Print Friendly and PDF

Cananım Nerdesin


   ج    C





30





Vezin: Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün





Can bu ilden göçmedin cânânı bulmazsa ne güç
Yârini terk etmedin yârânı bulmazsa ne güç





Sûreti insan içi hayvan olursa kişinin,
Taşlar ile döğünüp insânı bulmazsa ne güç. 





Âdemin gönlü evinde bahr-ı ummân gizlidir,
Daimâ susuz gezüp ummânı bulmazsa ne güç. 





Şol fakîr olup gezenlerde hazine dopdolu,





Say’edip ol kenz-i bî-pâyânı bulmazsa ne güç. 





Fakr-i fahrî devletine erişen Sultân olur,
Fakr-i tâmme erişip Sultânı bulmazsa ne güç. 





Herkesin derdine dermânı yine derdindedir,
Derdinin içindeki dermânı bulmazsa ne güç. 





Bunda gelmekten murat çün kim Hakk’ın irfânıdır,
Ey Niyâzi kişi ol irfânı bulmazsa ne güç. 





Can bu ilden göçmedin cânânı bulmazsa ne güç
Yârini terk etmedin yârânı bulmazsa ne güç. 





Can bu ilden göçmeden cânânı bulmazsa ne güç
Yârini terk etmeden yârânı bulmazsa ne güç. 





İnsan için üç türlü ölüm vardır.





Birincisi, zâtı itibarıyla insanın her lahza ölüp durmasıdır.





İkincisi, mevt-i ihtiyaridir. Bu da insana mahsustur. Bu ölüm cümle hevâ-yı nefisten, cismâni lezzetlerden, tabiat muktezâsından fâni olmaktır. Bu mevt-i ihtiyari insân-ı kâmilin terbiyesi altında bulunmakla mümkün olur. Tasavvuf ıstılahında buna “mevt-i ahmer” derler. Ve “Ölmeden önce ölünüz.” hadis-i şerifi bu mevt-i ihtiyariye işarettir.





Üçüncüsü de eceli geldiğinde ister istemez ölmektir. Buna “mevt-i ıztırâri” derler. Bunda bütün mevcudat müşterektir.





Bu üç ölüme karşılık üç türlü hayât vardır.





Birinci ölüme karşılık Vücûd-ı Hakikinin her an nefes-i rahmanisi ile cümle mevcudata hayat vermesidir.





İkincisi, yani mevt-i ıztırariye mukabil olan insanın intikal edeceği berzah alemindeki hayattır.





Üçüncüsü mevt-i ihtiyariye mukabil olandır ki, kalbin ebedi hayat bulmasıyla, sonsuz hayata kavuşmasıdır.





Sûreti insan içi hayvan olursa kişinin,
Taşlar ile döğünüp insânı bulmazsa ne güç. 





Sûreti insan içi hayvan olursa kişinin,
Taşlar ile döğünüp insânı bulmazsa ne güç. 





İnsanın içinin değişik olması oranında süflî âlemden yararlanması, manevi hayattan faydalanmasını engelleyen dünya hayatının bir tecellisidir. Âhiret hayatının kemâli ise, insanın içinde var olan ulvî âlem oranındadır. Bir tezat durum olursa insandaki nifak sırrını açığa çıkarır ki neticesi hüsrandır.





Gece uykudan uyanınca elleri yıkamak gerektiğine dair hadisin[1] yorumun­da İbn’ül Arabî (638/1240) Geceyi, uykuyu, uyanmayı ve elleri yıkamayı hep mecazi anlamda kabul etmiş ve şu ilginç yorumu yapmıştır:





Gece uykusu gayb âleminin ilminden gaflet etmektir. Gündüz uykusu da şehâdet âleminin bilgisinden gaflet et­mektir, iki el cimrilik yeridir. Onları temizlemekten maksat, infakta bulunmaktır. Onları kerem ve cömertlik ile temizlemek gerekir. İstinca ayıp yerleri temizlemektir. Yani içindeki pislik ve eziyeti çıkarmaktır. Bu pislik ve eziyetler insanın içine sin­miş kötü düşünce ve saptırıcı şüphelerdir. Ruhanî istinca da bu şüphe ve tereddüt­lerden temizlenmektir.[2]





İnsanın içi ile dışın temizlenmesi ne demek olduğu bu şekilde açıklanmıştır.





Âdemin gönlü evinde bahr-ı ummân gizlidir,
Daimâ susuz gezüp ummânı bulmazsa ne güç. 





Âdemin gönlü evinde büyük bir derya gizlidir,
Daimâ susuz gezip ummânı bulmazsa ne güç. 





İnsan ruhu semavi meleklerin cinsinden olup, temiz ve saf bir cevherdir, beden ile birleşmesinden dolayı kararmıştır. İnsan, bedenî zevk ve şehvetleri terk eder, ilim ve ihlâs sahibi olur, dışını ve içini temizleyerek gönül aynasını saflaştırırsa ruh, tekrar saflaşır. Ruh, temiz ve saf olunca, İnsanın ruhu ile semavi melekler arasında münasebet meydana gelir ve münasebet oluşunca da karşı karşıya duran iki saf ayna gibi olurlar, onda ne varsa, insan ruhuna da akseder.[3]





Maddî âlemdeki boyutlar manevî âlem ile hiçbir şekilde kıyaslanamayacak şekildedir. “Ben yere göğe sığmadım, ancak mü'min kulumun kalbine sığdım” [4] hadis-i şerifi de gönüldeki genişliğin büyüklüğüne işarettir.





Şol fakîr olup gezenlerde hazine dopdolu,





Say’edip ol kenz-i bî-pâyânı bulmazsa ne güç. 





Şu fakîr gibi gezenlerde hazine dopdoludur,





Çalışıp ol sonu bulunmaz hazineyi bulmazsa ne güç. 





Burada fakir olarak bahsedilen maddi fakirler değildir. Fakr-u Fenâ devletini bulmuş Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin Allah Teâlâ dostlarıdır.





Fakr-i fahrî devletine erişen Sultân olur,
Fakr-i tâmme erişip Sultânı bulmazsa ne güç. 





Fakr-i fahrî devletine erişen Sultân olur,
Fakr-i tâmme erişip Sultânı bulmazsa ne güç. 





Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki; “Fakr, benim övünç kaynağımdır” [5] Niyâzî-i Mısrî kuddise sırruhu’l-aziz, fakr'ın tanımını  “Allah'tan başka her şeyden varlığı almak” şeklinde yapmıştır. O'na göre “Vücut kalkınca, Hakk görünür ve hiç kaybolmaz. Fakr tamam olmayınca doğrudan doğruya Hakk'ın yüzüne bakmak mümkün olmaz.” [6]





“Fakr mertebesi tamam olan ancak Allah’dır,” gibi binlerce beyhude sözlere gelelim. Yani “Fakr tamam olunca Allah yüz gösterir, onu bulur ve görürsün,” sözünde küfür yoksa bu sözün manası o değilse, seninle Hıristiyan arasında ne fark olabilir? Nihayet Hazreti İsâ, Hallacı Mansur'dan da Bayezid'den de, ötekilerden de daha lâtif bir zat idi.





Şu halde Hıristiyanı “İsâ Allah’dır veya Allah’ın oğludur,” dediği için kınamak neden? Hâlbuki sen de aynı şeyi söylüyorsun. Şu halde, “Fakr tamam olunca Allah Teâlâ’yı bulursun,” sözünün manası, “Her kimin nefsi ölürse, Şeytanı da ölür; kötü huylardan temizlenerek Allah Teâlâ’ya kavuşur,” sözündeki mana gibidir. Ama bu kavuşma hâşâ Allah Teâlâ’nın zatına kavuşmak değil, belki onun yoluna girmektir. Kul, Allah Teâlâ’nın kendisine kavuşmadığını, ancak Allah yoluna girdiğini anlar. Aksi halde Allah Teâlâ yolundan sapmış olur. Sonra onun nefsi de dirilir, Şeytanı da! Allah Teâlâ yolunun nuru ile Allah Teâlâ’nın zatının ruhunu ayıramayan, daima karanlıktadır ve körleşmiştir. [7]





Herkesin derdine dermânı yine derdindedir,
Derdinin içindeki dermânı bulmazsa ne güç. 





Herkesin derdine dermânı yine derdindedir,
Derdinin içindeki dermânı bulmazsa ne güç. 





Nitekim ilmin kapısı Hz. Ali kerremallâhü veche bu konuyu şöyle ifade etmiştir:





“Dermanın sende, fakat senin haberin yok; derdin de sende; fakat sen görmüyorsun. Kendini küçücük bir beden sanıyorsun; oysa en büyük âlem içinde durulmuş bilmiyorsun. Öyle apaçık bir kitapsın ki gizli şeyler, onun harfleriyle meydana çıkmada. Dışarıya bir ihtiyacın yok senin; gönlünde yazılmış yazılar; her şeyden haber verir sana.[8]





Ey güzel, sen ki bana derdi derman edensin;
Şimdi: “Çekil önümden” diye ferman edersin;
Senin yüzün canımın kıblesi olmuş bir kez;
Ne yapsın, kıble mi değiştirsin bu can dersin?
[9]





Yüreğim, kimselerden ihsan dileme;
Bu amansız felekten aman dileme;
Bil ki, derman aradıkça artar derdin:
Derdinle haldaş ol, derman dileme.
[10]





[Derdin derman olması iç âlemin terbiyesine yardımcı olmak ile mümkündür. Toplulukların dinamiğinde sıkça rastladığımız “akıldışı”, “histeri”, “kutsal” ve “saçma”yı açıklayabilecek başka bir araca duyulan gereksimin bizi “bilinçdışı”na ve psikanalize yöneltir. “Nefsini bilen rabbini bilir” [11] hadisi şerifi psikanaliz yolunu bize açmaktadır. Terbiye edilmemiş nefis hasta demektir. Terbiye edilmiş nefislerden oluşan cemiyetler ancak huzur ve hidayet yolunun temsilcisi olur.





Psikanaliz[12] bireyi odak alan incelemelerini yaparken, bir taraftan da dikkatini insan topluluklarının psişik varoluşuna yöneltmiştir. Bu çözümlemenin odağında insanın maddî ve manevî ilişkiler ağı yeralır. Bu ilişkiler ağı, “geçişalanı” adı verilen, iç ve dış dünyaların ortak bir olguda toplanması şeklinde kendini gösterir. Bu yüzden iç ve dış gerçekliği birbirine “yansıtan” ilişkiler ağı perspektifinden bakarak, bireyin psikolojisinin doğrudan ve aynı zamanda bir sosyal psikoloji olduğunu ileri sürer. Her birey kendi mikro varoluşunda, topluluğun makro varoluşunu barındırır. Bu varoluş iç içe çemberler halinde bireyden başlayarak (kuşakları-aşkın yükleri), kültürü, tarihi ve dili içermektedir.





Bireyin çözümlemesi tüm bu yüklerin iç dünyada “image” [13], olarak yaşayan çökeltilerini hesaba katmamız gerekir. Çünkü Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki:





“Her çocuk fıtrat üzerine doğar” buyurdu ve sonra da “Şu ayeti okuyun” dedi: “Allah'ın yaratılışta verdiği fıtrat...” [14]Sonra Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem sözünü şöyle tamamladı:





“Çocuğu anne ve babası Yahudileştirir veya Hıristiyanlaştırır veya Mecusileştirir. Tıpkı hayvanın doğurunca, azaları tam olarak yavru doğurması gibi. Siz kesmezden önce, kulağı kesik olarak doğmuş hayvana rastlar mısınız?” Dinleyenler:





“Ey Allah'ın Rasûlu, küçükken ölenler hakkında ne dersiniz (cennetlik mi, cehennemlik mi?) diye sordular. Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem şu cevabı verdi:





“(Yaşasalardı) nasıl bir amel işleyeceklerdi Allah daha iyi bilir.”





Bir başka rivayette: “Doğan hiçbir çocuk yoktur ki, konuşmaya başlayıncaya kadar şu din (İslâm) üzere olmasın” buyurulmuştur.[15]





Ancak Aristo, insanların doğuştan iyi olup olmadıkları hususundaki fikir­leri tartışır. Bazıları insanın doğuştan, bazıları da alışkanlık yoluyla, diğer bazıları da eğitim yoluyla iyi olduğunu söyler, “insanın iyi olmasında fıt­ratın payı bizim kudretimizin dışındadır” diyen Aristo, İlâhî etkilerin bahtlı kişilerde bulunduğunu savunmuştur. Bu görüşü ile Aristo, insan eğitiminde fıtratın yerini ileri bir vukufla göstermiş oluyordu.[16]





Dertler tedavisi olan psikanaliz, insanın ve topluluklarını, örgütlü davranışı, üretim-tüketim ilişkilerini, toplumsal düzen, kaos ve çatışmaları araştırma, çözümleme (ve müdahale etme ?) olgusunu, klasik psikoloji uygulamalarına her gün biraz daha medikalleşen[17] bir bireysel psikolojiyi tedavi yöntemi ve disiplinine dönüşmüştür.





Bu olağanüstü zengin psikanalizin içinde vurgulanan pek çok kavram vardır. Ancak konumuz ile ilgili olarak en öne çıkan kavramlar olarak “hipnoz” ve “aktarım”ı ele alalım. Özellikle içinde yaşadığımız toplumun kültürel, tarihi ve siyasi bağlamı, zihniyetimizin çözümlemesini yaparken bu kavramları iyi anlamamızı gerektiriyor.





Mesela; Sigmund Freud, kariyerinin ilk yıllarında Charcot'dan etkilenerek kullanmaya başladığı hipnoz tekniği yardımı ile bilinç dışındaki travmatik anıları bilince çıkartıyor ve histerik [18] hastaların yakınmalarını kısa sürede gideriyordu. Ancak yakın çalışma arkadaşı olan ve hipnoz tekniğini yoğun bir şekilde kullanan Breuer'in bir vak'ası olan Anna O.'nun bu hipnotik terapide yaşadıkları (ve doktoruna yaşattıkları) Freud'un hipnoza bakışını değiştirdi. Freud hipnoza eskisi kadar güvenmiyordu. Etkisi geçici bir süre içindi; Freud'un peşinde olduğu saygınlık rütbesine ulaşmasını engelleyecek kadar fantastikti ve onun insanı anlamayı amaçlayan büyük kuramsal yürüyüşü için fazla pratik ve de bu sebeple kısıtlayıcıydı. Ama tüm bunlardan daha önemlisi, hipnotik terapide hasta çok passif ve bağımlı bir duruma girip, doktoruna yoğun duygularla yöneliyordu. Anna O. sık sık belirti üretmeye başlamıştı. Bu belirtilerin arkasında Breuer'e duyduğu yoğun şehevî duygular yeralıyordu. Başlangıçta Freud, “aktarım” (transference)[19] adını verdiği bu duyguların tedaviye cevap verip iyeleşme sürecini engellediğini ve bozduğunu düşündü. Ancak hipnozdan uzaklaştıkça aktarım olgusunun içerdiği zorlukların kendi içinde farklı bir tedavi edici umudu taşıdığını farketti. Tasavvuf'umuzdaki “derman arardım derdime / derdim bana derman imiş” anlayışına uygun bir şekilde, adı “aktarım” olan bu olguyu iyileşme sürecinin müttefiği ilan etti.





Freud bu yeni anlayışın yarattığı kuramsal farklılaşmaya paralel olarak, “psikanaliz” temellerini de attı. Süreç içinde, tedavi süresinin -hipnotik terapiye göre- oldukça uzaması, hastanın divana uzanarak “serbest çağrışım” halinde konuşması, “yorum”un ana iyileştirici müdahale olarak kullanıma girmesi gibi değişimler ortaya çıktı. Bu teknik değişimlerin göbeğinde gene aktarım olgusu vardı.  





Freud psikanalitik uygulamanın imkân tanıdığı annalist-hasta[20] konumunda, hastanın aktardığı duygularının, hipnoz uygulamaları ile karşılaştırıldığında, üzerinde çalışılmaya çok daha uygun şekillendiğini düşünüyordu. Bu, hastanın da kendi duyguları üzerine analistiyle beraber yorum yaparak çalışabileceği daha kontrollu bir “regresyon”[21]du. Hasta artık hipnozda olduğu gibi tedavinin passif nesnesi değil, nesnelik ve öznelik arasında salınan bir sürecin aktörüydü.





Bu derece önemli olan aktarım kavramı ile kastedilen tam olarak nedir? Freud'a göre, analitik[22] sürecin belli bir noktasında iyice görünür hale gelir ki, hasta psikanalistine çocukluğu, geçmişinde ve içinde (dolayısıyla bastırılmış ve unutulmuş oldukları yerde, bilinçdışında) yaşadığı arzuları, bu arzuların yarattığı çatışmaları, gelişimde doyurulması eksik kalan çetrefilli gereksinimleri aktarır. Onu, yaşamındaki önemli figürlerle (anne, baba, kardeşler, büyükler vb) yaşadıklarının bir versiyonu [23] ile algılar. Bu algılama aşklar, nefretler, kaygılar yaratır. Bir başka deyişle, bu süreçte, “geçmiş”[24] kapalı durduğu iç âleminden çıkıp, “güncel”i yani analitik ilişkiye yansımaya başlar. Bu noktaya gelindiği zaman, analitik odada analistin önünde canlanan ve canlandırılan bu “geçmiş” en zengin bilgi kaynağı ve en elverişli müdahale (yorum) alanıdır.





Freud'a göre analitik odanın dışında, toplumsal yaşamın her alanında aktarımsal olgular görürüz. Aşklar, nefretler, kıskançlıklar ve diğer nefsâni duyguların olduğu pek çok yerde aktarıma rastlanabilir.] [25]





Mürşid aktarımları en güzel şekilde pasifize ederek veya edilmesine yardımcı olarak müridini en güzel seviyeye intikal edilmesini sağlamış olur. Allah Teâlâ küfür halindeki kişileri





“Kalblerinde hastalık vardır, Allah hastalıklarını artırmıştır.” [26]





“Onlara: İnsanların iman ettiği gibi siz de iman edin, denildiği vakit ‘Biz hiç, sefihlerin (akılsız ve ahmak kişilerin) iman ettikleri gibi iman eder miyiz!’ derler. Biliniz ki, sefihler ancak kendileridir, fakat bunu bilmezler (veya bilmezlikten gelirler).” [27] Bu ve benzeri ayetler ile açıklar iken hastalık olarak beyan etmiştir.





İslâm’ın bugüne kadar intişarı umûmiyetle insan vasıtası ile olduğu bilinen gerçektir. Çünkü dinin temeli yaşamak ve misal olmaktır. Bunun en güzel temsilcileri ehl-i tasavvuf olduğunu unutmamak gerekir.





Hulâsa: “Derdinin içindeki dermânı bulmazsa ne güç” ile anlatılmak istenen aktarımın en güzel şekilde yapılmasından başka bir şey değildir.





Bunda gelmekten murat çün kim Hakk’ın irfânıdır,
Ey Niyâzi kişi ol irfânı bulmazsa ne güç. 





Dünyaya gelen kimse için murat Hakk’ın bilinmesidir,
Ey Niyâzi! Kişi o irfânı bulmazsa ne güç.





Mevlânâ Pervanenin evinde bilgi saçıyor, gökler, yer, yıldızlar ve dünyanın yaratılışı hakkında açıklamalarda bulunuyordu.  Bu arada:





“Hak ehli ve mâna bilen için bu dünyanın sureti Allah Teâlâ’nın yüzüdür” dedi. Bunun üzerine Taceddin-i Erdebilî:





O halde, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Mustafa “niçin dünya bir leştirdi’ dedi ve:





“Bu nasıl olur?” diye sordu.  Mevlânâ kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz:





“Dünyanın sana bir leş gibi görünmemesi ve senin de köpeklerden sayılmaman için onu istiyenlerden olma. Çünkü Allah Teâlâ sevgisinden başka ne ile uğraşırsan o leştir ve leşten de kötüdür.   Daima Allah Teâlâ’yı arayıcı ol. Onu ara ki. Allah Teâlâ’nın yüzüne lâyık olasın ve bütün eşyada Allah Teâlâ’yı görebilsen ve “Hiçbir şey görmedim ki,   onda Allah Teâlâ’yı görmeyeyim” sözü senin öz malın ola” buyurdu.





Yine nakledilmiştir ki: Bir gün zanaat erbabı arkadaşlar, ahiret evleri harap olan zâlimlerin zulmünden şikâyet ediyordu. Mevlânâ:





“Kasaplar pazarında hiç köpek kesiyorlar mı? Onlar Öldürülmeye lâyık oldukları halde koyunları kesiyor ve kesilmek zahmetini onlara tattırıyorlar. Allah Teâlâ’nın yardımı müminlere daha çok olduğu için müminlerin zahmeti çoktur. Buna karşılık Allah Teâlâ’nın onlar hakkındaki rahmeti o nisbette sayısızdır” dedi.[28]














[1] Buhârî. Vudû. 26, Bedu’l Halk. 11: Müslim. Taharet. 87, 88: Ebu Davud. Edep. 99: Tirmîzî. Taharet 19; Nesai. Taharet. 72: İbn. Mâce, Taharet. 40. 112 İmam Malik. Muvatta. Taharet. 9





[2] (ŞEKER, 1998), s. 85; Ebu Cemre El Ezdi. Behçetun Nüfus. 111/144





[3] (ÇAKMAK, -1994), s. 98





[4] Bkz. Sehâvî. 589. 590: Aclûnî. 11/195 Hadisin aslı muteber kaynaklarda bulunamamıştır.





[5] İbn. Hacer ve İbn. Teymiyye batıl ve mevzudur derken; Bkz. Aclûnî. II/87; Bu ifadelerden sahih olmadığı anlaşılmakladır.





[6] (ATEŞ, 1971), 1.sofra





[7] (Şems-i Tebrizî, 2007), (M.80), s. 160





[8] (AREFEOĞLU, 2005 ), s. 19





[9] Ömer Hayyam, Rubailer, 85





[10] Ömer Hayyam, Rubailer, 297





[11] Muteber hadis kitaplarında bulunmadığı gibi bütün mev­zuat kitaplarında mevzu olduğu belirtilir bkz. Aclûnî. 2/262; Aliyu’l Kari, 352: Sağanî, 35,36; Sehavî, 198





[12] Psychoanalysis: (i.) psikanaliz, ruh çözümleme.





[13] İmage: (i.), (f.) şekil, suret, tasvir, heykel; sanem, put; fikir, hayal; timsal; (bir kimse hakkında) toplumun kanaati; (fiz.) Işınların etkisi veya mercek vasıtasıyle meydana gelen şekil, görüntü, hayal; (f.) tasvirini yapmak; yansıtmak, aksettirmek (ayna); hayal etmek, zihninde şekillendirmek.





[14] Rum,30





[15] Buhârî, Cenâiz: 80, 93; Müslim, Kader: 22, (2658); Muvatta, Cenâiz:. 52, (1, 241); Tirmizî, Kader: 5, (2139); Ebu Dâvud, Sünnet: 18, (4714); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/316-317.





Bu hadiste kişinin kazanacağı dinî, meslekî, ilmî vs. her çeşit şahsiyette terbiyenin, hususen anne ve babanın rolü dile getirilmektedir. Gerçekten milletlerin iyi veya kötü her istikamette kaderini tayin eden âmillerin başında terbiye gelir.





Terbiyevî gayretler terbiyevî müesseseler, terbiyeye ayrılan vaktin miktarı neticeye tesîr eder. Hadîste, terbiye yoluyla çevrenin kişiye vereceği şeylere "din" örneğinde dikkat çekilmiştir.





Dikkat çekilen ikinci bir husus çocuk fıtratıdır. Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem bütün çocukların aynı fıtrata sâhip olduğunu ifade etmektedir: Zengin çocuğu da, fakir çocuğu da... siyahî  çocuğu da, beyaz çocuğu da, Avrupalı aileden doğan çocuk da, Afrikalı yamyam âileden doğan çocuk da aynı fıtrata sâhip. Demek ki, doğduğu an dikkate alındıkta bütün insanlar aynı yaratılış üzeredirler, aynı temel kapasite ve temayüllere sahiptirler. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem "Allah'ın yaratışta verdiği fıtrat" âyetini de delil getirerek mevzuyu iyice kuvvetlendiriyor. Kavimler, milletler, ırklar arasındaki farklılıklar, dış şartların ve bilhassa terbiye sisteminin tesiriyle husule gelmektedir. Terbiye sistemi deyince, öğretilen muhteva, öğretime verilen ciddiyet, öğretim müddeti, öğretim techizatı, teknik ve metodlar, nazariyat, pratikler vs. vs. anlaşılacaktır.





Âlimlerden bazıları:





"Çocuk, Allah bilgisine sahip olarak, Allah'ı ikrar edecek bir yaratılışla doğar. Kendisinin bir yaratanı bulunduğunu ikrar etmeyecek hiç kimse doğmamıştır, bunu başka şekilde isimlendirse ve hattâ, O'nunla birlikte bir başka şeye tapınsa da" demiştir.





Nevevî, muhtelif görüşleri kaydettikten sonra "En doğrusu, her çocuğun İslâm'ı kabûle hazır bir yaratılışla doğmuş olmasıdır" der. Hadisi böyle anlamalıyız demek ister. (İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/317-318.)





[16] (BAYRAKLI, 2002), s. 66





[17] Medical: (s.) tedaviye ait, (tıb.)bba ait, (tıb.)bi; iyileştirici, tedavi edici. medical botany (tıb.)bi bitkiler ilmi. medical jurisprudence adli tıp. medically (z.) (tıb.)bi maksatlarla, (tıb.)ben, (tıb.) yönünden.





[18] Hysterical: isterik; (duygular) kontrolsüz, coşkun





[19] Transference: nakletme (i.), (psik.) hislerin psikolojik olarak bir başkasına yönelmesi.





[20] Annalist: (i.) tarihi olayları kaydeden kimse tarihçi (doktor) . annalist-hasta: Doktor ve geçmişini hikâye eden hasta.





[21] Regression: geri çekilme, gerileme, regresyon; deniz gerilemesi, Mürşidin, müridin hallerini kendi aynasında göstererek ona yardım etmesidir.





[22] Analytical: çözümlemeli, analitik





[23] Version: (i.) belirli bir görüşe dayanan açıklama veya tanımlama; çeviri; uyarlama, adaptasyon.





[24] Geçmiş ile misal âlemi ve bulunduğu zamana kadar gelen dönemdeki olumsuzlukların terk edilmesinde yardımcı olunan imajlardır. Şu konu unutulmamalıdır ki ehl-i tasavvufun bütün bireyleri bu yolu tercih ettikleri zaman çok rahat ruhî durumlarının olduğunu zannetmek hatadır. Çünkü bu dert, aşk ve çile yoludur. Dolayısıyla ruhânî hallerin iyi ve güzele seyridir.





[25] Uygarlık, Din ve Toplum. Çev. Selçuk Budak. Öteki Freud Dizisi (1997). “bensizbiz” Topluluk Zihniyetinin Psikanalizi. Ihtaki Yayınevi, 2002. Yavuz ERTEN’nin “Ben'den biz'e ve siz'e: "bensizbiz".Topluluk Zihniyeti Üzerine Düşünmeye Psikanalitik Bir Davet.” Makalesinden uyarlanmıştır.





[26] Bakara, 10





[27] Bakara, 13





[28] (YAZICI, 1995), c. 2, s. 67-(485-486)


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar