hanımıdır. Babasından kalan mirası ile Kelkit çayı üzerindeki Telezon Köprüsünü yaptırmıştır.





 Afyonkarahisar’da bir süre mecburi ikamete tabi tutuldu­ğunu da öğrendiğimiz, Mustafa Rûmî Hazretleri, buradan gittiği Hicaz’a gitmiştir. Onun, Hıdırlık’ta bulunan iki şehidin kabirlerini tespiti ilginçtir.





Uzun yıllar Çorum İli ve çevresindeki illerin saygısı ve sevgisiyle yaşayan Hacı Mustafa Efendi’nin on iki kere hacca gittiği rivayet edilir.





1898–1899 yılında yine amcasının oğlu Ahmed Efendi ve müridleri ile hazırlıklarını tamamlayarak hacca giderler. Bu Hacı Mustafa Rûmi Efendi’nin son seferidir.





Seksen beş yaşında son haccını yüz elli kişilik bir ihvan ve ailesiyle yapmışlardır. Ömrünü Allah Teâlâ’ya ve Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme kavuşma arzusu ile tamamlayan Hacı Mustafa kuddise sırruhu’l-azîz Efendi, kendisi de bu yolculuğun son yolculuk olduğunu biliyordu ki, o dönemlerde padişah tarafından hacca gidenlere yardım amacıyla İstanbul’da verilen parayı kabul etmemiş, yanındaki ihvanlarına de almamalarını söylemiştir.





İhvanlarından biri Niksarlı, Yolcu diye adlandırdıkları şahıslar, parayı niçin kabul etmediklerini soranca şu cevabı verir.





“Yolcu yolda, Niksarlı deryada kalsa, Şiranlı’da çölde kalsa gerektir.”





Gerçekten daha vapura binmeden yolcu dedikleri mürid yolda hastalanarak Hakk’a yürüyor. Niksarlı da denizde giderken Hakk’a yürüyor. Hac ziyaretini ilan ettiklerinde yine dili tutulmuş ve sadece Kur’an-ı Kerim okuyabilmişlerdir. Gençlik yıllarında da Mustafa Efendi’nin dili tutulmuş sonra dili açılmıştır. Bu halin Hakk’a yürümelerine işaret olarak yine olacağı haber verilmiştir. Haccı eda ettikten sonra Medine-i Münevvere’ye gelip mücavir olmuşlardır. Talebesi Tokatlı Seyyid Mustafa Hâki Efendi’nin de mücavir kalmak istemesi üzerine O’na hitaben:





“Sizin burada mücaveretinizden, memlekete dönüp Allah Teâlâ’nın kullarını irşadınız elzemdir.” Diyerek Haki Efendi’yi memlekete dönmesinin uygun olduğunu, bastonunu amcasının oğluna vererek buyurur ki;





“Sen git. Ben burada kalıp Efendimiz sallallâhü aleyhi ve selleme hizmet edeceğim.”





Gördüğü bir rüyada cübbesinin uç kısmından kesildiğini ve gömüldüğünü, hanımının irtihali olarak açıklamıştır. Gerçekten de hanımı vefat ederek defnedilmiş, kendiside bir iki gün ara ile irtihal-i dar-ı beka buyurarak, Cennet-ül Baki Kabristan’ında Hz. Osman radiyallâhü anhın ayakucuna defin edilmiştir. (Hicri 1316, Milâdi: 1898–1899) [85]





İhvan kafilesi 50. gün sonra Türki­ye’ye dönmüşlerdir.





Hacı Mustafa Efendi, ilmi, ahlaki davranışları ile Tokat, Çorum, Amasya, Trabzon gibi yerlerde dilden dile anlatılmaktadır.





Çeşitli kitaplar ve şiirler yazdığı söylenen Hacı Mustafa Efendi’nin basılı eserlerine henüz rastlanmadığı halde; Dilistân, Bedestân ve Gülistân isminde üç kitabının olduğu söylenir. Hatta bunların sonradan bir çuval içerisinde tarlaya gömüldüğü de anlatılan riayetler arasındadır.





Hz. Ömer radiyallâhü anhın soyundan olduğu için celal meşreplidir.





Hacı Mustafa Rumi Hazretlerinin, icazet verdiği talebelerinin müderris oldukları dikkate alınacak olursa, onun ilmiye sı­nıfında iyi bir mevkiiye sahip olduğu ve tekkesinin yanın­da medrese eğitimi de verdiği anlaşılmaktadır. Medresede verdiği zahiri ilimlerin yanında tekkede de, “hal eğitimi”ne dayanan irşadını sürdürdüğü ifade edilmektedir. Anlatılan­lara bakarak onun “sükuti sohbet” tarzını da başlattığı ka­bul edilebilir. Gavs’ül-âzam İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı Efendinin bu tarzı geliştirdiğini de ilave edebiliriz.





“Bir kişinin hâli, bin kişinin kâlinden daha güzeldir” sözü Hacı Mustafa Rumi Hazretlerinin bu yönünü yansıtır.





Helal lokmaya büyük bir titizlikle dikkat ettiği için, ziraatla meşgul olurdu. Dışarıda, çarşıda veya herhangi bir açık mekânda yemek yediğini kimse görmediği gibi, rasgele insanların dahi evlerinde yiyip içmemiştir.
Tarîkatı âliyyenin rükünlerine son derece titiz ve dikkatlidir.





Hatm-i Hâcegan ve sohbet mevzuunda taviz ve ciddiyetsizlik kabul etmezlerdi.





Hacı Mustafa Efendi’nin nesli devam etmektedir. Oğulları; Hacı Faik Efendi ve Hafız Efendidir. Hacı Faik Efendi’nin oğlu olan Zeynel Abidin Efendi bir süre postnişinlikte bulunmuşlardır.





Şeyhler Şeceresinde Çorum-i Mustafa Rum-i Faruk Şîrâni diye yazılmıştır. [86]





Maşukumun güldür teni ben gül ü zarı n’eylerem





Aşkın çölü makber bana başka mezarı n’eylerem





El çekmişem fanilere menzil olan viraneden





Lâhut eli menzil bana hâki diyarı n’eylerem





Mecnun gibi dağdan dağa gezmek ne layık aşıka





Gönlümde buldum yârimi kest ü güzarı n’eylerem





Bülbül niçin verdin gönül rengi solan bir goncaya





Solmaz benim nazlı gülüm fani baharı n’eylerem





Gündüzleri hasret çeker aşık şebi bayram sayar





Her saatim vuslat demi leyli neharı n’eylerem





Ağyar ile yok ülfetim bigânedir dünya bana





Canan ile vahdet gerek kesrette yari n’eylerem





Dil mutmain canan ile havf-ı reca bilmem nedir





Cananımın cananıyım dilde gubarı n’eylerem





Zahid bütün olsun senin Kevser behişt huri melek





Cananımın cananıyım başka şikârı n’eylerem





Tek hücreli evdir gönül sığmaz ona bin bir emel





Tek dilbere verdim gönül başka nigârı n’eylerem





Aşkınla inşa eyledim dostun köyüne hanemi





Esmâ-i hüsnâ çevresi taştan cidarı n’eylerem





Yandım tecelli nuruna Musa gibi hayretteyim





Tur u dilim sat paredir artık şirarı n’eylerem





Göçtüm diyar-ı dilbere dönmem dahi ben Şeyran’a





Uçtum ezel sahrasına yerde kararı n’eylerem





Hacı Mustafa Rumî Efendi





MÜRŞİD-İ KÂMİL MUSTAFA EFENDİ HAZRETLERİNİN





ŞÂM-I ŞERÎF’E TEŞRİFLERİ BEYANINDADIR[87]





Erzincan’a yakın olan Şiran [88] kazası ulemâsından ve tarîkat-ı aliyye-i Nakşibendiyye hulefâ-yı kirâmından olup uzun bir müddet Çorum sancağında ilim neşreden ve kulları irşâd ile zahir ve bâtın mamur eden büyüklerden olan güçlü şaşılacak kadar faziletli, doğru yolda olan zühd sahibi Mustafa Efendi Hazretleri bin üç yüz üç [1886] sene-i hicriyesinde yanlarında bazı müridleri ve dervîşleriyle beraber Hicâza hac ziyareti yapıp dönüşünde Şâm-ı şerîfi ziyaret etmek hayırlı niyeti ile buraya gelmek üzere Beyrut’a çıkmış olduğunu Beyrut Mekteb-i Rüşdiye-i Askeriyye hocası Çorumî Ali Efendi biraderimiz Şam’da Halilullâh Medresesi’nde sakin tüccar ve ihvân-ı tarîkattan Kâğıtçı Şakir Efendi’ye yazmışlar. Onlar da fakire ifade ve beyan ettiler. Efendi kuddise sırruhû Hazretleri çoktan beri Çorum’da olmasıyla aramızda zâhir yönüyle bir görüşmememiz, ülfet ve muhabbet yok ise, de, mâdemki Sultân-ı Ulemâbillâh kuddise sırruhu’1-azîz Efendimizin durdukları ve mürşidlerinin meskenlerine yakınlığın evvelce bulunması cihetle muhakkak aralarında ülfet ve önceden gelen bir muhabbet de bulunacağı muhakkak vardır deyip Mustafa Rumî Hazretlerini karşılamaya gitmek ve hizmetinde bu­lunmak fakire vaciptir deyip O’nun için Şakir Efendi’ye dedim ki,





“Efendi haz­retlerini karşılamaya gitmek üzere oradan hareket gününü zatınıza yazıyla fakire haber vermeniz rica olunur.” Onlar da “Baş üzerine” dediler.





Aradan dört beş gün geçmişti ki, bir sabah Şakir Efendi Çorumlu Pir Mustafa Rûmi Hazretleri hakkında





“Yaptığım tahmine göre bugün Hazret-i şeyh, Şâm-ı şerife vâsıl olacaklardır.” Haberini verdi. Fakir derhâl eve dönerek elbisemi giyip doğruca Şakir Efendi’nin odasına geldim. Meğerki Faziletli Mürşid Hacı Halil Efendi Hazretleri kendi hanelerine misafir etmek niyetiyle lâzım gelen hazırlıkta bulunup hatta Şakir Efendiden çay kupaları alışverişini yaparken gördüm. Derhâl ellerini öpüp bu hizmet ve lütuflarından fevkalâde teşekkürler edip çay takımının akçesini fakir verip





“Hemen buyurun, şimdi arabaya binip yola öyle devam edelim” dedim. Hacı Halil Efendi Hazretleri buyurdu ki,





“Daha erkendir, Şakir Efendide bir çay içelim, bir parça kahvaltı edelim, sonra gideriz.” Fakir buna razı olmayıp gitmeyi tacil edip bunlara derhâl biraz francala, üzüm, peynir alıp





“Araba içinde yeriz, buyurun” demekle beraber, gönlümde de bir taraftan çekilmiş telgrafın heyecanı ile hizmet edememek korkusuyla dururken, Sultân-ı Ulemâ-billâh kuddise sırruhu’1-azîz tarafından manevi işâret ile buyurdular ki;





“Bu gelen zât-ı şerîf tarafımızdan size misafir gönderilmiştir. Haklarında lâzım gelen hizmet ve yardımda kusur eylemeyesiniz” gibi manalar atılmakla artık ihtiyarım elimden gidip eylediğim telâş ve acele ve gayret, bunları hayrette bırakıp





“Canım birader, nedir sizde olan telâş ve tacil?” diye sual ederlerdi. Fakir de cevabında:





“Efendim, bu zât-ı âlî-kadr Sultân-ı Ulemâ-billâh Efendimizin vatandaşı ve hem de tarîkat arkadaşı olup muhakkak aralarında ülfet ve muhabbet dahi olacağı açık bir emirdir. Fakiriniz Ulemâ-billâh Efendimizin aşçı dedesi olduğum cihetle elbette fakire misafir demek olacağından bu yüzden vaktiyle gidilip teşriflerinden evvelce orada şeyhi hazır olarak bekleyen biri olmak lâzım” deyip acelece bunları alıp ve bir araba kiralayıp birinci mevkii olan karusaya binip şehre iki saat uzakta olan Elhâme isimli mahallere gittik.





İşte -azîzim, arabaya binip açıldık. Ama velâkin ne açıldık! Henüz meyha­neden kalkmış, kendisine malik olmayan bir mestane gibi oldum. O kadar neşe ve tecelli geldi ki, değil arabaya, büyük sahralara sığamıyorum. Hacı Halil Efendi hazretleri ise, batın yoluna tamamıyla vakıf olmasıyla onlar yalnız tebessüm ile fakirin kelâmımı dinleyerek ederek neşeleniyorlardır. Hele bizim Şakir Efendi bizden ona da bir sevinme hali gelerek o da hareket ve cümbüşe geldi.





İşte bu hâl ile Elhâme’ye vâsıl olduk. Aradan beş on dakika geçer geçmez bir de baktık ki, arabalar dağdan aşağı doğru geliyor, çünkü Mustafa Efendi Hazretleri yol esnasında namaz ve niyaz için karusaya binmeyip yük, eşya nakleden arabalara binmiş olduğu haberini almış idik, şimdi arabalar böyle zu­hur etmesiyle Hacı Halil Efendi Hazretleri fakire bir nazar ederek





“Koca Aşçı Dedemiz, acele edişinizde aynı keramet gibi oldu!” buyurdular. Oradan piyade olarak kırk elli adım ileriye doğru yönelip ilk gelen arabanın içinde müşahede ederek hemen selâma durduk. Onlar da irfanlarıyla bizi bilip iltifat ettiler. Araba durup hemen fakir, arabaya çıkıp koltuğuna girip dikkatli ve edeb ile aşağı indirdim. Diğer araba da dahi iki dervişi olup bizim arabada yer olmadığından dervişlere:





“Siz eşyanız ile yine bu araba ile şehre geliniz, arkadaşlarımızdan birileri ile sizi haneye aldırırız” deyip oradan Çorumlu Pir Mustafa Rûmi Hazretlerini alıp özel araba ile Şâm-ı şerife döndük. /606/





O’nun şöyle cemallerine dikkat ettim, tıpkı Ulemâ-billâh Efendimize benzemektedir. İsimleri dahi Mustafa olmasıyla hem isimde ve hem cisimde tamamıyla benzer bulunduğundan sanki Ulemâ-billâh Efendimizdir. Artık bir başka hâle ve renge girdim. Müşarünileyh Hacı Halil Efendi Hazretleri buyurdular ki,





“Bu zat, Şeyh Fehmi Efendi hazretlerinin aşçı dedesidir.” Çorumlu Pir Hazretleri cevabında:





“Maşallah. bârekellâh! Biz de Hazret-i Fehmi kuddise sırruhu’1-âlî tarafından geliyoruz”[89] demesiyle ihtiyarım bütün bütün elimden gidip bir cezbe hâli gelip ağlamaya başladım. Onları da ağlattım.





Bu hâlimden şeyh Efendi hazretleri, müşarünileyh Ulemâ-billâh Efendimize olan aşk ve muhabbetimin derecesini anlayıp çok iltifatlar edip Hazret-i Fehmi kuddise sırruhu’1-azîz Hazretleriyle olan eskiden beri ülfet ve muhabbetleri olduğundan bahsederek hikâye etmeye başladılar. Meğerki hakikâten aralarında eski bir hukuk var imiş. Hazret-i Fehmi kuddise sırruhu’1-azîz Efendimizin ilk hacc-ı şerîfe teşriflerinde bir­likte olduklarını beyan buyurdular. Hatta şöyle bir hikâye naklettiler ki,





“Süveyş denizinde bir büyük fırtınayla karşılaştık. Şöyle ki, gemiye binmiş gider iken birdenbire bir fırtına zuhur etti. Zannettim ki, hemen gemimiz batacak. Kendimden ümit keserek şöyle geminin bir kenarında hazır olayımda gemi denize battığı anda kendimi kelime-i şehâdet ile beraber denize atayım. Lâkin nazar-ı dikkat ile Şeyh Fehmi Efendi hazretlerine nazar ediyorum. Onlarda asla böyle bir telâş göremeyip yalnız murakabeye varmışlar, öylece emr-i ilâhiyyeyi bekleyip duruyorlar. Artık onların teveccüh ve niyazları berekâtıyla olmalı ki, o anda gemimiz orada bir liman bulup hemen oraya dâhil olarak orasını sığınak yeri yaptık. Diğer gemiler dahi oraya geldiler. Birkaç gün fırtınadan orada kaldık. Bir gün bizden evvel bir gemi oradan çıkıp gider iken, bizim geminin gitmesi için dahi Hazret-i Fehmi Efendimize söyledim, çünkü gemide de ondan büyük kimsemiz yoktur. Fakire cevabında buyurdular ki,





“Sûfî, sen karışma!” Fakir de sükût ettim. Bir de onu gördüm ki, o giden gemi rüzgârın ters esmesiyle kendisini taşa çarpıp içinde olan Müslüman hacılar denize gark oldular. O gece de limanda kaldık. Fakir şöyle murakabede iken, bir adam zuhur etti. Fakire sual etti ki,





“Sizin başımız kimdir?” Fakir de bizim ile beraber ihvandan bir âşık ve bir sâdık ihvanımız var idi, ismine Hâlid derler idi, onu gösterdim. O adam gidip onun belindeki kuşağından tutup şöyle geminin baş tarafına doğru çekip götürdü. O hâlde murakabeden uyandım. Hemen Hâlid’i çağırdım:





“Aman uşak, şuradan biraz sadaka ver, gemide olan fukara ve dervişlere!” dedim. O da hemen bir miktar sadaka dağıttı. Bu hallerden Fehmi Efendi Hazretlerini haberdar ettim. Onlar da memnun olup teşekkür ve hamd-ü senalar edip ertesi gün sabahleyin rüzgâr durup limandan hareket ederek selâmete vasıl olduk” diye arabanın içinde hikâye buyurdular./607/





İşte şeyh Efendi hazretlerinin bu hikâye eylediği hususu mukaddemce arz u beyan etmiş idim ki, Hazret-i Ulemâ-billâh kuddise sırruhu’1-azîz Hicaz’dan Erzincan’a döner iken fakire anlatmışlar idi ki,





“Bizi Hicaz’dan salıvermiyorlar idi, yani manevi izin yok idi. Ancak validemin rızası yok idi diye oradan hareket ettik. Az kaldı ki, bindiğimiz gemiyi de­nize gark edip o kadar Müslüman hacılar bu fakirin yüzünden denize gark ola­caklar idi. Gemiden şöyle bir kenara çıkmak niyet etmiş idim. Hele afv’i ilâhî zuhur edip sâhil-i selâmete çıktık” buyurmuşlar idi.





İşte o hikâyenin tafsilini müşarünileyh Mustafa Hazretlerinden dinleyince artık O’na hizmet ve kulluğum kat kat oldu, zira ki, sevdiğim Efendimden geliyordu. Böyle muhabbetler ile Dunmâr adlı ma­halleye gelip orada arabadan inip abdest yenileyerek ile ikindi namazını cemaatle eda edip tekrar arabaya binip doğruca Hacı Halil Efendi Hazretlerinin evine gittik. Oradan adam gönderip önceden giden dervişleri ile eşyaları aldırdık. O gece orada istirahat buyurdular.





Ertesi sabah huzurlarına gittim. Beraberce çaylar içip mu­habbetler meydana geldi. Zannettim ki, Sultân Ulemâ-billâh Efendimiz tekrar dünyaya geldi, zira ki, o zamân-ı sa’âdete benzer buldum. Ve Şeyh Mustafa Hazretlerinin dahi fakire olan kudsî teveccühleri bir derece fakiri raks u cümbüşe getirdi. Zevk ve mest hâlimden onlar da memnun olup kudsî teveccühlerini daha da artırdılar. Ve Hacı Halil Efendi Hazretleri de:





“Efendim, Aşçı Dedemiz şimdi Şâm-ı şerîf in kutbudur” de­yip artık bu sözden şeyh Efendi hazretleri lâtife yoluyla ismimizi “Kutub” koyarak





“Gel bakalım bizim Kutub, ne var ne yok!” diye birtakım iltifat ve lâtife buyururlar idi. İşte taklit olarak şimdi de kutup olduk -azîzim. Zaten her bir işim taklit idi. Bu da bir taklit olsun dedim.





O gün şeyh Efendi hazretleriyle dervişleri ve Hacı Halil Efendi’yi alıp hamama götürdüm. Ertesi günü de Hazret-i Mevlâna Hâlid kuddise sırruhu’1-azîz Efendimizin evine yüz sürüp önceden alınmış müsaade ile izin üzerine harem-i saâdetleri ki, iffetlû ismetlû valide sultan Efendimiz hazretlerinin huzûr-ı devletlerine gidilip iltifata mazhar olduk. O zaman şeyh Efendi hazretlerini bir miskin dilenci fakir haliyle kemâl’i tevazu ve huşu’ ile vâlide-i muhterem hazretlerinin karşısında durup ayaklarına kapanıp secde edercesine kemâl-i ta’zîm ve saygı ile fevkalâde hayran oldum. Oradan artık gereken ziyaretlere gidilip tâm bir huzûr ile gezip dolaşılmıştır. Ancak fakire şöyle bir buyurdular ki;





“Birkaç ay bu­rada kalmak arzu ederim.” Yani bu kış burada kalacağımdan münasip bir hücre veya bir ev kiralanması için emir buyurdular. Fakir derhâl araştırmakta olup bu hususu bizim şubenin yazı işleri başkâtibi Hacı İzzet Efendi haber alıp mahdumu Rıfat Bey’e demiş ki,





“Bizim İbrahim Efendi, Şeyh Efendi hazretleri için kiralamaya niyet ettiği şimdi birtakım kiralık yeri vardır. Bundan ayrıca bitişiğimizdeki evimiz boştur. Bu evin anahtarını götür, ona teslim et” demiş. Zaten İzzet Efendi, muttaki, âbid ve zâhid bir zat olup derhâl Rıfat Bey, anahtarı getirip verdi. Fevkalâde memnun oldum ve keyfiyeti hazret-i şeyh Efendimize arz ettim ve hane sahibinin yardımından haber verdim./608/ Memnun olup kabul buyurdular. Oraya nakil olup lâzım gelen hasır, levazımat, mangal vb. şeyler tarafımdan satın alındı. Bazı eşyayı da evimden getirdim. Şeyh Efendi hazretleri eskiden beri hiçbir kimsenin bir şeyi yani akçe ve bohça ve sair bir şey kabul etmediğinden başka hiçbir kimsenin davetine gitmez ve kimse ile muhabbet etmez; uzlet ihtiyar etmiş ve daima zikr ve rabıta ile meşgul olup fakirin böyle şeylere akçe sarf ettiğime razı olmayıp derhâl fakiri çağırıp iki adet Osmanlı lirası verdiler ki,





“Bunu levazımata sarf edin” diye. Derhâl fakir ellerine kapanıp





“Efendim mer­hamet buyurun, kulunuz aşçı dedelik vazifesini ifa ediyorum. Sonra size yaptığım masrafın bilgilerini takdim ederim, o zaman hesabımızı görürüz” diye kendilerini ikna ettim.





Şeyh Efendi hazretlerinin zühd ve takvaları ve fazl u kera­metleri nihâyeyetsiz dereceye varmış idi. Hatta Avrupa şekeri yemeyip çay için Mısır şekeri satın alır idim. Şayet bazı kere evimden yiyecek getirilecek olur ise, onların tembih ve tarif ve tavsifleri üzere yapılırsa öylece kabul buyururlar idi. Ve kimseyi huzurlarına kabul etmezler, ancak izin ile ve fakiri ile şöyle birkaç dakika huzurlarına alırlar idi. Hatta Şâm-ı şerifte sakin, meşhur Adanalı Âmâ Hoca Efendi, bu zâtın şanını ve şöhretini duyunca kulaktan âşık olmuş idi. Velâkin kendi âmâ olduğu ve gayet yaşlı ve ihtiyar bulunduğu ve bir de huzurlarına kimseyi kabul etmediklerini işittiği cihetle ziyaretlerine gidemeyip bunun bir çaresini ara­makta iken bir zat, fakirin ona yakınlığımı söylemişler. Derhâl beni çağırarak:





“Aman oğlum, sana pek çok rica ederim, şu zat ile bu fakiri bir kere görüştürme­nin çaresi ne ise, sizin himmetinizden beklerim” dediler. Fakir de





“Baş üzerine, İnşâallâhu Teâlâ yarın gece yatsıdan evvelce hazret-i şeyh Efendimizi buraya getiririm” dedim. Onlar da fevkalâde memnun olup oradaki bütün ihvan dahi memnun olarak hep birden





“Yarın gece bekleriz” dediler. Şimdi fakire bir büyük endişe ve tefekkür oldu ki, belki kabul buyurmazlar, gitmezler; söz de verdim. Nasıl olur ve ne zemin ile ne yolda arz edeyim diye tefekkür eder iken, pîrân-ı azâm hezarâtının rûhâniyetleriyle imdat isteyerek sûre-i Abese hatırıma geldi, yani “Abese ve tevellâ â En câehu’1-a’mâ” [90] âyet-i kerîmesi, fakire bir büyük rûhâni imdât oldu.





Ertesi gece yemekten sonra yüksek huzurlarına yüz sürüp ve şöyle konuştum ki;





‘‘Yüksek yakınlığınızda Adanalı âmâ bir hoca Efendi duacınız vardır. Kendisi gayet yaşlı ve ihtiyar olup ziyaretinize gelmeye kudreti yoktur ve kendisi ehl-i tarîk olup Efendimizin güzel vasıflarını duyup kulağın­dan âşık olmuştur. Fakirinizden görmek için izin ile pek çok teşriflerinizi istirham buyurdular. Fakiriniz de Efendimize olan yakınlık ve kulluğundan dolayı taahhüt ettim. Lutf u ihsan Efendimizindir. Eğer ki, bu dileğim ve niyâzımızı kabul buyurmaz iseniz o vakit bir şey diyemem, ancak sûre-i Abese’yi kıraat ederim”   dediğim anda bu işaret fevkalâde hoşuna gidip /609/ tebessüm buyurup “Sen ne yaman adamsın, nasıl bu âyet-i kerîmeler hatırına geldi” Çok yaman bir kutub imişsin!” diye lâtife edip “Artık gitmemek olmaz, buyurun gidelim” deyip oradan Adanalı Âmâ Hoca Efendi’nin hanesine geldik. Hemen oda kapısından içeri girer girmez ortada olan nargile ve sigara ve çubuk gibi şeyleri derhâl kaldırdılar. Kemâl-i ta’zîm ile ellerini öptüler ve Âmâ Hoca’nın yanına oturttular. Şöyle bir saat kadar muhabbet oldu. Lâkin cümlesi anlatılamayacak şekilde mest oldu, zira kuvvet-i ilmiyye ve ameliyye mükemmel, zahir ü bâtın yönünden büyüklerden bir zattır. Elbette bunda olan tesirler başka olur. Sonra evimize döndük.





Pazartesi ve cuma geceleri hatm-i hâcegân kıraat etmek niyeti ile eve bitişik olan mescid-i şerîfe teşrifleri ve bu yüzden ihvan, feyze mazhar olup cümlesini memnun ve sevindirmelerini arz ettim ise, de kabul buyurmayıp ancak fakir ve Hacı Halil Efendi beraberce evlerinde mevcut iki derviş ile pazartesi ve cuma geceleri hatm-i hâcegân kıraatine müsaade buyrulup her cuma ve pazartesi geceleri gidip hatm-i hâcegân okur idik. Zannederdik ki, Şâm-ı şerifte değil, cennet-i a’lâda okuyoruz gibi öyle huzûr-ı tâm ve nispet kokusu odayı ihata eder idi. Hatm-i hâcegân hitamından sonra yarım saat miktarı yerimizden harekete kuvvet bulamayıp öyle deryâyı aşka ve feyz-i tecellî-i Hakk’a gark olmuş olur idik. Güç hâl ile uyanır idik.





Hacı Mustafa Rûmi kuddise sırruhu’l-azîz Efendi hazretleri silsilenâme-i şerîfi diğer renk ve tarzda bizzat kendileri kaleme alıp bazı kere kıraat buyururlar idi. Fakir istir­ham edip yanında olan dervişe yazdırıp bir aynını aldım ve kutsal emanetler sınıfında korudum ve teberrüken buraya dahi aynıyla yazdım. [91]





Velhâsıl böyle muhabbet ve cümbüşler ile evvel bahar oldu. Şeyh Efendi hazretleri geri dönmeye niyet buyurdular. Fakir de yol esnasında giymek üzere bir adet Şam maşlahı takdim ettim. Kabul buyurmadılar. Lâkin Hacı Halil Efendi şöyle niyaz ve rica ettiler ki,





“Aşçı Dedemizin hâl ü şânı Efendimizce hoş ve güzel olduğu bilinmiştir. Binaenaleyh bu bendenizi başkalarına benzetmeyiniz. Şâm-ı şerîf kutbunun abasına bürünüp yol esnasında soğuk ve sıcaktan muhafaza olunursunuz” demesiyle müşarünileyh Şeyh Mustafa Efendi  Hazretleri de tebessüm ederek





“Sahih, doğru buyurdunuz. Pek yolundadır, iyi olur. Getir bakalım kutup Efendibabamız!” diyerek birtakım iltifatlar ile kabul buyurdular. Yol Fatihasını okuyarak ile selamla birlikte “Yâ Mevlânâ sultanım, aşkınız müzdâd olsun” diye arkalarından bakılarak güzelce veda olunmuştur./615/





Çorumlu Mustafa Rumî Hazretlerinin Çorum’a vardıktan bir hayli müddet sonra Aşçı İbrahim Efendi Hazretlerine göndermiş olduğu mektupları





Bismihi ve hamdihi ve salâten ve selâmen alâ habîbihi. Ve ba’d:





Sadakatli eh-i ııhreviyyem Efendi hazretleri,





Ba’de’t-tahiyyeti’l-vâfiye hâtır-ı şerifinizi istifsar ve hayır du­aları rica ve niyaz olunduktan sonra eğerçi taraf-ı âcizânemizden suâl-i şerîf buyurulur ise, târîh-i mektuba kadar vücûd-ı nâçizimiz sıhhat ve afiyet üzere olup şevk-ı lika üzerine bilesiniz ve bu defa bu tarafa azimet eden el-Hâc Ali Efendi yediyle lâyık olmayarak bir kat çamaşır gönderilmiştir.  Kusura kalmayıp kabul buyurmanız niyaz „  olunur.





Candan -azîzim, biraderim, sene-i esbakta o tarafa geldiğimizde hakk-ı âcizîde üzerinize düşen hizmetinizi kâmilen eda edip bizi mah­cup eylemiştiniz. Lâkin bu bende-i âcizde hayret-i hak ülfet-i halka mâni olduğundan bizler ile kemaliyle ülfet ü muhabbet olunmadı. Bizi mazur tutasınız. “el-Uzru makbulün inde kirâmi’n-nâsi.”





 El-Fakîr el-hakîr turâbu’l-akdâm





Hâdimu’l-fukarâ Mustafa





En-Nakş-bendî el-Hâlidî [92]





MENÂKIBI





1- Hacı Mustafa Efendi civar kazalardan ziyaretine gelen bir zata memleketine dönmek üzere izin vermiş. Bir gün sonra da aynı zatın çarşıda vasıta aradığını görünce:





“Vasıtada mı aranırmış. Biz Mekke vadilerinde yalınayak mürşid-i kâmil arayıp gezdiğimizde, ayaklarımızın yarıklarına çekirgeler gizlenirdi. Şimdi siz ucuz buldunuz da kıymetini bilmiyorsunuz.” Buyurunca, o zat memleketine yürüyerek dönmek mecburiyetinde kalmıştır.





2- Hacı Mustafa Efendi’ye uzun bir müddet fazla intisap eden olmayınca, para ile Çorum’da amele tutmuş onlara işyerine tesbih çekmele­rini istemiştir. Onlar her gün evine gelip sabahtan akşama ka­dar tesbih çekerler paralarını alıp giderlermiş. Kırk günden sonra artık gelmeyin, denilmiştir. Fakat o ameleler biz para istemeyiz de­mişler böylece çok kişi tarîkata intisap etmiştir.





3- Hacı Mustafa Efendi Çorum’da Hacı Mahmut Efendi’nin mektebine gitmiştir. 3 gün misafir kaldıktan sonra Hacı Mahmut Efendi, Mustafa Rumî’ye misafirli­ğin hakkı üç gündür şu terkibi bir çöz demiştir.  Mustafa Rumî Efendi fevkalâde bir izahat yapınca ondaki değişik hali fark edip onu başköşeye oturtmuştur. Aralarında geçen sohbetten sonra intisap etmiş ve ilk ihvanı olmuştur.





4-Darendeli Mahmut Efendi uzun bir müddet kendinde bir hal değişikliğini fark edemeyince büyük bir huzursuzluğa gark olmuştur. Arkadaş­ları ilerleme kesp ederlerken bir hal değişikliği olmaması onun bu huzursuzluğunu daha da artırmıştır. 





Bir gün Hacı Mustafa Efendi’ye abdest suyu dökerken dayanamayıp şeyhine halini kalben arz etmiştir. 





“Bunca zamandır hizmet ediyorum, benden sonra ge­lenler bile icazet aldı gitti ben hala aynı Mahmud’um” demiştir. Bu haline vakıf olan Mustafa Rumî buyurur ki;





“Oğlum git mezarlığı gez.” Mahmut Efendi Mezarlığı gezerken bir köprü üzerinde iki öküzün birbirlerine yol vermeyip biri diğerini düşürdüğünü görmüştür.  Düşürene karşı sert bir nazarla bakan Mahmut Efendi onun ölümüne sebep olmuştur. Mezarlığı dolaştıktan sonra şeyhinin yanına dönmüştür.





Hacı Mustafa Efendi sohbet esnasında bu olayın vuku ile Mahmut Efendi hakkında, 





“Bazıları var ki, bizden irşad vazifesi istiyorlar, on­lara biz nasıl bu ağır görevi verebiliriz. Daha iki hayvan arasındaki muameleye dayanamıyor. Biz onlara nasıl Ümmet-i Muhamme­di teslim ederiz.”  Bu kelam üzerine hatasını fark eden Mahmut kuddise sırruhu’l-azîz Efendi şeyhinden özür dilemiştir.





O zaman Hacı Mustafa Efendi onun İstanbul’dan medrese tahsilini bitirdikten sonra dönerken gördüğü rüyayı hatırlatmıştır.  Bu rüya­da Mahmut Efendi arkadaşları ile denizde yolculuk yaparken gemi batmış. Arkadaşları boğulmuş idi. Kendisi ise, bir tahtaya tutunup batmaktan kurtulmuştur.  Gördüğü bu rüya, onun bu halin rumuzu olduğunu açıklamıştır.





Bu olaydan sonra hâkikate kavuşmuş Mahmut Efendi Çorum’dan ayrılıp Darende’ye yerleşmiştir.





5-Hacı Mustafa Efendi tekkesine bir gün bir vaiz gelmiş. Şeyh ve ihvanların sukut oturmasından huzursuz olmuş ve





“Efendim siz niye bunlara dini meseleler anlatmıyorsunuz.”Mustafa Rûmi buyurur ki;





“Sukutumuzu anlamayan sözümüzü anlamaz.”  Yine de dayanamayan vaiz bir kaç meselenin çözümüne dair konuşmuş ve yorul­muştur.





Faydalı olduk mu?” diye sorunca Mustafa Rumî buyurur ki;





“Biz zaten seni dinlemedik.”





6-Çorumlu Pir son haccında artık Anadolu’ya dönmek için gemiye binmek üzere limana gelmiştir. Fakat Çorumlu Pir rüyasın­dan bahsederek buyurur ki;





“Cübbemizden bir parça kestiler,  Osman Zinnureyn radiyallâhü anhın kabrine gömdüler” 





Takdir-i ilâhî gemi 16 gün zarfında limana gelmemiş.  Sabırları tükenince bir arzuhal yazdırıp Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin kabrine bıraktırmışlardır. 17. günde ihvanlarından Yolcu Hoca Hakk’a yürümüştür.  Sonrada Hacı Mustafa Efendi hanımı vefat etmiştir. 2 gün sonra kendisi Hakk’a yürümüştü ve Cennetü’l-Baki’ye defnetmişlerdir.





Mustafa Rumî  kuddise sırruhu’l-azîzin daha önceden söylediği; 





“Yolcu yolda, Niksarlı deryada, Şiranlı’da çölde kalsa gerek,” sözü Hakikât olmuştur.





7- Bir gün müridlerinden bir kaç genç Hacı Mustafa Efendi ye abdest suyu ısıtırken şakalaşmışlar. Su ısınınca da abdest aldırmak üzere yanlarına gitmişlerdir. Daha eline su değer değmez buyurur ki;





“Çabuk bu suyu dökün ve birbirinizle oynaşmadan yeni bir su ısıtın. Zira bu su ile alınan abdestin, ibadeti de sohbeti de böyle ciddiyetsiz olur.”





8- 61 yaşında hacca giderken başından geçen bir olay şudur.





Hac yolculuğu esnasında Giresun Alucra-Şiran mevkisinde meskûn halk (üç bin kişi civarında) onu yolcu etmek için geçirirler. Bu kalabalık Hacı Mustafa Efendiden yağmur duası etmesini rica ederler. O da kibirden uzak kendini naçiz biri olarak nitelendirip o sırada kalabalığın arasında bulunan Çalganlı Osman kuddise sırruhu’l-azîz Efendi’ye yağmur duası etmesini ister. Bu hadiseyle Çalganlı Osman kuddise sırruhu’l-azîz Efendi’yi halkına tanıtır.





Yine yolculuğu sırasında (Sivas) Suşehri civarında köylüler, mezarlıklarında metfun bir zat için duasını isterler. Hacı Mustafa Efendi daha mezara varmadan “Eyvah! Kabrinden hala duman çıkıyor.” Der. Çevresine bu zat hakkında soru sorduğunda onun tütün tiryakisi olduğu cevabını alır.





Hacı Mustafa Efendi hac farizasını yerine getirdikten sonra, geri dönüşü deniz yolu ile Samsun’a gelip Samsun’dan Çorum’a gitmek ister. Bunun için de bir gemiye biner. Limanda bilet kontrolü yapılınca Hacı Mustafa kuddise sırruhu’l azîz Efendi’nin bileti olmadığı anlaşılır. Kendisine bilet sorulduğunda “Benim biletim kesildi.” Cevabı alınırsa da kabul edilmez ve gemiden indirilir. Gemiden inen Hacı Mustafa kuddise sırruhu’l azîz Efendi bir camiye gelip evrâd-ı zikrini yapmaya başlar. Hacı Mustafa Efendi gemiden indikten sonra gemi hareket etmez. Kaptan geminin bütün aksamının tam olmasına rağmen hareket alamamasında bir sebep arar ve görevlilerden bir fakirin indirildiği cevabını alınca, hemen durumun farkına varır ve Hacı Mustafa Efendi’yi çabucak buldurularak gemiye konuk eder. Hacı Mustafa Efendi gemiye biner binmez gemi hareket etmeye baslar. Bu kafile, diğer gemilerden çok sonra çıkmışsa da, Samsun’a dört saat erken varır.





Samsun’da müridleri karşılar ve onlar eşliğinde Çorum’a ulaşır.





9- Sultan Abdulhamid Han Kuddise sırruhû Hazretleri Çorumlu Mustafa Rumî kuddise sırruhu’l-azîz Hazretlerini yanına çağırmış. Mübarek Pir Efendimiz,





“Bizi çağırırsa Allah Teâlâ katında biz, yanına gidersek o halk katından silinir” buyurmuş.[93]





ÇORUMLU MUSTAFA RUMÎ KUDDİSE SIRRUHU’L AZİZ HAZRETLERİNİN TARÎKAT-I ALİYYEYE ESRÂRINA AİT BAZI SOHBETLERİNDE KONUŞMA ESNASINDA OLUNAN SUALE CEVAP OLARAK BUYURMUŞ OLDUKLARI BAZI SÖZLERİDİR.[94]





Nutk-ı Âlîleri





Ruh ikidir. Birisi rûh-ı hayâttır. İşte bu rûh, emr-i Rabbî olan ruhtur. [95]





Diğeri, rûh-ı revânîdir. İşte bu ruh, âlem-i melekûta gider gelir. “Elestu bi-rabbi-kum” hitabında “Belî!” diyen ruh budur. Bu ruh, cism-i latiftir; bu ruh, hakîkat-ı insandır, yani ayn-ı sabite denilen, bu ruhtur. Bu rûh-ı revânî her in­sanın heykel ve heyeti üzere yani Zeyd’in ve Amr’ın ve Hasan ve Hüseyin’in vb. bu zahirde olan heykel ve heyeti nasıl ise, o rûh-ı revanı aynen öylecedir. Meselâ bir adam litografya (Taşbaskı) vasıtasıyla resmini çıkarır, işte onun gibi­dir. O resimde senin cümle heykel ve heyetin ve şemailin mevcuttur. Lâkin senin gibi, o resimde bir yoğunluk ve bir ağırlık yoktur, cism-i latîf gibidir. İşte bu rûh-ı revân da aynen öyledir.





Şimdi nefis denilen şey bir cevher-i latîftir; ruh ile kalp arasında bir vasıtadır. Ruhtan feyz-i rabbaniyi alıp kalbe döker. Bu nefis, hakikâtte uğursuz, kötü ve Cenâb-ı Hakk’a asi değildir. Bu nefse sövmek ve lanet etmek caiz değildir. Bu nefis, daima ruh tarafına meyleder. Ancak buna nefs-i emmârelik ve sair kötü sıfâtlar insan tarafından gelir; onunla bu sıfatlar nefse arız olur. Nefis, da­ima seni Hakk’a kavuşturmaya çalışır. Sen onun muhalifi olan şeyleri ona teklif et­mekle onu yoldan çıkarırsın. Bunun misali şöyledir ki, meselâ sahraya ya yaylaya birtakım vahşi ve haşarı hayvanlar meselâ bir tay, sahrada gelen ve giden adamları kapar, tapar, ısırır, lâkin o tayı güzelce terbiye eder isen ondan o hâl defolur. Artık istediğin gibi, onu istihdam ve istimal edersin.





İşte bundan anlaşıldı ki, o hayvanın zatında bir fenalık ve haşarılık yoktur. Onu sen öyle sahraya salıverip kendi hevâsına terk ettiğinden ötürü asi oldu. “Men arefe nefsehu fe-kad arefe rabbehu.” [96] İşte bu hadîs-i şerif yukarıda beyan olunan esrarı beyan ve izah eder. Şöyle ki, yani ihvan olan, tekmîl-i sülûk edip son makâmda “Fe-kâne kâbe kavseyni ev ednâ” [97]ya vâsıl oldukta, kâbe-kavseyn demek okun yayıdır, bir ciheti yaratılmışlar imkân âlemine ve bir ciheti âlem-i vücûda yani Allah Teâlâ’yadır. İşte buraya kadar olan sülûke, sülûk-ı âfâkî tesmiye olunur. “Ev ednâ” [98] makâm-ı kurb-i ilâhiye (Allah Teâlâ’ya yakınlık)dir. Bundan ileri olan sülûke, sülûk-ı enfüsî tesmiye ederler. İşte buradan ileride Cenâb-ı Hakk’ın esma ve sıfât-ı ilâhiyyesinde sülûk demektir. Burada nefis, mertebeleri tamamlayıp edip Cenâb-ı Hakk’a ayna olur, yani bütün esma ve sıfât-ı ilâhiyye bu aynada açığa çıkıp o vakit bu ayna olan nefste Hakk’ın cemalini müşahede ile ara yerde ayna olan nefsi dahi sanki yok gibi olup Hakk’a vâsıl olmakla işte “Men arefe nefsehu” [99] bunu yani nefsini bildiğin gibi Hakk’ı o zaman bilirsin, bulursun demektir, yani ayn-ı Hakk olup esma ve sıfât-ı ilâhiyye hepsi birden sende tecelli etmekle Hakk’ı ne demek olduğunu bilir.





Âlemler





Âlem-i mülk ve âlem-i melekût vardır.





Âlem-i mülk bu dünyadır. Âlem-i melekût, semâvâttır.





Âlem-i mülk bir şeyin zahiri demektir; âlem-i me­lekût o şeyin bâtını demektir, yani âlem-i mülk ağaç gibidir. Âlem-i melekût o ağacın kökü demektir. İşte bu dünya semâvâtın zahiridir. Dünyanın bâtın da semâvâttır. Bu dünya onun gölgesi gibidir, zira her bir şey o şeyin bâtınıyla kaimdir, yani her şeyin zahiri olduğu gibi, bâtını dahi vardır. Ona onun hakikâti derler; yani ayn-ı sabitesi demektir. İmdi “lâ İlâhe İlla’llâh” kelime-i tevhidi ki, “lâ”  ﻻ harfi, sanki yazısı makas şeklindedir. Böyle Bu ﻻ harfi, ona işarettir ki, nasıl makas bir şey keser biçer, iki parça eder ise, bu ﻻ harfide mâsivallâhı kestiği için ona rumuz olarak makas şeklinde yazılmıştır.’ Lâkin ﻻ kelimesinde lâ-mevcûd mülâhaza olunacaktır. “Bu mülâhazada eğer ki, mâsivallâh yoktur” der isen, böyle keser biçer isen, o vakit bu fikir olur, yani   ﻻ kelimesi makas demek olur. Velâkin bu mülâhaza caiz değildir, zira ki, Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmesinde yerleri gökleri halk edip mevcut olduğunu ispat etmiş. Sen nasıl inkâr edersin, yoktur dersin? Ancak lâ-mevcûde demek yani mâsivallâh mevcut­tur. Lâkin onun mahv u izalesini murat edersin, inkâr etmezsin. Ancak onun yok olup Hakk’ın var olduğunu ispat ve murat edersin. Dahi insan da böyle ﻻ kelimesi şeklindedir.   Baş aşağı durup ayaklarını yukarı kaldırır ise,   işte bir mükemmel ﻻ   kelimesidir.  Bu da insanın yok olup fâni olduğuna bir mânevî işarettir. Bu rumûzât ve işârât-ı ma’neviyyeyi bilmek aşk ile olur, taklit ve meşk ile olmaz.





Aşk





Aşk ne şeydir, nasıl olur der isen, sana bir temsil ve hikâye ile aşkı beyan edeyim. Bir deveci, devesini kaybedip aramak için sahralara şuraya buraya gider imiş. Bir sahrada bir çeşme başında bir kız görmüş. Murat etmiş ki, bu kıza sual edeyim, belki deveyi görmüştür deyip yanına yaklaşıp kızdan develeri sual etmiş. Kız ona cevabında demiş ki,





“Beni babam dayımın oğluna verecektir. Ben ona varmıyorum, istemem, ben filâna varacağım!” Deveci tekrar:





“Kızım ben senden develeri sual ediyorum.” Tekrar kız cevabında:





“Canım emmi, dedim ya, ben ona varmayacağın, filâna varacağım” demiş. Deveci birkaç defa tekrar tekrar böyle demiş ise, de fayda etmeyip yine o kendi efkârını söylüyor. Deveci anlamış ki, buna işi anlatıveremeyecektir, oradan gitmiştir. İşte aşk-ı ilâhîde olan zat böyle olmalı, yani aşk-ı ilâhîden başka bir şey bilmemeli demektir.





Namazlar





 Farz namazlardan önce eda olunan sünnet, farza hazırlanmak için yani huzûr-ı Hakk’a girmezden evvel insan kendisini dua ve selamlamaya ve hazır etmek makamıdır. Ve bir de namazın başında “İyyâke na’budu” ye kadar “kef’-i hitâb yoktur, yani Fâtiha-ı şerifin evvelinde kef-i hitâb ile başlamıyor. Ol­madığına işaret “İyyâke na’budu” [100]ye kadar yine kul kendisini huzûr-ı Hakk’a selamlamaya ve duaya ve hazır etmek için bir nevi manevi müsaâde demektir. Artık “İyyâke na’budu” den aşağı kul, mevlâsının huzurunda olduğunu tamamıyla bilip ona göre hitaplara muntazır olacaktır.





SEYYİD A’REC [101]  HALİL HAMDİ PAŞA EFENDİ 





Doğum ve ölüm tarihi hakkında kesin bir bilgi yoktur.





Seyyid Yahya Dağıstânî kuddise sırruhu’l-azîzin oğlu olup, paşa rütbesinde bir asker iken muhterem babalarının Mek­ke-i Mükerreme’ye hicret etmesinden dolayı beraberinde gitmiştir.





Başbakanlık arşivlerinden 24 Mayıs 1867 tarihinde Hicaz Vilayetine yazdığı dilekçesinde Yenbaulbahr[102] kaymakamlığı yaptığı otuz-kırk kişilik bir aileye sahip olduğunu ve geçim darlığı çektiklerini için yardım istediği ve 11 Temmuz 1867 de maaş bağlandığı görülmektedir. [103]





Abdullâh-ı Mekkî kuddise sırruhu’l-azîz Hazretlerine, daha sonra da pederi Yahya Dağıstânî kuddise sırruhu’l-azîz Hazret­lerine hizmet etmiştir. Her iki pirden de terbiye görmüştür. Babaları Seyyid Yahya Dağıstânî Hazretlerinin irtihalinden sonra Mek­ke-i Mükerreme’de hilafete geçmiştir. Mekke-i Mükerreme’de medfundur. Balabânî Hüseyin Hüsnü Efendi Mekke’deki halifesidir. (h.1347/ m. 1928)





Çorumlu Mustafa Rumî ve Tokatlı Mustafa Hâki Efendi de Anadolu’da aynı anda irşad vazifesindedirler.





Halil Hamdi Paşa Balabânî Şeyh Hasan Hüsnü Efendi’ye ve Hacı Halil Efendiye de icazet vermiştir.





Hacı Halil Efendi 





Bana göre Hacı Halil Efendi Hazretleri mürşitleri ki, şu an Mekke-i Mükerreme’de seccâde-nişîn-i irşâd-ı ibâd (Şeyhlik vazifesinde olan) faziletli, Şeyh Dağıstânî Hacı Halil Paşa Hazretleri Şeyh Mustafa Efendi’ye, Hacı Halil Efendi’nin sanki sülûk ve terakkisi için bazı manevi işâreti olmalı ki, Şeyh Mustafa Efendi buna dair ara sıra bazı gizlice remzen işaret eder idi.





Bir gün yine böyle rumuz ve işaret sırasında müşarünileyh Hacı Halil Efendi, Şeyh Mustafa Efendi’ye hitaben bir temsil ile şunları buyurdular. Şöyle ki, bildikleri üzere köylerde olan hayvanât yani inek, öküz, buzağı, tosun bu gibi hayvanları çoban vasıtasıyla sahralara otlamaya gönderirler. Bun­lar ahırlardan çıkıp ova, sahralara gidince birbirlerine aşmak için birbirlerinin üzerlerine çıkarlar, sıçrarlar, yani tosun böylece inekleri aşmak ister. O biçare koca öküz öyle cümbüş ve neşeden geri kalmış ve kocalığı sebebiyle yerinden hare­kete mecali kalmamış olmasıyla o koca öküz, şöyle bir ufak tepenin üzerine güç hâl ile çıkıp uzaktan onlara yani birbirlerinin üzerlerine sıçrayanlara kemâl-i aşk u neşesinden bir güzel ayrı ses ile “O-mû-mû!” diye nida eder, yani





“Ben de bu neşeden ve bu cümbüşten isterim. Ama ne çare ki, kudret ü kuvvetim kal­mamıştır, eski zamanım yoktur. Bari siz durmayıp bu iş ile meşgul olu­nuz” diye onlara neşe vermek için öylece ses ile bağırır. Bunun gibi, şimdi fa­kiriniz ile Aşçı Dede duacınız, işte böyle ihtiyar koca öküz gibi, olup sülûk ve te­rakki neşe ve cümbüşünden geri kaldığımız cihetle artık süluk yolunda Hak olan civan merdanelere uzaktan nazar edip “O-mû-mû” diye nida ediyoruz!” diye güzel kelâm buyurdular. Bu rumuzdan müşarünileyh şeyh Efendi işi anlayıp tebessüm buyurup onlara cevap olarak “Aşk ve sülûkün sonu yoktur” “Ve fevka külli zî ilmin alîmûn” [104] diye bazı hikâyeler naklettiler





Hacı Halil Efendi o dereceye vâsıl olmuş idiler ki, hangi vakit isteseler ve pîrân-ı azâm hangisiyle ruhâni yönden sohbet, konuşma ve bir şey izni için emel ve arzu buyursalar idi, o anda sanki mânevî telgraf tellerini bağlamış gibi, hacet arzı ederek cevap alırlar idi. [105]





SEYYİD HACI MUSTAFA HÂKÎ TOKADÎ  EFENDİ





(d. r.1272 m. 1855- h.y.t. 15 Kanunisâni Perşembe 1336 (m. 15 Ocak 1920)





Vez o şud vez Halil Hamdi Paşa, Tokad-i Mustafa Hâki





Hüseynî Seyyid emced cihan ez feyz-i o ma’mur





Tokat’ta Soğukpınar Mahallesi’nde doğmuş­tur. Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi’nin yeğenidir.[106] 9 yaşında Kuran’ı ezberlemiş ve şer’i ilimleri tahsil etmiştir.





Mustafa Hâki Efendi, ilk tahsilini Tokat’ta yaptıktan sonra, maneviyatın iştiyakı ile Çorumlu Mustafa Rumî Efendi’ye talebe olup icâzet aldı. Sonra Tokat’a dönüp, talebe yetiştirmeye başladı. Dergâhı hak âşıkları, ilim talipleri ile dolup taşardı. Kalbindeki nurâniyeti mü­barek simalarına aksetmiş olduğundan kendi­lerini yetiştiren Mustafa Rumî kuddise sırruhu’l-azîz Haz­retleri, nuranî simasından dolayı “Melek Hafız” [107] diye hitap etmiştir.





Çorumlu Pir kuddise sırruhu’l-azîzdeki sıkı terbiye, yine Pir’in işareti ile birazcık döneminde hafifletilmiştir. Çünkü meşrep itibarı ile Muhammedî idi.





Tokat Ali Paşa Camii’nde imam-hatiplik de yapmıştır. 1908 de 2. Meşrutiyetin ilanı sebebi ile Tokat Mebusu olarak İstanbul’a mebus olarak gitmiştir. Meclis âzalığı pasif olarak devam ettiği, ancak ittihatçılar tarafından İstanbul’da mecburi ikamete tabi tutulmuştur. [108] Tokat’a dönüşüne izin verilmediğinden Kendisine Mevlana Mustafa İsmet Garîb’u-llah Efendi’nin Fatih-Çarşamba Cebecibaşı Mahallesinde ki, konak 1920 yılına kadar Dergâh olarak verilmiştir. [109]





Daha sonra bu yer Ahıskalı Haydar Efendi’ye meşihat makamının emri ile dergâh olarak verilmiştir. Ali Haydar kuddise sırruhu’l-azîz Efendiyle Tokatlı Pirimiz arasında epeyce bir kırgınlık yaşanması, beş sene kadar bu sorunun sürmesi kaderin garip bir cilvesidir.[110] Melek Hafız’ın din kardeşi tarafından bilinmemesi cilve-i ilahinin tecellisi olsa gerektir.





Tokatlı Pirimizin Kabri saadetleri Fatih Cami-i Haziresinde olup, Ahmed Amiş kuddise sırruhu’l-azîz Efendi ile komşudur. Mustafa Haki Efendi Fatih Camii haziresine defin edilmesine izin verilmediği gibi, bir rivayet vardır. Fakat asılsız olması gerekir. Çünkü arşiv kayıtlarında adı geçen yere defin edilmek için devlet izni vardır.[111] Belgelerden 17 Ocak 1920 tarihinde defnine izin verildiği anlaşılmaktadır.





Muhalif olan kişilerin rüyalarında “Buraya Hakî gibi bir er yatacak” denilmiştir. Bu durum Çorumlu Mustafa Rumî kuddise sırruhu’l-azîzin Hz. Osman radiyallâhü anhın ayak ucuna defnedilirken de zuhur etmiştir. Nâşı omuzlarda taşınırken şimdi defin edildiği yere gelince kimse ileriye götürememiş. Orada da sırlanmış.





Oğlu Bahâeddîn Efendi ise, Eczacılık tedrisatını bitirmiş lakin siyasi entrikalar yüzünden Medine-i Münevvere’ye gitmiş ve 27 sene orada ders okutmuştur. Daha sonra Hakk’a yürüyene kadar Şam’da ikamet buyurmuşlardır.





SOHBETLERİNDEN





 “Ashâb-ı Kirâm radiyallâhü anhüm sohbet ile yükseldi. Onlar dini bildirenlerdir. Onlara dil uzatan, dini yıkar. Onların imanda ayrılıkları yoktur. Hepsi bütün velilerden üstündür. İnsana lâzım olan önce Ehl-i sünnete uygun inanmak, sonra Allah Teâlâ’nın emir ve yasaklarına uymak ve tasavvuf yolunda ilerlemektir. İslâm’ın temeli; Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine inanmak ve yapmaktır.”





“Müslüman temiz toprağa benzer. Temiz toprağa her şey atılır. Hakaret görebilir, eziyet görebilir, cefaya uğrayabilir. Lâkin ondan hep güzel temiz faydalı şeyler çıkar. Müminin, insanları ayırmadan, hepsine aynı şekilde davranması ve güzel ahlâklı olması lâzımdır.”





“Bir kimsenin havada uçtuğunu suyun üzerinde yürüdüğünü görseniz, İslâmiyet’in emir ve yasaklarına uymaktaki hassasiyetine bakınız. Şayet bu tam ise, ona uyabilirsiniz. Eğer emir ve yasaklarda gevşeklik varsa hemen ondan uzaklaşınız. Çünkü zararı dokunur.”





MENÂKIBI





1-Mustafa Hâki Hazretleri Samsun’a geldiği bir günde misafir kaldığı evde ikram edilen meyveyi yerken buyurur ki;





“Bu gece dünyaya bir oğlum gelse gerektir.” Tokat’a gelindiğinde görülür ki, sözün söylendiği o saatte Bahâüddîn kuddise sırruhu’l-azîz Efendi dünyaya gelmiştir.





2- İhramcızâde Hazretleri Şeyhi ile ihvanı arasında geçen şu hadiseyi çok anlatmıştır.





“Şeyhim bir mecliste ihvanları ile sohbet ederken,  o yörenin İsmuk adındaki bir eşkıya;





“Ben şeyhin yanına gireceğim” de­mişti.  İhvanlar eşkıyadan emin olamamışlar.  Müsaade etmemişler. Buna kızan İsmuk,  binanın çatısına çıkmış tandır bacasından aşağı kendini bırakmış.  Tam olarak şeyhimin önüne düşmüş. 





“Sen kim­sin,  ne işin var” diye buyurunca;





Efendim sizi görmek istedim, gös­termediler bana,” demiş. Bu halden müteessir olan şeyhim;





“Sen sülûk gördün mü?”





“Hayır” cevabını alınca; 





“Eğer görmüş olsaydın, sana icazet verirdik,”  buyurmuşlar. Şeyhim,





 “Gel sana sülûk dersi tarif edelim” buyurunca;





“Efendim ben sülüğü ne yapayım. Efendimin bir nazarı bin sülûk eder” demiştir.





3-Mustafa Hâki kuddise sırruhu’l-azîze bir şeyh gelip kendini ihvanın çokluğu ile övünmüştür. Mustafa Hâki buyurur ki;





 “Bir kavak ile kabak varmış. Kavak kabağa dermiş ki;





 “Sen nesin ben haftada bir karış uzuyorum.” Kabak;





 “Güz gelince görüşürüz” demiş.  Bu meyanda o şeyhin etrafın­da ne kadar ihvan varsa dağılmış ve şeyh Mustafa Hâki kuddise sırruhu’l-azîze intisab etmiştir.





4-Mustafa Hâki tekkeyi yaparken Fatsalı Hamit Hoca;





“Efendim ne yapıyorsunuz?” diye sormuş. 





“Bir mukallidi getirip oturtasınız diye tekke yapıyoruz” buyurmuşlardır.  Seneler sonra söylenmiş bu söz kendileri halkın ısrarı ile milletvekili seçilip İstanbul’a gidince hatim okutmak için ve ihvanın başına Fehmi Efendi’yi bırakmıştır. Fakat kendileri bu vazifeden bir şekilde döndüklerinde Fehmi Efendi “bu vazife bizde” diye hatim okunurken Mustafa Hâki kuddise sırruhu’l-azîze taşları vermemiş.  Mustafa Hâki bir huzursuzluğa meydan vermemek için İstanbul’a geri dönmüştür.





5- Bir gün Mustafa Hâki Efendi, ihvanları ile sohbet anında kuşlar bulundukları mekâna gelip şakımaya başlamışlar.  Orada bulunanlar;





“Bu ne haldir, Efendim” diye sormuşlar.  Buyurmuşlar ki;





“Bir gün bu hocaların başından sarıkları alınacak”





Daha sonra kurulacak Türkiye Cumhuriyetini ve şapka inkılâbını haber vermiştir.





6- Mustafa Haki Efendi, ihvanı Müftü Abdurrahman Efendi’ye bir gün seni bir yere ziyarete götüreceğim, demiş. Gittikleri ise, Es’ad Erbili Hazretleri imiş.[112] Bir zaman sohbetten sonra Es’ad kuddise sırruhu’l-azîz Efendi abdeste çıkmış. Mustafa Haki  Efendi buyurur ki;





“Ya Abdurrahman bu şeyhin bir makamına bak” Abdurrahman Efendi;





“Kalpte mi desem” diye söylenirken Mustafa Haki  buyurur ki;





“Oğlum İstanbul da iki yüz küsur şeyh var.[113] Es’ad Efendi hal şeyhi ve kalbte, fakat siyasete karıştı.”





İçeri giren Es’ad Efendi duruma vakıf olarak;





“Şeyhim, Es’ad sen zayıfsın kalpte çalış demişti[114] kelâmını buyurur.





HAKK’A YÜRÜYÜŞÜ SEBEBİYLE YAZILAN





MERSİYEDEN BİR BÖLÜM






Hicrânda koydun bizleri ey Mürşîd-i ebcel





Nâkısları kim eyleyecek kâmil ü ekmel





Destine yapıştık ebedî bir habl-i metîne





Çektin elini nâkıs olan düştü zemîne





Eyvâh geçirdik dem-i fırsatları eyvâh





Allaha ulaştırıcı sohbetleri eyvâh





Feyz-i nazarın mürdeleri eyledi ihyâ





Bu seng-dil Âdemliğini bulmadı hâlâ





Sen bizleri cezb eder idin arş-ı berîne





Biz kendimizi attırırız zîr-i zemîne





Hayfâ o nezâfet o zerâfet, o cemâl





Cem’ olmuş idi sende hemân cümle kemâlât





***





METHİYE





Gel ey gök gör ki, bir kerre ne hâldir Hazret-i Hâkî





Saâdet bağı içre bir nihaîdir Hazret-i Hâkî





Ne sultân-ı hakikâttir görüp anla kemâlinden





Ne işrâk eylemiş nûr-ı zü’l-celâldir Hazret-i Hâkî





Anın sîr-âb ile gül hakkı musaffa bî-cemâlinden





Tekâmül eylemiş bir mâh-ı cemâldir Hazret-i Hâkî





Dehânımdan çıkan her nutku bir iksîr-i a’zamdır





Ser-â-pâ nûr-ı akdes bir kemâldir Hazret-i Hâkî





Ana bir bende olmak her kula Hakk’tan saadettir





Hulûsî Hakk’a vâsıtu’l- visaldir Hazret-i Hâkî





Seyyid Osman Hulusi kuddise sırruhu’l-azîz 





HACI MUSTAFA TAKÎ EFENDİ (DOĞRUYOL) (1873–1925)  [115]





Hayatı ve İlmî Kişiliği





Mustafa Takî Efendi (r. 1289- m.1873) yılında Sivas’ta Oğlançavuş mahallesinde doğdu. Annesi Saniye Hanım, babası Mehmet Selim Efendidir. Bu yüzden Mustafa Takî Efendi’ye Selim Efendizâde de denilmiştir. Anne ve babası hakkında yazılı kaynaklarda kayda değer bir bilgi mevcut değildir. İsmindeki Takî ilavesini sonradan aldığı anlaşılmaktadır. Meclis zabıtlarında ve Milli Eğitim Bakanlığı kayıtlarında adı Mustafa Takî olarak geçerken, nüfus kaydında sadece Mustafa olarak geçmektedir.   Burada şunu da belirtmekte yarar var. Mustafa Takî Efendinin adı Meclis zabıtlarında ve bazı makalelerinde Mustafa Takî olarak geçerken, Kırk hadisinde ve yine bazı makalelerinde Mustafa Nakî olarak da geçmektedir.





Takî; ‘Allah’tan korkan, muttakî,   dindar’ demektir.





Nakî ise, ‘saf, katıksız, pak, tertemiz, arınmış’ anlamına gelir. Mustafa Takî Efendinin, makalelerinde, isminden sonra soyadı ya da belirleyici vasıf olarak her iki ifadeyi de bilinçli olarak kullandığı anlaşılmaktadır.  





İlk ve orta tahsilini Sivas İptidai Mektebi ve Rüştiyesi’nde, yüksek tahsilini de Medrese’de tamamladı. Mustafa Takî Efendi’nin hangi medreseden mezun olduğu ve hangi hocalardan ders aldığı bilinmemektedir.





Arapça ve Farsçayı çok iyi bilen Mustafa Takî Efendinin, her ne kadar Kelâm İlminde ihtisas sahibi olduğu söyleniyor ise, de, makalelerinden ve Meclis kürsüsünde yaptığı konuşmalarından Fıkıh ilminde daha otorite olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca Ferâiz, Tefsir, Hadis ve Siyer alanlarında da vukûfiyeti vardır. Müderris ve Dersiâm olup Sultanî’de muallimlik, Medresede fıkıh ve tefsir hocalığı, mahkeme azalığı, “Sırat-ı Müstakîm” ve “Sebîlürreşâd” dergilerinde muharrirlik yapmıştır.





Dönemin söz konusu en önemli dergilerinde, toplumun çeşitli kesimlerine yönelik uyarıcı ve yönlendirici makaleleri yayımlanmıştır.   Zaman zaman bazı yazılara cevap vermiş, fikirlerini korkusuzca toplumun her kesimiyle paylaşmıştır. Örneğin İstanbul’da yayımlanan “Azâdâmârd” dergisinde çıkan İslâm’daki cihadı vahşet olarak gösteren bir yazıya, “İslâmiyet’te Cihâd”   isimli makalesiyle cevap vermiştir.





Memuriyet Hayatı





19 Ekim 1887’de Sorgu Hâkimi (müstantik muavini) Yardımcılığı ile Adliye Teşkilatında başladı.  





1 Kasım 1891’de Hafik İlçesi Sorgu Hâkimi Yardımcısı oldu. Adliyedeki görevini,   17 Nisan 1894- 29 Haziran 1913 tarihleri arasında Sivas Adliyesinde Bidayet Mahkemesi zabıt kâtipliği, müdde- i umûmî (başsavcı) katipliği, Bidayet Mahkemesi başkatipliği ve mahkeme aza mülazımlığı ile sürdürdü.





Kısa bir süre Meclis-i Umûmî azalığında bulundu. 13 Kasım 1914’te Sivas Sultanisi (Lise) Arapça öğretmenliğine atanmasıyla adliye teşkilatından ayrıldı.





Bir müddet Dâru’l hilâfe Türkçe müderrisliği ile Arapça-nahiv ve fıkıh müderrisliği yaptı. Öğretmenlik görevini 22 Nisan 1920’ye kadar sürdürdü.





1 Ağustos 1336’da (1920) 47 yaşında iken TBMM. I. Dönem Sivas mebusu (milletvekili) olarak meclise girdi, 23 Nisan 1920’de yapılan ilk meclisin açılışında hazır bulundu. Ankara Fetvası‘nı “Sivas Mebusu, Ulemadan Mustafa Tâki” ismiyle imzaladı.





Mecliste Şer’iyye, Evkaf, Adalet, İrşat, Anayasa,   Dilekçe, Milli Eğitim komisyonlarında ve Memurîn Muhakemât Tetkik Kurulunda çalıştı. Bu arada III. Toplantı yılında bir süre Dilekçe Komisyonu başkanlığını yaptı. Dönem içinde 7’si gizli oturumlarda olmak üzere TBMM kürsüsünden 43 konuşma yaptı; 5 kanun önerisi verdi.





I. Dönem milletvekilliğinden sonra 1923’te Sivas’a Hadis ve Arapça öğretmenliğine atandı. Bu görevde iken Hakk’a yürümüştür.





Tasavvufi Hayatı





Ömrünün çoğu araştırmak, eser telif etmek, yazılı ve sözlü olarak insanları irşad etmekle geçti.





Mustafa Takî Efendi, Tokat’a gidip, ders aldıktan üç gün sonra fenâ makamına çıktıkları rivayet edilir. O’nun bu kabiliyetine hayran kalan Hâki kuddise sırruhu’l-azîz Efendi murakabe-i ahadiyet derslerini talim ettirerek sülûkünü kısa zamanda ikmal etmiştir. Bu halden sonra Sivas’a dönmeye ve orada hatm-i Hâcegân okutup, ders tarif etmeye memur kılınmışlardır. Arkadaşlarından bazıları; acaba bu kadar kısa zamanda sülûkünü tamam edebildi mi gibi düşüncelerine karşılık, Mustafa Hâki kuddise sırruhu’l-aziz şöyle cevap vermiştir:





“Sizler daha yarı yoldayken Mustafa Takî Efendi sülûkünü ikmal etmişti.”





Mustafa Hâki Efendi,  Mustafa Tâki Efendi için şöyle buyurur;





“Mustafa! Senin elin bizim elimizdir.”





Tokatlı Mustafa Hakî Efendinin Hakk’a yürümesinden sonra vazife İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı Toprak Hazretlerine intikale ettiyse de sülûkünü ikmal etmediğinden muvakkaten, zuhurat yoluyla Mustafa Takî Efendiye ihvan teslim olmuştur.





Mustafa Takî Efendinin ilmî otoritesi, devrin âlimlerince de takdir edilmiş,   kendisinden saygıyla bahsedilmiştir. Hasan Basri Çantay, ondan ‘büyük sûfî,   yüksek âlim ve ârif’ bir zât olarak bahseder. Onun ilmî otoritesini, hukuk bilgisinin derinliğini, mantık ve felsefeye olan vukûfiyetini, şer’î ilimlerdeki enginliğini kanun müzakereleri esnasında meclis kürsüsünden yaptığı konuşmalardan görmek mümkündür.





 (r.18 Ağustos Salı 1341 – m. 18 Ağustos 1925) senesinde ihvanlarından birisi olan Yoncalıklı Mehmet Beyin hanesinde irtihal-i dar-i beka buyururlar. Cenazesini yaylı at arabasıyla Sivas’a getirilmiştir. Kabri, Sivas’ta Abdülvehhab Gazi Kabristanındadır.





Mustafa Takî Efendi Hakk’a yürüyünce bazıları demişlerdir ki;





“İlim üç Mustafa ile gitti.





 Çorumlu Mustafa Rûmi Efendi,





Tokatlı Mustafa Hâki,





Sivaslı Mustafa Takî  dir.”





İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı Efendi, Darendeli Hacı Hasan Akyol, Baytarbeyli Mustafa Efendi ve Müezzin Ali Efendi gibi, önde gelen şahsiyetler, onun sohbetlerinden feyiz almıştır.





İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı Efendi Hazretleri Sivaslı Pirimiz Mustafa Takî Efendi hakkında “Bizim sohbet şeyhimiz” buyurulardı.





Bu arada Mustafa Tâki Efendi, Hakk’a yürüdükten sonra damadı Çerkez Yusuf Efendi ve oğlu Bedir Hafız’ın (Doğruyol) [116] şeyhlik vazifesini deruhte etmekte ısrarcı olmuşlardır. Bedir Hafız Efendi gördü­ğü bir rüyada babasının emri üzerine İhramcızâde Hacı İsmail Efendi Hazretlerine gelip arzuhâl etmesinden sonra, Bedir Hafız’a;





“Gardaşım, Bedir Hafız o kolu da sen idare et” diyerek vazife-i ruhsatiye  [117] vermiştir.





Toplam yedi 7 çocuk babası olan Mustafa Takî Efendi dört kez evlenmiş, kendisinden bir kıza sahip olduğu ikinci eşi Behiye Hanım’dan boşanmış, 1950’de vefat eden üçüncü eşi Teyfika Hanım’dan çocukları olmamış, dördüncü eşi Emine Hanım’dan da boşanmıştır. Birinci eşi Hatice Hanım’dan altı çocuğu olmuştur.[118]





Ailesi daha sonra “Doğruyol” soyadını almıştır.





MENÂKIBI





1-Bir hac seferinde Tokatlı Pirimize hizmet etmiş ve onun sayısız teveccüh ve iltifatlarına mazhar oluşunu kendisi şöyle anlatmıştır.





“Pir Efendimizle Mekke-i Mükerreme’de hac farizasını tamamladıktan sonra Medine-i Münevvere’ye döndük. Ziyareti Nebevi’de fikrime geldi ki; doğrudan doğruya Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi rabıtaya alır feyz ve bereketinden azami derecede nasiplenirim. Ancak şebeke-i şerifin önünde ne kadar rabıta ve huzur aldıysam da tutturamadım. Bomboş kalmıştım. Anladım ve hemen Hâki kuddise sırruhu’l-azîz Efendi’yi vasıta ettim. Sel gibi, fûyuzat akmaya başladı. Dışarı çıktığımızda buyurdu ki;





“Burada da beraber olsak daha iyi olmaz mı?





Hemen eline kapandım ve O’ndan af diledim.”





2-Bahâüddîn Efendi bir hatırasında şöyle anlatmıştır.





“Mustafa Tâki kuddise sırruhu’l-azîz Efendi’yi yaz günlerinde Tokat’a davet ederdim. Lütfeder teşrif buyururlardı. Kendilerini gören Tokat ihvanı onun aynen Mustafa Hâki Hazretlerine benzediğini söylerlerdi. Sohbetlerinde sayısız nasib-i maneviyye var idi. Ertesi yılın sonbaharında rahatsızlanmışlar ve beni emretmişler idi. Derhal Tokat’tan ayrılarak Sivas’a gittim ve orada hizmetleriyle bizzat meşgul olmak şerefine eriştim. Bir miraç gecesi miraciye okuyarak sohbet buyurdular. O yılın yaz aylarında yine ziyaretlerine gittim, bana Şam’a hicret etmem için emir buyurdular. Son görüşmemizdi. Kendileri ihvanların daveti üzerine Gürün’e gideceklerini söylemişlerdi.”





3- Mustafa Takî kuddise sırruhu’l-azize kendinden sonraki halife sorulunca buyurdu ki;





“İhramcızâde Hacı İsmail Efendi Allah’ın halifesidir. Bizim halife tayin etme salahiyetimiz yoktur.”





ESERLERİ





Şu anda bilinen dört eseri vardır.





1-Târîh-i Nûr-ı Muhammedi:





Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin hayatını muhtevi Arap harfleriyle 18 cüz hâlinde yazılan bu eser, (r. 1339 -1341 / m. 1923 – 1925) tarihleri arasında Sivas Matbaası’nda basılmıştır.





Cüz cüz yazılan kitap,   17. Cüzünde Miraç hakkında yazılmış ve son 18.Cüzünde Fatmatü-z Zehra Validemiz hakkındadır.





2-Kırk Hadis (İlmihâl: Siyasî ve İçtimaî) :





Bu eserin bir nüshası Sivas Belediyesi Kemal İbn-i Hümam Kütüphanesi’nde Hacı Hasan Akyol tarafından vakfedilen kitaplar arasında bulunmaktadır. [119]





Aynı eser, R. 1237- M. 1822 tarihinde Mithat Paşa Sanayi Mektebi Matbaası’nda basılmıştır.





3-Mevlid:





Mustafa Takî Efendinin nesir olarak yazdığı bu eserini sonradan İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı Efendi kaddese'llâhü sırrahu’l-aziz nazma çekmiştir. (Yar-e Yadigâr’ın yazılmasına ilham olan eser)





 Efendi Hazretleri mevlidinin başında bu konuyla alâkalı olarak şu bilgileri vermektedir:





Üstadım Takî aleyhi’r-rahme





Yazmıştı mensur etmişti tuhfe





Şikeste-beste dürr-i mensurdan





Okudum nazm ettim nûr-ı mevfûrdan





4-Ağaç Dikmenin Fazileti [120]





Mustafa Takî kuddise sırruhu Efendinin, bu isimle oldukça hacimli kitabının olduğu belirtilmektedir.





5-Makaleler





“Sırat-ı Müstakîm,” “Sebîlürreşâd” ve “Beyânu’l-Hak” dergilerinde yazmış olduğu makalelerle dikkatleri üzerine çeken Mustafa Takî kuddise sırruhu’l-azîz Efendi, zamanının önde gelen fikir adamlarından biri olarak Türk siyasi ve fikir tarihinde önemli izler bırakmıştır. Yazılarında sade ve anlaşılır bir dil kullanarak halka inmeyi,   onlara arzuladığı mesajı iletmeyi başarabilmiştir.[121]





HACI AHMED EFENDİ NİKSARΠ EFENDİ (ZARAKOL)





Mesudiye ilçesinin Beyseki köyünde (h.1279-m.1861) tarihinde doğmuştur. Babası Yusuf Efendi, annesi Marziyye Hanım’dır. Uzuna yakın orta boylu, siyah gözlü, uzun beyaz kıvırcık sakallı alnı geniş ve yüzü çok nurlu bir zattır. Daha çocuk yaşlarında ilk derslerini ve eğitimini, muhterem babaları Yusuf Efendiden okumuştur. O devrin en büyük âlimlerinden birisi olan Yusuf Efendi iki oğlunu ihtimamla okutmuştur. Gerçi altı çocuğu olan Yusuf Efendi bütün çocuklarının da okumalarını istemişse de, içlerinden Ömer Lütfi ve Hacı Ahmed Efendileri, zekâlarından ve ilme olan meraklarından dolayı özenle yetiştirmiştir. Zamanın âlimlerin takdim ve teşvikleriyle Enderun’a girmiş ve tahsillerini başarıyla bitirmişlerdir. Kardeşi Ömer Lütfi Efendi müderrisliğe kadar yükselmiştir, Kendileri de devrin büyük âlim ve mürşitleriyle derslerine devam etmişlerdir.





Hacı Ahmed Niksari Hazretleri uzun yıllar sonra memleketi Mesudiye’ye dönmüşlerdir. O sıralarda Çorum’da şöhret bulan Hacı Mustafa Rumî Hazretlerinden intisap etmiştir. Çorumlu Mustafa Rûmi Hazretlerinden, irşad vazifesi almıştır.





Kendileri ders okuttuktan sonra medresede kalır, günlerini ibadetle geçirirmiş. Çok merhametli, halim ve yumuşak huylu olduğundan müridlerini uzun boylu riyazete tabi tutmamıştır.





 Niksar’daki Çilehane Medreselerinde talebesi çok olmuştur. Niksar’da Karşıbağ mahallesin­de kurduğu tekkesinde irşada başlayan Hacı Ahmed Efendi­nin daha çok Trabzon, Gümüşhane, Bayburt, Of, Tokat, Çorum, Alaca, İskilip ve Erzincan gibi yerlerde tesiri oldu.





Niksar’da daha çok Arapça, Farsça ve Osmanlıca eserler­den oluşan, zengin bir kütüphane kurmuş olan Hacı Ahmed Efendinin bu çalışması, zamanın idarecileri tarafından talan edilmiş, bu eserlerin bir kısmı İstanbul’a Süleymaniye kü­tüphanesine götürülmüştür.





Kurtuluş Savaşı yıllarında Pontus Rumlarına karşı, ihvanı ile birlikte mücadele ettiği, o dönemde yaşamış olanlar ta­rafından nakledilir. Kurtuluş Savaşındaki mücadelesi bilin­diği halde, manevi yönü ve tasavvufî faaliyetleri nedeniyle takibata uğramış ve İstiklal Mahkemeleri’nde yargılanmıştır.[122]





Hacı Ahmed Efendi, tekke faaliyetlerinin yanında Danişmentli Devletinden kalma Ulu Cami’de verdiği vaazlarıyla halkı aydınlatmaya ve morallerini yükseltmeye çalışmışın. İki defa evlenmiş olan Hacı Ahmed Efendi, 90 yaşlarındı iken (30.01.1937) Hakk’a yürümüştür. Cenazesi, iyi bir müderris olan kardeşi Ömer Lütfü Zarakol tarafından yıkanarak kıldırılmıştır. Hacı Ahmed Efendi, 9 defa hacca gitmiştir. Turhal Gat köylu Mustafa Efendi, Erbaalı Muttalip Efendi İskilipli Zeynelabidin Efendi, Alacalı Hacı Bekir Efendi ve Tosyalı Mehmet Çevik Efendi gibi halifeleri vardır. Kabri, Niksar’da Melik Gazi kabristanlığındadır.





İrşad vazifesine bakacak vasıfta birini yetişmediği için, kendi ihvanlarının terbiyesini, Hakk’a yürümeden önce bir icazetname ile irşad Gavs’ül-âzam İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı Efendi Hazretlerine bırakmıştır.





MENÂKIBI





1- Niksar’da bir sarhoş, birazda etrafın dolduruşuyla Niksârî Şeyh Efendimizi taciz ve tehdit ederek talebesini dağıtmasını ve medreseyi terk etmesini ister. Sukut buyuran Hacı Ahmed Efendi o günü medresenin içinde değil de önündeki peykede yatarak geçirir. Aynı gece sarhoş kabadayı kendi evinde yatarken acayip bir rüya görür: Bakar ki, rüyasında Niksar kalesinin başında, bir zat ona şu ihtarda bulunuyor; “Bizim Ahmed’imize bir daha dokunursan karışmam” Rüyanın dehşetiyle uyanan, kabadayı boy abdesti alarak doğru Hacı Ahmed kuddise sırruhu’l-azîz Efendi’nin huzuruna gelir.





 “Ne o Ağa! Bizi buraya da mı koymayacaksın?” der. Sarhoş ayaklarına kapanarak tevbe eder.





2-Efendi Hazretlerinin torunlarından Sâkine Hanım’ın kocası Mehmet Altuntaş’ın babası Mehmet Efendi, Hacı Ahmed  Efendinin yanında amele olarak bir zaman çalışmış ve ayrılacakları zaman





“Gardaşım! Allah Teâlâ sana hayırlı bir evlat ihsan etsin” buyurmuştur.





Bu duanın bereketiyle dünyaya gelen Mehmet Efendi, daha sonra İhramcızâde Hacı İsmail Efendi Hazretlerine damat olur.





Mehmet Altuntaş Sivas ilinde yetişmiş son devir hafızı kurradan olup teravih namazlarını hatimle kıldırarak müslümanlara hizmet etmiştir.





3- Çorumlu Mustafa Rûmi kuddise sırruhu’l-azîz Niksar’a Hacı Ahmed Efendiyi ziyarete gelince sormuş ki;





“Ne kadar ihvanınız var?”





“Efendim! 7 – 15 – 40 ihvanım var” demiş.





“Bu nasıl sayı Ahmed Efendi?” dediğinde





“Efendim yedi ihvan hatm-i hâce okuduğumuz ve sizi de tanıyanlardır. Onbeşi bu yedi ile görüşüyorlar. Kırkı bu onbeşi ile tanışıyorlar.” Çorumlu Pir Efendi buyurdu ki;





“Allah Teâlâ yedinin içine onbeşi ve kırkı dâhil edecek, hepsi bizim ihvânımızdır.”










[1]­­­ ÇİÇEK, Yakup, Muhammed Zâhid el-Kevserî’nin Tasavvufî Görüşleri Makalesi-Osmanlı Devletinin Kuruluşunda Şeyh Edebâli Hazretlerinin Rolü ve Mehmed Zahid Kotku kuddise sırruhu’l-azîz Sempozyumu, , Seha Neşriyat, İst. 1996, s.127–145





[2] Mezheblerde de durum bu şekildedir. İmamlardan (müçtehidler) hiçbiri, “Benim kabul ettiğim görüşe ve içtihadıma tabi olun” dememişlerdir. Bilakis, Bizim aldığımız kaynaklardan siz de alınız” demişlerdir.





[3] NİCHOLSON, a.g.e. s.23





[4]  Hz. Ali radiyallâhü anh demiştir ki; “İnsanlara anlayacakları şeyleri anlatın. Allah Teâlâ ve Rasûlünün yalanlanmasını ister misiniz?” (Buhârî, İlm 49.)





[5] İNANÇER, Ö. Tuğrul, Vakte Karşı Sözler, hzl. Ayşe ŞASA-Berat DEMİRCİ, İst.2006, s.38





[6] Yesevilik Bilgisi, a.g.e.s.439, Mir’âtü’l-Kulûb,” s. 41-85





[7] Ken’an Rifâî, a.g.e. s. 354  





[8]  Hz. Ali radiyallâhü anh demiştir ki; “İnsanlara anlayacakları şeyleri anlatın. Allah Teâlâ ve Rasûlünün yalanlanmasını ister misiniz?” (Buhârî, İlm 49.)





[9] Ken’an Rifâî, a.g.e. s. 367 





[10] ERGİN, a.g.e. s. 303





[11] Ken’an Rifâî, a.g.e. s. 354  





[12] GÜNEREN, a.g.e., s. 99





[13] Selim Divane, Sadıkların Müşkillerinin Anahtarı, a.g.e., s.58





[14] ERGİN, a.g.e. s. 285–288





[15] Bekri Alâeddin, Abdulgânî Nablusî Hayatı ve Fikirleri, çvr. Dr. Veysel UYSAL, İst, 1995, s.116





[16] Ken’an Rifâî, a.g.e. s. 173





[17]  a.g.e. s. 172





[18]  a.g.e. s. 292





[19]  a.g.e. s. 469 





[20]  a.g.e. s. 569





[21] AYVERDİ, Sâmiha, Âbide Şahsiyetler, İst. 1976, s.101





[22] (ÖGKE, Ahmed, İslâmî Araştırmalar Dergisi, c. 17, sayı: 1, 2004, s. 84–90, Kısaltılarak yazıldı.) Bu kitapta bu veliye yer vermemizin sebebi tasavvuf tarifi hakkında söylenmiş şeylerin büyük bir kısmının topluca ifade edilmesindendir.





Hicrî 1000 (m. 1591–92) yılında dünyaya gelen İbrahim Efendi 22 Rebîu’l-Âhir 1065 (1 Mart 1655) Çarşamba Hakka yürümüş ve hazîresine defnolunduğu Aksaray’daki Oğlanlar Tekkesi, 1957’de Millet Caddesi açılırken yıkılmış ve hazîredeki diğer şeyhlerin kabirleriyle birlikte onun nâşı da Murad Paşa Câmii hazîresine nakledilmiştir.





[23] Açıklamalar  (ERAYDIN, a.g.e. s.471–475 ve M.Ali Aynî a.g.e. s.208–212)





[24] Bidayet başlangıç, nihayet son ve bî-cân cansız de­mektir.





[25] Mahv-ı suret, suretleri (görünüşleri) yok etmek. Mihmân, misafir. Tarîkat, yollar;





[26] Mesnevi c.III, b.866





[27] Âb, su. Kil, burada dört unsurdan biri olan toprak anlamındadır. Âri, soyunmuş, çıplak. Safî, saf, arınmış. Yezdan, Allah Teâlâ





[28] Lem’a, ışık parıltı. Envâr, nurlar. Uyarmak, ışığı yakmak, yaradılışta mevcut olup ihmal yüzünden sönmeye yüz tutmuş ilâhî aşk ateşini zikirle yeniden alevlendirmek.





[29] AYVERDİ, Sâmiha, Âbide Şahsiyetler, İst. 1976, s.200





[30]  Şerait, şartlar. Nâme-i hestî, yok olma, yokluk mektubu. Şer’, şeriat.





[31] Arif, Allah Teâlâ’yı hakkiyle bilen, tanıyan. Hakîmen, hâkimce, hikmetlerini bilerek. Âdetullah, Allah Teâlâ’nın âdeti. Allah Teâlâ’nın kendi yarattığı sebeblerin yine kendi yarattığı so­nuçları her zaman vermesi. Bütün tabiat kanunları gibi maneviyatta da geçerli olan ilâhî kanunlar, topluca âdetullah diye anılır. Derman, çare ilaç.





[32] AYVERDİ, Sâmiha, Âbide Şahsiyetler, İst. 1976, s.169





Hak Teâlâ me­lâikeye muallimleri olan Âdem aleyhisselâma secde ile emr etti. Bu secde, ibâdet secdesi değil, insanların Ka'be'ye secdesi gibi emir secdesidir ve Âdem aleyhisselâmı teşrif ve tafdîldir. Ancak Allah Teâlâ’ya mahsus olan ibâdet secdesi ondan başkasına yapmaktan, gerek melâike ve gerek biz insanlar Allah Teâlâ'ya sığınırız. (KONUK, Ahmed Avni ,"et-Tedbîrâtü'l-İlâhiyye fi Islâhı Memleketi'l-İnsâniyye" Tercüme ve Şerhi, hzl: Mustafa TAHRALI, İst. 1992, s. 81)





[33] Miftah, anahtar. İmaret, insan eliyle yapılmış düzenlemeler, daim ve baki temelle­re dayanmayan, görünüş ve gösterişlerle ilgili bayındırlık işleri. Külli, bütün, hep.





[34] Kal, söz. Hâl, yaşanan durum. Tebdil, değiştirme, dönüştürme. Âb-ı hayvan, dirilik suyu, içeni ölümsüz kılan mânevî iksir, tasavvufun özü olan Ledün ilmi.





[35]  İlm-i tabirât u te’vilât, sözleri rüyada ve gerçek hayatta görünen olayları, yerde ve göklerde her an gösterilmekte olan ilâhî işaretleri yorumlama bilgisi.





[36] Hayret-i kiibrâ, en büyük hayvanlık ve şaşkınlık durumu. Mest, kendinden geçmiş. Vâlih, şaşkın, aklı başından gitmiş. Esrar, sırlar.





[37] Mâsivâllah, Allah Teâlâ’dan başka olan her şey. Mü’min, Rahman, Allah Teâlâ’nın isimleri; Mü’min, Allah Teâlâ hakkında “kendi kendine iman etmiş kuluna verdiği sözden caymayacak olan,” Rahman da “sevgisi bütün yaratıklarını kuşatmış olan” demektir.





[38] ÇAVUŞOĞLU, a.g.e.  s.133–134





[39] Ken’an Rifâî, a.g.e. s.316–317





[40]  a.g.e. s. 547 





[41]  Nigah-bân, gözcü, bekçi.





[42] Zerrât, zerreler, atomlar. Kevn, oluşlar, ol emri üzerine oluşmuş olan bütün nesneler, kâinat. Nümâyan, görünen meydana ve açığa çıkan.





[43] Âlem-i akl, akıl, fikir ve düşünce dünyası, akılla kavranabilen varlıklar âlemi. Süleyman, iç dünyada sultan olduğu gibi dış dünyada da sultan olan ve kendisine rüzgâra hükmetme kudreti verilmiş bulunan Süleyman aleyhisselâmdır.





[44] Urve, kulp. Vüska, sağlam, kuvvetli, kopmaz. Urvetu’l-Vüska, yapışılacak sağlam ve kopmaz kulp. Gerçek anlamı: Allah Teâlâ’ya ulaşmak için Muhammediyet vesilesine yapışıp bağlanmak. Mazhar, zuhur, belirme yeri. Âyât, ayetler, işaretler. Gufran, bağışlanma ve bağışlama. “Tasavvuf, bağışlama işaretlerinin görünüşe geliş yeri olmaktır.”





[45] İsm-i â’zam, Allah Teâlâ’nın en büyük ismi ki, bu ismi bilenler onunla eşya üzerinde Allah Teâlâ’nın kudretiyle tasarruf yetkisine sahip olurlar. Kevn, kâinat. Câmi-i ahkâm-ı Kur’an, Kur’an-ı Kerim’in hükümlerim ve hikmetlerini kendinde toplayan kimse.





[46] Vasl, ulaşma, erişme, kavuşma. Vâsıl, ulaşan, erişen, Hakk’a kavuşan. Cemiân, bü­tünüyle, tamamıyla, Tâlib, isteyen. Dildâr, gönül alan, sevgili. Handn, sevilen,
gülen.





[47] Nazar, bakış. Nazır, bakan, gören. Müşkül, güçlük. Âsan, kolaylık, kolay.





[48] GÜNEREN, a.g.e., s. 68





[49] Ken’an Rifâî, a.g.e. s. 160





[50] Sîne, göğüs, kalb. Mahzen, hazinenin saklandığı yer. Katre, damla Umman, büyük deniz, okyanus.





[51] Lâ, tevhid kelimesinin başındaki inkâr harfi. İllâ, tevhid kelimesinin ikinci yarısı­nın başındaki isbat harfi. 





[52]  Nüh, dokuz. Felek, yıldız. Ferman, emir, buyruk; burada emrine boyun eğen.





[53] Cümle âlem, bütün varlıklar.





[54] Zât, kişilik. Fâni, yok olmuş giderilmiş. Kıırb, yakınlık. Ev ednâ,“yahut daha aşa­ğı” demektir ki, Kur’an-ı Kerim’de (Necm, 9) Miraç anlatılırken Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimizin Allah Teâlâ’ya yakınlığın en son derecesine eriştiğini ifade eden âyete atıf ki, bu yakınlıktan sonra vahy gelmiştir. Pinhân, gizlenmiş saklanmış.





[55] Ehl-i Suffe, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin, insan ve Allah Teâlâ’nın hakikatini, dinin özünü ve Kur’an-ı Kerim’in hikmetlerini anlatan hususî ve mahrem sohbetlerine devam eden ashab.





Ehl-i mîzân, terazi sahibi olanlar, hakkı ve hakikati adaletle tartanlar.





[56] Cânân, sevgili, Allah Teâlâ, Âzâde, hür, bağlantılardan kurtulmuş.





[57] Şer,  şeriat. Dil, burada hem gönül hem de konuşma aleti olan dil anlamına gelir. Bürhân, kesin delil, kuvvetli dayanak.





[58] İbrahim EfendiHazretlerinin yukarıdaki manzumesinde geçen tasavvuf tarifle­rinden başka onun Dil-i Dânâ isimli elyazması manzum eserinin başka bir yerinde şu tarif beyti de geçmektedir:





“Ona der hikmet erbabı tasavvuf, Gide cehil, gele cana tasarruf.”





[59] Buraya kadar yazılan kısım Çorumlu Mustafa Rûmî kuddise sırruhu’l-azîz tarafından yazılmıştır.





[60] Son iki mısra Seyyid Osman Hulusi Efendi kuddise sırruhu’l-azîz tarafından yazılmıştır.





[61] İkinci bin yılın zahirî ve bâtınî bütün dinî konuları dü­zeltip, yanlış anlamaları ortadan kaldırarak İslâm’ın gerçek durumunu yeniden ortaya ko­yan.





[62] Hakkın en sağlam ipine sarılan.





[63] İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı TOPRAK Hazretleri kuddise sırruhu tarafından silsile-i Şerife dâhil edilmiştir.





[64] (h: 21 Zilhicce 1311- r:13 Haziran 1310)





[65] BOA, Fon Kodu: Y..MTV.Dosya No:111, Gömlek No:75





[66] BOA, Fon Kodu: Y..MTV.Dosya No:101, Gömlek No:82 





               Fon Kodu: Y..MTV.Dosya No:64, Gömlek No:102-





               Fon Kodu: İ..DH.. Dosya No:1056 Gömlek No:82897





Fon Kodu: Y..MTV Dosya No:111 Gömlek No:75





[67]  BOA, Fon Kodu: Y..MTV Dosya No:111, Gömlek No:  75 Bu belgeye göre oğlu İbrahim Efendininin postnişinliğine geldiği anlaşılmaktadır. Şeyh Süleyman b. Hasan el-Kırımî kuddise sırruhu’l-azizede ayrı bir icâzet verilmiştir.





[68] MEMİŞ, Abdurrahman, Halidî Bağdadî ve Anadolu’da Halidilik, İst, 2000, s. 190





[69]  BOA, Fon Kodu: Y..MTV.Dosya No: 64,  Gömlek No:102





[70]  BOA, Fon Kodu: Y..MTV Dosya No:111, Gömlek No:  75





[71]  “Seyyid Yahya Dağıstanî kaddese’llâhü sırrahu’l-azizin, ne zaman dünyaya geldiği ve nereli olduğu, tam olarak bilinmemektedir. Anlatılanlara bakarak, onun 19. yüzyılın başında, Dağıstan’da yaşadığını, sonra da Mekke-i Mükerreme’ye gittiğini kabul edebiliriz Elimizde bulunan bir elyazmasında, ondan, bölgenin meli­ki, emiri gibi sıfatlarla söz etmektedir. Ancak, Dağıstan’ın tarihine dair kaynaklara bakıldığında bu isimde ve vasıfla bir melike rastlanmamakladır. Şu kadar var ki, Dağıstan’ın sosyal-dini yapısı göz önüne alınarak onun saygın bir aşiret lideri veya dini karizması dolayısı ile bu adla anıldığını söy­lemek mümkün olabilir.





Yahya Dağıstânî’nin, Dağıstan’da bulunan bir Nakşî dergâhına intisap ettiğini, dergâhın şeyhi ölünce de görevin onda kaldığını, daha sonra da Mekke’ye giderek, orada Ab­dullah Mekkî ile tanıştığını ve ona bağlandığını öğreniyo­ruz. Buna bakarak, onun tasavvuf ile ilişkisinin Abdullah Mekkî Hazretleri ile tanışmasından çok önceye dayandığını söyleyebiliriz.





Yahya Dağıstanî’nin yaşadığı dönem, Kafkas halkının Şeyh Şamil’in ve sair Halidiye meşayıhının liderliğinde Rus­lara karşı mücadele ettikleri bir dönemdir. Şiddetli direniş­lere rağmen Rusların, Kafkasya’yı işgali önlenememiş ve halk ile birlikte birçok âlim ve Nakşibendi/Halidi mensubu insan Anadolu’ya ve İslam dünyasının muhtelif bölgelerine hicret etmişlerdir. Yahya Dağıstânî’nin de bu göçler sıra­sında Mekke’ye göç etmiş olması gerekir.





Onun, kendisine ait ayrı bir dergâhının olup olmadığını bilemiyoruz. Ancak, Mekke’de Abdullah Mekkî Hazretleri­nin yanında bulunduğu ve o vefat edince de burada bulu­nan dergâhın irşad hizmetlerini. Mekkînin diğer halifesi Şeyh Süleyman Kırımı ile yürüttükleri kesin olarak bilin­mektedir.





Yahya Dağıstani’nin, ömrünün sonuna kadar Mekke’de kalmış olduğu ve burada vefat ettiği rivayeti doğru kabul edilebilir.” (FATSA, Mehmet Tasavvufta Mekkî Kolu, İst,  2000, s. 114)





[72] Giresun-Alucra’da bu lakapla tanınmıştır.





[73] Bu bölge bugün bile Halvetilerin çok faal oldukları bölgedir. “Pir-i Sakaleyn Kutbu’l Alemü’l Fi’d-dareyn Bilâ Niza es Sultan eş Şeyh Şaban-ı Velî kuddise sırruhu’l aziz Kastamonî” Hazretlerinden sonra devam eden bir silsile mevcuttur.





[74] Mehmet Işık Efendi (Zara-Kızık Köyü)





[75] Mehmet Işık Efendi (Zara-Kızık Köyü)





[76] Fatsa, Mehmet, Tasavvufta Mekkî Kolu, İst,  2000, s. 116





[77] Fatsa, Mehmet, Tasavvufta Mekkî Kolu, İst,  2000, s. 116





[78] Babasının adı Veysel’dir. Kendisi Zihar’da imamlık yapmıştır. Gelvaris’da (yakin zamana kadar Alucra’ya bağlı bir köy) bulunan medresede 24 talebesinin masrafını çekmiş, ayni zamanda maişetlerini de karşılamıştır. Bölgenin dince ihyasında payı çok büyüktür. Zihar Medresesi’nde pek çok âlim yetiştirmiştir. 1800’lü yıllarda yaşamıştır





[79] Müderris Ahmed Oğulları’ndan olup Torul (Gümüşhane) Beşkilise Köyü’nde dede evinde dünyaya gelmiştir. Kökeninin “seyyid” oldugu rivayetleri vardır. Sülalesi hoca-zade bir yapıya sahip olduğu için ilk tahsilini aile içerisinde alır. Daha sonra Zihar imamı Müderris Hacı Hasan Efendiden ders alan Hacı Osman Efendi Çorum tekkesinin şeyhlerinden Nakşibendî Şeyhi Hacı Mustafa kuddise sırruhu’l-azîz Efendiden eğitim alıp ona intisab etmiştir. Sonra onun emri ile Şam’a gitmiştir. Burada bir süre İslâm tebliğinde talebe yetiştirdikten sonra Alucra’ya gelerek yerleşmiştir.





Hacı Osman Efendi kuddise sırruhu’l-azîzin halkça birçok kerameti sabittir. Devrin âlimlerince, vakit namazlarını Mekke’de kıldığı rivayet edilir.





Hacı Osman Efendi kuddise sırruhu’l-azîzin hayatı boyunca silahını belinden düşürmediği söylenir.





Alucra’da birçok âlim yetiştirerek Alucra’nın dini yönden ihyasında büyük katkısı olmuştur. Yetiştirdiği önemli talebelerinden bazıları şunlardır:





  Hoca Yusuf Yağcıoğlu (Dellülü Hoca)





  Molla Hasan





  Molla Recep





Hacı Osman Efendi kendi isteği üzerine Mekke’de medfundur





[80]  Doğumu tam olarak belli olmayıp, Çalgan’da 1932 de Hakk’a yürüdüğü tarih edilmiştir. Hocası Hacı Hasan kuddise sırruhu’l-azîz Efendi gibi müderris Osman Efendi kuddise sırruhu’l-azîz de Hacı Mustafa kuddise sırruhu’l-azîz Efendi den ders almıştır.





[81]  İnceimamzâde diye de anılan bu zat, kesin olmamakla beraber 1850 yılında dünyaya gelmiştir. Ordu’ya bağlı, o za­man bir nahiye olan Aybastı’nın bir köyünden Tokat-Başçiftlik’e göç eden bir ailenin çocuğudur. Babasının dindar birisi olduğu (Ahmed Efendi) bilinmektedir.





Tokat’ta gördüğü medrese eğitiminden sonra, Çorum’a Hacı Mustafa Rumi Hazretlerinin medresesine gitmiş, burada Niksarlı Hacı Ahmed Efendi ile birlikte maddi ve manevi eğiti­mini tamamladıktan sonra irşad için Tokat’ın Reşadiye ilçe­sine gönderilmiştir. Ancak burada fazla kalmadğını öğren­diğimiz Hasan Efendi’nin, kendi memleketine gelerek bura­da irşada başladığı anlaşılmaktadır. Yaşadığı dönemin diğer mutasavvıfları gibi oda çeşitli şikâyetlere ve takibatlara ma­ruz kalmış, o yüzden irşad görevini gereği gibi yerine getirememiştir. 1932 yılında Hakk’a yürümüştür. Birçok elyazması eserden oluşan özel kütüphanesi, ilmiye sınıfına ait giysile­ri bugün de torunları tarafından muhafaza edilmeye çalışıl­maktadır. ( Fatsa, Mehmet, Tasavvufta Mekkî Kolu, İst,  2000, s. 173)





[82]   “Bu fakir-i pür-taksir Şâzeli tarikine, dair usul-i zikir ve tariki evvelâ Medine-i Münevvere’de Çorumlu Hacı Mustafa Efendiden ahz-ü telâkki ettim.” (ATEŞ, Süleyman, Kadiri Yolu Saliklerinin Zikir Makamları, Ankara,1976, s.56)





[83]  Oflu-Haçkalı Hoca Baba kuddise sırruhu’l-azîz Efendi.





Son devir Trabzon evliyalarındandır. Hakkında en çok malumat ve menkabe bulunan tasavvuf ehli meşhur bir zattır. Haçkalı Baba diye anılır. Asıl adı Mustafa Tarhan’dır. Haçkalı Hoca diye meşhur olmuştur. Kuş Mustafa, Beyaz Hoca, Haçkalı Baba diye de anılmaktadır. Haçkalı Hoca, Trabzon’un Of ilçesinin Dağönü (Eski ismi Hanlut) köyünde 1864 yılında doğmuştur.





Babası Mollahasanoğulları’ndan İbrahim Efendi’dir. Onun da babası Hacı Durmuş olarak Haçka’daki mezarındaki kitabesinde yazılıdır. Fakat kayıtlarda Hacı Durmuş’un 1700–1780 yılları arasında yaşadığına dair mezar taşı yazısı vardır. Haçkalı Baba 1864 yılında doğduğuna göre dedesinin doğumu ile kendi doğumu arasında 164 yıl fark olması mümkün değildir ve mutlaka aralarda birileri vardır ve bu duruma Hacı Durmuş dedesi değildir. Haçkalı Baba’nın mezarındaki kitabesinde Durmuş’un babası Buharalı Kutbuzzaman Mollahasan Efendi olarak geçer. Yrd. Doç. Dr. Hanefi Bostan’ın incelemelerinde, 1681 tarihindeki Of Avarız Defterlerinde Hanlut’ta vergi verenler arasında Hasan Efendi’nin geçmesi Hacı Durmuş’un kimliğini doğrular.





Mekke’den Buhara’ya, Buhara’dan Erzurum’a oradan da Of’un Dağönü (Hanlut) Köyüne (Bu köy şimdi Hayrat ilçesine bağlıdır) İslâmi tebliğ için gelmiştir. Haçkalı Hoca’nın dedesi Hacı Durmuş’un mezarı şu anda Of’un Dağönü köyünün Varhali mahallesinde bulunmaktadır. Haçkalı Hoca’nın babası İbrahim Efendi, oğlu Mustafa (Haçkalı Hoca) çok küçük yaşta iken fahri imamlık yapmak için oğlu ile birlikte Of’tan ayrılıp Haçka’ya (Düzköy) yerleşmişlerdir. Dağönü köyündeki evinin yeri ve satmış olduğu bir miktar arzi şu anda orada bulunan Mollahasanoğulları’nın elindedir. Haçkalı Hoca, babası gibi Haçka’da Doğanköy (Muzura) merkez caminde fahri imam hatipliğe başlamış. Bu görevi yürüttüğü sırada kendisine bir gece manevi bir hal ile “kalk” denildi. Çünkü ona büyük görev verilecekti. Manevi işareti almıştı. Bu işarete göre Çorum iline gitmek gerekiyordu ve gitti. Orada bulunan zamanın kutbu Çorumlu Hacı Mustafa Rumî kuddise sırruhu’l-azîzin huzuruna vardı. Dergâhın etrafında yüzlerce derviş bulunan Çorumlu Hacı Mustafa Rumî;





“Trabzon’dan benim misafirim gelecek, o gelmeden hiçbirinizi kabul etmeyeceğim” diyerek yüzlerce insanı bekletip Haçkalı Hoca’yı bizzat gözetleyerek ziyaretçi kabul etmemiştir. Haçkalı Hoca, huzuruna vardığında Çorumlu Hacı Mustafa Rumî;





 “Kuş Mustafa geldin mi?” diyerek ona Kuş Mustafa ismini vermiştir. Haçkalı Baba vefat ettiğinde göğsü üzerine bir kuş konmuş ve oradan hiç ayrılmayarak onunla beraber kabrine gitmiştir. Haçkalı Hoca’nın diğer hocası Boztepe’de Evren Dede’nin ayak ucunda yatan Akçaabatlı Veli Hakkı Baba’dır. Fakat en fazla bilgiyi Çorumlu Mustafa Efendi’den almıştır.





Haçkalı Hoca’nın hayatı İslâmiyet’e hizmet ile geçmiştir. Menkabeleri dilden dile dolaşmaktadır. Sigaraya son derece karşı idi. Gelecekte sigaraya hizmet eden tütüncülerin aç kalacağını, mısır ve fasulye ekenlerin daha karlı olacağını söylemiştir. Bu sözünden sonra İran’da kıtlık olmuş. Dediğini yapanlar İran’a mısır ve fasulye satarak zengin olduğu böylelikle Trabzon halk kültür tarihine geçmiştir.





Sivas Kongresi’ne katılan Beşikdüzlü Abdul Hasip Ataman, Haçkalı Hoca babayı orada gördüğünü söylemiştir. Birçokları da Haçkalı Babayı Kurtuluş Savaşı’nda gördüklerini söylemişlerdir. Hatta savaşta biliniyorken Trabzon Pazarkapı ofisinin önünde buğday çuvallarını süngüleyerek “vurun aslanlarım, vurun zaferi kazandık” diye haykırdığına ve sonra ortadan kaybolduğuna şahit olanlar vardır. Kurtuluş Savaşı’nda Moloz’da, Pazarkapı’da aynı anda Cuma namazında birçok yerde görülmüştür. En çok anlatılan menkabelerinden birinde Akçaabat’ta arabaya binmediği halde, araba Moloz’a geldiğinde yolcular Haçkalı Hoca’yı arabadan önce Moloz’a gelmiş olarak görmeleridir.





Haksız ananın mezarı Haçkalı Hoca’nın yanındadır.





Hafız Mustafa Akkaya, Haçkalı Baba’nın 12 tarîkat şeyhi olduğunu belirterek Haçkalı Baba camisinde 5.8.2004 tarihinde kendisi ile yaptığımız görüşmede kâmilliğe burada eriştiğini söylemiştir.





Haçkalı Hoca 1949 senesinin Ramazan ayında Akçaabat’ın bir köyünde hastalandı. At ile şu anda yattığı makama Haçka (Düzköy) yaylasına götürdüler. Ramazan ayının dördüncü günü (Cuma günü) şu anda yanında yatan Haksız annemizin (Zeliha Kazancı) kucağında Hakk’a yürümüştür. O yıllar yaz kış demeden Türbesi’ni de içine alan küçük bir cami inşa ettiler. Şimdi bu küçük caminin yanında çok büyük cami inşa edilmiştir.





MENÂKIB





Haçkalı Baba’nın torunun eşi olan Köprübaşı Fidanlı mahallesinden Hayrettin Yazıcı’nın anlattığına göre: “Haçkalı Hoca’nın babası İbrahim Efendi’nin mezarı Düzköy çıkışındaki küçük minareli camidedir. İbrahim Efendi orada imamlık yaparken cemaatin olmadığını görünce oğluna “Oğlum sen geç imamlık yap demiş. O da mihraba geçmiş ve Allahüekber der demez cami cemaat dolmuş, namazını bitirip te selam verince cemaat boşalmış. Bunun üzerine İbrahim Efendi oğlu Haçkalı Baba’nın sırtına vurarak tamam oğlum, tamam, sen tamamsın artık erdin” demiş.”





Yine “Yomra müftüsü Sabit Sıtkı Yazıcı, içinden Haçkalı Baba’ya iki deste kaşık getireceğim demiş fakat yanına giderken bir deste kaşık getirince Haçkalı Hoca, hemen ona daha kaşıkları görmeden diğer deste kaşık nerede diye sormuş.” (http://hackalihoca.bravehost.com)





[84]  Darendeli Hacı Mahmud kuddise sırruhu’l-azîz Efendi





Sofuzâde lakabı ile tanınan Mehmet Ağa’nın,  1241 hicri yılında, milâdi takvimler 1 Ocak 1826 tarihini gösterirken, Darende’de Hacı Müşrif mahallesindeki hanelerinde bir oğlu dünyaya geldi. Adını “Mahmud” koydular.





Mahmud, belli bir öğrenim yaşına gelince, Şeyh Hamidî Veli kuddise sırruhu’l-azîz Hazretleri’nin Camii Şerîfi yakınında bulunan Sibyan mektebinde tahsil hayatına başladı. Buradan mezun olduktan sonra Uşak’da bulunan Ayintabizâde Hacı Ahmed Efendinin ders verdiği medresede derslere devam etti. Sonra Sivas’a gitti. Orada Gökmedrese’de müderrislik yapmakta olan Darendeli Hacı Salih Efendinin derslerine devam etti. Sonra da, hocasının iznini alarak Kayseri’ye gitti. Burada Kurşunlu Medresesi’ne devam ederek Ağcakoyun Müftüsü Hacı Arif Efendiden dersler aldı. İstanbul’un ilmin ikmal merkezi olduğunu o da iyi biliyordu. Daha sonra İstanbul’a gitti. Edirnekapı yolu üzerinde bulunan Nişancı Mehmet Paşa Medresesi’nde ikamet etmeye başladı. Aynı zamanda bu medresede görev yapmakta olan Kavalalı Yusuf Efendiden Şerhi Akaid ve diğer bazı dersleri aldı. Hocasının ölümü üzerine Fatih (camii) Medresesi Müderrisi Kara Halil Efendiden Kadı Miri ve Celali derslerini aldı. Aynı hocadan  1278/14 Kasım 1861 tarihli bir icazetname (diploma) alarak medrese tahsilini tamamladı. Ruûsu hümâyun (resmi göreve tayin) imtihanına girdi, bu imtihanı kazanarak şahadetname aldı. Ancak göreve tayin edilmeden Çorum’a gitti. Şeyh Eyüb Mahallesi olarak bilinen mahallesinde ikamet etmeye başladı ve kısa bir süre sonra da evlendi. Bu evlilikten üç oğlu oldu. Bunlardan ikisi Müftü Mehmet Emin ve Rüştü Efendidir. Küçük oğlu ise, genç yaşta vefat etti. Raziye, Zeynep, Firdevs ve Nafiye adında dörtte kızı dünyaya geldi. Kızı Raziye Hanım, âlim Ömer Şem’i Efendinin oğlu âlim ve fazıl Mustafa Esad Efendi ile evlendi.





Tahsilini tamamlayan Mahmud kuddise sırruhu’l-azîz Efendi, Çorum’da müderrislik yapmaya başladı. Tahsili esnasında Arapça ve Farsçayı da öğrenmiş olduğundan bu dersleri de öğretmekte idi. Tasavvuf büyüklerinden Çorumlu Mustafa Rûmi Şiranî kuddise sırruhu’l-azîz Efendiye intisab ederek, tasavvuf ilimlerine de âşinalık kazandı. Bu arada şeyhi ile beraber hac ziyaretine gitti. Dönüşünden sonra Hacı Mahmud Efendi diye anılmaya başladı.





Çorum’da yaklaşık yirmi beş yıl kaldıktan sonra, ziyaret maksadıyla Darende’ye geldi. Bu sırada halk, yeni kurulmuş olan mahallelerde bulunan bahçeli yazlık evlerde oturmaktaydı. Darende’nin eski mahallelerindeki evler, camiler ve diğer eserlerin birçoğu yıkılmıştı. Camilerden sadece Şeyh Hamidi Veli kuddise sırruhu’l-azîz Hazretleri Camii Şerîfi yıkılmamıştı. Bu duruma üzülen Hacı Mahmud kuddise sırruhu’l-azîz Efendi, bu caminin yıkılmaması için hemen onun etrafındaki yıkılmaya yüz tutmuş medresenin tamirini yaptırdı ve burada ders vermeye başladı. Bu medrese eskiden beri Şeyh Hamidi Veli Medresesi olarak bilinirdi. Bu sıralar Darende’deki kışlık evler dağılmış; yazlıkların bulunduğu bölgede şehrin yeniden teşekkülü üzerine, halk eski şehrin bulunduğu bölgeyi terk etmişti. Hacı Mahmud Efendi, eski şehrin bulunduğu mahaldeki bu medreseyi yeniden ihya edince halk da kısmen bu bölgede kalmaya başladı.





20 sene kadar Şeyh Hamidi Veli Cami’i Şerifi yakınındaki medresede yüzlerce talebeye ders okutan Seyyid ve Hâlid Efendiler’in hocaları Hacı Mahmûd kuddise sırruhu’l-azîz Efendi Hazretleri, Şeyh Hamidi Veli Hazretlerinin Darende’de bu Câmi’i Şerîf derûnunda medfûn bulunduğunu ve birçok kerre murâkabe halinde gördüğünü söylerlerdi.





Hacı Mahmud Efendi, tahminen üç dört yıl kadar Şeyh Hamidi Veli Medresesi’nde müderrislik yaptıktan sonra, halkın isteği üzerine 65 yaşında iken Darende Müftülüğü’ne tayin edildi. Bu tayini Şeyhülİslâmın 7 Ocak 1891 tarihli menşuru ile kabul edildi.





Sofuzâde Hacı Mahmud Efendi, Şeyh Hamidi Veli Camii ve Medresesi’nde önemli hizmetleri yerine getirmekle beraber Şeyh Hamidi Veli Kütüphanesine kitaplar vakfetti.





Hacı Mahmud Efendi, eskilerin tabiriyle; dirayetli, her yönü ile görevini yapmaya muktedir bir kimseydi. Orta boylu, ela gözlü, kumral sakallı bir eşkâli vardı.





Yetiştirdiği Talebeleri





Hacı Mahmud Efendi, Şeyh Hamidi Veli Medresesi’nde müderrislik yaptığı yıllarda 240 öğrenci okutup, on beş hocaya icazet verdi. Sonraları adlarını çokça duyurmuş olan Darendeli âlimlerin yetişmesine öncülük etti. Oğlu Hacı Mehmet Emin Efendi,  Gürün Müftüsü Gübünlü Nazi Efendi, Elbistan kadısı Seyyid Efendi, Mehmet Paşa Medresesi Müderrisi Çorumlu Kasım Efendi, Kangal’ın Karacaviran köyünden Hacı Bekir Efendi, Gerimterli Ömer Efendi, Bayram Efendilerden oğlu Hacı Mehmet Efendi, Müftüzâdelerden Darende kadılığı yapmış olan Mustafa Esad Efendi, Halidi Yekta Efendi, Es-Seyyid Ömer Osman Hulusi Efendi,  Es-Seyyid Hatip Hasan Efendi, onun talebeleri idi.





MENÂKIB





Bir Ramazan Menkabesi





Hacı Mahmud Efendinin talebelerinden biri Ramazan’a yakın günlerde bir köye gitti. O köyün ileri gelenleri ile görüştüğünde kendini takdim etti. Köyün ileri gelenleri çok iyi geldin, yarın Ramazan, bizim teravih namazımızı hatimle kıldırabilir misin? diye sorduklarında “kıldırırım” kelimesi ağzından çıktı.





Hâlbuki kendisi hafız değildi. Allah Teâlâ’nın hidayetine,  büyüklüğüne, hocasının himmetine sığınarak bir boy abdesti alıp, her gün bir cüzü ezberlemek kaydıyla 30 gün yanlışsız ve noksansız teravih namazını hatim ile kıldırdı. Ancak son teravihin son rekâtında “Nâs” suresini okurken şaşırdı. Nâs suresini üç kere tekrarlayıp, düzelterek, namazı ikmal etti. Bayramdan sonra Darende’ye geldiğinde durumu Hocası Hacı Mahmud kuddise sırruhu’l-azîz Efendiye beyan ettiğinde, o da: “Oğul o şaşırtma kabahati senin değil, benim, O anda başka bir işle meşguldük, biz seni tasarrufumuzda tutmamıştık” diye buyurdu.





Kangal Ağasının Adağı





Sivas’ın Kangal İlçesinde bir ağanın erkek çocuğu olmazdı. Somuncu Baba Hazretlerinin türbesini ziyaret ederek Allah Teâlâ’ya duada bulundu; “Allah’ım benim evladım olur ise, senin rızan için, kulağı üç karış olan kurban keseceğim” diyerek adak adadı.





Aradan zaman geçti,  ağanın bir erkek çocuğu oldu. Ağa vaadini yerine getirmek için, bütün sürülerin kulağını karışlattı,  üç karış gelmesinin imkânsız olduğunu gördü.  Bir türlü çözüm bulamayarak, zamanın Sivas Müftüsüne başvurdu. Durumu anlattı, Müftü Efendi de kitaplardan aradı, ama böyle bir konuya rastlayamadı.  Netice itibariyle bu konuyu Darendeli Hacı Mahmud kuddise sırruhu’l-azîz Efendinin çözebileceğini söyledi.





Ağa, Darende’ye gelerek Hacı Mahmud kuddise sırruhu’l-azîz Efendiyi buldu. Meseleyi anlattı. Hacı Mahmud kuddise sırruhu’l-azîz Efendide gayet ciddi bir şekilde “Bu mesele için mi, ta oradan buraya kadar yoruldun” dedi.





Hz. Eyyûb aleyhisselâmın başından geçen hadiseyi ve Kur’an’dan ayet meallerini verdi:





Sad Suresinin 44. ayetinde şöyle buyrulmaktadır:  “(Bir de dedik ki,): ‘Eline bir demet al da onunla (eşine) vur; yemininde durmamazlık etme.’ Doğrusu biz onu sabırlı bulduk. O ne güzel kul! O hakikaten daima Allah’a yönelmektedir.”





Hastalığı sırasında bir yanlış anlamayla hanımına çok kızan Eyyûb Aleyhisselâm, iyileştiğinde ona 100 sopa vuracağına dair yemin etmişti. Fakat iyileştiğinde işin içyüzünü anlayınca, ne yapacağı hakkında çareler ararken, çıkış yolunu Allah Teâlâ gösterdi. “Eline (yüz başaktan) bir demet sap al da onunla vur; yemininde durmazlık etme.” diye emretti.





Eyyûb Aleyhisselâm, yüz tane ekin sapını bir araya getirip, demet yapıp, bağladı ve yeminini yerine getirmek üzere Hanımı Rahme’ye hafifçe vurdu. Böylece mesele halledilmiş oldu. Yemin yerini bulmuş, Rahme’nin canı da yanmamış oldu. Rahme Validemiz, Allah Teâlâ’nın, kendisi için böyle bir çare göstermesinden dolayı ayrı bir mutluluk duydu. İslâm hukukunda “Eyyûb ruhsatı” olarak geçen bu usul, yeminlerde ve cezaların tatbikinde zaman zaman kullanılmıştır.





 Meseleyi şu şekilde halledeceksin: “Adadığın kurbanın kulağını yeni doğan çocuğun karışı ile karışlarsın ve bu borçtan da kurtulursun” dedi. Bunun üzerine Ağa çok sevindi ve Hacı Mahmud kuddise sırruhu’l-azîz Efendiye dualar edip, hayır duasını da aldıktan sonra memleketine döndü.





Kaymağı Süt, Sütü Kaymak Edenler





13 yaşlarında olan Hacılarlı Seydi Efendi, Hacı Mahmud kuddise sırruhu’l-azîz Efendinin sabah kahvaltısı davetine icabet etti.  Kahvaltıda bazı yiyeceklerle beraber bir kap da süt vardı. Çocuk sütten bir kaç kaşık içtikten sonra sütün katıca bir kaymak olarak kaşığına gelmesiyle hayrete kapıldı. O anda Hacı Mahmud kuddise sırruhu’l-azîz Efendi gülerek elini çocuğun omzuna koydu;  “Ye oğlum ye, bizim sütümüz bazen kaymak olur, bazen de süt olur” diye buyurdu.





Bir Kuyu Kırk Taş





Zaviye Mahallesinden Hafız Ağa, bir gün ırmaktan omuz çengeli ile iki kova su götürürken, Merhum Hacı Mahmud kuddise sırruhu’l-azîz Efendi onu gördü:  “Ne oğul Hafız Efendi bu suyu nereye götürüyorsun” diye sorduğunda, Hafız Ağa: “Hocam malumunuz kuyunun suyu kurudu, ağaçların dibine götürüyorum dedi. Hacı Mahmud kuddise sırruhu’l-azîz Efendi: “Öyle mi hele onu bırak bir kuyuya kadar gidelim” diyerek kuyunun başına varıp oturdu.





Hacı Mahmud kuddise sırruhu’l-azîz Efendi 40 tane taş sayıp Hafız Ağa’nın eline vererek “Oğlum 40 Yasini Şerif oku, her Yasin’i Şerifin bitiminde bu taşın birini kuyuya at” dedi.  Kendisi istiğrak haline daldı.  Hafız Ağa 39 Yasini Şerif okuyup taşları attıktan sonra, 40 Yasini Şerifi okuyunca, 40. taşı Hacı Mahmud kuddise sırruhu’l-azîz Efendi kendi eliyle kuyuya bırakmasıyla beraber kuyunun suyu bir anda dolarak yatağı olan arka revan olmaya başladı.





Bunu gören Hafız Ağa büyük bir sevinç ve hayretler içine düşerek, bir abdest almak istedi. Bunun üzerine Hacı Mahmud kuddise sırruhu’l-azîz Efendi “Gel oğul abdestimizi gidip camii’nin önünde alalım” demesiyle beraber onlar caminin önüne gelinceye kadar, su onlardan önce geldi. Su ile abdestlerini aldılar.





Hizmetin Mükâfatı





1901 yılında Hacı Mahmud kuddise sırruhu’l-azîz Efendi Hakk’ın rahmetine kavuştu. Vefat edince Camii’nin haziresine defnedilmek istendi, ancak Şeyhli kabilesinin ileri gelenlerinden bazıları, onun Şeyh Hamidi Veli ahfadından olmadığından hazireye defnine karşı çıktı. Hem bu olay hem de şiddetli kış nedeniyle cenaze eski hamamın üstünde üç gün bekletildi. Bu günlerde Darende’de bulunmayan Şeyh Süleyman kuddise sırruhu’l-azîz Efendi Darende’ye döndüğünde gece rüyasında Hacı Mahmud kuddise sırruhu’l-azîz Efendinin cenazesini götürüp Hazire’ye defnettiğini ve bir zatın kapıya gelerek kendisine misafir olduğunu gördü. Bu zat: ‘‘Ya Süleyman sen Hacı Mahmud Efendinin cenazesini defin ile me’mur kılındın, ben salât u selam okuyacağım, sen de cenazeyi hazırlayıp defnedeceksin’’ dedi. Sabah olunca gördüğü rüyayı Şeyh Hamidi Veli Camii imamı Hatip Efendiye ve diğer Şeyhli kabilesi mensuplarına anlattı. Talebelerinden Hatip Hasan Efendi hocasının cenaze namazını kıldırdı.  ‘‘Hacı Mahmud Efendi hizmetinden dolayı buraya defnedilmeye layık olmuştur.’’ diyerek onların da rızasını aldı. Cenaze üç gün sonra camii haziresine defnedildi. (28 Haziran 2006, Darende İnternet Gazetesinden alınmıştır.)





[85] Aşçı İbrahim  Hazretlerinin anlattığı bir hac yolculuğu diğer rivayetler göz önüne alınınca Çorumlu Hacı Mustafa Rûmi Hazretlerinin son hac ziyaretine uymakta olması ve tarihler arasındaki birkaç aylık zaman farkı anlatılanlarda uygunluk göstermektedir.





“Refikimiz Hacı Mehmed Efendi, Surre Emini Kethüdası Hüseyin Efendiye münasebeti olduğu cihetle onunla dönmek üzere kaldığından ve Hacı Muh­tar Efendi hazretlerinin eniştesi Hacı Bekir Efendi dahi birlikte gideceğinden Bekir Efendinin refiki Hacı Mustafa Efendi, fakirle arkadaş oldu. Fakat arkadaşlar da “Cenâb-ı Hak sabırlar versin sana, bir müşkül iştir!” dediler, yâni Hacı Mustafa Efendi ahlâkı diğer bir ahlâk idi. Her ne ise, Allah Teâlâ’ya tevekkül ederek Zilhicce-i şerifin on altıncı [7 Mayıs 1898] cumartesi günü deve ile tekne kira edip kafile ile beraber Mekke-i Mükerreme’den Cidde’ye hareket olunup ara yerde bir gece geceleyerek ertesi on sekizinci pazartesi günü sabahleyin Cidde’ye yetişmek için evvelce misafir olduğumuz delîl Seyyid Ahmed Efendi marifetiyle bitişiğindeki bir haneye misafir olduk. Cidde’de iki gece kaldık. Müslüman hacılar için çok vapurlar hazır ve mevcut olup ilk evvel hareket edecek, İdare-i Mahsûsanın Adana vapuru olup beher nefere altı adet Osmanlı lirası olarak bilet kesileceğinden hemen gidip Mustafa Efendi ile beraber iki bilet alıp Zilhicce-i şerifin yirminci [12 Mayıs 1898] çarşamba günü Cidde’den hareket olunmuştur. Hacı Mustafa Efendi yol esnasında fakire çok zAhmed vermiş ise, de vapura bineceğimiz gündeki rahatsızlığı fakiri ziyadece incitmiştir. Sabrettik. Hacılar ziyade kalabalık olduğundan bir kısmını ambara koydular. Biz de orası rahat diye ambara indik. Bir müddet sonra gördüm ki, ambarda olan kalabalıktan ve fena kokulardan rahat olunamayacağından ilaveten bir buçuk lira verip kıç üstünde güverte üzerine yalnızca naklettim.





Mustafa Efendi gelmedi. Ve zaten ayrılmayı niyet etmiş idim. Öyle oldu. Hikmet-i ilâhî o gece mumaileyh Hacı Mustafa Efendi soğuk mu almış, ne olmuş ise, fena hâlde keyif­siz olup basuru hareket etmiş. Ertesi günü yukarı yanımıza geldi. “Aman ben de buraya geleyim” diyerek bir yer bulup sıkıştı ise, de hastalığı artarak, kanlı basura çevirdi. Bu hâl ile Tûr-ı Sînâ’ya Zilhicce-i şerifin yirmi üçüncü [14 Mayıs 1898] cumartesi günü vardık. Orada on iki gün karantina beklenecektir. Cidde’den ve Mustafa Efendiden ayrılarak ile yalnız başımıza kaldık. Gerçi bizim Polis Hacı İsmail Efendi vapurda ise, de zaten bu cemaatten Mekke-i Mükerreme’de ayrılıp herkes kendi başına kalmış idi.





Cidde’den ayrıldığımızın ertesi günü güvertede yanımda yatağı olan bizim Edirneli vilâyet mektubu kalemi görevlilerinden Hacı Ali Bey’in dostlarından İdâre-i Mahsûsa Telgraf Memuru Hacı Rıfat Efendi namında bir zat gelip Ali Bey’in yatağına oturup muhabbet ettiler. Fakir de hoş geldiniz gibi muamelede bulunup öteden beriden muhabbet olunur iken, mumaileyh Rıfat Efendinin Dersaadet’te ne tarafta haneleri olduğu sual olundu. Dedi ki, “Müstakil hanemiz yoktur, Şehzadebaşı’nda İmaret Sokağı’nda bir hanede kira ile ikamet olunur” deyip hanenin bazı özelliklerini söyler söylemez, dedim ki,





“Erenler, o hane bizden satılmış bir hanedir, size içerisini tarif ve beyan edeyim” deyip hanenin tamamıyla içerisini tarif ettim ve dedim ki,





“Benim eniştem Beşir Ağa yeniden yaptırınca borçlu düşüp sonrada satmıştır.” Komşularını bir bir söyledim. Bundan Hacı Rıfat Efendi ziyadesiyle memnun olup o gün yanımızdan ayrılmadı. O’nun idarenin telgraf memuru olduğundan Hicaz’a parasız gelmiş yâni vapura para vermemiş ve baş kamarasında ikamet etmekte olduğundan fakire buyurdular ki, “Malûm ya vapurun sıklığı, abdesthane için çok zAhmed ü meşakkat çekerseniz bizim kamarota birkaç kuruş ve­rir iseniz, oranın abdesthanesi mükemmeldir, her vakit gelip orada abdest alırsınız ve bu vesile ile de orada oturup muhabbet ederiz” buyurdular. Fakir şöyle bir nazar ettim ki, bu zat, ehl-i tarîkat olmalı. Sual ettim, Gümüşhaneli merhum Hacı Ahmed Efendi kuddise sırruhu’1-azîz dervişlerinden imiş. Fakir de “Hazret-i şeyhi bilirim” deyip bazı ahvallerinden beyan ettim. Ve kendimin mürşidi olan Sultân-ı Ulemâ-billâh Efendimizin bazı hallerinden beyan edip onu gördüm ki, bu -azîz Hacı Rıfat Efendi güya kendi mürşidleri şeyh merhumu bulmuş gibi fakire sarılıp “Aman Efendim, birlikte olalım” diyerek âdeta alâka edercesine sevgisini izhar etti. Fakir de baş can ile kabul edip artık gece gündüz ayrılmaz sanki kendi kölem gibi hizmetler ve arz-ı muhabbetler eder. Fe-subhânallâh anladım ki, bu zât-ı âli-kadri erenler bu kemter biçareye yardım için göndermiştir. Artık bizden de arz-ı muhabbetler ile mânevî evlâdımız kabul ettik. Daima kamaraya giderim, orada abdest alırım, taam ederim, o da bize “peder Efendi” diyerek önüm arkamdan ayrılmaz. Hatta Kaptan Binbaşı Hüseyin Bey ve diğer vapur halkı sahiden Rıfat Efendinin pederidir zannederek pek çok hürmet ve tazimde bulundular. Sonra Tûr-ı Sînâ’ya geldik. Kendisi gemi takımından addolunarak vapurda kalıp karantina mahalline çıkmadılar. Lâkin bizi sandala bindirir iken, boynuma sarılıp “pederciğim” diye ağladı ve bizi de ağlattı ve baş kamarası müşterilerinden olup muhabbeti ilerlettiğimiz Telgraf-ı Umumî Muhabere Memuru Hacı Nuri Bey ile Bâb-ı Fetva-penâhîde bulunan Hacı Zihni Efendiye pek çok rica ve niyazlar edip fakiri erenlere emanet edip hizmetime itina etmelerini çok rica etmiştir. Ve onlar tarafından dahi fevkalâde hürmet ü riayet olunmuştur.  Hatta birbirini muhabbetten dolayı kıskanıp/1013/ birbirlerini geçmek isterler idi. Fakir de onların şu muhabbetlerine karşı bir beyit düzüp devamlı söyler idim: “Zihnimle Nûr u Rıfat’i buldum.”





Yâni “Zihni Efendi ile Nuri ve Rıfat Efendiyi buldum” diyerek Zihni Efendi tarîkat-ı ilmiyyeden olduğundan ona öncelik, Nuri Efendi hem since ve hem memuriyetçe Rıfat Efendiden mukaddem olup onları takdim ederek cümlesini memnun ettim. Ancak bizim Hacı Mustafa Efendiyi memnun ede­mediğimden Tûr-ı Sînâ’da bırakılmıştır, yâni üç dört gün sonra hastaneye gi­dip vefat etmiştir. Cenâb-ı Hak rahmet ve mağfiret etsin -azîzim.





On iki gün pek güç hâl ile geçirip vapura avdet ettik. Velinimet muhterem Hacı Muhtar Efendi hazretleri zaten Hicaz yolunda rahatsız idi, yâni bir gün sıhhat ve afiyette olamadılar. Oldularsa da işte şöyle böyle. Ve başında olan zevât-ı kiram ise, cümleten akrabayı taallûkattan olup haricî kimse yok idi. An­cak öyle idrareye müktedir bir kimse olmadığından ve Hak selâmet versin kendileri dahi hemen bir vesvese ve evhama düşüp bazı kere fakir kendisine sıhhat ve selâmetle döneceğimize sanki Allah Teâlâ tarafından müjde ve ilham olunmuş gibi şeyler söyleyip teselli ederdim. Hacı Mustafa Efendinin keyifsizliğini duyarak edip karantinadan fakire tezkire göndermişler idi, çünkü hazretlerinin rahatsızlığı Hicaz valisi tarafından bir telgrafla padişaha arz olunup denizden İstanbul’a gelmesine padişah emri gönderilmesiyle fakirden bir hafta sonra takım dairesiyle beraberce Cidde’ye av­det edip oradan Mısır kumpanyasının Feyyûm isimli vapuruna binerek bir hafta sonra Tûr-ı Sînâ’ya gelmişler idi. Hatta deniz yolculuğunda dümeni kırılıp sakat­lanmış olan Hacı Yûnus’un vapurunu Feyyûm vapuruna bağlayıp ge­tirmişler idi. Bizden bir hafta sonra da onların vapuru tahliye olunarak karan­tina mahalline, ayrıca kendilerine ayrılan özel yere çıktılar. İşte Muhterem Hacı Muhtar Efendi hazretlerinin karantinadan yazıp gemi nöbetçisi vasıtasıyla fakire göndermiş oldukları mektubun bir aynı aşağıya yazılmıştır. -azîzim:





Azîzim el-Hâc İbrahim Efendi, [85]





Nişâne-i kabûl-i ilâhî olan ârıza-i ser ü çeşminiz inşallah berta­raf olmuştur. Mekke-i Mükerreme’den harekette isticaliniz Adana vapuru gibi muntazam bir İslâm vapuruna yetişmenizi intaç etme­sinden dolayı şayeste-i afv ü tesâmuh görülür. Ama bizim isticalimiz hiçbir işe yaramadı, zira Feyyûm vapuru gibi gayr-ı muntazam ve yolcuları hadd-ı ma’rûfundan efzûn bir vapura bindik. Zaten Mekke-i Mükerreme’den hasta hasta hareket ettiğimiz cihetle Cidde yolunda ve Cidde’de hayattan ümidi kestik. Tûr’a gelirken, fırtınaya tutulup rahatsız olduk. Şu kadar ki, esnâ-yı râhta bin huccâcı hâmil olduğu hâlde dümenin denize düşmesinden ve su almaya başlamasından do­layı sergerdân-ı girdâb-ı hayret ü hatar olan Hacı Yûnus’un va­purunu vapurumuza rabt ettirmeye muvaffak olduğumuzdan dolayı bahtiyarız. Elhamdülillah sizin karantinanız zannederim ki, bir iki güne kadar hitam bulacağından bizden evvelce İstanbul’a muvasalat buyuracaksınız. Cemî’-i ahbâb ve ihvân-ı kirama selâm-ı âcizânemizi tebliğ buyurun ve hanemize de uğrayıp onları hâlimizden haberdâr edin. Refikiniz rifatlû Mustafa Efendiye selâm ve dua ederim. Hafız Efendiye dahi kezâlîk.





Baki devâm-ı selâmet ve afiyet -azîzim, Efendim.  Muhtar. (Aşçı İbrahim Dede, a.g.e.  c. II, s.1012–1015)





Yeni Türkçe ile





Azîzim el-Hâc İbrahim Efendi,





Nişâne-i kabûl-i ilâhî olan başınızdaki sıkıntı inşallah berta­raf olmuştur. Mekke-i Mükerreme’den harekette acele Adana vapuru gibi muntazam bir İslâm vapuruna yetişmeniz gerektiğinden dolayı uygun görülür. Ama bizim acele etmemiz hiçbir işe yaramadı, zira Feyyûm vapuru gibi düzensiz ve yolcuları fazla kalabalık bir vapura bindik. Zaten Mekke-i Mükerreme’den hasta hasta hareket ettiğimiz cihetle Cidde yolunda ve Cidde’de hayattan ümidi kestik. Tûr’a gelirken, fırtınaya tutulup rahatsız olduk. Şu kadar ki, yol esnasında bin hacıyı taşıdığı hâlde dümenin denize düşmesinden ve su almaya başlamasından do­layı başı dönmüş gibi dümensiz olan Hacı Yûnus’un va­purunu vapurumuza bağlamaya muvaffak olduğumuzdan dolayı bahtiyarız. Elhamdülillah sizin karantinanız zannederim ki, bir iki güne kadar biteceğinden bizden evvelce İstanbul’a varmış olacaksınız. Bütün dostlara ve ihvân-ı kirama selâm-ı âcizânemizi tebliğ buyurun ve hanemize de uğrayıp onları hâlimizden haberdâr edin. Yol arkadaşınız değerli Mustafa Efendiye selâm ve dua ederim. Hafız Efendiye dahi öylece.





Baki devâm-ı selâmet ve afiyet -azîzim, Efendim.  Muhtar.





[86] Türkiye Gazetesi Evliyalar Ansiklopedisi c.9 s.235 





[87] Aşçı İbrahim Dede, Aşçı Dede’nin Hatıraları, hzl. Mustafa Koç-Eyüb Tanrıverdi, İst, 2006 c. I, s.605–616





[88] Bugün Gümüşhane’ye bağlı.





[89] Hacı Fehmi Erzincânî kuddise sırruhu’l aziz





19. yüzyılda Anadolu’da yetişen evliyadan. Asıl ismi, Mustafa Fehmi’dir. Erzincanlı Ünlü Terzi Baba’nın halifelerindendir. Doğum yeri ve tarihi bilinmemektedir. 1890 (h. 1298) senesinde Mekke-i Mükerreme’de vefat etti. Zamanının usulüne göre çeşitli ilimleri tahsil ederek kendisini yetiştiren Hacı Fehmi Efendi, tasavvufta Mevlana Halid-i Bağdadi hazretlerinin yolunun edeplerini ve erkânını Erzincan’da yayan Terzi Baba’ya talebe oldu. Onun sohbetlerinde yetişip kemale geldi. Hocasının vefatından sonra Allah Teâlâ’nın emir ve yasaklarını insanlara anlatıp, talebe yetiştirdi. Osmanlı Devleti ile Rusya arasında 1877 senesinde meydana gelen ve Doksan Üç Harbi diye bilinen harb esnasında Doğu Anadolu’ya Rusların hücum ettiği sırada talebeleriyle birlikte harbe katılıp, büyük kahramanlıklar gösterdi. 1890 (h. 1298) senesinde hac ibadetini yerine getirmek üzere gittiği Mekke-i Mükerreme’de hastalandı. Otuz gün sonra da vefat etti. Hazret-i Hadice’nin kabrinin ayak ucuna defnedildi.





[90]   “Surat astı ve döndü, â’ma geldi diye.” (Abese, 1–2)





[91] Aşçı İbrahim Dede, a.g.e.  c. II, s.610–612 (Burada yazılmış olan Silsile-i Şerifi Türkçe Silsile kısmında tekrar olmasın diye orada yazdık.





[92] Bismihi ve hamdihi ve salâten ve selâmen alâ habîbihi. Ve sonra:





Sadakatli ahiret Kardeşim Efendi hazretleri, Selamdan sonra hatırınızı sorarım ve hayır du­aları rica ve niyaz olunduktan sonra eğer ki, bizim halimizden suâl-i şerîf buyurulur ise, bu mektubun yazıldığı târîhe kadar nâçiz vücûdumuz sıhhat ve afiyet üzere olup cemalinizi görmek arzusunda olduğumuzu bilesiniz ve bu defa bu tarafa azimet eden el-Hâc Ali Efendi eliyle lâyık olmayarak bir kat çamaşır gönderilmiştir.   Kusura kalmayıp kabul buyurmanız niyaz,  olunur.





Candan -azîzim, biraderim, geçen sene o tarafa geldiğimizde hakk-ı âcizîde üzerinize düşen hizmetinizi kâmilen eda edip bizi mah­cup eylemiştiniz. Lâkin bu bende-i âcizde Hakk’ın Hayranlığı halka olan ülfetimize mâni olduğundan bizler ile tam bir ülfet ve muhabbet olunmadı. Bizi mazur tutasınız. “Erdemli insanlar, mazereti kabul ederler.”





el-Fakîr el-hakîr Ayaklar Toprağı Hâdimu’l-fukarâ





Mustafa en-Nakşibendî el-Hâlidî





[93] Mehmet Işık Efendi (Zara-Kızık Köyü)





[94] Aşçı İbrahim Dede, a.g.e.  c. II, s.612–614





[95]  Ken’an Rifâî kuddise sırruhu’l-azîze göre ise, üç kısım ruh vardır.





“Biri hayvani ruh ki, bu hem insanda hem hayvanda bulunur. İkincisi ise, rûh-ı revandır ki, insanda bulunur ve uyku hâlinde de bedenden ayrılıp birçok şeyler görür. Meselâ rüyada gezip konuşuyor, oturuyor kalkı­yorsun. Fakat vücudun hareket etmiyor. Bütün bunları yapan rûh-ı re­van, uyku hâlinde vücud ile büsbütün alâkasını da kesmiyor. Onun için rüyada korktuğun veya muztarip olduğun vakit, bağırıyor, hatta ağlı­yorsun. Böylece de görülen şeyler az çok bedende tesir icra ediyor.”





“Bir de izafî ruh vardır ki, o ancak bir kâmil insana vusul ile kazanılır. İşte cezbeyi kabul eden bu ruh, cân-ı cân-ı candır. Yâni bir can vardır sonra bunun içinde bir can daha vardır ki, o da Hakîkat-i Muhammediye’dir. Bir can daha vardır ki, Sırrullah’tır, Allah’tır. Yâni cân-ı cân-ı can budur.” (Ken’an Rifâî, a.g.e. s.146)





[96]   “Kendini bilen, rabbini bilir.” Keşfu’l-hafâ, c. 2, s.    262, no: 2532. İbn Teymiyye mevzu olduğunu, en-Nevevî de sabit olmadığını söylemiş.





[97]   “(Muhammed ile arasındaki mesafe) İki yay uzunluğu kadar, yahut daha az kaldı.” (Necm, 9)





[98]   “Yahut daha az.” Necm, 9.





[99]   “Kendini bilen, rabbini bilir.” Keşfu’l’hafâ, c. 2, s.    262, no: 2532. İbn Teymiyye mevzu olduğunu, en-Nevevî de sabit olmadığını söylemiş.





[100]   “(Yâ Rabbi) Ancak sana kulluk ederiz.” (Fatiha, 4)





[101] A’REC’in kelime manası ‘aksak’ demektir. Bu pir de gerçekte bu hal var mıdır? Bilemiyoruz.





[102] Kızıldeniz’le Hicâz arasında bulunan bir şehirdir.





[103]  BOA, Fon Kodu: İ..MMS, Dosya No:35, Gömlek No:1426





[104]   “Her bilgi sahibinin üstünde daha bir bilen vardır.” (Yûsuf, 76)





[105] Aşçı İbrahim Dede, a.g.e.  c. II, s.615





[106] Son Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi





Devlet-i Âli Osmaniye’nin son devir Şeyhülislâmlarından olan Mustafa Sabri Efendi 1869 yılında Tokat’ta doğmuştur. Aynı zamanda siyasetle de ilgilenen Sabri Efendinin babası Ahmed Efendidir. 12 Mart 1954 tarihinde Miraç gecesinin sabahında Kahire’de ahirete irtihal etmiştir. Allah rahmet eylesin.





[107] Mustafa Hâki kuddise sırruhu Efendi, Babasına ders çekerken





Baba meleklerin hışırtısını duyuyor musun”  babası bir cevap verememiştir. Çorumlu Pir’in ihvanı olan babası Çorumlu Pir’i ziyaretlerinde;





Melek Hafız nasıllar” diye sorunca o günden sonra adı “Melek Hafız” diye kalmıştır.





[108] BOA, Fon Kodu: İ..DUİT, Dosya No:17/1, Gömlek No:60 Hakk’a yürüyüşü ile ilgili belgede meclis âzalığı sıfatının devam etmekte olduğu görülmektedir.





[109] Mevlana Mustafa İsmet Garibullah kuddise sırruhu’l-azîz Efendi tarafından h.1289/m:1872 tarihinde yapıldı. 1960 da yeniden ibadete açıldı. Caminin (müştemilatı ile) alanı 3000 m² dir. (Fatih Camileri ve Diğer Tarihi Eserler, D.İ.B, 1991, s.138)





Ali Haydar kuddise sırruhu’l-azîz Efendinin kızı Saide Hanım’ın anlattığına göre; “Ali Haydar Efendi o zamanın Şeyhülislâmı Esa’d kuddise sırruhu’l-azîz Efendiye “Efendim, benim hakkım ne olacak” demiştir. O da “eğer Mustafa Hâki Efendi memlekete giderse fesat durum çıkacak, bir zaman sabret” demiştir.Albay Kenan Bey bu işe yâni tekkenin devrine yelteniyor. Mustafa Hâki kuddise sırruhu’l-azîz Efendi ise, “Benim ölüm çıkar, dirim çıkmaz” diyor. Albay Kenan Bey ‘13 Kasım 1919 Ser-katib-i Hazreti Şehriyari Ali Fuad’a cevabi meşihat cevabı ile’ mazbataların hazırlanmasına çalışmış ve Mustafa Hâki kuddise sırruhu’l-azîz Efendiye götürmek için hazırlanmıştır. Fakat gazeteler Mustafa Hâki kuddise sırruhu’l-azîz Efendinin vefat haberini yazdığını görmüşler. Fakat bu arada Küçük Mustafa Paşa ile Fevzi Paşa Mahalleleri arasında büyük bir yangın çıkmış Ali Haydar Efendinin ve ihvanın birçoğunun evi de yanmıştır.”





Anlatılanlardan anlaşıldığına göre “Benim ölüm çıkar, dirim çıkmaz” sözü hakikate çıkmıştır.





[110] Devletin düşmanlar tarafından işgal edildiği bir dönemde dergâh bir sorun haline gelmiştir. Bu acıklı durumunu gösteren belgeleri aşağıda sunulmuştur. Bu olayların oluşunda Mustafa Haki kuddise sırruhu Hazretlerini eleştirenlerin “Tekkeyi gasb eden Şeyh” tabirini kullanmaları garib bir durumdur.





“Hafız Halil Sami Efendi 1919 yılında Padişaha hitaben yazdığı dilekçe:





“Padişah’ın en yüce makamına,





Cenab-ı Hak ve Kadir-i Mutlak Hazretleri Padişahın ömür ve afiyetlerini ziyade ve en son güne kadar saltanat makamını ebedi kılsın. (Âmin!) Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellemin hürmetine Sultan Abdulmecid Han Hazretlerinin türbelerinde her Cuma gecesi on mürid ile “Halidi adabı” üzere “Hatm-i hacegan” icra eylemekle görevlendirilen Sultan Selim Camii yanında Cebecibaşı Mahallesinde Yüce Nakşibendî Tarîkatının Halidi Şeyhlerinden Şeyh Mustafa İsmet Efendi kuddise sırruhu Hazretlerinin vakıf ve ihya buyurdukları “Halidi Dergâhı” nın şeyhlik cihetine, kendilerine mensup halife ve müridlerin seçeceği bir zatı kendilerine şart ve tahsis buyurmuşlardır.  1330 (1914) senesinde Meşihat cihetine vakfın şartına istinaden mezkur cihetin hakkı ile şart koşulmuş olan ve Şeyh İsmet Efendi Hazretleri’nin kuddise sırruhu halifelerinden Şeyh Halil Nurullah Efendi Hazretlerinin kuddise sırruhu halifesi Şeyh Ali Rıza Efendi kuddise sırruhu Hazretlerinden müstahlef; ahlakı, sireti, zahir ve batın ilimlerindeki dirayeti, İhvanın terbiyesinde ehliyeti müsellem ve Şeyh Ali Rıza Efendi kuddise sırruhu Hazretlerinin irtihalinde işaret olunan vakfı silsilesine mensup hemen bütün ihvan ve müridanın kendilerine biatle itimada mazhar-ı merci ve melce olmuş ve o Hazrete mensup mürid ve talebelere Nakşibendiye-i Hâlidiyye-i İsmetiyye Tarîkatını ta’lim, saliklere terbiye, Hatm-i Hacegân ve seyr-i sülûk hizmetlerini aşağıda arz olunacağı üzere dört seneden beri hanelerinde ve cami köşelerinde devam ve ifa zaruretinde kalmış Hazreti İsmet’in yegâne mümessili bulunan Şeyhimiz ve bugün fetvahanede teşekkül etmiş “Muhitu’l Fetava Heyeti” riyasetinde bulunan reşadetlü, faziletlü Ali Haydar kuddise sırruhu Hazretlerine tevcihine dair şart-ı vakıf mucibi bütün halife ve müridlerin mühürleri ile mühürlü intihab mazbatamızı Meclis-i Meşayih’e takdim etmişken; Meclis-i Meşayih’ce şartı vakıf hiç nazar-ı dikkate alınmayarak müşarünileyhin tarîkat silsilesinden hariç sabık Tokat Mebusu Mustafa Haki Efendiye intihabsız tevcih etmişlerdi. Dört seneden beri devam eden çalışmamızın neticesi muamele Şura-i Devlet’ten, Fetvahane’den edilen suallerle bir sene evvel yine Meclis-i Meşayih’ce mezkûr dergâhın “Mustafa Haki Efendi”ye hilafetinin tevcihi şer’ ve kanuna göre yok hükmündedir.” cevabı verildiği halde bir seneden beri mezkûr dergâhta gayr-ı meşru, fuzuli ikamet ettiği gibi sonradan, sabık Şeyhülislâm Tokatlı Mustafa Sabri Efendiye iltica edip kendisini Meclis-i Meşayih’e aza tayin ettirip bu vasıta ile bu meşru olmayan hareketlerini devam ettirdiği ve mezkûr dergâh bir seneden beri Meclis-i Meşayih’ce mahlûl ve şart-ı vakıf mucibince intihabnamemizle gerçek sahibi varken kendisinin şer’an ve kanunen bütün müzakerelerde hariç kalması lazım olduğu halde hazır bulunup türlü desiseler ve tehditlere apaçık olan hakkımızı bu güne kadar sürüncemede bıraktığı ve işaret olunan vakfa mensup ihvan ve müridlerin ötede beride perişan olmalarına vesile olduğunu büyük bir üzüntü ve kederle yüce Makamlarına arz ve ibla’ ve hadisede mukaddes Zatları da alakadar bulunduğunda Meclis-i Meşayih de bu sarih hakkımızı senelerce sürüncemede kalması ile üzüntüyü içine alan bir hal kesbeden mezkûr dergâhımızın biran evvel bu gasplardan kurtarılması ve hak sahibi ve ehli olan, intihap olduğu arz olunan Ali Haydar Efendi Hazretlerine tevcih ve teslimi hususunun emir ve irade-i Şehriyarı kemal-i tazarru’ ile niyaz ve istirham olunur. Bu hususta ve her halde padişahın emir ve iradesi Efendimiz Hazretleri’nindir.”





15 Muharrem 1338/11 Teşrin-i evvel 1335





(24 Ekim 1919)





El-Fakir el-Hac Hafız Halil Sami Kulları.





İsmetullah Efendi Tekkesinin Ali Haydar Efendiye iadesini talep eden dilekçeye, 19 gün sonra “padişah başkâtibi Ali Fuad” imzasıyla aşağıdaki tezkere gönderildi:





“Sultan Selim Camii civarında Cebecibaşı Mahallesinde bulunan Halidi Dergahı’nın kurucusu Şeyh İsmet Efendinin Hakk’a yürüdüğü tarih tarihinden beri mezkûr dergahın şeyhliğine müridler tarafından intihap olunan zatın tayini usulüne riayet olarak sonradan inhilal eden postnişinliğe de icap eden usul üzere Fatih muciz dersiamlarından fetvahanede “Muhitu’l-Fetva Hey’eti” reisi Ali Haydar Efendi intihab (seçilmiş) olunmuşken vaki’ olan intihab (seçim) nazarı itibara alınmaksızın diğeri tayin kılındığından bahisle eski usulün muhafazası istidadına dair Hafız Halil Sami imzası ile padişahlık makamına takdim olunan dilekçe Padişah tarafından görüldü. Halidi Tarîkatı’na mensup Meşihat cihetlerinin inhilalinde Meşihat hizmetine tayin olunacakların müridler tarafından intihabı tarîkatların usulü icabında bulunmuş olduğundan, bu şekil vakıf şartına da muvafık olduğu takdirde mezkûr dergâhın şeyhliğinin seçimi durumunda eski usulün değiştirilmesi cihetine gidilmesi muvafık olamayacağı mülahaza buyrularak, yukarıda zikredilen dilekçe tetkik edilerek icap eden durumun ifası zımmında Padişah’ın emri ve fermanı ilave olunarak Şeyhülİslâmlık Makamı’na gönderildi. Bu hususta emir ve ferman, emir sahibi olan Padişah Hazretleri’nindir.





5 Safer 1338/30 Teşrin-i Evvel 1335





(13 Kasım 1919)





Ser-katib-i Hazreti





Şehriyari Ali Fuad”





(Ahmed Açıkgöz,10 Nisan 2005, İnkişaf Dergisi,)





(Mustafa Hâki kuddise sırruhu’l-azîz Hazretleri 15 Ocak 1920’de Hakk’a yürüyene kadar dergâh Ali Haydar  Efendiye nasip olmamasındaki durumun açıklanması biraz gerekmektedir.)





Hakikatte bu durum cemâl ve celâl mertebesinde olan iki pirin mücadelesidir. Ali Haydar kuddise sırruhu’l-azîz Hazretlerinin Mustafa Haki kuddise sırruhu’l-azîzin Hakk’a yürümesi ile bu makama gelebilmesi “rahmetim gazabımı geçmiştir” sırrının tecellisidir. Çünkü meşrep itibarı ile Ali Haydar  Efendi celâlî idi.





Konu hakkında şu hadiseyi hatırlatalım ki;





“Hz. Osman radiyallahü anh muhâsara edildiği zaman, namaz kıldırma işine Hz. Ebû Hüreyre radiyallahü anhı tayin etti. Bazen Hz. İbnu Abbas radiyallahü anh kıldırıyordu. Sonra, Hz. Osman radiyallahü anh (isyancılara) elçi yollayıp, “benden ne istiyorsunuz?” diye sordu. Onlar:





“Hilâfetten ayrılmanı istiyoruz” dediler. O da:





“Allah Teâlâ’nın bana giydirdiği bir kaftanı çıkarmam” diyerek reddetti.





“Onlar seni öldürecekler!” dediler. O:





“Beni öldürdüğünüz takdirde, ebediyyen birbirinizi sevmeyecek, düşmanla elbirlik savaşamayacaksınız. Göre göre ihtilâfa düşeceksiniz. Ey kavm, bana karşı çıkardığınız şu ihtilâf sakın ola başınıza, sizden öncekilerin maruz kaldığı belâyı dolamasın!” dedi. İhtilâlcilerin tazyikleri artınca, cuma gününe oruçlu olarak girdi. Gün biraz ilerleyince uyudu. Uyanınca:





“Şu anda rüyamda Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi gördüm. Bana: “Akşam yanımızda iftarını yapacaksın” buyurdu” dedi. O gün öldürüldü. Sonra Hz. Ali radiyallahü anh hutbe okumak üzere kalktı. Hamd ü senâdan sonra:





“Ey insanlar, dedi, bana yaklaşın, gözlerinizi, kulaklarınızı dört açın. Şahsen ben ve sizler hepimizin fitnenin içine düşmemizden korkuyorum. Fitne sırasında, hepimize gayret gerekecek.” Devamla dedi ki;





“Allah Teâlâ bu ümmeti iki edeble terbiye etti: Kitap ve Sünnet. Bunların (tatbiki hususunda), sultan nezdinde gevşeklik olamaz. Öyle ise, Allah Teâlâ’dan korkun, aranızdaki meseleleri halledin.”





Hz. Ali radiyallahü anh bunları söyleyip minberden indi ve beytü’l-maldan arta kalan servete yönelerek Müslümanlar arasında taksim etti.” (Kütüb-ü Sitte)





Tekkenin tekrar el değiştirmesinde çıkan büyük yangın ise, aradaki kırgınlığın, “benim ölüm çıkar” kelamının hakikate çıkması ve yukarıda zikredilen Hz. Osman radiyallahü anhın hali Mustafa Haki kuddise sırruhu’l-azîzin haklılık payını yükseltmektedir.





Mustafa Hakî kuddise sırruhu’l-azîzin Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin devlet tarafından verilen hilafeti terk etmeme emri üzerine hareket etmesi ve Tokat İli’ne gitmekten men edilmesi ile bu tekkedeki misafirliği vukua gelmiştir. Yoksa O’nun bu şekilde bir dileği olmadığı ihvanca meşhurdur. Ayrıca Osmanlı Devleti’nin ve Meşihat Makamının verdiği bir karar karşısında tekke ihvanların siyasî karar gibi davranmaları ve kendi seçtiklerini şeyh kabul etmeleri de şeyh seçme işinin zahire yöneldiğini gösterir. Çünkü Ulü’l emre itaat etmekte ayrı bir farzdır. 





 Neticede ateş eksiklikleri tamamlamış, kırgınlığa sebep olan maddeyi yâni tekkeyi ve çevresini bertaraf etmiştir. Ali Haydar Efendi Hazretlerinin tekkeyi fazla istemesinden dolayı Allah Teâlâ yenisi ile vermiştir. Fakat sonra başka bir sıkıntı olarak Cumhuriyet dönemi gelmiş ve tekkeler kapatılmış. Bu konu bu minval üzere nihayet bulmuştur.





Büyükler hakkında gelişi güzel yazı yazanlar Mustafa Haki kuddise sırruhu’l-azîz için gasp ifadesi kullanmaları şeyhlerine olan aşırı sevgiden olsa da bu kelamın hatalı tarafı çoktur. Allah Teâlâ’ya sığınırız. 





[111] BOA, Fon Kodu: İ..DUİT, Dosya No:17/1, Gömlek No:60





[112] Es’ad Erbilî kuddise sırruhu’l-azîz





Musul’un Erbil kasabasından (r.1264/m.1847) yılında doğdu. Baba ve anne tarafından seyyiddir. Babası Erbil’de bulunan Halidî tekkesi şeyhi M Saîd Efendidir. Babası tarafından dedesi Hidayetullah Efendi ise, Mevlana Halid el-Bağdadi kuddise sırruhu’l-azîzin Erbil’de yaptırdığı tekkeye tayin ettiği halifesidir.





Es’ad Efendi ilk tahsilini Erbil ve Deyr’de ikmal ettikten sonra yirmi üç yaşında iken (r.1287/m.1870) yılında manevi bir işaretle Nakşı-Halidi şeyhi Taha’l-Hariri’ye (h.y.t. (r.1294/m.1875) intısab etti. Beş yılda seyr u sülukünü ikmal ile hilafet aldı (r.1292/m.1875) yılında Hicaz’a gitti.





Hac dönüşü, şeyhi de vefat etmiş bulunduğundan İstanbul’a geldi. Kısa zamanda şöhreti İstanbul’u tuttu ve Sultanın damadı olan Dervişpaşa-zade Halid Paşa kendisini saraya davet ederek ondan bir buçuk sene kadar Arapça ve dini ilimler tahsil etti. Sultan ikinci Abdülhamit Han tarafından da Meclis-i Meşâyıh azalığına tayin olundu. Ayrıca kendisine bir tekke tevcih olunması için Meşihat’ a müracaat etti. Fındık zade Macuncu civarında Şehremini Odabaşı semtindeki Kelamî Dergâhı şeyhliği münhal bulunuyordu. Burası Kadirî tekkesi olduğundan tayın için Kadirî icazetname gerekiyordu. Esad kuddise sırruhu’l-azîz Efendi (r.1303/m.1883) tarihinde Abdülkâdir Geylânî kuddise sırruhu’l-azîz ahfadından Abdulhamid er-Rifkanî kuddise sırruhu’l-azîzden aldığı Kadiri icazetnameyi ibraz île bu tekkeye tayin olundu. Burada müntesiplerine önce oturarak ve Kadiri evradı okuyarak Kadiri ayini, sonra da Nakşî usulünce “hatm-i hacegân” yaptırırdı. (r.1316/m.1900) yılında Abdulhamid Han tarafından memleketi Erbil’de ikamete memur edildi.





Esad Efendi, Meşrutiyeti müteakip sevenlerinin daveti üzerine (r.1324/m.1908)de tekrar İstanbul’a döndü. Kelamî dergâhını zemin kat üzerine genişleterek yeniden inşa ettirdi. Üsküdar’daki Selimiye Dergâhı şeyhliği boşalınca oranın şeyhliği de Es’ad kuddise sırruhu’l-azîz Efendiye tevcih olundu.





Es’ad kuddise sırruhu’l-azîz Efendi (r.1330/m.1914) yılında önce Meclis-i Meşâyıh azası sonra da reisi oldu Meclıs-i Meşâyıh reisliği zamanında tekkelerin ıslahı ve şeyhliklerine ehliyetli kimselerin tayini ile şeyh evladının en iyi şekilde yetiştirilmelerini temin istikametinde çalışmalar yaptı. Padişah Sultan Reşad’ın sevgisini kazanan Es’ad kuddise sırruhu’l-azîz Efendi, aynı yıl “sürre emînî” olarak hacca gönderildi. (r.1331/m.1915) yılında meclis-i Meşâyıh reisliğinden istifa etti.





Tekkelerin kapatılmasından sonra hiç sokağa çıkmamağa karar vererek Erenköy-Kazasker’ de satın aldığı köşkünde inzivayı ihtiyar etmesine rağmen dikkatler üzerinden eksik olmamıştır. 23 Aralık 1930 yılında meydana gelen Menemen vakasıyla ilgisi bulunduğu iddiasıyla tutuklanarak Menemen’e sevk edildi. İdam talebiyle yargılandı, ilerlemiş yaşı sebebiyle idam cezası müebbet hapse çevrildi. Oğlu M. Ali Efendi ise, idam edildi. Es’ad kuddise sırruhu’l-azîz Efendi Menemen’deki askeri hastanede üremiden tedavi gördüğü sırada 84 yaşında iken 3–4 Mart (1931) gecesi vefat etti. Vefatıyla birlikte zehirlendiği ile ilgili tartışmalar da gündeme geldi.





[113] 1 milyona yakın nüfusa sahip İstanbul’da 1882’de İstanbul’da 260 tarîkat tekkesi vardı.





Bunların 52’si Nakşî, 45’i Kadiri, 40’ı Rıfai, 32’si Halveti, 21’i Sünbüli, 15’i Sâdi ve 14’ü Şabâni adlı Sünni tarîkatlara aitti.





Diğer tarîkatlara ait tekke sayıları ise, oldukça alt düzeydeydi. Bunlar, 7 Cerrahi, 5 Mevlevi, 4 Gülşeni, 4 Bayrami, 4 Uşşaki, 4 Sinani, 3 Halidi, 8 Bedevi ve 2 Şâzeli tekkesiydi.





1880 yılına gelindiğinde İstanbul’daki tekke sayısı 305’e ulaşırken özellikle Nakşîler, Kadiriler, Celvetiler daha da güç kazanmıştı.





[114] Şeyh, müride “es-seyrü ila’l-lâhi”deki nefs menzillerinden ilâhî tecellilerin başlangıcı olan kalp makamının sonuna ulaştığında icazet verir. (ÇAVUŞOĞLU, a.g.e.  s.128)





[115] Bu bölüm yazılırken Doç. Dr. Cemal AĞIRMAN’ın Somuncu Baba Dergisi, Aralık / 2005,s.34–38 makalesi temel alınmış, bazı şeyler ilave edilerek yazılmıştır.





[116] ŞEYH BEDRETTİN kuddise sırruhu’l-azîz EFENDİ





Asıl ismi Bedrettin Doğruyol olan Hacı Hafız Bedrettin kuddise sırruhu’l-azîz Efendi, Nakşî şeyhlerindendir. h.1327 yılında doğmuştur. Hacı Mustafa Tâki kuddise sırruhu’l-azîz Efendinin oğludur. Yıldızeli ve Sivas’ta hayatını sürdürmüştü. Yıldızeli Çarşı Cami imam-hatipliği görevinde bulun­muştur. 20 Nisan 1984 tarihinde Çatalpınar Cami’nde cuma namazı esnasında Hakk’a yürüdüğü tarih olmuştur. Kabri, mezarlıklar tarafından camiye gidilirken camiye 600 metre kala sol taraftadır. (YASAK, a.g.e. s. 58)





[117] Zahiren şeyhliği yürütüp, mânada pire muttasıl olan sınırlı ruhsat sahibi.





[118] Olumluluğunda beş çocuğu olduğu ifade edilen Mustafa Takî kuddise sırruhu’l-azîz Efendinin, torunu Mithat Doğruyol’un notlarında yedi çocuk babası olduğu ifade edilmiştir.





[119] Hacı Hasan Akyol’un istinsah ettiği bu nüsha, Târîh-i Nûr-ı Muhammediyye’nin “Fatımatü’z- Zehra “ adlı son cüzünü de ihtiva etmektedir.





[120] Mustafa Takî kuddise sırruhu Efendinin, bu isimle oldukça hacimli kitabının olduğu belirtilmektedir.





[121] ÇINAR Fatih, Mustafa Takî Efendi, Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fak. Dergisi c. IX/2 Aralık 2005, Sivas, s. 180





[122]­  Fatsa, Mehmet, Tasavvufta Mekkî Kolu, İst,  2000, s. 121


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar