Print Friendly and PDF

YİRMİ SEKİZİNCİ SİFİR 2. Bölüm

 


 

ÜÇ YÜZ SEKSEN SEKİZİNCİ BÖLÜM

Bilinmeyen Bir Münazele

Belli bir irade ve tayin olmaksızın, yükselen kimsenin Allah Teâlâ katın­da neye yöneleceğinin bilinmesi hakkındadır. Her şey O’nun katında belirlenmiştir. Bu durumda kişi, bir belirleme olmadığında, maksadına uygun olmayan şeyi amaçlamıştır.

Bir araya geldiğimizde zıt oluruz Beraberken eşit

Gerçekte hiç bir varlık yok Haktan başka bir tereddüt de yok

İnkâr edenlere söyle, doğrudur sözüm Siz Amâ’yı bilmekten perdelendiniz

Yaratıkların var oldukları nefesten de Onun durumu aynalara benzer

Bakanın suretini kendine çevirir Gören herkeste sabit bir hükümle

Allah Teâlâ şöyle buyurur: cİyilik yapanlar için iyilik ve ilave var­dır.’393 Allah Teâlâ belli bir şey için karşılık verirken belirsiz bir şekilde de ilave verir. Şeyhlerimizden birisine ayetteki ilavenin ne olduğunu so­runca, şöyle demişti: ‘Akla gelmeyen şeyler.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle bu­yurur: ‘Cennette hiç bir gözün görmediği, hiç bir kulağın duymadığı ve kimsenin aklına gelmeyen nimetler vardır.’ O halde ayetteki ilavenin insan tarafından bilinmemesi gerektiği gibi insanda bilinmeyen ve be­lirlenmeyen bir özellik bulunmalıdır ki, kendisine zikredilmiş olan ‘akla gelmeyen’ nimet onun adına (o yönden) gerçekleşebilsin. Başka bir ifadeyle, (Allah Teâlâ katından) bilinmeyenin karşılığında (insanda) bilinme­yen bir yön bulunmalıdır. Allah Teâlâ şöyle der. ‘Hiçbir nefs bilmez.’394 Burada kelime belirsiz kullanılmış ve kendileri için ‘göz aydınlığı’ olan gizli şeylerin bilgisi olumsuzlanmıştır. Buradan genel itibarıyla kastedi­lenin görülen bir şey olduğunu anladık, çünkü onu göze bitiştirmiş, kulağa veya başka idrak aracına bitiştirmemiştir. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Gözümün aydınlığı namazdadır’ hadisiyle -münacatı değilmünacat ettiği Hakk’ı kastettiğini anladık. Bunun için Allah Teâlâ’nın namaz kılanın kıblesinde bulunduğunu bildirerek ‘Allah Teâlâ’yı görür gibi ibadet et’ diye emretmiştir. Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Allah Teâlâ’yı namazında görüyor­du, yoksa ‘görüyor gibi’ değildi. Allah Teâlâ ehlinin bir kısmı adına da bu mertebe gerçekleşmiştir. Böyle bir mertebe gerçekleşmemiş olsaydı, peygamber Allah Teâlâ’yı görmeyi -amele değilibadete bitiştirmezdi. Yani Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Allah Teâlâ’yı görür gibi amel et’ dememiştir, çünkü açık bir müşahede veya müşahede kaynaklığı hayal olmaksızın ibadet sahih de­ğildir. ‘Onun tevilini Allah Teâlâ bilir'395 ayetiyle ‘Gaybın anahtarlarının bilgisi O’ndadır, onları Allah Teâlâ’dan başkası bilemez’ ayetleri bununla ilgilidir. Bilgisi Allah Teâlâ’ya bağlı olan bir şey ancak Allah Teâlâ’nın bildirmesi veya göster­mesiyle bilinebilir. Konuyla ilgili bir ayette ‘Her nereye dönerseniz, Allah Teâlâ’nın yüzü oradadır396 denilir. ‘Başka günlerden bir miktar397 ayetinde de günlerin belirsiz zikredilmiş olması, konuyla ilgilidir.

Bu münazelenin kuldaki tezahürü ise Ebu Yezid el-Bestami’nin Allah Teâlâ’nın karşısmda halsiz ve sıfatsız oturmak hakkında söylediği gibi­dir. Bu durum, kulun niyetinde Allah Teâlâ’nın bilgisine göre hareket etmesi ve Allah Teâlâ’dan bir şey belirlememesi demektir. Allah Teâlâ’ya karşı niyetinde herhangi bir şeyi belirleyen kimseyle bir tehlike üzerinde Allah Teâlâ’ya ibadet eden arasında görünüşte bir fark yoktur. Bu münazele sahibi, kendi belirlemesiyle değil, vakitlerin belirlemesiyle rabbine ibadet eder. Baş­ka bir ifadeyle (içinde bulunduğu) vaktin hükmüne göre hareket eder. Vakit ise -kendisinden değilAllah Teâlâ’dandır. Kişi bu nedenle vaktinin

neyi getirdiğini bilemez. Onun yapabileceği yegâne iş, Allah Teâlâ katından . # f gelmiş ve bilinmeyen varide hazırlanmaktan ibarettir. Varid onu dile­diği bir ibadete yerleştirir ve söz konusu ibadet kendisi için münazelesinde Hakk’tan o amele uygun olmayan bir netice meydana getirir; gerçi kendisi öyle bilse bile, amelle meydana gelen netice, iba­dete uygundur. Bu netice amele göre bir fazlalık ve ilave iken ibadete göre neticedir.

Bu makam, kendisini tadan hiç kimseyi tanımadığımız bir ma­kamdır. Allah Teâlâ ehlinden -bildiğimiz kadarıylaonu tadan kimse görme­dik. Çünkü onların çoğu ibadet ile ameli ayırt etmezler. Şâri’nin kendi­si bakımından sebep göstermediği her amel ibadettir. Başka bir ifadey­le amel içinde ibadet, sebepsiz olan kısımdır. Çünkü amel sebeplendirildiğinde, bazen kul sebebin hikmetine yönelebilir; sebepli olmadı­ğında ise o ameli sadece ibadet olsun diye yapar.

Bilmelisin ki, ibadet, insan için zati bir iştir ve onun yaratılmış bir ücreti olamaz. Çünkü ibadet yaratılmış bir şey değildir. Allah Teâlâ’nın dışın­daki bütün varlıklar, yaratılmış ve zamanda var olmuş şeylerken onlar­da ibadet yaratılmış değildir. Çünkü âlemdeki varlıklara ait ibadet, on­ların hem varlık hem yokluk hallerinde gerçekleşir. Bu sayede onların yaratılış emrini -bir gecikme olmaksızınkabul etmeleri mümkün olur. Allah Teâlâ bir şeye ‘ol’398 deyince, o şeyin hemen var olacağını söyle­miştir. Öyleyse ibadetin yokluk halindeki mümkün üzerindeki hükmü varlık halindeki hükmünden etkindir. Çünkü mümkün var olduğunda kendisine ait düşünce ve görüşünü beğenir, efendilik iddia eder vb. Her kim olursa olsun durum böyledir ve onun ibadeti, efendilik iddia ettiği ölçüde eksilir. Bu nedenle ibadetin mümkünde varlık halinden daha çok yokluk halinde etkin olduğunu söyledik. O halde böyle bir ibadet kime eşlik ederse, hiç kuşkusuz dünya ve ahirette müşahedeye ulaşır. Bu haldeki bir insan herhangi bir şeye sevinmez, herhangi bir şeye üzülmez, gülmez, ağlamaz herhangi bir vasıf onu sınırlamaz, bir özellik onu belirginleştirmez. Artık onun ne resmi ne vasfı kalır geride! Ebu Yezid el-Bestami bu makamdayken şöyle demiş: ‘Bir vakit gül­düm, bir vakit ağladım. Şimdi ne gülüyorum ne ağlıyorum.’ Bu ma­kamdayken ona ‘Nasıl sabahladın?’ diye sorulduğunda, şöyle demiş: ‘Benim ne sabahım ne akşamım var. Sabah ve akşam şifada sınırlanan kimseye ait, benim sıfatım yoktur.’ Böylece Ebu Yezid kendini ‘mut­laklık’ ile sınırlamıştır. Mutlaklık ise ancak ibadette olabilir. Çünkü kul kendisine sahip olan efendinin iradesiyle sınırlamıştır. Kim mutlak, yani kayıttan kurtulursa, onun ücreti sınırlanmadığı gibi aynı zamanda belirlenemez. Çünkü kul ücretli biri gibi ücret almaz.

Şeyhimiz Ebu’l-Abbas el-Ureyni -Endülüs’ün batısındaki Ulya şehrindendikendisine hizmet ettiğim ve yararlandığım ilk şeyhimdi. Onun bu konuda, yani ubudiyet (kulluk) konusunda derin tecrübesi vardı. Bu makamın sahibi kul kendi işinde bulunur. Nitekim Hakk da kendi işindedir. Öyleyse mutlaklığın karşılığı da mutlaklıktır. Cebrail Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e ihsanın ne olduğunu sorunca, ‘Görürcesine Allah Teâlâ’ya ibadet etmendir’ demiştir. Hadiste ameli zikretmemiş, ibadeti zikret­miştir. Allah Teâlâ ise ‘ihsanın karşılığı ihsandır399 buyurur. Bu ayetin anlamı, mutlaklığın karşılığı mutlaklıktır demektir. Ücret ve ecirler on ile yedi yüz kat arasında sınırlıdır, çünkü onlar, zamanı sonlu belirli amellere ait ecirlerdir. Dolayısıyla ecirlerin de sayıyla sınırlı olması gerekir. Ceza söz konusu olunca, o da Allah Teâlâ katında sayıyla sınırlıdır. Mesela sabre­den insana ecri, bizim bilmediğimiz bir hesapla verilirken onun hesabı

Allah Teâlâ katında belirlenmiştir. Çünkü sabır bütün amelleri kuşatan genel ibadettir. Bu yönüyle sabır, nefsi meşru amellere zorlamak demektir ve bu nedenle miktarı belli olmamış, ameller ise belirli ölçülere bağlan­mıştır. Yükümlünün ölene kadar yaptığı amellerde insan kendini amel­lere zorladığında sabır hali onun adına gerçekleşmiş olur ve kendine de ‘sabreden’ denilir. Onun ücreti belirsiz veya genel itibarıyla miktarı belirsiz kalır. Bununla birlikte o ücret, Allah Teâlâ katında bellidir ve onun ücreti, terazi ve ölçü olmaksızın, alış verişte göz kararına benzer.

Öte yandan sabır, ibadetin yokluğu veya yükümlülüğün olmayışı gibi durumlarda sahibine ait olan ibadetten farklıdır. Sabır kendi yok­luğu halinde veya yükümlülüğün bulunmayışı halinde söz konusu de­ğildir. O halde ibadet dünya ve ahirette devam eder.

İnsan ibadetinde yükselirken Hakkın kendisine inişini müşahede eder. Nitekim Allah Teâlâ kendisini inmek özelliğiyle nitelemiştir. Bu du­rumda bir araya gelme ve karşılaşma gerçekleşir ki işte ‘münazele’ bu­dur. Kul herhangi bir meşru ameli yapıyor olması itibarıyla iyi ve dine uygun bir amelin sahibidir ve amelle birlikte yükselir. Çünkü amel onun burağıdır. Bu durumda kul amel tarafından taşmır ve Allah Teâlâ ka­tından o bilgiye göre bir iyiliği ona kazandırır. Söz konusu iyiliği Allah Teâlâ o ameli yapanlara verilmek üzere belirlemiştir. Sonra Allah Teâlâ o yüküm­lüye bakar ve amelin onun tarafından müşahede edilmediğini görür; bunun nedeni kulun ameli onun vasıtasıyla yapanın -kendisi değilAllah Teâlâ olduğunu görmesidir. Kul sadece amelin yaratıldığı bir yer ve mahaldir. Başka bir ifadeyle insan, amelin var olmasını sağlayan bir araç­tan başka bir şey değildir. Allah Teâlâ da yapana vaat ettiği yönden amelin hakkını kendisine verir ve şahsın neyi müşahede ettiğine bakar. Onu yokluk halinde de ibadetinin kendisine eşlik ederken görür. O ibadetin yegâne karşılığı, yükümlülerde gafleti yaratırken ondan gafil olmakla kendini rızıklandırmamasıdır; sadece bu kadar! ‘Mümkün var olurken bir efendiliğin ondan çıkması gerekir’ derken bunu kastetmiştik, çünkü o gaflet hükmü vakti içindedir.

Bu münazelede kula yönelik inayet, her durumda ibadetten gafle­tin kalkmasıdır. ‘İyilik yapanlar için iyilik ve ilave vardır5400 ayetinin an­lamı budur. Bu ilave onlara ait ecirler, daha doğrusu amellere ait ecir­lere göredir. O ecirler amel sahibine aittir. İlave ibadetin sahibi hak­kında belirttiğimiz durumdur, çünkü Allah Teâlâ amelini işlerken failin ger­çekte kim olduğundan onu habersiz bırakmaz. Böylece o da gerçek failin Allah Teâlâ olduğunu görür. Amelin ücreti amel sahibine dönmelidir ve ona göre ameli yapan Allah Teâlâ’dır. Allah Teâlâ’nın ücreti ise -ücret kabul etmiş olsaydıkendi ölçüsünde belirlenir. Böylece ücreti alacak araç mesabe­sindeki yükümlü adına Allah Teâlâ ücret kabul etmiş olsaydı nasıl ücret öde­necekse öyle bir ücret ödenir. Kulun (ilave denilen) ücreti ancak böyle olabilir. Amel onu sınırlasa bile, zikredilen müşahedeyle birlikte böyle bir insanın ücreti nerede, amelde -Hakkı değilyükümlüyü fail olarak gören insanın ücreti nerede! Bu durumda o insanın ücreti, fail olarak gördüğü yükümlü insanın ölçüsüncedir. Bu durumda amelinin ücreti­nin dışında bir ücreti yoktur. Yani onun ücreti, amel sahibinin ücretiy­le birdir. Çünkü ona göre ameli yapan kendisidir ve kendisinin bir de­ğeri ve kadri yoktur. Kişi rabbine itaat etmek özelliğiyle zuhur edip onunla nitelenmemiş olsaydı, nefsinden dolayı bir değeri olmazdı. Bu nedenle muhalifin nereye varacağını görürsün. Bununla birlikte ger­çekte onun değeri olsaydı, onun değerinin hükmüyle Mutlu olurdu. Hâlbuki insan Allah Teâlâ’nın rahmetiyle mutlu olabilir. Öte yandan sayesin­de muduluğu Hakk ettikleri bir değerleri olsaydı, mutlulukları derece derece olmazdı. Hiç kuşkusuz yükümlülerin amellerinde olduğu gibi mutlulukta da derece derece olduklarından kuşku duymayız. Ameller zaman, hal, mekân, amelin kendisi, süreklilik, cemaade yerine getiril­me veya tek başına yapılma gibi çeşitli durumlar nedeniyle derecelenir. Buradan insanın kendinden dolayı karşılığının olmadığını anladık. Onun rabbine itaatinin ve amelinin dışında kendisi bakımından bir değeri yoktur.

Allah Teâlâ ifade ettiğimiz bu bakışın ve karşılığın belirlenmesinin ar­dından yükümlünün müşahedesine bakar. Onun ibadet sahibi olduğu­nu görür. Amel de ibadetine bağlıdır. Yükümlü amellerden yüz çevir­mek veya onlara yönelmek niteliğiyle nitelenmez; yokluğu halindeki durumundadır ve onda hal değişmesi olmamıştır. Böylece bulunduğu halde kalır ve gaflete maruz kalmaz. Dolayısıyla gafletin kendisine etki­si olmaz. Bu hal ‘genel korunmuşluk’ demektir. Ondan itaatsizlik meydana geldiğinde, onda meydana getirilmeleri itibarıyla kaderin ve kazanın hükmüyle meydana gelir. Nitekim itaatin meydana gelmesi de öyledir. Onun ibadetinde bir hal eksilmez, çünkü gaflet ona ulaşmaz. Onun sürekli hali huzurdur. Ondan bir şeyin meydana gelmesi, Allah Teâlâ’nın meydana gelen şeyi onda yaratması demektir. Meydana gelen şeyin zahiri, şeriatın hitabı nedeniyle, günahtır. Buna mukabil meyda­na gelen iş, Allah Teâlâ’nın kendisini orada yaratmış olduğu kendisini tespih eden varlıklardan birisidir. Dolayısıyla muhalefetin ona etkisi olmadığı gibi itaatin de ona bir etkisi yoktur. Hayvanı nefs bu amelle mutludur. Amel her ne olursa olsun, daha doğru bir ifadeyle amel zahirde günah veya iyi amel diye isimlendirilmiş olsa bile, gerçekte günah değildir. Sadece onun hayvani hareketi, yükümlü olmayan canlıların hareketleri gibi itaat etmek veya günahkâr olmakla nitelenemezler. Burada söz konusu olan, o mahalde ve yerde suretlerin yaratılmasıdır.

Şekilci âlimler söz konusu suretlerin akıllı ve yetişkin müminler­den ortaya çıktığını görüp bir davranışın şeriatın hükmündeki duru­muna göre itaat veya günah diye hüküm verirler. Bir ihtimal söz konu­su olmadığında, başka bir şey yapmaları da mümkün değildir. Bir dav­ranış hakkında onları kuşkuya düşürecek bir ihtimal ortaya çıkarsa, günah hükmünü başka bir hükme yeğlemeleri doğru değildir. Mesela Ramazan’da gündüz orucunu yiyen sağlıklı bir mümin görüldüğünde, bilmediğin bir hastalığı veya senin bilmediğin bir yolculuk halinin ol­duğunu bilmelisin. Bu ihtimal ortadayken ona tepki göstermen doğru olmadığı gibi ona bunun sebebini sorman da doğru değildir. Bunun yerine kendinle meşgul olman gerekir.

Bu bölümde zikredilen hadiste Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Cennette gözün görmediği, kulağın duymadığı ve hiç bir insanın aklına gelmeyen ni­metler vardır’ buyurur. Bilmelisin ki, cennet, zikrettiğimiz bu nedenle ‘cennet’ diye isimlendirilmiştir. Aynı şekilde melekler de ‘cin’ diye isimlendirilmiş, cinler de aynı şekilde isimlendirilmiştir. Bütün bunla­rın nedeni, gizlilikle ilgilidir. Gizlenme tek bir tarzda değildir ve farklı hükümleri vardır. Bu bağlamda gizlenmenin bir türü, Hakkın kıyamet­te tecelli ederek ‘Ben sizin rabbinizim’ demesidir. İnsanlar O’nu görür­ler, fakat inkâr ederek O’nun rableri olduğunu tasdik etmezler. Bunun­la birlikte perde kalktığı için ‘görmek’ gerçekleşmiş, Allah Teâlâ da kendisini tanımalarını mümkün kılan alâmete göre tecelli ettiğinde ‘Sen bizim rabbimizsin’ derler. Hâlbuki Hakk daha önce inkâr ettikleri ve kendi­sinden kaçındıkları kimsedir. Şimdi ise O’nu kabul etmiş ve tanımış­lardır. Bu müşahedeyle birlikte onlar adına gerçekleşen perde nedir ki? Var olan bir şey midir, yok olan bir hüküm müdür? Allah Teâlâ müşahede edilen ve perdeli olandır. Burada var olan bir perde olmadığı gibi var­lıkta yokluğun hükmü de yoktur. Bu işin ne kadar gizli olduğuna ba­lanız! Alemde gerçekleşen her şey, böyle gerçekleşirken insanlar ondan habersiz kalır. Nitekim meleğin ve şeytanın bizimle birlikte olduğuna inanırız. Bizde ise duyulur perdeler mevcut değildir ve gözlerimiz görmektedir. Buna rağmen meleği ve cinleri göremeyiz. Onlar ise -biz onları göremiyor ikenbizi görürler. Cinler ve kabilesi bizi gözleriyle görürken biz iman ederek onları görürüz, gözle göremeyiz. Peki ara­mızdaki örtü nedir? Çünkü bu örtü aramızda bulunsaydı, bizi onlar­dan perdelediği kadar onları da bizden perdelerdi. Bu konuda hikme­tin belirlenmiş olması gerekir. Aynı şey Allah Teâlâ’nın bizimle kendisi ara­sında olduğunu söylediği nuranî ve zulmanî (karanlık) perdeler için geçerlidir. Karanlıkta tenzih gerçekleşir ve yaratılmışların özelliklerini O’ndan tenzih ederiz ve O’nu görmeyiz. Bu bakışla birlikte, biz perde­leri gözlerimizin üzerinde kabul ederiz. Işık ise O’nun bize gözükmesi gibidir. Bu sayede O’nu görür, fakat O olduğunu inkâr ederiz. Nite­kim kıyamette gerçekleşecek tecelli hakkında bunu belirtmiştik. Arifle­re göre söz konusu tecelli dünyada kıyametteki gibi gerçekleşmektedir. Bu yönüyle arifler Allah Teâlâ’yı zaman içinde var olmuş mümkünlerin suret­lerinde müşahede ederken perdeli-şekilci âlimler O’nu inkâr ederler. Bu nedenle arifler için Allah Teâlâ ez-Zahir diye isimlenmişken perdeliler için el-Bâtın diye isimlendirilmiştir. Sadece Allah Teâlâ vardır. Allah Teâlâ ehli, dünya ve ahirette sürekli bi şekilde gözle O’nu müşahede ederler. Bu­nunla birlikte suretlerin birbirlerinden farklıdır ve bu durum onlara göre sorun teşkil etmez.

Birisi çıkıp şöyle diyebilir: ‘Hz. Musa bir veliden bu sıfatlara daha layıkken görmek istemişti.’ Şöyle deriz: Mümin isen -keşif ehli olmasan bileRasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in Hakkın bir surette tecelli edip başka bir surete geçeceğini, birinde tanınırken ötekinde inkâr edileceğini bildir­diğini biliyorsun. Mümin isen, bu hadis hakkında kuşkuya kapılmaz­sın. Üstelik Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem suretlerdeki tecellinin tecelligaha göre ger­çekleşeceğini de beyan etmiştir. Bunu bilince, Hz. Musa’nın Hakkı velilerine tecelli ettiği şekilde gördüğünü bilirsin. Çünkü Hakkın farklı suretlerde velilerine tecelli ettiğini biliyordu ve kendisi de Allah Teâlâ’nın bir velisiydi. Binaenaleyh Hz. Musa bu ve benzeri bilgilere sahipti ve or­tada bir belirsizlik yoktu. Onun talep ettiği tecelli, sadece nebilerin id­rak edebildiği suretteki tecellidir. Nebilerin bir kısmına Allah Teâlâ başka insanların ulaşamadığı bir makamı tahsis etmiştir. Buna misal olarak Hz. Musa’da vasıtaların ortadan kalkmasıyla gerçekleşen doğrudan ko-, nuşmayı verebiliriz. Hz. Musa nebilik makamının talep ettiği surette Hakkı görmek istemişti. Velilerin Hakkı gördükleri surette görmeye gelirsek, Hz. Musa zaten bunu bilmiş ve tecrübe etmişti. Senin böyle bir itirazı ileri sürmen veli olmamandan kaynaklanır. Ariflerden olsay­dın, bu hali müşahede edip soruna cevap diye zikrettiğimiz ayrıntılar­dan bihaber kalmazdın.

Öyleyse Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘cennette hiçbir gözün görmediği ni­metler vardır’ hadisinin -tefsir olarak değilitibari ve (işarî) yorumla ‘gizlilik’ anlamında yorumlanması uygundur. Çünkü bir göz onları görmüş olsaydı gizli kalmaz; göz görmüş olsaydı, hiç kuşkusuz, dile gelmiş ve bu kez duyulur, duyulmuş olsalardı sınırlanmış, sınırlanmış olsalardı akla gelir ve öylece bilinirlerdi. Öyleyse cennet, bilinmeyen bir perdeyle bizden perdelenmiştir. Çünkü o ‘cennet’ denilen bir per­denin içindedir. Onun kendisi perde olunca, gördüğümüzü örtü say­manın dışında perde kalmamıştır. Bu kez himmet, örtünün ardındakine yönelir ki, o da örtüyle örtülendir. Öyleyse perde bize bizden gel­miş buna ise tenzih yol açmıştır. Bu nedenle peygamberler Hakkı et­mekle tenzihle birlikte teşbih özelliklerini zikretmişlerdir ki, gerçeği insanlara yaklaştırabilsinler. Allah Teâlâ’ya en yakın kulların dikkaderini de yakınlıktayken işin kendinde bulunduğu perdeye çekmişlerdir. Teşbih­le gerçekleşen bu dikkat çekme, gözden perdelerin kaldırılmasını sağ­lar. Bu durumda göz, can çekişen insanın gözünün nitelendiği üzere, keskin olmakla nitelenir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Senden örtünü kaldırdık, bu­gün gözün keskindir.’401 Can çekişen insan yanındakilerin görmediğini görür ve yanındakilere gördüğü ve idrak ettiği şeyleri doğru bir şekilde bildirir. Orada bulunanlar ise can çekişenle birlikte bulunan melekleri veya aynı mecliste bulunan ruhanileri görmedikleri gibi hiçbir şey de görmezler. Hiç kuşkusuz Allah Teâlâ bize meleklerin zikir meclislerinde ha­zır bulunduklarını bildirmiştir. Onlar zikir meclislerini aramak üzere seyahat eden meleklerdir. Zikir meclislerini gördüklerindeyse, birbirle­rini çağırarak ‘geliniz, aradığınız buradadır’ derler. O meclisteki insan­lardan sadece Allah Teâlâ’nın gözünden perdeyi kaldırdığı kimseler melekleri görebilir ve onları idrak edebilir. Bunlar, keşif ehlidir. Bakınız! Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem cenazenin ardında bineldi olarak yürüyenlere ‘Melekler ce­nazede yaya yürürken, siz bineldi yürümekten utanmıyor musunuz?’ demişti.

Mümin kişi her mertebeye müşahede sahibi gibi davranmalıdır. Aksini yapan gerçek mümin değildir. Çünkü her hakkın bir hakikati vardır. Her hakkın hakikati, söz konusu hakkın gözle idrak edilen ve görülen bir Hakk getirilmesidir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Ben gerçek bir mümi­nim’ diyen birine bunu söyleyerek şöyle sormuştu: ‘Her hakkın bir hakikati vardır, senin imanının hakikati nedir?’ Adam şöyle demiş: ‘Sanki rabbimin arşı kıyamet günü gözükmüş, ben de ona bakmakta­yım.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘doğru söyledin, böyle devam et’ diye karşılık vermiştir. Böylece sahabe hakikatin bakmak ve görmek diye yorumla­mış ve onu sanki ile nitelemiştir. Çünkü kıyamet duyuda gerçekleşmiş değildi, fakat onun hakkında misali bir surette gerçekleşmiştir. Sahabe vakıada temsil yoluyla kıyameti idrak etmiş ve kendisine ‘Allah Teâlâ’yı görür gibi ibadet et’ denilen âbid gibi olmuştur. Allah Teâlâ gözüken Arş’a benze­mez, çünkü Allah Teâlâ burada namaz kılanın kalbinde veya -hangi amel olursa olsunibadet edenin kalbinde gerçekte de mevcuttur. Arş’ın gö­zükmesi ise öyle değildir. İnsanların bir kısmı Allah Teâlâ’ya ‘O’nu görür gibi’ ibadet ederken görmeyenler ise görmeyi engelleyen bir perde nedeniy­le görememiştir. İnsanların bir kısmı, Allah Teâlâ’ya görerek ve müşahede ibadet ederken gören ile görmeyen arasındaki fark O’nu görmeyenin aynı zamanda bilmemesidir. Bununla birlikte Hakk kendisine görülür. Arif ise O’nu bilir, fakat öyle bilginin dile getirilmesi uygun değildir, çünkü o bilgi kabul edilmez. İnsan bu bilgiyi kendinden müşahede ederse, bilmemesi söz konusu olamaz. Bu durumda ibadetinde Allah Teâlâ’yı görenlerden birisi haline gelerek ‘sanki O’nu görürsün’ hükmü kalkar. Bunu bilmelisin!

Allah Teâlâ ‘Hiçbir nefis onlar için gizlenmiş olanı bilmez5402 buyurur. Yani yaptıklarına bir ve ceza karşılık olarak, daha önce nitelenen insan­lar kastedilmektedir. Onların karşılıkları, bilmeyen nefisten onu gizle­meleridir. Onların halinin ve Allah Teâlâ katında kendilerine ait (nimederin) bu bilgisiz nefislerden gizlenmesi, onların karşılıkları olmuştur. Böyle­ce nefisler onların karşılıklarını hiçbir şekilde bilmezler. Başka bir ifa­deyle onların karşılıkları ve cezaları, Allah Teâlâ katındaki makamlarının bilinmemesidir ve dolayısıyla hiçbir nefis onları takdir edemez. Nitekim Allah Teâlâ kendinden haber verirken ‘Allah Teâlâ’yı hakkıyla takdir edemediler5403 buyurur. Böylece kendi özelliğini yaratıkları arasında onlara vermiştir ve dolayısıyla hiçbir nefs Allah Teâlâ’nın onlar adına sakladığı ve gözlerini parlatacak nimederi bilemez. Nitekim Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Göz aydınlığım namazdadır’ buyurur. Bütün idrak araçları arasından sadece gözler zik­redilmiş, başka bir duyu zikredilmemiştir. Çünkü Allah Teâlâ’ya ait olsun veya olmasın her sözün var olan bir şeyden çıkması gerekir ve sadece söz ve var olan gözler vardır. Görmek görülenin kendisine ilişir ve görülen şey görmek için hazır olmalıdır; onun var olup olmaması birdir. İnsan onu herhangi bir şekilde gördüğünde, başkası O’nu göremez. Bu ne­denle Hz. Musa gördüğüyle gözüyle aydınlansın diye, görmek istemiş­ti. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem namaz kılarken görme ve müşahede sahibiydi. Bu nedenle namaz onun gözünün aydınlandığı yerdi, çünkü bu esnada konuşuyordu. Varlıklar daha önce de belirttiğimiz gibi söz vasıtasıyla meydana gelir. Öyleyse namazda münacatta kaldığı sürece, peygamber ve Hakk sürekli suretier inşa ederler. Binaenaleyh Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem tila­vetinden ve onun konuşmasının karşılığında Allah Teâlâ’nın sözünden mey­dana gelen şeyleri görüyordu. Nitekim namazı kul ile Allah Teâlâ arasmda ikiye taksim eden hadiste bu durum belirtilmiş, orada kulun ve Hakkın konuşması zikredilmiştir.

'Onun tevilini sadece Allah Teâlâ bilir' Ayetinin Tefsiri

Allah Teâlâ ‘onun tevilini sadece Allah Teâlâ bilir5404 buyurur. Çünkü bir şeyin varacağı yerin gerçekleşmiş olup görülmesi mümkün değildir. Bununla birlikte söz konusu yer, gören için misali bir surette gerçek­leşmiş olabilir. Bu durumda gören onu ‘görür gibi’ olur. Çünkü (tevil­le varılmak istenilen) ‘meal’, şimdiki halin mukabilidir. Başka bir ifa­deyle hal mevcut iken meal mevcut değildir. Bu nedenle ‘meal’ diye isimlendirilmiştir. Tevil bu müteşabih (ayetin) hükmünün döneceği yerdir. Öyleyse müteşabih (ayet), tevili bilen adına, müteşabih değil, muhkemdir. Bilen ise sadece Allah Teâlâ ve bilgide derinleşenlerdir. Bilgide derinleşen ‘iman ettik, hepsi rabbimizin kadındandır’ der. Yani müteşabihiyle ve muhkemiyle bütün ayetler Allah Teâlâ’nın katından gelmiş­tir. Allah Teâlâ müteşabihin yorumunu gösterdiğinde, artık onun adına muhkem haline gelir. Başka bir ifadeyle tevilini bilen insana göre müteşabih hükmü ortadan kalkar. Bu yorumla Allah Teâlâ katında ayet nasıl­sa, o insana göre de öyle olur. Bununla birlikte ayet, iki uçtan birisine (yorumlanmaya) elverişli olduğu için müteşabih olarak kalır ve gerçek­te olduğu gibi terimsel anlamıyla herhangi bir yöne tahsis edilemez. Başka bir ifadeyle kişi ayetin tevilini bilse bile, ayetin hükmü (bu yön­den) müteşabihlikten çıkmaz. Allah Teâlâ’nın öğrettiği âlimin nihai bilgisi, ayet hakkında belirli bir yönü bilmekten ibarettir, yoksa iki yönü değil! Ayet gerçekte müteşabih olma özelliğini yetirmiştir. Çünkü diğer yön de ayetin nu göstermesi bakımından ve içerdiği anlam itibarıyla kendi­sini talep ederken Allah Teâlâ’nın o kişiye öğrettiği yön ve yorum da ayete uygundur. Binaenaleyh Allah Teâlâ’nın ayet hakkında öğrettiği bilgi, ayetin içerdiği yönlerden birisine doğru veya birden çok yönü varsa yönler­den birisine ayeti ‘tevil’ etmektir. Böylece kişi, ayeti müteşabih olarak bildiği gibi ayet gerçekte de müteşabihtir. Çünkü her yön, kendi nasi­biyle ve delaletiyle onu talep eder, s Muhkem sürekli muhkemken müteşabih sürekli müteşabihtir.

Bunu söylememizin nedeni şöyle bir zanni ortadan kaldırmaktır: Ayette geçen lafzın her vecihle ilgili tevilini bilmek, hakkında hükmü­nün bulunduğu herkes hakkında, ayeti müteşabihlikten çıkartmaz. Gerçek öyle değildir; aksine nasibi olan herkes için ayetin tevili bilinse bile, ayet, asıl itibarıyla müteşabih olarak kalır. Böyle bir ihata meç­huldür ve sadece bu münazelede öğrenilebilir. Bu bilgiye sahip insan, müteşabih ayetten her Hakk sahibine hakkım verir. Nitekim Allah Teâlâ da benzerlik ve ortaklık üzere her şeye yaratılışını verir. Gaybın anahtarla­rını da Allah Teâlâ’dan başkası bilemez ki bu da aym konuyla ilgilidir. Dola­yısıyla onlar, sadece Allah Teâlâ’nın bildirmesiyle öğrenilecek hususlardır. Hatta anahtarlar bilinse bile, gaybın anahtarları oldukları bilinemez. Buna dikkat etmelisin.

Bilmelisin ki, Allah Teâlâ’dan öğrendiğimiz bilgi bize kabiliyetlere ait is­tidatların gaybın anahtarları olduğunu gösterdi. Çünkü sadece genel ve mutlak vergi ile cömertçe ihsan edilen feyiz vardır. Gerçekte gayb ol­madığı gibi müşahede de yoktur; sadece nihayetsiz bilinenler vardır; bir kısmı vardır, bir kısmının varlığı yoktur, bir kısmı sebeplidir, bir kısmının sebebi yoktur, bir kısmı varlığı kabul eder, bir kısmı kabul etmez. Öyleyse anahtar, açma ve bu esnada açılan, açılma esnasında açılanın üzerinde perde olduğu şey vardır. Anahtar senin istidadındır. Sen onun vasıtasıyla öğrenir ve bilgiyi kabul edersin. Bu yönüyle açıl­ma, talim, yani öğretmek demektir. Açılan ise, önünde durduğun ka­pıdır. Orada durmayıp yürürsen, her ayak attığında görmediğin şeyleri görür ve bilmediklerini öğrenirsin. ‘Allah Teâlâ’nın senin üzerindeki ihsanı bü­yüktür,’405

O halde istidat kazanılmış değil, aksine ilahi vergidir. Bu nedenle de onu sadece Allah Teâlâ bilebilir. Bu bağlamda gaybın anahtarları olduğu bilinir, fakat özel ve tekil bir gaybın anahtarının hangisi olduğu bili­nemez Allah Teâlâ’dan istidat meydana geldiğinde, anahtar da meydana gelir ve talim gerçekleşinceye kadar açılma geride kalır. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Rahman Kuran’ı öğretti, insanı yarattı ona beyanı öğret­ti.'406 Öyleyse talim, açılmanın ta kendisidir. ‘Her nereye dönerseniz, Allah Teâlâ’nın yüzü oradadır'407 ayeti de konuyla ilgilidir. Binek üzerinde namaz kılan bir insan belli bir yöne yönelmez ve hayvanı kendini nasıl götü­rürse öyle kılar ya; arif de münacat esnasında Rabbinin onu nereye sevk edeceğini bilemez. Arif Allah Teâlâ ile konuşma ve münacatmda kela­mından -ki kelamı Kuran’dan surelerdirokuduklarına göre hareket eder. Hangi sure veya hangi ayet olursa olsun, belirlemeden okumalı­dır. Çünkü Şâri kendisini belirli bir sureyle sınırlamamıştır. Bu nedenle aklına ilham edildiği üzere hareket eder. Arif kendisine ilham edileni bilmediği gibi münazelesinde Hakk ile konuşurken Hakkın ona neyi söylediğini de bilemez.

'Geçmiş günlerin sayısınca../ Ayetinin Tefsiri

‘Geçmiş günlerin say ısınca...5408 ayeti de konuyla ilgilidir. İnsanın ömrü boyunca kat etmiş olduğu Allah Teâlâ’nın günlerinin sayısı belli değildir ve bu nedenle Allah Teâlâ onları belirsiz zikretmiştir. Yolculuğu esnasında yükümlünün belirlemede muhayyer olduğu kadar gün tespit etmesi gerekir. Fakat ne kadarını belirleyeceğini Allah Teâlâ’nın ilhamıyla öğrenir. (Ayetin hakkında indiği) orucun benzeri yoktur. Dolayısıyla benzeri olmayan ibadetin hangi şekilde yerine getirileceği bilinemez. Bu du­rum, kendilerini bilse bile, kulun nitelenemeyeceğini bütün ilahi sıfat­larda böyledir. Nitekim kul Hakkın benzerinin olmadığını bilir, fakat bu bilgiyle ilah olmaz. Çünkü ilahlık kulun bir sıfatı değildir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in Allah Teâlâ’ya dua ederken söylediği ‘Allah Teâlâ’m! Ben kendini isim­lendirdiğin veya yaratıklarından birine-bildirdiğin veya gaybının bilgi­sinde kendine ayırdığın isimlerle dua ederim’ hadisinin anlamı budur. Böylece nitelenebileceği isimler kadar nitelenmenin (ve ahlaklanmanın) mümkün olmadığı isimler de bu kapsama girer. Bina­enaleyh kendisiyle nitelenilmeyen isimler de ‘O’nun benzeri yoktur.’ Böyle bir nitelik ve sıfat oruç tutarken tarafımızdan bilinir, fakat bizde bilfiil bulunacak şekilde onunla nitelenmemiz mümkün olmaz. İşte yolcuyken tutmadığımız günleri belirlenmemiş günlerde kaza etmemi­zin veya eda etmemizin faydası budur.

Bu münazele sahibi, terakki ve urûcunda kalbi boş, nefsi belirli belli bir isme yönelmekten uzaklaşmış bir halde tam bir kul olarak Allah Teâlâ’ya yönelir. Bilir ki Allah Teâlâ dilediğini yapan İlah’tır. Bu esnada kendin­den talep ettiğin bir düşünce aklına gelmez. Bu hal, Haktan meydana gelecek şeylere göre yükselişinde O’nunla birlikte olman demektir. Bununla birlikte vakte hakkını vermek ve şeriatın hitabına riayet etmek üzere ortaya çıkan yükümlülüğü de gözetmelisin. Gerçi Hakkın işini üslenmesini nedeniyle kendinden fani olmuş bir halde urûc edersin. Bu esnada sen O’nun kaderinin cereyan ettiği bir mahal haline gelirsin. Fakat sana yasaklamış olduğu bir işe seni mahal yapmasın diye sakın­malı ve edebe riayet etmelisin.

Bu yöntemle suluk yapar ve (urucunda) yürürsen, münazelede Hakk’tan senin için akla gelmeyen ve ibareye sığmayan şeyler ortaya çıkar.

ÜÇ YÜZ SEKSEN DOKUZUNCU BÖLÜM

'İllim (benim varlığım) Senin, Seninki Benim' Münazelesinin Bilinmesi

f

Bazen senden bana yakınlık

Bazen de benden sana

Senden aldım bilgileri ihsan ettin onları

Sen de benden aldın

Sevgilim! Varlığım sende

Dilim ‘ben’ derken

Senden olan söz ne kadar çetin

Kalbim ‘beni ulaştır’ deyince

Tecelli ettiğinde fani olmadım ondan

Bilirse, temenniyi arzularım

Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Sonra yaklaştı ve sarktı.’409 Bu, münazele demektir, çünkü onlardan her bir suret, kendi mekânını terk etmiş, her suret ötekine ‘yayın iki ucu kadar’ yakınlaşmıştır. Suretlerden her birinin bir kavisi vardı ve iki suret arasındaki fark daireyi ikiye bölen çizgiydi. Böylece gerçekte bir varlık varken suret bakımından iki bakımından ortaya çıkmıştır. Hüküm ikiye ayrılınca, o ikisinden birisi sarkmıştır. Çünkü yüksekteki oydu. Bu sarkmayla ötekine yalanlaşma olmuş, öteki de sarkanın mertebesine doğru yönelmişti. Öyleyse onun sarkması, yükselmek demektir. Birinin ötekine sarkmış olmasından aşağıda olmanın ötekini böldüğünü anladık. Onların birbirlerine yak­laşması ise daha önce daire oldukları gibi eski Hakk dönmelerini ve çev­redeki bölünmenin ortadan kalkması amacı taşır. Böylece her ikisi dai­rede bölünmeye yol açan çizgiyi kaldırmak için çalışır. Taksimin ger­çekleştiği yer, ‘Namazı kendim ile kulum arasında ikiye böldüm, yarısı benim, yarısı kulumundur, kuluma istediği verilecektir’ hadisinde dile getirilen bağlamdır. Kulun yegâne isteği, aştaki haline dönsün diye, bölünmenin ortadan kalkmasıdır. Bu nedenle Hakk kulun isteğine ‘Ku­luma istediği verilecektir’ ve ‘Bütün iş O’na döner’*10 ayetiyle karşılık vermiştir.

O’nun sarkması yakınlık Bizim yaklaşmamız yükselme

Ayrıldık ve birleştik Güzel bir çift olduk

Ayrılınca meydana gelmişti

Göğümüzdeki burçlar                                                    '

Benim varlığım nedeniyle boşluklar oldu Göğümdeki burçlarda

Sürekli bir birleşme Sürekli çıkma ve girme

Başka bir şiir şudur:

Sarkma O’ndan Yaklaşma benden

Gözümle görürüm O’nu Beni gör dediği gibi

Özlemle ve sevgiyle birbirimize kavuştuğumuzda, sırrımda bana şöyle hitap etti:

Ellerini ciğer üzerine koy                      .

Sizden bulduğumu bulacaksın

Vuslat talebi peşinde koş

‘Bana ver ve arttır’ de

Bilgi onda var olmasaydı

Kime ibadet edeceğini bilmezdi

Bu sözü inkâr ederlerse de ki:

Kuran buyurdu bunu!

Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Bu insanlara bir tebliğdir.’411 Burada belli bir grubu belirlemiştir. ‘Onunla korkutsunlar diye...’412 Burada da başka bir grubu belirlemiştir. ‘Ve öğrensinler ki o tek ilahtır ve akıl sahipleri öğüt alsın.’413 Burada başka bir grubu belirlemiştir. ‘Ve derin akıl sahipleri öğüt alsın.’414 Burada bizi belirlemiştir. Onlar, zikrettiğimiz kimselerdir. Başka bir ifadeyle onlar, Allah Teâlâ’yı ve gerçeği olduğu hal üzere bilenlerdir. Daireyi ikiye bölen çizgi, benim O’ndan ve O’nun benden ayrılmasın­dan ibarettir. Bu ayrılma vasıtasıyla O’nun ‘imam’ benim ‘kul’ olmam ortaya çıktı. Başka bir ifadeyle temyiz gerçekleşip yaratma neticesinde ayrım meydana geldiğinde çizgi hükmünü izhar etmiş, O’ndan perde­lenmiş olmakla nitelendik. Allah Teâlâ da kendini nuranî ve karanlık perde­lerle bizden perdelenmekle nitelemiştir. Allah Teâlâ bizim için bir şeriat be­lirlemiş, kendisine yönelmemizi emretmiş, bize tenezzül etmekle ken­dini nitelemiştir. Buradan Allah Teâlâ’nın işin daha önce kendinde olduğu duruma dönmesini kastettiğini anladım. Bunun öncesinde Allah Teâlâ bize o şeyi hakka’l-yakin bir şekilde öğretmişti. Bu durumda Allah Teâlâ kendisinin ‘kendisiyle duyduğumuz kulağımız (duyma gücümüz) ve kendisiyle gördüğümüz gözümüz’ olduğunu bildirmiş, sahip olduğumuz bütün güçleri zikretmiştir. Bu ayrım ve vasılda ise varlıklarımızı (hakikatleri­mizi) ortaya koymuştur. Artık işin kendine döneceği durum, bu ayrım ve fasıldan önceki haline benzemez. Çünkü çizginin ortaya koyduğu hüküm süreklidir ve çizgi kalksa bile eseri kalıcıdır. Çünkü biz dairenin bölünebilir olduğunu öğrendik, hâlbuki bunu daha önce bilmiyorduk. Daire birleştiğinde, dairenin herhangi bir parçasıyla bölünebilir olduğu hakkmdaki bilgimiz kalkmaz. Hangi parçayı varsayarsan var say, daire, bölünebilirdir. Çünkü ilahi haberlerde Hakkın yaratıkların özellikleriy­le ve yaratıkların O’nun özellikleriyle nitelendiği belirtilmiştir. Allah Teâlâ ‘ister Allah Teâlâ ister Rahman deyin, hangisiyle dua ederseniz, en güzel isimler O’na aittir415 buyurur. ‘Rahman’ dersen O’nu bütün güzel isimlerle nitelemiş olacağın gibi ‘Allah Teâlâ’ dersen de bütün güzel isimlerle nitelen­dirmiş olursun. Yaratıklar da Hakkın isim ve sıfadarını kabul eder. Hakk onların sıfadarını kabul eder isimlerini değil! Buna mukabil isim­lerini de genel anlamıyla kabul edebilir. Genel kabule misal olarak ‘Ey insanlar! Siz Allah Teâlâ’ya muhtaçsınız416 ayetini verebiliriz. Allah Teâlâ’nın âlemin isimlerini mufassal ve ayrıntılı olarak kabul etmediğini söylerken özel isimleri kastediyorum. Bu durum ‘De ki onları isimlendirin417 ayetinde belirtilir. Burada özel isimler kastedilir. Özel isimlerin dışındaki isimle­ri ise Allah Teâlâ mufassal olarak kabul eder, çünkü Hakkın zatından başka bir manayı gösteren özel ismi yoktur. O’nun bütün isimleri türetilmiş­tir ve O’nun için özel isim mesabesindedir. Bu nedenle Hakkın isimle­rinde ortaklık gerçekleşmişken âlemin isimlerinde ortaklık gerçekleş­memiştir. Dikkatini çektiğimiz meseleyi iyice öğren!

Allah Teâlâ’nın bizim niteliklerimizden aldığı ve aklın O’nun hakkında imkânsız saydığı en önemli isim, ‘Sizi imtihan etceğiz, ta ki öğrenece­ğiz5418 ayetinde geçen (deneyerek öğrenmek anlamındaki isimdir). Bu­nun ardında Hakkın suretlerde başkalaşması gibi daha basit ifadeler gelir. Gerçekte bunların hepsi Allah Teâlâ’nın nitelilderidir. Bizim Allah Teâlâ’dan almış olduğumuz en büyük nitelik, ‘O’nun benzeri bir şey yoktur419 aye­tine rağmen O’nu bilmemizdir. Akıl bunu da imkânsız sayar. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Kendini bilen rabbini bilir.’ Biz O’ndan O da bizden almıştır.

Ey hayret! Hakikatlerini ortaya çıkardın

Ey kulun çadırı! Sen yitirmiştin

Kimi ihya ederse zatım hayrete düşürür Kim hayrete düşmezse öldürür onu

Yaratıkların gıdası gerçek bir besin olsa bile Hakk İlah kul için küt’tur (besin)

Sehl b. Abdullah’a ‘Gıda (kût) nedir?’ diye sorulmuş, o da ‘Allah Teâlâ’dır’ diye cevap vermiş. Bilmelisin ki, il Allah Teâlâ demektir. Aynı za­manda il ahit anlamına da gelir, ‘illim senin varlığındır’, benim ilahlığım senin vasıtanla ortaya çıkar demektir. Çünkü meluh, ilahın varlı­ğını kabul edendir. Bu nedenle ‘Kendini bilen rabbini bilir’ denilir. Senin rabbini bilmen, ilahın olduğunu bilmen demektir. Bu bilgiyi ise kendini bilmen meydana getirmiş ve bu nedenle Allah Teâlâ seni kendini öğrenmen için âleme ve kendine yönlendirmiştir. Allah Teâlâ adına sabit her hüküm, âlem vasıtasıyla ortaya çıkar. O halde kendisi bakımından il bu hükümlerle nitelen demektir. Zihinden âlem kalksaydı, bütün ilahi hü­kümler de ortadan kalkar ve hükümsüz bir zat olarak kalırdı. Hüküm­süz kalsaydı, varlığı kendisi nedeniyle zorunlu olsa bile, ilahlık hükmü­ne sahip olamazdı. O halde bizim varlığımız, O’nun varlığından mey­dana gelmiş, bizim varlığımız zatlarımızda O’na dair bilgiyi izhar et­miştir. O’nun, zatı bizim varlığımızı meydana getirmeseydi, var ola­mazdık. İşte âlimlerin ‘Âlem varlığını Allah Teâlâ’dan kazanmıştır’ derken kastettikleri budur.

Şiirde geçen ‘Senin illin benim varlığımdır’ mısrama gelirsek, bu­rada ‘Ben kulumun duyması ve görmesi olurum’ hadisi kastedilir. Allah Teâlâ kendi hüviyetini bizim duymamız ve diğer güçlerimiz yapmıştır. Âlem de bu hükümlerden ibarettir.

Fani olursam olmazdım . Baki kalırsam yine olmazdım

Hepimiz hepimize aidiz Hepimiz de ‘öl’ sözünden olduk

Bizden ve O’ndandır; ibret al O’nu kendinde yerleşmiş bulursun

O’nu gizle, izhar etme Ben de ‘yokluktaydım’ nitekim

Orada aydınlatmak doğdu Sakin olan O’nun güneşi

O’ndan başka bir dayanağımız yok Ne yerimiz ne yurdumuz var!

Hakk âlemi âlem de Hakkı yönlendirir. Bakınız! Allah Teâlâ lBana dua et­tiğinde, duayı kabul ederim420 buyurur. Duayı kabul etmek, bir yönlen­dirme değil mi? Bir çağrı ve istek olmadan icabet olabilir mi? O’nun kendi kendine tasarrufta bulunması mümkün değildir. Dolayısıyla an­cak bizde tasarruf edebilir. O’nun tasarrufu sürekli bizi var etmesidir. Bu sayede varlıklar zuhur ederken meydana gelen hükümler O’ndan dolayı meydana gelir ve bunlar inkâr edilemez.

Dersem ki ben birim doğru söylerim Bir değiliz dersem, yalan değil o söz!

Nereden bileceğim ki cahil kimdir? Allah Teâlâ’dan başka kimse yok ki? O halde herkes bilmediğini bilen sonra öğrenendir. ‘Sizi deneyeceğiz, ta ki öğrenelim.’421 Bu müşahedenin bir yönü, akılcılardan bir grupta orta­ya çıkmıştır, fakat bu bilginin onlara nereden geldiği bilinmez. Onların şöyle söyledikleri aktardır: ‘Allah Teâlâ kendini bilemez. Çünkü bir şeyi bil­mek, bilineni ihata etmek demektir. Allah Teâlâ varlığı sonsuz olandır ve varlığı mahiyetidir. Sonsuz bir şeyin ihatası mümkün değildir. Fakat ihata edilemez olsa bile, ‘ihata edilemez’ olarak bilinebilir; ne âlem ta­rafından ne kendisince bilinir.’ Bu hüküm, yanlış bir hüküm olsa bile, doğruya bakan bir tarafı vardır. Şöyle ki: Allah Teâlâ kendini ihata edecek şekilde bilmez; O kendini ‘ihata edici’ olarak bilir. Nitekim mümkün­leri ve bütün güç yetirilenleri de sonsuz olarak bilir.

Bu derin denizden ortaya çıkan dalgaların âlemdeki etkisine bakı­nız! Bir hakikatte ortaya çıkmış, âlemin varlığına gözükmüş, en so­nunda defterlere yazılmış, süvariler onu getirmiş, âlimler onun sohbe­tini yapmıştır. Burada Allah Teâlâ’dan başka söyleyen olmadığı gibi Allah Teâlâ’dan

başka konuşan yoktur. Geride sadece Allah Teâlâ’nın söylediğini anlamak için anlayış gözünün açılması kalmıştır. Çünkü Allah Teâlâ sadece doğruyu söy­ler. Alemdeki her söz ya hikmetten veya söylenmiş bir sözü açıklamak­tan ibarettir. Bütün sözler bu yönüyle hatadan ve sürçmeden konuş­muştur. Şu var ki sözün ait olduğu bir mertebe, yer vardır. O yerlerde söz berekedenir ve açılır, öyle ki basiret gözleri bile onların nihayetine ulaşamaz.

Konuşunca doğruyu söyler her zaman

              Hitabının tafsilinin gereği üzere

Bir grubun gözleri başarısızca geri döner

Kör olurlar sırları görmek yerine

Bu manaları anlamak istersen, kökü farzlarda bulunan nafile ibadederi çoğaltmak, bilhassa imkânın olursa nikâh nafilesini artırmalısın. Çünkü o hayırların en büyüğüdür. Bunun nedeni, aynı anda izdivaç ve çoğalmayı içermesidir. Bunu yapmakla makul ve mahsusu birleştirmiş, ez-Zahir ve el-Bâtın isminden ortaya çıkmış olan âlemde herhangi bir şeyi kaçırmamış olursun. Böyle bir nafileyle ilgilenmiş olman, arzula­dığını elde etmen için daha yakın ve onu teminde daha yetkindir. Bu­nu yaptığında, Hakk seni sever. Hakk seni sevince, herhangi bir gözün  görmesinden ve bir varkğın sınırlamasından kıskanarak özel haremine yerleştirir, sevdiklerinin arasına katarak kendine ehil yapar. Sen de O’nun ehli haline gelirsin. Nitekim Kuran ehli hakkında şöyle der: ‘Onlar Allah Teâlâ’nın ehli ve seçkinleridir.’ Hadisi, Tirmizi rivayet etmiştir. Allah Teâlâ seni kendine ehil yapınca, ilhamının mahalli ve istiva edeceği bir yer ve arş, ineceği (yakın) gök, iki ayağı için kürsü yapar. Böylece sen­de olsa bile görmediğin şeyler Allah Teâlâ’dan tecelli ederek sende ortaya çı­kar. ‘Hiçbir nefis onlar için gizlenmiş olan göz aydınlığını bilemez5422 aye­tinde belirtilen budur. Çünkü onların yanları, ‘doğal yataklardan uzak­laşarak ilahi varidat ve rabbani ilhamlara ehliyet kazanırlar.’ Onların su kaynakları, saf ve tadıdır. Arşları Allah Teâlâ’nın ilham ettiği bilgilerin dışın­daki her bilgiden boşalmıştır. (İdrak) kapları boştur, kapıları kilitlidir, köşkleri duvarlarla çevrilmiş, kilitlerinin anahtarları kaybolmuş, kovala­rının ipleri kesilmiştir. Onların su kuyularına bakarsın fakat tadamaz-

sın. Fakat ne olduklarını bilmeden beğenirsin. Haberleri okunduğunda ‘icaz (aciz bırakma)’ özelliğinde ortaya çıkarlar ve kimse onlara karşı koyamaz fakat yine de onlardan tat alırlar. Manaları sorulduğunda ne söylediği bilinemez. Çünkü onun bu hususlarda sadece müşahedenin verdiği zevki vardır. En nihayetinde söyleyeceği söz ‘bu bir sihridir423 sözüdür. Yani etki yapar. Sihre (seher’den türetilmiş) benzetilmesinin nedeni, ışığının karanlığa karışması nedeniyle gecenin seherine benze­tilmesidir. Ayrıca sıcak havayı çıkartıp soğuk havayı içeri alan seher’e de benzetilmiştir. Hava canlının bedeni üzerinde hayat kalsın diye so­ğuk havayı yönlendirir. Ona bakan, hangi tarafa gideceğini bilemez. Çünkü hangi yöne yönelirse, ötekinden yüz çevirir. Peygamber olursa, durum farklıdır. Bu durumda önünden gördüğü gibi ardından görür. Peygamber bütünüyle yüz haline gelmiştir. Bu durum, kendisinden iştiyak ve özlemin meydana geldiği zevk diye ifade edilir. Peygamber arzusundan konuşmaz. ‘0 kendisine vahyedileni söyler.424 Ona güçlü ve metanet sahibinin suretinde öğretmiştir. ‘O gayb hakkında cimri de­ğildir. ‘Bu söz taşlanmış şeytanın sözü de değildir.’425 Çünkü peygamber yakınlıktan haber vermiştir, çünkü o, yaklaşan ve sarkandır. Böylece daha önce söylendiği gibi ‘yayın iki ucu veya daha yakındı.’426 Orası zanların ulaşacağı bir yer değildir. Nitekim meşhur ashab-ı kehf hakkında insanlar zanlara dayalı tahminler yapmış ve ‘Gaybe taş atarak, ‘üç kişi­dirler, dördüncüleri köpekleri, beş kişidirler, akıncıları köpekleridir’ demiş­lerdir.’427 Allah Teâlâ şöyle demektedir: Onların sayısı insanların ileri sürdüğü kadar değildir. İnsanlar bilmeden tahminde bulunmaktadırlar. Onlar sayılanın hakikatini araştırmaya kalksalardı, bir sonuca ulaşa­mazlardı. Bakınız! Allah Teâlâ peygamberine -ki onun veya genel ola­rak nebilerin özelliği yenilmemek ve hezimete uğramamaktırşöyle der: ‘Onlardan birini görseydin, kendilerinden kaçardın ve korkuyla dolar­dın.’428 Allah Teâlâ peygamberi korkmakla nitelemiştir ki, O’nun sözü doğ­rudur. Üstelik bu durum onların sadece bedenlerini görmekten kay­naklanır. Onlar, kendisi gibi insan değiller miydi? Peygamber ancak kendisini yok etmek isteyen bir durum nedeniyle geri kaçabilir. Şecaa­tine rağmen içinin korkuyla dolması ise onu ürküten bir durumdan kaynaklanabilirdi. İsra gecesinde gördüklerinden daha korkutucu bir şey görmemiş olsaydı, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem onları görmek nedeniyle kor­kuya kapılmazdı. Biz onları gördük, fakat korkuya kapılmadık. Çünkü biz onların sadece cisimlerinin suretlerini gördük. Başka bir ifadeyle onları kendimiz gibi gördük. İşte peygamberin içini korkuyla dolduran budur ve Allah Teâlâ sadece onları görmeyi zikretmiştir. Çünkü Allah Teâlâ ‘onlara muttali olsaydın429 demiş, peygamberi muttali olmakla nitelemiştir. Söz konusu insanlar, makam itibarıyla peygamberden aşağıdaydılar. Buna rağmen peygamber, kendilerine katılıp makamından aşağı düşmekten korkarak onlardan kaçmış ve kendisine tesir etmeleri (ihtimali karşı­sında) içi korkuyla dolmuştur. Nitekim daha önce aşağıdakinin yuka­rıda bulunana nasıl etki ettiğinden söz etmiştik. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Nice gülenler vardır ki, Allah Teâlâ’yı kızdırıp kızdırmadığını bilemez’ deme­sinin nedeni, onların Allah Teâlâ’yı kızdıran davranışlara uymuş olmalarıdır. Hakikati böyle bilene yakışan şey, geri dönüp kaçmak ve içinin kor­kuyla dolmasıdır. Bir çukurun kenarında durup düşme korkusuyla kaçmayan akıllı bir insan gördünüz mü? Allah Teâlâ’nın peygamberini nasıl nitelediğine bakınız! Peygamber söz konusu insanları görmüş olsaydı, korkuya kapılacaktı. Bununla birlikte onların mertebesi yüksek olsa bile, peygamberin mertebesi ve derecesi onlardan daha yüksektir. Bu­radan Allah Teâlâ’nın dikkatimizi Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in mertebesinin üstünlüğü­ne çektiğini anladık. Gençler tarafımızdan görülmüş olduğu halde kaçmadık ve korkuyla dolmadık; onları Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemimiz görseydi, kaçacak ve korkuyla dolacaktı.

Alemin suretlerinin neye döndüğüne bakmalısın! Acaba onlar kendilerine mi, yoksa bakana mı racidirler? Söylediğimiz meseleyi iyice düşünürsen şunu da öğrenirsin: Sihirbazlarm ip ve sopaları kendilikle­rinde ip ve sopa iken bizim gözlerimizde yılan haline gelmiştir. Bu ip ve sopalar, aynı ip ve sopalardır. Bu meseleyi iyice düşün ki, konuyu anlayıp -gören gibi değilbilen gibi olasın. Çünkü Allah Teâlâ bilgiyle inkâr edilmez, fakat görmeyle inkâr edilebilir. Görmekle birlikte inkâr edil­mediğinde ise, bilgi şahidi kendisine eşlik ettiği için inkâr edilmemiş­tir.’

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

'Bir şeyin zamanı onun varlığıdır' Münazelesinin Bilinmesi; 'Benim zamanım yok, senin zamanın yok; sen benim ben de senin zamanınım'

Sıfatlar bağımsız varlıklardır dersek

Onunla nitelen Bir nerede?

Bize Hakkın hitabı gelmiş

Elçilerinden öğrendik onu

Allah Teâlâ’nın bir ortağı yok dedi peygamber

Misli de yok, mahiyetim de bilemez kimse

Varlığın sırrını öğrenirsen

O’nun hakkında bilgiyle davran ve sakın bilgini                                 [

Her ne zaman dersem 'O'nsuz benyokum’

Kimdir O? sorusu sorulur ve pekişir

Dostum! Sözümü iyice anlarsan

Gerçeği de öğrenirsin ve demezsin: Ben kimim, O kim?

Allah Teâlâ bir topluluğun ‘Bizi ancak dehr (zaman) yok eder5430 de­diklerini aktarmıştır. Doğru söylemişler, çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bir hadisinde Allah Teâlâ’nın dehr olduğu beyan buyurmuştur. Onları gerçekte Allah Teâlâ yok etmiştir.

Bilmelisin ki, zaman, dışta varlığı olmayan bir nispettir (bağ). İn­sanlar zamanın mahiyetinden uzun uzadıya söz etmişlerdir. Onların sözlerinden anlaşıldığı kadar, bizim de söylediğimiz üzere, zaman ‘ne zaman?’ sorusuyla ortaya çıkan bir nispettir. Bu soruyla birlikte ‘ne zaman ki’, ‘vakta ki’, ‘olduğunda’, ‘olursa’ gibi zamana ait isimler ve ifadeler ortaya çıkar. Bütün şart edatları zamanın isimleridir. İsimlen­dirilen ise yokluk lafzı gibi var olmayan bir şeydir. Çünkü bu lafız, isimlendirileni olmayan bir addır. Bununla birlikte hükmü bilinir. Zik­rettiğimiz konunun doğru anlaşılabilmesi için misal vermeliyiz: ‘Zeyd


ne zaman geldi?’ diye sorulunca cevap ‘Güneş doğduğunda (hîne)’ ve­ya ‘Güneş doğduğu zaman (iza)’ olabilir. ‘Güneş ne zaman batıdan doğacak?’ diye sorulduğunda cevap olarak ‘Allah Teâlâ kendisine ne zaman izin verirse (meta)’ veya ‘Allah Teâlâ ona izin verdiğinde (iz)’ olabilir. ‘Gü­neş batıdan doğar mı?’ sorusuna karşılık ‘Allah Teâlâ ona izin verdiğinde gü­neş batıdan doğar’ cevabı verilebilir. Bu izinle birlikte güneş aydınlat­mak üzere battığı yerden doğar denilir. Bu ve benzeri sorular ‘ne za­man’ sorusunun cevabıdır ve hepsinden zaman anlaşılır. ‘Zeyd gelince ona ikram ederim.’ Bunun anlamı Zeyd geliş vaktinin kendime şart kıldığım ikramın gerçekleşme vakti olmasıdır. Başka bir ifadeyle ona ikramın gerçekleşmesi, Zeyd’in gelişine bağlanmıştır. Söz konusu olan, yaratılmışlar için zaman iken kadim için ezeldir. Zamanın anlamı iki ucu olmayan uzayan mevhum süre demektir. Geçmiş kısmına bakarak ona ‘mazi’, gelecek kısmıyla ‘gelecek’ ve bulunulan zamanı ‘şimdiki zaman’ diye isimlendirir ve ona ‘an’ deriz. ‘An’ -kendisi de zaman olsa bilezamanda geçmiş kısım ile gelecek zaman arasındaki sınır demek­tir. Bu yönüyle an, dairenin çevresinde var sayılan bir nokta gibidir. Noktayı bir yerde var saydığında, onun başlangıcı ve bitimi belirlenir. Bu bağlamda ezel ve ebed, zamanın iki ucunun olmayışı demektir. Bu yönüyle zamanın başlangıcı ve sonu olmadığı gibi süreklilik sahibi ‘şimdiki zaman’ demektir; şimdiki zaman ise sürekli olandır. Alem sü­rekli şimdiki zamanın hükmünde olduğu gibi Allah Teâlâ’nın âlemdeki hükmü zamanın hükmü altındadır. Zamanın geçmiş ve gelecek kısımları da şimdiki zaman hükmü altındadır.

Bakınız! Allah Teâlâ bize sona ermiş bazı işleri bildirirken onları geçmiş zaman kipiyle, bir kısmını gelecek zaman, bazılarını şimdiki zaman kipiyle anlatır. Bu kısma misal olarak ‘O her gün bir iştedir5431 ayetini verebiliriz. Geçmiş zamana misal olarak ‘Seni önceden yarattım, sen bir şey değilken432, gelecek zamana misal olarak ‘Onu irade ettiğimiz­de ona ol deriz, o da olur433 ayetiyle ‘Büyüklenenleri ayetlerinde yüz çevir­teceğint’434 ve ‘Size ayetlerimi ulaştıracağım435 ayetlerini verebiliriz. Bü­tün bu ifadeler karşısında, bu işlerin kendisinde gerçekleştiği ve onun da bu işler için ‘zarf olabileceği var olan bir hakikat ararız. Hâlbuki hem akılda hem duyuda böyle bir şeyi bulamayız. Fakat vehimde bir zarf olarak zamanı buluruz. Bu zarf vehimdeki zarfın mazrufudur ve vehim sürekli onun hakkmda hüküm verir. İyice düşünürsen, vehimle veya akılla veya duyuyla öğrendiğin yegâne şeyin var olurken kendisine dayandığımız Hakkın Varlığı olduğunu görürsün. Allah Teâlâ bu nispet ne­deniyle bizim için kendisini ed-Dehr (Zaman) diye isimlendirdi ki za­manın hüküm sahibi olduğu zannedilmesin, çünkü O’ndan başka hü­küm sahibi olan yoktur. Eşya hükümleriyle birlikte O’nun varlığında ortaya çıkarlar ve O sürekli varlık demektir. Mümkünler O’nun latif varlığının perdesi ardından zuhur ederek görülür Hakk gelirler. Onlar, Hakkın varlığını perdesinin ardından gözüken varlıklarımızdır. Fakat O’nu göremeyiz. Nitekim göklerin perdesinin ardından yıldızları görü­rüz, fakat gökleri göremeyiz. Bununla birlikte bizimle yıldızlar arasın­da göklerin bulunduğunu akıl yoluyla biliriz. Onlar latiftir ve bu ne­denle artlarında bulunan şeyleri gizlemez ve örtmezler. ‘Allah Teâlâ kullarına karşı latif tir.’436 Allah Teâlâ’nın latif olmasının bir yönü içinde bulundukları her şeyi onlara getirmiş olmasıdır. Kulların gözleri ise şahit oldukları şeyleri görürler ve sahip olduklarını sebeplere izafe ederler; Bu durum­da Hakk perdeliyken ortaya çıkar. Hakk perdelenen ve zuhur edendir! Hakk perde nedeniyle bâtın kalan, perde ve senin için zahir olandır. Zuhur ederken perdelenen Allah Teâlâ münezzehtir!

Allah Teâlâ perdesinde zuhur etmiştir. Göz O’ndan başkasını görmez­ken O’nun üzerinden perdeler kalkmaz. O sürekli Rab iken biz yokluk ve varlık halimizde sürekli kuluz. Benzerlerimiz ve hemcinslerimiz ara­cılığıyla olmadan, Allah Teâlâ bize her ne emrederse varlık ve yokluk halinde emrini dinler ve kendisine itaat ederiz. Benzerlerimiz ve cinslerimizin, yani peygamberlerin diliyle hitap ettiğindeyse durum değişir: içimiz­den perdenin ardından O’nu görenler emri dinler ve itaat eder; benze­rini gören ise duyar fakat hemcinsinin önüne geçmesine karşı yaratılı­şındaki kıskançlık duygusuyla itaat etmez. Böylece -vasıtalı hitap nede­niyleitaatkâr ve günahkâr ortaya çıkar. Böyle bir insan itaat emri kendisine etki etmediği için hemcinsine karşı asidir, yoksa Allah Teâlâ’ya karşı değil! Bu nedenle insanların bir kısmı ‘Allah Teâlâ dünyada kullarından perdelenmiştir’ der. Çünkü O’nun bilgisinde kullarını yükümlü tutup emir ve yasak vereceği takdir edildiği gibi belirli bir vakitlerde emrine itaat edileceği ve karşı gelineceği de takdir edilmiştir. O halde âlemde emre uymanın veya uymamanın gerçekleşmesi kaçınılmazdır. Allah Teâlâ peygamberlerinin diliyle insanlara hitap etmiş, zatını peygamberlerinin suretiyle onlardan gizlemiştir. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘Peygambere itaat eden, Allah Teâlâ’ya itaat etmiştir437 ve ‘Onu komşu edin ki Allah Teâlâ’nın kelamını duysun438 buyurmuştur. Peygamber Allah Teâlâ’nın görünen sureti olmasaydı, böyle bir ifade olmazdı. O halde emre itaatsizlik, ezeli kader ve kazanın hük­müyle ortaya çıkmış bir durumdur. Perde yokken Allah Teâlâ’nın emrine karşı gelmek mümkün değildir. O halde Allah Teâlâ peygamberlerle gizlenmiştir ve bu durum sebepler vasıtasıyla gizlenmenin ta kendisidir. Bu nedenle kınama sebepler yönelmiştir. Binaenaleyh sebepler, Rahman’ın siperle­ri demektir. Gerçekte kimse Allah Teâlâ’ya karşı çıkmamışken O’ndan başka­sına da karşı çıkmamıştır. Perdeli insanlar sebepleri görürken arifler sürekli Hakkı müşahede ederler. Bununla birlikte perde oldukları kim­seler adına perdeleri de bilirler. Böylelikle onlara göre latif olan kesif olmuşken ariflere göre kesif olan latifleşmiştir:

Akıl gözün görmediğini bilirken

Göz fikrin reddettiğini görür

Arif olanlar ise akıl ve gözü bir araya getirir. Onların kendisiyle anladıkları kalpleri, kendileriyle gördükleri gözleri, kendileriyle duy­dukları kulakları vardır.

Perdeli insanlar iki kısma ayrılır: Bir kısmının kalbi vardır, kendi­siyle anlamaz, gözü vardır onunla görmez. Bir kısmının kalbi vardır, onunla anlar, gözü vardır onunla görür. Bunlar, müminlerdir. Bu müminler bilir ve müşahede etmezler. Onların dışındakiler, bilmez ve müşahede etmezler. Allah Teâlâ ehli, hem bilir hem müşahede eder. Bu ne­denle onlarla konuştuğunda duyarlar, itaat ederler ve zadarını Allah Teâlâ’nın kendilerinde yaratacağı işlerin mahalli olarak müşahede ederler; Allah Teâlâ onlarda hakkında muhalefet veya emre uymak diye hüküm verdiği şey­leri yaratır. Böyle biri kendisinde meydana gelecek şeyi kabul etmek için hazırlanmış ve itaatkârdır ve bu yönüyle kendisinde oluşacak şeyle­ri kabule hazır olup ondan geri duramayacak bir kadın rahmi gibidir. Bu konumdaki kul, Yaratıcısının dalıdır (çünkü rahim Rahman’dan bir daldır). Bu yönüyle Allah Teâlâ âlemde Rahman iken müminlere karşı ra­himdir. Öyleyse Rabbin zamanı merbub iken merbubun zamanı Rabdir. Çünkü onlardan her biri hakkında verilen hüküm, ancak ötekiyle birlikte ortaya çıkar. Öte yandan her birisi hakkında ‘O’nutı/onutı benze­ri bir şey yoktur439 denilebildiği için, onlardan birisi -aradaki nispet or­tadan kalktığı içinötekinin zamanı olmaz. Böyle bir durum -onların hükmü nedeniyle değilher birisinin varlığı itibarıyla olabilir. Alem için Hakka ve Hakk için bağlı olan hükmü dikkate aldığında ise her bi­risinin hükmünün öteki için zaman olması geçerli olabilir. Bu durum­da Hakk ve âlem, iki göreliye benzer. Zeyd Ömer’in oğlu olduğunda, Zeyd’e baba denilirken Ömer Zeyd’in oğlu olur. Buna göre Zeyd’in baba olma vakti Ömer’in oğul olma vakti olduğu kadar Ömer’in oğul olma vakti de Zeyd’in baba olma vaktidir. Bu durumda babanın zama­nı oğul iken oğlun zamanı babadır. Aynı durum köle ile efendi ve mal ile sahibinin veya güç yetiren iye yetirilenin (kadir-makdur), irade eden ile edilen (mürid-murad), bilinen ile bilen (alim ve malum) için geçerlidir. Bununla birlikte bilen ile bilinen bir şey olabilir, çünkü bi­len kendini bilen olabilir. Bu durumda bilen, kendisi nedeniyle bilinen ve kendini bilendir. Başka bir ifadeyle bilen ve bilinendir. İrade edilen ve eden ise öyle değildir. Çünkü irade edilen, var olmayan olmalıyken irade eden var olandır. Kadir ve makdur da böyledir. Makdur (güç ye­drilen) her zaman yok olan olmalıdır. Var olduğunda ise veya kendisi veya onun varlığını bilfiil ayakta tutan şart nedeniyle yok olabilir. Bu­nun dışında onu yok edebilecek kimse yoktur. Allah Teâlâ ‘Dilerse sizi giderir440 buyurur ki, varlığınızı koruyan şartı kaldırır demektir. O şart kalkarsa Allah Teâlâ onu var etmeyeceği için siz de yok olursunuz. Çünkü Allah Teâlâ bütün mümkünleri var etme iradesine sahip olduğu kadar müm­künü yoklukla nitelenme halinde bırakması da mümkündür.

Söylediklerimle birlikte zamanın mahiyetini anladığında, artık in­sanların zaman hakkında dile getirdikleri sözlere dalabilirsin: Onlar ‘zaman gece, gündüz ve günlerdir’, ‘zaman feleklerin hareketlerinin kat ettiği mevhum süredir’, ‘zaman ‘ne zaman’ sorusuyla dile gelen bir ha­disenin ötekine bitişmesidir’ derler. Artık mahiyetini öğrendikten son­ra bu ve benzeri sözleri söylemek sana zarar vermez. Çünkü bunlar zaman nispeti hakkında belirli bir doğruluğa sahip yerleşik tanımlardır. Allah Teâlâ geceyi ve gündüzü birbirine girme, birbirini örtme, takdir etmiş olduğu unsurlar âlemindeki hükümlerin ve hakikatlerin zuhuru ama­cıyla dürülme özelliğinde yaratmıştır. Biz, gece ve gündüzün oğulları­yız. Gündüzde meydana gelen her şeyin annesi gündüz iken babası gecedir. Çünkü o ikisi, meydana gelen şeylerin sebebi sayılır. Gecede meydana gelen şeylerin annesi geceyken babası gündüzdür. Çünkü o ikisi kendilerinde doğan üzerinde ebeveynlik hakkına sahiptir. Dolayı­sıyla dünya hayatı, gece gündüz birbirlerini örttüğü sürece devam eder. Biz bizimle birlikte aynı gün ve gecede bizimle birlikte var olan­larla tek anne ve babanın oğullarıyız. Bir sonraki gecede ve günde var olan benzerlerimiz ise kardeşlerimiz değillerdir, çünkü gece ve gündüz yenilenmiş, bizim annemiz ve babamız ortadan kalkmıştır. Yeni gün ve gece ise önceki gün ve gecenin benzerleri olsa bile bizzat kendileri de­ğillerdir. Birbirlerine benzemiş olsalar dahi bu benzerlik misil benzer­liğidir. Alıiret olduğunda gece cehennemlikler gün de cennetliklere ait olacaktır. Cennet ve cehennemde yaratmanın yenilenmesi nedeniyle her ikisinde doğum bulunsa bile, gün ve gece bir araya gelmez. Bu du­rum, Havva’nın Adem’den ve Hz. İsa’nın Meryem’den doğmasına benzer. Ahiretteki doğum böyledir ve Allah Teâlâ Hz. İsa-Meryem ile Hz. Havva-Adem ile bize ahiretteki yaratılış için misal vermiştir. O halde ahirette varlıkların doğması, gecenin gündüze veya gecenin gündüze girmesiyle zamanı bir ilişkiyle gerçekleşmez. Çünkü o ikisi, kendilerini birleştiren bir güne ait olan zamanda gerçekleşir. Ahirette Allah Teâlâ gece ile gündüzü birleştiren günü cennete ve cehenneme taksim etmiştir. Böylece gecenin karanlığını ateşe, günün ışığını cennete verir. O ikisi­nin toplamından ise ‘gün’ meydana gelir. Söz konusu olan ahiret gü­nüdür, çünkü o gün iki diyarı bir araya getirir.

Zaman, sene, ay, hafta ve günden oluşur. Böylece zaman dört kısma ayrılır, çünkü zamanın varlık ilkesi olan tabiattaki mevsimler dört tanedir. Tabiatın mertebesi nefsin altı ve filozofların tüm heyula dedikleri hebanın üzerinde bulunur. Dördün bulunmasının nedeni ila­hi hükümlerin dört olmasıdır. Bunlar, bilgi, hayat, kudret ve iradedir. Bu dört hüküm sayesinde İlah adına ilahlık (ulûhiyet) sabit olurken tabiatta da dörtlü durum tezahür eder. Sonra ilahi emir aşağı iner ve en büyük zaman biriminde -ki sene demektirdört şey ortaya çıkar. Bu itibarla sene dört mevsime ayrılır: ilkbahar, yaz, sonbahar, kış! Senede bu hükümleri ortaya çıkartan, güneşin burçlara yerleşmesidir. Burçları ise unsurların taksim ettiği tabiat ayrıştırır; unsurlar ateş, hava, su ve toprak kaynaklı rükünlerdir. Unsurlar ise ateş, hava, su ve toprak diye bölünür. Buna paralel olarak canlılardaki karışımlar safra, kan, balgam ve siyah diye taksim olunur. Sonra daha küçük zaman gelir. Seneden sonra gelen küçük zaman ay ile büyük zaman içindeki haftadır. Aylar burçların sayısına göre on iki tanedir. Günler belli bir hesaba göre ve görüşle aylara taksim edilirken Arapların günleri öyle değildir, çünkü onların ayları ayın hareketiyle belirlenmiştir. Başka bir ifadeyle onların takvimi, bizim taksimimizle değil, Allah Teâlâ’nın taksimiyle belirlenmiştir. Sene güneşin burçları kat etmesiyle ortaya çıktığı gibi Arap ayı ayın burçları kat etmesiyle ortaya çıkar. Allah Teâlâ tarafından belirlenmiş ilahi ay, yirmi sekiz gün iken insanların görüşüne ve hesaplamasına bağlı gün gerçekleşen hesaba göredir.

Sonra bu dördün birisine göre uzayan zaman, seneye veya aya ya veya haftaya veya güne bölünür, başka türlü takdir olmaz! ‘Gün’ der­ken güneşin doğumundan tekrar doğumuna kadarki sürede ortaya çı­kan günü kastediyorum. O gün kuşatıcı feleğin dönüşünün -ki bütünü devrederbitimiyle meydana gelir ve gözle (görülecek) şekilde ortaya çıkar. Nitekim güneşin doğumuyla diğer doğumu arasındaki vakte ‘gün’ demiştik. Buradan felekleri ihata eden dönüşün bizim gözümüz­de sona erdiği, kendinin ise bir sınırı olmadığı öğrenilir. Kuşatıcı felek­te bitimle nitelenmeyen tek bir dönüş vardır. Biz onda başlangıç, son, yenilenme ve tekrar var sayarız, yoksa onlar bu hükümlerle söz konusu felekte yer almazlar.

Günler pek çoktur, fakat hepsi tarafımızdan bilinip gece ve gün­düzü kendinde toplayan bu küçük güne göre hesaplanır ve taksim edi­lir. Günler, o küçük günle veya ayla ve seneyle hesaplanır. Bir ayette ‘Rabbin katında bir gün’ bildiğimiz küçük günle ‘sayılan bin senedir’ denilir. Başka bir ayette ‘miktarı elli bin sene olan gün’ denilir. Deccal’ın günleri, bir sene kadar olan bir gün iken, bir günü bir ay, bir ayı bir hafta kadardır. Diğer günler bizim bilinen günlerimiz kadardır. O halde kendisiyle büyük günleri saydığımız günler, güneş günüdür. Ay günüyse güneşin günlerinden yirmi sekiz gündür. Bütün üzerinde hü­küm sahibi olan bu gün vasıtasıyla bütün yıldızların günlerini sayarız. Çünkü kuşatıcı feleğin dönüşünün bitimi gerçekleştiğinde, o günler meydana gelir. Her yıldızın günü uzak feleği -ki kendisinde yıldızın bulunmadığı Atlas feleğidirkat etmesi ölçüsüne göre hesaplanır. Onu kat edenlerin en büyüğü, sabit yıldızlar feleğidir. ‘Sabit’ denilmesinin nedeni, ömürlerin kısalığı nedeniyle onu dolduran varlıkların hareket­lerinin idrak edilemeyişidir. Çünkü her yıldız, uzak felekteki bir dere­ceyi yüz senede geçer ve nihayete ulaşır. İki senenin bir araya gelmesiy­le meydana gelen feleği kat eden söz konusu yıldızın günüdür. Buna göre yüz altmış derece vardır ve her derece yüz senedir. Geçmiş tarih­lerde bize Mısır piramitlerinin ‘nesir aslan burcundayken yapılmış ol­duğu’ aktarılmıştır. Bize göre o gün oğlak burcundadır. Bu hesapla hareket edersen, piramitlerin yapılış tarihini öğrenmiş olursun.

Ne yapanı bilinir ne durumları

Yine de yapanları hakkında insanların kesin kanaati var

Bir rüyaya benzer şekilde, Allah Teâlâ bana Kabe’yi tavaf ederken bir hadise göstermiştir. Kâbe’yi yüzlerini tanımadığım bir grup insanla birlikte tavaf ediyordum. Bize iki mısra okudular, biri aklımda diğerini unuttum. Aklımdaki mısra şöyleydi:

Biz de sizin gibi senelerce tavaf ettik Kâbe’yi hep birlikte tavaf ediyoruz

Diğer mısraı unuttum. Bu Hakk şaşırdım. İçlerinden birisi bana bilmediğim bir isim söyledi ve şöyle dedi: ‘Ben senin atalarındanım.’ Ben de ona ‘Ne zaman öldün’ diye sordum. Şöyle cevap verdi: ‘Kırk bin küsur sene oldu.’ Ben de ‘Âdem’in bile bu kadar ömrü yoktur’ de­yince, şöyle dedi: ‘Hangi Adem’den söz ediyorsun: sana en yakın Âdem’den mi, başka bir Âdem’den mi?’ Bu söz üzerine Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Allah Teâlâ yüz bin Âdem yaratmıştır5 hadisini hatırladım ve şöyle dedim: ‘Beni kendisine nispet eden bu atam ö Âdemlerden olmalıdır.’

Bu konuda da tarih bilinmese bile, hiç kuşkusuz âlem hâdistir. Âdem hadistir, çünkü onun kıdem mertebesine sahip olması mümkün değil­dir; kadimlik, başlangıcının olmaması demektir. Âlem ise Allah Teâlâ katın­dan meydana getirilmiştir. Allah Teâlâ onu yokluktan var etmiş ve varlığını tercih etmiştir, çünkü ‘imkân’ hali âlem için zati niteliktir ve bu neden­le sürekli ‘tercih’ gerekir. Hükümlerin ortaya çıkma mahalli olan haki­katlere ilave olan her şeyin sureti nispet ve izafetlerdir. Onların renk, sıfat, özellik gibi dışta varlıkları yoktur. Her nispetin izafenin, olgu­nun, rengin, niteliğin kendine özgü bir ismi ve isimleri vardır.

Bütün bu söylediklerimizde meselenin hakikati budur. Artık ne is­tersen onu söyle!

ÜÇ YÜZ DOKSAN BİRİNCİ BÖLÜM

Adamların Ayaklarının Üzerinde Sabit Kalamadığı Kaygan Yol Münazelesinin Bilinmesi

Hakkı isimlerinde Hakk olarak gördüm Kendimden başkası değildi

Sadece benim hükmüm değil bu Gören herkesin hükmü aynı

Aksini iddia eden herkes bilsin ki:

Gören O’dur, biz aynalar

Allah Teâlâ şöyle der: ‘Onları siz öldürmediniz, fakat Allah Teâlâ onları öldür­dü:441 Başka bir ayette ‘Onları nerede bulursanız, öldürün442 buyurur. Öyleyse Allah Teâlâ yükümlülük bildiren bu hitabında emredici (âmir), em­rin kendisi ve emredilen (memur) olarak tezahür eder. Emre bağlanma gerçekleştiğinde, var olanlardan bilfiil öldürme gerçekleşmiş demektir. Bu kez Allah Teâlâ ‘Onları öldüren siz değilsiniz, ben öldürdüm’ der ve de­vam eder: ‘Benim karşımda siz, elinizdeki kılıç veya öldürme aleti mesabesindesiniz.’ Maktûlün ölümü araçla gerçekleşmiş, hâlbuki aletin öldürdüğü söylenmemiş, onunla vuranın ise öldüren olduğu söylen­miştir. Allah Teâlâ diyor ki, bize nispede aleti kullanan kişi, kendi elin­deki kılıç mesabesindedir. Dolayısıyla yükümlünün öldüren olduğu söylenemez. Aksine yükümlü veya kılıç vasıtasıyla öldüren, Allah Teâlâ iken (‘onları öldürün’ ayetindeki emirle) yükümlü olan insan, kılıçla vuran el mesabesindedir. Bu durum, musafaha yapan iki şahsın durumundaki gibi, biat ederken hacer-i esved’in selamlanan ve öpülen Allah Teâlâ’nın elinin misali olmasına benzer.

Bu münazele’nin ortaya konulmasındaki maksat, hükümleri gerek­tiren işlerin bilinmesini sağlamaktır: Acaba onlar gerçek bir varlığa sahip midir, yoksa hükümlerin talep ettiği nispederden ibaret midirler? Böyle olduklarında onlar, hükümlerle birlikte bilinirler ve geride söz konusu hükümlerin kendisinde ortaya çıktığı mahallin öğrenilmesi ka­lır: Acaba o mahallin mahiyeti nedir? Acaba mahal mümkün ve nispet­ler ise tercih edene mi aittir? Bu duruma misal olarak ‘Onları siz öldür­mediniz, fakat Allah Teâlâ öldürdü443 ayetiyle birlikte ‘Allah Teâlâ sizi ve amellerinizi yarattı444 ayetini verebiliriz. Acaba mahal ve yer Hakkın varlığı, hü­kümler ise mümkünlerin Hakkın varüğındaki etkileri -ki bu kendisinde ortaya çıkan suretler demek olurmidir? Böyle ise her suret başka bir sureti görür ve onlar mümkünlerin Hakkın varüğındaki eserleridir. Mesela Zeyd Hakkın varlığında Halid’in suretini görürken Halid Hak­kın varlığında Zeyd’in suretini görür. Suretin üzerinde görüldüğü her varlık/durum tıpkı suret gibi (Hakkın varlığında görülmüş) kabul edi­lir.

Her iki yorumdan birini benimseyen Allah Teâlâ ehlinden bir grup var­dır. Öte yandan iki görüşten hangisi olursa olsun, her görüş sahibinin bir görüş üzere sabit kalması da mümkün değildir. Bunun yerine bir hükmü bir şey adına kabul edip ötekinden olumsuzladığı gerekçenin aynısıyla ilkinden reddeder ve diğeri için kabul eder. Hangi durumla başlarsa başlasın, her iki görüşle de hüküm kendisine aittir. Misal ola­rak ‘Attığında sen atmadın445 ayetini verebiliriz. Allah Teâlâ ayette önce olumsuzlamış (atmadın), sonra atma fiilini kendisinden olumsuzladığı kim­se adına ‘atmak’ fiilini olumlamış (attığında), sonra olumlamakta sabit kalmamış, olumsuzlamanın ardından olumlamayı (ispat) geldiği gibi bu kez olumlamanın ardından (peygamberden fiili) olumsuzlayarak ‘Fakat Allah Teâlâ atmıştır446 demiştir. Allah Teâlâ bir kimse için bir fiili ne kadar hızla olumsuzlamış ve olumlanmıştır! İşte bu nedenle dile getirdiğimiz bu münazele, yolu boyunca bir yerde sabit kalmayan suyun akışına benzetilerek, ‘akışkan’ diye nitelendirilmiştir. Su geçtiği yerde sadece değdiği ölçüde iz bırakır. Bu makam sahiplerinin ayakları belirli bir şey üzerinde sabit değildir, çünkü bu makam bunu gerektirir. ‘O her gün bir iştedir447 ayeti buna işaret eder. Ayette geçen ‘gün’ ölçüsü, ‘zaman-ı ferd’, yani andır. Allah Teâlâ ‘Duymadıkları halde duyduk diyenler gibi olma­yın448 buyurur. Hâlbuki onlar duyuyordu. Buradaki kınamaya dikkatle bakmalısın! Bu kınama, Hakkın onun duyma ve görme gücü haline geldiği kimselerde hamdin zirvesine benzetilmiştir. Bir insanın duyma (gücü) Hakk olursa, o kişi zorunlu olarak duymuş demektir ve ancak rabbiyle duyandır. Bu kişi, kendi nefsiyle olmaksızın, (Rabbiyle) du­yandır. Buna mukabil, onun Rabbi’nin hüviyetinin mahalli olması mümkün olmadığına göre Hakk’ın varlığı onun kendisi olmuştur. Hü­küm ise mümküne aittir, çünkü bu hüküm onun eseridir. ‘Allah Teâlâ onlar1 da hayır bulunduğunu bilseydi, kendilerine işittirirdi.’449 Varlık iyilik ve hayır demektir ve onlar da varlıkla nitelenirdi. Kendilerini var ettiğin­de, onlara duyurmuş olsaydı, kendi zadarına döner ve duymamış ol­duklarını anlarlardı. Bu durum ‘yüz çevirme’ diye ifade edilir. Çünkü duyan Hakk’tır. Hakk’ın karşısında onlar ise kendisiyle sesleri ve sözleri duyduğumuz kulak aracımız gibidir. Öyleyse hitap eden ve edilen, ko­nuşan ve duyan Hakk’tır. ‘Ey iman edenler!’450 -sözümüzü tasdik edenler demektir‘Sizi çağırdıklarında Allah Teâlâ’ya ve peygambere karşılık veriniz451 Allah Teâlâ önce iki kişiyi (Allah Teâlâ ve peygamberi) zikrettikten sonra, davetçiyi birlemiştir (zamirde). Buradan işin tek olduğunu anlarız. Biz beden kulağımızla peygamberi duyduğumuz gibi Hakk’ın sözünü de manevi olan Hakk’ın kulağıyla duyduk. Öyleyse Allah Teâlâ ve peygamber, konuşa­na ait iki isimdir. Çünkü konuşma, buyurduğu gibi, Allah Teâlâ’ya aittir. Gö­rülen konuşan ise peygamberin dilidir. ‘Peygambere itaat eden, Allah Teâlâ’ya itaat etmiştir.’452

Benim hakikatim O’ndan başka değil Başkasını açıklamadım

Kim varlığın gözüyle görürse Ancak Hakkı görmüş demektir

öyleyse biz görmede biriz:

O beni görür, ben de O’nu

Bu bölümün ana kısımlarını yeterli bir şekilde özetledik. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

ÜÇ YÜZ DOKSAN İKİNCİ BÖLÜM

'Kim merhamet ederse, biz de ona merhamet ederiz; kim merhamet etmezse, ona merhamet eder sonra ga­zap ederiz ve unuturuz' Münazelesinin Bilinmesi

Kim Hakkı isterse Hakk onu talep eder Mülkün ve melekûtun varlığında

Hakkın kelimeleri başka bir şey değil Alemde gözüken sebattan gayri

‘Değildir’ ifadesindeki şeyin kaynağı ‘Biz’ makamındadır, onun hakkında sustuk

Keremiyle ona nail olduk biz O Rahmût diye çağrılan

Burhanın izhar ettiği                                                                               .

Ceberüt berzahında kaim olan

Varlıkların zahiri O’nun bâtını O’nun korkutması teşvikin aynıdır

Bütün varlıkların nihayette ereceği yer Af ve rahmet makamı olacaktır

Allah Teâlâ kuşatıcı kelamını açılışında şöyle buyurur: ‘Rahman ve rahim Allah Teâlâ’nın adıyla! Hamd âlemlerin rabbine aittir, Rahman ve Rahimdir.’453 Bu özel ismini de niteliğini ‘Kızılan veya dalalete uğrayanlardan değil454 diyerek pekiştirmiştir. Sahih bir rivayette ‘Rahim Rahman’dan bir dal­dır, onu kavuşturanı Allah Teâlâ kavuşturur, keseni Allah Teâlâ keser (sıla-i rahm yapanla Allah Teâlâ sıla-i rahm yapar, terk edeni Allah Teâlâ terk eder)’ der. Başka bir hadiste şöyle der: ‘Merhamedilere Allah Teâlâ merhamet eder. Yerdekilere merhamet edin ki, göktekiler de size merhamet etsin.’ Şefaat hadi­sinde ise şöyle der: ‘Allah Teâlâ kıyamette şöyle diyecektir: ‘Melekler şefaat etti, nebiler ve müminler şefaat etti, geride merhamedilerin en merhamedisi kalmıştır.’

Bilmelisin ki, Allah Teâlâ âlemin yapısını dört esasa dayandırmıştır; ‘âlem’ derken, cenneti ve cehennemi dolduracak insan ve cinleri kaste­diyorum. Bu nedenle Allah Teâlâ âlemin içerdiği her şeyin üzerinde hüküm sahibi olan Ümmü’l-kitap’ta (Fatiha suresi) dört rahmet belirlemiştir ve her bireyin bu rahmederden bir payı vardır. Fatiha suresindeki bi­rinci ayet -ki besmelediriki rahmettir. Bunlar, Rahman ve Rahimdir. Üçüncü ayet de iki rahmeti içerir: Rahman ve Rahim. Öyleyse Allah Teâlâ, genel rahmetiyle Rahman iken -ki bu rahmet ihsan ve itminan rahmeti demektir-, özel rahmetiyle Rahim’dir. Bu rahmet ‘Onu takva sahiplerine yazacağım455 ayetinde belirtilen özel rahmettir. Başka ayederde de bu rahmet zikredilir: Mesela ‘Rabbiniz kendine rahmeti yazmıştır456 ayetin­de bu rahmet zikredilir. İhsan rahmeti, bir amel vasıtasıyla Hakk ediş olmaksızın ulaşılan rahmet demektir. Allah Teâlâ bu rahmetiyle salih amele muvaffak kıldığı kimseleri rahmet eder; salih amel ise zorunlu rahmeti meydana getirir. Bu rahmede günahkârlar ve cehennemliklerden azap kalkar. Bununla birlikte onların yerleştiği yer ve evleri yine cehennem­dir. ‘Allah Teâlâ’nın rahmetiyle onlara yumuşak davrandın457 ayetinde zikredilen rahmet bu rahmettir. ‘Nimel verdiklerinin yoluna458 ayetinin anlamı da budur ki, kendisiyle onlara nimet verdiği yol demektir. İhsan rahmeti onlara yükümlülük diyarında başarı ve hidayet kazandırır. Onlar da kendilerine hidayet edildiği ve hayrete düşmedikleri için dalalete sap­mazlar, gazaba maruz kalmazlar.

Allah Teâlâ’nın gazap ettiği kimse ise şöyle der: Bize de bir Hakk ediş ol­maksızın kendiliğinden şu insanlara ihsan ettiğin rahmetinle lütuf gös­ter! Sen onları hidayet edip ihsanda bulunduğunda onları ‘gazaba uğ­ramayan’ olmakla niteledin ve bu hidayet hayret demek olan dalaleti onlardan izale etmiştir. Peki Hakk ettiğimiz Allah Teâlâ’nın gazabını bizden neyle kalkar?’ Bunun üzerine Allah Teâlâ onlara ihsan rahmetiyle rahmet eder. Bu rahmet ikinci ayette gecen Rahman ismiyle ifade edilir. Böy­lece Allah Teâlâ onlardan azabı kaldırır, bulundukları durumda Rahim is­miyle onlara nimet ihsan edilir.

Fatiha suresinde gazap ayeti bulunmaz. O surenin bütün ayetleri rahmettir ve rahmet kitapta yer alan bütün ayeüere egemendir, çünkü esas odur. Bu nedenle Allah Teâlâ’nın rahmeti gazabını geçmiştir. Nasıl böyle olmasın ki? Allah Teâlâ ile âlem arasındaki bağlar Rahman isminden meyda­na gelir. Bu nedenle Allah Teâlâ rahmi onun bir parçası ve dalı saymış, böy­lece rahim O’na nispet edilmiştir. Öyleyse âlemde herhangi bir şeye yönelik rahmeti olan herkesin bu isme dayanması gerekir. Fakat yara­tılmışın rahmeti, Kadim’in rahmeti gibi kuşatıcı olamaz, çünkü Hak­kın bilgisi, tüm bilinenleri kuşatırken Hakkın bilgisini ancak O’nun dilediği kulları ve dilediği kadar kuşatabilir. Binaenaleyh Allah Teâlâ bilgisi ölçüsünde yaratıklarına merhamet ettiği gibi yaratıkları da kendi bilgi­leri ölçüşünce merhamet edebilirler. Bir kimse öfkelenir ve neticesinde intikamını alırsa, intikam sayesinde kendine merhamet etmiş olur; çünkü intikam, kişinin içinde hissetmiş olduğu öfke acısı için bir şifa­dır. Öte yandan insanın kendine verdiği sadaka, en faziletli sadakadır. İnsan kendine merhamet edip öfkesi kalktığında ardından kendine merhamet gelir. Bu merhamet, birini cezalandırdığında insanın duy­muş olduğu pişmanlıktır. Bu pişmanlıkla da şöyle der: ‘Allah Teâlâ dilemiş olsaydı, onu bağışlamak daha güzel olurdu.’ Bunu söylemesi kaçınıl­mazdır. Başka bir ifadeyle ya dünyada veya ahirette nefsi için intikamı alırken bunu söyleyecektir. (Allah Teâlâ’nın insana pişmanlığı vermesinin ne­deni), ilahi cezaların uygulanmasının bu kabilden olduğunun zanne­dilmesinin önüne geçme amacı taşır. İlahi cezaları uygulamak Allah Teâlâ’nın katından gelen bir yasadır ve insanın bu işe bir katkısı yoktur. Öyleyse insan bir fiille sıla-i rahm yapmış ve (Hakka ait) rahmetin ona ulaşması da kaçınılmazdır. Binaenaleyh bütün yaratılmışların Allah Teâlâ’nın rahmetine ulaşması kaçınılmazdır (çünkü herkes merhamet sahibidir); bir kısmı hemen bir kısmı daha sonra rahmete ulaşır. Çünkü herkes sıla-i rahm yapar (kendi rahmetine ulaşır) ve Allah Teâlâ da o yönden kişiye (rahmetiy­le) kavuşur. Rahmi kesen (sıla-i rahm yapmayan) ise, onun bir kısmını kesmiş ve koparmış demektir. Kesmenin genel olması mümkün değil­dir, çünkü bir şeyi kesmek, başka bir rahmi (rahmeti) kavuşturmak demektir. Öyleyse rahmin kesilmesinde başka bir (rahme) kavuşma ve sıla vardır; hâlbuki sıla-i rahimde kesme yoktur. Kavuşturulan (mevsûl) rahimler şefaat eder ve şefaatleri makbuldür.

İnsan kesilen rahmet üzerinde -ilahi bildirmeylebir terazi koyma­lıdır ki bu gereklidir. Çünkü kesilen rahim (rahmet) O’nun rahmi ola­rak kesilmiştir. Rahmin kendisinden kesildiği kimse sıla-i rahm isteyin­ce, Hakk ona şöyle der: Ben senin için cezalandırdığım gibi sen de inti­kamını al! Böylece Allah Teâlâ o kişiye (sıla-i rahmi kesenden) rahmetini kestiğini bildirir. Sonra Allah Teâlâ el-Afiıvv isminden hitap ederek (sıla-i) rahmi keseni bağışlamasını isteyerek şöyle der: ‘Sen rahmi kesen kişiyi bağışla ki, ben de seni bağışlayım!’ O da mutlaka ‘bağışladım’ der, çünkü orası korkandan bağışlaması istenilen yerdir. O da bağışlar, bu­na mukabil Allah Teâlâ da onu bağışlar ve bu affı karşılığında Allah Teâlâ’nın rah­meti kendisine ulaşır. Bu kez başka bir rahmi kavuşturur (sıla-i rahm eder) ve o rahim kendisine şefaatçi olur. İşte ‘Melekler, nebiler, mü­minler şefaat etti, geride en merhamedinin şefaat etmesi kalmıştır’ ifa­desinin anlamı budur. Böylece Allah Teâlâ’dan kulları hakkında söylediğimiz şefaat ile rahmeti gerektiren durumlar meydana gelir. Çünkü Allah Teâlâ’nın rahmeti gazabını geçmiştir ve rahmet gazabın önündedir (imam). Allah Teâlâ’nın gazabı kullardan intikam almaya başlar ve en son sınırına ulaşır. Oraya ulaşınca, rahmetin kendisini geçtiğini görür. Böylece gazaba maruz kalmış kullar gazaptan kurtulur ve hepsine rahmet yayılır. Artık hüküm, rahmete ait olur.

Gazabın ortaya çıkardığı süre, Besmeledeki Rahman ve Rahim ifadesiyle ‘Hamd âlemlerin Rabbine aittir5459 ayetinin ardından gelen ‘Rahman ve Rahim’dir’ arasındaki mesafe kadardır. Öyleyse gazabın süresi, ‘Hamd âlemlerin Rabbine aittir’ ifadesidir. Onun başı Rahman ve Rahim iken sonu da Rahman ve Rahim’dir. ‘Hamd âlemlerin rabbinedir’ ifadesi gazabın süresi olmuştur, çünkü bu sürede mutluluk ve zarar ortaya çıkar. Bu nedenle burada hamd zikredilmiştir ki övgü (se­na) demektir. Övgü anlamındaki hamd, Allah Teâlâ’nın zarar veya sevinç vermesiyle sınırlanmamıştır. Çünkü hamd sevinç ve sıkıntı durumlarını kuşatır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem sevinçli hallerinde ‘Nimet veren ve ihsan eden Allah Teâlâ’ya hamd olsun’ der, sıkıntı halinde ise ‘Her durumda Allah Teâlâ’ya hamdolsun’ derdi. Öyleyse Allah Teâlâ’ya hamd sıkıntı ve sevinç vaktinde zik­redilerek gazabın süresi olmuştur. Ahiret hayatında herkes, Allah Teâlâ’ya hamd eder, O’nun rahmetini umut eder, azabından ve azabın süreklili­ğinden korkar. Bu nedenle Allah Teâlâ, ‘Alemlerin rabbi Allah Teâlâ’ya hamdolsun460 ayetinden sonra ‘Rahman ve Rahim’dir5461 ayetini getirmiştir. Binaena­leyh âlem, üzerinde bulunduğu kınanan ve övülen durumlarla birlikte, bu rahmet ile Besmeledeki rahmetin arasında durur. Bu durum, ‘Güç­lükle birlikte kolaylık vardır, sonra güçlükle birlikte kolaylık vardır462 aye­tine benzer. Şair bu konuda şu beyideri söylemiştir:

Hayat seni daralttığı vakit İnşirah suresi üzerinde iyi düşün:

Güçlük iki kolaylık arasındadır Bunu düşünürsen mutlaka rahatlarsın

Allah Teâlâ ayette kolaylığı belirsiz getirmiş, belirlilik bildiren harfleri (Elif ve lam) ise güçlüğün başına getirmiştir. Bunun anlamı, ayette zikredilen ikinci güçlüğün birincinin aynı olmasıdır. Hâlbuki aynı du­rum kolaylık için söz konusu değildir. Kolaylık ile güçlük arasındaki bu temyiz, rahmetine olan hırslarını ve umutlarını artırmak ve pekiş­tirmek üzere Allah Teâlâ’nın kullarına dönük sırlı bir uyarısıdır, çünkü O merhamet edenlerin en merhametlisidir. Allah Teâlâ kullarına rahmetini art­tırmamış olsaydı, hiç kuşkusuz, merhamet edenlerin en merhametlisi olamazdı. Hâlbuki Allah Teâlâ, hiç kuşkusuz ki, merhametlilerin en merha­metlisidir. Yemin olsun ki Allah Teâlâ’nın rahmetinin bütün yönlerini kuşattı­ğı bir kimse, hüsrana uğramaz. Bunu bilmelisin!

Hakikatler sabit olduktan sonra cahil ne derse desin! Bazı insanlar bu konuda bizimle tartışmıştır. Allah Teâlâ’nın rahmeti bu kadar kapsamlı olmasaydı, (Allah Teâlâ’nın rahmetinin sınırlı olduğunu söyleyen) böyle in­sanlara Allah Teâlâ’nın rahmeti ulaşmazdı. Allah Teâlâ’dan bizi cahillere katmaması­nı diliyoruz. Çünkü bilgisizlikten daha kötü bir sıfat ve özellik yoktur. Çünkü bilgisizlik bütün kötülüklerin anahtarıdır. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e ‘Sakın cahillerden sakın olmayasın’*63 diye emretmiştir. Allah Teâlâ gençliği ve delikanlılığının gücü nedeniyle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e böyle hi­tap ederek yasaklamayı pekiştirerek söylemiştir. Buna karşılık Allah Teâlâ gençlik gücüne sahip olmayan ve yaşlanıp artık saygı gören bir insan haline gelen Hz. Nuh’a şöyle demiştir: ‘Sana cahillerden olmamanı tav­siye ederim.’464 Allah Teâlâ ona kendine öğüt verirken yumuşak söz söylemiş­tir. Çünkü genç ve yaşlıyla konuşma arasında fark bulunmalıdır. Nite­kim hallerimize göre konuşma arasında da bir fark vardır. Hallerimize göre Allah Teâlâ’yı överken farklı kelimeler kullanırız. Mesela sevinç anında ‘Nimet veren ve ihsan eden Allah Teâlâ’ya hamd olsun’ deriz. Sıkıntı anında ‘Her durumda Allah Teâlâ’ya hamd olsun’ deriz. Bunun nedeni, hamde sevk eden sebeplerin farklılığıdır ve bunu bize bizzat Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem dav­ranışıyla öğretmiştir. Allah Teâlâ’nın kullarına, hatta bütün yaratıklara karşı merhametli olanlar, kendisine kavuştuklarında Allah Teâlâ’nın rahmeti süratle onlara ulaşır. Onlar, kendilerinde buldukları yaratılmışlara karşı şefkat duygusuyla yaratıklara merhamet ederken Allah Teâlâ da onlara merhamet eder. Çünkü bu rahmet, onların kendilerine dönen amelleridir. Nite­kim bir rivayette böyle denilir. Başka bir ifadeyle Allah Teâlâ, kendi merha­metleriyle onlara merhamet etmiştir:

Ne muhalif ol ne kavga çıkar

Sadık ol fakat nifak çıkarma

Öyleyse her kim Allah Teâlâ’nın yaratıklarına merhamet ederse, gerçekte kendine merhamet etmiş demektir. Bunun yanı sıra, yaratıklara mer­hamet etmeleri nedeniyle Allah Teâlâ’nın kendilerine dönük rahmetine -ki bu onların amelleriydiilave O’nun başka bir rahmeti daha vardır. Bunu şöyle açıklayabiliriz: İçimizden birisinin Allah Teâlâ’nın bir yaratığına mer­hamet ettiğini farz edelim. Bu rahmet ya merhamet edilen kimsenin çektiği acıyı ortadan kaldırır veya acıyı kaldırmakla birlikte ona ilave bir iyilik verir. Mesela azap görmeyi Hakk eden birini hapisten çıkartan birini düşünelim. Böyle biri ya aracı olarak veya -cezalandıran kendi­siyseazabın o insana ulaşmasını engeller. İkinci olarak, cezalandırma­nın ardından onu bir göreve getirmek veya mal veya hediye vermek veya kendine yaklaştırmak gibi bir iyilik yapar. İşte bu ikinci iyilik, il­kinden başka bir durumdur. Kul merhamet ederek kendisi gibi bir canlıdan bir azabı kaldırır ve buna başka bir iyilik ekleyip Allah Teâlâ da kula -amelinin karşılığı olanrahmeti verdiğinde, buna bir ekleme yapar. Nitekim kul da -söylediğimiz üzeremerhametine bir ekleme yapmıştı. Bazen Allah Teâlâ kulun durumuna bakmaksızın kendiliğinden ekleme yapa­bilir. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Merhamet edenlere Rahman mer­hamet eder’ demiş, hâlbuki ‘Rahim merhamet eder’ dememiştir. Çün­kü Allah Teâlâ dünya ve ahiretin Rahmanı iken Rahim ise rahmeti sadece ahirete tahsis eder.

‘Yerdekilere merhamet edin ki, göktekiler de size merhamet etsin’ hadisine gelirsek, siz sıkıntı ve suçlu insanları görür ve onları affeder­ken Allah Teâlâ’nın emriyle onlara merhamet edersiniz. Bu merhameti onların halleri talep etmiştir. Herkes kendi haline göre merhamet eder: Gökte ise melekler vardır. Onlar bağışlanmamızı dileyerek bize merhamet ederler. Bu durum ‘Melekler yerde olanlar için bağışlanma dilerler465 ayetinde belirtilir. Sonra ‘Dikkat edin! Allah Teâlâ bağışlayan ve merhamet edendir466 buyurmuştur.

Bu Münazeledeki 'Biz onu unuttuk' İfadesinin Tefsiri

Bu bölümde zikredilen ‘bu münazelede onu unuttuk’ sözüne gelir­sek, bu unutma insanın Allah Teâlâ’yı eşyada unutmuş olmasının tanımıdır. Allah Teâlâ’nın kendisini unutmasıyla insana ancak kendi unutması dönmüş­tür. Allah Teâlâ onu kendisine izafe ederek şöyle der: ‘Allah Teâlâ’yı unuttular, Allah Teâlâ da onları unuttu.’467 Yani onlar Allah Teâlâ’nın hakkını terk etmiş, Allah Teâlâ ise işledikleri suçları nedeniyle Hakk ettikleri hakkı (cezayı) ‘terk etmiş’, on­ları cezalandırmamış, onlara azap etmemiştir. Allah Teâlâ’nın unutmasının böyle yorumlanması gerekir! Allah Teâlâ onlara mağfiret ve merhamet et­miştir. Bu yorum, şekilci âlimlerin anladığından farklıdır ve bu yorum -tefsir değilişarı yorumudur. Burada unutan insan, Allah Teâlâ’nın yerine getirmesini emrettiği hakkı unutarak, hiç kuşkusuz gerçekte Allah Teâlâ’yı unutmuştur. Çünkü işi ona emreden Allah Teâlâ’dır. Unutarak Allah Teâlâ’nın hak­kını terk etmiş, Allah Teâlâ ise keremini izhar ederek kendi hakkını (cezalan­dırma) terk etmiştir. Böyle birinin hakkı ancak ameliyle Hakk ettiği ce­zadır. Allah Teâlâ ‘unuttu’ diyerek cezayı terk etmiştir.

Allah Teâlâ bize ‘Allah Teâlâ’yı unutup Allah Teâlâ’nın da kendilerini unuttuğu kimseler­den olmayın468 diyerek kendisini unutmayı yasaklamıştır. Bu ifade Allah Teâlâ’nın bize bir tavsiyesidir. Allah Teâlâ bize söz konusu insanlar gibi Allah Teâlâ’yı unutmayı yasaklamıştır. Biz de Allah Teâlâ’nın hakkını salih bir niyet ve O’nun karşısındaki huzur haliyle eşyada yerine getiririz. Buna mukabil Allah Teâlâ ‘Hakk ediş’ yoluyla karşılığımızı verir. Biz o hakkı Allah Teâlâ’nın yap­mamızı bize nasip ettiği amellerle kazandık. Allah Teâlâ’yı unutanlar hakkında ise Allah Teâlâ, Hakk ettikleri azabı unutur. Hâlbuki onlar, O’nun hakkını terk etmişlerdi. Allah Teâlâ onlara ihsanda bulunduğunda, kendiliğinden ihsanda bulunmuş olurken hakkını yerine getirenlere yönelik ihsanı bir lütuf ve minnet ihsanı değildir. Bunun yanında amellerinin talep ettiği karşılığa ilave yapması O’nun ihsanı ve lütfudur. Nitekim onlar, ilahi rahmeti Hakk etmelerini sağlayan amellere de (herhangi bir sebebe bağlı olma­yan) ihsan yoluyla ulaşmışlardı, bunu bilmelisin!

Allah Teâlâ ayeti tamamlarken şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ’yı unuttular, Allah Teâlâ da onları unuttu.^469 Hâlbuki onların fasık olduklarını söylememiş, ‘müna­fıklar fasıklarâır470 demiş, zikredilenlere dönen bir zamirin bulunma­dığı başka biir söze başlamıştır. Her münafık fasıktır; çünkü münafık kendisine ait her kapıdan çıkabilir. Bu bağlamda müminlere bulunduk­ları Hakk göre gözükürken kâfirlerin yanındayken onların haline göre görünür. Bu kitapta münafıkların mertebesi ilgili bölümde ele alınmış­tı. Sen de dikkatini çektiğim hususun farkına var ve amel sahiplerinden ol! Amel sahipleri, ‘Allah Teâlâ’ya verdikleri sözü yerine getirenlerdir471 ve ‘Amel sahiplerinin ücreti ne güzeldir.’472 Allah Teâlâ’nın affından emin olma, yoksa O’nu unutanlardan olursun! Bunun yerine sana dünya hayatında daha fazla amel nasip etmesi için ihsanım ve lütfunu arzula ki, Allah Teâlâ da kendi katındaki makam ve saygınlığını artırsın!

Allah Teâlâ bize nehiy sigasıyla şöyle der: ‘Allah Teâlâ’yı unutanlar gibi olmayın. Allah Teâlâ da onlara kendilerini unutturmuştur. Onlar /asıklardır.’473 Zamir, onlara döner. Bu ise hakikatini nifakın değerinden söz ederken belirt­tiğimiz işin başka bir tarzıdır. Bahsettiğimiz nifak (iki yüzlülük), bu kitapta ele alınmış menzillerde zikredilen ‘övülen nifaktır.’ Unutulmuş olabileceğine varsayarak, konuyla ilgili bir kısmını burada aktaralım:

Allah Teâlâ peygamberinin diliyle şöyle der: ‘Kendini bilen rabbini bi­lir.’ Allah Teâlâ bizi deül yaptığına göre, bizim kendimizi tanımak üzere nef­simiz üzerinde düşünmemiz, rabbimizi tanıma amacı taşımalıdır. Allah Teâlâ hakkındaki marifeti ve bilgiyi unuttuğumuzda, hiç kuşkusuz, kendimi­zi de unuturuz. Bu, söz konusu marifete doğru giderken üzerinde yü­rümemiz gereken ilk kapıdır. Ondan diğer kapıya geçeriz. O ise kendi­sinden nefsimizi bilmemeye (cehl) çıktığımız kapıdır. Allah Teâlâ bizi ilahi surete göre yaratmıştır. Bu nedenle Allah Teâlâ’yı unutmuş olmamız, Allah Teâlâ’nın bize kendimizi de unutturması demek olmuştur. Bu nedenle Allah Teâlâ’yı unutmak bize yasaklanmıştır. Çünkü kendini unutan kişi, zorunlu ola­rak, Allah Teâlâ’nın kendi üzerindeki haklarını ve nefsin haklarını unutmuş demektir. Böylece kendilerini unutanlar, Allah Teâlâ’yı terk etmiş olurlar. Çünkü onlar, Allah Teâlâ’nın kendiliğinde bulunduğu durumu müşahede et­mediklerini biliyorlardı. Onlar, Allah Teâlâ’dan ancak kendi hakikat ve halle­rini müşahede edebilirler. Allah Teâlâ bu nitelik sahibi bazı kullarında bu durumu bilince, onlara kendilerini unutturmuş, onlar da müşahede esnasında gördükleri şeyin hallerinin ta kendisi olduğunu bilememiş­ler, bu nedenle bu müşahede esnasında şöyle demişlerdir: ‘Allah Teâlâ bana dedi ki, ben de O’na dedim ki...’ Bu makam nerede, ‘Biz Hakk’tan an­cak bulunduğumuz durumu müşahede ederiz’ diyenin makamı nerede! Onların böyle bir sözü söylemiş olmanın nedeni, Allah Teâlâ’nın kendilerini onlara unutturmuş, bunun neticesinde de onların kendilerini unutmuş olmalarıdır. ‘Onlar fasık bir topluluktur.’474 Yani onlar, kesin bir şekilde öğrenmiş oldukları üzere, Allah Teâlâ’yı kimsenin kendi hal ve durumu yönü­nün dışında, göremeyeceği bilgisinin ‘dışına çıkmışlardır.’

Allah Teâlâ kendisini ‘merhamet edenlerin en hayırlısı’ olarak nitelemiş­tir. Bilindiği üzere, bir varlık başkasına ancak Rahman’ın kendisinde yarattığı merhamet vasıtasıyla merhamet edebilir. Öyleyse yaratılmışla­rın birbirlerine olan rahmet ve merhameti, insanların değil, yaratılmış suretinde tezahür etmiş olan Allah Teâlâ’nın rahmetidir. Kutsi hadiste ‘Allah Teâlâ kendine hamd edeni duymuştur’ der. Bu hamd, kulunun diliyle Allah Teâlâ’nın sözüdür. Öte yandan Hz. Musa’nin işitmiş olduğu Allah Teâlâ’nın sözü ise kulun diliyle söylenmiş sözden daha üstündür. Böylece Allah Teâlâ’nın ke­lamı olduğu bilinen sözün kendisinde zuhur ettiği yerlerde bir derece­lenme meydana geldiği gibi O’nun rahmetinin sıradan bir varlık vasıta­sıyla ortaya çıkması yaratılmışın vasıtası olmaksızın Allah Teâlâ’nın kuluna merhametinden aşağı derecededir. Öyleyse rahmetin tezahüründe bir derecelenme vardır ve derecelenme mahalle bağlıdır. Allah Teâlâ’nın yaratıl­mış suretinde kuluna merhamet etmesi ise daha büyüktür. Çünkü bu rahmet ‘zevk’ten kaynaklanır. Rahim, merhamet ederek içinde bulmuş olduğu acıyı ortadan kaldırır. Hakk ise öyle değildir. O’nun rahmeti katışıksız ve saftır ve bu rahmetten dolayı acının ortadan kalkmasının (hazzı) kendine dönmez. Bu nedenle Allah Teâlâ, merhamet edenlerin en hayırlısıdır. O halde yaratılmışın merhameti şefkatten kaynaklanırken Allah Teâlâ’nın rahmeti kayıtsız ve mudaktır. Buna mukabil cezalandırması ve intikamı böyle değildir. Fakat Allah Teâlâ’nın cezalandırmasında mutlaka rahmet vardır. Bu rahmetin en azı kulun cezalandırılmasına varlık ih­san etmesidir. Cezalandırılmanın varlığı bile bir rahmettir ve Allah Teâlâ onu yokluktan varlığa çıkartırken cezalandırılana rahmet eder. Rahmet sıfa­tından yaratılmış olanın cezalandırması her durumda bir rahmeti içe­rir. Ebu Yezid el-Bestami bu makamdayken bir hafızın ‘Rabbinin ceza­landırması şiddetlidir475 ayetini okuduğunu duyunca, ‘Benimki daha şiddetlidir’ demişti. Çünkü insan cezalandırırken fiilinde rahmet bu­lunmaz. Çünkü birini cezalandırırken ona dönük bir rahmete sahip değildir. Bu cezalandırılma ancak cezalandıranın mahalline verdiği şeye göre gerçekleşir. Cezalandırma Allah Teâlâ tarafından yaratılmış olsa bile, Allah Teâlâ onu o yerde yaratmış ve yerin ve mahallin suretiyle ortaya çık­mıştır. Mahal ise kalbinde merhamet varken herhangi birinden intikam almayı talep etmez.

Allah Teâlâ kulunu cezalandırırken bu cezalandırmada bir tür rahmet vardır. Çünkü cezalandırılan kul, hiç kuşkusuz, O’nun kuludur. Nite­kim bir yaratılmış, kölesini cezalandırmak istediğinde cezalandırmaya bir tür merhamet karışmalıdır. O merhametin nedeni, kendisiyle kulu ve kölesi arasındaki münasebettir. Çünkü efendi için ‘efendi’ ve ‘sahip’ adını ortaya çıkartan kölenin kendisidir ve bu nedenle gözünü kararta­cak şekilde aşırı cezalandırmaz. Aksi halde insan kendini cezalandırmış olur. Buna mukabil arasında kölelik bağı veya efendilik niteliğini ka­zanmasını sağlayan bir ilişkinin bulunmadığı bir yabancıya karşı böyle hareket etmez. Bu nitelikteki birisini cezalandırırken merhametten yoksun olarak cezalandırabilir. Binaenaleyh Allah Teâlâ ‘merhamet edenlerin en hayırlısıdır.’ Fakat Allah Teâlâ’nın ‘cezalandıranların en hayırlısı’ veya ‘inti­kam alanların, azap edenlerin en hayırlısı’ şeklinde bir sıfatı yoktur. Hâlbuki ayette ‘Hüküm verenlerin en hayırlısı’476, ‘Bağışlayanların en ha­yırlısı’477, ‘Merhamet edenlerin en hayırlısı478 veya ‘şükredenlerin en ha­yırlısı’ gibi ifadeler geçer. Bütün bunlara rağmen Allah Teâlâ cezalandırır, intikam alır, şiddede alıp tutar, helak eder ve bir derecelendirme ol­maksızın azap eder. Allah Teâlâ’nın cezalandırma ve intikam almasıyla rahmet ve merhamede nitelenmesi arasındaki ayrımı iyice öğrenin!

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yolu ulaştırır.’

ÜÇ YÜZ DOKSAN ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

'Kendi lehine bir şeyi gördüğü yerde duran, helak olur' Münazelesinin Bilinmesi

Yaratma takdir demek, var olan (kâin) değil!

Yaratılanlar oluşan şeyler

Ruh ve kelimeler tek bir şey Onda Hakk ise taayyün eden

Alem sabit değil, değişken Onun makamı değişkenlik

Bu nedenle her şeye yaratılışını verdi Kelamına doğru yönlendirdi, açıklayınız!

Kelam bizim varlığımız olmasaydı Onu ganimet bilmez ve gözler haz almazdı

llah’ın türlü isimleriyle kalplerimiz Hakkın bana yönelmesi türlü türlü

Bütün söylediklerimizi -anlayış sahibi isenİyice öğrenmeli ve kavramaksın

Allah Teâlâ bize ve sana yardım etsin, bilmelisin ki, Allah Teâlâ insanın yaratı­lışını, hatta doğal ve unsurî âlemdeki cisimleri düzenlediğinde, onları her cisimdeki hikmetinin gereğine göreitidale kavuşturmuş, üflemey­le birlikte kendisine ihsan etmek istediği ilahi ruhu kabule hazır Hakk getirmiştir. Sonra bedene ruhundan üflemiş, bu üflemeyle birlikte be­deni yöneten bir nefis bedenin mizacının suretiyle ortaya çıkmıştır. Böylece mizaçlar derecelendiği gibi nefisler de derece derece olmuştur. Nitekim güneş ışığı cama vurduğunda, camdaki renkler nedeniyle, kırmızı, sarı, mavi gibi gözde ortaya çıkan renkler meydana getirir. Işıkta meydana gelen farklılık, ışığın bulunduğu yerden kaynaklanır. Yoksa ışıkta -o mahal olmaksızınbir parçalanma söz konusu değildir. O halde mahal hem ışığın kendisi hem kendisi değildir! İşte doğal (ta­bii) ve unsuri bedenleri yöneten nefisler de öyledir. Bu bağlamda nefis­ler, yönetmek şeklinde tezahür eden bedenlerde bir etkiye sahiptir. Be­denler söz konusu etkiyi nefislerden ancak kendi istidadan ölçüşünce kabul edebilirler. Öte yandan bedenlerin de ortaya çıkarken mizaçlara göre var olmaları nedeniyle nefislerde etkileri vardır. Bu bağlamda bir kısmı zeki, bir kısmı bedenin mizacına göre ahmak olarak ortaya çıkar. Nefisle beden arasındaki bu ilişki garip ve sırlı bir ilişkidir: her biri ötekine etki eder ve ondan etki alır.

Allah Teâlâ insan ve cinlerin büyük kısmının gözlerini yönetici nefs-i natıka’yı görmekten perdelemiştir. Bu nefisler, donuk, bitki ve hayvan denilen varlıklara ait yönetici nefislerdir. Bir kısmının gözlerini ise onu idrak etmek üzere açmıştır. Donukların da nefse sahip oldukları hakkındaki düşüncemizin ayetten delili, ‘Taşların bir kısmı Allah Teâlâ’nın korku­suyla düşer5479 ayetidir. Burada Allah Teâlâ taşlan korkmak özelliğiyle nitele­miştir. Bizim gibiler bu konuda rivayeti ihtiyaç duymaz. Çünkü Allah Teâlâ onları bize göstermiş, tespihlerini duyurmuş ve onları konuşturmuştur. Bütün bu nimederi için Allah Teâlâ’ya hamd olsun! Rabbin tecellisi karşısında dağın parçalanması da böyledir. Rabbi karşısında dağın nefsinde saygı duygusu bulunmasaydı, tecellisi nedeniyle parçalanmazdı. Çünkü zat­lar benzerlerine etki etmez: Eşyaya etki eden şey, onların değeri ve etki ettiklerinin nefsindeki mertebeleridir. Başka bir ifadeyle tecelli eden hakkındaki bilgi dağa, tesir etmiştir, yoksa gördüğü şey etki etmiş de­ğildir. Nitekim hükümdar sıradan bir insan suretinde insanların ara­sında çarşıda pazarda yürüdüğünde, insanlar hükümdar olduğunu bil­mediklerinde içlerinde saygı duygusu uyanmaz. Hükümdarı tanıyan biri onunla karşılaştığında, hükümdara saygı ve onun değerini bilme duygusu içini kaplar. Bu durumda ona etki eden şey hükümdar hakkındaki bilgisidir. Bu nedenle hükümdara saygı gösterir, karşısında edepli davranır ve karşısmda eğilir. O insanı tanıyıp hükümdara yakın­lığını bilenler ise onun ancak bir hükümdar karşısında böyle saygılı bir davranış sergileyeceğini bildikleri için, o kişinin hükümdar olduğunu anlarlar. Bu durumda bütün gözler kendisine yönelir, sesler kısılır, hü­kümdara yer açılır ve onu görmek ve hürmet etmek üzere birbirleriyle yarışırlar. Acaba bu etkiyi onlarda meydana getiren şey hükümdar hakkındaki bilgiden başka bir şey midir? Hâlbuki daha önce görmüş oldukları suretiyle hükümdara saygı göstermemişlerdi. Çünkü o esna­da hükümdar olduğunu bilmiyorlardı. Hükümdarın hükümdar olması, onun suretinden başka bir şeydir. Hükümdarlık kendisine biat etmiş insanlar üzerinde hüküm sahibi olmasını sağlayan nispi bir mertebe ve rütbedir.

Hafız Ebu Nuaym’ın Delalilü’n-Nübüvve isimli kitabında zikrettiği Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in İsra yolculuğuyla ilgili bir rivayet vardır: Cebrail geceleyin yanında bir ağaç olduğu halde peygambere gelmiş. Ağaçta iki kuş yuvası bulunuyordu. Birisine Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, ötekine Cebrail oturmuş. Sonra ağaç onları yükseltmiş ve göğe kadar çıkmışlar. İnci ve yakuttan bir Refref sarkmış. Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem onun mahiyetini bilme­diği için bu Refref kendisine etki etmemişken Cebrail onu görünce bayılmıştır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Bu esnada Cebrail’in bilgide benden üstünlüğünü anladım. Çünkü Cebrail neyi gördüğünü anlamış, bu bilgi onda bayılma etkisi yapmıştı. Hâlbuki Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem onu bilmiyor, dolayısıyla Refrefin ona etkisi olmamıştı. Öyleyse eşyaya ancak eşyada bulunan şey etki eder ki, o da bilgidir! Kuran okuyan iki şahsı düşünün: Birisi ürperir, ağlar, diğeri bunlardan bihaberdir ve Kuran ona etki etmez. Bu farklılığın nedeni bilginin etkisinden başka bir şey olabilir mi? Biri ayetin neyi gösterdiğini biliyor ve kendisini ağlatan, ürperten hakikate dair müşahede sahibiyken öteki bu mana­lardan habersizdir; Kuran onun boğazını geçmiyor veya tilaveti ona etki etmiyordu. O halde etki ayetin lafzının suretine ait değildir. Etki, ayeti ve onun kendisine getirdiği anlamları bilen ve müşahede edenin nefsindeki bilgiden kaynaklanır. Öyleyse sana ancak bildiğin ve gördü­ğün bir şey etki edebilir. Hafızın okuduğu ayet hakkındaki bilgisi ol­masaydı, ürpermezdi. Yolculuk yapmasaydı ve gördüğüyle sınırlı kal­saydı, bu durum onu korkutur, mudaka hissinden habersiz Hakk gelir, dehşete kapılır, bayılır veya -okuyanın gücüne ve zayıflığına göreölürdü. insan nefsinde bu konuda meydana gelen bilgiye göre hareket eder. ‘Sura üflenir, göklerde ve yerlerde bulunan herkes bayılır, Allah Teâlâ’nın diledikleri hariç!’480 Bu, izafi bir durumdur. Bazen bir şey Ali’de Ömer’dekinden daha korkutucu olarak bulunabilirken Ömer’de bulu­nan başka bir şey de Ali’de bulunduğundan daha korkutucu olabilir. Korkular her birisine etki eder ve birbirlerine şöyle derler: ‘Falan insa­nın gördüğüne şaşarım! Gördüğü hal kendisine etki etmiş. Bende bu­lunanı bilseydi, durumu nasıl olurdu?’ Her biri bu sözü söyler. Üçün­cü kâmil âlim ise onların sözlerinin aksini söyleyerek her birisine edd eden sebebi bilir. Başka bir ifadeyle onların bilmedikleri bir durumu o ikisinde bilir. Eşyayı mertebelerine yerleştiren ve ehli için onların mer­tebelerini belirleyen Allah Teâlâ münezzehtir!

Bu durumu öğrenince, gariplerin garibi olan sırlı bir bilgiyi de öğ­renmiş olursun. O bilgi, açıklanması mümkün olmadığı gibi ifadesi de uygun düşmeyen bir sırrı içerir. Allah Teâlâ kulu böyle bir bilgiyi açık­ladığında gayrete kapılır. Çünkü bu sır varlığın gerektirdiği bir du­rumdur ve faydası büyüktür.

O halde âlem ancak nispetler vasıtasıyla zuhur ederken âlemin ka­bul ettiği şeylerde nispedere göre gerçekleşir. O halde var eden nispet­lerle var ederken yaratılışı kabul etmek de nispederle gerçekleşir. O halde hüküm nispedere aittir. Hiç kuşkusuz bu açıklamalarla nispetle­rin mahiyetini öğrenmiş olmalısın!

Nispetlerle varlığım sahih oldu

Alem ile Allah Teâlâ arasında bağ ortaya çıktı

Bana tahsis ettiği şeye şükür olsun

Nispetler hakkındaki bilgiyi ihsan ettiği için

Nispetlerle mutluluğumuz mümkün oldu

            Bedbaht onlarla bedbaht oldu

Yokluk varlığın hükmüne bağlı

Dilediği şekilde bir sır ortaya çıkartır onda

O bizde etkili olan Yaratıcı

O hakkında kuşku bulunmayan Hakk

Allah Teâlâ âlemlere muhtaç değildir. Muhtaç olmamak ise bir tenzih niteliğidir. Bize göre Allah Teâlâ hakkında en büyük övgü ‘O’nun benzeri bir şey yoktur481 (ke-mislihî) ayetinde belirtilen durumdur. Burada kef har­finin sıfat veya zait sayılması durumu değiştirmez. Onun sıfat sayılma­sı, Kuran’ın indiği dili bilenler için daha doğru bir yorumdur. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Rabbine dua ederken ve O’nu överken şöyle der: ‘Sana övgüyü sayamam. Sen kendini övdüğün gibisin!’ Burada Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘O’nun benzeri bir şey yoktur482 ayetinde kastedilen hali kastetmek­tedir. Hz. Ebu Bekir (sıddîk-i ekber) şöyle der: ‘İdrake ulaşmaktan acizlik bir idraktir.’ Allah Teâlâ kendisini benzeri olmamaktan daha büyük bir ifadeyle övmemiştir ve O’nun benzeri yoktur. Bu nedenle söyleye­nin kendisi olması bakımından âlem hakkında şöyle der: ‘Her şey O’nun hamdini tespih eder.*483 Tespih tenzih demektir. Binaenaleyh âlemi var­lığı itibarıyla Hakka dayandırıp O’nun âlemi var ettiğini söylediğinde, bu nispet ve ilişkiyi ancak sabit nispeder vasıtasıyla anlayabilirsin. Söz konusu nispetlere misal olarak hayat, bilgi, irade, kudreti verebiliriz. Nazarî akıl meseleyi böyle anlar. Şeriata göre ise (bu nispetlere ilave olarak) Allah Teâlâ’nın Kail olduğu sabittir. Nispeder ilahi zata ilave varlıklar sayılsa bile, yaratma ancak var olana dönük olarak meydana gelen iliş­meyle (taalluk) gerçekleşir. İlişme ise ilişilen şeye dönüp bir nispettir. Bu sıfatlar zait değillerse, o zaman tek hakikat vardır ki o da zattır ve o zat mümkünleri var etmeye yönelir. O halde yönelmeler nispederdir ve onlar âlemde ortaya çıkan farklılık nedeniyle farklı farklıdır. Âlemde ortaya çıkan farklılık ise nispeder hakkındaki hükmümüzün delilidir. Her durumda nispeder sabittir. Nispetler inançlarda sabit olduğu ka­dar -kim olursa olsunlarbütün âlimlerin nefislerinde de sabittirler.

Bir söz gelmiş

Peygamber Mustafa’dan

Ona karşı çıkan kimse

İnancında bedbaht olmuş der

Onu kurtaracak kimse yok

Bedbahtlığıyla kalır

Ancak peygamberin emrine uyarsa

Ve yerine getirirse

Tüm söylediklerini mutlu olur

Hata yaparsa affeder onu

Onu yükümlü kılan

O ilahtır ve bu da yeter                                                             .

Bütün bu sözler doğrudur. Acaba senin bilginde Hakk’ın ve yara­tılmışın yönünden nispederden başka bir şey meydana gelmiş midir?

Sen nispetler vasıtasıyla var edildiğin gibi aynı zamanda nispetleri ka­bul ettin. Bu yaptığımız açıklamadan daha açık bir izah da olamaz.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yolu ulaştırır

ÜÇ YÜZ DOKSAN DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

'Edepli erer ve vasıl olur, eren -edepli olmasa bilegeri dönmez' Münazelesinin Bilinmesi

Müşahede olmasaydı ve ondaki nimetler Yoklukta âlemde emelim olmazdı

Bu sözde kinaye var: öyle ki ‘ol’ dedi ve ortaya çıktı Kelimelerde ‘ol’ sözünü dinleyerek hakikatlerimiz

Gözlerimizi açarsak pas kalmaz onlarda Biz karanlıktaki körler gibi şaşkın kalırız

Var değildik, nurun varlığı bizi izhar etti Biz bölünmeyen bir varlıkla var olduk

Nur bizim hakikatimiz ve bizim yaratanımız Onunla koşarız ayaklı ve ayaksız olarak

Allah Teâlâ sana ve bize yardım etsin, bilmelisin ki: Mutlak varlık, mut­lak iyilik demektir. Nitekim mutlak yokluk mutlak kötülüktür. Müm­künler bu ikisinin arasındadır. Onlar varlığı kabul ettikleri ölçüde iyi­liklerden nasip alırken yokluğu kabul ettikleri ölçüde kötülükten nasip­lenirler. Edep bütün hayırların toplamı demektir. Nitekim kelimenin kökü olan me’debe (sofra) de insanlar yemek için etrafında toplandıkla­rı için böyle isimlendirilmiştir.

Hiç kuşkusuz iyilik ve hayır, âlemde dağınık bir şekilde ortaya çıkmıştır. Bu nedenle hiçbir yaratılmış bir iyilikten yoksun değildir.

İmamlık ve önderlik suretine tahsis edilmiş ilahi surete göre yaratılmış olan kâmil mümkün ise bütün hayırları kendisinde toplamalıdır. Bu sayede âlemde imamlığı ve vekâleti Hakk eder. Bu nedenle Adem hak­kında ‘Adem’e bütün isimleri öğretti484 denilmiştir. Sadece isim ve isim­lendirilen vardır. Buna mukabil ‘Öncekilerin ve sonrakilerin bilgisi ba­na verildi’ diyen Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem adına ise isimlerin bilgisi gerçekleş­mişti. Buradan onda meydana gelen bilginin isimlerin bilgisi olduğunu anladık. Çünkü bu bilgi ilk olanın bilgisiydi, çünkü Adem ilktir. Başka bir ifadeyle Adem maddi var oluşta ilklerdendir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ise başkalarından üstünlüklerinden bahsederken kendisine ‘cevamiu’lkelim’ verildiğini söylemiştir. Kelim kelimenin çoğuludur ve kastedilen isimlendirilenlerdir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Meryem’e atmış olduğu keli­mesidir.485 O kelime İsa’dan başka birisi değildir. Bu itibarla bütün var olanlar Hakk’ın tükenmeyen kelimeleridir.

Hiç kuşkusuz Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’de isimler ve isimlendirilenlerin bil­gisi gerçekleşmiş, böylece bütün iyiliği kendinde toplamış, bu sayede bütün insanlara efendi olabilmiştir. Bu durum ‘Ben kıyamet günü in­sanların efendisiyim’ hadisinde dile getirilir. Orada Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in efendiliği ortaya çıkar, çünkü ahiret genel tecelli yeridir. Dolayısıyla tecellisi karşısında Allah Teâlâ’ya veya O’nun tarafından dilediği bir kuluna tahsis edilen bir hususta kimsenin Hakk iddia etmesi mümkün değildir. Öyleyse onun sözü, bu mutlak iyiliğe ulaşmış olmak demektir ki bu, kutsi hadiste ‘Ben kulumun duyması ve görmesi olurum’ belirtilen du­rumdur. Bu ifade, sürekli muduluğa ulaşmak demek olduğu kadar ta­lep edilen vuslat odur. Hiç kuşkusuz ulaşan ve eren, geri dönmez, çünkü perde kalktıktan sonra perdelenme haline dönmek söz konusu değildir. Çünkü bir kez bilgiye erdikten sonra bilineni bilmemek mümkün değildir.

Allah Teâlâ kâmil adamların kalp ve baş gözlerinden perdeleri kal­dırır. Bu kaldırma ise onların ilahi sıfadar hakkındaki bilgilerine ve sa­hip oldukları yaratılmış nitelikler hakkındaki bilgilerine göre gerçekle­şir. Bununla birlikte daha önce belirtildiği üzere (kevnî ve ilahi) bütün sıfatlar gerçekte ilahi sıfattır. İşte o insanlar, (bütün hayırları kendile­rinde toplamış) edepli insanlardır. Onlar Hakkın yaygısı üzerine otur­maya liyakat kazanmış ve kendisiyle oturan Allah Teâlâ ehlidir. Onlar zikir ve Kuran ehlidir. Bu bağlamda ‘Kuran’ (edeple aynı anlamda) ‘topla­mak’ demektir. Bu sayede kitap ‘Kuran’ diye isimlendirilmiştir. Sıradan insanların gözlerindeki perdeler ise ölüm vaktinde kaldırılır ve işleri oldukları hal üzere görürler. Mutlulardan olmasalar bile, muduları ve mutluluğu görürler. Bunun yanı sıra bedbahdarı ve bedbahdığı görür­ler. Artık bu bilgiden sonra cahil kalmazlar, fakat bedbaht olabilirler. Bu durum ‘eren geri dönmez’ ifadesinin anlamıdır. Bununla birlikte edepli olmayabilir, yani bütün hayrı ve iyiliği kendinde toplamamış olabilir. Edep bütün hayrı toplayan demektir dedik. Gerçekte hayır ve iyilik bir şeydir ve o tek birbirinden farklı pek çok surette ortaya çık­mış, edepli insan ise o suretlerden kendini toplamıştır. Böylece onun iyiliğinde bütün suretleriyle hayır ve iyilik ortaya çıkmıştır. Bu nedenle de ‘edip’, yani bütün farklı iyilik suretlerini kendinde toplayan kimse diye isimlendirilmiştir. Hayır ve iyilik kendiliğinde ise âlemde farklı suretlerde ortaya çıkan bir hakikatten ibarettir:

Allah Teâlâ’ya zor gelmez bilin ki

Bütün âlemi birde toplamak

Edepli insan, âlemde Hakkın suretiyle zuhur eden ve gözüken kimsedir: suretleriyle Hakkın icmalini tafsil ederken ve ayrıştırırken zatıyla da tafsil ettiğini icmal eder ve toplar. Bu sıfat ve kuvvet bir adamda bulunmazsa, o kişi edep sahibi (edîb) değildir. Böyle insanlar, görüldüklerinde Allah Teâlâ’nın hatırlandığı kimselerdir. Allah Teâlâ’yı zikreden böy­le bir insanın zikri ise bütün âlemi içerir. Allah Teâlâ’yı böyle bir dille zikre­den, hiç kuşkusuz, âlemi de zikretmiş demektir. Çünkü âlem Hakkın sureti olduğu gibi aynı zamanda kendisinde tafsilin gerçekleştiği ezZahir ismidir. ez-Zahir’in gösterdiği medlûl ise Haktır, çünkü Hakk kendisine delildir. Bu nedenle Allah Teâlâ adına el-Bâtın ismi ortaya çıkar. el-Bâtm icmalin kendisinde gerçekleştiği isimdir. Bilgi tektir ve bâtındadır. Bilginin ilgileri (taallukat) bilinenlerin suretlerinin çoğal­ması nedeniyle çoğalır. Bilen, bilinenleri hakikatierini ihata etmek üze­re basiretiyle hakikatlerin ve takdir edilenlerin sonsuz olduğunu keşf eder ve görür. Varlığı kabul ederken mümkünde yokluktan bir pay kalmamıştır ve sadece imkânın anlamının bir hükmü vardır. O hüküm henüz yok olmadığı gibi yok olması da doğru değildir. Çünkü bilinen­den başka bir şeyin gerçekleşmesi imkânsız olduğu gibi varlıktan kesin­likle yokluk meydana gelmez. Çünkü onun hakikati yokluğun kendi­sinden meydana gelmesine imkân vermez. O halde delilin yok oldukla­rını söylediği şeyler arasından yok olanlar, ya kendisi nedeniyle yok olmuştur veya varlıkta kalmasını sağlayan şartın ortadan kalkması ne­deniyle yok olmuşlardır. Bu özelliğiyle mümkün, Hakkın varlığından ayrılır. Çünkü ‘imkân’ hükmü, zamanda var olan varlıkta mümkünden ayrılmaz. Bununla birlikte imkânın Hakkın varlığının nasibi yoktur. Binaenaleyh mümkünlerin hakikatleri bir kez bile var olduktan sonra artık yok olmazlar, fakat bu durum belirttiğimiz şekilde gerçekleşir.

Var olma anlarından sonraki ikinci anda yok olan arazlara gelirsek, arazlar, akılda hükmü olan ve yüklem olarak kullanılan madum (yok olan) sebeplerdir. Bunun inkârı veya haklarında (başka) hüküm veril­mesi mümkün değildir. Arazlar gerçek-var olan şeyler olsalardı, -imkân hükmü kendilerinde kalmakla birlikteyok olmaları imkânsızlaşırdı. Nitekim kendi başına bilfiil var olan mümkünler de (cevherler) durum böyledir. Sonra tanımlarla varlıkları ayrıştırmaya başladığında, onların nispederden ibaret olduğunu, fakat bütün olarak da var olan bir du­rum olduklarını görürsün. Bir yaratılmışın onların durumunu bilmesi, mümkün değildir. Allah Teâlâ’nın dışında bir yaratılmışın ve ilk Akıl’ın nis­petlerin bir araya gelip bu birleşmeden zuhurda müstakil fakat (varlı­ğında) müstağni olmaksızın muhtaç varlıkların nasıl meydana geldiğini bilmesi mümkün değildir. Söz konusu varlıklar, haklarında verilmiş ‘imkân’ hükmü nedeniyle Allah Teâlâ’ya muhtaçtırlar. Bu durum, sadece Allah Teâlâ’nın bilebileceği bir iştir. Allah Teâlâ’dan başka bu bilgiye sahip birinin ol­ması mümkün olmadığı kadar bu bilginin kimseye öğretilmesi ve tali­mi de mümkün değildir. Talim’ derken, Allah Teâlâ’nın dilediği kullarına onu öğretmesini kastediyorum. Bu yönüyle (nispederin bileşiminden var­lıkların meydana gelişiyle ilgili bu) bilgi, Hakkın zatını bilmeye benzemiştir Hakkın zatını bilmek, O’ndan başkaları için imkânsızdır. Bi­naenaleyh âlemi veya insanın kendini bilmesi veya herhangi bir şeyin nefsini bilmek, Allah Teâlâ’dan başkaları için imkânsız bir durumdur.

Bu meseleyi anlamalısın, çünkü bilseler bile bu konuya dikkat çe­ken kimse görmedim ve duymadım. Çünkü söz konusu mesele, anla­şılması güç bir meseledir. Bununla birlikte büyük âlimler, bu meseleyi dile getirmişler, fakat o olduğunu bilememişlerdir. Bu itibarla (onlarm durumu) Belkıs’ın söylediği gibi ‘sanki odur’ ifadesiyle anlatılabilir. Gerçekte ise o odur. Nitekim özel bir surette zuhur ederken Hakka dair konuşan kişinin durumu da öyledir (‘gördüğüm sanki O’dur’). Bu kişi suretin Hakk olduğunu görür, fakat bilemez. Bu belirsizlik ve kuş­ku, bütün âleme yayılmış bir hükümdür.

Bu meseleyi düşünüp basiretle inceleyen kimse için gerçek böyledir Allah Teâlâ kendisi nedeniyle zuhur ettiği için âlemlerden müstağnidir. Dolayısıyla O’na kendinden başka delil yoktur. Çünkü O’ndan başka bir şey yoktur.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

ÜÇ YÜZ DOKSAN BEŞİNCİ BÖLÜM

'Mertebeme girip hayatı devam edenin sahibinin ölümünde intisabı banadır' Münazelesinin Bilinmesi

Nimet ve ihsanlar menzili Kerem anahtarları onda

Hadislik ona ait

Kadimlik mertebesinde ayağı yok

O yokluğun belirlediği bir hüküm

Onun oluşta bir ayağı yok                                                    .

Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Her nerede bulunursanız, O sizinle bera­berdir.486 Beraberlik, eşlik etmektir. Hakkın diliyle Haktan aktaran ve ‘şedîdü’l-kuva (çok güçlü)’ olduğu için arzusunda konuşmadığı belirti­len Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Allah Teâlâ’m! Sen yolculukta eşlik edensin (sahib, arkadaş!).’ Böyle diyerek Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem yolculuğunda Allah Teâlâ’yı refakatçi ve eşlik eden kabul etmiştir. Yolculuk anlamındaki sefer, isjar kelimesinden türetilmiştir. İsfar, zuhur ve görünmek demektir. Öyley­se Hakk, kendisine layık tarzda ve hakkında söylenebilecek bir yönden, ‘beraberliği zuhur eden ve gözükendir.’

Bilmelisin ki, ilahi hayat sırrı, bütün varlıklara yayılmış, bu neden­le onlar, Hakkın hayatıyla canlı olmuşlardır. Bir kısmındaki hayatı göz­lerimizle görebilirken bir kısmını ise peygamberler ve Allah Teâlâ’nın bazı ve­lilerinin dışındakiler dünyada göremez. Allah Teâlâ her şeyin hayat sahibi ve canlı olduğun peygamberlere ve bazı velilerine göstermiştir. Perdeli insanlar ise -mümin iseleriman yoluyla bunu öğrenir. Mümin olma­yanlar ise ne keşif ne iman yoluyla öğrenebilir. İnançsızlığa ve küfre düşmekten Allah Teâlâ bizi korusun!

Bu hayat var olanlara yayıldığı için hepsi Yaratanı övmek üzere di­le gelmişlerdir. Bununla birlikte her canlı söz konusu hayatın kendile­rine ait olduğunu zannederek bir iddiada bulunmuştur. Kalplerinden korku duyup gerçeğin inandıklarından farklı olduğunu görürler. Onlar canlı olmalarını sağlayan hayatın Hakkın hayatı olduğunu görürler. O kadar da değil! Bu hayat sahih bir hadiste geçtiği üzere Hakkın ta ken­disidir. Hadiste Allah Teâlâ ‘Ben onun duyması, görmesi olurum’ buyurur. Hadiste zikredilenlerden birisi de Hakkın kulunun hayatı olmasıdır. Bunu gördüklerinde ‘Rabbiniz size ne dedi? derler.’487 Hâlbuki ‘rabbinizin hayatı’ dememiştir. Bu nedenle ‘Hakkın kendisidir’ dedik. Onlar ‘Hakk derler.’488 Bunu ise Hakk olduğunu gördüklerinde söylerler. ‘O yü­ce ve büyüktür.’489 Yani Allah Teâlâ bir yere ve mahalle yerleşmekten münez­zehtir. Fakat nispetler, izafetler ve hakikatleri görmek vardır. Allah Teâlâ’nın kulunun duyması olduğunu söylediği yönün aynısıyla kulun hayatı, bilgisi ve bütün nitelikleri ve güçleri olduğu söylenebilir. Bunlar nispederdir, gerçek varlıklar değillerdir! Binaenaleyh Allah Teâlâ, âlim ve duyan gibi sıfadara ve isimlere sahip Hakk’tır. Tek hakikat vardır ve o hakikat zuhur edenin kendisidir. Öyleyse Hakk, zuhur edenin kendisidir. Hakk’ı hakka’l-yakîn tanıyan (tahakkuk) kula bu durum keşfolunur ve Hakk’ı Hakk olarak görür. Bununla birlikte Hakk her şeyi ihata edendir.

Hakk’ın mertebesine girmezden önce kendisine ait saydığı hayat, bu müşahedeyle birlikte artık kendisinde kalmaz. Hayatın zıddı ölüm­dür. Mertebe hakkında belirsizlik ortaya çıkıp Hakkın mertebesine gi­rip hayatının yine kendisine ait olduğunu zannedebilir. Böyle bir kişi­nin durumu, İblis’in deniz üzerindeki tahtını Rahman’ın istiva ettiği taht (arş) zannedenin durumuna benzer. Bu zanna karşı Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘o İblis’in tahtıdır’ demişti. Bu müşahede sahibi hayatı kendisine nispet edecek şekilde canlı olduğunu görür, çünkü onun adına Hakk ‘ölmüştür’; hâlbuki o Hakkın kendisine eşlik ettiğini zanneder. Hakk ise kendisinin ölümünde onu yalanlar. Çünkü o bu müşahedede yabancı­dır. Gerçekte ölü olan odur. O halde bütün sıfadarında Hakkın kendi­sine eşlik etmediği bir insan Hakk değildir. Çünkü Hakk parçalanmaz: Hakk varsa vardır, yoksa gerçekte vardır, fakat biz bilmeyiz. Alim ol, cahil olma! Bu nedenle ‘Allah Teâlâ cahili dost edinmemiştir’ denilir. Allah Teâlâ kendilerine gösterdiği fiil tecellilerinde velilerine öğretme işini üsdenendir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Siz bıkana kadar Allah Teâlâ bıkmaz’ buyurur. Ha­disin işarı yorumu, sizin bıkmış olmanız Hakkın bıkmış olması demek­tir. Hakk herkesin kendisi hakkındaki inancının ve bilgisinin kendisidir. İnsan bu inancından -ki rabbinden ibarettirhabersiz kalır. Böyle biri akidesinin mahallinden gitmiş olur ve o kişi Hakkı yetirir. Hâlbuki daha önce kendisini eşlik etmekteydi. Her insan Allah Teâlâ hakkındaki inancına göre O’na yaklaşır. Buna mukabil kendiliğinde ve gerçekte Hakk, bütün inançların ardında bulunur, hatta O her inancın suretidir.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar