NİYÂZÎ-İ MISRÎ kaddese’llâhü sırrahu’l azîzin YAŞADIĞI ASRA GENEL BAKIŞ
[1]
A-Siyasî ve Ekonomik Durum
Niyâzî-i Mısrî kaddese’lâhü sırrahu’l azîzin yaşadığı dönem (1027/1618 -1105/1694) Osmanlı devletinin siyasî yönden gerilemeye başladığı devreye rastlar. Yedi Osmanlı hükümdarının hüküm sürdüğü bir dönemde yaşamıştır. Bu Osmanlı padişahlarının saltanat süreleri sırasıyla;
Sultan Osman II.(1618-1622),
Sultan Mustafa I. (ikinci defa olarak, 1622-1623),
Sultan Murad IV.( 1623-1640),
Sultan İbrahim (1640-1648),
Sultan Mehmed IV.(1648-1687),
Sultan Süleyman II.(1687-1691),
Sultan Ahmed II. (1691-1695).
Bu yüzyılda, IV. Murad döneminde İran, Osmanlı için mesele olmaya devam etmektedir. IV. Murad 1045/1635 yılında, Revan Seferine çıkar ve Revan Kalesini alıp, problemi geçici olarak halleder. Daha sonra Bağdat Seferi yapılmış, 1638 yılında Bağdat fethedilmiştir. Sultan IV. Murad’tan sonra, yerine kardeşi Sultan İbrahim 1049/1640 yılında padişah olur. Sultan İbrahim döneminde Girit Adası alınmıştır. Sultan İbrahim’in yetersizliğinden dolayı âlimler ve devletin ileri gelenleri Fatih Camiinde toplanarak bahis konusu durumu bir son verilmesi gerektiğine karar vererek, yerine, çocuk yaştaki büyük şehzade Sultan IV. Mehmed’i tahta geçirirler. Yeniçeri ve sipahilerin anlaşarak düzenledikleri ve birçok insanın asılmasıyla sonuçlanan “Vak’a-yı Vakvakiyye” (Çınar Vak’ası), Sultan Mehmed döneminin en önemli tarihi olaylarındandır. Hemen bu olayların arkasından, Osmanlı devlet yönetiminde uzun süre söz sahibi olacak Köprülüler Dönemi başlar.
XVI. milâdî asırdan itibaren başlayan dâhilî çöküşü, dış zaferler ve şiddetli tedbirlerle durdurulmaya çalışan Köprülü ailesi yirmi seneye yakın devlete hizmet etmişlerdir.
XVII. yüzyılın son çeyreğinde Osmanlı Devletinin saltanat kırk yıl Sultan IV. Mehmed kalmıştır. Sadrazam, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’dır. Bu esnada, daha önce Köprülü Fazıl Ahmed Paşa zamanında yapılmış Avusturya Anlaşması bozulmuş ve Avusturya’ya karşı savaş ilan edilmişti. Padişah IV. Mehmed’in de ordusunun başında bulunduğu ve tarihe Viyana Bozgunu (1094/1683) olarak geçecek bu kuşatma, iki ay kadar sürer ve Osmanlı ordusu yenilir.
Bu dönemde, siyasî ve idarî yapıyı etkileyen en önemli meselelerden biri de, devlet yönetimine saraydaki Padişah eş ve validelerinin karışması sonucu idarenin bozulmasıdır.
Bu dönemde Osmanlıların içinde bulunduğu ekonomik durum, siyasî durumdan pek de iyi değildir. Bu ekonomik kriz, tabii olarak devletin siyasî ve içtimaî yapışma da yansımıştır.
XVII. yüzyıl, Osmanlı Devleti için, siyasî ve ekonomik sıkıntıların yanında yangınların çok olduğu ve bu yönde de büyük felâketlerin atlatıldığı bir dönem olmuştur.
Bu yüzyılda en büyüğü 24 Temmuz 1660 da olmak üzere on bir kez yangın çıkmış ve bu dönem tarihî kaynaklarda Tarih-i Ihrâk-ı Kebîr başlığıyla kaydedilmiştir O dönemin tarihçisi Abdurrahman Abdi Paşa, 1062/1652 ve 1070/1660 iki büyük yangından bahsetmektedir
B-İlmî ve Edebî Durum
Osmanlı Devletinde en yüksek İlmî müessese bilindiği üzere medreselerin Kuruluş döneminde Molla Fenarî (hyt.834/1431) gibi gayretli müderrislerin sayesinde kurulmuş medreselerdeki, kelâm ve felsefî esaslara dayalı Fahrettin Razî ekolu, zamanla silinmeye başlamış, yerini tepkici bir zihniyete sahip, aklî ve felsefî ilimlere karşı bir anlayışa terk etmeye başlamıştır. Ayrıca bazı şeyhülislâmların telkini ile hikmet dersleri denilen matematik, felsefe ve kelam gibi aklî derslerin terk edilmesi, bir kısım ilim adamlarının çocuklarına on beş yaşından önce müderrislik berâtının verilmesi,talebelerin iyi bir eğitim görmeden rüşvet ve para ile müderris olmaları medreselerin bozulmasına doğrudan etki etmiştir.
XVII. yüzyıldan önceki yüzyıllarda tabii ve felsefî ilimlerin öğretim yeri olan medreselerde, birçok ansiklopedik temelli bilgin yetişmişti. Bu yüzyıldan itibaren medreselerde aklî ve müsbet ilimler itibardan düşmüş ve dersler daha çok fıkıh alanına kaymıştı. Matematik, astronomi, felsefe gibi dersler, tamamıyla ortadan kalkmasa bile önem verilmiyordu.
XVI. yüzyılın ikinci yansına gelindiğinde Osmanlı medrese sisteminde Razî ekolundan daha farklı bir mektep daha ortaya çıktı ki, bu ekol Osmanlı ilim ve fikir tarihi boyunca sanıldığından çok fazla etkili ve önemli olmuştur. Tesirleri günümüze kadar sürmüş olan bu ekolun kurucusu Birgivî Mehmed Efendi (hyt:981/1573)’dir. İşte bu ekolun zihniyeti bundan böyle tarihte hiç görülmedik bir boyutta, Osmanlı din ve ilim hayatım asırlar boyu meşgul edecek, Kadızadeli-Sivasî çekişmelerinin tohumlarını atacaktır. Diğer taraftan medresenin gerilemesiyle birlikte ilmiye sınıfı da bozulmaya başlamıştır.
Osmanlı Devleti’nin Duraklama dönemi içinde mütalâa edilen bu asırda, birçok sahada görülen durgunluk ve gerileme çeşitli ilimlerde de kendini hissettirmeye başlamıştı. Bu dönemde genellikle belli bir konuda müstakil eserler yerine, âlimlerce kabul görmüş bazı eserlere şerh ve haşiyeler yazıldığını görmekteyiz. Bütün bu olumsuzluklar içinde, XVII. asırda âlimler, bir asır evvelkiler gibi müdekkik, muhakkik olmasalar bile; kalem sahibi münşi âlimler oldukça çoktur. Ancak bütün bunlara rağmen, edebiyat dünyasının etkilenmediği ve edebiyatta yeni büyük şairlerin ortaya çıktığı bir devirdir. Bu asırda Nefî, Şeyhülislâm Yahya, Şeyhülislâm Bahayî ve Nabî gibi divan şairleri yetişmiştir.
C-Dinî ve Fikrî Durum
Bilindiği gibi, Osmanlı devletinin Kuruluş Döneminde devlet ve sufîler arasında bir yakınlıktan bahsedilir. Osmanlı tarihinin ilk devirlerinde bu şekilde hükümdarların umumiyetle tasavvufa karşı bir meyil duydukları görülür. Dönemin ilmî yapısını anlatırken bahsettiğimiz gibi, XV. yüzyıl başlarından itibaren ilmîye sınıfındaki tasavvuf cereyanları, kuvvetli bir biçimde yayılmaya başlamış, bunlar, Osmanlı Devletinin muhtelif bölgelerinde kendi târikatlarının inanç ve merasimlerini yaymak fırsatı bulmuşlardır. Kadirî, Halvetî, Bayramî ve diğer târikatlar, XV. yüzyılın ikinci yarısından, XVI. yüzyılın ortalarına kadar olan zaman zarfında, memlekette mevcut fikrî müsamaha sonucu, yayılmak fırsatını bulmuşlardır. Aynı şekilde, Nakşibendiye târikatı da, XV. yüzyılda girmiş ve Türk insanının dinî ve manevî hayatında önemli bir rol oynamıştır. Aynı şekilde ilk dönemdeki ulemâ-meşâyih ilişkilerine bir göz atılırsa, oldukça yüksek seviyede bir uyum göze çarpar. Çünkü ilk Osmanlı müderrisi Davud-ı Kayserî (hyt:751/1350), İbn Arabî’nin Fususu’l-Hikem’ine bir şerh yazmıştır. Buna benzer bir durumda, ilk Osmanlı Şeyhülislamı Molla Fenarî (hyt:834/1431), Sadreddin-i Konevî (hyt:674/1274)’nin Miftahu’l-Gayb adlı tasavvufî eserini okumuş ve okutmuş olmakla beraber, kendi dönemindeki Halvetiye ve Zeyniye Târikatlarından bizzat istifade etmiş, Osmanlı fikir tarihinde önemli bir yeri olan vahdet-i vücûd anlayışını benimsemiştir. Bu örneklerden anlıyoruz ki Osmanlı devletinin kuruluş döneminde ulema-meşayıh ayırımı gibi bir durum söz konusu değildir. Ancak gerek Devlet-mutasavvıflar arası gerekse ulema-meşayih arasındaki ilişkiler böyle devam etmemiştir. Geçen zaman ve asırlar boyunca dengenin Mutasavvıflar aleyhine bozulmaya başladığını görüyoruz. Özellikle I. Mehmed Çelebi döneminde ortaya çıkan Şeyh Bedreddin Olayı (823/1420) ile birlikte devlet adamlarının tasavvufî çevrelere duydukları güven azalmaya yüz tutmuş, onlar hakkında mütereddit davranmaya başlamışlardı. 848/1444 yılında, Sultan II. Murad döneminde Molla Fahreddin Acemi, bir Hurufî şeyhini dinsizlikle itham etmiştir. Şeyhin idamı istenmiş, neticede şeyh idam edilip, taraftarları dağıtılmıştır. Yine Şeyhülislam Ebussuud Efendinin fetvasıyla, Bosnalı Şeyh Hamza Balî kaddese’llâhü sırrahu’l azîz 969/1561 yılında idama mahkûm edilmiştir. Aynı şekilde, Oğlan Şeyh denilen İsmail Ma’şukî kaddese’llâhü sırrahu’l azîz, zamanın Şeyhülislamı Kemalpaşazâde’nin fetvasıyla 935/1529 yılında on iki mürîdi ile birlikte idam edilmişti. Bu idamların sebebi, kendilerinden kaynaklanan, aşın sözlerinin cahil halk tarafından yanlış anlaşılıp, halkı dalalete sevk edebileceği düşüncesi şeklinde açıklanabilir. Bu asırlarda ulemâ-meşâyıh ilişkileri çerçevesinde cereyan eden bu idam fetvaları, ferdî olaylar olup, kitlelere yansımış değildir. Mutasavvıf-ulemâ ilişkileri bir gerilim dönemine girmekle birlikte, yine de kısmî bir müsamahadan bahsedilebilir.[2]
XVII. yüzyıla gelindiği zaman, izah etmeğe çalıştığımız bu müsamahanın çok daha azalmış olduğunu ve tasavvuf ehline lüzumundan fazla düşmanlık gösteren bir vaizler sınıfının ortaya çıktığını görüyoruz. Bir önceki yüzyılda, risale ve kitaplarla yapılan mücadele, XVII. asra gelinince fiiliyata dönüşmüştü ve bu mücadele, bundan böyle Osmanlı fikir tarihinde asırlar boyu sürecek olan, vaiz sınıfının başını çektiği ve yüzlerce belki binlerce insanı meşgul edecek Kadızâdeliler Hareketi veya Kadızadeli-Sivasî çekişmesi olarak ortaya çıkacaktır. Bu olayları körükleyen vaizler, zahiren de olsa Birgivî (hyt: 981/1573) “Târikat’i Muhammediye” adlı eserini kendilerine esas almışlardı. Birgivî kanaatlerini çekinmeden söyleyen, döneminde gördüğü bid’atlarla mücadele eden ve gerektiğinde tarikatların yozlaşmaya başlamış yönlerini açıkça eleştirebilen bir kimseydi. Aslında Birgivî Mehmed Efendi’nin kitap ve risale olarak yazdığı eserler incelendiğinde başta İbn-i Teymiye olduğu halde talebesi İbn-i Kayyım el-Cevziyye’nin etkileri pek açık şekilde görülür. Her halükarda Birgivî nin eserleriyle Kadızâdeliler hareketinin fikrî temelleri hazırlanmış ve bir çığır açılmış Sonuç olarak talebeleri hocalarının fikirlerini yayarak belli bir zümre oluşturmuşlardı. Birgivi’nin bu eserleri XVII. yüzyıldaki bazı vaizlerin ellerine geçmiş olup, suret-i haktan görünerek ve bu eserlere sığınarak bazı menfaatler elde ediyorlardı.
Kadızadelilerin başında meşhur Küçük Kadızâde denilen Balıkesirli Mehmed Efendi gelmekte olup, sonradan, kendisi gibi düşünenlere bu lakap verilmiştir. Küçük Kadızâde 1041/1631 yılında Ayasofya’da vaiz idi. Bu sırada devletin genellikle sıkışık olan durumundan istifade edip, şeriatı savunma adına ortaya çıkmış, halkı şeriata aykırı addettiği târikatlara cephe almaya davet etmişti. Kadızâde hayatı boyunca bid’at üzerinde çok durmuş ve onlardan şiddetle kaçınmak gerektiğini savunmuştur. Katib Çelebi’nin ifadesiyle Kadızâde, “raks ve devr hususunda eski davayı tecdid” etmişti. Bu arada Kadızâde IV. Murad’a memleketin durumunu anlatan manzum bir kaside yazar ve tüm Osmanlı topraklarında tütün yasağı koymuş olan IV. Murad’ı destekleyerek, tütünün haramlığına dair fetvalar verir. Bu yüzden haklı haksız pek çok adam öldürülmüştür.
Kadızâde’nin asıl hedef kitlesi mutasavvıflar olmuştur. Ayrıca devran ve sema’ın haram olduğunu iddia etmiştir. Kendisiyle zamanın Sivasî Tekkesi şeyhlerinden Sivasî Efendi diye meşhur mutasavvıf Abd’ul’mecîd Efendi kaddese’llâhü sırrahu’l azîz (hyt:1049/1639) arasında tartışmalar çıkmıştır. Katib Çelebi, IV. Murad döneminde Sivasî Efendi ile Kadızâde’nin Yeni Camii’de bir mevlüd münasebetiyle vaaz ettiklerini, halkın Sivasî Efendi’ye, padişahın Kadızâde’ye teveccüh edip, onun etkisiyle kahve ve meyhanelerini tahrip ettirdiğini kaydeder. Bütün bunlardan sonra, Kadızâde Mehmed Efendi’nin görünürde bid’at ve hurafelerle mücadele ediyor görünmesine rağmen, Mutasavvıflarla tartıştığı meselelerin seviyesine bakarak onun mevkî ve şöhret yakalama peşinde olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Kadızâdeliler tartışmasında vâizlerden ve sûfîlerden ön plana çıkan üçer kişi bulunmaktadır. Bunlar
1. Küçük Kadızâde Mehmed Efendi (hyt.1045/1635) ve karşısında Abdülmecîd-i Sivâsî Efendi (hyt. 1049/1639),
2. Üstüvânî Mehmed Efendi (hyt.1072/1661) ve karşısında müellifimiz Abd-ül’ehad Nûrî Efendi (hyt:1061/1651),
3. Vânî Mehmed Efendi (hyt. 1096/1685) ve karşısında Niyazî-i Mısrî (hyt 1105/1694).[3]
Dönemin tartışmaları üzerine ayrıca bir eser kaleme alan Katib Çelebi, Mizânül-Hakk fî îhtiyâri’l-Ehakk adlı bu eserinde, Kadızâdelilerle-Sivasîler arasındaki tartışma konularını kitabında başlıklar halinde verir.
1-Müspet ilimlerin bu arada matematiğin tahsili meşru mudur, değil midir?
2-Hızır peygamber sağ mı, değil mi?
3-Ezan ve mevlüd ve sair şeylerin makamla okunması caiz midir, değil midir?
4-Târikat erbabının devranları meşru mu, değil midir?[4]
5-Tütün ve kahve içmek haram mıdır, değil midir?
6-Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin anne ve babasının imanlı ölüp-ölmedikleri?
7-Fîravun’un imanlı ölüp ölmediği?
8-Şeyh-i Ekber Muhyiddîn ibn-ül Arabî hakkında Kadızadelilerin ve mutasavvıfların görüşleri.
9-Hz. Hüseyin radiyallâhü anhın şehadetine sebeb olan Yezid’e lanet edilip edilmemesi.
10-Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemden sonra ortaya çıkan bid’atler.
11-Kabirleri ziyaret edip etmemek.
12-Cemaatle nafiIe, Kadir, Beraat, Regâib namazlarının kılınıp-kılınmayacağı.
13-Büyüklerin elini, eteğini öpmenin hükmü.
14-Emr-i bi’l-Ma’ruf ve Nehyi anil-Münker bahsi.
15-Rüşvet Bahsi.
Bu sorulara karşı Abd’ul’mecîd Sivasî kaddese’llâhü sırrahu’l azîz, müsbet ilimlerin tahsilinin gerekliliğini,[5] Hızır’ın hayatta olduğunu, ezan vs. gibi şeylerin güzel sesle ve makam üzere okunabileceğini, devranın ve sema’ın caiz olduğunu, sigara ve kahvenin haram olmadığını, Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem anne ve babasının iman ile vefat ettiklerini, İbn-i Arabî’nin en büyük İslâm mutasavvıfı olduğunu, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemden sonra ortaya çıkan güzel adetlerin kabul edilmesi gerektiği şeklindeki kanaatlerini vaaz ve risaleleriyle beyan etmiştir. Ayrıca Kadızâdeli zihniyet o dönemde yalnız tütün ve kahve içen değil, kaşık ile çorba, billur bardak ile su içen, pantolon giyenleri, hatta camilerine birden fazla minare yaptıran padişahları bile küfürle itham ederlerdi. Yine Niyazî-i Mısrî’nin Kadızâdeliler cephesinden kendisiyle mücadele ettiği Vanî Mehmed Efendi (hyt:1096/1685) ile ilgili şu olay, Kadızâdeli zihniyetini anlamak için oldukça çarpıcıdır. Vanî Efendi’nin hayranlarından birisi ona vaazlarında dünyanın zevk ve sefası aleyhinde şiddetli konuşmalar yaptığını, diğer taraftan kendisinin, altın ve gümüşe, samur ve ipekli giysilere, cariyelere sahip olmasının çelişki olup-olmadığını sorduğunda, Vanî’nin cevabı ilginçtir. (Günümüz Türkçesiyle)
“Behey nadan, dünya aslında çirkin ve kötülenmiş değildir. Herkesin dileği ve rağbeti bir nimete kavuşmaktır. Kötülenen yön kazanıldığı ve harcandığı yerdir. Kazanma ve harcamada sen bana benzer ve denk değilsin. Bir lokma yemek sana haram iken ilmî kuvvet ve aklî tasarruf gücümle ile bana helâl olur”
Burada şunu da hatırlatmakta yarar görüyoruz. Burada tartışma konusu edilen bu meseleler günümüzden bakıldığı zaman, tabii ki çok basit ve yavan konular olarak karşımıza çıkmaktadır. Ancak meseleye dönemin tüm dünya çapında kültür ve fikrî düzeyinden baktığımız zaman, dünyanın diğer bölgelerinde durum bundan pek de farklı değildir.
Kadızâdeliler ile târikat mensupları arasındaki temel anlaşmazlık noktalarından biri de zikir ve deverandır. Osmanlı döneminde Hicrî 800 yıllarına kadar deveran hakkında hiç kimse bir şey dememiştir, İlk defa bu hususta Yıldırım Bayezid dönemi âlimlerinden İbn-i Bezzaz adıyla anılan Hafizuddin Muhammed bin Muhammed bin Şihab fetva vererek sufilerin deveranını red ve yapanları tekfir etmiştir. Bundan böyle gerek sufiler tarafından gerekse ulema tarafından sesli zikrin meşruiyeti ve deveran hakkında birçok olumlu olumsuz fetvalar verilmiş, risaleler yazılmıştır.
Bunlardan XVII. yüzyılda Kadizâdelileri temsilen aleyhte yazılan en sert risalelerden birisi Üstüvanî Mehmed Efendi (hyt.1072/1661)’ye aittir. Buna karşı dönemin Halvetî şeyhlerinden Abd-ül’ehad Nurî (h.y.t 1061/1658) yazdığı eserleriyle Kadızâdelilerle karşı devran ve cehrî zikri savunur. Bu hususta dikkat çekici bir nokta da, bu tür deveran ve cehrî zikri savunan risale ve eserler yazanların, genellikle târikat olarak, cehrî zikir metodunu benimseyen Halvetî, Kadirî ve Mevlevî şeyhleri olduğunu görüyoruz. Bu sebeple olsa gerek, Kadızadelilerin karşısına genellikle Halvetî şeyhleri çıkmışlardır. Kadızadeli-Sivasî mücadelesinde hemen her dönemde her iki taraftan da kendi taraflarını savunan bir isim tarih sahnesine çıkmıştır. Kadızadeli Mehmed Efendi’nin karşısında Sivasî Abd’ul’mecîd Efendi varken, bunlardan sonra, aynı şiddette Kadızâdelileri temsilen Üstüvanî Mehmed Efendi (hyt:1072/1661)’yi, sufîleri temsilen de karşısında Halveti Şeyhi Abd-ül’ehad Nuri (hyt:l061/1651)’yi görüyoruz. Padişah yanında hünkâr şeyhliğine kadar yükselen Üstüvanî, sarayda elde ettiği nüfuzu mutasavvıflar aleyhinde kullanmaya çalıştıysa da başarılı olamadı.
Bu mücadele, işte bu sıralarda fiili bir safhaya intikal etmiş, saraydan alınan cüret sonucu Kadızâdeliler, tekkeleri basmaya ve dervişleri dağıtmaya başlamışlardır. Kadızâdelilerin bu durumları gittikçe daha kötü bir şekilde devam ederek, devlet işlerine müdahale şeklini almış; bu hal Köprülü Mehmed Paşa’nın vezir-i azamlığına kadar devam ede gelmiştir. Köprülü’nün vezir-i azam oluşunun sekizinci Cuma günü Fatih Camiinde Cuma Namazı esnasında müezzinler, nât-ı şerif okurlarken Kadızâdelilerden bir grup bunların makamla okunmasını menetmek istemişler, bunun üzerine kan dökülmesine ramak kalmıştır.
Kadızâdeliler, bu olaydan sonra, târikat erbabına taarruza başlamışlar, ne kadar tekke varsa yıkmışlar, sokaklarda rastladıkları şeyh ve dervişlere tecdîd-i iman teklif edip, kabul etmeyenleri öldürmeye başlamışlardır. Daha sonra padişaha giderek, bütün bid’atleri kaldırmaya izin istemişler, selatîn camilerinin birer minaresini bırakıp diğerlerini yıkmaya, Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem zamanından sonra ihdas edilen her şeyi kaldırıp, âleme kendi zihniyetlerine uygun bir nizam vermeye kalkışmışlardır. Bunlar kendilerine engel olmak isteyenlere karşı silahla karşı koymaya karar vererek, Fatih Camii avlusunda toplanmak üzere taraftarlarına haber göndermişlerdir. Bu durumu haber alan zamanın vezir-i azamı Köprülü Mehmed Paşa, derhal Kadızâdelilerin elebaşlarına haber göndermiş, nasihatte bulunmuş, fakat sözü dinlenmemiştir. Bunun üzerine Köprülü ileri gelen ulemayı çağırmış ve durumu onlara arz etmiştir. Onlar Kadızâdelilerin iddialarının batıl olduğunu, bu şekilde fitne çıkaranların cezalandırılmaları gerektiğini söylemişlerdir. Bunun üzerine Köprülü, durumu padişaha arz etmiş, öldürülmeleri hususunda emir almıştır. Bu emri almasına rağmen, Köprülü, öldürülmeleri yönüne gitmemiş; Üstüvanî Mehmed Efendi ile Türk Ahmed ve Divâne Mustafa adıyla şöhret bulmuş diğer iki vaizi 1656 yılında Kıbrıs’a sürmüş, tekkeleri ve şeyhleri bir süre bunların elinden kurtarmıştır.
Zamanın başkenti İstanbul’da bu olaylar olurken mutasavvıfımız Niyazî-i Mısrî 34-35 yaşlarında olup, Elmalı’da Şeyhi Ümmî Sinan’ın tekkesinde manevî eğitimden geçmektedir. Niyazî-i Mısrî´’nin gençlik döneminde Üstüvanî ile Şeyh Abd-ül’ehad Nuri liderliğinde devam eden, Kadızâdeli-Sivasî çatışmaları üçüncü kuşakta Niyazî-i Mısrî ile yine vaiz olan Mehmed Vanî Efendi arasında sürüp gidecektir.
XV. yüzyılda gerginleşmeye başlayan Devlet-Meşayih ve Ulema ilişkileri Niyazî-i Mısrî’nin yaşadığı XVII. yüzyıla gelindiğinde iyice kutuplaşmıştır. Bu dönem Niyazî-i Mısrî de dâhil pek çok mutasavvıfın devlet tarafından sürgüne gönderildiği, şeyhler açısından oldukça şanssız bir dönemdir. Aynı asırda Karabaş Şeyh Ali kaddese’llâhü sırrahu’l azîz Efendi (1090/1679) yılında Limni adasına, yine Osman Fazlı Atpazarî kaddese’llâhü sırrahu’l azîz (1101/1690) tarihinde Kıbrıs’taki Magosa kalesine, İsmail Ankaravî kaddese’llâhü sırrahu’l azîz (hyt: 1041/1631) de kaynaklarda yeri belirtilmeyen bir yere sürgün gönderilmiştir.
Bu dönemde dıştaki birkaç yenilgiden sonra Anadolu’da da birtakım iç isyanlar vardır. 1666’da Musul civarında Seyyid Abdullah oğlu Muhammed, mehdîliğini ilan eder, çok çetin bir savaş sonucunda yakalanır, İstanbul’a getirilir ve tevbe eder.
1666 yılında Sabetay Sevi[6] adında İzmirli bir yahûdi Kudüs’te Mesihliğini ilan eder, o da yakalanıp İstanbul’a getirildiğinde tevbe edip müslüman olur. [7] Bu arada İstanbul’da korkunç bir taun hastalığı görülür. İşte bütün bu menfî hâdiseler Vânî Mehmed Efendi nazarında bid’atlerden kaynaklanıyordu. Onun için bıd’atçilerle ve bid’atlerin işlenildiği yerlerle mücâdele edilmesi lâzımdı. Onun telkinleriyle Edirne’de Kanber Baba türbesi yıktırıldı.
Yine bu asırda yaşamış meşhur sûfîler arasında Ahmed Cünûnî Dede, İsmail Rûmî, İmâm-ı Rabbânî, Abdullah Bosnevî, Aziz Mahmud Hüdâyî, Himmet Dede, Câhidî Ahmed Efendi, Gavsî Ahmed Dede, Sun’ullah Gaybî Efendi, İsmail Ankaravî, Karabaş Velî, Mehmed Nazmi Efendi, San Abdullah Efendi, Lâmekânî Hüseyin Efendi (kaddese’llâhü sırrahumü’l-azizân) gibi birçok renkli şahsiyetleri görmek mümkündür.
Niyâzî-i Mısrî kaddese’llâhü sırrahu’l azîz de bu çalkantılı asrın atmosferini teneffüs etmiş, tasavvufî âşk ve cezbe ile dopdolu olarak Osmanlı döneminin önemli şahsiyetleri arasına girmiştir. Verdiği eserlerle etkileri günümüze kadar gelmiş ve aykırı düşünceleriyle de devrin dikkat çekici sofilerinden biri olmuştur. İsyan ve karışıklıklarla dolu bir asır ile Niyâzî-i Mısrî’nin dalgalı hayatı arasındaki benzerlikleri görmek şüphesiz zor değildir.
KADIZÂDELİLERİN HAKKINDA BİR DÜŞÜNCE
Bu ekolün insanlarının çıkış sebepleri hakkında görünen akaidi esasların temelinde yatan Kur’an-ı Kerim’i kendine mihver alanların görüşleri ile aynı yerde birleşmeleridir. Çünkü bu kişiler bulamadıkları bir hususu ve değeri dine uyumunu sağlamaktan ise red yoluna başvurmaları ve şiddeti caiz görmeleridir. Bir açıdan dinde çığır açanların karşısında olan bu ekol aslında dininin insandan uzaklaşarak ulaşılmaz bir yere yerleşmesini istemektedir. Çünkü dini halktan uzaklaşarak kendilerine ait bir kuleye çekmek istemeleridir.
Çünkü Babil Kulesine çekilen üst hayatı efsaneleştirerek ulaşılmaz olmasını sağlamaktır. O günlerden bugüne aynı ekolün ışıması olarak Kadızâdeler eksilme göstermeden devam etmektedir. Tasavvuf Ehline karşı Mutezile, vahhabi ve Arap Milliyetçiliği[8] yapanlar ile devam etmektedir.
Harici zihniyetin temelinde müntesipleri yaptıkları zulmü Allah Teâlâ rızası için yaptıklarını unutmamak gerekir. Bu türlü fırkaların tahribatları ve zararları daha tehlikelidir. Zihniyetin sorgulamasında bir yere kadar şüpheci olmak bazen gereklidir. Çünkü zamanla katmaların olacağı bilgiler irdelenmesi de gereklidir. Fakat bu irdelemede aşırılığa gitmek ise tahrifat yapmakla da eş değerlidir. Çünkü batılın bütün cüzleriyle batıl olması gerektirmez. Onun için İslâmiyet içtihat kapısını açması ile hak olan davasında dininin yıpranmasına karşı zamanın gereği esnekliği sağlamak için müçtehidlerin önünü açmıştır.
Olayların ve insanların tenkidini yapanların maddî ve mânevî ilimleri beraber kullanarak çözüm getirmezlerse sonuçta elem ve kaygılar dolu hayatın şekillenmesine sebep olur. Niyâzî-i Mısrî kaddese’llâhü sırrahu’l azîzin kabrinin gurbet diyarlarda kalması (Limni Adası)[9] belki bu durumu çok iyi izah etmektedir. Hz. Ali kerreme’llâhü vechenin kabrinin gaib olması, bu fanatik Kadızâdeli düşüncesinin değişik versiyonlarıdır. İnsanlar mezarlarını dahi emniyette his edememesi bu sebepten midir? Düşünmek gerekmektedir.
Niyâzî-i Mısrî kaddese’llâhü sırrahu’l azîzin sürekli zehirleneceği düşüncesinin ve zehirlenmesi için sürekli olarak tertiplere tedbir [10] dahi ona huzur vermemiştir. Bu nedenle son dönemlerde büyük velinin sıkıntı bunalım çektiğini haber vermektedir.[11] Bu Allah Teâlâ’nın kulu için bir rahmet olduğu anlaşılmaktadır.
“Kişi, aklı zeval bulmadıkça kendisi zeval bulmaz.” Yani kişi akil ve baliğ oldukça mükellef olma durumu devam eder. Aklı zeval bulup gidince mükellefîyyet de ondan kalkar. Bundan dolayı mecnunlar mükellefiyyet sınırından çıkmışlardır. Öyle ki o katil olsa kısas edilmez, çocuk gibidir. Bazı Allah Teâlâ adamları için vaki olduğu gibi ölümlerinden bir gün veya iki gün önce beşer olma özellikleri alınmış olsa da meczuplar da böyledir. Veya günlerce senelerce beşer olma, onlarda yiyen, içen, dokunan, gülen, surat asan gibi çeşitli sınıflardır. Bunların hepsi yaşamanın gerektirdiği zahir bir durumdur. Bunda aklın şerefinin beyanı vardır. Şüphesiz onun ölüme yakın zamanlarda geçmesi temkinin emaretlerindendir. Temkin ise iki akıldan birinin ötekine bitişmesidir. İki akıl: Akl-ı maâş (yaşamla ilgili akıl) ve Akl-ı meâd (ölümden sonra varacağımız hayatla ilgili akıl) dır. Onlardan birisi ötekine, ecelin gelmesine kadar karışmaz. Bu durum, ecelin gelmesi, zamanında birincisi gider. İkincisi kalır. [12]
İmam Gazzâlî (m: 1058-1111) Niyâzî-i Mısrî kaddesellâhü sırrahu’l azîz gibi sıkıntılı dönemler geçirmiştir. Bu sıkıntılarda onun fikir dünyasında büyük etkiler meydana getirmiştir.
[Gazzâlî dağınık fikir ve bilgi sahibi birisi olarak görünüyor. Kavâid’ul- Akâid’de tam akla karşı bir Eş’arî ve Hanbelî oluyor.
El-İktisâd ve Me’aric’ul- Kuds’de ise tam bir Mu’tezilî ve Mâturidî olarak akıl ile şeriatı aynı ve eşit, hatta aklı şeriatın temeli sayıyor. Böylece ortada kalıyor; bir terkibe ve bir bütünlüğe gidemiyor.
Gazzâlî’yi izleyenler ve onun üzerinde araştırma yapanların, Gazzâlî’nin akıl karşıtlığı yönünü yani “İhyâ”daki, Kavâid’ul-Akâid’deki şeriatçı tutumunu öne çıkarıyorlar. Ondaki bu akıl ve şeriat çatışmasını sürdürüyor ve böylece Gazzâlî’nin akıl karşıtlığı İslâm dünyasında günümüze kadar sürüp geliyor. Henüz buna karşı akılcılığı dinin kaynaklarının temeline yerleştiren Mâturidî zihniyetini ciddî olarak amaç edinen ve üzerinde durup onu anlatmaya çalışan ilahiyatçılara zorunlu ihtiyaç olduğunu görmedikçe ve buna emek vermedikçe, Müslümanlarda bir kalkınma olmayacağına üç yüz yıldan beri yanlış çabalamalar kanıt sayılır.
Gazzâlî Bağdat’a geldiğinde bile damarlarında “Kenz” veya “ganz” bunalımı, (kuruntu, anxiety) hastalığının belirtileri olduğunu Ömer Ferruh, Târih’ul Fikr’il- Arabî (392) eserinde söylüyor.
Bu “kenz” veya “ganz” bunalımı hastalığı, bedeni ve aklı kuvvetlerde bir azalma, iniş olup insanda ruhî bir kara sevda veya endişe (melankoli) meydana getirir. Genellikle otuz beş yaşlardan sonra ortaya çıkar; üç ile altı ay kadar sürer. Dr. Ömer Ferruh’un dediğine göre tedavi edilebilir bir hastalıktır. Hastalık sürecince hastaya hafif veya sert her birine yakın veya uzak sürekli nöbetler gelir. Bu hastalıkla, hafızada zayıflık, ürküntü, umutsuzluk, hayatın sorumluluklarından ve olaylardan kaçmakla beraber fikir dağınıklığı yan yana bulunur. Bu hastalıktan dolayı hastalananın yemesi ve uykusu azalır, ona umutsuzluk ve kölelik, gurursuzluk hâkim olur.[13]
Gazzâlî Bağdat’tan yolculuğa çıkmazdan önceki hâlini anlattığını bir daha dinleyelim:
(h. 488-m.195) yılının ilk Recep ayından itibaren altı ay kadar dünya, arzuları ile âhiretin çağrıcı nedenleri arasında gittim geldim. Bu ayda durumum seçmek derecesini aşıp zorunlu oldu. Zira Allah Teâlâ dilimi kilitledi ve okutmaktan tutuldu. Bana gelen insanların gönüllerini hoş etmek için bir gün ders okutmaya güçlükle katlanıyordum. Dilim bir kelime söylemiyor ve kesinlikle gücüm buna yetmiyordu. Dildeki bu tutukluk gönlümde üzüntü meydana getirdi. Bununla beraber hazım gücü, yemek ve içmenin hoşluğu, kolaylığı gitti; öyle ki tiridi bile yutamıyor ve lokmayı hazmedemiyordum. Bu durum kuvvetlerin zayıflamasına sebep oldu. Dostlar tedaviden umutlarını kesti ve dediler ki: Bu kalbe inen bir durum olup bedene (mizaca) da yayılmıştır. Bunun tedavisi yoktur. Başa gelen bu üzüntüden kurtulmak için seyahat etmekten başka çare olmadığını söylediler. Sonra aczimi anladım seçeneğim tamamen gitti. Sıkıntıda ve çaresiz kalan biri gibi Allah Teâlâ’ya sığındım. Sıkıntıda olanların Kendisine başvurduğu zaman, ona cevap verdiği gibi, benim mevkiden, maldan, çocuklardan ve dostlardan vazgeçmeyi gönlüme kolaylaştırdı. Mekke’ye gitme azmini gösterdim. Oysa arkadaşlarımın ve halifenin Şam’da ikamet etmemi bilmelerinden sakınmak için, Şam’a gitmeyi içimden ayarlamıştım. Bir daha Bağdat’a dönmemek için Bağdat’tan çıkış oyunlarımı nazikçe tertipledim. Bundan bütün Irak âlimlerini hedeflemiştim. Çünkü onların arasında, içinde bulunduğum durumdan dînî bir sebepten dolayı insanlardan böylesine yüz çevirmenin doğru olmadığını düşünenleri vardı. Zira bunun, dinde en yüksek düzeyde bir meraklılık olarak sanıyorlardı. Onların ilimden ulaştıkları derece bu idi.” [14]
Gazzâlî’nin kendisi de anlattığı gibi dînî bir endişeden ve dînî takvâdan dolayı bunalıma girmediği, siyâsî toplumsal veya bilgisel olaylardan dolayı rûhî bir bunalıma ve onun etkisiyle bedenî bir rahatsızlığa uğradığından dolayı çaresizlik sonucu Allah Teâlâ’ya yöneldiğini ortaya koyuyor. Bu bunalımı Doktor Ömer Ferruh, tam da Gazzâlî’nin kendisini anlattığı şekilde hastalığı teşhis etmiş ve ona Arapça kenz veya künza ya da ganz adını vermişti. Ben de bu hastalığın Türkçede en uygun karşılığı olarak bunalım kelimesini buldum. Demek oluyor ki, Gazzâlî otuz sekiz yaşı olan h.488-m.1095 tarihinden ölümü olan h. 505; m. 1111 yılına kadar bu hastalıktan sonra on yedi yıl yaşamıştır. Öyle sanıyorum ki, bu sürede yazdığı eserlerde bilimden çok dînî yönü ağır basmış ve tasavvufta karar kılmasına sebep olmuştur. İhyâ-i Ulûm’ud-Dîn (Din bilimlerinin canlandırılması) adlı kitabını Bağdat’tan ayrıldıktan sonra, yani bunalım döneminde ve tasavvufa tam yöneldiği dönemde yazmıştır. Rivayetlerde bir ölçüt ve ayıklamaya önem vermeden, sonucunun nereye vardığını düşünmeden bulduğunu oraya aktarmıştır.[15] ] [16]
Son Osmanlı Şeyhülislamı Mustafa Sabri, Gazzâlî için, Kur’an-ı Kerim’de geçen şu deyimi kullanıyor: “Erzeli umura ermiş” (En güçsüz yaşına ulaşmıştır!...): “Allah Teâlâ sizi yaratmıştır, sonra sizi öldürür ve içinizden kimileri de bilirken bilmez olacakları ömürlerinin en güçsüz durumuna ulaşırlar.” [17] Bilirken bilmez olan ömrün yaşı belirtilmiş olmadığına göre, insan her hangi bir yaşta unutkan olabilir. Gazzâlî bazen gelişigüzel, çalakalem yazıyor ve daha önce yazdığını unutuyor.[18]
Bu aktarılanlardan anlaşılan kişilerin hallerinde olan değişmeler kader çizgisinde fazla bir değişim göstermediğidir. Belki aynı hal konuyu irdeleyen kişilerde de zuhur edebilecektir. Bu ise kötü bir şey olmayıp hayrın bir göstergesinden başka ne olabilir ki.
“Elçi göndermedikçe azap edecek değiliz.” [19]
Bu âyette geçen “elçi” kelimesini Eş’arî nebi olarak almış, Mu’tezile ve Mâturîdi akıl olarak almıştır. Ayrıca şu ayet de aynı anlamdadır: “Rabbin, kendilerine âyetlerimizi okuyan bir rasülü memleketlerin merkezine göndermedikçe, o memleketleri helâk edici değildir. Zaten biz ancak halkı zalim olan memleketleri helâk etmişizdir.” [20] Bu ayetteki ‘elçi’ (rasül) kelimesinin nebi anlamında olduğu açıktır. [21]
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdular ki:
“Allah celle şânühü mahlukâtın olmasına hükmettiği zaman -Müslim’in rivâyetinde: “Allah mahlûkatı yarattığı zaman”- yanında bulunan, Arş’ın gerisindeki bir kitaba şunu yazdı: “Muhakkak ki rahmetim gazabıma galebe çalmıştır.” [22]
Kur’an-ı Kerim’de de Allah Teâlâ da vermediğini ve aldığından kimseyi sorumlu tutmayacağına dair sözü olduğundan bu durum açığa çıkmış oldu.
“Allah kişiye ancak gücünün yeteceği kadar sorumluluk yükler.” [23]
“Bir kimseye ancak gücünün yeteceğine göre yükümlülük veririz.” [24]
“Allah kimseye verdiğini aşan bir yük yüklemez.” [25]
“Herkes ancak gücü kadar sorumlu tutulur.” [26]
[1] Mustafa AŞKAR, Niyâzî-i Mısrî Hayatı, Eserleri ve Tasavvuf Anlayışı,Ankara, 1997, (Doktora Tezi) s.19-39, İst. 2004; Orhan BAĞIŞ, Niyâzî-i Mısrî Divanında Din ve Tasavvuf, Yüksek Lisans Tezi, YÖK-41442, Ankara, 1995, s, 7-11
[2] Kemâl Paşa-zâde kaddese’llâhü sırrahü’l-azîz raks ve deverana da karşıdır. Bu konuda az evvel sözü edilen bir de risale yazmıştır. O, “sofiyeden akidesi bozuk Halveti dervişlerinin kestiklerinin yenilip yenilmeyeceği konusundaki bir soruya: el-cevâb yenmez, haramdır, diyerek bir takım sûfî görünüşlü kimseleri mahkûm etmiştir”.
Kemâl Paşa-zâde vahdet-i vücûd inanışının kaba ve yanlış yorumlarına, maddeci panteizm şeklinde anlaşılmasına karşıdır. Konuyla ilgili bir fetvasında şöyle der:
“Zeyd, vücûd vâhiddür dese, muradım yerin ve göğün, anun gayrunun her ne kim var ise Allah Taâlâ’nın vücûdudur, Allah’dur, zîrâ Allah’dan gayru şey yokdur, dese şer’an Zeyde tecdîd-i îmân gerekür”. (KONUR, 1992), s. 13
[3] (BAZ, 2004), s. 51
[4] Kadızâde Mehmed Efendi’nin ölümünden sonra onun kürsüsüne oturan vaizler, şöhret sahibi olmak için, haramlığı kat’î delillerle sabit olmayan hal ve fiilleri helâl sayanların kâfir olmadığı muteber kitaplarda açıkça belirtilmişken “Elbette bu fiilleri irtikâp eden kâfir olur” diyerek tartışmaları alevlendirdiler. Saray görevlilerinden de pek çoğunu etkileri altına aldılar. Özellikle Ustuvânî Mehmed Efendi diye bilinen bir vaiz, vaazlarında tasavvuf ehlinin kâfir olduğunu söyleyip “Devran yapılan bir tekke yıkılıp temeli bir kaç arşın kazılarak çıkan toprak denize dökülmedikçe orada ibâdet yapılamaz,”diyordu.” (KARA, 2002), s.28
[5] İbn Arabî kaddese’llâhü sırrahü’l-azîzin Firavun’un imanıyla alâkalı görüşüydü, Abdülmecid Sîvâsî kaddese’llâhü sırrahü’l-azîz bu görüşü üç vecihle açıklıyordu.
Birinci: İbn Arabî Mâliki idi ve Mâlikî mezhebinde îmân-ı yeis muteberdir. Dolayısıyla İbn Arabî Mâlikî mezhebini göre hüküm vermiştir.
İkincisi: desise (hîle, oyun) olması muhtemeldir. Sîvâsî bu ihtimal üzerinde yorum yapmıyor.
Üçüncüsü: bu söz müevveldir. Yani tevîli vardır. Şöyle ki; Mûsa aleyhisselâmdan murat ruh, Firavun’dan murat nefs-i emmaredir. Harun akıldır. Karun şeytandır. Vücut Mısr’ına Firavun’un pâdişâh olması, âlem-i sadrda nefs-i emmârenin istilâsı demektir. Şecere-i Mûsa’nın kuvve-i âsâyı esma müşâhedesiyle imana gelmeleri, kuvâyı nefsâniyyenin ruha tebaiyeti ile şerhedilir. Asâ’nın ejder olup Firavun’a hamle etmesi esmanın kuvveti ile şerh edilir. (KARA, 2002), s.27
[6] SABETAY SEVİ
1626 Yılında İzmir'de dünyaya gelen Sabetay Sevi, genç yaşlardan başlayarak kendini Yahudi mistisizmine, Kabbala'ya kaptırmıştı. Bilincini yitirdiği, coşkulu dönemler yaşıyordu. Güçlü kişiliği ile çevresine birçok mürit toplamayı başarmıştı. Henüz yirmi iki yaşında iken, Kabbalacı yorumlara dayanarak, kendisinin beklenen mesih olduğunu ilân etti.
Gelişmelerden huzursuz olan hahambaşılık, Sevi'yi İzmir'i terk etmeye zorladı. Sevi önce eski bir Kabbala merkezi olan Selânik'e, sonra Istanbul'a gitti. Başkent'te, saygıdeğer ve ünlü bir vaiz olan Abraham ha-Yakini ile karşılaştı. Yakini'nin elinde Sevi'nin mesih olduğunu doğrulayan Kabbalacı bir kehanet belgesi vardı. Kısa süre sonra Istanbul'dan da ayrılan Sevi, önce Kudüs'e ve sonra Mısır'a gitti. Kahire'de Osmanlı valisinin hazinedarı olan güçlü ve varlıklı Raphael Halebi'yi kendi davasına inandırdı.
Malî destek sağlamış olarak, yandaşlarından oluşan bir maiyet ile Kudüs'e muzaffer bir biçimde geri döndü. Burada, Gaza'lı Nathan adında yirmi yaşlarında bir öğrenci, Yahudi geleneklerinde yer alan “Mesih'in Müjdecisi” rolünü üstlendi. Nathan, coşku içinde, İsrail devletinin yeniden kuruluşunun çok yakında gerçekleşeceğini ve Sevi'nin zaferi ile dünyanın kurtulacağını herkese duyurdu. Nathan, Kabbala hesaplarına dayanarak, kıyamet günü için 1666 yılını bildirdi. Ancak, Kudüs hahamları tarafından tehdit edilen Sevi, 1665 yılında sevinçle karşılandığı İzmir'e geri döndü. Bir kaç yıllık süre içinde, Sabetaycılık akımı hızla güçlenerek Venedik, Amsterdam, Hamburg, Londra ve bazı Kuzey Afrika kentlerine kadar yayıldı.
1666 Yılı başlarında, İstanbul’a giden Sevi, Osmanlı yetkilileri tarafından tutuklandı. 16 Eylül günü Edirne'de Padişah'ın huzuruna çıkarıldı. Önceden ölümle tehdit edildiği için, Sevi din değiştirerek Müslüman olmayı kabul etti. Padişah, Sevi'nin adını Mehmet Efendi olarak değiştirdi ve yüksek bir maaşla kapıcıbaşı görevini verdi. Ancak, bu din değiştirme olayı, müritlerinin çoğunu hayal kırıklığına sürükledi. Zamanla itibarını yitiren Sevi, sürgün olarak gönderildiği Arnavutluk'ta 1676 yılında öldü.
Sevi'yi din değiştirmesine karşın terk etmeyerek etrafında toplananlardan oluşan Sabetaycılık adı verilen akım, Sevi'nin dinsel yetkileri hakkındaki aşırı iddiaları ile sonradan din değiştirerek Yahudi inancına ihanet etmesi çelişkisini giderme çabası içindedirler. Sadık Sabetaycılar, Kabbalacı bir yaklaşımla, Sevi'nin din değiştirmesini mesihliğinin gerçekleşmesi için atılması gereken son adım olarak yorumlarlar. Bu nedenle, önderlerini izleyerek Müslümanlığa geçmişlerdir. Bu dönmeler (din değiştirenler) için, kişinin kendini kalpten Yahudi hissetmesi önemlidir ve görünürde uygulanan Müslümanlığın ve biçimsel eylemlerin değeri yoktur. Zohar'ın Luriacı yorumundan yola çıkarak, bir çeşit “Kutsal Günah” kuramına ulaşan Sabetaycılar, Torah'ın amaçlarının tam olarak gerçekleşmesinin ancak, manevî olmayan eylemler sonucunda Torah'ın görünüşte ortadan kaldırılması ile olanaklı olacağını ileri sürerler. (BORAN Ozan, http://www.sabatay-sevi.de/ s. 102)
[7] Bazı son dönem araştırmacılar Sabetay Sevi ile Niyâzî-i Mısrî kaddese’lâhü sırrahu’l azîzin görüştüğü ifadeleri bulunmaktadır.
[“Nasıl Kabalacı Sabetay Sevi ile “Vahdet-i Vücud”cu Niyazi Mısrî yan yana gelip, birbirlerini anlıyorsa...
…Peki, Vanî Efendi ve yandaşlarına karşı, Yahudi Kabalistler ile Müslüman sufîler nasıl bir ittifak yaptı?
Sabetay Sevi ile Niyazi Mısrî’nin yaptığı “ittifakı”, daha sonraki yıllarda hangi isimsiz şeyhler/Sabetayistler devam ettirdi? …” Soner Yalçın, Beyaz Müslümanların Büyük Sırrı- Efendi 2, 1. baskı / Haziran 2006]
Niyâzî-i Mısrî kaddese’llâhü sırrahu’l azîzin Sebatay Sevi ile bir görüşmesi olmuşsa ve bir etkilenme varsa bunu Sevi açısından düşünmek gerekir. Şöyleki, Fenton Judaism and Sufism (Yahudilik ve Tasavvuf) isimli makalesinde bu konuya şöyle eğilim gösteriyor.
[Şabbatîler (Sebetaycılar)
Yahudiler’le Müslüman sûfiler arasında son önemli ilişki, trajik kaderi dinini değiştirip İslam’a girmesine yol açan mistik mesih Shabbatay Zevi’nin (Sebetay Sevi) (ö. 1675) neden olduğu dinî karışıklık esnasında gerçekleşmiştir.
Shabbatay Zevi, Edirne’de zorunlu ikamete tabi tutulduğu dönemde gizlice Yahudilik’le ilgili vecîbeleri yerine getirirken bir taraftan Hızırlık Bektaşi tekkesindeki zikir âyinlerine katılmakta ve muhtemelen ünlü Halvetî şeyhi Muhammed el-Niyazî (Mısrî) ile de görüşmekteydi. Kendisi gibi din değiştiren ve “Dönme” olarak da bilinen müntesipleri, âyinlerinde okudukları çok sayıda Türkçe şiiri ve bazı ritüelleri kendilerinden devraldıkları, özellikle Bektaşi tarikatı olmak üzere, Türkiye’deki tarikatlarla yakın ilişkilerini sürdürmüşlerdir. ]
(FENTON, 2004); Fenton, Paul B., (1988), “Shabbatay Sebi and the Muslim Mystic Muhammad an-Niyâzi”, Approaches to Judaism in Medieval Times, 3, s.81-88.
Aslında Niyâzî-i Mısrî kuddise sırruhu’l-azizin Yahudileri sevmediği gibi tahkir ettiği kimseleride yahudi sıfatı ile aşağılaması ile onun dönmeler konusunda fazla tavizkar olmayacağını düşündürmektedir. Şöyleki mecmuasında;
“Ey tahtı başına kara olası dinsüz yahûdi o kâdi degüldür sensin ey cühüd sensin ey mürted sensin benüm hasmum kimse degüldür ey yahûdi oğlu yahudi oglu. Yahudi senün başuna bu mısri kıyametdür. kıyâmetdür kıyamet ne dilden ötersen öt. Zalim İsaya senün 'adâvetün kadimdür sen 'isâyı çârmıha çeken dinsüz yahüdisin. ” (Niyazî-i MISRÎ, 1223), v.66a
[8] Irkçılığın dinimizde haram olduğunu bilen bu kesim, Türk Milliyetçiğine aşırı şekilde karşı çıkarlarken Arap Milliyetçiliğini yapmaktan geri durmazlar. Bunu yaparken en çok kullandıkları metod ise Asr-ı Saadet Devrini anlatırlar. Diğer dönemlerin mesala bu dine en büyük hizmeti yapmış olan Türklerden bir kere bahsetmek istemezler. Bu anlatışta o kadar ileri giderler ki İslam o devirden başka bir dönemde yaşamamış gösterirler. Aslında bu bilinçaltı temizlemesinden başka bir şeyde olmadığı muhakkaktır.
Sahabe radiyallâhü anhüm hakkında hiçbir müslümanın aykırı düşüncesi olmadığı halde yalnız o nesilin anlatımı ile kalmak büyük bir yalnışlık olacak demektir. Çünkü senelerdir art niyetli din mıhrakları bir yeri yıkmak için önce övülmesini sağlarlar. Daha sonra çıkardıkları yüksek sivri tepeden aşağı ayağını kaydırarak inançların sarsılmasını sağlarlar. Bu her zaman bu şekilde olmaktadır. Birilerinin üzerine aşırı ilgi ile kazanılacak güveni yıkmak kolay olmaktadır.
Mesela tasavvufta tabiileri tarafından kaçınılmaz bir gerçek olarak gösterme gayretleri Kadızâdeli bir fanatik gurubu tahrik etmiştir. Reddiyeci bir şeyi red etmeye başlayayınca bazan bu red etmeyeceği şeyi dahi redde vardırır. Sevmede de durum aynıdır.
“Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Akabe (taşlaması) sabahı, bineğinin üzerindeyken:
“Bana (taş) toplayıver!” dedi. Ben de (şehadet ve başparmaklarla atılabilecek büyüklükte) ufak taşlardan onun için topladım. Avucuna koyduğum sırada:
“İşte bunlar gibi. Dinde aşırılıktan sakının. Sizden öncekileri, dinde aşırılıkları helâk etmiştir!” dedi.” [Nesâî, Hacc 217, (5, 268).]
Âlimler “Dinde aşırı olmayın” nasihatını daha umumî mânada anlayarak:
“Hiçbir şeyde ifrat ve tefrite düşmeyin, sevdiğinizi fazla sevmek, sevmediğinize fazla buğzetmek yaraşmaz... Dinî meselelerin inceliklerine fazla inmeyin, sebep ve illetlerini aramada aşırı gitmeyin...” demişler, ifrat ve tefritin itikadda ve amelde olabileceğine dikkat çekmişlerdir. Bizden öncekilerden Hıristiyanların Hz.İsâ aleyhisselâmı ifrat derecede sevme sonucu ilahlaştırarak sapıklığa düştükleri ve böylece helak oldukları da misal olarak verilmiştir.
Bir konuda bütün unsurları ele almanın rahatlığına kavuşan meseleleri çözerken kurtuluşu rahat bulur.
Yakın zaman cemaatlerinde müşahede ettiğimize göre müntesiplerin kavrayış ve anlama duyumları sürekli olarak tek merkezli tutulması da ileriye dönük bu çığırları tekrar açması muhtemeldir. Tedrisatlarda kaçınılmaz unsurlar Kur’an-ı Kerim ve Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin sünnetidir. Diğerleri için bir mecburiyet getirilirse muhakkak müntesip olan gurup ifrat ve tefrit çıkmazlarından birine düşerek güdük kalacağı bilinmelidir.
[9] Limni Adası, Yunanca Limnos
Ege Denizinde Yunanistan'a ait ada. Aynaroz (Athos) Dağı ile Türkiye kıyısının tam ortalarında, öteki adalardan uzak bir konumdadır. Yönetim açısından Lesbos (Midilli) iline (nomôs) bağlıdır. Büyük ölçüde volkanik kayaçlardan oluşan dalgalı batı kesimi, Mürtzeflos Burnunda (âkra) 430 m yüksekliğe ulaşır. Daha düz bir yapısı olan doğu kesimi ise kuzeyde Purnia (Paradisos), güneyde de Mondros (Mûdhros) adlı iki derin körfez ile batıdan ayrılır. Yüzölçümü 476 km² olan adanın batısı tümüyle çıplaktır; ama vadiler ve doğudaki ovalar çok verimlidir.
En büyük kenti ve başlıca limanı batı kıyısında yer alan ve Kastro olarak da bilinen Mîrina'dır (Antik Çağda Myrina). Limni'nin ve güneydeki Âyios Evstrâtios adlı adanın metropoliti burada oturur. Adanın ikinci büyük kenti olan Mondros, aynı adlı körfezde, Ege'nin en iyi doğal limanlarından birinde kurulmuştur. Adada büyük bir havaalanı bulunur.
4. yüzyılda Bizans'a bağlı bir piskoposluk olan ada, VI. Leon'un hükümdarlığı (928) sırasında metropolitlik yapıldı. 11. ve 12. yüzyıllarda adaya Venedikli tüccarlar yerleşti. 1204'te Bizans İmparatorluğu'nun buradaki gücünü yitirmesi üzerine ada, Venedik grandüklerinin eline geçti, ardından Cenovalıların denetimine girdi. İstanbul'un fethinden bir süre sonra Osmanlı Devletinin yönetimine giren (1456) Limni, daha sonra birkaç kez Osmanlılarla Venedikliler arasında el değiştirdi. 1479'da iki devlet arasında yapılan bir antlaşma sonunda kesin olarak Osmanlı topraklarına katıldı. 1670'ten sonra Osmanlılarca bir sürgün yeri olarak kullanıldı. Balkan Savaşlarından (1912‐13) sonra da Yunanistan Krallığı'na bağlandı. I. Dünya Savaşı sırasında, İttifak Devletleri'nin başarısız Çanakkale Boğazı çıkarması (1915) Mondros Körfezinden başlamıştı. Mondros Mütarekesi de (1918) gene aynı yerde imzalandı.
Limni toprağı (Lemnia sphragis), Antik Çağda yılan sokmasına karşı ve yaraları tedavi etmek için, 16. yüzyılda da vebaya karşı ilaç olarak kullanıldı. Toprak, yılda bir kez Hephaistia yakınlarındaki bir tepeden törenle kazılarak çıkarılırdı.
[10] Ehl’u-llâh his yönü çok kuvvetli olduğundan entrikaların emarelerini hemen hisseder.
[11] Bkz. (MISRÎ, 1223)
[12] (ÇETİN, 1999), s.72; (BURSEVİ), v.21a, 17. Varidat
[13] Mustafa Galib, el-Gazzâlî, Beyrut, 1981, s.22-23
[14] el-Munkız 174-175; Abdulhalim Muhammed tahkiki, Mısır, 1972.; Mustafa Gâlib, el-Gazâlî, 22-23.
[15] İmâm Nevevî (hyt. h.676-m.1277) ‘İhyâ’ kitabı hakkında diyor ki: ‘Nerde ise veya az kaldı, İhyâ Kur’ân olacaktı!’ (Abdulhalîm Mahmud, el-Munkiz’e olan tahkiki Mukaddimesi, s. 5, Mısır, 972).
Nevevî gibi büyük bir hadis âlimi böyle derse, onu Kur’an-ı Kerim’e eş tutmaya kalkışırsa; Abdurrahman molla Câmiî (ö, m.1492) de Celâlleddîn-i Rûmî’nin Mesnevî’si için ‘Nebi değildir, ancak kitabı vardır.’ diyerek Mesnevî’yi Kur’an-ı Kerim’e denk tutmaya çabalar. Oysa herkes bilir ki, Kur’an-ı Kerim Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin kitabı değildi. Yani Celâleddîn-i Rûmî’yi neredeyse Allah Teâlâ’ya denk tutacak! Hadisçi ve tasavvufçu böyle der de müslümanlar boyun büker, yaltaklık ederse, düşecekleri çukur bugünkü İslâm dünyasının ve milletlerinin durumudur. (Hüseyin ATAY, 22 Şubat, 2003)
Bu yorum ilk açıdan bakılınca mantıklı olmasına rağmen unutulan bir husus, tasavvufî bakış açısı terk edilmektedir. Bu konuda objektif olmak gereklidir. Ancak seneler geçtiği halde bu büyükleri insanların terk edememelerinin sebebi araştırılmıyor. Bu kişiler yanlış üzerinde ısrar mı ediyorlar. Bu da ayrı bir sorudur.
Ayrıca büyük insanların halleri ile bir takım insanların cahiliyye duyguları karşısında bunu engellemek için yüksek duvarların yıkılması gerekmekir. Bir nedenle merkezin yıkılan duvarından içeri giren bulmak isteği düşünceye ulaşamayınca düşman yok etmekten başka bir çare bulamamıştır. Bu nedenle büyük kişilerin sıkıntılı hayatı son döneminde doruk noktasındadır. Bu ise onların korunmasına yardımcı olan etkilerdir.
[16] (ATAY, 1 : 2 2003), s. 25
[17] Nahl, 70
[18] (ATAY, 1 : 2 2003) Belki bu türlü hallerin oluşmasında Allah Teâlâ’nın rahmetinin genişliğini görmek uygun olacaktır. Çünkü Allah Teâlâ dinine hizmet edenlere yardım edenlere yardım edeceği sözü vardır.
يَا اَيُّهَا الَّذِينَ اَمَنُوا اِنْ تَنْصُرُوا اللهَ يَنْصُرْكُمْ وَيُثَبِّتْ اَقْدَامَكُمْ
“Ey iman edenler! Eğer siz Allah’a (Allah’ın dinine) yardım ederseniz O da size yardım eder, ayaklarınızı kaydırmaz.” ( Muhammed, 7)
[19] İsra, 15
[20] Kasas, 59
[21] (ATAY, 1 : 2 2003), s. 18
[22] Buhâri, Tevhid 15, 22, 28, 55, Bedi’ül’-Halk 1; Müslim, Tevbe 14, (2751); Tirmizi, Daavat 109, (3537).)
Buhâri nin bir diğer rivâyetinde: “Rahmetim gazabıma galebe çaldı” denmiştir.
Buhâri ve Müslim’in bir rivâyetlerinde: “(Rahmetim) gazabımı geçti” denmiştir.
[23] Bakara, 286
[24] En’âm, 152; Ârâf, 42; Mu’minûn, 62.
[25] Talak, 7.
[26] Bakara, 233.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar