[FÜTÛHÂT-I MEKKİYYE'NİN] ALTMIŞ YEDİNCİ KISMI
Rahman ve
Rahim Olan Allah Teâlâ’nın Adıyla
FASIL
İÇİNDE VASIL
Sa’yin Hükmü
Bazı bilginler,
koşmanın vacip olduğunu; koşulmazsa hac yükümlülüğünün
süreceğini ileri sürer. Bir kısmı ise, sünnet olduğunu söylemiştir. Koşmadan
şehrine dönen kişi küçükbaş kurban kesmelidir. Bir kısmına göre, koşmak
gönüllüdür ve yapmayana yükümlülük yoktur.
Kadınlar kemale ulaşmaktan mahrum
değildir. Bununla birlikte onlar, erkeklerden bir derece eksiktir ki bu tek
derece, yaratılış derecesidir, çünkü kadın erkekten var oldu. Bu durum ise
kemale bir zarar vermez. Çünkü erkeğin -ki söz konusu olan Adem’dirkendisinden
yaratıldığı toprak ile ilişkisi Havva’nın Âdem ile ilişkisine benzer. Halbuki
bu toprak ilişkisi Âdem’in Hakkın onun adına tanıklıkta bulunduğu kemaline
engel teşkil etmemiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, (İsa’nın
annesi) Meryem ve (Firavun’un eşi) Asiye’nin kemallerine tanıklık etmiştir.
Böylece Allah Teâlâ kadında bu durumu dikkate alarak, onun adına kendisi buna
niyetlenmeksizin şeriatta bir ilke belirledi. Bu nedenle Safa ile Merve
arasında İsmail’in annesi Hacer tavaf yapmış, vadinin içinde de yedi kez
koşmuştur. Bu esnada Hacer, oğlu İsmail’in maruz kaldığı susuzluğu giderecek
birisinin gelmesini bekliyordu. Annesi, oğlunun yok olmasından endişeleniyordu
ki, hadise meşhurdur. Allah Teâlâ Hacer’in fiilini Safa ile Merve arasında
koşma yapmış ve haccın meşru uygulamalarından birisi saymıştır.
Safa ile Merve arasında koşmayı vacip
sayanlar, saygıyı yüceltip, koşma yapılmadığında haccı geçersiz saymıştır.
(Bâtmî yorumda ise) Nefs kaynaklı düşünceler başkası adma çalışma ve onlara
şefkat göstermeye yol açtığında, bunun sonucu İlâhî mertebede de kabul edilmek
olur. Allah Teâlâ şöyle buyurur; ‘Ey mutmain nefs, Rabbine dön.’322 Rabbin, bu bedeni yönetmek üzere
kendisinden çıktığın kimsedir. Çünkü dönüş, çıkılan bir yere olabilir. Böyle
olmasaydı, dönüş söz konusu edilmezdi. Halbuki Allah Teâlâ nefse ‘yönel’
demeyip ‘dön’ demiştir. Öyleyse durum ancak böyle olabilir. Nefsin dönüşü, onun
kemali ve yetkinliğidir.
Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Ey
iman edenler! Cuma günü namaza çağrıldığınızda Allah Teâlâ’yı zikre koşun.’323 Böylece Haldcın nidasına koşmak,
dolaylı olarak vacip olmuştur. Öyleyse Hakk, bize indirdiği kitapta kullarına
hitap ederek ‘Evi haccetmek Allah Teâlâ’nın
insanlar üzerinde hakkıdır’324 buyurduğuna göre, koşmak nasıl farz
olmasın ki? Şari’nin Cuma’ya giderken belirlediği ilke, koşmanın vakar ve
ağırbaşlılıkla yapılmasıdır. Bu durum Arafat’tan Müzdelife’ye vakarla inmeye
benzer. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Arafat’tan -ki orası Allah Teâlâ’yı
bilmenin gerçekleştiği yerdirinsanların hızla indiğini gördüğünde, ‘ağır
olunuz, sakin olunuz’ demişti. İnsanlar, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin
emriyle Arafat’tan Müzdelife’ye inmişti. Burası, orada tanınan Hakk ile bir
araya gelme ve yakınlaşma makamıdır. Bu, Allah Teâlâ’nın kalplerine olan özel
tecellisidir. Bu nedenle yer, toplanma ve Müzdelife diye isimlendirilmiştir.
Kelime, yakınlık anlamındaki zülfa
kelimesinden türetilmiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
(Müzdelife’ye giden) insanlara ‘sakin olun, sakin’ dediği gibi Cuma namazına
koşma hakkmda da aynı şeyi söylemiştir: ‘Koşarak Cuma namazına gitmeyiniz.’
Başka bir iadeyle, hızla koşmaymız. Cuma namazına ağır başlı ve vakarlı
geliniz.
Cuma ve toplanma, bu toplayıcı iki
makamda bir araya gelmiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem vakar
demişti, yani, ağırbaşlı ve sakin bir şekilde yürüyün. Bu, ağırbaşlı yürüyüştür,
Çünkü kelime, ağırlık anlamındaki vakr’dan türetilmiştir. Allah Teâlâ’yı bilmek
de onu gerektirir. Çünkü Allah Teâlâ’yı bilen kişi, O’nu görür, O’nu gören ise
O’ndan habersiz kalmaz. Bir makamdan bir makama kendisini çağırdığında sadece Allah
Teâlâ için acele eder. Çünkü, Allah Teâlâ’yı görmektedir ve Allah Teâlâ ile
koşmaktadır. Bu nedenle ağır bir insan gibi yavaşça yürür. Vakarın anlamı
budur. Eşyada sükunet ve dinginlik, yorgunluk ve halsizlikten değil, heybet ve
yücelikten meydana gelir. Allah Teâlâ ile koşmada ne yorgunluk ne bitkinlik
vardır.
FASIL
İÇİNDE VASIL
Koşmanın Niteliği
Şeriat
bilginlerinin çoğu, şunu demiştir: Safa ile Merve
arasmda koşmanın sünneti, Safa’ya çıkarken Kâbe’ye dönerek dua etmektir, sonra,
aşağı inilir. Yeşil Meyle indiğinde ise -ki orası vadinin içidirikinci yeşil
meyle varıncaya kadar koşar. Bu ise, Merve’ye yükselişin ve vadinin
genişliğinin sınırıdır. Günümüzde seller nedeniyle orası kaybolmuştur. Bu
nedenle bazı bilginler, yürümede koşmanın nereden başlayacağını belirleyen
sınır olsun diye, iki meyli vadinin içinin alameti saymıştır. Sonra, acele
etmeksizin sa’y edilir, ikinci meyle geldiğinde ise, Safa’dan inecek şekilde
geçer. Merve’ye ulaştığında, orada da Safa’da yaptığını yapar. Sonra (Merve
ismiyle aynı kökten gelen) ‘mertlikten’ (Safa kelimesinin kök anlamı olan)
‘safa’ arayarak geri döner. Buradaki durumu ise, koşma ve yürümedeki ilk hali
gibidir. Bunu yediye tamamlar. Sa’y eden kişi, Safa’dan başlar, çünkü Allah
Teâlâ önce onu zikretmiş ve onunla başlamıştır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem ise, şöyle demiştir: ‘Ben Allah Teâlâ’nın başladığıyla başlarım.’ Kişi, Allah
Teâlâ’nın başladığıyla başlar ve ayete uyar, ardından dua eder ve Merve ile
(mertlik) bitirir. İlle başın benzeri olduğu için hükümleri de birdir. Bu
nedenle, yedinin kendisiyle tamamlanması nedeniyle onunla bitirir. Bir şeyin
mukabili, o şey ile aynı çizgidedir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
şöyle buyurur: ‘Kıbleye ne tam karşı durunuz ne sırt çeviriniz.’ Bir şeye yüz
dönmek ile sırt dönmek, aynı çizgidedir. İblis, kulu saptırırken yukardan
kendisine gelmede başarısız kaldığında aşağıdan da ona gelemez. Çünkü alt üst
ile aynı paraleldedir. Allah Teâlâ onu lanedemiştir. O, kulun üzerine nurlarm
inişini görür ve yanmaktan korkarak aşağıdan da kula gelmeye cesaret edemez,
altı üst ile aynı çizgide görür. Aynı zamanda bu nurun istiva çizgisi nedeniyle
de aşağıya da ulaştığını görür ki, neden tektir. Atâ şöyle demiştir: ‘Hacı
sa’ye bilmeden Merve ile başlarsa, bu geçerlidir.’ Bazı bilginler ise şöyle
demiştir: Merve ile başlandığında bu şavt geçersidir. Kuşkusuz daha önce
Cabir’in Safa ile Merve’ye çıktığında Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin
hangi duayı yaptığını belirten hadisi zikretmiştik.
İnsan Safa’da üzüntülü, Merve’de ise
ulaşan durumundadır. Dolayısıyla Safa ile Merve arasında sa’y eden kişi,
bundan gafil kalmaz. Safa’ya çıktığında onun adını eseften yorumlar. Burada
‘esef, insanın daha önce Allah Teâlâ’nın haklarını ihlal etmesinden dolayı
duyduğu üzüntüdür. Bu nedenle insan dua ve bunu kendisine hatırlatacak şekilde
zikirle Kabe’ye yönelir, böylece hüznü artar. Merve’ye ulaştığında ise -ki
orası ulaşma yeridirnail olacağı şeyi alır, o da ihsandır. Üzüntünün nimetini,
yani ecrini elde eder. Yedi şavtta da aynı şeyi yapar. Çünkü Allah Teâlâ ona
yedi niteliğiyle ihsanda bulunmuştur. Bunun amacı kulun onlar ile tasarruf
etmesini ve Allah Teâlâ’nın haklarını yerine getirirken hiç birini zayi
etmeden onları kullanmasını sağlamaktır. Bu nedenle sa’y eden kişi, bu konudaki
ihmali nedeniyle üzülür. Allah Teâlâ ise, onun ödülünü tamamlayancıya kadar
Merve’deki ihsanında verir.
Sonra sa’y eden İçişi, vadinin içi
olan iki meyi arasında koşar. Vadilerin içleri şeytanların yerleşim yerleridir
ve bu nedenle oralarda namaz, kılmak mekruh sayılmıştır. Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem, sabah namazına uyanamayacak şekilde vadinin içinde uyuyup
kalınca şöyle demişti: ‘Buradan çıkalım, burası şeytanın bulunduğu bir
vadidir.’ Çünkü o vadide kendisine fitne isabet etmişti. Bu nedenle sa’y eden
kişi, hemen şeytani nitelikten kurtulmak ve şeytanın yeri olan bu yerde
şeytanın kendisine eşlik etmesinden uzaklaşmak için, vadinin içinden koşarak
uzaklaşır.
Mina’da Muhassar’ın içinden de aynı
şekilde hızla koşarak çıkar, çünkü orası, Allah Teâlâ’nın şeytanı kendisinden
yarattığı ateş vadilerinden biridir. Urne’nin içinden de hızla koşar. Burası
ise, Arafat vadisidir. Bu yer, Arife gününde İblis’in durduğu yerdir. İblis o
gün Allah Teâlâ’nın kendisini nitelediği zelillik, küçüklük halinde ve
ağlayarak orada durur. Bu durmanın nedeni ise, Allah Teâlâ’nın hacı kullarının
hatalarını silmesini, onları bağışlamasını görmesidir.
Safa ile Merve arasındaki bu yerde
koşmak, üç hali kendinde toplar: Bunlar inmek, yükselmek ve düz gitmektir, bunların
bir dördüncüsü yoktur. Yürüyen kişi, bu ibadetteki kemal derecesine ulaşır.
Bütün bu kemali ise bulunulan yer vermiştir. Sa’y eden kişi, bunların her birisinde
saüktir. Öyleyse onun inmesi Allah Teâlâ’yadır, yükselişi Allah Teâlâ’yadır,
düz gidişi de Allah Teâlâ karşısındadır. Kul, bütün bunlarda Allah Teâlâ ile
beraberdir, çünkü o Allah Teâlâ’nın emrinden yürümekte ve Allah Teâlâ’ta
yürümektedir. Öyleyse Safa ile Merve arasmda yürüyen insan Allah Teâlâ’dan Allah
Teâlâ’ya, Allah Teâlâ ile beraber, Allah Teâlâ’nın karşısında, Allah Teâlâ’nın
emrinden ve Allah Teâlâ’ta yürümektedir. O, her durumda Allah Teâlâ ile ve Allah
Teâlâ içindir.
Safa ile Merve, düzenlenişiyle evin
özel şeklini ortaya çıkartan taşlarla ilişkili donuk iki niteliktir. Bu özel şekliyle
taşlar, eve adını kazandırır ve bu şekil olmasaydı ev adı ortaya çıkmazdı.
Daha önce donukların Allah Teâlâ’yı en iyi bilenler ve diğer türeyenler içinde
Allah Teâlâ’ya en çok ibadet edenler olduklarını açıklamıştık. Onlar, marifet
içinde yaratılmıştır ve onlarm aklı, şehveti ve hareket ettirilmedikleri sürece
eylemleri yoktur. Onlar, kendi kendilerine hareket edemez, başkaları
tarafından yönlendirilir. Allah Teâlâ’dan başka yönlendiren olmadığına göre,
donuklar Allah Teâlâ’nın yönlendirmesiyle hareket eder. Bitkiler de donuklar
gibi marifet içinde yaratılmış olsa bile, onlar büyümek nedeniyle bu dereceden
eksik kalmıştır. Bitkiler, beslenme özelliğine sahip olduğu için donuklara
karşı üstünlük talep etmiştir. Beslenme, büyüme ve yükselme talebine yol açar.
Donuk ise, böyle değildir. Onun doğal harekette yükselmesi söz konusu değildir.
Fakat yükseğe çıkartıldığında ve doğasıyla baş başa bırakıldığında aşağı
düşer, bu ise, kulluğun gereğidir. Yükseklik ise Allah Teâlâ’nın özelliğidir.
Çünkü Allah Teâlâ el-Âlîdir (Yüce). Öyleyse taş yükseklikte Allah Teâlâ’ya
karşı koymaktan çekinir. Bu nedenle yüksekten düşer. Nitekim Allah Teâlâ
kendisinden böyle bildirdi. Taşlardan söz ederken ‘Onların
bir kısmı Allah Teâlâ korkusundan düşer,325 demişti.
Burada Allah Teâlâ taşın düşüşünü korkudan saydı. Düşmek Allah Teâlâ
korkusundan kaynaklanmıştır. Onun müşahedesi de, özü gereğidir. Allah Teâlâ ‘Allah
Teâlâ’dan kendini bilen kullar korkar™6 buyurur. Kim korkarsa, korktuğu
kimseyi bilir. Sehl b. Abdullah’ın görüşü budur.
İnsanda donukluk niteliğinden daha
üstün bir nitelik yoktur. Ardından bitki ve sonra da hayvani nitelikler gelir.
Bu nitelikler ise, bitkilerden daha etkindir. İlahlık iddiasında bulunan
insan, donukluk derecesinden uzaklaştığı ölçüde bu yükseklikten İlâhî bir
suret kazanır. Bu suret ile de, aslından uzaklaşır. Öyleyse taşlar, gerçek
kullardır. Onlar yaratılış asıllarmdan çıkmamıştır.
Allah Teâlâ, bu taşları suların
ortaya çıktığı yer yaptı. Sular, doğal âlemdeki bütün canlıların hayat ilkesidir.
Bilgiyle ise, bilgisizlik ile ölmüş insan hayat bulur. Böylelikle taşlar
korkuyla bir araya gelir ve kendilerinden bilgi ve hayat arasında nehirler
fışkırır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Taşların
bir kısmından sular fışkırır.,327 Bununla birlikte taşlar kasvet ve
katılık özelliğindedir. Bu durum, onların kulluk makamındaki güçlerinden
kaynaklanır. Dolayısıyla taşlar, kulluklarında sarsıntı geçirmezler. Çünkü
onlar, bulundukları yerden ayrılmayı istemez. Bunun nedeni onlarda bulunan ve
en üstün nitelikler olan bilgi ve hayattır. Öyleyse Safa’dan Merve’ye koşan -ki
bu İlcisi taştırinsan taşın hakikatinin gereğini elde eder. Bu ise, korku,
bilgi, Allah Teâlâ’yı bilmek ve bu konuda direnç göstermektir. Kim koşar ve bu
koşu esnasında bu niteliklerin benzerlerini kendinde bulursa, hiç kuşkusuz,
gerçekte koşmuş ve koşmanın neticesini elde etmiştir. Bu durumda ise, koştuğu
yerden kalbi Allah Teâlâ ile hayat bulmuş ve Allah Teâlâ korkusuna sahip olmuş,
O’nun değerini ve kendisine ve Allah Teâlâ’ya ait şeyleri bilmiş bir halde
ayrılır. Bunları kendinde bulmayan bir insan Safa ile Merve arasında
koşmamıştır.
FASIL
İÇİNDE VASIL
Sa’yin Şartlan
Bilginler, Safa
ile Merve arasında koşmanın şartlarından birinin
hayızdan temizlik olduğunda görüş birliğine varmıştır. Abdest temizliğine
gelirsek, bütün bilginler şunu söylemiştir: Abdest almak (hadesten
temizlenmek), sa’yin şartı değildir. Bu görüşe karşı çıkan
ise, Hasan elBasri’dir.
Bilmelisin ki, daha önce sa’y
bölümünde bir takım şeyleri ortaya koymuş, Safa ile Merve’nin hükmünden söz
ederken taşın bâtını yorumundan söz etmiştik. Bilginler, bu ibadette hades’ten
temizlenmenin şart olmadığında görüş birliğine varmıştır. Koşan kişi burada
sırf kuldur. Bu kulluğu ise, (kir anlamındaki hades ile
yaratılmışlılc anlamındaki hâdislik ve hades
ilişkisinden) hâdisliğiyle (yaratılmışlılc) gerçekleşebilir. Hâdisliği
olmasaydı, kulluğu geçerli olmazdı. Hâdislikten temizlendiğinde ise,
hakikatinden çıkmış, bu kulluktan çıktığı ölçüde de Rabhkta ortaklık iddiasında
bulunmuş olurdu. Bu insan, gusül gibi genel anlamda temizlenirse hakikatinden
çok daha fazla uzaklaşmış sayılır. Abdest gibi özel bir temizlikle
temizlenirse, hakikatine daha yakındır. Uygun olanı benimsemek, hakikat
bakımından daha yedsin bir davranıştır.
Bu ibadette temizliği benimseyen kişi
şöyle demiştir: Her canlıya hangi şekilde olursa olsun bir fiilin nispeti
zorunludur. Taşlardan aslı üzerinde daha fazla kalmış hadis ve yaratılmış bir
varlık yoktur. Bununla birlikte Allah Teâlâ, onları korku özelliğiyle
nitelemiştir. Bu ise, taşlara nispet edilen bir fiildir ve onların korktuğu
söylenir. Taşların bu fiilin kendileriyle ilişkilendirilmesinden -korkudan
değiltemizlenmesi gerekir. Bu durumda Allah Teâlâ’dan gerçekte korkmuş
olurlar. Aynı şekilde, suyun çıkması da onlarla ihşkilendirilmiştir ve onların
bu nispetten de arınması gerekir. Bu nedenle, Hasan-ı Basri bu ibadette
temizlenmenin şart olduğu görüşüne varmıştır. Bu görüş ise, tıpkı Hasan (Güzel)
ismi gibi, güzel bir düşüncedir. Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Allah
Teâlâ’nın ancak temiz bir şekilde ya da abdestliyken zikredilmesini söylemişti
ve Safa ile Merve arasında koşarken Allah Teâlâ’yı zikredilmesi zorunludur.
Öyleyse temizlikten söz etmek, daha yerindedir. Hasan-ı Basri, bize göre Allah
Teâlâ yolunun mensuplarının önderi, sır ve işaret ehlinden biridir.
FASIL
İÇİNDE VASIL
Sa’yin Tertibi
Bilginler,
sa’yin Kabe’yi tavaftan sonra yapılabileceğinde
görüş birliğindedir. Tavaftan önce sa’y eden kişi, Mekke’den çıkmış olsa bile,
geri döner ve tavaf eder. Bunu bilmezse ve umrede ya da hacda eşine yaklaşırsa,
üzerinde hac ve kurban ya da başka bir umre kalır. Bazı bilginler, hiçbir
yükümlülüğünün olmadığını söylemiştir. Bazı bilginler ise, Mekke’den çıkmış ise
geriye dönmeyeceğini, fakat küçükbaş kurban kesmesi gerektiğini söylemiştir
ki, ben de bu görüşteyim.
Bilmelisin ki, Allah Teâlâ bizi hacca
davet ederken sadece evi ziyaret etmemiz için davet etti. Öyleyse oraya
vardığımızda davet nedenimizden başka bir şeyle başlamamamız ve Evi tavaf
etmezden önce başka bir şey yapmamamız gerekir. Bize emrettiği bir şeyi
yaptıktan sonra ise, tanımladığı tarzda diğer ibadedere koyuluruz. Bu durum,
zorunlu kul olmamız ve kulluktaki makamımıza uyduğumuzda böyledir. Nitekim ‘Hac
uygulamalarını benden alınız’ diyen peygamber de böyle yapmıştı. Allah Teâlâ
ise şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ’nın peygamberinde sizin
için güzel örnek vardır.,ns Bir ayette ise ‘Allah Teâlâ’yı
seviyorsanız, bana uyun, O da sizi sevsin5329 buyurur. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Sünnetimden biraz yüz çeviren kimse, benden
değildir’ demişti. Böylelikle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, Allah
Teâlâ’nın bizden bu ibadette istediği şeyi açıklamıştır ki, gerçek yorum budur.
(Koşmayı öncelemenin bâtını yorumuna
gelirsek) Bize göre kulun nazı aşırıya götürmesi, horluk anlamındaki zilletten
çıkmaktır. Allah Teâlâ, insanı kendi suretine göre yarattığına göre -ki surete
göre yaratılmak izzeti gerektirirkulun davranışında ihtiyarı olmasını istemiş
olmalıdır. Bu iradeyle, dilediğinde suret ile zuhur etmesi mümkün olsun diye
-çünkü iradenin bir yerde bir etkisinin olacağını biliyordu-, yükümlü
tutulmuştur. Bu nedenle sa’yi öne almış ve şöyle demiştir: Hakk bizi evine
davet etmiş olsa bile -ki oraya ulaşmamız ve onu tavaf etmemiz bir
zorunlulukturyolumuzda evden başka bir yere uğramayı yasaklamadı. Yasaklamış
olsaydı, yasağın sınırında dururduk. Bu konuda susmuş olması ise, serbest
bıraktığı anlamına gelir. Bunu bize emrettiğine göre, evi tavaf etmek
zorunludur. Nitekim Allah Teâlâ ‘Soylu evi tavaf ediniz’330 buyurdu. Biz ise, surete göre
yaratılmış olduğumuz bir yerde koşmayı önceledik ki ihtiyarın bir hükmü ortaya
çıksın. İhtiyar ise, onun makamına vefa göstermek ve ona dikkat çekmektir.
Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Rabbin dilediğini yaratır ve seçer.’331 Biz de İlâhî surete göre yaratıldık
ve bu hakikatin de bir sonucunun olması gerekir. Yine de, uygunu, suretin
gereği olan ihtiyarı ve seçimi başka bir yerde kullanmaktır. Çünkü gerçek kul
olan Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem, daha önce bunu açıklamıştı.
Öyleyse koşma tavaftan önce yapılmaz yada koşarken Merve Safa’dan önceye
alınmaz. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Allah
Teâlâ’nın peygamberinde Allah Teâlâ’yı ve ahiret gününü umanlar için güzel
örnek vardır.’332 ‘Kim
yüz çevirirse Allah Teâlâ zengin ve hamiddir.’333 Burada saygıyı öğrenelim diye,
edebin gereği olarak bizi kınamamıştır. Bunun yerine Allah Teâlâ, kendisini
insanları davet ettiği şeye muhtaç olmamak özelliğiyle nitelemiştir. Bu davete
olumlu karşılık vermenin yararı, bizzat insanlara döner ve Allah Teâlâ ona
muhtaç değildir. Bu nedenle sa’yi öne alan kişi, bir ruhsat bulmuştur.
Ayette el-Gani isminden sonra
el-Hamid ismini zikretti. Başka bir ifadeyle Allah Teâlâ, dünya Ve ahirette
bütün övgülere ehildir. Her durumda Allah Teâlâ, övgünün sahibidir. İnsanın
surete göre hareket edip onun gücünün gerektirdiği şekilde seçimde bulunması
veya zorunlu bir kul olarak hareket etmesi durumu değişmez. Her durumda Allah
Teâlâ, övgünün sahibidir. Allah Teâlâ, hal diliyle şöyle der: ‘Suretim
olmasaydı, seçemeyecektin ve özgür olmayacaktın. Öyleyse benim suretim, seçimin
sahibidir, yoksa seçim sana ait değildir.’ Bu ise, kul için bir mazerettir.
Aynı zamanda bu durum, Allah Teâlâ’nın keremindendir ve burada bir zorlama
yoktur. Dolayısıyla bu davranış kınanmaz ve Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
selleme uymamak ve onu örnek almamaya katılmaz. Çünkü daha önce söylediğimiz
gibi, Şari bunu engellememiştir. Bu ise, kınamadığı ve övmediği, bilakis
hakkında sustuğu için Allah Teâlâ’nın sırlı bir uyarısıdır.
FASIL
İÇİNDE VASIL
Mina’ya
Uğradığında Tevriye Günü Hacı Ne
Yapar
Tevriye
günü, Zilhicce ayının sekizinci güriü Mina’ya çıkarak orada
gecelenen gündür. Kişi öğlen, ikindi, akşam, yatsı ve Arife günü olan dokuzuncu
gününün sabah namazını Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme uyarak orada
kılar. Bütün bilginler, bu davranışın haccın geçerlilik şartı olmadığında
görüş birliğine varmıştır. Arife günü olduğunda ise, Arafat’a gider ve orada
vakfe yapar. Hacı Kâbe’ye ulaşarak Allah Teâlâ hakkında bir bilgi elde eder, Allah
Teâlâ’nın sağ eline musafaha ve biat ederken de Allah Teâlâ ehlinin bu esnada
bulduğu şeyleri elde eder. Kâbe’yi tavaf ederken, koşarken ve Mina’da namaz
kılarken Allah Teâlâ hakkındaki bilgilere ulaşır. Allah Teâlâ onun adına
Harem’de gerçekleşen bilgiyle Hil’de -ki Arafat’tırverdiği bilgileri ayırt
etmek istemiştir. Hil bölgesindeki bilgi, kuldan yasaklamanın kalkmasına
sağlar. O ise, ihramlıyken hac için ihrama girdiği için mahrumdu. Hacı,
Arafat’ta ihramlıyken elde ettiği bilgilerle ihramdan çıktığında elde ettiği Allah
Teâlâ hakkındaki bilgiyi birleştirir. Allah Teâlâ’yı Harem’de bilmek -ki kişi
bu esnada ihramlıdırbenzerin ilişkisini bilmek demektir. Çünkü ihram ile insan
engellendiği gibi Harem’de de engellenmiştir. Buradaki durum, Arafat’ın
hükmünden farklıdır. Orada insan Hil (helal olan bölge) içinde ihramlıdır. Bu
yönüyle Arafat’ta ilişki bakımından daha uzak, güçlük bakımından daha çetin bir
haldedir. Çünkü söz konusu olan, bir zıtlık ve ayrım karşıtlığıdır. Hil,
hacının ihramıyla Harem olmadığı gibi hacı da o yer HiPdir diye ihramdan
çıkamaz. Dolayısıyla bunlardan birisi diğerini etkilemez. O halde kul ihramlı
kaldığı için, engellenmeyle ayrışır. Onda Muhtar Haktan hiçbir özellik yoktur. Hakk
ise, Hil’de hiçbir şeyin kendisine yasaklanmayışıyla ayrışır: O, dilediğini
yapar. Vehim gücü, aldın deliline dayanarak, Hakkın değişmeyen bilgisinin O’nun
üzerinde hüküm sahibi olduğunu zanneder. Bu ise, ihtiyarın zıddıdır. Bu
durumda yasaklanan kimseye benzer.
Hacı Hil bölgesindeki Arafat’ta
vehmin akıl kanıtıyla kabul ettiği yasaklamayı gideren bilgiyi kazanır.
Buradaki Allah Teâlâ bilgisinde vehim akılla eşittir. Bu nedenle Allah Teâlâ
hakkında kısıtlamaya gider ve O’nu bir şeydeki bilgisinin hükmü altına sokar.
Bu ise, bilginin Allah Teâlâ’nın zatına ilave bir nitelik olduğunu, O’nunla var
olduğunu, ilgili olduğu şeye göre Allah Teâlâ’nın zatı üzerinde hüküm sahibi
olduğunu söyleyenlerin görüşüdür. ‘Allah Teâlâ’nın bilgisi, O’nun zatıdır’
diyenler ise böyle düşünmek gereğini duymaz. Bu ise, değerini onu bilenlerin
anlayabileceği Allah Teâlâ hakkında şaşırtıcı ve özgün bir bilgidir. Hacı bu
bilgiyi elde etmek istediğinde, yolunda Mina’ya uğrar. Burası, ‘büyük hac’
yeridir. Hacı Arafat’ta durmazdan önce onun tadına varmak ister, çünkü oraya en
büyük hac günü olan kurban günü ulaşmıştır. Bu ilk zamanda Arafat’ta vakfe
yapanlar Müzdelife’de vakfe yapanlar ile bir araya gelerek hacıların büyük
kısmı Mina’da toplanır ve burada namaz kılarlar ve gecelerler. Böylece gecenin
ve gündüzün hükmünü bu konuda tadar. Böylece gündüzün işiyle gecenin tecellisi
arasındaki ve namaz vakitlerinde gerçekleşen şeylerde
buraya özgü olan durumlar ortaya çıkar. Hacı, vakfe’den oraya döndüğünde bu
konudaki zevkinin eşit olup olmadığını veya Arafat ve Müzdelife’nin etkisini
nedeniyle halinin değişip değişmediğini öğrenir. Orada gecelemesi ve Mina’da
durması ise, gelecekle ilgili bir bilgi elde etsin diye, bir denenme ve sınanma
halidir. Sadece Arafat’ta duran kimse ise, bu bilgiyi elde edemez, çünkü o,
böyle bir bilgiye kavuşamaz. Bu kişi, Mina’nın hükmünün Arafat’tan sonra ve
Arafat5tan önce değişip değişmediğini bilemez. Bunun nedeni budur.
FASIL
İÇİNDE VASIL
Arafat’ta Durmak
Bütün bilginler
Arafat’ta durmanın haccın bir rüknü ve unsuru olduğunda
görüş birliğine varmıştır. Arafat’ta durmayan kişiye hac ve küçükbaş kurban
kesmek düşer. Biz ise, Arafat’ta durmayanın kurban kesmesi gerektiği görüşünde
değiliz. Çünkü o, o umreyle birlikte aynı yıl hac yapmadığı için temettü hacı yapmamıştır.
Arife günündeki sünnet, güneş tepe noktasından sapmaya başlamadan önce oraya
gitmektir. Güneş batmaya yöneldiğinde ise, imam insanlara hutbe okur, sonra
öğlen ve ikindi namazları öğlenin ilk vaktinde birleştirilir. Sonra, güneş
batıncaya kadar vakfe yapılır. Nitekim Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
de öyle yapardı.
Haccı yönetmek, en büyük sultanın
görevidir ve bu konuda bilginler arasmda görüş ayrılığı yoktur. Bu sultan, iyi
ya da günahkar (facir) olsun, ardında namaz kılınan kişidir. Namaz kılarken
onun iyi olduğu hakkındaki görüşümüzü daha önce dile getirmiştik. İnsan ancak
iyi birinin ardında namaz kılabilir ve imam ancak iyi olabilir. Bu meselede
şekilci bilginlerin zikrettiği fücur ve fışkın anlamı yoktur. Bu konudaki
görüşleri daha önce aktarmıştık. .
Bugün içinde yerine getirmemiz
gereken sünnet, imamla birlikte namaza gitmektir. Bu yürüyüşte ise, Allah Teâlâ
ile Allah Teâlâ karşısında ve marifet gününde Allah Teâlâ’ya yürüdüğümüzü
dikkate alırız. Çünkü orası Arafat’taki bir mescittir ve orası kulluk
mescididir. Mescit, sadece kulluk mekanı olabilir, çünkü secde, eğilmek ve
yüksekten aşağı inmek demektir. Bu nedenle secde edene ayaktan yere indiği
için ‘secde eden’ denildi. Arafat mescidi insanın kendisi hakkında bir bilgi
verir. Bu bilgi, insanın Rabbinin bilgisine ulaşacağı bir basamak haline
gelir. Çünkü ‘kendini bilen Rabbini bilir.’ Bu nedenle ona secde etmiştir.
Marifet, sıçrayışta tek bir durumu talep eder ki, o da onun ilgili olduğu
şeydir. Başka bir ifadeyle kulun bilgisi ,ve marifetinin özel anlamda.Allah
Teâlâ’nın mutlak birliyle ilişkili olmasını ister. Marifetin gerçekte tek bir
konusu vardır. Bu ise, kulun bilgisinin ve marifetinin Allah Teâlâ’nın mutlak
birliğiyle ilişkili olmasıdır. Şari Teala ‘onu bilir’ demek yerine bilgiyi
gösteren bir şey deseydi -nitekim Arafat da bilgiye delildirbu bilginin mutlak
birlikle ilgili olduğunu var saymaz, başka bir nedenle ilgili olduğunu
söylerdik.
Buradan ise, insanın nefsini bilmede
birliği yönünden çift oluşunu (imkanın anlamı!) aradığını öğrendik. Onu
bildiğinde ise, Hakkın birliğinin bilgisi farklılaşır. Çünkü Bir’i bir
bilebilir. Sen çift oluşundaki birliğinde O’nun birliğini bilebilirsin. Burada
Şari, bilgide Arafat ismini getirdi. Bunun nedeni, Yaratan’ın mutlak birliğini
bilmeyi kastetmiş olmasıdır. Çünkü kişinin zatından başka herhangi bir ilişkide
bir birliği yoktur. Bunun tek istisnası, var eden anlamındaki Yaratanın mutlak
birliğidir. Bu nedenle onunla övülür ve onu ilahlık iddia eden ya da hakkında
ilahlık iddiasında bulunulan kimse ile kendisi arasmda ayrım yapmıştır. Allah Teâlâ
şöyle buyurur: ‘Yaratan yaratmayan gibi midir?
Düşünmüyor musunuz?’334 Yaratmada ortaklık
gerçekleşseydi, Allah Teâlâ yaratma özelliğini bir övgü görmez ve onu bir
kanıt saymazdı. Delil olmada ortak olsa bile, böyle bir şey geçerli değildir.
Buradan, Yaratan (olmanın) Allah Teâlâ’ya ait mutlak birlik (demek) olduğu
anlaşılır, O’ndan başkasına ait bir nitelik olamaz. Bu nedenle Allah Teâlâ’yı
Arafat’ta bilmek, mutlak birliğin niteliğidir. Allah Teâlâ’nın bize kendisiyle
hitap ettiği (Arapça) dilde marifetin anlamı budur. Bunu öğrendiğinde, marifete
ulaşırsın.
FASIL
İÇİNDE VASIL
Arafat’ta Ezan
Bilmelisin ki
bilginler, Arafat’ta ikindi ve öğlen ezanının ne
zaman okunacağı hakkında görüş ayrılığına düşmüştür. Bir kısmına göre, hutbenin
başı veya büyük kısmı okunduğunda müezzin ezan okur ve imam hutbesini sürdürür.
Bir kısmına göre ise, imam ikinci hutbeye başladığında, bir kısmına göre, imam
minbere çıktığında ezan okunur. Müezzin ezanı Cuma namazının ezanı gibi okur.
Ezan tamamlanınca, imam ayağa kalkar ve hutbe okur. Günümüzde böyle hareket
edildiğine tanık oldum. Bu, Ebu Hanife’nin görüşü iken birinci görüş Malik’in
mezhebi, İkincisinin Şafii’nin görüşü olduğu söylenmiştir. Malik’in ise, Ebu
Hanife gibi düşündüğü aktarılmıştır. Bu görüşü İbn Nafi, Malik’ten aktarmıştır.
Konuyla ilgili hadis şudur: Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem, insanlara hutbe irat etmiş, sonra Bilal ezan
okumuş, sonra peygamber kalkmış ve arada nafile namaz kılmaksızın öğlen ile
ikindi namazlarını birleştirmiştir (cem’).
Ezan, bir zikir değil, bildirmedir.
Bazen ise, (içerdiği) zikir nedeniyle zikirle bildirim olabilir. Bu durumda
ezan, iki hayye-ala’nın (haydin namaza, haydin kurtuluşa bölümleri) dışindaki
kısımlarıyla zikirdir. Bu ikisi ise, belirli bir ibadete çağırmayı ifade eder.
Fark halinde cemi (birleştirmesi) dikkate alan kimse, bu iki namaz için tek bir
namaz ve iki kameti gerekli görür. Öğlen ve ikindi namazlarında farkı dikkate
alan kimse ise, birlikte ayrım (cem’de fark) hükmünü dikkate almış ve şöyle
demiştir: İki ezan ve iki kamet lazım! Bu nedenle görüş ayrılığı ortaya
çıkmıştır. Bazı bilginler, iki ezan ve iki kameti gerekli görmüşken bazıları
tek ezan ve iki kametin gerektiğini söylemiştir. Namazı dikkate alan kimse, onu
hutbeden sonraya bırakırken hutbenin dinlenmesini önemseyen, onu önce alır.
Bazı bilginler ise, ezanın ezan formunda Allah Teâlâ’yı zikretmek olduğunu
söylemiştir. Söz gelişi müezzinin söylediğini tekrarlaması emredilmiş bir insan,
ezanı (müezzinin ardından) tekrarlarken, Allah Teâlâ’yı zikretmektedir, yoksa
ezan okumamaktadır. Çünkü müezzinin sözünü tekrarlayan kimsenin müezzin olduğu
söylenmez. O, ancak ezanının formuyla zikir yapmaktadır. Bu kişi, hutbe
esnasında ezan okumayı dile getirir. Durum karinesiyle ise, insanların o gün
Arafat’a yönelmesi yeterlidir. Onların o günde kendilerine gerekli fiillere
önem göstermekten başka bir fiilleri yoktur. Bu fiillerden birisi de, hutbe
dinlemek ve namaz kılmaktır. Bu nedenle, bilmeyene namaz vaktinin girdiğini
hatırlatmak amacı taşıyan ‘bildirme’ anlamındaki ezanın dışında, ezana gerek
duyulmaz ve bu nedenle de ezan zikir haline gelir.
Çünkü Allah Teâlâ yolunda zikir,
sözle sınırlı değildir. Bilakis o, kulun fiillerini de içerir. Bu diırum, bütün
fiillerinde Allah Teâlâ’nın başarısıyla kul rızıklandığında böyledir, Kul, bu
durumda vacip veya mendup bütün fiillerini Allah Teâlâ’ya itaat yerine getirir.
Bu davranış ise, Allah Teâlâ’yı zikretmek diye isimlendirilir. Bu fiildeki
zikir, onu Allah Teâlâ’yı adına olduğunu söylemesidir. Allah Teâlâ’ya
yaklaşmayla niyetiyle yapıldığı için, zikir diye isimlendirildi. Hz. Aişe
şöyle der: ‘Peygamber her durumda Allah Teâlâ’yı zikrederdi.’ Öyleyse zikir,
uyanıldık, uyku, hareket ve durağanlıktaki bütün fiilleri içerir. Burada Aişe,
Peygamberin bütün eylemlerini kastetmektedir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem, bütün hallerinde Allah Teâlâ’ya yakınlaştırıcı bir durumdaydı, çünkü Allah
Teâlâ ‘kendisini zikredenlerle oturur.’ Öyleyse Allah Teâlâ için yapma veya
terk etme tarzındaki bütün ibadetler, Allah Teâlâ’nın zikrinin parçasıdır.
Başka bir ifadeyle onlarda Allah Teâlâ zikredilmiştir. Allah Teâlâ’dan dolayı
veya belirlediği tarzda o fiiller yapılmış veya bırakılmıştır. İşte Allah Teâlâ’yı
bilen başarıya erdirilmiş kimselerin zikri budur.
Bilginler, imam Arife günü namazdan
önce hutbe okumadığında namazının caiz olduğunda görüş birliğindedir. Buradaki
durum, Cuma’dan farklıdır. Bu fark, Cuma namazı ile Arafat’taki namaz arasındaki
farklardan biridir. Peygamberin yaptığı şey, namazdan önce hutbe okumaktı.
Bilginler, bu namazda okumanın açıktan değil, gizli olduğunda da görüş
birliğindedir ki, bü da Cumadan farklıdır.
O gün hatip, kulun kalbinde Hakk’ın
öğütçüsü ve vaizidir. Kulun organları ise, bu hutbeyi dinlemek için bulunan
cemaate benzer. İmam onları Allah Teâlâ’ya itaate teşvik eder. Bu yerde Allah
Teâlâ’nın önünde dursunlar diye kendilerini çağırmasını, insanların kıyamet
günü Rablerinin huzurunda durmasını hatırlatmak demek olduğunu insanlara
bildirir. Bugünde Allah Teâlâ’nın kendilerine bunun kıyamet günü gelişinden
farklı bir şekilde geleceğini bildirir. Kıyamet günündeki geliş, ayırma ve
hüküm vermek, simalarıyla fırkaların birbirinden ayrışmasını sağlamak amacı
taşır. Arife günü gelişi ise, o yerde bulunanlar adına mağfiret, merhamet,
ihsan ve nimedendirme amacı taşır. İlahi ihsan o gün ehline, başka bir
ifadeyle hac için ihrama girenlere ulaşır. Bu ihsan, orada hacı olmadığı halde
o gün duran (vakfe yapan) ortaklarına da ulaşır. O halde, onların hükmü
kendileriyle birlikte oturanın bedbaht olmadığı bir toplulukla oturan kimselere
benzer. Allah Teâlâ, zikir meclislerine katılıp oraya zikretmek için değil de
bir ihtiyacı nedeniyle gelenler hakkında meleklerine şöyle der: ‘Zikir
meclisindekiler, kendileriyle birlikte oturanların bedbaht olmayacağı
kimselerdir.’ Böylelikle Allah Teâlâ’nın mağfiret ve hoşnutluğu hepsini
kuşatır. Allah Teâlâ Arafat’ta vakfe yapmış olmaları yönünden hacıların Hakk
etmiş oldukları ücreti katmerleştirir. Bütün bunları kul, kendi nefsine
hissettirir.
Bu gün yaptıkları ibadet Allah
Teâlâ’ya şükür olsun diye, hatibin insanlara bayla bir İlâhî ihsanı
hatırlatması gerekir. Bu durumda onlar, Allah Teâlâ’dan elde ettikleri nimetin
karşılığında içinde bulundukları tozlu topraklı hali ve çektikleri yorgunluğu
unutur.
Hutbe tamamlandıktan sonra namaza
kalkılır. Orada, çıplak ve yalın ayak dikişli elbiselerden soyunmuş, başlarını
kazımış, ayakları üzerinde yüce Rabbin önünde durur bir halde Arafat’ta duran
kişinin namazı gibi namaz kılarlar. Böylelikle onlar, hep birlikte, o gün
âriflerin namazını kılarlar. Bu konuda şu dizeleri söyledik:
Ariflerin namazı huşu
duygusuna sahiptir Miskinliği, zilleti ve yoksulluğu vardır!
Onu kılan, müşahedede tektir
Şehadetinde onun üzerinde
bir zorlama vardır.
Bu gün hacının namazında kendisiyle
Rabbi arasındaki özel hali, okumasını gizli yapmasını gerektirir. Bu ise, o
mertebede Hakka gerçek anlamda ulaştığını hissettirmek için içinden gizlice
zikretmektir. Çünkü onu içinden zikrettiğinde -Ki Kuran bir zikirdirHale da
kendisini zikreder. Kul ise Hakkın kendisini zikrettiğini fark edemez. Çünkü Allah
Teâlâ kulu içinden zikrettiğinde, onu hâdisliğin (yaratılmışlık) bulunmadığı
ezeli bir mertebede zikretmiş demektir. Bu zikirle kul için ezelde bir bulunuş
gerçekleşir. Hakk, onu kendisinde zikrederek hazır bulundurmuştur. Kul Hakla
bir toplulukta zikrettiğinde, hâdislik mertebesinde zikretmişti. Hâdislik ise,
kulun niteliğidir. Öyleyse buna konum bakımından sadece özel zikir olmasını
eklemiştir. Arafat, yüce bir yerdir. Bu nedenle, bu mertebenin gerçekleşmesini
sağlamak için, oradaki okuma namazda içten yapılmıştır.
FASIL
İÇİNDE VASIL
İmam
Mekkeliyse, şu konuda görüş
ayrılığına düşülmüştür: İmam burada, Mina’da ve Müzdelife’de namazı
kısaltır mı, kısaltmaz mı? Bazı bilginler, burada kısaltmanın zorunlu olduğunu
düşünür. Onlara göre imamın Mekkeli veya o yerli olup olmaması durumu
değiştirmez. Bir kısmı, ancak yolcu olduğunda kısaltabileceğim söylemiştir.
Yolculuğu dikkate alan bilgin,
namazda birlik makamında Hakk ile konuşmayı kast ederek, mutlak birliği
yönünden kendisinde Hakk ile konuştuğu rekatı Hakka ait sayar. Kendisinde kulun
birliği yönünden Hakk ile konuştuğu ikinci rekatı ise, kula ait sayar. Söz
konusu birlik sayesinde kul, bu fiil tek bir şeye ulaştığı için, Arife gününde
Hakkın mutlak birliğini tanır.
İmamın (eksik değil) tam kılmasını
kabul eden bilgin, iki rekatı da Hakka ait sayar: birincisi zatı, İkincisi
belirli-özel bir bağla bize bilinir olması yönünden Hakka aittir. Söz konusu
bağ, Hakkın bizim tarafımızdan bilinir olma özeliğiyle nitelenmesini
gerektirir. Çünkü bizim dışta varlığımız olmadığı için, daha önce büinir
olmakla nitelenmemişti. Dolayısıyla O’nu bilmek isteyecek kimse de yoktu. Bu
kişi, diğer iki rekatı dikkate alır: Birincisi, dış varlığı yönünden kulun
zatına ait iken ikinci rekatı mümkün olması yönünden kula aittir. Bunu,
kendisine mensup oluşu bakımından onun varlığını tercih edecek birisine muhtaçlığı
ortaya çıkartır. Söz konusu şey ise, delilin bilinmesidir. Müşahedede de bir
delildir, çünkü o, görülen hakkında bilgiye ulaştıran bir yoldur. Fikir ise,
müşahede etmese bile, aldın bağımsız olarak Allah Teâlâ hakkındaki bilgiye
ulaştıran bir yoldur.
İşte Arafat mekanının gereğine göre,
namazı tam ya da eksik kılmanın sırrı budur. Bu veri, bu yerde namazda
gerçekleşen Allah Teâlâ’yı bilmeyle ilgilidir.
FASIL
İÇİNDE VASIL
Arafat’ta Cuma
Bilginler,
Cumanın (Arafat’ta) farz olup olmadığı ve ne zaman
farz olduğu hakkında görüş ayrılığına düşmüştür. Bir kısmı Cuma’nın Arafat’ta
farz olmadığını söylemiştir. Bunların bir kısmı ise Cuma’nın vacip olabilmesi
için Arafat bölgesinden kırk adamın bulunmasını şart görmüştü. Bazı bilginler
ise, şunu ileri sürmüştür: Hac emiri Mina’da veya Arafat’ta namazı
bırakmayanlardan ise -her ikisinde de tesadüf ederseCumayı insanlara kıldırır.
Bazı bilginlere göre, hac emiri Mekke valisi ise insanlara Cuma kıldırır.
Benim görüşüm de budur. Bana göre hac emiri yolcu veya yerleşik olsa bile insanlara
Cuma namazı kıldırır. Orada bulunanların sayısının çok veya dilde ‘topluluk’
adı verilen sayıdan az olması durumu değiştirmez.
Bu yorumu yazdığım gece, bu bölüme
uygun bir vakıa gerçekleşti: Uykumda meleklerden birini görüyordum. Bana
üzerinde toz bulunmayan ve parçaları sıkıştırılmış bir toprak kesiti verdi.
Uzunluğu bir karış, genişliği bir karış, derinliğinin ise sınırı yoktu. Elimde
bulunduğunda, onu şu ayet (şeklinde) gördüm: ‘Her
nerede bulunursanız, yüzlerinizi onun tarafına çevirin ki, insanların sizin
üzerinizde bir kanıtı olmasın.,ns Bu ayetin ‘Bana
şükredin, nankörlük etmeyin”36 kısmına kadar konuyla ilgiliydi.
Şaşırdım, bana verilen şeyin bu ayetlerin aynısı olduğunu inkar edemiyordum,
fakat onun bir toprak parçası olduğunu da inkar edemiyordum. Bunun üzerine
bana şöyle denildi: ‘Kuran böyle indirildi ya da Muhammed’e böyle indirildi.’
(Rüyamda) Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellemin bana şöyle dediğini görüyordum: ‘Kuran bana da böyle
indirildi. Sen de onu zevk yoluyla al. Gerçek de öyledir. Acaba burada bulduğun
şeyi inkar edebilir misin?’ ‘Hayır’ dedim, O işin mahiyeti hakkında hayrete
düşmüştüm, en sonunda halin bana baskın gelmesi nedeniyle şu dizeleri söyledim:
Sadece
hayret vardır
Her
tarafıma ve parçama hakim
O da
benim bir parçamdır artık
VAllah
Teâlâi, başka bir söz yok
Gözümün tanık olduğu budur . • .
Kendimden
başkasını görmüyorum, O da ben değildir
Bu onun
tecelligâhı, şu da benim perdemdir.
Dedim ki: (Ayet ile bu toprak
arasındaki ilişki anlamında) Bu, Cebrail’in Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
selleme cilalı bir ayna suretinde getirdiği Cuma’ya benziyor. Aynada bir nokta
vardı. Cebrail kendisine şöyle demişti: ‘Ey Allah Teâlâ’nın Peygamberi! Bu
Cuma’dır, burası da ondaki bir saattir.’ Hadis meşhurdur. İlahi işlerin ne
kadar garip, onların duyusal kalıplardaki tecellisinin ne kadar tuhaf olduğuna
balanız! Bu ise, bizim ile Hakk arasındaki işin irtibatına delildir.
Hepsi
Haktır, hepsi halktır (âlem, yaratılmış).
Gördüklerinizin
hepsi Haktır
Yakından
işi içerir.
Onun dilde
bir sözü yoktur
Hepsi ve
gördüğünün misli
Varlıkta,
doğrudur (ve Haktır).
Toplayıcı vakıanın yardımı sona erdi.
Şimdi konumuza dönebiliriz. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğruya
ulaştırır.'337
Hac ilâhî bir nidadır. ‘İnsanlara
haccı ilan et.,33S Cuma da ilâhî bir nidadır. ‘Cuma
günü namaza çağrıldığınızda Allah Teâlâ’yı zikre koşun.’339 Böylelikle, bu ikisi arsında bir
ilişki gerçekleşti. Cemaat mevcut olduğuna göre Arafat’ta Cumanın kılınması da
vaciptir. Onun bırakılmasına, bilhassa da hakikatler kendisini teyit ederken
kılınmamasına yol yoktur. (Cuma kelimesinin anlamı olan toplamdan meseleye
bakarsak) Bir varlık ancak akledilir bir toplamdan meydana gelebilir. Herhangi
bir varhk dışta bu tanımları ortaya çıkartan hakikatlerin toplamı olarak bulunmuştur.
Hadis (sonradan olan) şeyin varhğı, dine veya akla göre -ki Allah Teâlâ’nın
dışındaki her şey hadistirancak zat, irade, bilgi, kudret, ilim ve hayat
niteliklerinden meydana gelebilir. Aynı şekilde, hadis bir şey irade, söz ve
emirden meydana gelir.
(Cuma’nın anlamı olan) Toplanmanın
diğer bir yönü şudur: Hâdis olan şey (yaratılmış), İlâhî iktidarı ve mümkünün
kabul özelliğinden meydana gelir ki bu ikisi zorunludur. Öyleyse, bir toplam
zorunludur. Bu durumda toplam, varlıkların yaratılışında dince sabittir. Daha
Önce ifade ettiğimiz gibi, akla göre de bu sabitti. Öyleyse yaratılışta ve varlıkta
birlik, ancak ‘Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur’ ifadesinde düşünülebilir.. Bu
ise, mertebenin ve çokluğun birliğidir.
Mutlak birlik akıl ve nakle göre ancak
toplamın birliği karşılığında kullanılabilir. Başka bir ifadeyle delilin
verisine göre, nispetlerin (bağlar) veya sıfatların veya başka bir şekilde
ifade edilen şeylerin toplamının birliği söz konusu olabilir. Her nispetin
veya sıfatın başkalarından ayrışmasını sağlayan bir birliği vardır. Dinleyen
veya öğrenende bir hakikati (diğerlerinden) ayırt etmek isteyen kişi,
dinleyenin bildiği hakikatlerin toplamıyla bunu yapabilir. O halde bundan daha
garip bir bilgi yoktur, çünkü her varlıkta birlik akledilir halde bulunur.
Hâdis bir varhk ise, ancak toplamın varlığıyla meydana gelebilir ki, bu da büyük
bir hayreti muciptir.
îşin hayreti hayrettir.
Hayret başkasında ise
gayrettir.
Bu nedenle Hakk, imanda bizden ancak
özel anlamda ilahı birlememizi talep etti. Bu ise, Allah Teâlâ’dan başka ilah
olmadığını bilmektir. Sonra, şöyle buyurdu: ‘Rahman ve Rahim’dir.’ Burada, bu
hükmü gerektiren bir toplam yoktur. Öyleyse, burada bu güzel ve anlamları farklı
isimlerle isimlendirilenden başka, bu hükmü gerektiren bir şey yoktur. ‘Bu
hüküm’ derken, ilah olmayı kastediyoruz. Söz konusu anlamlar ise, dış
varlığında mümkünün muhtaç olduğu şeylerdir.
İş belirttiğimiz gibi olunca, vakti
ve şartı geldiğinde Arafat’ta Cuma kılmaktan daha zorunlu bir vacip olamaz!
Âlemde ‘Bir'den bir çıkar’ diyenden
daha cahilini bilmiyorum. Bununla birlikte bu görüş sahibi nedenselliği de
benimser. Bir şeyin bir şeyin illeti olmasının anlamı, onun şeylik anlamından
farklıdır. Nispetler (bağlar) ise, toplamın yönleri arasındadır. O halde bu
görüş sahibi, hakikatlerden ve güzel isimlerin sahibini bilmekten ne kadar
uzaktır! Dikkat ediniz! Hakkın ehli olan din mensupları bu meluh ve mümkünü
var eden için ilahlık nispetini dile getirdi. Ilahlık nispeti ise, zatın
anlamından farklıdır. Öyleyse mutlak birlik, akledilir bir şeydir. İbare ise,
onu bir toplam olarak dile getirebilir, akıl kendisini bilir. Bu ise, toplamın
birliği ve mutlak birliğidir.
Dikkat ediniz! İlahi tecelli mutlak
birlikte gerçekleşmez. Mutlak birlikten başka bir şey ise yoktur. Şu halde
kendinde toplamın bulunmadığı bir birliğin etkisi düşünülemez. Güneşten daha
açık bir konuda akılların bilgisiz kaldığına hayret ediyorum. Bu görüş sahibi
şöyle der: Bir’den bir çıkar. Sonra da şöyle der: Hakk her balcımdan birdir.
Halbuki bu kişi nispetlerin başka bir mezhepte ise sıfatların Hakkın bir yönü
olduğunu dile getirir. Öyleyse her balcımdan bir nerede kaldı?
Allah Teâlâ’dan daha iyi kimse Onu
bilemez. Halbuki O, birliği ancak toplamın birliği olarak dile getirdi. Bu ise,
kendisine ait ilahlığın birliğidir. Bu noktada Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘O kendisinden
başka ilah olmayan Allah Teâlâ’dır. Gaybı ve şehadeti bilendir. Rahman ve
Rahimdir. O, kendisinden başka ilah olmayandır. Meliktir, Müheymindir,
Aziz’dir, Cebbar ve Mütekebirdir. Allah Teâlâ koştukları ortaktan münezzehtir.
O, Yaratan, Bari ve Musavvirdir. En güzel isimler O’na aittir.’340 Bu güzel isimler, doksan dokuz
isimdir. Her isim biriciktir ve her ismin anlamı diğerinden farklıdır. Bununla
birlikte bütün isimlerle isimlendirilen, tektir., Şu halde Allah Teâlâ’yı Allah
Teâlâ’dan başkası tanımadı.
Allah Teâlâ’yı Allah
Teâlâ’dan başkası bilmez, dikkat ediniz Hakikat birdir, hüküm değişir
Akıllarından başkasını
bilmeyenlere söyleyiniz:
İşte size içilecek bir su (bilgi), yudumlayınız.
Sakın ha, şunu iddia etmeyip
durmayın:
Aklın delilinden başka bir
şey yoktur.
Böyle iddiada bulunmayınız
Keşf sizi bu bilgiye götürür
ve keşften ayrılınmaz.
O halde kendiliğinde Bir’i arayan
kimse, ancak hayrete düşer. Çünkü o, arayan ve arananda bulunan çokluk ve
toplamdan ayrılmayı beceremez. İnsan kendisini arayan, aradığını aranan diye
nitelerken nasıl olup da çokluğu reddedebilir?
Arife günü, insanların kendisinde
toplandığı ve görünen bir gündür. Hakkın o günü dünyada öne almasının nedeni,
belirli süresinin sona ermesini sağlamaktır. Allah Teâlâ ahiret hakkında şöyle
der: ‘0 insanların
kendisinde toplanacağı gündür. 0 gün görülürdür. 0, ancak belli bir süreye kadar
ertelenebilir’3*1
Arife günü,
genel ve kapsayıcı mağfiret ve bağışlanma günüdür. Cuma günü de buna
eklendiğinde, ihsan ve mağfiret üstüne mağfiret; bayram üstüne bayram! İmama en
yaraşır ve en layık davranış, o gün Cuma namazını kıldırmaktır. Çünkü bu günde
kılınan Cuma namazı, meşru namazların en üstünüdür. Bu namaz, ilk yerde kılınan
namaz olduğu gibi onun İkincisi olmayan bir önceliği vardır. Bu nedenle dince
kendisi adına İlâhî mağfiretin sabit olduğu kimsenin onu kılması gerekir. Bu
nedenle, zahirde ve bâtında temizlenir. Böyle bir insan, Allah Teâlâ’dan
perdelenmeyle her türlü günahtan arınır. j
Arife günü toz-toprak içinde kalmak,
korkmak, yakarmak, dua etmek ve yakarış günüdür. Bu nedenle gününde
bulunulduğunda Cuma namazı farzdır ve böylelikle bir bayram günü olur: Arife
bayramı ve Cuma bayramı. İmam namazı kıldırmadığında ise, tek bir bayrama
erilir ve artık Cuma günü olmaz. Bilakis bu hüküm Cuma namazı kendisinde
kılınmadığı için, ondan alınır. Bu durumda ilk ismini yitirmiştir ki, o
urûbe’dir. Dolayısıyla artık ne Cuma ne urûbe vardır! Bâtınî mertebeyi dikkate
aldığında ise, ilk ismi olan urûbe kendine döner. Dikkatini çektiğimiz hususta
Cuma ismini yitirmesine dikkatini ver! Bu günün bu adla isimlendirilmesinin
nedeni, insanların tek bir imamın etrafında toplanmasıdır. Nitekim biz de
varlığımızda bir ilahın etrafında toplanırız. Hidayet eden Allah Teâlâ’dır!
Altmış yedinci kısım sona erdi, onu
altmış sekizinci kısım takip edecek.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar