Print Friendly and PDF

Melâmilik


Gerçek Melâmilerin Vasıfları





—Sevgi kavramı Melâmîliğin birinci şiarıdır.





—İbadetlerini, nefsi için değil, Hakk için ve Hakk ile yapma gayretinde olan kişidir.





—İbadetlerini, ihsan mertebesinde, Allah Teâlâ’yı görüyormuş gibi yapma gayretinde olan kişidir. İbadetlerini, kendine bir varlık vermeden, kul olma gayreti içerisinde ifâ eden kişidir.





—İnzivaya çekilmiş halde, halktan kopuk, insanlardan uzak, halvette yaşamamaktır.





—Halk içinde, görünüşte aynen onlardan biri olarak yaşamaktır.





—Giyinişlerinde halktan bir ayrıcalıkları yoktur. Bir tarîkatı düşündürecek özel giyinişleri yoktur. Giyinişte gösterişe önem vermezler. Ancak; tevazu sınırları içerisinde, imkânları nisbetinde, en iyi, en güzel tarzda giyinirler. Giyinişlerinde, İslâm’ın genel ahlâk kurallarına uymayı, prensip edinirler. İnançlarının gereğini yerine getirmeye özen gösterirler.





—İfrat ve tefritten uzaktırlar. İlim ehlidirler ve ilme hizmet ederler.





—Halk içinde onlarla uyumlu yaşama gayreti ve bilinci içerisindedirler. Halka hizmetin, Hakk’a hizmet olduğunun şuurundadırlar. Hatta daha geniş anlamda, yaratılan bütün varlıklarla uyum içerisinde yaşama ve yaratılanı yaratandan ötürü hoş görmeye çalışırlar.





—Bilineni, iyiyi, doğruyu ve güzeli önce kendilerine emrederler. Böylece toplumda örnek insan ve örnek müslüman olmaya çalışırlar. Yine önce kendilerini kötü olandan, yalandan, dedikodudan ve çirkinliklerden korurlar. Bu özelliklerini muhafaza etmek için cemaatten ayrılmamaya özen gösterirler.





—Hizmet anlayışı geniş bir boyutu kapsar.[1]





—Allah Teâlâ’dan uzak kalmamaya, imkân nisbetinde Allah Teâlâ ile olmaya, O’nsuz yaşamamaya çalışırlar. Bunun basit bir nişanesi olarak her nefeste Allah Teâlâ’nın zikrini, Allah Teâlâ ile yerine getirme gayreti içerisindedirler. Toplumun içerisinde gizli veya kalbî zikirden gafil olmamaya ve kalblerini uyanık tutmaya çalışırlar.





—Mürşidleri insanları kendilerine bağlamazlar. Allah Teâlâ’ya bağlarlar. Allah Teâlâ’ya biat ettirirler.





İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi Hazretlerinin Melâmiliği





Efendi Hazretleri, diğer tarîkatlar gibi ve insanlar bana ihvan olsun diye sosyal ve dini teşkilatlar kurmamış kendilerine has yaşam tarzı, dergâhları ve kıyafetleriyle halktan ayrılmamıştır.[2]





Efendi Hazretleri bu özellikleri ile gerek hal, fiil ve davranışlarıyla gerekse sözleri ve anlayışıyla dış görünüşlerinden iç hallerini saklı tutmuş avam ile avam, havas ile havas olmuştur. Gerçek durumlarını sezdirmemeyi, toplum içerisinde kılık kıyafet ve görünüşte ayırt edinmemeyi anlayışlarının esası olarak belirlemişlerdir.





Efendi Hazretleri Allah Teâlâ’nın yolunda kınayanın kınamasından korkmamış, korkusuzca O’nun yolunda gitmiş ve hükümleri doğrultusunda davranmıştır. Allah Teâlâ’nın kanunlarına göre neyin doğru, neyin yanlış olduğunu belirleyerek, karşıtlarının muhalefet, sansür, eleştiri, itiraz ve alaylarına hiç mi hiç aldırmamıştır.





Konuştukları zaman, Allah Teâlâ’yı murat etmiş ve O’nu aramıştır. Kendileri insanlarla oldukları halde, kalbleri hep Allah Teâlâ ile beraber ve niyeti O’nun niyeti olmuştur.[3]





Kulluk derecesinden asla ayrılmamışlardır. Farz namazları, insanlarla beraber eda eder ve Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin sünnetlerini terk etmemişlerdir.





Gönüllerini, Allah Teâlâ’nın tecellisi kapladığından, riyazet ve baş olma sevdasına kapılmamıştır.





 O, batınlarında olanı, zahirlerine yansıtmamıştır. Allah Teâlâ’nın razı olacağı şekilde evlenip çoluk çocuk sahibi olmuştur.





Zühdünü ko aşka düş ehl-i canân etsin seni,
Pîr-i aşka kulluk et cânâne cân etsin seni.





Bir zaman bülbül gibi efgânın ağdır göklere,
Şol kadar kıl nâleyi kim gülistân etsin seni.





Âr-u nâmusun bırak şöhret kabâsından soyun,
Gey Melâmet hırkasın kim ol nihân etsin seni.





Yüzünü yerler gibi ayaklar altında ko kim,
Hakk Teâlâ başlar üzre âsumân etsin seni.





Verme rahat nefsine dâim gazâ-yi ekber et,
Kâbe-i dil feth olup dârül-emân etsin seni.





Gel Niyâzi’nin elinden bir kadeh nûş eyle kim,
Mahvedip nâm-ı nişânın bî-nişân etsin seni.





Niyâzi Mısrî kuddise sırruhu’l-aziz





VAHDET-İ VÜCUD-VAHDET-İ ŞUHÛT





Varlık ikiye ayrılır:





1. Varlığı kendi zatından olan,





2. Varlığı başkasından olan.





Dünyevî varlığın aslı, zatı yönünden sırf bir yokluktur. Yâni Allah Teâlâ’ya nispetle varlık ise, hakiki bir varlık değildir.





 “Allah Teâlâ’ya benzemek veya ilâhî tabiata iştirak etmek değil, kendi sahte benlik bağından kurtulmak ve böylece bir olan Sonsuz Varlıkla yeniden bir olmak sûfînin hedefidir.”[4]





Şu halde gerçek mevcut, yalnız ve yalnız şânı yüce olan Allah Teâlâ’dır.





VAHDET-İ VÜCUD (varlık birliği) [5]





Varlık birliği anlamına gelen bu kavramın ilk defa Şeyhu’l-Ekber Muhyiddîn İbnü’l-Arabî kuddise sırruhu’l-azîz tarafından ilmî bir görünüm ile değerlendirildiği bilinir.





Bütün varlığın tek ve eşsiz vücûd-ı mutlak olduğu, Allah Teâlâ’nın kendisinde bulunan nisbetler ve oluşları iradesi ile yaratmayı dilemesiyle sonsuz birçokluk meydana geldiği, fakat bu çokluğun hakiki birer varlık olmayıp, her an bir hal ve yaratışta bulunan Allah Teâlâ’nın değişik tecellileriyle yaratmasıdır, diye düşünülmesidir. Aslında Allah Teâlâ kendini eşya ve kâinat suretinde açığa vurmuştur.





“Doğu da, batı da Allah Teâlâ’nındır. Nereye dönerseniz Allah Teâlâ’nın zatı oradadır” (Bakara, 115)





İlk ve son, açık ve gizli O’dur. O’ndan başka varlık yoktur. Eşya ve kâinat, Allah Teâlâ’nın zâhiri; Allah Teâlâ eşyâ ve kâinatın bâtını ve rûhu durumundadır. Yaratan-yaratılan hep O’dur. Çünkü vücûd birdir.





Hakîkatte arif olan ancak Allah Teâlâ’dır, başkası değildir. Çünkü Hakk’ın vücudundan başka vücûd yoktur. Ancak, karışma ve birleşme yoktur. Karışma ve birleşme iki varlık arasında olur. Mesela; yağın sütle, suyun bitki ile birleşmesi ve sıcak suyla soğuk suyun karışması gibi. Görüldüğü üzere, karışma ve birleşme iki mevcut arasında olmaktadır. Vahdet-i vücûd makamında ise, âlemde bulunanlar hakîkatte, Allah Teâlâ’nın varlığıdır ve O’da birdir. İki varlık yok ise, birbirine karışma ve birleşme olsun. Bir olan vücûd, asla, ayrılık kabul etmez.





            İnsanın, Allah Teâlâ’yı görmek istemesi veya Allah Teâlâ’yı açıklaması için soru sormak... Bir balığa, yüzdüğü suyu açıklamasını sormak gibidir.





“Bir derviş, Hazreti Hoca Yesevî kuddise sırruhu’l-azîzin huzuruna geldi. Ey üstad, bana tevhid’i açıkla dedi. Hazreti Hoca, bir kelle şeker getirdi, dervişe bu nedir diyor sordu. Derviş, şekerdir dedi. Hazreti Hoca, dervişe şekeri götür kır, şekli değişsin ve şekillerinden yeni şekiller meydana gelsin, sonra getir, dedi. Derviş, şekeri kırıp getirdi. Yok olan ilk şeklinden değişik şekiller meydana gelmişti. Hazreti Hoca, birer birer bunları sordu, bu ne şeklidir, o ne şeklidir dedi. Derviş cevap olarak bu at şeklidir, öteki deve şeklidir, diğeri de adamdır, dedi. Sonra Hoca şöyle buyurdu: Şimdi bunların hepsini kırıp dövüp toz halinde birleştir. Derviş hepsini kırdı ve bir kapta birleştirdi. O zaman Hazreti Hoca Şimdi bu nedir? Diye sordu. Derviş, şeker dedi. Bu sözlerde tevhid anlatılmış oldu.” [6]





Demek ki, Allah Teâlâ’nın kuluna muhabbeti, kendine muhabbet; cüz’üne muhabbettir. Kulun, Allah’a muhabbeti de aslına muhabbeti demektir.





Erin, kadına muhabbeti, aslında cüz’üne muhabbet, kadının erkeğe muhabbeti de aslına muhabbet demektir.





Hazret-i Muhyiddîn kuddise sırruhu’l-azîz: Abd, Rabb’dır, Rabb, abd’dır. O halde teklif kimedir? İşte şaşırdığım nokta budur, diyor.[7]





Şiblî kuddise sırruhu’l-azîz Hazretleri bir gün namaza durmak üzere iken: Eğer şu anda namaz kılarsam münkir ve münafık olurum. Kılmazsam da kâfir olu­rum, diyerek birçok zaman bu halde kaldıktan sonra namazını kaza ey­ledi.





Bunu şöyle izah edelim: Şiblî namaza hazır olduğu zaman kesret âleminin hükmü galip idi. Namaza başlayınca görüyor ki, ibadet eden ve edilen, yani kul ve Hakk hep beraber olmuştur. Eğer namazını, ibadet eden ve ibadet edilen ayrıdır diye kılsa, bu takdirde vahdet nurunu inkâr etmiş olacak. Ve eğer mabut ve âbid, secde eden ve edileni bir ol­muş olarak görüp namazı terk etse kâfir olacaktır.[8]





“Hakk’a yakın olmanın kemali yokluktur. Meselâ uzaktan bir misk kokusu duyuyorsun. Yaklaşınca buram buram kokuyor. Fakat miskhâneye girip de işba (doyum) hâline gelince, hiçbir şey kalmaz. Artık koku duymaz olursun.”[9]





Vahdet-i vücûd, Hint felsefesindeki vahdet anlayışı değil­dir. Çünkü İslâm tasavvufunun son noktası, Bekâ-bi’llah’tır. Hint felsefesinin son noktası ise, Fena fi’llah’tır. Allah Teâlâ’da yok olmak. Biz, Allah Teâlâ’da yok olmak için değil, Allah Teâlâ ile olmak için çalışıyoruz. Yok olmak değil, Allah Teâlâ ile olmak, Allah Teâlâ ile olmak için çalışıyoruz.[10]





Kalem-i sun’ı ezel her ne ki, tahrîr etti





Kayd edüp suhf-i ebedde ânı takrîr etti





Evvel-ü ahîri bir noktada cem’ etmiş idi





Fasl içün bast-ı hurûf eyledi teksir etti





Sür’at-i devr ile bir dâire çekmiş nokta





Baksan ol dâirede noktayı tasvir etti





Koydu ol noktanın aynını gönül dîdesine





Merdüm-i dîdeyi aksi ile tenvir etti





Nükteyi duydu Sezâî dehen-i yâri sorup





Noktanın sırrını ariflere takrîr etti  [11]





Hasan Sezâî kuddise sırruhu’l-aziz





VAHDETİ ŞUHÛT (Görülenlerin birliği)





Bu vahdet anlayışı, özellikle İmam-ı Rabbanî kuddise sırruhu’l-azîz Hazretlerinin vahdet-i vücuda yönelttiği eleştirilerle güç ve yaygınlık kazanmıştır.[12]





 Vahdet-i şuhud anlayışı, tasavvufta görülen her nesnede Allah Teâlâ’yı görmek. Vahdet-i vücud anlayışına karşı çıkan mutasavvıflar tarafından geliştirildi. Vahdet-i şuhud anlayışının temelinde varlık ile Allah Teâlâ’yı ikilik kavramı ile ele alırlar.





Vahdet-i şuhud, tasavvuftaki fenâ (Allah Teâlâ’da yok oluş) makamıyla bağlantılıdır. Bu anlayışa göre, zahir ve batın olmak üzere iki çeşit fenâ vardır.





Zahiri fenâ’da Allah Teâlâ, insana fiilleriyle tecelli eder. Bu tecelli sırasında insanın iradesi yok olur, ne kendisi, ne de başkası için bir hareket görebilir. Her fiil ve harekette Allah Teâlâ’yı görür.





Batıni fenâ’da ise, Allah Teâlâ insana sıfatlarıyla ya da zatıyla tecelli eder. Zahiri fenâda, Allah Teâlâ dışındaki varlıklar yok olurken, batıni fenâda görme durumu da yok olur.





Yitirdim Yûsufu Ken’ân ilinde Bulundu Yûsuf, Ken’ân bulunmaz.





Fenâ durumundaki ihvan Allah Teâlâ’dan başkasını göremez. Kalbinde O’ndan başkası kalmamıştır. Allah Teâlâ dışındaki varlıklar bağıntısı yok olmuştur. Bu durumun güçlenmesi halinde ihvan, her şeyde yalnız Allah Teâlâ’yı görür, artık meydanda kendi varlığı bile kalmamıştır. Bu durum kulun yok olması, fenâsı, Allah Teâlâ’nın bekâsı demektir. Fakat Allah Teâlâ dışındaki varlıklar gerçekte yok olmamıştır. İki varlık birleşmiş de değildir. Yaratıcı başka, yaratılan başkadır; İhvân, fenâ durumundan çıktığında bu gerçeği görür ve kabul eder. Fakat fenâ durumunda iken ikilik kalkmış, yalnızca Allah Teâlâ’nın varlığı kalmıştır.





Vahdet-i şuhud anlayışına göre, fenâ haliyle bağlantılı olan bu durum geçicidir. Bu nedenle görülen dünyanın varlığını kabul etmek Allah Teâlâ ile kâinatın varlığını ve bir saymamak gerekir.





“Her şey O” değil, “Her şey O’ndan” “Hiç bir vücud yoktur ki, O’ndan olmasın.” [13]





Bu vahdet anlayışı şu cümle ile özetlenir: “Lâ meşhude İlla’llâh” (Allah Teâlâ’dan başka görülen yoktur). “Hiç bir şey, O’na benzemez” [14]





Binâenaleyh, bu iki makamın üstünlüğünde ve hakikâtlerindeki ihtilaf kalkmamıştır. Her iki görüşün mümessilleri bulunmaktadır. Şu bir gerçektir ki, vahdeti şuhud anlayışı vahdeti vücud meşrebi üzerine kurulmuştur. Bu konuya Abdülâziz Mecdi kuddise sırruhu’l-azîz Efendi’nin şu açıklaması farkın durumuna aydınlık getirmektedir.





“Bir sâlik, sülûkü esnasında kavs-i uruc’u (yükseliş yolları) geçerken hemen ilk mertebelerde,  makamlarda vahdeti şuhud’a uğrar, fakat orada durmaz, geçer. Sır-rı zat makamına çıkınca vahdeti vücud tahakkuk eder. Ondan sonra Hazerât-ı Halkiye’ye inmek üzere kavs-i nüzul’ü (iniş)geçerken de, bu kavsin sonlarına doğru bir kere daha vahdeti şuhud hali kendi­sinde tahakkuk eder. Fakat onda da durmaz. Halden hale geçerek ni­hayet Hazerât-ı Halkiye’ye iner ve sülûkü tamamlamış olur.





Bununla beraber, her sâlik aynı şekilde seyir ve sülûke devam et­mez. Bazısı, vahdeti şuhud’a, kavs-i urucu, bazısı da kavs-i nüzulü geçerken uğrar. Gerek uruçta, gerek nüzulde uğranılan vahdeti şuhud mertebeleri sır-rı zattan, yani vahdeti vücud’tan aşağı bir mertebedir. Çünkü vahdeti şuhud, âlem-i melekûttadır ve sıfat mertebesindedir. Şu­hut, isneyniyeti (ikilik) icap ettirir. Yani bir şahit, bir de meşhut ister. Bu tak­dirde Zât-ı Bâri (Allah Teâlâ), nur şeklinde bile meşhut olsa, yine bir sıfatı, bir şekli vardır ve bir görenle bir de görünen olmak lâzım gelir. Görmek ve söylemek hep sıfat mertebesindendir. Ulûhiyet ve nübüvvet de bu merte­bedendir. Başka bir tabirle Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, Kur’an-ı Kerim’i bu mertebeden tebliğ etmiştir. Muhyiddin Arabî kuddise sırruhu’l-azîz ve bütün Ehl’u-llâh eserlerini hep bu mertebe­den yazmışlardır.





Vahdeti vücûd’un tahakkuk ettiği sırr-ı zata gelince: Bunda bütün esma ve sıfat Zât-ı Hakta yok olmuştur. Bu mertebede söz yoktur. Bir şey söylenmez ve söylenemez.





Bununla beraber Vahdeti vücud, seyir ve sülûkün her mertebesinde vardır.   Hiç bir mertebe ondan hâli değildir.





Hâkim Senâi buyurur ki;





“Sözde hakikât, hakikâtte söz olmadığını anladığım anda sustum” demekle, bu mertebelere ve onlar arasındaki farka işaret etmiştir. Yani sıfat mertebelerinde söylenen sözlerde hakikât olmadığı, zat mertebelerinde ise, söz söylemeğe imkân bulunmadığı için sustum, demiştir.





İmam-ı Rabbani kuddise sırruhu’l-azîz seyir ve sülûkü tamamlamamıştır. Yani uruç etmiş, fakat nüzul eylememiştir. İrşat ise, ancak seyir ve sülûkü tamamladık­tan ve Hazerât-ı Halkiye’ye indikten sonra tam olur. Esasen Nakşîler, (yani İmam-ı Rabbani taraftarları) bu meseleyi (yani vahdeti vücudu) anlamamışlardır.”[15]





Başımız meydana koyduk, keşf-i esrar eyledik;





Enbiya-vü evliyanın ketmettiği mâna budur.





Sunu’llah Gaybî kuddise sırruhu’l-azîz





Varlık ve Yokluk





       “Varlık” kelimesinin en zengin ve en derin anlamına Arapçada rastlamaktayız (ve-ce-de) fiilinden gelmektedir, Vücûd, vicdan, vecd ve vücd mastarlarını üreten (ve-ce-de)’nin anlamı, “bulmak”tır.





       Vücûd kavramının diğer manası da, beş duyu ile idrâk edilen, bulu­nan ve belirlenen şey demektir. Bu anlamda beş duyu vasıtasıyla algılanan şeyler vardır, diyebiliriz. Hâlbuki beş duyu ile bilemediğimiz, ama akla göre var olan varlıklar da vardır.[16]





Mutlak varlık, Allah Teâlâ’dır. Allah Teâlâ, her şeyi yaratan ve yok edendir.





Var oluşun sebebi ve dayanağı Allah Teâlâ’dır. Yaratma, Allah Teâlâ’nın kendini göstermesi, kendini gerçekleştirmesidir. Yaratma, onun için güç değildir. Allah Teâlâ, bu varlık dünyasını yaratmadan önce başka varlık dünyaları yaratmıştır; bu içinde yaşadığımız varlık dünyasının yok olmasından sonra da, yeni yaratmalarına devam edecektir.





Allah Teâlâ, diğer varlıkları yaratmış ve zamanın içine atmış ve onun içindeki varlıkları da “varlık” ve “yokluk” ile karıştırmıştır. Buna göre varlık meselesinde cevaplandırılması gereken ilk sorulardan biri, Allah Teâlâ dışındaki varlığın gerçekten var olup olmadığıdır. Varlık, var’mı dır; yoksa algıladığımız varlıklar yok mudur?





Üzüme bakıyor, şarabı görüyorum yok’a bakıyorum açıkça var’ı görüyorum.[17]





Yokluk’u düşünmek çok zor bir konudur. Aslında yokluk, var olmanın yeni bir şeklidir. Başka varlığa dönüşmek çoğu kez yok olma olsa da, yeni oluşum da, yokluktan var olma gibi bir şeydir.





“Ayniyyet nedir? Ayniyyet yokluk ile bilinir. Seni bu Dünya meşgul etmesin. Kesreti (bu dünya ve on­daki her şeyi) perde görüp kendini perdelenmiş sanmayasın. Her işi Hakk’la hak edesin. Memur ettiğimiz işi, Allah Teâlâ’ya kul olma meselesi bilip, kendini mânevî yük­selmeden halî saymayasın.” [18]





Bu yokluk ve varlığın arasında mutlak varlığın Allah Teâlâ olduğunu bilen insan nefsine pay çıkarmayıp, Allah Teâlâ’ya varlığı kendine yokluğu tercih etmelidir. Bu şekilde huzuru ve hakikâtin yüksek mertebelerine erer.





Ey padişah, ben senin ulu kapında sığınak bulmuşum,





Senin katına yüzüm kara gelmişim,





Dört nesne getirdim ki, bunlar senin ihsan hazinende yoktur:





Yokluk, isyan, güçsüzlük ve günah getirmişim.[19]





Bu mevki hırsının kökünü dalını söylemeye kalkışırsam bir başka cilt lazımdır. Arap serkeş ata, şeytan dedi, yazıda yayılan ata değil. Şeytanlık lügâtta baş çekmedir. Bu sıfat, lanete layıktır. Bir sofranın çevresine yüz tane adam oturur, yer. Fakat baş olmak isteyen iki adam dünyaya sığamaz.[20]





Bir adam yokluğa erişir, kendisine yokluğu ziynet edinirse, o adamın, Hz. Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi ve sellem gibi gölgesi olmaz. “Yokluk benim iftiharımdır” sırrına ziynet yokluktur. Bu çeşit adam, mumun alevi gibi gölgesizdir. Mum, baştan aşağı alevden ibarettir. Gölge onun çevresine uğrayamaz. Mum kendisinden de kaçtı, gölgeden de. Mumu dökenin isteğine uydu, ışığına sığındı.





Mumu döken muma der ki; Seni yok olman için döktüm. O da, ben yokluğa kaçtım diye cevap verir. Bu var olan ışık, lazım bir ışıktır, geçici ve arızi ışık gibi değil.





Mum ateşe tamamı ile yok oldu mu artık ondan ne bir eser görürsün ne bir ışık! Suret ateşi karanlığı gidermek için mum suretinde durur. Beden mumu şu görünen mumun aksinedir; yok oldukça can nuru artar. Bu ebedi ışıktır, mumsa geçici. Can mumunun alevi, Allah Teâlâ’ya aittir. Ateşten meydana gelen şu ateş, nur olduğundan geçici gölge, ondan uzaklaşmıştır. [21]





Yokluğun zevkini suda görürüz. Tad ve renkten kendini arî kıldığı için hiç bıkılmadan devamlı içilmek istenir. [22]





Yokluk haline kavuşmak için, istekleri terk edip ve arzularından ayrılmak gerekir. Böylece yokluğun içine düşen varlığın yokluk olduğunu Allah Teâlâ’dan başkası olmadığı ve O’na muhtaç olduğunu görür.[23] Yokluk haliyle bütün şeylerde Allah Teâlâ’nın varlığı açığa çıkar.[24]





“Muhammedî hilâfetin gereği bütün kulları kendi nefsine tercih etmektir.” [25]





Hızır, gemiyi kötü kişilerin ellerinden kurtarabilmek için deldi, kırdı. Mâdemki kırık gemi kurtuluyor, sen de kırıl! Emniyet yoksulluktadır, yürü yoksul ol. Madeni olan ve madenden birkaç parası bulunan dağ, külünk, kazma yaraları ile paramparça oldu.[26]





Bâtın’ın, Hakk’ın bir yüzü.





Zâhir’in ise, Hakk’ın aletidir.[27]





Efendi Hazretleri, terbiye usûlünde yokluk meşrebinde hareket kılmıştır. Yokluk usûlünü vahdet ve melâmetin esasları ile bezemiştir. Fakat sohbetlerinde vahdetin mertebelerini açıkça anlatmayarak hal adabı ile teşhir etmiştir. Saatlerce süren bir sohbette tek kelime etmeden kalkması, şeyhliğini ikrar için varlığına işaret bir nesneye bağlı kalmaması, ihvanı kendinden azîz tutması, bu halin işaretlerindendir. Olanı yok bilmek Efendi Hazretlerinde en büyük erdemdir.





Efendi Hazretleri bu konuda buyurur ki;





“Yok olunur, var olunur.”





“Yok olun. Yok olursanız, Allah Teâlâ var olur.”





“Gardaşlarım! Nâci denilen fırka sizlersiniz. Bakarsınız bazı kişiler tarîkata giriyorlar. Çok geçmeden acayipten garaipten bahsetmeye kalkışıyorlar. Kendilerinin bir adam olduklarını zannediyorlar. Fakat büyük kim, küçük kim, o sonra belli olur.  Bizim tarîkatımıza gelen kimse uzun yıllar çalışır. Ancak kendi küçüklüğünü (yokluğunu) fark eder. Yetmez mi bu fark. Çünkü keramet (varlık) kulu Allah Teâlâ’dan uzaklaştırmaya yarar.[28]  İnsan, Ahlak-ı Muhammedi ile ahlaklanmalı kuldan istenen budur.  İnsan ile ebedi âleme gidecek kazanç da budur.[29]





            “Bir gün bize iki kimse geldi. 





            “İsmail Efendi, sen bu şeyhliği buldun mu?  Çaldın mı?  Aldın mı? Dediler.





            “Bende onlara; ne buldum, ne çaldım, ne de aldım. Hini sabavetimden beri, kendimi bir yokluk içinde ve yok bilirim;  dedim.”  Onlar;





            “Haydi, İsmail Efendi, imtihanı kazandın dediler.”[30]





----





Eskiden tarîkata intisap için gelenlere, şeyhler ilkönce şunu telkin ederlerdi.





“Gardaşım, yüz sene önce sen var mı idin? Yüz sene sonra var mı olacaksın?”





Sorulara hayırcevabını veren ihvana;





“Gardaşım, iki yokluğun arasında olan da ne varlık olursa sen O’sun. Buna göre hareket et.”





Yokluk tevhit mertebesinin başlangıcı ve sonudur. Tarîkat yok’tan, var’a giden bir yolculuktur.





Nuri Atasoy isimli ihvandan dinledim.





Efendi Hazretleri (Samsun) Terme İlçesi’nde sahrada ihvanlarla oturur iken, eşraftan bir zât, dünya gözü ile sohbete birinin uçarak katıldığını ve oturduğunu görmüş. Dikkatlice onu takip etmiş. Sohbet bitince o uçarak gelen zât ile görüşmek istese de görüşememiş onu gözden kaybetmiş. Uzunca bir zaman geçtikten sonra bu durumu gören kişi, Efendi Hazretlerini Sivas’a ziyarete gitmiş.





Efendi Hazretleri her zaman olduğu gibi Çorapçı Hanı’nda bulunan vekâledeki sohbetine katılmıştır. Sohbet esnasında hafif bir uyku ile uyanıklık arasında kendisini başka bir âlemde görmüş. Çok güzel bir yer ve nurânî bir zât yürüyor. Peşine takılmış. Onun mânevi durumundan istifâde ederim düşüncesiyle gayret edip yetişmek arzusunu içinde duymuş. Fakat bir türlü yetişmek mümkün olmamış. Nihayetinde o nurlu zât, uzakta görünen eve girince, o kişide o tarafa yönelip kapıdan içeri girmiş. Nurânî zâtı evde yatan hastanın başında dururken görmüş. O nuranî zât ise, bu zâtı görünce diğer kapıdan telaşla kaçıp gitmiş. Yatanın ağır hasta olduğunu anlayınca içinden gelen bir niyetle birazda dinlenirim diye, Yasin-i Şerif-i okumaya başlamış. Okumayı bitirince, hasta olan kişi son nefesini vererek Hakka yürümüş. Bu arada, bu olayı mânada müşahede eden kişi kendine gelmiş ki, Efendi Hazretleri karşısında çay içiyor. Biraz sakinleştikten sonra Efendi Hazretleri;





“Gardaşım! O hasta olan kişiyi tanıdın mı?” Bu kişi hatırlayamadığını belirtince;





“Hani, görmüştün ya. Terme’de sahrada iken sohbetimize uçarak biri gelip oturmuştu.  O Kâdiri şeyhlerinden idi. Hasta idi. Şeytan Hakk’a yürüyeceğini anlayınca nurlu zât kılığına girerek imanını çalmak için onun yanına gidiyordu. Allah Teâlâ bu durumu bize bildirdi.





Gardaşım! Bizde o zâtın, iman ile ruhunu teslim etmesi için senin ruhunu şeytanın peşine taktık. Onu yalnız bırakmadığın için şeytan kendisini kurtarmak için hastayı terk edip gitti. Sende o uçan şeyhin imanla göçmesine sebeb oldun.”





“Gardaşlarım! Kıymetinizi bilin.”





Varlık ve yokluk konusunda Mevlâna kuddise sırruhu’l-azîzin görüşleri de şunlardır.[31]





Varlığı, Allah Teâlâ’nın varlığı ve yaratılmışların varlığı, diye ele alan Mevlânâ kuddise sırruhu’l-azîz, geçici varlığımızı ebedî varlıktan ayrı tutmamızda, kendimizi ona bırakmamızda görmektedir. O, varlığımızı azalttığımız ölçüde hakîkî varlığa yaklaşacağımızı, yok olmaktan kurtulacağımızı savunmaktadır. Böylece Mevlânâ, insanın kendinde hissettiği varlığı azaltma ve sonsuz varlığa kavuşma işlemini eğitime hedef olarak tayin etmektedir.





Mevlânâ, varlık ve yokluk meselesini şöyle kurmaktadır:





Yokluk, insanda bir ihtiyaç olarak ortaya çıkar. Bu ihtiyaç çok yönlüdür. Bir yönü de, insanın ham kabiliyetlerle dünyaya gelmiş olması sebebiyle olan ihtiyacıdır. İnsan, imkânlar yani sonradan olabilecek ârizi sıfatları taşıyabilecek varlıkdır. İçinde var olan tohum hakkındaki ye­tenekleri geliştirebilecek bir imkâna sahiptir. İşte, insan im­kânlarını kullanıp, varlığını geliştirir ve zenginleştirir.





“Bizi yokluktan ciğeri yanmış, susamış bir halde sen var ettin de gözümüzü şu devlet çeşmesine diktin” diyen Mevlânâ kuddise sırruhu’l-azîze göre, insandaki susamışlık denen ihtiyacı, “tüm varlık” dediği İlâhî aşk yaratmak­tadır. İnsanı halden hale koyan, değiştiren ve geliştiren varlığın en büyük noktası olan ilâhî aşktır.





Mevlâna kuddise sırruhu’l-azîz mesela; armut ağacını, benlik için bir motif olarak kullanır. Armuttan, yani benlikten inmesini tavsiye eder. Varlığından, benliğinden inmedikçe doğru göremezsin, şaşarsınız. Benliğinden indin mi, düşüncen de düzelir, gözün de doğru görür; sözün de doğrudur. İşte o zaman terk ettiğin o benlik ağacının dalları, yedinci gökte bir baht ağacı olur. Ondan indin mi, Allah Teâlâ rahmetiyle o ağacı değiştirir.





Görüldüğü gibi, Mevlâna kuddise sırruhu’l-azîz insan varlığını yok saymakla, varlık âle­minde yer edineceğine işaret ediyor, halden hale geçirir ve daha da zenginleşirir. Varlık âleminin ötesine geçebilmek için, “Buna benim gözümle bak!” diyen Mevlâna kuddise sırruhu’l-azîze göre, aşk içinde aşkı seyretmek, varlıktan kurtulmayı, addan ve sandan vazgeçmeyi gerektirir.





Geçici, arık ve kararsız varlığın, ebedî Rabbin varlığından geldiğini hatırlatan Mevlâna kuddise sırruhu’l-azîz, geçici varlık kendini ona ısmarladığı zaman ölümsüz­lüğe erişir, görüşünü beyân etmekle, hedef göstermektedir. “Kendine gel, varlığını bu yüceliğe feda et. İlâhî denizin avucuna gir, yok olmaktan kurtul. Varlığını sat, damladan vazgeç de inci­lerle dolu denizi satın al!” öğüdünü vermektedir.





Diğer taraftan Mevlânâ, yoklukla varlık arasında çok ilginç bir ilişki kurmaktadır. Ona göre, Mi’râc edenlerle beraber olursa, onların safında durursa, yokluk bir Burak gibi onu alıp yücelere ağdırır. Mevlânâ kuddise sırruhu’l-azîzin anlayışında Mi’râc, mekân olarak göklere ağmak değildir. Kamışı şekere ulaştıracak şey Mi’râc’tır. Bu Mi’râc, buğunun göğe ağması değildir; ana karnındaki çocuğun bilgi ve duygu derecesine ağmasıdır. Böylece onun anlayışında, insan bilgilendikçe yücelir, o bilgi onun Mi’râc’ı olur.





Mutlak Varlık, yani Allah Teâlâ, yoklukta iş görür. Yoğu var edenin iş yurdu yokluktur. Bu tıpkı şuna benzer. Hiç kimse yazılmış kağıda yazı yazmaz. Fidanlığa yeniden fidan dikmez. Bir şey ekilmemiş yere tohum ekilir. Sen de bir şey ekilmemiş yer ol, yazı yazılmamış bir kağıt kesil de, İlâhî öğretiyle şereflen ve o sana tohum eksin, diyerek insanın ben­lik ve parça-buçuk bilgilerden arınmasını istiyor. Mevlâna kuddise sırruhu’l-azîz, dervişçesine varlığının başını kesmesini ve varlığından ge­çip yok olmayı isterken, “Sen atmadın, attığın va­kit” (Enfâl, 17) âyetinin sırrını hedef almaktadır.





Mevlânâ kuddise sırruhu’l-azîze göre, dünyâ yokluktan korktuğundan yolunu sapıtmıştır.  Aslında yokluk sığınılacak yerdir. Bilgiyi nerede arayalım? Varlığı bırakışta. Elmayı nerede arayalım? Elden vazgeçişte.





Böylece Mevlânâ kuddise sırruhu’l-azîzin yokluk anlayışında hiçlik değil, yeni bir var­lığa kavuşma, bir yücelme ve tazelenme vardır. Yokluktan korkma psiko­lojisi insanı yoldan çıkarır. Onun için bu korkuyu, dünya insanlı­ğından gidermelidir.





Mevlânâ kuddise sırruhu’l-azîz, benliğine ancak geçici benliğinden sıyrılınca kavuşacağını, hakîkî benliğe, düşünce ve akılla varılamayacağını, ancak yok olmakla varılacağı öğüdünü vermektedir. Mevlânâ kuddise sırruhu’l-azîz, insanın noksan­lıklarını, yokluklarını, olgunluğu, bütün sanatların ve hünerlerin aynası olarak görmektedir. Elbise biçilip dikilmişse, terzi sanatını nasıl gösterir? Zayıf hasta bulunmazsa, hekîm sanatını nasıl icra eder? Bakırların horluğu, bayağılığı meydanda olmazsa, kimya nasıl görünür? Diye sorular sormak­tadır.





Yokluk ve noksanlıklar, insanı araştırmaya itiyor. Tüm sanatlar, noksanlıkların giderilmesiyle ortaya çıkıyor.





İnsanlardaki noksanlık, hamlık ve yokluklardan doğuyor. Öyle ise, yokluk, varlığa, ol­gunluğa ve yücelişe gebedir.





Mevlânâ kuddise sırruhu’l-azîze göre, zıddı meydana çıkaran şey onun zıddıdır. Bal sirke ile belirir. Kendi noksanını, yokluğunu gören kişi, olgunluğa on atla ko­şar. Kendini olgun sanan, bu zannı onu engelleyeceğinden Allah Teâlâ’ya koşamaz. İnsanın canında olgunluk vehminden daha kötü bir şey olmadığını söyleyen Mevlânâ kuddise sırruhu’l-azîz, kendini görme gidinceye kadar gönül ve gözünden çok kanlar akacağını, İblis’in de “Ben ondan hayırlıyım” ifade­siyle değerini kaybettiğini öğütlemektedir.





Ona göre Allah Teâlâ’ya yakınlık, ne yücelere ağmaktır, ne aşağılara inmektir; varlık hapishanesinden kurtulmaktır. Yok olan için ne yukarı, ne aşağı, ne çabukluk, ne uzaklık ve ne de geç kalış vardır. Allah Teâlâ’nın sanat tezgâhı yokluktadır. Sen aldanmışsın, ne bileceksin yokluk nedir? Bir devlete, bir şerefe ulaşınca neşelenmenin tam tersi, onları kaybedince duyulan yokluktur. Bu tip adamın bütün varlığı yokluktur. Yoksulluk, horluk onun övüncüdür, yüceliğidir diyen Mevlâna kuddise sırruhu’l-azîz, varlıkla yokluğu tamamen psi­kolojik bir boyutta aramaktadır.





Mevlâna kuddise sırruhu’l-azîz Allah Teâlâ’ya yalvarırken, varlık ile yokluk arasındaki farkı insa­nın mânevî yapısında arar.





“Allah Teâlâ’m! Sözün, harfin bittiği durağı cana göster. Göster de tertemiz can, başını ayak yaparak o çok geniş yokluk alanına gitsin. O kadar geniştir ki, o yokluk alanı, bütün bu hayâl ve varlıklar hep oradan azık alırlar. Hayâller, yokluğa karşı pek dardır, ondan dolayı hayâl, gam sebeplerindendir. Varlık ise, hayâlden de dardır. Duygu ve renk âlemi ise, hayâl ve varlıktan da dardır, dapdaracık bir zindandır,”





Düşüncesini ileri süren Mevlânâ kuddise sırruhu’l-azîz, varlığın yokluktan dolayı feryat etmediğini, tam tersine yokluğun varlığı kendinden uzaklaştırdığını, onun için sen;





“Yokluktan kaçıyorum deme; asıl senden kaçan odur. Görünüşte gel der, seni kendisine çağırır, ama iç yüzden kovuş sopasıyla seni sürer, kendinden uzaklaştırır. Varoluş, yoklukta gizlidir. Yokluk en yüce mertebedir. Onun için yok-yoksul kişiler yarışı kazanmışlardır; ödülü almışlardır. Önemli olan beden yokluğudur, dilencilik değil.”





Mevlâna kuddise sırruhu’l-azîz, yokluk âlemi ile varlık âlemi arasında bir yol ve sıkı bir ilişkinin olduğuna dikkat çekmektedir. Bu ilişki yeniden yaratmayı, sü­rekli oluşumu ve kâinattaki yenileşmeyi meydana getirmektedir. İnsanın beden ve psikolojik yapısında da aynı yenileşmeler, bu ilişkinin neticesinde olmaktadır. Mevlâna kuddise sırruhu’l-azîz bunu şöyle dile getirir:  “O yokluk çölünden, şu görünen âleme özlemler çeke-çeke, bölük-bölük kervanlar gelmede. Bu çölden her akşam, her sabah kervan üstüne kervan geliyor. Geliyor; biz geldik, nöbet bizim, artık sen git diye yerimizi-yurdumuzu alıyor. Çocuk, akıl gözünü açtı mı, baba tezce pılısını-pırtısını kağnıya yüklüyor. Oradan bu yana, bir ana cadde var; oradan buraya geliyorlar, buradan oraya gidiyorlar. İyice bak da gör, oturmuşuz da otururken gidiyoruz biz; yeni bir yere gidiyoruz biz; ama sen görmüyorsun. Sermâyeni bugün için değil, ileride bir şey yapmak için biriktirir, hazırlarsın. A yola tapan! Yolcu ona derler ki, yol alışı, gidişi ileriyedir. Gönül perdesi ardından da bıkmadan, usanmadan, soluktan soluğa hayâl sürüleri gelmededir. O düşünceler, hep bir fidanlıktan gelmeseydi, nasıl olurdu da hepsi de bölük bölük, gönül kaynağına koşmada. Testilerini doldurup giderler, boyuna belirirler, meydana çı­karlar; gizlenirler, izleri belirmez. Düşünceleri, gökyüzünün yıldızları bil! Bir başka göğün çevresinde döner onlar.”





Yokluk âleminden gönül aynasına her zaman hayâl ve düşünceler gelip-gitmekte olduğunu ileri süren Mevlânâ, bu geliş ve gidişlerin bir ilişkinin ifâdesi olduğunu vurgulamaktadır. Bu beyitlerde âlemin her an yokluktan var olduğunu, tasavvuf terimiyle “gayb” âleminden “ayn” âlemine geldiğini ve gene o anda “ayn” âleminden “gayb” âlemine gittiğini, âlemin her an yeniden yeniye yaratıldığını, iç âlemde de bunun böyle olduğunu, yeni düşüncelerin, yeni hayallerin belirdiğini, adetâ oturduğumuz halde her an yeni bir yerde, yeni bir yaratık olarak gittiğimizi anlatıyor. Kâf Sûresi’nin 15. âyetinde “İlk yaratılışta âciz mi kaldık? Hayır, ama onlar, yeni bir yaratılıştan şüphe içindeler” ifadesini, sûfîler hem ölümden sonra dirilişe, yani âhiret âlemine delil olarak kabul ederler; hem de bunu her an yaratılışa işaret sayarlar ve bu tarzda yorum­larlar.





Yenilik konusunda varlık ve yokluğu, Mevlânâ kuddise sırruhu’l-azîz kadar derinlemesine inceleyen ve o düşünceyi düşüncesine yerleştiren birini bulmak çok zordur. O, yeniyi takip etmesini, eskiyi; kokmuş ve çürümüş şeyleri atmasını, yok etmesini şöyle tavsiye eder:





“Yeniyi al, ver eskiyi; çünkü her yılın geçen yıldan üç kere daha üstündür, daha fazla. Hurma fidanı gibi vergili, bağışlı olmazsan, var, eskiyi eskiye kat, yığ ambara. Eski, kokmuş, çürümüş şeyi, görmedik kişiye armağan götür.”





Mevlâna kuddise sırruhu’l-azîz, yokluğun varlıktan önce geldiğini, başka bir ifâde ile yokluğun cevher, varlığın da araz oldu­ğunu savunmaktadır.





“O kavuşma, ölümsüzlük içinde ölümsüzlük, varlık içinde varlık; fakat önceden o varlık, yokluk içindedir.”





Bu görüşüyle, Mevlâna kuddise sırruhu’l-azîz, Mülk Sûresi’nin 2. âyeti ile Bakara Sûresi’nin 28. âyetine işaret etmektedir. Mülk Sûresi’nde Yüce Allah Teâlâ önce yokluğu, sonra varlığı yarattığını ifâde etmektedir. Orada geçen “Mevt,” varlıkların ölümünü değil yokluğu; “Hayat” kavramı da varlığı ifâde etmektedir. Bunun böyle olduğunu Bakara Sûresi’nin 28. âyetinden öğre­niyoruz. “Siz yokken sizi var eden Allah’ı nasıl inkâr edersiniz? Sonra sizi O öldürecek, tekrar sizi O diriltecek.”





Ayette geçen birinci “Mevt,” yokluğu; birinci “Hayy” ise, varlığı; ikinci “Mevt,” ölümü; ikinci “Hayy” kavramı da âhirette yeniden yaratı­lışı ifâde etmektedir. Bundan anlıyoruz ki, yokluk da yaratılmıştır. Mevlâna kuddise sırruhu’l-azîz, yeniden doğmak için yok olmak gerektiğini söylerken, her yok oluşun ardından bir yeniliğin doğacağını işaret etmek­teydi. “Kendine gel, tereddüt etme, önce yok ol, yokluğa daldıktan sonra, doğudan baş göster ve aydınlat.” Mevlâna kuddise sırruhu’l-azîz, neden yokluğa dalmasını istediğini açıklar. Birincisi beytin sonundaki “yeniden doğma” faaliyetidir, ikincisi de benliğin açığa çıkarılmasıdır. Çünkü ona göre benlik, düşünceyle açığa çıkmaz, yokluktan sonra açılır ve ortaya çıkar.





“Bu ben, düşünceyle nasıl açığa çıkar? O ben, (fena) yokluktan sonra açılır, meydana çıkar.”





ŞERİAT VE TASAVVUF BİRLİKTELİĞİ





(Maddî ve Mânevî İlim Birlikteliği)





Şeriat, Hz. Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi ve sellemin getirdiği kitap ve sünnettir ki, müslümanların girdikleri ve girecekleri yoldur.





Şeriat, dünya ve ahiretteki bütün saadetleri ele geçiren bir sermayedir. Bu nedenle mümin için dünyevî nimetlerden şeriatın dışında aranılacak, imrenilecek hiçbir iyilikte yoktur.





Şeriat dört kısımdır: İlim ve amel, ihlâs ve siyaset.





Bu dörde kavuşmayan kimse, şeriata kavuşmuş olamaz. Allah Teâlâ, şeriata kavuşunca kulundan razı olur. Allah Teâlâ’nın razı olması, sevmesi de, bütün dünya ve ahiret saadetlerinin en üstünü ve kıymetlisidir.





Tarîkat ise, şeriatın yardımcısı, hizmetçisi olup, şeriatın üçüncü kısmı olan ihlâsı elde etmeğe yarar. Tarîkata ve hakikâte başvurmak, şeriatı tamamlamak terbiye için vasıtadır. Yoksa şeriattan başka bir şeyler ele geçirmek için değildir. Bunların neticesi, Rıza makamına varmaktır. Çünkü tarîkat yolculuğundaki gaye, ihlâs elde etmektir. İhlâs da, rıza makamında hâsıl olmaktadır. Aslında tasavvuf ehlinin gördükleri, tattıkları haller, ilimler ve marifetler, imrenilecek, istenilecek şeyler olmadığı gibi, hayaller, geçici şeylerdir. Tasavvuf ehli şeriattaki ilim hakkında buyurdular ki;





Hakikâtsiz şeriat gösteriş, şerîatsız hakikât de riyadır. Bunların birbiriyle ilişkisi, bedenin ruhla olan ilişkisi ile kıyaslanabilir.





Ruh bedenden ayrılınca, canlı beden bir ceset haline gelir. Ruh, bir rüzgâr gibi yok olur.





İslâm’ın kelime-i şahâdeti her ikisini de içine alır. ‘Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur’ sözleri hakikât, ‘Muhammed O’nun resulüdür’ sözleri de şerîattır. Her kim, hakikâti inkâr ederse kâfir, her kim de, şerîatı inkâr ederse mülhiddir.”[32]





Hz. Ömer radiyallâhü anh şöyle diyor: “Şeriatın edeplendirmediğini, Allah Teâlâ edeplendirmemiştir.” [33]





Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdular ki; “Tek bir fakih, şeytana bin âbidden daha yamandır.” (İbn-i Mâce-Tirmizî, İlim)





En büyük felâket, Allah Teâlâ’nın emir ve yasaklarını bilmemektir. Bu sebeple müslümanın birinci derecede vazifesi cehaletini yok etmek ve özellikle fıkıh bilgisinde kuvvetli olmaktır. Şeytanın en büyük düşmanı, Allah Teâlâ’dan korkan âlimlerdir. Bir âlimin yaşaması şeytana karşı bin âbidin yaşamasından daha tehlikelidir. Çünkü şeytan, insan­lara küfür yolunu, Allah Teâlâ’ya taat çizgisinden dışarı çıkmayı, sapık yolları emreder. Fıkıh bilgini imam ise, Allah Teâlâ’ya itaati emr eder, in­sanları şeytanın yolundan uzaklaştırıp Allah Teâlâ’nın yoluna yönelmeleri­ni emr eder. Cahil olan âbîdde, bu sayılanlardan hiçbiri görülmez. Cahil olan âbid bunlardan hiçbirini yapamaz.





Velilik derecesine ulaşsa da, bir fıkıh bilgini böyle cahil bir âbid­den daha üstündür. Şeytan cahil sofuyu yoldan çıkarmakta zorluk çekmez.





Rivayet edilir ki, biri âlim diğeri cahil olan iki adam cahil bir şeyhe intisab ederek ondan ders aldılar, ibadet ettiler ve veli­lik derecesine ulaştılar. Bir gün şeytan, âlim olana havada bir cen­net gösterdi ve: “Bu cennet senindir. Yalnız bir şartla. Şeyhini, nebilerden daha üstün tutacaksın.” dedi, O da şöyle cevap verdi: “şüphesiz hiçbir veli peygamber derecesine ulaşamaz. Belki bir nebi, bütün velilerden üstündür.” Bu söz üzerine şeytan, o âlimden ümidini kesti. Sonra ayni cenneti cahil olan veliye gös­terdi. Ona söylediğinin aynısını arkadaşına da söyledi. Cahil olan arkadaşı ise, o cenneti elde edebilmek için şeyhini nebilere üs­tün tutarak, mertebesinden düştü. Sonra şeytan şeyhinin yanına giderek aralarında geçenleri anlattı. Şeyhi abide: “îlim öğren, zira ve­lilik bir kimsede ilimsiz olarak yerleşmez,” dedi.[34]





İlmin Üstünlüğü





Rivayet edildiğine göre, Harici taifesine mensup yirmi kişi tek tek Hz. Ali kerremallâhü veche Hazretlerinin huzuruna gelerek ay­nı meseleyi sormuşlar. Soru şu idi:





“Yâ Ali! İlim mi üstün, yoksa mal mı?” Hz. Âli kerremallâhü veche “ilim daha üstündür” şeklinde cevap vermiş, fakat delil istemeleri karşısında ilmin üstünlü­ğünü şu şekilde ortaya koymuştur:





—İlim, maldan üstündür. Zira ilim seni korur, halbuki sen malı korursun, ikinci soruyu sorana. Karşılık verdiği cevap da şöyle;





—İlim harcandıkça artar, mal harcandıkça azalır, üçüncüye verdiği cevap:





—İlim sayesinde düşmanlar dost olur, fakat mal böyle değil. Devamla:





—İlim, dünyadan uzaklaştırır, âhirete yaklaştırır; mal ise, böy­le değildir.





—Ölüm sebebiyle ilim, sahibinin mülkiyetinden çıkmaz, fakat mal böyle değildir.





—İlim, sahibine sirayet eden bir nurdur. Mal ise, buna muha­liftir.





—İlim Allah’ın kelâmından çıkar, mal ise, topraktan çıkar.





—İlim, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin sevgilisidir. Mal ise, Nemrud, Firavun, Hâman ve Karunların sevgilisidir.





—İlim kendine hizmet edilendir. Mal ise, hizmet edendir.





—İlim, ruhun gıdasıdır, mal ise, cesedin gıdasıdır.





—Ürkme zamanlarında ilim sana arkadaş olur, mal ise, sana ürküntü verir.





—Yolculukta ilim, senin arkadaşındır. Mal ise, yolculukta se­nin düşmanındır. 





—Tek başına ilim, taatsız da olsa kurtulmana sebep olur, fa­kat mal böyle değildir.





—İlim, peygamberlerin mirasıdır. Mal ise, eşkıyanın mirasıdır.





—Kıyamet gününde ilmin hesabı yoktur. Fakat malın, helal ise, hesabı, haram ise, azabı vardır.





—İlmin sahibi, şefaat edecek, malın sahibi ise, şefaat edile­cektir.





—İlim sahibi, asla unutulmaz, fakat mal sahibi unutulur.





—İlim, kalbi nurlandırır, mal ise, karartıp katılaştırır.





—İlim sahibi, Allah’a kulluğu, mal sahibi ise, Allahlığı iddia eder. (Nitekim Firavun’da olduğu gibi.) Hz. Ali kerremallâhü veche bu şekilde o soru so­ranlara ayrı ayrı tatminkâr cevaplar verdikten sonra:





—Bu konuda bana daha soru sorsaydınız yaşadığım müddet başka başka cevaplar verirdim, buyurdu.[35]





İlmin ne kadar değrli olduğunu ve neticesinin kutsallığını anlamak için Şeyh-i Ekber Muhyiddîn Âradî kaddese’llâhü sırrahu’l azîzin açıklamasını bu konuda hatırlamak gerekir. Şöyle ki;





Cenâb-ı Şeyh-i Ekber kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz





“rûh” u Cenâb-ı Musa aleyhisselâma;





 “İblîs” i de Fir’avun’a





 “ilm” i de “deryâ”ya teşbih buyurmuştur. Nitekim Firavun askerleriyle Mûsâ aleyhisselâmı Kızıldeniz’i sahiline kadar takip etmiş; ve cenâb-ı Musa aleyhisselâm asası ile denize vurup kendisine bir yol açılmakla o yola girerek karşı tarafa geçmiş ve Fir’avun dahi onu takîben bu yola girmiş ise de deniz kavuşup helak olmuştur. Ruh dahi İblîs’in tecâvüzü hâlinde derya­yı ilimden açılacak bir yola sülük etmesi gerekir. Zira “ilim” riyaset ve kendini beğenme vereceğinden ve Ademoğlu’nun helaki riyaset ve kendini beğenme sebebleriyle vâki’ olduğundan şeytan Ademoğlu’nun ilim tarafına meylini pek ziyâde arzu eder ve onu riyaset ve ucüb sebepleriyle helake düşürmek ister.





Binâenaleyh sen ilim sahiline gelip açılan tarîka girince düşman dahi ar­kandan gelir. Tâki ilim denizinin ortasına gelir, deniz onun üzerine kavuşup sesinin dahi çıkmasına meydan vermeden kolaylıkla gark ve helak eder. Ve işte bu hakikate binâen ulemanın bazıları





“İlmi, Allah’ın gayri için talep ettik; ilim kaçındı ve bizi ancak Allah Teâlâ’ya reddeyledi” dedi. Yani biz ilmi riyasete nail olmak ve insanlara karşı bu sayede gelir ve dünya refahına vasıl olmak için istedik; ilim tahsil ettikçe bu maksat bizden çekildi. İlim bizi Allah Teâlâ’nın gayri olan bu maksada ulaşmaya mani oldu. Nihayet bizim elimizden tutup asıl yaratılış maksadı olan marifetullâha sevk eyledi.





İblîs Âdemoğlunu ilme teşvik edip, onu o ilim sahasında şaşırtmak için arkasından gelir. Fakat ilmin hâssası neticede insanı marifetullâha sevk olduğundan İblîs şaşırtma niyetini ifâ edemez. Şerri murat ettiği halde neticede hayır zuhur eder. Nitekim Firavun, Musa aleyhisselâmın peşinden  deryaya dâhil oldu ve derya kavuşup kendisi helak oldu. Eğer derya kavuşmayıp Hz. Musa aleyhisselâma yetişe idi, onunla harp edecekti…





Eğer düşmanın sana: “İlme çalış, tâ ki zamanının insanları üzerinde yükselesin! Hükümdârlar senin önünde eğilsinler ve halk sana muhtaç bulunsunlar!” derse, sakın bu emr-i şeytanîdir deyip ilim tahsilinden vazgeçme ve çok çalış. Zira düşmanın olan İblîs “senin hevânın ferahı ve sevinci, ancak senin amelsiz amelin iledir. İlim ise ameli ol­mayan bir ameldir. Yani sen ilim tahsili ile meşgul olduğun vakit, başka türlü amel ile meşgul olmaya vaktin müsait olmaz. Bütün vakitlerini ilim işgal eder. Düşmanların seni başka amelden alıkoydukları için sevinirler.” Demeye devam eder.





 Hâlbuki o zavallılar bilmezler ki, ilim kendi hakikatinin verdiği şeyin gay­rinden uzaklaştırır. Yani ilim öyle bir şeydir ki, yukarıda izah olunduğu üzere neticede marifetullâha ulaştırır. Onun hakikatinin verdiği şey an­cak budur.





İblîs’in hakikati cehâlet ile şaşırtmak istemesidir. Hâlbuki ilmin hakikati dalâlete değil, hidâyete sevk ettiğini İblîs dahi bilememektedir. Çünkü İb­lîs’in batınî gözü kördür, hakikate nazar edemez. O yalnız za­hir gözü vardır. “Şeytanın bir gözü kördür” denilmesi bu nedenledir. İb­lîs’in hakikati görmemesinin delillerinden biri de Âdem aleyhisselâma secde ile emr olundukda  “Ben Âdem’den hayırlıyım. Çünkü beni latif olan ateşten ve onu koyu ve yoğun olan topraktan yarattın” deyip ona secdeden kaçınmıştır. İblîs bu sözünü ilme dayandığını zannetti. Hâlbuki Allah Teâlâ melâikeye secdeyi emir buyurmuş ve İblîs dahi melâike arasında bu hitabı duymuş idi. Halîfe ise yerine halife koyan ile aynı­dır. Buna göre muteber olan şey, halîfetullâh olan Âdem aleyhisselâmın zahiri de­ğil, bâtınıdır. Melâikenin Âdem’e secde ile mükellef olması, onun hakikatine nazarandır. Bâtınî gözü kör olan İblîs Âdem’in haki­katini göremediği için, Allah Teâlâ’nın em­rine muhalefetle kulluk yolunda üzerinde yürüyemedi. Kibri buna da mâni’ oldu. Fakat Âdem aleyhisselâm taştan ve topraktan bina olu­nan Ka’be’ye secde ile emr olunduğu vakit bu, gayrullâha secde olmakla, caiz değildir, demedi. Kulluk yolu üzerinde yürüyerek Ka’be’ye sec­de etti. Ve “Beni halîfe olarak yarattın; ve sıfat-ı semâniyye-i ilâhiyyenin mazharı kıldın. Cansız maddeden ibaret olan Ka’be’nin aslı ile benim aslım arasında fark vardır. Ben üstünüm o basittir. Niçin ona secde edeyim” diyerek serkeşlik etmedi. Zira Âdem bilir ki, Hak Teâlâ hazretle­ri Hakîm’dir. Onun emrine karşı kıyas edepsizliktir. Ubûdiyyet kulluk ancak emre uymaktır.





İblîs’in yukarıdan beri izah olunan hali hep sırf cehalettir, ilim değildir. O ise onun ilim olduğunu düşünüp hayal etti de, ben Âdem’i ilim ile kandırdım zannetti. Bu sebeple âdemoğlunu ilme teşvik eyledi. Hâlbuki bilmez ki, eğer âdemoğlu ilminde yükselirse, bu ilim onun aybını ve cehaletini açığa çıkarır. Neticede Âdemoğlu, dalâlete düşmek şöyle dursun, belki hidâyet bulur.





Soru: Allah Teâlâ hazretleri “Gördün mü?. O kimseyi ki: Kendi hevasını kendisine tanrı edinmiş ve onu Allah bir bilgi üzerine şaşırtmış ve kulağı ve kalbi üzerine mühür basmış ve gözü üzerine bir perde kılmış, artık ona Allah’tan sonra kim hidâyet edebilir?. Hâlâ düşünmez misiniz?” [36] Buyurur. Bundan ilim üzerinde de şaşırtma var olduğu anlaşılır. Hâlbuki ilim hidâyete sevk eder, denildi.





Cevap: Hidâyete sevk eden ilim kâmil ilimdir. Noksan ilim şaşırtır. Nitekim İblis’in zâhire bakarak yaptığı kıyası da bir ilim idi. Fakat nakıs bir ilim olduğundan cehl ile beraberdi. Binâenaleyh bu noksan olan ilim asla ona faydalı olmayıp huzûr-ı ilâhîden kovulmasına sebep ol­du.  Hevâsını ilâh ve kendi üzerinde yönetici kabul eden kimse, noksan ilimle ile iktifa etmiş olacağından, ona bu ilmin tamamlanması tavsiye edilse, kendisini kâmil âlim zannettiğinden kabul etmez ve bilmez, bilme­diğini de bilmez. [37]





Hz. Ali Kerremallâhü veche de şöyle buyuruyor: “Âlim olan kişi geceyi ibadetle geçirip uyumayan, gündüz oruçlu ve Allah Teâlâ yo­lunda cihad edenlerden daha üstündür. Bir âlim ölünce İslâm’da öyle bir gedik açılır ki, onun yerini onun gibi bir âlimden başkası dolduramaz.”





Bazı âlimler de şöyle demişlerdir: “Bir âlim öldüğü zaman onun için denizdeki balıklar ve havadaki kuşlar bile ağlar. Bir âlim, her ne kadar kendisi bu âlemden gayb olsa da yaşıyormuş gibi onun şanı daima anılır.”[38]





İmam Gazalî İhyâsı’nda buyurur; Bir adam aslından ilim tahsil etmeyip sülûk eylese sonra keşf-i tarîk ile bazı şeyler fetholsa helak olması mukarrerdir.[39]





Fıkıhsız bir tasavvuf zındıklığa, tasavvufsuz bir fıkıh fasıklığa götürür. Fıkıh ve tasavvuf, zahir ve batın beraber olunca hakiki ilim meydana gelir.”





Ahmed Rifâi kuddise sırruhu’l-azîz der ki; “Tarîkat, ayn-ı şeriat, şeriat ayn-ı tarîkattır. Aralarındaki fark lafızlardan ibarettir.”





“Şeriât, illâ lâzımdır. Şeriat olmadan Tarîkat olmaz.”[40]





Et-tarîkatü ve1-hakîkati hâdimân-ı şeriâh Tarîkat ve hakikât şeriatın hizmetçisidir.[41]





İmam Mâlik Hazretleri şöyle buyuruyor: “Tasavvuf bilme­yenler zındık olur, şerîat bilmeyenler kâfir olur.” [42]





Mülhit ve zındık marifetle hakikâti fark edemediğinden Hakk’ı anlayıp bilmek ile nefsi ve ruhu bir olur zannederek mu­hasebeyi terk edip dünyanın kötülüklerini işlediler. Marifeti hakikât zannettiler. Yani sözü öz zannettiler. Bilmediler ki, marifet­le, nefsi ve ruhu bir ettiler; ama vücudla hâli bir edemediler. Ma­rifetle nefsi ve ruhu bir etmek, Hakk’ı anlayıp Hak’tan başkasını görmemektir. Buna marifet makamı derler. Yani marifet ve itikat yönünden birliğe ulaşıp marifet ile Hakk’a kavuşmak budur. Bütün eşyanın hakikâti Hak’tır. Bunu anlayıp bildikten sonra kötü huyları terk edip, gerek insandan ve gerek hayvandan tama­men hıyaneti kaldırmalıdır. İnsan, hayvana elinden geldikçe ra­hat verip bütün eşyanın hakikâtine, hakikât gözüyle bakabilirse, yani Hakk’a Hak gözüyle bakabilirse, buna hakikât ve hakka’l-yakîn derler. Nefsini ruh edip, ahlâk yönünden vücuduyla ve hakikât ile Hakk’a ulaşmak budur. Onun için Ehl’u-llâh muhasebe ehlidir. Onlar kendilerini bilirken hata işlemezler. Hata işleyen insan, kâmil olmaz. İnsan-ı kâmil ise, bütün noksanlardan uzaktır. Şeriatı noksan olanın hakikâti de noksan olur dediklerinin aslı dabudur.





Şimdi bu sırları anladınsa sen de anladın ki, şeriatı noksan olanın hakikâtinin noksan olmaması mümkün değildir. İnsan-ı kâmil o şerefli kişidir ki, nefsin isteklerinden ve unsurlanrın tabia­tından geçip dört kapısı mâmur olur. Kapının biri eksik olsa veya unsurların tabiatına bağlansa, insan-ı kâmil olmaz. Şunu da bil ki, insan-ı kâmil, keramet sahibinden başkadır. Keramet sahibi olmak pek güç değildir, insan-ı kâmil olmak güçtür. Maksat, insan-ı kâmil olmaktır. Yoksa keramet sahibi olmak değildir. Bundan anla ki, insan-ı kâmil olup hakikâte ulaşmak son derece zordur. Bâyezîd-i Bestâmî kuddise sırruhu’l-azîz Hazretlerinin “Doksan dokuz şeyhe hizmet ettim. İmam Câfer-i Sâdık kuddise sırruhu’l-azîze yetişmese idim imansız gi­derdim.” Dediği buna işarettir. [43]





Efendi Hazretlerinin şeriat ve tarîkat hakkındaki düşüncelerini ise, şu kelamlarından anlaşılmaktadır.





“Şeriatı gözetmeyenin tarîkatı olmaz.”





“Bu yolun evveli şeriat, ortası tarîkat, sonu yine şeriat.”





“Gardaşlarım! Bizim tarîkatımız ne kadar büyürse büyüsün, ne kadar incelirse incelsin, şeriattan kıl kadar ayrılmasına imkân yok­tur”





“Şeriatta kıl kadar noksanı olanın, havada uçtuğunu görürseniz, vurup kanadını kırın. İstidraçtan [44] başka bir şey değildir.”





Bu nedenle Efendi Hazretleri hayat ve düşünce tarzında şeriat ve tasavvufu birbirinden ayrı tutmadığı gibi ruhsat ve azimet tercihinde ise sıkıntılı dönemlerde dahi azimet yolunu nefsinde aramış ve tasavvufun şeriat dairesinde ince bir yol olduğunu, hatta şeriatta mekruh olanın tarîkatta haram olduğunu, şeriatta mubah olanın tarîkatta mekruh olduğunu kabul etmiştir. İhvanın da şeriata riayet etmelerini isterdi.[45]





Tarîkata şeriatsız girenlerin, şeytân gelip imanını alırmış





İş bu yola pirsiz dava kılanlar, şaşkın olup ara yolda kalırmış.





Ahmed Yesevi kuddise sırruhu’l-azîz [46]





İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı Efendi’nin konu hakkındaki azimet yolunu tercih etmesinde kazandığı yüksek mânevî halinin kıymeti bulunduğumuz yıllar itibarı ile önemli bir husus olduğunu göstermektedir. Efendi Hazretleri şeriatın siyasî yönünde de nazik ve dikkatli davranmıştır. Konu hakkında o kadar hassas davrandı ki, döneminde en çok devlet ile sorun yaşayan Sâid-i Nursî kuddise sırruhu’l-azîz gibi davranmamış zıt kuvvetleri birbiri ile yakın yaşatmıştır. İsmet İnönü’nün talebelikten arkadaşı olmasından dolayı meşrebine vukufiyetiyle zor dönem yaşayan halkımızı, dinî hayatı yaşamadan dolayı sıkıntıya düşürmemiştir. İslâmî devletin toplumla olan ilişkisinde siyasî olan tarafı üstün tutmuştur. Efendi Hazretlerinin başından geçen aşağıdaki anlatılacak olay bu siyasete işaret etmektedir.





Bir kış günü vekâleye bir kişi bir torba içinde Sâid-i Nursî’nin kitaplarını getirip, okursunuz diyerek bıraktı. Hemen çıkıp gitti. Ardından Efendi Hazretleri Şen Mehmed adlı ihvana;





“Gardaşım! Hemen sobaya doldurun yakın bu kitapları” dedi. Az sonra polis vekâleyi basmış bulmak istedikleri arıyorlardı. [47]





Gelenin kim olduğunu bilen ile dinî bilgiler ihtiva eden kitapları yaktıran aynı kişi idi. Buradan şu anlaşılıyor ki, hakikâti bilenin icraâtı hakkında sukut en geçerli yoldur. O gün için halkı sıkıştıran devlet, daha sonra dinî okulları da kendi eliyle açtı.





Şeriatın icraatında, Efendi Hazretleri kendisine azimet, âleme karşı ruhsat ile hareket etmiştir. Bu ince siyaset içinde İslâm’ın emirlerinden maslahat icabı dinî akâide zarar vermeyecek kısımlar (kasket giyme…) tâtil edilerek hareket edilmiştir. Çünkü şeriatın içinde devlete itaat, emir kapsamındadır.





Efendi Hazretleri, terbiyesinde, ehl-i sünnet akâidine ve hukukuna zarar verecek hiçbir akideyi anlatmadığı gibi, tarîkatı içinde yaşatmamıştır.





“Bir gün, şu an hayatta bulunan Oflu İdris Efendi, İstanbul-Çarşamba’da tarîkat faaliyetlerini sürdüren Mahmut Efendi ile karşılaşınca;





İdris Efendi! Şu kısa olan sakalını uzatsana,” demiş. O da;





Efendi Hazretleri, ben İhramcızâde İsmail Efendi’nin ihvanıyım.” Demiş. Mahmut Efendi Hazretleri ise;





Ben İhramcızâde Hacı İsmail Efendi Hazretlerinin ihvanına bir şey diyemem.” demiştir.”





Mahmut Efendi Hazretlerinin kendi ihvanlarına sünnetler için gösterdiği muameleden farklı bir tavırda davranması gösteriyor ki, zahir penceresinden bakılınca, çok şeyin farklı olduğu anlaşılmaktadır.





Şeriat kim, saray-ı Kibriya’dır





Hakikât mülküdür, muhkem binadır





Anın bir taşını her kim koparsa





Yoluna başını koymak revâdır.





Binayı dine mebnâdır şeriât





Şeriatsız Tarîkat sabit olmaz





Onu Hakk ile icradır Tarîkât





Tarîkatsız dahi irfan bulunmaz.                   





Şeyhülislâm ibn-i Kemâl kaddese’llâhü sırrahu’l azîz





Ancak şeriatın ikmalinde aranan kemal noktasında hemen tecelli etmesinde tedricilik, Efendi Hazretleri tarafından terk edilmemiş zaman içerisinde olgunlaşma da aranmıştır. Eğer bu minval üzere hareket takip edilmemiş olsaydı, elli sene sonra olacak hidayet ışığı temelleri çok önceden yıkılacak güneşin doğuşu, daha ileri tarihlere intikal edecekti. Bu da ince bir çizgi olup nebevi çizginin hakikât penceresidir ki, akıl ile çözülmesi mümkün olamamıştır.





“Hudeybiye antlaşma­sından sonra gerçekleştirilen “Kaza Umresi”dir. Kaza Umresi sırasın­da, Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin Kâbe’nin içerisinde putlar olduğu hal­de, Kâbe’yi ziyaret edip tavaf etmesi, İslâm inkılâbının gelişim çizgisi hakkında fikir verir. O esnada üstünlük, Mekke müşriklerinin elindedir. Ancak Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ve müminlerin tavafları putlara değil, Kâbe’nin Rabbi’nedir. Onların o şartlar altında putların varlığına aldırma­dan, Kâbe’yi tavaf etmeleri, inançtan bir taviz verme olmadığı gibi, uzlaşma ve müdahale de sayılmaz. Sadece inkılâp hareketinde kuv­vetler arasındaki dengenin ve farklılıkların gözetilmesi, şartların mü­sait olup olmaması ile ilgilidir. Nitekim, Mekke fethedilip üstünlük müslümanların eline geçince, Kâbe putlardan temizlenmiş ve tevhid bay­rağı dikilmiş, müşriklerin Kâbe’ye yaklaşması, edepsiz bir şekilde çıp­lak olarak Kâbe’yi ziyaret etmeleri men edilmiştir. [48]





Binâenaleyh, aslında Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, şeriatın tebliğinde mecbur tutulmuştur. Şeriattan bütün insanlar sorumludur. Hakikâtin tebliği, mecburiyet olmadığından insanların bu konudaki noksanlığı affa seza olacağından, dünya makamında şeriatı hakikâtine galip gelen Ehl’u-llâh, ilâhî makamda nebiler ile beraber bulunmuştur. Bu nedenle şeriatı yaşamaktaki kemal, hakikâtteki kemalden üstün tutulmuştur.










[1] İnsanların hayırlısı, insanlara faydalı olandır”





“Milletin efendisi, bu millete hizmet edendir”





 “Eğer siz, Allah Teâlâ’nın dinine yardım ederseniz, Allah Teâlâ da size yardım eder” (Hac, 40)





Öyle muttakiler ki, bollukta da darlıkta da infakta bulunurlar. Ve öfkeyi yutan ve nâsın kusurlarını affeden kimselerdir. Allah Teâlâ da ihsan edenleri sever.” (Al-i İmran 134)





[2] Ahmed Amiş kuddise sırruhu’l-azîz Efendi bu konu hakkında şöyle buyurmuştur.





Mecdi! Bana bu adamları getirip durma. Biz istemeliyiz,  biz isterken de, istediklerimizi getirmeğe muktediriz”





Bu yola isteyen giremez.  Bu yola adam seçerler. Bu havas yolu­dur,  avam yolu değildir. Biz ancak havas’sül-havassa açılırız.” (ERGİN, a.g.e. s. 152)





[3] Kalb, günah ve kötü düşüncelerden arınınca yakîn (kesin bil­gi) nuru ona akseder ve onu parlak bir ayna hâline getirir; dolayısıyla şeytan gizli yollardan ona yaklaşamaz. Bunun içindir ki, bir arif, “eğer kalbime itaat etmezsem, Allah Teâlâ’ya itaat etmemiş olurum” demiştir. Böyle bir tecelliye mazhar olan bir kimseye Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:





“Kalbine danış; böylece, gerçek iman ve ulûhiyeti teşkil eden kalbin batîni ilmin bildirdiği Allah Teâlâ’nın gizli emrini duyarsın” (NİCHOLSON, a.g.e. s.41)





[4] NİCHOLSON, a.g.e. s.59





[5] Vahdet-i vücûdu kabul eden mutasavvıflarca tevhidin en yüksek yorumu sayılan bu fikir sistemi, diğer bazı mutasavvıflar tarafından fenâ makamında kalmanın ortaya çıkardığı bir hata olarak nitelenir.





Bazı İslâm bilginleri ise, tüm varlıkların ilahlaştırılması anlamı taşıdığı gerekçesiyle küfür olarak kabul etmişlerdir.





[6] Cemal KURNAZ-Mustafa TATCI, Yesevilik Bilgisi, Ankara, 2000, s.288-Hazreti Hünkâr Hacı Bektaş-ı Veli’nin Vasiyetnamesi (Kitabu’l-Fevaid), Tertipleyen: i. Ö. İstanbul 1959, s.8





[7] Ken’an Rifâî, a.g.e. s. 161





[8] a.g.e. s. 471





[9] a.g.e. s.258





[10] İNANÇER, Ömer Tuğrul, Sohbetler, İst, 2006, s.181





[11] Şeyh Şuayb Şerafeddin Gülşenî, İzâhu’l-Merâm Fî Meziyyeti’l-Kelâm, İst, Buhara Yayınevi, 2001, s.12





[12] Özet olarak görüşleri:





İmam-ı Rabbânî kuddise sırruhu’l-azîze göre, eşyanın Allah Teâlâ’nın “ayn”ı olduğunu idrâk makamı vah­det-i vücûd değildir. Zira bu makamda ittihad (birleşme), ayniyyet (tıpkı­sı olma), tenezzül (inme) ve teşbih (benzetilme) yoktur. Hak Teâlâ zâtıyla da, sıfatıyla da değişmez ve sonradan olanlara benzemez.





İmam-ı Rabbânî kuddise sırruhu’l-azîze göre “vahdet-i vücûd” görüşüne sahip olanların “heme ost = hepsi Odur” sözünden muratları, eşya hakikatte ma’dûna (yok), Allah Teâlâ ise, mevcûddur demektir.





Mevlânâ Celâleddin Rûmî kuddise sırruhu’l-azîz Mesnevisinde: “Nebiler, halkı Hakka ulaştırmak için gönderilmiş­lerdir. Halk ile Hak tek vücûd olsalardı neyi îsâl (ulaştıracak) edeceklerdi?” diyerek aynı hususu belirtmiştir.





İmam-ı Rabbânî kuddise sırruhu’l-azîz yukarıda da belirttiğimiz gibi Allah Teâlâ ile mahlûkatı arasındaki münâsebeti îzâh ederken vahdet-i vücûd ehlinin görüşlerin­den farklı bir ifâde kullanmamakla beraber, daha temkinli ve daha açık bir yol takip etmiştir. Ona göre, Kur’ân-ı Kerim’de beyân edilen “ihata ve kurbiyyet”ilmî­dir. Yâni Allah Teâlâ kâinatı ilmiyle ihata ettiği gibi, insanların ilmiyle şahdamarından daha yakındır. Onun bu îzâhı, müfessirlerin görüşle­rine uygun bir tarzdadır.





İmam-ı Rabbânî kuddise sırruhu’l-azîz esma ve sıfat için durumun başka olduğunu, Cenâb-ı Hak ile âlem arasında esmâî münâsebet bulunduğunu ileri sürer. Ona göre, Allah Teâlâ’nın ilmi olduğu gibi, mümkünde de o ilmin sureti mevcûddur. Kudretin vs.nin de bu makamda sureti vardır.





İmam-ı Rabbânî kuddise sırruhu’l-azîze göre, Allah Teâlâ’nın zâtı bunlardan ayrıdır. Mümkünün bu zâttan nasibi yoktur. Mümkünün zâtıyla kâim olduğunu ileri sürmek doğru değildir. Zîrâ mümkün Allah Teâlâ’nın isim ve sıfatlarının suretleri üzere mahlûktur.





İmam-ı Rabbânî kuddise sırruhu’l-azîze göre isim ve sıfatlar, Allah Teâlâ’nın mahalli ve mezâhiridir. Şayet mümkün olan varlıklarda hayat varsa, o hayat da Hakkın mir’âtıdır. İlim, kudret.. vs. de Allah Teâlâ’nın kudretinin mir’âtıdır. Allah Teâ­lâ’nın zâtının âlemde bir mazhar ve mir’âtı yoktur. Çünkü Allah Teâ­lâ’nın zâtının âlemle hiçbir münâsebeti yoktur.





İmam-ı Rabbani sûfiyyenin eşyayı, Hakk’ın zuhuratı bildiğini, isim ve sıfatların Allah Teâlâ’nın tenezzülü zannettiklerini söyledikten sonra bu fikirde olmadığını beyan edip, görüşünü şöyle açıklıyor:





“Meselâ bir insanın gölgesine, bu gölge insanla ittihat halindedir, onunla ayniyyet nisbetleri vardır, o insan tenezzül edip, gölge suretinde zahir olmuştur, demek doğru değildir. İnsan kendi asaleti üzeredir, ama gölge ondan vücûda gelmiştir, denebilir. İşte zaman zaman tasavvuf erbabı, Allah Teâlâ’ya karşı duydukları aşırı sevgiden dolayı, Hakk’ın göl­gesi mesabesinde olan mümkünâtın varlığını, Allah Teâlâ’dan başka bir şey görmezler (fena fi’t-tevhîd). Bu hallerinde devam ettiği müddetçe “zil­li Hakk’ın aynı” zannederler. Bu durum şöyle îzâh edilebilir. Gölge ma’dûmdur, mevcûd olan o gölgenin sahibidir.”





İmam-ı Rabbânî kuddise sırruhu’l-azîz bu misâli verdikten sonra, eşyanın da sûfiyye katında Allah Teâlâ’nın isim ve sıfatlarının tecellî suretleri olduğunu, onun aynı olmadığını, “heme ost = her şey O’dur” cümlesinin “heme ez ost = Her şey O’ndandır” olarak değerlendirilmesi gerektiğini ileri sürüyor.





İmam-ı Rabbânî kuddise sırruhu’l-azîz vahdet-i vücûd makamında ittihâd, ayniyyet, tenezzül ve teşbîhin olmadığını, Hak Teâlâ’nın zâtıyla ve sıfatlarıyla değişmediğini, sonradan olanlarla ilgisi bulunmadığını beyândan sonra; âlimlerin hulul ve ittihâd endişesinden dolayı “eşya Hakk’ın zuhuratıdır” cümlesini kullanmaktan çekindiklerini hatırlatıyor.





İmam-ı Rabbânî kuddise sırruhu’l-azîze göre, fenâ, ancak şuhûdî tevhîd ile gerçekleşir. İhvan ayne’l-yakîn ânında sadece biri görür ki, bu tarîkin zarûretindendir-. Bu makamda, bir olanı müşahede, o anda mâsivânın görünmesine imkân vermez. Vücûdî tevhîd ise, böyle değildir. Diğer bir ifade ile zarurî değil­dir. Zîrâ ilme’l-yakîn, ma’rifetsiz meydana gelir bu mâsivânın yokluğunu ifade mânâsı taşımaz.





Rabbânî bu görüşünü, müşahhas bir misâlle şöyle anlatıyor:





“Meselâ, bir kimse güneşin varlığına ilmî bir yakınlık peyda etse bu yakınlık diğer yıldızların o anda yok kabul edilmesini gerektirmez. Fakat güneşi temaşa eden bir insan, yıldızları göremez. Çünkü o anda onda, gü­neşi görme isteğinin dışında bir arzu yoktur, bütün buna rağmen bu in­san mutlaka bilir ki, yıldızlar ma’dûm değildir. Güneşin parlak ışığından dolayı görünmezler. İşte bu sırada bir kimse yıldızların varlığını inkâr ederse hatâ etmiş olur.





O halde, böyle bir makamda bulunan ihvan, Allah Teâlâ’nın zâtından başkasını nefyediyorsa, bu hâl, akla ve şerîata aykırıdır; fakat şuhûd makamında bir görmekte böyle bir tehlike yoktur. Güneş doğduktan son­ra, yıldızları yok bilmek başka, o anda görmemek başkadır.”





Rabbânî’ye göre Hallac’ın, “ene’l-Hak,” Ebû Yezîd Bestâmî’nin’ “Sübhânî mâ azama şânî” vs. cümleleri, şuhûdî tevhidin bir sonucudur. Buna benzer sözler söyleyen kimselerin nazarında mâsivâ görünmez.





“Sen çıkınca aradan, kalır seni Yaradan”





“Ene’l-Hak,” “Hakk’dır, ben değilim” anlamına gelmektedir. Aksi tak­dirde küfür olurdu. “Sübhânî vs.” Dahi Hakk’ı tenzihtir.





(ERAYDIN, a.g.e. s, 292–296)





[13] Tevrat’ta anlatıldığına göre, Allah Teâlâ ile Hz. Musa aleyhisselâm arasında şöyle bir konuşma geçmektedir:





“Ve Musa, Allah Teâlâ’ya dedi: İşte ben, İsrâîloğullarına geldiğim zaman onlara ‘Atalarınızın Allah’ı beni size gönderdi.’ dersem ve onlar da bana ‘O’nun ismi nedir?’ derlerse onlara ne diyeyim?





Ve Allah Teâlâ, Musa’ya dedi: ‘Ben, Ben Olanım’ ve dedi: İsrâîloğullarına şöyle diyeceksin:





“Beni size Ben’im gönderdi.” Çıkış 3/13–15.”





“Bir ben var bende, benden içeri”





  Yunus Emre kuddise sırruhu’l-azîz





[14] Şuâra, 11





[15] ERGİN, a.g.e. s. 225–226





[16] Bayraktar Bayraklı, Mukayeseli Eğitim Felsefesi Sistemleri, İst.2002, s. 92





[17] Mesnevi c.III, b.4541





[18] YARAR, Cezair, Mektubât-ı Hasan Sezâî, İstanbul, 2001, s.77, 37. mektup





[19] Katip Çelebi, Mizânü’l Hakk fî İhtiyâri’l Ahakk, hzl. Orhan Şaik GÖKYAY, İst,1980, s. 39





[20] Mesnevi c.V, b.523–526





[21] Mesnevi c.V, b.673–683





[22]  Su hakkında, Hattat Azız Efendi buyurdu ki;





“Bak Azîz’im, Allah Teâlâ işte bunu renksiz yaratmış. Eğer rengi olsay­dı bıkılabilirdi. Hâlbuki renk ve tad vermeden yaratmış, onun için hiç bıkılmıyor, hiç kanılmıyor.” (Ken’an Rifâî, a.g.e. s. 59)





[23]  Abdülhakîm-i Arvâsî kuddise sırruhu’l-azîzin görüşü;





“Varlık ile yokluğun sürekli birbirini takip ettiği yâni, bir var imiş bir yok imiş mealindeki bu âlemde, her şey Allah Teâlâ’nın varlığının bir alâmeti olduğudur.”





[24]   “Ben kendi görüşümle yapmadım” (Kehf 82)





[25] YARAR, Cezair, Mektubât-ı Hasan Sezâî, İstanbul, 2001, s.97, 50.mektub





[26] Mesnevi c.IV, b.2756–2758





[27] Selim Divane, Sadıkların Müşkillerinin Anahtarı, a.g.e., s.94





[28]  Ebû Saîdi’l-Kurâşî’den rivayet edildiğine göre, şöyle demiştir:





“Nebilerin uğradıkları musibet, vahyin ke­silmesi; Evliyaların uğradıkları musibet, kendilerinden keramet zuhur etmesi; müminlerin musibetleri ise, ibadetlerinde kusur etmeleridir.” (KARABULUT, Ali Rıza, Kayseri’de Meşhur Mutasavvıflar, Kayseri, 1984, s.61)





[29] Yokluk, Ahmed Âmiş kuddise sırruhu’l-azîz Efendinin buyurduğu gibi;





“Şeriatı tut (mak),   hakikati yut (mak) tır.





Üstat Abdülâziz Mecdi kuddise sırruhu’l-azîz Efendi derdi ki; Bir gün mürşidim Ahmed Amiş kuddise sırruhu’l-azîz Efendi:





“Mecdi, sakın sırrı fâş (açığa vurma) etme!” dedi. ‘Acaba bir şey mi yaptım?’   Diye korktum. Benim korkumu gidermek ve bir hakikati bildirmiş olmak için buyurdular ki;





Edemezsin ki, edilemez ki! Ruhunu ortaya at, fâş et,   anlat ba­kalım.  Edemezsin.   İşte O da öyledir.”





Bununla ilgili olarak Abdülâziz Mecdi kuddise sırruhu’l-azîz Efendi demiştir ki;





“Cenabı Hak sırr-ı vahdetin gizlenmesini ister ve bu işi sayısı sınırlı kullarıyla idare eder. İrşat (hidayet)ve idlâl (dalâlet) hep kendisindendir.” (ERGİN,  a.g.e. s. 238–239)





Allah Teâlâ yolunun taliplerinden biri, bir velîye yalvarır:





“Ne olur, bana tasavvufu öğret! Ne olur, bana marifetullahı anlat!”
Rabbin velîsi tebessüm eder:





“Peki, ama önce sen bir aksır!” der. Adam şaşkınlıkla cevap verir:





“Aksırmam gelmedi ki, nasıl aksırayım?..”Velî sükûnetle cevap verir:





“İşte nasıl aksırman gelmeden aksıramazsan, Marifetullah da Hakk
tarafından kula verilmedikçe anlaşılamaz, sözle Öğrenilemez. Bunun için
“şeriatı tut hakikati yut” demişler.” (BURGAY, Hasan,Hazreti Muhammed (s.a.v.)’in Varisleri, Ankara, 1994, s.5)





[30]  Bu olaya benzer bir rivayette şu şekildedir.





Efendi Hazretleri buyurdu ki;





Eve biri gelerek;





"Efendi Hazretleri sizi Meydan Camiinden bekliyorlar." Dedi. Efendi Hazretleri;





"Üstümü giyinip geliyorum" dedim ama kapıya tekrar geldiğim zaman o zat orada yoktu. Bende Meydan Camiine vardım. Çağıran zat kapıda nöbet tutuyordu o gece karanlığında camiinin içi bembeyaz bir nur gibi parlıyordu. Bana;





"İçerde seni bekliyorlar" denildi, içeri girdim, bütün meşâyih-i izam ve Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem dâhil olmak üzere oradaydı. Bana şunu sordular:





“Senin için kutup mutup diyorlar, ne diyorsun?”





“Efendim ben kendimi yoklukta buldum” deyince:





“Tamam, şimdi gidebilirsin imtihanı kazandın” demişler. Efendi Hazretleri bu olayı anlatırken "ya bana dervişlikten sorsalardı, ne cevap verirdim."





[31] Bu konuda da Mevlâna kuddise sırruhu’l-azîz ile Efendi Hazretlerinin görüşlerinin paralel olması açısından burada zikredilmesi uygundur.





Bayraktar Bayraklı, Mukayeseli Eğitim Felsefesi Sistemleri, İst. 2002, s. 92–114 (özet olarak alındı)





[32] NİCHOLSON, a.g.e. s.65





[33]  İbn-i Haldun, Mukaddime, trc. Halil KENDİR, İst, 2004, s.168





[34] İmam Burhanüddin Ez-Zernûcî, Ta’lim ve Müteallim, trc. Y. Vehbi Yavuz, İst, 1993, s.19





[35] İmam Burhanüddin Ez-Zernûcî, a.g.e. s.38





[36] (Câsiye, 23)  





[37]― KONUK, Ahmed Avni ,”et-Tedbîrâtü’l-İlâhiyye fi Islâhı Memleketi’l-İnsâniyye” Tercüme ve Şerhi, hzl: Mustafa TAHRALI, İst. 1992, s. 319-324





[38] İmam Burhanüddin Ez-Zernûcî, a.g.e. s.40





[39] Aziz Mahmud Hüdâyi Uluslararası Sempozyum Bildiriler, İst-Üsküdar Beld. 2006, c. II, s. 299





[40] Mustafa İsmet Garibullah, Risale-i Kudsiyye Tercümesi, İstanbul, 2003, c.1, s.291





[41] Muhammed Hikmet Efendi, Marifet-i İlahiyye Tarîkat-ı Aliyye, İst, s. 17





[42] İNANÇER, Ömer Tuğrul, Sohbetler, İst, 2006, s.116





[43]  Selim Divane, Ariflerin Delili Müşkillerinin Anahtarı,Mustafa TATCI-Halil ÇELTİK, Ankara, 2004, s. 68





[44] Allah Teâlâ’nın dinsizlerin küfrünü artırmak için verdiği harikulâde işler.





[45]   “Bâyezid kuddise sırruhu’l-azîz dedi ki; Allah Teâlâ’nın velilerinden biri, kasabalardan birinde yaşıyordu. Onu ziyaret etmek için yola çıktım. Camiye girdiğimde o, hücresinden dışarı çıkarak yere tükürdü. Ona selâm vermeden geri döndüm ve kendi kendime, ‘Bir veli şeriatı korumalı ki, Allah Teâlâ da onun mânevî halini korusun. Eğer bu adam bir veli olsaydı, şeriata olan saygısı, onu, yere tükürmekten alıkoyar veya Allah Teâlâ, ona ihsan ettiği lütfu ihlâl etmekten onu sakındırırdı.” (NİCHOLSON, a.g.e. s. 87)





[46] ERASLAN, Kemal, Divân-ı Hikmetten Seçmeler,1993 s. 271





[47] Şen Mehmed adlı ihvandan dinledim.





[48] ÖZDEŞ, Talip, Vahiy ve İslâm Tebliğinin Kronolojik Cetveli, Sivas, 1994, s.11


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar