FUTUHAT-I MEKKİYYE'NÎN DÖRDÜNCÜ KISMI
Rahman ve Rahîm Olan Allah
Teâlâ’nın Adıyla
Tavafta dedim ki: Nasıl tavaf ederim?
O bizim ‘sırr’ımızı algılamaktan
alıkonmuş Taş benim hareketlerimi anlayamaz ki Denildi ki: Sen kendini yitirmiş
bir şaşkınsın Nuru parıldayan Ev’e (Kâbe’ye) bak!
Temizlenmiş kalpler için bu açık
kılınmıştır.
O kalpler ona perde olmaksızın Allah
Teâlâ ile bakar
Böylece onun yüce ve ulu sırrı
gözüktü
Celâlimin ufkundan ona tecelli etti
Doğruluk kameri (ay); tutulmak onu
örtmedi
Onu gördüğünde Dostu
görseydin :
.
Onun ‘kendinden
geçmiş, hasret çekeri olduğunu söylerdin!
Sağımın siyahlığında sır kayboldu
Hangi sır olduğu keşke bilinseydi
Onun zatı bilinmez ve yoğun olduğu
söylenirdi Bir kavme göre; bir kavme göre ise lâtif ‘Onu niçin bilmediler’
dediğimde, bana dedi ki:
Değerli olanı ancak değerli bilebilir '
Onu bildiler ve bir vakit ona bağlandılar Rahîm ve Raûf da onları
dost edindi Dosdoğru oldular, onlardan asla görülmedi Onun zatıyla tavaftan bir
sapma Kalk! Tarafımdan Evimin komşularını müjdele Yanında korku bulunmayan bir
emân ile Bu emân, öldüklerinde onları sevindirir Ya da iffetlerini koruyarak
yaşarlar.
Ey samimî ve
değerli dost, bilmelisin ki: Berekeder Mekke’sine ve ruhanî hareket ve
durağanlık madenine ulaşıp oradaki durumum olduğu gibi olunca, kimi kereler
Hakkın soylu evini tavaf ettim. Tespih çekerek, Hakkı överek, tekbir ve tehlil
getirerek, bazen soluklanarak ve dinlenerek, bazen tutunarak tavaf ederken, bir
anda -ki o esnada Hacer-i Esved’de suskun bir halde duruyordumgeçkin-genç,
susankonuşan birisiyle karşılaştım. Ne ölü ne diri, ne bileşik ne yalın idi, ne
kuşatan ne de kuşatılan idi.
Onu Kabe’yi
dirinin ölüyü tavaf edişi gibi tavaf ederken gördüğümde, onun hakikat ve
mecazını anladım ve Kabe’yi tavaf etmenin cenazeye namaz kılmak gibi olduğunu
öğrendim. Dirinin ölüleri tavaf ettiğini gördüğümde, zikredilen gence senin
duyacağın şu mısraları okudum.
Evi gördüğümde, tavaf edilirken
Şeriatın bilinmeyen sırrının sahibi
bir takım şahıslarca.
Bir grup daha onu tavaf etti ki,
onlar şeriat ve bilgi sahipleridir .
Onlar keşf gözünün sürmeleridir,
onlar onu görmez değil Bir ölüye şaştım: Diri kendisini tavaf ediyor.
Aziz ve zamanın tekidir;
benzeri yoktur Bize heybet sahibi bir nurdan tecelli etti
Meleklerden değildi,
bilakis o insan idi
Anladım ki: îş
bilinmezdir ve o iş
Keşif ve tahkik nezdinde
diridir ve görülürdür
Dedim ki: Bu
dizeler benden dökülüp onun saygın evini bir bakımdan ölülere kattığımda,
ezici bir çağrı beni ansızın çarptı ve susturucu ve zorlayıcı bir şekilde bana
şöyle dedi: ‘Gitmezden önce evin sırrına bak! Onu ziyaretçi ve taşlarını tavaf
edenlerle parlak görürsün. Onlara perde ve örtülerinin ardından bak.’
Ben de, söylediği gibi, evin parladığını gördüm. Bunun
üzerine onun adına maharetle şiir söyledim ve misal âleminde irticalen şu dizeleri
söyledim: ' -
Evi görüyorum,
çevresinde tavaf edenlerle parlıyor.
Parlaklık sadece onu yaratan
Hakîm’dendir Bu ev duyumsamayan ve görmeyen bir cansızdır Ne aklı var ne
dinlemesi
Bunun üzerine bir adamcağız dedi ki: Bu bizim için itaattir. .
Şeriat hayatımız
boyunca bizim için onu ortaya koydu.
Ben de ona dedim ki:
Bu senin ulaşacağın son bilgidir, kulak ver
Hüküm koyma
hikmetinin gösterdiği kimsenin sözüne
Bir cansız gördüm,
kendisi nedeniyle hayatı yok
Onun ne bir faydası
ne de zararı vardır
Fakat kalbin gözü
için onda benzer bulunur
Gözde hastalık ve
pas bulunmadığında
Kendi zatıyla
tecelli ederse onu aziz görür
Kimsenin onu
taşımaya gücü yok
Artık ben, Ebû Hafs
(Hz. Ömer) ve Ali’miz olmuştum
Bol ihsan, almak ve
engellemek beridendir
O gencin
menzilini ve mekân ve zamandan münezzehliğini bana öğretti. Onun menzilini ve
konaklayışını öğrenip varlıktaki mekânını ve hallerini bildiğimde, elini öptüm,
alnındaki vahiy damarını mesh ettim ve ona dedim ki: ‘Senin ile oturup kalkmak
ve dostluk kurmak isteyene iltifat buyur!’
Bunun üzerine
ima ve remiz yoluyla, herhangi bir kimseyle sadece remiz diliyle konuşacak
şekilde yaratıldığına işaret etti. ‘Benim remzimi öğrenip gerçeğini kavrar ve
algılarsan, fasih insanların sözlerindeki açıklığın ona ulaşamayacağını,
belâgat sahiplerinin söz ustalıklarının onunkine yetişemeyeceğini de
öğrenirsin.’
Bunun üzerine
ona dedim ki: ‘Ey Mutlu kişi! Bu ne büyük ihsan! Bana senin terimlerini öğret
ve anahtarının hareketlerinin niteliğine beni vakıf kıl. Ben seninle sohbet
etmek ve gecelemek isterim. Çünkü denk ve benzer senin nezdindedir, o senin
zatınla inen ve emir verendir. Sende açık bir hakikat bulunmasaydı, parlak
yüzler ona bakamazdı.
O işaret
etti, ben de öğrendim. Güzelliğinin hakikatini bana gösterdi, ben de anladım.
Önüme düşürüldü, kendimden geçtim. Baygınlıktan ayılıp kaslarım korkudan tir
tir titrediğinde, ona dair bilginin gerçekleştiğini anladı. Yürüyüş asasını
attı ve konakladı. Ardından hali (lisan-ı hal, hal diliyle) peygamberlerin
getirdiği ve güvenilir meleklerin indirdiği şeyleri bana okudu: ‘Allah
Teâlâ’dan sadece bilgili kulları korkar.’204
Bu ayeti bir delil yaptı ve kendisi hakkında oluşan bilginin öğrenilmesine yol
kıldı.
Ona dedim:
‘Beni sırlarının bir kısmının bilgisine ulaştır ki, seni bilenlerden olayım.’
Yanıt verdi:
‘Yaratılışımın ayrıntısına ve yapımın düzenlenişine bakarsan benden istediğini
onda yazılmış bulacaksın. Çünkü ben, ne konuşan ve ne de konuşturan olurum.
Benim kendimden başkasına dair bir bilgim de yok! Zatım isimlerimden başka
değil! Dolayısıyla ben, bilgi ve bilinen ve sürekli bilenim. Ben hikmet,
hikmetli ve hikmet sahibiyim.’
Sonra şöyle
dedi: ‘Kitabında yazacağın ve kâtiplerine yazdıracağın şeyleri yaratılışımdan
alman için, izimin etrafında dön ve Ay’ımın ışığıyla bana bak! Tavaf ederken
Hakkın sana gösterdiği herkesin görmediği sırları bana bildir ki, ben de senin
himmetini ve mananı öğreneyim. Böylece seni kendinden öğrendiğim tîurzda orada
zikredeyim.’
Bunun üzerine
dedim ki: ‘Ey gören ve görülen! Hakkın bana bildirdiği varlık sırlarının bir
kısmını sana bildireceğim. Onlar, ışığın şeffaf elbiselerine nüfuz etmiş ve
örtülerin ardından gözlere bitişmiş sırlardır. Allah Teâlâ, onları yükseltilmiş
bir perde ve konulmuş bir gök olarak inşa etmiş. Fiil, zata göre lâtiftir,
idrak edilmemesi nedeniyle de yüce ve değerlidir.
Onun niteliği zatından lâtif
Fiili ise niteliğinden lâtif
Her şeyi zatıma yerleştirdi
Bir şeyin anlamını harfine koyduğu
gibi
Alem bir anlam için talep edilir
Misk de kendi kokusu için istenir
Hakk,
hakikatimin gerektirdiği şeyi bana yerleştirmemiş ve benim yolum ona ulaşmamış
olsaydı, O’nun meşrebi için bir kazanç ve O’nu bilmeye bir yöneliş kendimde
bulamazdım. Böylelikle işin sonunda kendime dönüyorum. (Yine bu nedenle)
Daireyi çizerken pergelin ayağı, varlığının sonuna ulaştığında başlangıç
noktasına döner, işin sonu başma bağlanır ve (işin) ebedi ezeline yönelir. Şu
halde sadece sürekli bir varlık ve yerleşik ve sabit müşahede vardır.
Yol sadece
yaratılmışın görmesi için uzatıldı. Kul onda yerleşmeksizin yüzünü kendisini
takip edene çevirseydi, kuşkusuz, ermiş sâliklere ‘Allah Teâlâ’ya yemin olsun!
Ne kötü yapmışlar’ gözüyle bakardı. Sâlikler, gerçeği bilseydi, mekânlarından
ayrılmazdı. Fakat onlar, hakikatlerin çift olması nedeniyle, Allah Teâlâ’nın
kendisiyle yolları ve yeryüzünü yarattığı Yaratan Hakkın tekliğinden
perdelenmiştir. Böylece isimlerin içeriklerine bakmış ve yükseliş
merdivenlerini aramış, onları istenilecek en yüksek menzil ve Hakka yönelinen
ve aranılan en yüce halin olduğunu zannetmiştir. Böylelikle onlar vasıtasıyla
doğruluk Burak’ı ve Refrefleri üzerinde yürütülüp, gördükleri şeylerle ayet ve
sırlarını onlara öğretmiştir.
Bakış
kuzeyden olduğunda durum böyledir. Yetkin yaratılış üzerindeki fıtrat ise ilk
konumunda yüzüyle dairenin noktasının karşısında bulunur. Böylelikle fıtratın
ruhunun yarısı sağ taraftan araştırır, batı tarafından ise sefer eder. Bakış
sağdan hareket ederse ilk bakışında gözle görme müşahedesinde temkin makamına
ulaşır.
Aşağıların
aşağısında bulunduğu zannedildiği halde yücelerin en yücesinde bulunan kimseye
şaşılır! ‘Cahillerden olmaktan Allah Teâlâ’ya sığınırım.’205
Bakışın kuzeyi, onu yönetenin sağıdır.Kendi mevzisinde durması ise varış
yerinin sonudur.
İşaret
ettiğim şey akıllı kişide sabit ve sahih olup dönüşün O’na olduğunu
öğrendiğinde, artık durduğu yerden ayrılmaz. Fakat miskin, kapıyı çalmayı ve
(kapının) açılmasını hayal eder ve şöyle der: Darlığın ve sıkıntının karşısında
genişlik ve açıklıktan başka ne olabilir ki? Ardından bunu bir ayet olarak
hasımlara okur: ‘Allah Teâlâ kime hidayet etmek
isterse onun gönlünü Islâm’a açar, kimi saptırmak isterse onun gönlünü âdeta
göğe çıkarcasına daraltır.’206
Binaenaleyh açılma ancak darlıktan sonra olduğu gibi istenilen de ancak yol
gidildikten sonra elde edilebilir. ,
Miskin,
anlayış sahipleri ve sakınanlar nezdinde ancak düşünme ve delil vasıtasıyla
gerçekleşen şeyleri ilham vasıtasıyla elde ettiğinden habersizdir.
Kuşkusuz
söylediklerinde haklıydı. Çünkü o kuzey gözüyle bakıyordu. Artık onun halini
ona bırakınız! Onu haliyle baş başa bırakınız, kurnazlık yaptığını tespit
ediniz ve onun bu davranışını güçlendirip ona şöyle deyiniz: ‘Çıktığın yere
ulaşmak istersen, kaçınılmaz olarak, yardım dilemen gerekir.’
Onun adına
komşuluk makamını gizleyin! Ziyaretleşme, görüşme ve dayanışma ödülünü
artırınız. Böylece o ayrıldığı menzile ulaşmakla mahzun olacak, ulaşacağı yerde
elde edeceği sırlarla sevinecektir. Kuşkusuz Peygamber miraç ile istenmemiş
olsaydı, yolculuk etmeyecek, göğe çıkmayacak ve inmeyecekti. Bulunduğu yerde
Yüce Topluluğun durumu ve Rabbinin ayederi ona geldiği gibi, yatağında bulunduğu
halde yeryüzü ona yaklaştırılmıştı. Fakat o, dileyen kendisini inkâr etsin
diye, ilâhî bir sırdır. Çünkü yaratılış onu gerektirmemiştir (vermemiştir).
Dileyen ona inanır. Çünkü o her şeyi toplayandır.’
Aklın tek
başına ulaşamayacağı ve anlayışın yalnız başına elde edemeyeceği bu ilme
ulaştığımda, şöyle demişti: ‘Bana garip bir sır duyurdun, bilinmez bir anlamı
bana açıkladın. Daha önce hiçbir dosttan onu duymadım. Senin gibi, bu
hakikatlerin kendisi adına tamamlandığı başka birisini de görmedim. Şu var ki,
onlar şimdi benim nezdimde malumdur ve benim zatımda yazılmıştır. Perdelerimin
kalkması ve işaretlerimi öğrenmen esnasında onlar sana gösterilecek. Fakat
seni hareminde konaklatıp yasaklarını öğrettiğinde, sana gösterdiği şeyleri
bana da bildir.’
İlâhi Biati Müşahede Eden
Dedim ki: ‘Ey
konuşmayan fasih ve ey bildiğinden soran kişi! Şunu bil: O’na iman yoluyla
ulaşıp ihsan mertebesinde onun katında konakladığımda, o beni haremine indirdi
ve yasaklarını bana öğretip dedi ki:
Bana
bağlanmanı istediğim için, (sayesinde bana ulaşabileceğin) ibadederini
artırdım. Beni burada bulamazsan, şurada bulursun. Senden cem’ halinde
perdelenirsem Mina’da tecelli ederim. Yine de, bulunduğun pek çok yerde
bildirdim ve bazı sırlarında defalarca gösterdim ki perdelenmiş olsam bile,
perdelenmem her arifin bilmediği bir tecellidir. Sadece senin ihata ettiğin
bilgileri ihata eden kimse onu bilebilir.
Görmez misin
ki: insanlara kıyamet günü aşina oldukları suret ve belirtiden başka bir suret
ve belirtide tecelli ederim de, bu nedenle benim Rabliğimi inkâr ederler. O
suretten kaçar ve (aşina oldukları Rablik suretine) yine O’na sığınırlar. Fakat
bunun farkında değiller. Onlar kendilerine tecelli edene şöyle derler: Senden Allah
Teâlâ’ya sığınırız. Bizler burada Rabbimizi bekleyenleriz.’ O esnada onlara
bildikleri surete göre gözükürüm. Onlar benim Rab, kendilerinin kul olduklarını
kabul eder. Dolayısıyla bildiklerine ibadet eden ve kendilerinde yerleşik
sureti müşahede eden kimselerdir.
Onlardan bana
ibadet ettiğini söyleyenin sözü yalandır ve beni şaşırtmıştır. Ona tecelli
ettiğimde beni inkâr etmiş iken bu sözü nasıl doğru olabilir ki? Beni belirli
bir suret ile sınırlayan, kendi hayaline ibadet etmiştir. O, kalbine yerleşmiş
örtülü hakikattir. Hâlbuki bana ibadet ettiğini zanneder, gerçekte ise beni
inkâr eder.
Ariflere
gelince, onların gözlerinden gizlenmem mümkün değildir. Çünkü onlar
yaratıklardan ve sırlarından uzaklaşmıştır. Dolayısıyla onlara içlerinde
benden başkası görünmez ve varlıklardan isimlerimden başkasını bilmezler.
Dolayısıyla kendilerine gözüküp tecelli eden her şeye şöyle derler: ‘Sen en
yüce münezzehsin, senden başkası yoktur! insanlar gayb ve şahadet arasındadır.
Her ikisi de onlarda aynı şeydir.’
Onun sözünü
işitip işaret ve bildirmesini anladığımda, kıskançlık cezbesi beni ona çekti ve
önünde durdurdu.
Kâbe’nin ve Tavafin Varlıktaki Sun ile Öğretim ve Lütuflann
Muhatapları
Bana sağ
elini uzattı, ben de öptüm. Arzu duyduğum suret bana ulaştı:
Hakk bana
önce hayat suretinde göründü.207 Ben de ona ölüm suretinde
gözüktüm. Böylece bir suret diğerine biat etmek istedi ve ona ‘gidişatın güzel
değil’ dedi. Sağ elini ondan çekti ve ‘şahadet âleminde künhünü bilmiyorum’
dedi.
Sonra bana
göz suretinde göründü, ben ise onun için kör suretine girdim. Bu, bir şavtın
tamamlanması ve şartın bozulduğunu düşündükten sonraydı. Suret, diğer surete
biat etmek istedi ve zikredilen sözü ona söyledi.
Sonra benim
için en genel bilgi suretinde göründü. Ben de ona tam bilgisizlik suretinde
göründüm. Suret, o surete biat etmek istedi ve ona meşhur sözü söyledi.
Sonra benim
için çağrıyı işitmek suretinde göründü. Ben de ona duymamak suretinde göründüm.
Suret o surete biat etmek istedi. Hakk ise iki suret arasında perdeleri
yerleştirdi.
Sonra benim
için hitap suretine girdi. Ben de O’nun için dilsizlik suretine girdim. Suret o
surete biat etmek istedi. Hakk ise iki suretin arasına Levha’nın işaret ve
yazılarını gönderdi.
Sonra Hakk,
benim için irade suretine girdi. Ben de O’nun için hakikatin eksikliği ve
alışkanlık suretine girdim. Böylelikle (bana ait) suret
(Hakka ait)
surete biat etmek istedi, Hakk ise ikisinin arasına aydınlığını ve
ışığını yaydı.
Sonra Hakk,
benim için kudret ve güç suretine girdi. Ben de ona acizlik ve zayıflık
suretinde göründüm. Böylece suret o surete biat etmek istedi. Hakk kuluna
eksikliğini gösterdi.
Bu yüz
çevirmeyi ve bütün arzu ve gayelerimin gerçekleşmediğini görünce dedim ki:
Neden bana karşı çıktın ve ahdimi yerine getirmedin?
Şöyle
karşılık verdi: Ey kulum! Kendine direnen sensin! Ey tavaf eden kişi! Her
şavtta taşı öpmüş olsaydın, orada o lâtif suretlerde elimi öpmüş olurdun. Çünkü
benim evim orada zat mesabesindedir. Tavafın şavtları ise yedi sıfat
mesabesindedir. Bunlar celâl sıfatları değil yetkinlik sıfatlarıdır. Çünkü
onlar, sana kavuşmanın sıfatlarıdır208 -ayrışma değil. O halde yedi
şavt, yedi sıfat içindir. Orada bulunan ev ise bir zata delâlet eder. Şu var
ki, ben o evi döşeğim menziline indirdim ve insanların geneline şöyle hitap
ettim: Bu ev sizin katınızda Arş’ım gibidir. Yeryüzündeki halifem ise istiva
yeri ve içerendir. Seninle birlikte tavaf eden ve yanında duran meleğe bak!
Bunun üzerine
hemen meleğe baktım. Ben kendisine bakınca, melek Arş’a döndü ve dinçliğiyle
bana karşı gururlandı. Bunun üzerine ben de ona tebessüm ettim. Ardından şu
mısraları söyledim:
Ey Peygamberlerin
tavaf ettiği Kâbe!
Saygın meleklerin tavafından sonra. .
Sonra onların
ardından bir âlem geldi.
Yücelik ve süflîlik
arasında, onu tavaf eden.
Kâbe’yi benzer
sayarak arşı mesabesine koydular
, Biz onun etrafında tavaf eden
saygınlarız
Onu tavaf edenlerin
en büyüğü derse ki:
Ben hayırlı olanım, işitiyor musunuz? '
VAllah Teâlâi! Ne
bir nass getirdi ve bildirdi.
Getirdiğini açıklamadan.
Bu onu çevreleyen
bir nurdan başka nedir ki?
Onların nurları; biz
ise değersiz bir süyuz (nutfe)
Böylece bir şey benzerine çekildi.
Hepimiz ise onun katında yerleşmiş
kullarız Hayır! Bizim tavaf ettiğimizi tavaf ettiklerini Görmediler mi? Onlar
toprak değildir Bizden en lâtifi soyutlanırsa yerleşir Tavaf edenlerin
etrafında döndüğü kimsenin üzerine Onları bilgisizlikten tenzih ediniz:
Allah Teâlâ’nın âlemleri amade ettiği
kimsenin hakkını
Nasıl bilmezler? Onlar bilir
Ben kendisine secde edilenin oğluyum
Melekler babamıza secde emrine isyan
ettikten sonra
Bilgisizliklerini itiraf etti
Secde etmeme de direnen iblis oldu
(gerçekle yanlışı karıştırdı)
Artık inkâr edenlerden oldu
Onları tenzih ediniz, tenzih ediniz!
Çünkü onlar
Hata edenlerin hatasından masum kaldı209 -
Dedim ki:
Sonra, kalbimin yüzeyini210 ondan çevirip Rabbime döndüm. Rab bana
dedi ki: Baban dolayısıyla sana yardım edildi. Bereketim sana yerleşti.
Övdüğün kimsenin ve kendisine sunduğun iyilikleri duy! Hakka yakın meleklerin
menzilleri yanında senin yerin neresidir? Allah Teâlâ’nın selâmı sizin ve
onların üzerine olsun.
Benim bu
Kâbe’m, varlığın kalbidir.211 Arş’ım bu kalp için sınırlı bir
cisimdir. O ikisinden hiçbirisi beni sığdıramamış, senin onlardan bildirdiğin
şeyi benim hakkımda bildirememiştir. Beni sığdıran evim, senin amaçlanmış
kalbindir. O kalp senin görünen bedenine yerleştirilmiştir. Senin kalbini
tavaf edenler, sırlardır. Dolayısıyla onlar, bu taşları tavaf edişte
bedenleriniz mesabesindedir. Bizim kuşatıcı Arş’ımızı tavaf edip dönenler ise
senden dünya âleminin etrafında dönenler gibidir. Binaenaleyh, senin bedenin
yalın kalbinin aşağısında bulunduğu gibi Kâbe de kuşatıcı Arş karşısında
bulunur.
Kâbe’yi tavaf
edenler, kalp olmada ortak oldukları için, senin kalbini tavaf edenler
mesabesindedir. Senin bedenini tavaf edenler ise kuşatma niteliğinde ortak
oldukları için, Arş’ı tavaf edenler gibidir. Beni sığdıran kalbi tavaf eden
sırlar âlemi diğer âlemlerden üstün ve yüce olduğu gibi siz de üstünlük ve
efendilik yönüyle kuşatıcı Arş’ı tavaf edenlerden üstünsünüz. Çünkü siz,
âlemin varlığının kalbini tavaf etmektesiniz. Dolayısıyla siz, bilginlerin
sırları mesabesindesiniz. Onlar ise âlemin cismini tavaf etmektedir.
Dolayısıyla onlar, su ve hava mesabesindedir.
Nasıl eşit
olabilirsiniz ki? Beni sizden başkası kalbine sığdıramamış, sizin mananızın dışında
hiçbir şeyde yetkin bir surette tecelli etmemişim. Artık size verdiğim yüce
şerefin kadrini ve kıymetini biliniz! Ben büyük ve yüceyim. Tanım beni
sınırlayamaz. Ne efendi bilir beni ne köle!
Ulûhiyet,
mukaddestir. Dolayısıyla idrak edilemez ve katma ortak koşulmasından
münezzehtir. Sen bensin, ben ise benim. Artık beni kendinde arayıp yorulma!
Beni dışarıda arayıp rahatını kaçırma! Aramaktan da vazgeçme, yoksa bedbaht
olursun. Bana kavuşuncaya kadar beni ara, böylece yükselirsin. Fakat beni
arayışında edepli davran. Yoluna girerken, bilinçli ol. Beni ve seni ayırt et.
Çünkü sen beni göremezsin, sadece kendini görürsün. Artık, ortaklık
niteliğinde dur. Aksi halde bir kul ol ve de ki: İdrak edememeyi idrak,
idraktir. Bu yola bir hür olarak katılır ve şerefli bir dost olursun.
Sonra dedi
ki: Benim katımdan çık. Çünkü senin gibi birisinin bana hizmet etmesi uygun
değil.
Ben de
kovulmuş bir halde çıktım. Şöyle buyurdu: ‘Beni
ve yaratığımı yalnız bırak.’212
Sonra dedi ki: ‘Onu döndürünüz.’ Bunun üzerine beni döndürdüler, bir anda
önünde bulundum. Sanki onun müşahede yaygısından ayrılmamış ve varlığının
mertebesinden uzaklaşmamıştım.
Dedi ki: Bana
hizmet etmesi uygun olmayan kimse benim katıma nasıl girebilir? Sende hizmetin
gerektirdiği saygı yoksa bu mertebe seni kabul etmeyecek ve ilk bakışta def
edecektir. İşte sen, şimdi oradasın. O mertebenin sana olan iyiliğinin ve
sevecenliğinin saygını, tecellisinin ise haşyetini artırmadığını gördüm.
Sonra dedi
ki: Senin çıkartılmanı ve kendi miracma döndürülmem emrettiğimde niçin bana
sormadın? Ben sana kesin kanıt ve dil sahibi birisi olarak bildirirdim. Ey
insan, ne çabuk unutursun!
Bunun üzerine
dedim ki: Beni senin zatını müşahede etmenin yüceliği sarstı. Tecellilerinde
biat elini tutman önüme düştü. Ben de bakıp bakmamakta tereddüt etim: Acaba
gaybde hangi haber meydana geldi? O esnada kendime dönseydim, haberin bana
benden verildiğini öğrenirdim. Fakat mertebe, başkasının görülmeyeceği
bilgisini verdi. Ayrıca keridininkinden başka bir selamlayana bakılmayacağının
bilgisini vermiştir.
. Bunun
üzerine şöyle dedi: Doğru söyledin ey Muhammed! Artık biricik makamda kal.
Sayıdan sakın, çünkü onda ebedî helale vardır!
Sonra, başka
bir takım konuşmalar ve haberler meydana gelmiştir ki, onları bazı sırlarla
birlikte Hac ve Mekke bölümünde zikredeceğim.
Vefalı yoldaş
dedi ki: Ey en saygın ve seçicin dost! Bana söylediğin her şeyi biliyorum.
Söylediğin her şey benim zatıma yazılmış ve zatımda bulunmuştur.
Dedim ki:
Sana senden ulaşma arzusu beni teşvik etti. Ta ki, seninle senden haberdar
olayım.
Şöyle dedi:
Evet, ey garip ve öğrenmek isteyen kişi! Benimle beraber taştan yapılmış
Kâbe’ye gir, orası perde ve örtüden münezzeh bir evdir. Orası, ariflerin
girdiği yerdir. Tavaf edenlerin rahatı oradadır.’
Ben de hemen
onunla beraber taş eve girdim. Elini göğsüme koydu ve dedi ki: Ben oluşu ve
görülür âlem ile mekânın varlığının sırlarını kuşatma mertebesinde yedinciyim. Hakk,
Havva’ya mensup saf bir nur parçası olarak beni yarattı ve beni tümeller için
bir karışım yaptı.
Bana
aktarılan veya indirilen şeyi öğrenirken, ansızın üçayaklı bir ata binmiş
halde, en yüce Kalem öğretmen olarak yüce menzillerinden zatıma indi. Başını
zatıma döndürmüş, ardından nurlar ve karanlıklar yayılmıştı. Bütün olanlar, sırr’ıma211
üflendi. Yerim ve göğüm parçalandı, beni bütün isimlerime muttali etti. Ben de
kendimi ve başkasını öğ-
rendim,
iyiliğimi ve kötülüğümü ayırt ettim, Yaratanımı ve hakikatlerimi ayrıştırdım.
Sonra bu
melek benden ayrılıp şöyle dedi:
-Öğren! Sen
hükümdarın mertebesisin.
Ben de
elçinin konaklaması ve gelişi için hazırlandım. Melekler bana konuk oldu,
felekler üzerimde döndü. Hepsi elimi öpüyor, mertebeme yöneliyordu. Ne bir
inen melek gördüm ne önümden ayrılan bir melek gördüm! Yönlerimden birisine
dikkat kesildim. O esnada ezel suretini gördüm. Böylece inmenin imkânsız
olduğunu anladım. Artık bu hal üzere kaldım.
Müşahede
ettiğim şeyleri bazı seçkinlere bildirdim. Onlara kendimden bulduğum şeyi
anlattım.214
Artık ben
berekedi bahçe, toplayıcı meyveyim! Örtülerimi kaldır, satırlarımın içerdiği
şeyi oku. Ben de örtülerini kaldırdım, satırlarını düşündüm. Gözüme ona
yerleştirilmiş nurun içerdiği ve taşıdığı gizli bilgiyi gösterdi. Okuduğum ilk
satır ve o satırdan öğrendiğim ilk sır, işte bu ikinci bölümde zikredeceğimdir.
Allah Teâlâ
bilgiye ve doğru yola ulaştırandır.
***
Bilmelisin ki
bu bölüm, üç kısımdır: Birinci kısım, harflerin bilinmesidir. İkinci kısım,
kelimeleri ayrıştıran harekelerin bilinmesi, üçüncü kısım bilgi, bilen ve
bilinenin bilinmesidir.
Harflerin, Mertebelerinin ve Küçük Harfler Olan Harekelerin
Bilinmesi. Onların İlâhî İsimleri.
Kuşkusuz harfler lafızların imamlarıdır
Hafızların dilleri buna tanık Felekler melekûtunda onlarla dönmüştür Uyuyan ve
uyanıklar arasında dersin ki İsimleri gizlediklerinden öğrendim Böylece bu
düşünce nedeniyle aziz olur Cömertliğinin feyzi olmasaydı Sözde lafızların hakikati
görünmezdi.
Allah Teâlâ bize ve sana yardım
etsin, bilmelisin ki varlık herhangi bir sınırlama olmaksızın mutlak anlamda
yükümlü tutan -ki Haktır -ve yükümlü tutulanları -onlar da âlemdiriçerdiğine
göre, harfler de zikrettiğimiz kısımlara ayrılır. Bu nedenle harfler içinde
yükümlü tutanı ve onun yükümlü tutulan harfler karşısındaki yerini gizli bir
yönden göstermek istedik. Söz konusu yön, kendisini öğrendiklerinde keşif
ehlinin nezdinde değişmez. O, bu harflerin kendisinden oluştuğu yalın harflerden
çıkartılmıştır. Söz konusu harfler, terimsel olarak mu’cem harfler (bilinmeyen
harfler, alfabenin harfleri) diye isimlendirilir ki isimlendirilmelerinin
nedeni anlamlarının belirsizliğidir.
(Harfler, Mertebeleri, Felekleri,
Doğaları)
Bize keşf yoluyla gösterildiğinde,
harflerin yalınlarının dört mertebe olduğunu gördük. Birinci kısım mertebeleri
yedi felek olan harflerdir. Bunlar Elif, Ze ve Lâm’dır. ikinci kısım,
mertebeleri sekiz felek olan harflerdir. Bunlar Nun, Sad ve Dat harfleridir.
Üçüncü kısım, mertebeleri dokuz felek olan harflerdir. Bunlar Ayn, Ğayn, Sin,
Şın’dır. Dördüncü kısım ise mertebeleri on felek olan harflerdir ki, bunlar da
diğer harflerdir. Söz konusu harfler, on sekiz tanedir ve her birisi on felekten
meydana gelmiştir. Nitekim öteki harflerin bir kısmı dokuz felekten, bir kısmı
sekiz felekten, bir kısmı yedi felekten -daha önce belirttiğimiz gibi başka
bir kısım yokturmeydana gelmiştir. O halde bu harflerin -ki bu harfler
zikretmiş olduğumuz yalınlardırmeydana geldiği feleklerin toplamının sayısı,
İki yüz altmış bir felektir.
Yedi felekten meydana gelen mertebeye
gelince, bunlardan Elifin dışında Ze ve Lâm harflerinin doğası, sıcaklık ve
kuruluktur. Elifin doğası ise sıcaklık, yaşlık, soğukluk ve kuruluktur.
(Dolayısıyla) O, komşu olduğu âlemlere göre, sıcakla beraber sıcak yaşla yaş,
soğuk ile soğuk ve kuru ile kuru olarak döner.
Sekiz felekten meydana gelen harflere
gelince, bu mertebenin harfleri, sıcak ve kurudur.
Dokuz felekten meydana gelen harfler
ise Ayn ve Gayn’dır. Doğaları, soğukluk ve kuruluktur. Sin ve Şın’ın doğaları
ise sıcaklık ve kuruluktur.
Onlu mertebeye gelince, bu mertebenin
harfleri sıcak ve kurudur. Ha ve Hı ise böyle değildir. Çünkü o ikisi, soğuk ve
kurudur. He ve Hemze de farklıdır. Çünkü onlar da soğuk ve yaştır.
Feleklerde daha önce belirttiğimiz
tarzda girişiklik ve iç içe geçmeler söz konusu olmakla beraber, hareketinden
sıcaklığın meydana geldiği feleklerin sayısı iki yüz üç felektir. Hareketinden
kuruluğun meydana geldiği felekler ise İki yüz kırk bir felektir. Hareketinden
soğukluğun meydana geldiği felekler, altmış beş tanedir. Hareketinden yaşlığın
meydana geldiği feleklerin sayısı ise yirmi yedi felektir.
Yedi feleğin hareketinden ilk dört
unsur meydana gelir. Onlardan ise özellikle Elif harfi var olur.
Yüz doksan altı feleğin hareketinden
bilhassa sıcaklık ve kuruluk meydana gelir, onlardan kesinlikle bu ikisinden
başkası meydana gelmez. Bu feleklerden Bâ, Cim, Dal, Vav, Ze, Ta, Ze, Kef,
Lâm, Mim, Nun, Sad, Dat, Kaf, Re, Sin, Ta, Se Zal, Zı ve Şın harfleri meydana
gelir.
Seksen sekiz feleğe gelince, onlarm
hareketinden soğukluk ve kuruluk meydana gelir. Bu feleklerden Ayn, Ha, Gayn,
Ha harfleri meydana gelir.
Yirmi feleğin hareketinden, yaşlık ve
kuruluk meydana gelir. Bu feleklerden He ve Hemze var olur.
Lâm-Elife gelince, bu harf, yedi, yüz
ve doksan altı feleğin karışımından meydana gelir. Bu ‘onlara kötülük ulaşmaz ve üzülmezler (la)’2'5 ayetindeki
Lâm’a benzediğinde böyledir. ‘Siz (le-entüm) onlara daha korkutucu gelirsiniz’1'6 ayetindeki
gibi ise Lâmelif yüz, doksan altı ve yirmi feleğin karışımdan meydana gelir.
Alemde diğer iki unsur olmaksızın,
sadece sıcaklık ve yaşlığın meydana geldiği bir felek yoktur. Havanm doğasmı
incelediğinde, onun özel bir feleğinin olmasının neden imkânsız görüldüğünün
hikmetini öğrenirsin. Nitekim tek başma bu ilk unsurlardan birisinin meydana
geldiği felek de yoktur.
O halde He ve Hemzeyi dördüncü felek
döndürür ve uzak feleği dokuz bin senede kat eder. Ha, Hı, Ayn, Gayn’ı ise
ikinci felek döndürür ve uzak feleği on bir bin senede kat eder.
Diğer harfleri ise birinci felek
döndürür ve uzak feleği yirmi bin senede kat eder. Onlarm kendi feleklerinde
menzilleri vardır. Bir kısmı feleğin yüzeyinde, bir kısmı dibinde, bir kısmı
ise bu ikisinin arasındadır.
1 Sözü
uzatmaya neden olmasaydı, onlarm menzil ve hakikatlerini açıklardık. Fakat bu
kitabın altmışıncı bölümünde unsurların öğrenilmesi, yüce âlemin süflî âlem
üzerindeki otoritesinin bilinmesi, şimdi içinde bulunduğumuz âlemin uzak
feleğin devirlerinden hangi devirde var olup bize hangi ruhaniyetin baktığının
bilinmesinden söz ederken Allah Teâlâ ilham edersebu konuda yeterli bilgi
vereceğiz. Şimdilik, -Allah Teâlâ izin verirseo konuya ulaşıncaya veya konu
gelinceye kadar dilimizi tutuyoruz.
(Harfler Âlemindeki
Mertebeler) 1
Konumuza dönüp deriz ki: Kendisine
ait harfler Ze, Elif ve Lâm olan yedili mertebeyi yükümlü tutan İlâhî mertebeye
ait saydık. Başka bir ifadeyle, yükümlü tutan İlâhî mertebenin harflerden payı
odur. Nun, Sad ve Dat harflerinin ait olduğu ikinci mertebeyi ise insanın
harfler âleminden payı yaptık. Ayn, Ğayn, Sin ve Şm’ın ait olduğu dokuzlu
mertebeyi ise harfler âleminden cinlerin payı yaptık. On felekten oluşan
harfler mertebesini ise meleklerin harfler âleminden payı yaptık. Bu mertebe,
diğer harflerin ait olduğu dört mertebenin İkincisidir.
Bu dört varlığı sınıflamada dört harf
mertebesine nispet etmemizin nedeni, anlaşılması çetin kimi hakikatlerdir. O
hakikatleri anlayabilmek, müstakil bir kitapta zikredilmelerini ve açıklanmalarını
gerektirir. Fakat biz, el-Mebâdî
ve’I-Gdydt isimli kitabımızda tamamlamak üzere şimdilik burada onları kısmen
zikrettik. Adı geçen kitap, henüz tamamlanmamış ve dağınık sayfaların dışında
yazılmamış halde elimizdedir. Fakat Allah Teâlâ izin verirse bu bölümde o
kitaptan bir bölüm zikredeceğiz.
Binaenaleyh dört harf, sahip
oldukları hakikatleri nedeniyle, ateşten yaratılmış cinler için meydana
gelmiştir. Bu hakikat, Allah Teâlâ’nın bildirdiğine göre, cinleri ‘Onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından geleceğim’217 demeye sevk eden şeydir. Böylece hakikatleri
tamamlanmış, sayesinde ilâve bir mertebe isteyecekleri beşinci bir hakikat kalmamıştır.
Böyle bir şeyin onlar için mümkün
olduğuna sakın inanmayasın! Bu mertebe, cinler için üst ve onun karşılığı (alt)
yönün varlığıdır. Bu iki yön ile altı yön tamamlanır. Çünkü el-Mebâdî ve’l-gâyât kitabında ortaya koyduğumuz gibi,
hakikat bunu kabul etmez. Orada cinlerin diğer harflere değil de neden Ayn,
Gayn, Sin ve Şın harflerine tahsis edildiğini açıklamıştık. Ayrıca orada bu
harfler ile cinler arasındaki ilişkiyi ve onlarm bu harflerin oluştuğu
feleklerden meydana geldiğini açıklamıştık.
İlâhî mertebenin üzerinde bulunduğu
hakikat nedeniyle, bu harflerden İlâhî mertebe için üç şey meydana gelir. Bu
üç şey zat, sıfat ve zat-sıfat arasındaki bağdır ki, bağ kabul’dür. Başka bir
ifadeyle, onun sayesinde (sıfatın zat’tan) kabul gerçekleşir. Çünkü sıfat,
kendisiyle nitelenene ve onun gerçek konusuna ilişme hakkına sahiptir. Söz
gelimi ilim kendisini bilene ve bilinene bağlar. İrade, kendisini irade eden ve
edilene bağlar. Kudret kendisini kudret sahibine ve kudretin konusuna bağlar.
Bağıntılar olsalar bile, bütün isimler ve nitelikler böyledir.
İlâhî mertebenin tahsis edildiği
harfler olan Elif, Ze ve Lâm ise (ezel), başlangıcın reddine delâlet eder ki, o
dâ ezel demektir. Bu harflerin basideri ise sayıca birdir. Kendilerini
öğrenenler için hakikatler ne gariptir! Çünkü harflerin bilgisi, (ariflerden)
başkasının cahil kaldığı ve bilmeyenlerin gönüllerinin daraldığı bir yerde
dolaşır. Ayrıca, ismi geçen kitabımızda bu harfler ile İlâhî mertebeyi
birleştiren ilişkiden de söz etmiştik.
Beşerî mertebe için bu harflerden üç
şey meydana gelmiştir. Nitekim daha önce belirttiğimiz gibi İlâhî mertebe için
de üç şey meydana gelmişti. O halde, İlâhî ve beşerî mertebenin harfleri sayıca
bir olmuştur. Şu var ki beşerî mertebeye tahsis edilmiş harfler Nun, Sad ve
Dat harfleridir. Böylelikle beşerî mertebe İlâhî mertebeden maddeleri yönünden
ayrışır. Çünkü kulluk, ilâh olmayı sağlayan hakikatlerde Rabliğe ortak olmadığı
gibi aynı şekilde kulun ilâhlı (melûh) olmasını sağlayan hakikatlerde de durum
böyledir. Öte yandan kulun İlâhî surete göre yaratılmış olması nedeniyle, Rabbe
olduğu gibi kendisine de üç harf tahsis edilmiştir.
Hakikatlerde ortaklık gerçekleşmiş
olsaydı ya sadece bir ilâh veya bir kul olurdu. Başka bir ifadeyle, tek bir
hakikat olabilirdi. Bu ise geçerli değildir. Binaenaleyh tek bir hakikate
nispet edilseler bile hakikatler birbirlerinden farklı olmalıdır. Bu nedenle Hakk
kadîm olmak özelliğiyle kullarından farklı olduğu gibi kullar da sonradan
olmak özelliğiyle Allah Teâlâ’dan farildir. Hakk bilgisiyle onlardan, onlar da
kendi ilimleriyle Haktan farklı olmuştur denilmemiştir. Çünkü söz konusu bilgi
tektir ve kadîmde kadîm, hâdiste hâdis olarak bulunur.
(Rab ve Kulun Mertebeleri ve
Hakikatleri)
Her iki mertebe (rab ve kul
mertebesi), her birisinin üç hakikatten akledilir olması yönüyle birleşmiştir:
zat, sıfat ve onunla nitelenen arasındaki bağ. Şu var ki, kulun üç hali
vardır: Birincisi başkasıyla değil sadece kendisiyle olan halidir. Bu hal,
içinde kalbinin her şeyden gafil olduğu vakittir. İkincisi, Allah Teâlâ
karşısındadır. Üçüncüsü, âlem ile olduğu vakittir. Allah Teâlâ ise zikrettiğimiz
konuda bizden farklıdır. Çünkü O’nun iki hali vardır: Birincisi kendisi
nedeniyle, diğeri yaratıkları nedeniyle olan halidir. Hakkın üzerinde herhangi
bir varlık yoktur ki, Hakkın o şeye ilişmesi söz konusu olsun.
Bu, içine dalmış olsaydık duymaya güç
yetirilemeyecek bilgilerin geleceği bir deryadır.
Nun, Sad ve Dat -ki bunlar insan
mertebesine ait harflerdirile Elif, Ze, Lâm -ki bunlar ilâhî mertebeye
aittirharfleri arasındaki ilişkiyi el-Mebâdl ve’l-Gâyât kitabında zikrettik. Gerçi ilâhî
mertebenin harfleri yedi, beşerî mertebenin harfleri ise sekiz felekten
meydana gelmiş olsa bile, bu durum, ilâh ile ilâhlı (melûh, ilâhlanmış)
arasındaki zıtlık nedeniyle, söz konusu ilişkiye zarar vermez.
Sonra Nun harfinde -ki feleğin
ortasıdıröyle sırlar vardır ki sadece teslim örtüsünün üzerine bağlandığı ve
ölmeden önce ölmüş kişi onları işitebilir; ölüden ise ne itiraz ne arayış
beklenebilir. Aynı şekilde Nun’un noktasında ruhsal Nun’un ilk delâleti vardır
ki söz konusu delâlet, dairenin yarısı olan süflî Nun’un şeklinin üzerinde
akledilir olarak bulunur.
ilk şekil olarak ortaya konulmuş -ki
o akledilir Elifin merkezidirrakamlı Nun’a bitişen nokta, dairenin yarıçapını
belirginleştiren şeydir. Nun’un şeklinin kesildiği ve bittiği son nokta ise bu
akledilir ve mevhum Elifin başıdır. Onu boyunun uzunluğundan takdir ederiz.
Böylelikle Elif Nun’a dayanır ve ondan Lâm harfi meydana gelir. Nun’un yarısı,
zikredilen Elifin varlığıyla birlikte, Ze harfidir.
Elif, Ze ve Lâm Hakkın ezelîliğinin
bilgisini verdiği gibi Nun harfi de bu özelliğiyle insanın ezelîliğinin
bilgisini verir. Şu var ki ezelilik, Hakta açıktır. Çünkü Hakk, özü gereği
ezelîdir ve O’ndan öncesi yoktur. Hiç kuşku ve şüphe yoktur ki, O’nun zatındaki
varlığının başlangıcı yoktur. Bazı muhakkikler, insanın ezeliliğinden söz etmiş
ve insanı ezele nispet etmiştir.
İnsanda ise ezelilik gizlidir ve
bilinmez. Çünkü ezelilik insanın zatında açık değildir. İnsanda ezelilik,
varlığının belirli bir yönü nedeniyle geçerli olabilir (ilâhî ilimde bulunuş
yönü).
Bu yönlerden birisi, şudur: Varlık
var olana dört mertebede verilir: Birincisi zihinde varlık, İkincisi dışta
varlık, üçüncüsü lafızda varlık, dördüncüsü, yazıda varlık. Bunların hepsi, Allah
Teâlâ izin verirse bu kitapta zikredilecektir. Dışta suretine göre var olduğu
sübût218 haline ilişen ezelî-kadîm ilimde bulunması yönüyle insan,
ezelî olarak mevcuttur. Âdeta insan, cevherde bulunmak sebebiyle arazın mekâna
yerleşmesi gibi, kendisine ilişen ilâhî ilmin inayetiyle var olmuştur: Cevherde
bulunmakla araz, dolaylı olarak bir mekâna yerleşmiş Hakk gelir.
Bu nedenle insanda ezel gizlidir,
insanın belirli-akledilir suretten soyut hakikatleri de ezelîdir. Söz konusu
suret, İnşâü’d-Devâir ve’îCedâvil kitabında
açıkladığımız üzere kadimliği ve hâdisliği kabul eder. Bu konuda adı geçen
eserimize bakılırsa onun yeterli olduğu görülür. Gerek duyulduğunda, bazı
bölümlerde ondan kısmen alıntı yapacağız.
Nun
harfindeki ezelilik hakkında zikrettiğimiz sır, Sad ve Dat harflerinde daha
tam ve sağlam olarak ortaya çıkar. Bunun nedeni, dairenin yetkinliğinin
varlığıdır. .
Hakka ait olan Elif, Ze ve Lâm’ın
hakikatleri, kula ait Nun, Sad ve Dat harflerinin hakikatlerine döner. Hakk da,
burada kitaplarda açıklamaktan men edildiğimiz sırlarla nitelenir. Fakat arif,
söz konusu sırları bilgisi ve meşrebinde ehli olanlar arasında veya teslimin en
üst derecesinde bulunanlara açıklar. Bu iki sınıfın dışındakilere ise bu
sırların açıklanması haramdır.
Zikrettiğimiz şeyi iyice öğren ve
araştır, bu durumda güzellikleri akılları hayrete düşüren sırlar sana görünür.
Diğer mu’cem harfleri ise melekler
içindir. Bunlar onsekiz harftir: Ba, Cim, Dal, He, Vav, Ha, Ta, Ye, Kaf, Mim,
Fe, Kaf, Ra, Te, Se Hı ve Ze’dir.
(İlâhî ve Beşerî Mertebeler)
Şöyle demiştik: Beşerî mertebe ilâhî
mertebe gibidir. Hayır! Beşerî mertebe, ilâhî mertebenin aynıdır.
Beşerî mertebe üç mertebeye ayrılır:
Mülk mertebesi, melekût mertebesi ve ceberut mertebesi. Bu mertebelerin her
birisi üçe ayrılır. Böylelikle toplamı dokuzdur. Üç şahadet mertebesini alıp
ilâhî ve beşerî mertebelerin bileşimi olan altıyla çarparsan on sekiz meydana
gelir. Ya da onu, kendisinde üç Hakk mertebesinin üç yaratılış mertebesini meydana
getirdiği takdir edilmiş altı gün (ifadesinde geçen altı) ile çarparsan on
sekiz meydana gelir. On sekiz ise meleğin varlığıdır. Hakk içinde böyle hareket
edersin.
Hakkın (bilgi ve yardım) aktarmak
için dokuz feleği olduğu gibi insanın da algılamak için dokuz feleği vardır.
Hakka ait dokuz hakikatten âleme ait dokuz feleğe ince bağlar219
uzandığı gibi halka (âleme) ait dokuz felekten Hakka ait dokuz feleğe de bağlar
uzar. Bunlar her nerede birleşirse melek o birleşme olur ve orada bir iş
meydana gelir. İşte meydana gelen bu ilâve durum melektir .
Melek bütünüyle ilk dokuz feleğe
doğru yönelmek isterse (halk mertebelerine ait) diğer dokuz felek onu çeker.
Böylece melek, iki kısım felekler arasmda gidip gelir. Cebrail Hakkın
mertebesinden peygambere iner. Gerçekte ise meleğin hakikatinde meyil geçerli
değildir. Çünkü o, iki dokuz felek arasmda dengenin ilkesidir. Meyil, bir
sapmadır ve melekte sapma bulunmaz. Fakat o, doğrusal hareket ile geriye
hareket arasmda gider gelir. İşte bu gidiş geliş, (Hakka ve halka ait felekler
arasındaki) bağm ta kendisidir.
Binaenaleyh melek insana gelir ve
insan bulunmaz ise hareket geriye doğrudur. Bu hareket* doğrudan ve dolaylı
olabilir. Melek insana gelir ve o bulunur ise hareket doğrusaldır. Bu hareket
de dolaylıdır, kendinden kaynaklanmaz. Melek geri dönüp insan bulunmaz ise
hareket doğrudan ve dolaylı olarak doğrusaldır. Melek geri dönüp o mevcut ise
hareket geriye doğrudur. Bu hareket ise dolaylıdır ve kendisinden kaynaklanmaz.
Ariften hareket, her zaman doğrusal,
abidden ise geriye doğrudur. Bu kitapta hareketten söz edeceğiz ve hareketin üç
kısımda olmasının sebebini belirteceğiz. Bu üç kısım, geriye doğru hareket,
yukarı doğru hareket ve doğrusal harekettir. Bunlar, bilinmez, şaşılacak
nüktelerdir.
(Felekler) •
Dokuz felek, gerçekte yedi felektir.
Şöyle ki: Şahadet âlemi, gerçekte bir berzah (ara âlem), dolayısıyla bir
felektir. Onun bir zâhiri vardır ki iki felektir; bir de bâtını vardır, o da
üç felektir. Ceberut âlemi, gerçekte bir berzahtır. O birdir ve dördüncü
felektir. Onun zâhiri vardır. Zâhiri, şahadet âleminin bâtınıdır. Bâtını
vardır, o da beşinci felektir. Melekût âlemi de gerçekte bir berzah ve altıncı
felektir. Onun bir zâhiri vardır. Zâhiri ceberut âleminin bâtınıdır. Melekût
âleminin bir de bâtını vardır, o da, yedinci felektir. Bundan başka da bir şey
yoktur. İşte bu, yedili ve dokuzlu tarzdır.
Yaratılış âlemine ait üç mertebeyi
yediyle çarptığında yirmi bir meydana gelir. Ardından insana ait üç mertebeyi
çıkartırsan, geride on sekiz kalır. On sekiz, meleğin makamıdır ve insanm
bilgileri algıladığı feleklerin sayısıdır.
Aynı şeyi, Hakka ait üç mertebede
yaparsın. Onları da yediyle çarparsan, bu çarpım sonucunda Hakkın kuluna
dilediği bilgileri aktardığı felekler meydana gelir. Bunları Hakk yönünden
alırsak aktarım felekleri, insan yönünden aldığımızda ise algılama felekleri
diye isimlendiririz. Her ikisini beraber dikkate aldığımızda ise Hakkın dokuz
feleğini aktarım diğerlerini algılama feleği yaparız. Hepsinin birleşimiyle,
melek meydana gelir.
Bu nedenle Allah Teâlâ, dokuz feleği:
yedi gökleri, Kürsü ve Arş’ı yaratmıştır. Dilersen, gezegenler feleği ve Adas
Feleği de diyebilirsin.
(Sıcaklık ve Yaşlığın Niçin Feleği Yoktur)
Bu bölümün
başında sıcaklık ve yaşlığın bir feleğinin olamayacağını belirtmiş, sebebini
açıklamamıştık. -Allah Teâlâ’nın izniylemeseleyi kitabın başka bahislerinde tamamlamak
üzere şimdilik bir yönünü zikredeceğiz. Bu bölümde tamamlama bahsinin ardından
harflerden doğası sıcak, yaş olanları zikredeceğiz. Çünkü o harf ile bölümün
başında zikretmiş olduğumuz felekten başka bir felek döner. .
Bilinmelidir ki: Sıcaklık ve yaşlık
doğal hayattır. Şayet kardeşlerinin (kuruluk ve yaşlık) karışımda olduğu gibi o
ikisinin de bir feleği olsaydı, o feleğin dönüşü ortadan kalkar ve yersel
hayatta ortaya çıktığı üzere otoritesi kaybolurdu. Böylece doğal hayat yok olur
ve yer değiştirirdi. Hakikati ise yok olmamasını gerektirir. Dolayısıyla
onların bir feleği yoktur. Bu nedenle Allah Teâlâ, ahiret hayatının canlılık
yeri olduğunu ve her şeyin O’nun övgüsünü tespih ettiğini bize bildirdi.
Böylece ebedî hayat feleği, ezelî hayata yardım eden bir felek haline gelmiş,
dönüşü sona erecek bir feleği olmamıştır.
Ezelî hayat, diri için zatından
kaynaklanan bir niteliktir ve sona ermesi mümkün değildir. Ezelî hayatin
nedenlisi olan ebedî hayatın da sona ermesi mümkün değildir.
(Ruhlar İçin Hayat)
Ruhları görmüyor musun? Onların
hayatları kendilerinden kaynaklandığı için, ölmeleri kesinlikle mümkün
değildir. Cisimlerde canlılık dolaylı olduğu için onlar ölümlüdür ve yok
olmaları söz konusudur. Çünkü cismin görünen canlılığı, ruhun canlılığının bir
eseridir. Bu durum, yeryüzüne yansıyan güneş ışığının güneşten olmasına
benzer. Güneş battığında, ışığı da kendisini takip eder ve yeryüzü karanlık
kalır. Ruh da bedenden ayrılıp geldiği âleme gittiğinde, ruhtan canlı bedene
yayılmış hayat kendisini takip eder ve beden görünüşte cansız olarak kalır.
Böylece falanca ölmüştür denilir. Hakikat ise aslına dönmüştür der. ‘Sizi, ondan yarattık ona döndüreceğiz, oradan çıkartacağız’220
Nitekim ruh yeniden diriliş ve
toplanma gününe kadar kendi aslına döner. Orada ruhtan cisme aşk yoluyla bir
tecelli gerçekleşir. Bu sayede cismin parçaları kaynaşır, uzuvlarını bir
aradalığa doğru hareketlendiren oldukça latif bir hayat ile uzuvları birleşir.
Beden bunu ruhun kendisine yönelmesinden kazanmıştı. Bünye tamamlanıp topraktan
olan yaratılış gerçekleştiğinde ise ruh kendisine ‘kuşatıcı sûreterde’ İsrâfil
bağı vasıtasıyla tecelli eder. Böylece canlılık, uzuvlarına sirayet eder ve
ilk defasında olduğu gibi düzgün bir şahıs olarak ayağa kalkar. Allah Teâlâ
şöyle buyurur: ‘Ona bir kez daha üfler, bir anda
ayağa kalkar, yeryüzü Rabbinin nuru ile aydınlanır.’221 ‘Sizi yarattığımız gibi tekrar döneceksiniz ’222 ‘De ki: Onları ilk olarak yaratan yaratacaktır. ’223 ‘O ya bedbahttır, ya mutlu.’224
(İlk Anaların Karışımı)
Bilinmelidir ki: Bu asılların
karışımlarında bir takım bilinmezlikler vardır. Çünkü sıcaklık ve soğukluk,
birbirlerinin zıddıdır, dolayısıyla karışmaz, karışmadıklarında ise onlardan
herhangi bir şey meydana gelmez. Aynı şey, yaşlık ve kuruluk için geçerlidir.
Sadece bir zıddın zıddı, başka bir zıddın zıddıyla karışabilir ki, bu durumda
ise sayıları dört olduğu için onlardan ancak dört şey meydana gelebilir. Bu
nedenle ikisi diğer ikisinin zıddıdır. Böyle olmasaydı, onlardan meydana gelen
bileşimin hakikatlerinin gereğinden fazla olması icap ederdi. Dört sayının
aslı olduğu için, unsurlardan oluşan bileşimin de dört asıldan fazla olması
doğru değildir.
Dörtte buliınan üç, dörde beraber
yedi eder. İçerdiği iki ise bu yediyle birlikte dokuz eder. Dörtte bulunan bir
ise dokuz ile beraber on eder. Bundan sonra dilediğin şeyi oluştur. Sana bu
imkânı verebilecek yegâne sayı dörttür. Aynı şekilde, tam sayı olarak da sadece
altıyı bulabilirsin. Çünkü onda yarım, altıda bir ve üçte bir vardır.
Böylece sıcaklık ve kuruluk karışmış
ateş olmuş, sıcaklık ve yaşlık karışmış hava olmuş, soğukluk ve yaşlık karışmış
su olmuş, kuruluk ve soğukluk karışmış toprak olmuştur.
Havanın sıcaklık ve yaşlıktan
oluşumuna bakınız! Hava, duyusal hayattaki nefestir ve o her şeyi, suyu toprağı
ve ateşi hareket ettirendir. Kendisi hayat olduğu için, onun hareket etmesiyle
de eşya hareket eder. Çünkü hareket, hayatın eseridir. O halde, bu dört rükün,
ilk analardan meydana gelmiştir.
Sonra bilmelisin ki: Bu ilk analar,
bileşik şeylerde herhangi bir karışım olmaksızın sadece kendi hakikatlerini
verir. Isıtmak, başka bir şeyden değil, sadece sıcaklıktan meydana gelir. Aynı
şekilde kurutmak ve büzülmek de kuruluktan meydana gelir. Ateşin sulu bir yeri
kuruttuğunu gördüğünüzde, orayı sıcaklığın kuruttuğunu zannetmeyiniz. Çünkü
ateş, daha önce de belirttiğimiz gibi, sıcaklık ve kuruluğun bileşimidir.
Ateşteki sıcaklık sayesinde su ısınır, kuruluk sayesinde kurutma meydana gelir.
Aynı şekilde yumuşama da ancak yaşlıktan meydana gelir. Soğutma ise soğukluktan
meydana gelir. O halde, sıcaklık ısıtır, soğukluk üşütür, yaşlık ıslatır ve
kuruluk kurutur.
Söz konusu bu asıllar, birbirlerini
iter ve ancak bir surette toplanabilir. Fakat bir surette toplanmaları
hakikatierinin verdiği şeye göre gerçekleşir. Tek bir surette onlardan bir
tanesi asla bulunmaz, ancak iki tanesi bulunabilir. Daha önce bileşimleri
hakkında belirttiğimiz gibi, söz gelimi ya sıcaklık ve kuruluk bir arada
bulunabilir. Tek başına sıcaklık ise bir surette bulunamaz. Çünkü sıcaklıktan
tek başına sadece kendisi meydana gelebilir.
(Tekil ve Bileşik Hakikatler)
(Unsurların herhangi bir surette tek
başına bulunamayacağının gerçek nedeni şudur:) Hakikatler iki kısma ayrılır.
Bir kısmı hayat, bilgi, düşünme ve duyu gibi akılda tekil bulunan hakikatlerdir.
Diğeri ise gök, âlem, insan ve taş gibi bileşik bulunan hakikatlerdir.
Şöyle bir soru sorulabilir: Birbirini
iten bu esasları birleştirip onların karışımından ise zuhur eden şeyleri
ortaya çıkartan sebep nedir?
(Cevap olarak deriz ki) Burada
bilinmez bir sır ve açıklanması yasaklanmış çetin bir durum vardır. O sırrın
açıklanmasının yasaklanmasının nedeni, taşımaya güç yetirilemezliğidir. Çünkü
akıl onu anlayamaz, keşif ise ortaya çıkartabilir. Bu nedenle biz de onun
hakkında şimdilik susuyoruz, belki daha sonra kitabımızın çeşitli bölümlerinde
zekiaraştırmacının farkına varacağı şekilde ona işaret ederiz.
Fakat bu konuyla ilgili şöyle derim:
İrade sahibi Allah Teâlâ, ezelî ilminde âlemi yaratmak ve bu asılların âlemin
aslı olmasını takdir ettiğinde, birbirini iten asılları bir araya getirmek
istedi. Böylece birbirini iten bu asılları bir araya getirdi. Bu asıllar, dış
varlıklarında mevcut değildi. Fakat, Allah Teâlâ onları birleşmiş halde
yaratmıştır. Yoksa onları tekil var edip sonra toplamış değildir. Çünkü onların
hakikatleri böyle bir şeyi kabul etmez. Böylece Allah Teâlâ, söz konusu
hakikatlerden ikisinin birleşmesinden ibaret olan sureti var etti. Bu hakikatler
ise âdeta ayrı ayrı var olmuş, ardından birleşmiş gibidir. Bu birleşmede ise (hakikatlerin)
ayrılık esnasında bulunmayan bir hakikati ortaya çıkmıştır.
O halde hakikatler şu (bilgiyi)
verir: Bu asıllar, kendilerinden oluşmuş suretlerin varlığından önce dışta bir
varlığa sahip değillerdi.
Allah Teâlâ (bu asıllardan iki
hakikatin birleşmesinden ibaret olan) bu suretleri -ki onlar su, ateş, toprak
ve havadırmeydana getirdiğinde, onları birbirine dönüşebilir bir özellikte var
etmiştir. Böylece ateş havaya, hava ateşe dönüşür. Bunun bir örneği, Te
harfinin Tı’ya, Sin harfinin Sad’a dönüşmesidir. Çünkü ilk esasların
kendisinden meydana geldiği felek, bu harflerin kendisinden var olduğu
felektir.
(Unsurların Felekleri, Harflerin
Felekleri)
Toprağın kendisinden var olduğu felek
peltek Se, Te, Cim harfinin başının dışındaki kısım, Lâm’ın eğrisinin yarısı,
Ha harfinin başı, He harfinin üçte biri, kuru Dal harfi, Nun ve Mim harflerinin
de meydana geldiği felektir.
Su suretinin kendisinden var olduğu
felek, Şın, Gayn, Ta, Ha, Dat ve Ba’nın başı, Fe’nin bedeninin uzamı -başı değil-,
Kafin başı ve eğrisinin bir kısmı, Zı’nın dairesinin alt yarısının kendisinden
meydana geldiği felektir.
Hava suretinin kendisinden meydana
geldiği felek, He harfinin dairesini düğümleyen son ucu, Fe’nin başı, dairenin
yarısının hükmüne göre Ha’nın eğrisi, boyuyla beraber Zı’nın dairesinin yarısı,
Zel, Ayn, Ze, Sad ve Vav harflerinin kendisinden meydana geldiği felektir.
Ateş suretinin meydana geldiği felek
ise Hemze, Kef, Ba, Sin, Ra, Cim’in başı, Ya’nın bedeni -başı değil-, Lâm’ın
ortası, Kafin bedeninin -başı değilkendisinden meydana geldiği felektir.
Elif harfinin hakikatinden ise bütün
bu harfler meydana gelmiştir. Elif, ruh ve beden itibarıyla onların feleğidir.
Bu bağlamda söz konusu unsurların
aslı olan beşinci bir varlık daha vardır. Bu konuda, akılcı-doğa bilimcileri
arasında görüş ayrılığı vardır. Hakîm (Oklid) bu meseleyi Elementler kitabında yazmış, araştırmacının
öğrenebileceği kayda değer bir şey zikretmemiştir. Biz ise konuyu doğa ilmi
kitaplarını uzmanları önünde okuyarak öğrenmedik. Tıpla ilgilenen bir
arkadaşım, elinde o kitapla yanıma gelmişti. O konuları (doğa ilimlerini)
okumak ve araştırmak yönünden değil, keşif yönünden öğrenmemiz nedeniyle,
kendisine onları açıklamamı istedi. Bunun üzerine kitabı bize okudu, ben de o
sayede değindiğim görüş ayrılığını oradan öğrendim. Şayet arkadaşım okumasaydı,
bu konuda bize kimse muhalefet etmiş midir, etmemiş midir, bilemeyecektim.
Çünkü bizim sahip olduğumuz bilgi, sadece gerçeğin bilgisidir. Bizim aramızda
görüş ayrılığı olmaz.
Kalbi düşünceden boşaltmak ve gelen
bilgileri almak için hazırlanmak sayesinde ilimleri kendisinden aldığımız Hakk,
gerçeği bir belirsizlik ve şaşırtma olmaksızın, bulunduğu Hakk göre verendir.
Böylece,
hakikatleri bulundukları Hakk göre
öğreniriz. Bu hakikatler tekil hakikatler olabileceği gibi bileşimle oluşmuş
yaratılmış hakikatler veya ilâhî hakikatler de olabilir. Bunlardan hiçbir
meselede biz, herhangi bir kuşku taşımayız. İşte sahip olduğumuz bilgi, buradan
olduğu gibi öğretmenimiz de Haktır. Bu durum bozukluktan, belirsizlikten ve
zâhirden sakınılmış ve korunmuş olarak, nebevî bir miras şeklinde gerçekleşir.
Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: ‘Ona şiir öğretmedik, bu ona gerekmezdi de.,22S Çünkü
şiir, özedeme, remiz, cinas ve kafiye yeridir. Başka bir ifadeyle ona hiçbir
şeyi mecaz yapmadık ve kinaye yoluyla öğretmedik. Peygambere bir şey söyleyip
başka bir şey kastetmediğimiz gibi ona hitabı da özedemedik. Onu kendisinden
uzaklaştırıp bize çekip katımızda bizimle hazır Hakk getirdiğimizde, ‘Öğrettiğimiz ancak hatırlatmadır.m6 Böylece onun işitmesi ve görmesi
olduk. Sonra ‘vasıtasıyla bilgisizlik ve oluş karanlıklarında doğruyu bulmanız
için’ onu size geri gönderdik. Bu kez, size hitap ettiği dili olduk. Sonra, ona
gördüğünü hatırlatan bir hatırlatıcı indirdik.
O halde Kur’an, peygamber için bir
hatırlama ve bizim (ilâhî kat) . katimızda tanığı olduğu şeyleri toplama’dır.
‘Mübîndir o.’ Yani, Peygamber en münezzeh ve mukaddes yakınlıkta müşahede
ettiği şeyin aslını bildiği için bu Kur’an kendisi için ‘apaçık’tır.
Peygamber söz konusu yakınlığa nail
olduğu gibi idrak mahallinin duruluğu, hazırlanma ve takva ölçüsünde bizim de
ondan bir nasibimiz vardır.
Doğaların ve onların bileşiminden
oluşan âlemin dış varlıklarında ve bileşimlerinde Allah Teâlâ’ya büsbütün
muhtaç olduklarını bilen insan şunu da öğrenir: Gerçek sebep, hakikatlerinin
verdiği tarzda, ilâhî mertebenin hakikatleri, başka bir adlandırmayla güzel
isimler ve yüce niteliklerdir.
Bu bölümü İnşâü’d-Devâir ve’l-Çedavil adlı kitabımızda yeterince açıkladık.
Onun bir kısmını bu kitapta zikredeceğiz. İşte o, sürekli esasları (ana
unsurları) birleştiren ve bitkileri meydana getiren el-Kadîm ve sebeplerin
sebebidir. O’nu tenzih ederim! O yeri ve gökleri yaratanı!
(Muhakkiklere Göre Harflerin Mertebelerinin Yalınları)
Bu kitapta yükümlü tutan ve yükümlü
tutulanlar yönünden harfler, onlardan olan payları ve altılı ve daha fazla
feleklerdeki hareketleri hakkındaki açıklamalarımız tamamlandı. Bu feleklerdeki
dönüş sürelerini, feleklerin hareketinden meydana gelen doğadan olan paylarını,
yükümlü tutan ve tutulanlardaki dört mertebelerini sıradan insanların anlayacağı
biçimde gösterdik. Bu sebeple harflerin yalınlarının felekleri iki türlü
olmuştur.
Akıl sahiplerinin geneline göre,
hakikatlerin sınırlı olduğu yalınlar, dört kısımdır: Birincisi yedi felekten
meydana gelen Hakkın harfleri, İkincisi sekiz felekten meydana gelen insanın
harfleri, üçüncüsü dokuz felekten meydana gelen meleğin harfleri, dördüncüsü on
felekten meydana gelen ateşten yaratılmış cinlerin felekleri. .
Akılcılara göre, burada başka bir
kısım yoktur. Çünkü onlar, akıllarının baskısı altında bulundukları için,
gerçeği olduğu gibi algılayamaz. Muhakkikler ise efendileri olan hükümdar
Hakkın istilâsı altındadır. Bu nedenle başkasmm sahip olmadığı bir keşfe
sahiptir.
Muhakkiklere göre yalınlar yedi
mertebedir. Birincisi yükümlü tutan Hakkın mertebesidir. Bu mertebe, Nun
harfidir ve ikilidir (nahnu, biz). Çünkü Hakkı ancak kendimizden biliriz ve O
bizim ibadet ettiğimizdir. Hakk, gerçek anlamda ancak bizim vasıtamızla
bilinir. Bu nedenle ikili olan Nun Hakka ait olmuştur. Çünkü Nun’un yalınları
ikidir: Vav ve Elif. Elif Hakka aittir, Vav ise senin mana yönüne aittir.
Varlıkta Allah Teâlâ’dan ve senden başkası da yoktur. Çünkü sen halifesin. Bu
nedenle Elif genel, Vav ise karışıktır. Nitekim bu konuyu bu bölümde
açıklayacağız.
Bu Elifin kuşatıcı tümel feleği kat
ettiği özel dönüşü, tümel feleği seksen iki biiı senede kat eden birleştirici
dönüştür. Vav feleği ise tümel feleği on bin senede kat eder. Tek tek
harflerden ve hakikatlerinden söz ederken bu bölümde onu zikredeceğiz. Geride
kalan harf mertebeleri ise yükümlülerin sayısı kadardır.
İkinci mertebe ise insana aittir.
İnsan var oluşu itibarıyla mükemmel; yaratılış yönünden ise en tam ve ölçülü
varlıktır. Onun tek bir harfi vardır ki o da Mim’dir. Mim üçlüdür, çünkü onun
yalınları üçtür: Ye, Elif, Hemze. Allah Teâlâ izin verirse onları bu bölümde
zikredeceğiz.
Üçüncü mertebe, genel anlamda ışıktan
, ve ateşten yaratılmış cinlere aittir. Bu mertebe dörtlüdür. Onlara ait
harfler Cim, Vav, Kef ve Kaf tır. Bunları da daha sonra zikredeceğiz.
Dördüncü mertebe ise hayvanlara
aittir. Bu da beşlidir ve kuru Dal, Ze, Sad, Ayn, Dat harfleri bu mertebeye
aittir. Sin, Zel, Gayn, Şın’dır. Bunlarda daha sonra zikredilecektir.
Beşinci mertebe bitkilere aittir. Bu
mertebe altılıdır. Ona ait harfler Elif, He ve Lâm’dır: Bunlar da -Allah Teâlâ
izin verirsezikredilecektir.
Altıncı mertebe ise cansız varlıklara
aittir. Onlar yedilidir. Onlara ait harfler Ba, Ha, Ti, Ye, Fe, Ra, Te, Se Ha,
Zı’dır. Bunlar da -Allah Teâlâ izin verirsedaha sonra belirtilecektir.
Bu kitabm gayesi, varlığın
sırlarından işaret ve parıltıları ortaya çıkartmaktır. Bu harflerin
sırlarından ve hakikatlerinin gereklerinden söz açmış olsaydık, el yorulur,
kalem yaya kalır, mürekkep kurur, Levh-i mahfuz bile olsa kâğıt ve levhalar
yetişmezdi. Çünkü onlar, haklarında Allah Teâlâ’nın ‘Rabbinin kelimelerini yazmak için denizler mürekkep olsa ve başka denizler de yardım etseydi, denizler tükenir, Rabbinin kelimeleri
tükenmezdi’227 buyurduğu şeylerdir. Başka bir ayette
ise ‘Yeryüzündeki ağaçlar kalem, denizler
mürekkep olsaydı Allah Teâlâ’nın kelimeleri tükenmeden onlar tükenirdi’228
buyrulmuştur.
Burada bu kelimeleri inceleyip
öğrenenler için şaşılacak sır ve işareder vardır. Bu (ilâhî) ilimler, teorik
düşünce ve tefekkür ürünü olsaydı, hiç kuşkusuz insan en kısa sürede onları
öğrenirdi. Fakat onlar, kulun kalbine peş peşe gelen Hakkın tecellileri ve
onun saygın ruhlarıdır. Bunlar Hakkın gaybının âİeminden ‘Kendi katından bir
rahmet ile’ ve ‘Kendi katından olan bilgi’ ile kula iner.
Hakk daima vehhâb (veren) ve
feyyaz’dır (feyiz veren). Mahal de sürekli kabul edicidir: Ya bilgisizliği ya
da bilgiyi. Mahal yadanlık kazanır, hazırlanır, kalbinin aynasını temizler ve
cilâlarsa onun için sürekli ilâhî vergiler meydana gelir, o anda her hangi bir
zamanda sınırlanması mümkün olmayan şeyler kalp için gerçekleşir. Bunun nedeni,
o akledilir feleğin genişliği ve bu duyulur feleğin darliğıdır. Binaenaleyh
sonu tasavvur edilemeyen ve kendisinde biteceği gayesi olmayan bir şey nasıl
sona erebilir?
Allah Teâlâ ‘De ki: Rabbim! ilmimi arttır’229 ifadesiyle peygamberine yönelik
emrinde bunu açıkça beyan etmiştir. Kastedilen, çokluğun birliği hakkındaki bilgisinin
artması için ilâhla ilgili bilgideki artıştır. Bu sayede Hakkı övmeye karşı
arzusu artar, övgüsüne karşılık Allah Teâlâ’nın ihsanı bitmeden ve tükenmeden
çoğalır. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, bu bilginin
artmasını istemiş, hiç kimsenin ulaşamayacağı bilgi ve sırları elde etmiştir.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’e istemesi emredilen şeyin başka bir ilim değil tevhîd (birleme)
ilmi’nin artması olduğu hakkındaki görüşümüzü şu rivayet teyit eder: ‘Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem bir şey yediğinde şöyle derdi: Allah Teâlâ’m bu
yemeği bizim için mübarek eyle, daha mübareğini bize yedir.’ Süt içtiğinde ise
şöyle derdi: ‘Allah Teâlâ’m! Onu bize mübarek eyle ve ondan fazlasını bize
ver. Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e fazlasını istemek emredilmişti.
Bu nedenle Peygamber, sütü gördüğünde Isrâ gecesi içtiği sütü hatırlardı. O
gecede Cebrail (süt ve şarap kadehlerinden sütü tercih ettiğinde) şöyle demiş:
‘Fıtrata uydun! Allah Teâlâ ümmetine senin vasıtanla iyilik nasip edecektir.’
(Fıtrat Nedir?)
Fıtrat Allah Teâlâ’nın insanları
üzerinde yarattığı tevhîd dini’dir. Allah Teâlâ insanları bellerinden alıp
tanık tutmuş ve şöyle buyurmuştur: ‘Ben sizin rabbiniz değil miyim? Onlar da ‘Evet Rabbimizsin demiştir:230 Böylece insanlar, hiçbir şey yok
iken Rabliğe tanıklık etmiştir. .
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem uykusunda kendisi içip kalanını Hz. Ömer’e verdiği sütü böyle
yorumlamıştır. ‘(Rüyada görülen) Sütün tabiri nedir, ey Allah Teâlâ’nın
peygamberi?’ diye sorulduğunda, ‘İlimdir’ diye cevap vermiştir. İlim ile süt
arasmda birleştirici bir ilişki olmasaydı, ilim hayal âleminde süt suretiyle
görünmezdi. Bunu bilen bilir, bilmeyen bilmez.
Kendisinden değil de, Allah Teâlâ’dan
bilgi alanın sözü nasıl tükenir ki! ‘Bana falanca falancadan rivayet etmiştir’
diyen bir yazar ile bana kalbim Rabbimden rivayet etmiştir diyen bir yazar
arasmda ne büyük fark var! Bu kişi yüksek mertebeli olmakla beraber, yine de
onunla ‘rabbim Rabbimden rivayet etmiştir’, yani ‘rabbim kendisinden rivayet
etmiştir’ diyen arasında ne büyük fark var!
Burada bir işaret vardır: Birincisi,
inanılan Rab, İkincisi ise sınırlanmayan Rab’dır. Dolayısıyla ikinci bilgi,
doğrudan değil dolaylıdır. İşte bu, zat tecellisini müşahede’den kalp için
meydana gelip oradan sırr’a, ruha ve nefse yayılan bilgidir.
Meşrebi bu olan kişinin mezhebi nasıl
bilinir? O halde bütün yönlerden Allah Teâlâ’yı bilinceye kadar onun mezhebini
bilemezsin. Allah Teâlâ bilinmediğine göre, o da bilinmez. Çünkü akıl onun
nerede olduğunu bilemez. Aklın bilmek istediği şey, sadece olanlardır. Onun
için herhangi bir oluş söz konusu değildir. Nitekim bir mısrada şöyle denilmiş:
Fâni olduktan sonra baki kıldığına gözüktün
Böylece o, kevnsiz (oluş) oldu, çünkü sen o olmuştun
Beni aktarma ve algılama ehlinden
kılan Allah Teâlâ’ya hamd olsun. Allah Teâlâ bizi ve sizi kendisine yaklaşan ve
yükselen kullarından eylesin!
Sonra konuya dönüp deriz ki: Mu’cem
harflerin bölümleri beş yüzden fazladır ve her bölümde pek ççk mertebe bulunur.
Allah Teâlâ izin verirse el-Mebâdî ve’l-Gâyât kitabımızda tamamlamak üzere,
isimlerini belirttikten sonra şimdilik onları geriye bırakıyoruz. Burada sadece
kitabımıza yaraşan mertebeleri zikredeceğiz. Belki onların bir kısmından söz
edebiliriz. Ardından, Allah Teâlâ’nın izniyle bütün harfler tamamlanıncaya
kadar hepsini harf harf ele alacağız. Sonra, Lâm’ın Elife sarılmasının ve onun
ayrılmaz parçası olmasının sırlarına değineceğiz. Özellikle aralarındaki bu
ruhanî sevginin sebebinden söz edeceğiz. Nitekim bu durum yazı ve işaret
âleminde ortaya çıkmıştır. Çünkü Lâm’ın Elif e sarılışında öyle bir sır vardır
ki, ancak Elifi doğrultan ve Lam’ı eğrisinden kurtaran kimseye görünebilir.
Allah Teâlâ bizi ve sizi, hoşnut
olacağı sâlih amellere ulaştırsın!
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar