Print Friendly and PDF

Sevgilim


وَ بَعْدَ حَمْدًا اْلأِ لهِ عَلَى النَّبِىِّ الصَّلاَةِ             “Ve ba’di hamde’l ilâhi alen-Nebiyyis-salat-i





مُحَمَّدٌ مُصْطَفَاهُ وَهُـوَ اَفْضَـلُـنَا                          Muhammedün mustafâhü vehüve efdalunâ





وَ آلِهِ الطَّـيِّبِينَ وَ صَحْبِهِ الطَّاهِرِينَVe âlihi ttayyibîn ve sahbihi’t-tahirîn                           





َانْصَارُ دِينِ مُبِين ٍ وَكُــلُّهُـمْ خَـيْرُنَا                            Ensaru dînî mubînin ve kulluhum hayruna





ثُمَّ الصَّلاَ ةُ عَلٰى الْوَليِ مِنْ هَاشِمٍٍSümme’s-salatü alâ’l-velî min Hâşimin                           





سُمِّىَ اِسْمُ نَبِـيُّ اللهِ اَقْوَامُـنَاٍSümmiye ismu nebiyyül’llâh ekvâmünâ                              





وَ دِنُـهُ خَيْرُ دِينُ اللهِ مُنْتَصِرًاVe dînuhû hayru dînu’llâh muntesıran                                





وَ سَـيْفُهُ الْعَـظِيمُ الْقُفْلُ مُفَـتِّحُـنَاVe seyfuhû’l-azîmu gufluhû mufettihunâ                       





وَ عِلْمُهُ عِلْمُـنَا وَ حِكَمُهُ حُكْمُنَا                             Ve ilmuhû ilmunâ ve hıkemuhu hukmuna





وَ عَدْلُهُ عَدْلُـنَا مَقَامُـهُ مِصْرُنَاVe adluhû adlunâ  makâmuhû Mısrunâ                              





وَ بَعْدَ حَمْدًا اْلاِلـٰهِ عَلى النَّبِىِّ الصَّلاَةِ





Sonra Allah Teâlâ’ya hamd ve Nebi ‘ye salât olsun





Üzerimize farz olan vazifelerden biri Allah Teâlâ´nın Resulü, Mevlâmız Muhammed sallallâhü aleyhi ve selleme salât ve selâm getirmektir. Bu amelimiz ibadetlerimizin kabul olmasına ve Allah Teâlâ´nın rızasını kazanmaya sebep olan mayadır.





Salât ve selâmın öz ifadesi; Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimize tazim göstererek, Allah Teâlâ´ya karşı kendimizi emniyete almaktır. Çünkü Allah Teâlâ´nın Zat-ı yaratılmışlardan ayrı ve ulaşılmaz olması bir uçurumun varlığına neden olduğundan, bu ayrılığı Fahri Âlem Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz ile gidermiş oluruz.





Allah Teâlâ´nın huzuruna varacak biricik yol Efendimize salât ve selâm getirme yoludur. Salât ve selâmlar ile O´nun dostluğunu kazanır ve Allah Teâlâ´ya ulaşırız.





Çünkü kul, salât ve selâmı dahi yaparken Allah Teâlâ´nın zatına havale ederek O´nun yapmasını ister. Bu ise Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimizin Allah Teâlâ´nın yanındaki büyüklüğünü açığa çıkarır. Yani, kul Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin mertebesini kavrayamadığı gibi, Allah Teâlâ´yı hiç kavrayamadığını gösterir.





Bizim Efendimize salât ve selâm getirmemiz Allah Teâlâ´nın bize salât ve selâm getirmesine sebep olur ki, sonucu cennettir. Yaptığımız salât ve selâmlar Efendimize ulaştığından neticesinde kıyamette şefaat hakkına kavuşmuş oluruz.





Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdular ki:





“Kim bana (bir kere) salât okursa Allah Teâlâ da ona on salât okur ve on günahını affeder, (mertebesini) on derece yükseltir.” [1]





 Yine Nesâî'de Ebû Talha radiyallâhü anhdan gelen bir rivâyet şöyle:





“Bir gün Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem yüzünde bir sevinç olduğu halde geldi. Kendisine:





“Yüzünüzde bir sevinç görüyoruz!” dedik.





“Bana melek geldi ve şu müjdeyi verdi:





“Ey Muhammed! Rabbin diyor ki: “Sana salavât okuyan herkese benim on rahmette bulunmam, selâm okuyan herkese de benim on selâm okumam sana (ikram olarak) yetmez mi?” [2]





Hayatımız boyunca salât ve selâm okumanın fırsatlarını aramalı boş ve dolu zamanlarımızı bu zikirle doldurmalıyız. Salât ve selâm zikri buluğ çağına kavuşmayanların ve kendi başına yol gösterici birinin olmadan yapabileceği zikirlerdendir. Allah Teâlâ´nın zikri ise, tecrübeli bir kişiye ihtiyaç duydurur. Çünkü feyzi Celâl yönünden ve nuru yakıcıdır. Salât ve selâmın nuru ise Cemal yönünden olduğu için yakıcı ve zarar verici olmaz.





Büyüklerimiz buyurdular ki;





“Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimizi vesile ederek bir kul ihtiyacı için Allah Teâlâ´ya dua ederse, bu dua melekler vasıtası ile Efendimize ulaştırılıp, filan kişi haceti için Sizi vasıta kılarak Allah Teâlâ katında aracı olmanızı istiyor. Efendimizde onun için aracı olur. Allah Teâlâ´da bu isteği geri çevirmez.”





Allah Teâlâ´ya hamd edersek, O´nun rızasını, Mevlâmız Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme salât ve selâm edersek hacetimizin olmasında Allah Teâlâ katında şefaat ve yardımcı bulmuş oluruz.





“Kıyamet günü bana insanların en yakını, bana en çok salâvat okuyandır.”[3]





 Yine Tirmizî'de Hz. Ali kerreme’llâhü vecheden kaydedilen bir rivâyette şöyle denir: “Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdular ki:





“Gerçek cimri, yanında zikrim geçtiği halde bana salavât okumayandır. “ [4]





Nasıl olur ki; bir kişi padişahın kapısını, vezirini geçmeden çalabilir. Maddiyatta böyle olunca manevî âlemde bu daha meşakkatli ve zordur.





Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki:





“Kim bana salâvat okumayı unutursa, cennetin yolunu terk etmiş olur:” [5]





İbadetlerimizi salât ve selâm ile süsleyip kabul olmasının yollarını aramalıyız. Şöyle ki;





Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz dahi Zat-ı Muhammediye için salât ve selâm eder dua ederdi.





Hz. Fatıma radiyallâhü anhadan rivayet edildi ki:





“Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem mescide girdiği zaman Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem)´e salât ve selâm okur, sonra da:





“Rabb´im! günahı affet, rahmet kapılarını bana aç” derdi, çıkarken de yine Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem)´e salât ve selâm okur, sonra da:





“Rabbim! Günahımı affet, lütuf kapılarını benim için aç” derdi”. [6]                                                                            





Hulâsa





Efendimiz Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme insanların ömürlerinde bir kere salât ve selam okumaları farzdır.





Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem okunan salâvat kabul edilir. İsterse gösteriş için olsun.





Kur´an-ı Kerim´de





“Onlar, nefislerine kötülük ettikten sonra, eğer sana gelerek, Allah Teâlâ´tan afv dilerlerse, Allah Teâlâ´nın Resulü de, onlar için afv dilerse, Allah Teâlâ´yı tövbeleri elbette kabul edici ve merhamet edici bulurlar” [7] buyuruldu.





Allah Teâlâ´m Sen´i sevdiğimiz gibi sevgilin Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimizi de seviyoruz. Bu sevgi yüzüne bizleri affet.





مُحَمَّدٌ مُصْطَفَاهُ وَهُـوَ اَفْضَـلُـنَا





Onun seçtiği Mustafa ki bizim en faziletlimizdir.





Hâkim Tirmizî kaddese’llâhü sırrahu’l-azize göre nübüvvet, perdeyi kaldırıp, gaybın sırlarına vâkıf olarak Allah Teâlâ’yı bilmektir. Nübüvvet, Allah Teâlâ’nın nuruyla mestur olan eşyaya nüfuz eden bir gözdür. Böyle olduğundan dolayı Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem sıdk adımıyla gelmeye muktedir olabilmiştir. Allah Teâlâ, cûd ve kereminden ona nübüvvet verdiği ve onu mühürlediği için hiçbir düşman ona zarar verememiş ve nefs de ondan payına düşeni alamamıştır. (Hatmu’l-evliyâ,  s.  342-343) Tirmizî buradaki “hâtem” kelimesi üzerinde özellikle durur ve şöyle der:





“Allah Teâlâ, nübüvvetin bütün cüzlerini Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemde toplamış, tamamlamış ve mührüyle de mühürlemiştir. Allah Teâlâ onun delilini gizli tutmamıştır. Zahirî mührü iki omuzu arasında beyaz bir güvercin şeklindeydi. Bütün bu haberlere karşı kör olan kişi, buradaki “hâtem” kelimesinin son anlamına geldiğini zanneder. Bu ahmakça bir düşüncedir.”  Hatmu’l-evliyâ,  s.  340-341





Tirmizî, hâtemu’l-enbiyânın, Allah Teâlâ’nın, insanlara delili olduğunu söyler. Zira Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:





“İnananlara Rab’leri katında yüksek makamlar olduğunu müjdele” (Yunus, 2). Ayetin yorumunda kendine özgü üslubuyla şöyle demektedir: “O gün Allah celâl ve azametiyle göründüğünde şöyle der: Ey kullarım, ben sizi kulluk için yarattım. Kulluğunuzu getirin. Bu makamın korkusundan hiç kimsede his ve hareket kalmaz. Yalnızca Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem hariç. O bütün nebilerin önüne geçer. Çünkü o, kulluğun sıdkıyla birlikte gelmiştir. Allah Teâlâ onu kabul eder ve onu kürsînin yanındaki “Makâm-ı Mahmûd”a gönderir. Bunun üzerine onun mührünün üzerindeki perde kalkar ve mührün nuru ve aydınlığı onu aydınlatır. Kalbinden diline bir övgü yükselir ki daha önce hiç kimse Allah Teâlâ’yı böyle tesbih etmemiştir. Nebiler anlarlar ki Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem onlara Allah Teâlâ’yı haber vermektedir. O, ilk hatiptir, ilk şefaatçidir. Ona livâul-hamd ve kerem anahtarları (mefâtihu’l-kerem) verilir. Liva müminlere, diğeri ise nebileredir. Hâtem-i nübüvvet derin bir konudur.”  (Hatmu’l-evliyâ,  s.  338)  [8]





وَ آلِهِ الطَّـيِّبِينَ وَ صَحْبِهِ الطَّاهِرِينَ





Tayyib [9] aline ve Tahir [10] ashabına da [11] salât olsun





Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdular ki:





“İnsanların en hayırlıları benim asrımda yaşayanlardır. Sonra bunları takip edenlerdir, sonra da bunları takip edenlerdir. [12]





“Beni gören veya beni göreni gören bir müslümana ateş değmeyecektir.” [13]





“Ashabıma sebbetmeyin (dil uzatmayın). Nefsim elinde olan Zât-ı Zülcelâl'e yemin olsun (sizden) biri, Uhud dağı kadar altın infak etse, onlardan birinin infak ettiği bir müdd'e hatta yarım müdd'e bedel olmaz.” [14]





Hz. Ebu Mûsa radiyallâhü anh anlatıyor: “Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ile beraber akşam namazı kılmıştık. Aramızda: “Burada oturup yatsıyı da onunla birlikte kılsak” dedik ve oturduk. Derken yanımıza geldi ve:





“Hala burada mısınız?” buyurdular.





“Evet!” dedik.





“İyi yapmışsınız!” buyurdu ve başını semaya kaldırdı. Başını sıkça semaya kaldırdı ve şöyle buyurdu:





“Yıldızlar semanın emniyetidir. Yıldızlar gitti mi, vaat edilen şey semaya gelir. Ben de Ashabım için bir emniyetim. Ben gittim mi, onlara vaat edilen şey gelecektir. Ashabım da ümmetim için bir emniyettir. Ashabım gitti mi ümmetime vaat edilen şey gelir.” [15]





“Bir yerde ölen Ashabımdan hiçbirisi yoktur ki, Kıyamet günü oranın ahalisine bir nur ve onlara (cennete sevkte) bir rehber olmasın.” [16]





Said İbnu'l-Müseyyeb, Hz. Ömer radıyallahu anh'tan naklediyor: Demişti ki: “Ben Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi dinledim, buyurmuştu ki: “Ben, Rabbimden Ashabımın benden sonra düşeceği ihtilaf hakkında sordum. Bunun üzerine şöyle vahyetti:





“Ey Muhammed! Senin Ashabın benim nezdimde, gökteki yıldızlar gibidir. Bazıları diğerlerinden daha kavidirler. Her biri için bir nûr vardır. Öyleyse, kim onların ihtilaf ettikleri meselelerden birini alırsa, o kimse benim nazarımda hidayet üzeredir.”





Hz. Ömer der ki: “Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem (devamla) ilave etti:





“Ashabım yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız hidayeti bulursunuz.” [17]





َانْصَارُ دِينِ مُبِينٌ وَكُــلُّهُـمْ خَـيْرُنَا





Onlar dini mübînin ensarı [18] ve hepsi en hayırlılarımızdır.





Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdular ki:





“Şayet Ensar bir vadiye veya geçide sülûk etse ben de mutlaka Ensar'ın gittiği vadiye ve geçide sülûk ederim. (Eğer hicret olmasaydı ben Ensâr'dan biri olurdum.)”





Ebu Hüreyre radiyallâhü anh der ki: “Ona annem ve babam feda olsun. (Bu sözüyle haddi aşmış, Ensarın hakkından fazlasını onlara vererek) zulmetmiş değildir. (Zira) onlar O'nu barındırdılar ve O'na yardım ettiler veya bir başka kelime (ile ifade edilecek) yardımlar yaptılar. Mallarıyla kendisine ve Ashabına muâvenette bulundular.”[19]





“Benim kendisine sığındığım sırdaşım ehl-i Beyt'imdir, dayanağım da Ensar'dır. Öyleyse onların (Ehl-i Beyt ve Ensâr'ın) kusurlularını affedin, faziletli olanlarına da sarılın.”  [20]





“Allah Teâlâ'ya ve ahirete iman eden kimse Ensâr'a buğz etmesin.” [21]





“Ensar dayanağımdır, sırdaşımdır. İnsanlar sayıca artarken onlar azalacaklar. Öyleyse onların iyilerine yapışın, kusurlularını da affedin.” [22]





ثُمَّ الصَّلاَ ةُ عَلٰى الْوَلي÷ مِنْ هَاشِمِ





Sonra salât Hâşimin Velisi Hz. Ali kerremellâhü vecheh’e olsun.





Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdular ki:





“ Ey Ali,  sen dünyada ve ahirette Veli'msin”[23]





“Ali benden, ben de Ali'denim, kendisi tüm müminlerin Veli'sidir”[24]





“ Ey Ali, sen müminlerin Veli'sisin “[25]





Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin gözetiminde özel yetişen Ebü'l-Hasen Ali b. Ebî Tâlib el-Kuraşî el-Hâşimî'nin (hyt. 40/661), “Allah'ın âyetlerinin ve hikmetin okunduğu” [26] evinde geli­şip olgunlaştığı bilinmektedir. Şüphesiz onun içinde bulunduğu bu ortam ve yaşadığı çevre şartları, Kur'an ve Sünnet konusunda onun geniş ilim sahibi olan, “Vallâhi, Kur'an'dan inen âyetlerin ne hakkında nâzil olduğunu çok iyi bilmekteyim. Şüphesiz Rabbim bana akleden bir kalp ve konuşan sâdık bir dil bağışlamıştır” [27] ve “Benim ya­nımda olan ancak Allah'ın kitabı veya müslüman bir adama verilen anlama ve sezme kabiliyetidir” [28] diyerek Allah Teâlâ'nın kendisine lütfettiği ilim, hikmet, akıl, idrak ve sezgi gibi nimet ve imkânları dile getirendir.





Medine'ye hicret edeceği sırada Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi öldürmeye gelecek düşmanları oyalamak maksadıyla Mekke'de O’nu bırakması, hicretin beşinci ayında teessüs eden muâhât[29] esnasında onu kendisine kardeş olarak seçmesi, onun Bedir, Uhud, Hendek ve Hayber gazvelerine iştirak ede­rek Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin sancaktarlığını yapması, emsali görülmemiş kahraman­lıklar göstererek zafer ve fetihler elde etmesi, Uhud ve Huneyn gazvelerinde çeşitli yerlerinden yara aldığı halde Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi koruma ve kollamada olağanüstü gayret göstermesi, O’nun tarafından ona verilen “Ebû Türâb” künyesi/ lakabı yanında onun, “el-Murtazâ” ve “Esedullâhi'l-gâlib” gibi lakaplarla anılması, Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme kâtiplik/sekreterlik ve vahiy kâtipliği yapması, hicretin altıncı yılında Fedek'te Sa'd oğullarına gönderilen seriyyeyi,[30] onuncu yılında da Yemen'e düzenlenen seferi sevk ve idare etmesi, Tebük Gazvesi'nde Rasûlullâh'ın vekili olarak Medine'de kalması, Mekke'nin fethin­den sonra Kâbe'yi putlardan temizleme işini üstlenmesi, Hz. Ömer'in Filistin ve Suriye seyahati esnasında Medine'de askerî vali olarak kalması, İslâm tarihinin Cemel, Sıffîn, Nehrevan gibi talihsiz vak'aları sonunda gözyaşı döküp muhalif­lerinin iman ve hidayetleri için dua edecek kadar hassas, takvâ sahibi ve idea­list bir mümin ve imamımız ve efendimizdir.[31]





سُمِّىَ اِسْمُ نَبِـيُّ اللهِ اَقْوَامُـنَا





Allah Teâlâ’nın Nebîsi O’nu en kuvvetlimiz olarak isimlendirdi.





Hz. Ali kerreme’llâhü veche kuvvetlimiz olunca bir imtihan vesilesi olması da mukadder oldu. Bazıları O’nun kuvvet ve cazibesine kapılarak çok sevdiler. Bazıları da inkâr ettiler. Çünkü kuvvet yerine göre büyük kazanç olduğu gibi büyük sorumluluklarda getirdi. Bu şekilde ifrat ve tefrid açığa çıktı.





Hz. Ali kerreme’llâhü vechenin şu sözü, ifrat ve tefritin bir helak sebebi olduğunu göstermek­tedir:





“Benim hakkımda iki şahıs/zümre helak olacaktır: Aşırı derecede seven kimse ki, beni bulunduğum makamın dışında bir yere koyar ve bende olmayan vasıflarla beni över. İftira derecesinde buğzeden kimse ki, beri olduğum şeyleri bana atar/isnad eder”[32]





وَ دِنُـهُ خَيْرُ دِينُ اللهِ مُنْتَصِرًا





Onun dini[33] Allah Teâlâ’nın en hayırlı yardım edilen dinidir.





Cabir radiyallâhü anhın rivayetine göre Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Taif günü Hz. Ali kerremallâhü vecheh ile uzun uzun yaptığı özel bir görüşmeyi gören imanlar Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme bu konuşmanın uzun sürmesinin hikmetini sorunca Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem





 “Onunla gizli konuşan ben değilim, Fakat Allah onunla gizlice uzun konuşmamı emir buyurdu.”   der.”  [34]





وَ سَـيْفُهُ الْعَـظِيمُ الْقُفْلُ مُفَـتِّحُـنَا





O’nun azametli kılıcı kilitlerimizi açıcıdır.





Zülfekâr (Arapçada “çentikli” ya da. “bo­ğumlu”), ZÜLFİKÂR olarak da bilinir, İslam geleneğinde Hz. Ali kerreme’llâhü vechenin simgesi olan çatal kılıç. “Zülfakar... Fikar değil, fekar'dır aslında... Üstündür harekesi... Zû, sahib demek... Zülfakar; çukurlu, gedikli demek... Yapılışından dolayı, sanatından dolayı üstünün böyle gedik gedik olmasından, girintili çıkıntılı olmasından dolayı “Zülfekar” diye adlandırılmış.” [35]





Bedir Savaşı'nda (624) öldü­rülen müşriklerden Munebbih bin el-Haccac es-Sehmi'nin ya da oğlu el-As bin Munebbih'in kılıcıyken, ganimet olarak ele geçirildikten sonra Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem tarafın­dan Hz. Ali'ye verilmiştir. Gerçekte düz ve iki ağızlı bir Arap kılıcı olduğu halde, ağızlarında çentikler açılmış olduğu için Zülfekâr olarak adlandırıldığı sanılmakta­dır. Ünlü tarihçi Asmâ'i, Tûs şehrinde Hâlife Reşid'i, kılıcı beline takmış ola­rak gördüğünü ve kılıcı ziyaret etmek isteyip istemediğini sor­muş, kendisinin böyle bir arzusunun var olduğunu söyleyince kılıcı kınından çıkararak kendisine gösterdiğini ve kılıcın ağzın­da on iki boğum bulunduğunu kaydeder. Ama halk arasında çatallı bir kılıç olarak betimlenmiş ve öyle efsaneleş­miştir.





Son olarak Abbasilere geçen kılıcın üstün­de la yuktal muslim bi- kâfir (hiçbir Müslü­man bir kâfiri öldürdüğü için öldürülemez) biçiminde son bulan bir yazı olduğuna inanılır. Hz. Ali'nin adı çevresinde yayılan efsanelerle birlikte Zülfekâr'ın da önemi artmıştır. Sıffin Savaşı'nda (657) kılıcın iki ucunun düşman askerlerinin gözlerini kör ettiği, Hz. Ali'nin onunla inanılmaz zaferler kazandığı ve 500'ü aşkın kâfirin başını kopardığı ya da gövdesini ortadan ikiye ayırdığı anlatılır.





İmâm Şa'ranî, Bedr-i Münir'de kılıçta boğumun, işlenip süs­lenmiş olmaktan kinaye olduğunu yazar. Hattâ güzelliğini artır­mak için nakışlar arasında yer yer çukurlar bulunup, küçük cev­herlerle süslüydü.





İmâm Hasen Basri, Urfe'den, o da İmâm Cafer Sadık aleyhisselâmın Muhammed ismindeki kardeşinden rivayet ederek: Bedir savaşının yapıldığı gün, Rızvan isminde bir melek gökten nida edip şöyle der: Ali'den daha cesur bir genç ve Zülfikâr'dan da daha güzel bir kılıç yoktur”. Fakat bu söz halk arasında değişikliğe uğraya­rak bazı şâirler onu vezin kalıpları içinde değişik şekillerde ifade etmeğe çalışmışlardır.





Eskiden İslam ülkelerinde değerli kılıçların üstünde la seyfe illa Zülfe­kâr(Zülfekâr'dan başka kılıç yoktur) yazısı yer alır, bunu genellikle ve la feta illa Ali (Ali'den başka yiğit yoktur) sözleri izlerdi.





“Ey Fatma, Zülfekâr'ımı bana ver ki savaş ve çarpışma gününde benim yegâne yaver ve arkadaşım ancak bu kılıçtır.”





Zülfekâr, daha sonra Hazret-i Ali'den el değiştirerek, şehit olan Hazret-i Hüseyin'in oğlu Hasan'ın oğlunun oğlu Muhammed bin Abdullah'a geçmiştir. Mansur Devanikî ile yaptığı savaş esnasında şehit edilince el de­ğiştirmiş ve Beni Neccâr kabilesinden birisine dörtyüz altın borç karşılığında teslim edilmiştir. Zülfekâr'ı ona verirken, şunları söylemiştir: “Bu kılıcı Ebû Talib'in çocuklarından kime verirsen ver, sana, bu kılıcın karşılığını verirler.”





Cafer bin Süleyman bin Ali bin Abdullah bin Abbâs, Yemen ve Medine'ye vali tâyin edilince kılıcı elinde bulunduran şahsı huzuruna çağırarak daha önce takdir edilmiş olan parayı vere­rek ondan almış; kılıç ondan da oğlu Mehdî'ye intikal etmiş ve Abbasî Devleti'ne geçerek bu devlet tarafından muhafaza edil­miştir.[36]





وَ عِلْمُهُ عِلْمُـنَا وَ حِكَمُهُ حُكْمُنَا





O’nun ilmidir ilmimiz Onun hikmetidir hikmetimiz





Hz. Ali kerremallâhü veche Efendimiz sahabeyi kiram arasında ilmi ve sırlara vukufiyeti babından en yüksek seviyede olduğu kabul edilen bir gerçektir. Hz. Ömer radiyallahü anhın bu konuda özel beyanı vardır. Onun için âlimler ilmini ona dayandırmak mecburiyetinde olduklarından dolayı Niyâzî-i Mısrî kuddise sırruhu’l-azizde bu senedi ikrar etmiştir.





Hikmet





Muhyiddîn İbnu’l-Arabî kaddese’llâhü sırrahü’l-azîz, Tasavvuf ve Hikmet irtibatına geçerek şöyle der:





“Tasavvuf ahlâktan ibarettir. Tasavvuf ahlakıyla bezenmiş kimsenin “Hâkim” olması şarttır, olmazsa onun tasavvuftan nasibi yok demektir. Çünkü tasavvuf hikmettir, hikmet ise ilm-i nebevî’dir”.





Bu tespitlerden sonra meseleyi muallâkta bırakmayarak kendine göre doğru “Hikmet”inyerini de şöyle belirler.





“İşleri ve hükümleri gerçek konuldukları yere, sebepleri de gerçek mekânlarına yerleştiren ve yerlerinden oynatılması gerekenleri de yerlerinden çıkaran gerçek Hukemâ; “melâmetiyye”dir ki bunlar Allah Teâlâ yolunun yolcularının seyyidleri ve imamlarıdır, önderleridir. Âlemin Seyyidi de (Âlemin Efendisi) onlardandır ve onlarladır -ki o da Allah Teâlâ’nın Resulü Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem ‘dir ve “...işte bu Hikmette ve ehlu’llâh yâni resuller ve veliler de gerçek Hâkim’lerdir. (İbnu’l-Arabî, el-Fütûhât, II/16, 523) [37]





Hikmet mü’minin yitiğidir; nerede bulursa alır.”  [38] Sözü, bu konuda müslümanlar için önemli bir uyarı niteliğindedir ve söz söylemek de dahil, her işin kuralına uygun, isabetli ve doğru yapılmasını öğütleyen İslami bir kuraldır. Değerli bir araştırmacı, bir konferansında, bu sözün, hadis değil, mantık bütünlüğünden yoksun uydurma bir söz olduğunu, çünkü mü’minin hiçbir zaman hikmeti yitirmediğini, zira Kur’an ve sünnetin bizatihi birer hikmet olmaları hasebiyle, bunların dışında bir başka yerde hikmet aramanın mü’min için mümkün olamayacağını söylemişti. Oysaki bu hadiste, hikmetin yitirilmesinden değil, hikmet karşısında mü’minin takınacağı tavırdan ve muameleden bahsedilmektedir. Esasen hikmeti, Kur'an-ı Kerim ve Sünnet naslarıyla sınırlamanın da, bizzat Kur'an-ı Kerim ve Sünnete göre doğru olmadığını da unutmamak gerekir. [39]





وَ عَدْلُهُ عَدْلُـنَا مَقَامُـهُ مِصْرُنَا





O’nun adâletidir adâletimiz. Onun makâmı bizim Mısrî’mizdir.





Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki:





“Ali insanların en hayırlısıdır, bundan şüphe eden kafir olur”[40]





Hz. Ali kerreme’llâhü vecheyi rahmet ve dua ile yâd etme konusunda kendisine borçlu kalındığını bir kez daha hatırlatmalıyız.





“Bizden istifade edip de bizi rahmet ve dua ile yâd etmemek, sizin için hiç de hoş olmaz ve büyük bir kusur olur”.[41]





“Onun makâmı bizim Mısrî’mizdir” deki mana maneviyat ilimlerinin kaynağı Hz. Ali kerreme’llâhü veche Efendimizdir. Niyâzî-i Mısrî de bu kaynaktan içmektedir; demektir. Hz. Ali kerreme’llâhü veche buyurdular ki;





“Bana sorunuz, vallahi Kıyamete kadar neyden sorarsanız size haber veririm. Bana Allahın kitabından sorunuz, her ayetin gece mi, gündüz mü, dağlıkta mı, düzlükte mi indiğini bilirim” [42]





“Sorun benden beni yitirmeden, bana gökyollarını sorunuz, onları yeryüzü yollarından daha iyi tanırım” [43]





“Gayb sırlarından bana sorunuz, mürsel nebilerin tüm ilimlerine varisim ben” [44]





“Bil ki tüm semavi kitapların esrarı Kur'an'da toplanmıştır, Kur'an'ın tüm esrarı Fatiha'dadır, Fatiha'nın tüm esrarı Besmelededir, Besmelenin tüm esrarı 'B' harfindedir, 'B' harfinin tüm esrarı da onun altındaki noktadadır.” Daha sonra şöyle buyurdu : “ 'B' harfinin altındaki nokta benim. “  [45]














[1] Nesâî, Sehv 55, (3, 50).





[2] Nesâî, Sehv 55, (3, 50).





[3] Tirmizî, Salât 357 , (484).





[4] Tirmizî, Daavât 110, (3540).





[5] İmam Beyhâkî’nin Şuâbu’l İmandan tahriç ettiğini İmam Suyutî Menâhil s. 70’de kaydetmiştir.





[6] Tirmizî





[7] Nisa 63





[8] (ÇİFT, 2003), s.256-258





[9] Tayyib: İyi, hoş. İyi davranış. Temiz.   Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme Cenab-ı Allah (C.C.) en güzel kokular vermiştir. Bu yüzden kendisine Tayyib denilmiştir.   Fık: Helâlin her türlü şüphelerden uzak, saf ve temiz kısmına denir.





[10]  Tahir: Temiz. Pâk. Abdesti bozacak veya guslü icab ettirecek şeylerden birisiyle özürlü olmayan.   Zâhir ve bâtında bütün ayıp ve kirlerden temiz, pâk olduğu için Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme bu isim verilmiştir.   Müzikte: Makam ismi.





[11] Ashab: (Eshâb) (Sahib. C.) Arkadaş olanlar. Sahip olanlar, kullanma yetkisine sahip kişiler.   Halk, ahali.   Sahabeler, yani Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi görmüş ve mü’min olarak ona ve onun mesleğine bağlı kalmış olan zatlar. Bu kişiler, insanlık, doğruluk ve her türlü faziletlerde en ileri seviyede bulunan şahsiyetlerdir.Onlar Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi her an yakın alâka ile takip ederler ve O’na, her cihetle ittibaa çalışırlardı. Dâima sıdk ve sadakatten, doğruluk ve faziletten ayrılmamak cehdi içinde idiler. İslâmiyetin neşir ve tâmimi için her çeşit fedakarlıktan çekinmezlerdi. Risale-i Nur Külliyatından Mektubat isimli eserde denildiği gibi: “Âl ve Ashâb nâmında bu zevat-ı kirâm, nev-i beşerin enbiyadan sonra ferâset ve dirâyet ve kemâlâtla en meşhur, en muhterem, en nâmdar, en dindar ve en keskin nazarlı tâife-i azimesi” dirler.





[12] Buhari, Şehadat 9, Fezailu'l-Ashab 1, Rikak 7, Eyman 27; Müslim, Fezailu's-Sahabe, 214, (2535); Tirmizi, Fiten 45, (2222), Şehadat 4, (2303); Ebu Davud, Sünnet 10, (4657); Nesai, Eyman 29, (7, 17, 18).





[13] Tirmizi, Menakıb (3857).





[14] Müslim, Fedailu's-Sahabe 221, (2540).





[15] Müslim, Fedâilu's-Sahâbe 207, (2531).





[16] Tirmizi, Menakıb (3864).





[17] Rezin tahriç etmiştir. (Hadisin birinci kısmını Câmi'u'us-Sağir'de Suyuti kaydeder (Feyzu'l-Kadır 4, 76). İkinci kısmı da İbnu Abdi'l-Berr, Câmi'u'l-İlm'de kaydetmiştir (2, 91).





[18] Ensâr:  (Nâsır. C.) Yardımcılar. Müdâfiler.   Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Mekke’den Medine’ye hicretinde Onun mücadelesine iştirak edip ona yardımcı, müdâfi, muhafız vaziyetini alan ve Cenâb-ı Hak’tan ve Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemden yardım ve nusret dileyen Sahabe-i Kiram hazeratı. Bu Zevat-ı Kirâm Medine’deki “Evs ve Hazreç” kabilesindendirler. (R.Anhüm) Ensârullah da denir.





[19] Buhari, Menakıbu'l-Ensar 2, Temenni 9.





[20] Tirmizi, Menakıb, (3900).





[21] Tirmizi, Menakıb, (3903).





[22] Buhari, Menakıbu'l-Ensar 11; Müslim, Fezailu's-Sahabe 176, (2510); Tirmizi, Menakıb, (3901).





[23] Sahih-i Müslim c.2, s.24-Hz.Ali'nin faziletleri babında / el-Ha-kim'in "Müstedrek es-Sahihayn" c.3, s. 109 / Tabari'nin "Riyad'ul Nadara" c.2, s.203 / Tirmizi"Kenz'ul Ummal" c.6, s.152'den tahric etti. / İbn-i Hacer'in "Sevaik'ül Muhrika" s. 107 / Talhis el-Müs-tedrek s.26 / Müsned el-Bezzar / Müsned-i Ahmet bin Hanbel





[24] el-Müttaki el-Hindi'nin "Kenz'ul Ummal" c.2, s.607 / el-Münavi' nin "Künüz el-Hakaik" c.1, s.71 / el-Kunduzi el-Hanefi'nin Yena-bi'ül Mevedde" s.179 / Şerh'ül Ercüzat s.293 /  İs'af er-Rağıbin s. 177,178 / El-Zehebi'nin "Talhis el-Müstedrek"





[25] Sünen-i Tirmizi c.6, s.267 / Müsned-i Ahmet bin Hanbel c.4, s.468





[26] Ahzâb,34





[27] Suyûtî, Celâleddîn Abdurrahman b. Ebî Bekr, Târîhu'l-hulefâ (thk. Muhammed Muhyiddîn Abdülhamîd), Beyrut 1416/1995, s. 210. Krş. İbn Abdilberr, Ebû Ömer Yûsuf en-Nemerî el- Kurtubî, el-îstiâb fî ma'rifeti'l-ashâb (thk. Ali Muhammed el-Bicâvî), Kahire, ts., III, 1107.





[28] Buhârî, İlim, 39.





[29] Muahat: Kardeşlik edinme





[30] Seriyye: Düşman üzerine gönderilen süvari müfrezesi





[31] (GÜLER)





[32] Ahmed b. Hanbel, I,160; İbn Ebi'l-Hadîd, ŞerhuNehci'l-belâğa, V, 6; XX, 40. (GÜLER)





[33] Din: Ceza, ivaz.   İman ve amel mevzuu olarak insanlara Cenab-ı Hakk tarafından teklif olunan Hak ve hakikat kanunlarının hey’et-i mecmuasıdır. Din, kâinatın, dünyanın hayatın ve insanın yaratılış gayeleri ve var oluş şekillerini açıklıyarak, onları mânasızlıktan ve abesiyetten kurtarır. İnsanların cemiyet hayatında barış içinde ve kardeşçe yaşamalarını sağlar, hakiki saadete ulaştırır. Dinin zayıfladığı cemiyetlerde ırkçılık ve ihtilâlci ideolojiler yayılır. Milletin birlik ve dirliği bozulur.   Cenab-ı Hakk’ın Dergâh-ı Uluhiyyetine kulluk edasına vesile ve medar olan ibadet, İslâm, şeriat.   Millet.   Âdet, hâl, siyaset.   Hesab.   Kahr, galebe, istilâ.   Mâlik olmak. Aziz olmak.   İtaat etme. Verâ, takvâ. Mâsiyet ve ikrah ve hizmet.   Hüküm, kazâ ve ihsân.   Bir şeyi âdet eylemek, de’b.   Siret ve tarikat.   Tedbir ve tevhid.   Melik, mülk.   Birisini hoşlanmadığı şeye sevketmek.  Ist: Allah ile kul ve kullar arasındaki münasebetleri tanzim eden nizam.





[34] Tirmizi bu hadisi Hasen Garib olarak nitelendirir. Bkz. Tirmizi. Menakıb. 20





[35] M. Esat ÇOŞAN, 29. 12. 1993 – Melbourne Sohbetinden





[36] AnaBritannica, Zülfekar Maddesi. (Hz. Ali, 1981), s. 194-195





[37] (KILIÇ, 1995), s.88





[38] Keşfu’l-Hafa, Beyrut, 1351, I/363-364. 





[39] (ŞICIK)





[40] el-Müttaki el-Hindi'nin "Kenz'ul Ummal" c.11, s.625, Hadis no: 33045 / el-Münavi'nin "Künüz el-Hakaik" s.92 / el-Kunduzi el-Hanefi'nin "Yenabi'ül Mevedde" s.180,247 / el-Bağdadi'nin "Ta-rih-i Bağdat" c.7, s.421





[41] (GÜLER)





[42] Tabari'nin "Cami'ül Beyan" c.1, s.114 / el-Suyuti'nin "Tarih'ül Hulefa" s.214 / Feth'ül Bari c.8, s.485 / Miftah'üs Seadet c.1, s. 400 / el-İtkan c.2, s.319





[43] İbn-i  Ebi Talha'nın "Metalib'üs Süül" s.26 / el-Kunduzi el-Hanefi'nin "Yenabi'ül Mevedde" s.66 / Tefsir'ül Fatiha s.52 el-Ezher bas.





[44] el-Kunduzi el-Hanefi'nin "Yenabi'ül Mevedde" s.69





[45] El-Kunduzi el-Hanefi'nin "Yenabi'ül Mevedde" s.69 / Kemaled-din el-Halebî eş-Şafii'nin "ed-Darr'ül Manzum"


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar