YİRMİ SEKİZİNCİ SİFİR 2. Bölüm
ÜÇ YÜZ SEKSEN SEKİZİNCİ BÖLÜM
Bilinmeyen Bir Münazele
Belli bir irade ve tayin olmaksızın,
yükselen kimsenin Allah Teâlâ katında neye yöneleceğinin bilinmesi hakkındadır. Her şey O’nun
katında belirlenmiştir. Bu durumda kişi, bir belirleme olmadığında,
maksadına uygun olmayan şeyi amaçlamıştır.
Bir araya geldiğimizde zıt oluruz
Beraberken eşit
Gerçekte hiç bir varlık yok Haktan
başka bir tereddüt de yok
İnkâr edenlere söyle, doğrudur sözüm
Siz Amâ’yı bilmekten perdelendiniz
Yaratıkların var oldukları nefesten
de Onun durumu aynalara benzer
Bakanın suretini kendine çevirir
Gören herkeste sabit bir hükümle
Allah Teâlâ şöyle buyurur: cİyilik
yapanlar için iyilik ve ilave vardır.’393 Allah Teâlâ belli bir şey için
karşılık verirken belirsiz bir şekilde de ilave verir. Şeyhlerimizden birisine
ayetteki ilavenin ne olduğunu sorunca, şöyle demişti: ‘Akla gelmeyen şeyler.’ Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Cennette hiç bir gözün görmediği,
hiç bir kulağın duymadığı ve kimsenin aklına gelmeyen nimetler vardır.’ O halde
ayetteki ilavenin insan tarafından bilinmemesi gerektiği gibi insanda
bilinmeyen ve belirlenmeyen bir özellik bulunmalıdır ki, kendisine zikredilmiş
olan ‘akla gelmeyen’ nimet onun adına (o yönden) gerçekleşebilsin. Başka bir
ifadeyle, (Allah Teâlâ katından) bilinmeyenin karşılığında (insanda) bilinmeyen
bir yön bulunmalıdır. Allah Teâlâ şöyle der. ‘Hiçbir
nefs bilmez.’394 Burada
kelime belirsiz kullanılmış ve kendileri için ‘göz aydınlığı’ olan gizli
şeylerin bilgisi olumsuzlanmıştır. Buradan genel itibarıyla kastedilenin
görülen bir şey olduğunu anladık, çünkü onu göze bitiştirmiş, kulağa veya başka
idrak aracına bitiştirmemiştir. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’in ‘Gözümün aydınlığı namazdadır’ hadisiyle -münacatı değilmünacat
ettiği Hakk’ı kastettiğini anladık. Bunun için Allah Teâlâ’nın namaz kılanın
kıblesinde bulunduğunu bildirerek ‘Allah Teâlâ’yı görür gibi ibadet et’ diye
emretmiştir. Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Allah Teâlâ’yı
namazında görüyordu, yoksa ‘görüyor gibi’ değildi. Allah Teâlâ ehlinin bir
kısmı adına da bu mertebe gerçekleşmiştir. Böyle bir mertebe gerçekleşmemiş
olsaydı, peygamber Allah Teâlâ’yı görmeyi -amele değilibadete bitiştirmezdi.
Yani Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Allah Teâlâ’yı görür gibi amel et’
dememiştir, çünkü açık bir müşahede veya müşahede kaynaklığı hayal olmaksızın
ibadet sahih değildir. ‘Onun tevilini Allah Teâlâ bilir'395 ayetiyle ‘Gaybın anahtarlarının
bilgisi O’ndadır, onları Allah Teâlâ’dan başkası bilemez’ ayetleri bununla
ilgilidir. Bilgisi Allah Teâlâ’ya bağlı olan bir şey ancak Allah Teâlâ’nın
bildirmesi veya göstermesiyle bilinebilir. Konuyla ilgili bir ayette ‘Her
nereye dönerseniz, Allah Teâlâ’nın yüzü oradadır’396 denilir. ‘Başka
günlerden bir miktar’397
ayetinde de günlerin belirsiz zikredilmiş olması, konuyla ilgilidir.
Bu münazelenin kuldaki tezahürü ise
Ebu Yezid el-Bestami’nin Allah Teâlâ’nın karşısmda halsiz ve sıfatsız oturmak
hakkında söylediği gibidir. Bu durum, kulun niyetinde Allah Teâlâ’nın
bilgisine göre hareket etmesi ve Allah Teâlâ’dan bir şey belirlememesi
demektir. Allah Teâlâ’ya karşı niyetinde herhangi bir şeyi belirleyen kimseyle
bir tehlike üzerinde Allah Teâlâ’ya ibadet eden arasında görünüşte bir fark
yoktur. Bu münazele sahibi, kendi belirlemesiyle değil, vakitlerin
belirlemesiyle rabbine ibadet eder. Başka bir ifadeyle (içinde bulunduğu)
vaktin hükmüne göre hareket eder. Vakit ise -kendisinden değilAllah Teâlâ’dandır.
Kişi bu nedenle vaktinin
neyi getirdiğini bilemez. Onun
yapabileceği yegâne iş, Allah Teâlâ katından . # f gelmiş
ve bilinmeyen varide hazırlanmaktan ibarettir. Varid onu dilediği bir ibadete
yerleştirir ve söz konusu ibadet kendisi için münazelesinde Hakk’tan o amele
uygun olmayan bir netice meydana getirir; gerçi kendisi öyle bilse bile, amelle
meydana gelen netice, ibadete uygundur. Bu netice amele göre bir fazlalık ve
ilave iken ibadete göre neticedir.
Bu makam, kendisini tadan hiç kimseyi
tanımadığımız bir makamdır. Allah Teâlâ ehlinden -bildiğimiz kadarıylaonu
tadan kimse görmedik. Çünkü onların çoğu ibadet ile ameli ayırt etmezler.
Şâri’nin kendisi bakımından sebep göstermediği her amel ibadettir. Başka bir
ifadeyle amel içinde ibadet, sebepsiz olan kısımdır. Çünkü amel
sebeplendirildiğinde, bazen kul sebebin hikmetine yönelebilir; sebepli olmadığında
ise o ameli sadece ibadet olsun diye yapar.
Bilmelisin ki, ibadet, insan için
zati bir iştir ve onun yaratılmış bir ücreti olamaz. Çünkü ibadet yaratılmış
bir şey değildir. Allah Teâlâ’nın dışındaki bütün varlıklar, yaratılmış ve
zamanda var olmuş şeylerken onlarda ibadet yaratılmış değildir. Çünkü âlemdeki
varlıklara ait ibadet, onların hem varlık hem yokluk hallerinde gerçekleşir.
Bu sayede onların yaratılış emrini -bir gecikme olmaksızınkabul etmeleri mümkün
olur. Allah Teâlâ bir şeye ‘ol’398 deyince, o şeyin hemen var
olacağını söylemiştir. Öyleyse ibadetin yokluk halindeki mümkün üzerindeki
hükmü varlık halindeki hükmünden etkindir. Çünkü mümkün var olduğunda kendisine
ait düşünce ve görüşünü beğenir, efendilik iddia eder vb. Her kim olursa olsun
durum böyledir ve onun ibadeti, efendilik iddia ettiği ölçüde eksilir. Bu
nedenle ibadetin mümkünde varlık halinden daha çok yokluk halinde etkin
olduğunu söyledik. O halde böyle bir ibadet kime eşlik ederse, hiç kuşkusuz
dünya ve ahirette müşahedeye ulaşır. Bu haldeki bir insan herhangi bir şeye
sevinmez, herhangi bir şeye üzülmez, gülmez, ağlamaz herhangi bir vasıf onu
sınırlamaz, bir özellik onu belirginleştirmez. Artık onun ne resmi ne vasfı
kalır geride! Ebu Yezid el-Bestami bu makamdayken şöyle demiş: ‘Bir vakit güldüm,
bir vakit ağladım. Şimdi ne gülüyorum ne ağlıyorum.’ Bu makamdayken ona ‘Nasıl
sabahladın?’ diye sorulduğunda, şöyle demiş: ‘Benim ne sabahım ne akşamım var.
Sabah ve akşam şifada sınırlanan kimseye ait, benim sıfatım yoktur.’ Böylece
Ebu Yezid kendini ‘mutlaklık’ ile sınırlamıştır. Mutlaklık ise ancak ibadette
olabilir. Çünkü kul kendisine sahip olan efendinin iradesiyle sınırlamıştır.
Kim mutlak, yani kayıttan kurtulursa, onun ücreti sınırlanmadığı gibi aynı
zamanda belirlenemez. Çünkü kul ücretli biri gibi ücret almaz.
Şeyhimiz Ebu’l-Abbas el-Ureyni
-Endülüs’ün batısındaki Ulya şehrindendikendisine hizmet ettiğim ve
yararlandığım ilk şeyhimdi. Onun bu konuda, yani ubudiyet (kulluk) konusunda
derin tecrübesi vardı. Bu makamın sahibi kul kendi işinde bulunur. Nitekim Hakk
da kendi işindedir. Öyleyse mutlaklığın karşılığı da mutlaklıktır. Cebrail Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’e ihsanın ne olduğunu sorunca, ‘Görürcesine Allah
Teâlâ’ya ibadet etmendir’ demiştir. Hadiste ameli zikretmemiş, ibadeti zikretmiştir.
Allah Teâlâ ise ‘ihsanın karşılığı ihsandır’399 buyurur. Bu ayetin anlamı,
mutlaklığın karşılığı mutlaklıktır demektir. Ücret ve ecirler on ile yedi yüz
kat arasında sınırlıdır, çünkü onlar, zamanı sonlu belirli amellere ait
ecirlerdir. Dolayısıyla ecirlerin de sayıyla sınırlı olması gerekir. Ceza söz
konusu olunca, o da Allah Teâlâ katında sayıyla sınırlıdır. Mesela sabreden
insana ecri, bizim bilmediğimiz bir hesapla verilirken onun hesabı
Allah Teâlâ katında belirlenmiştir.
Çünkü sabır bütün amelleri kuşatan genel ibadettir. Bu yönüyle sabır, nefsi
meşru amellere zorlamak demektir ve bu nedenle miktarı belli olmamış, ameller
ise belirli ölçülere bağlanmıştır. Yükümlünün ölene kadar yaptığı amellerde
insan kendini amellere zorladığında sabır hali onun adına gerçekleşmiş olur ve
kendine de ‘sabreden’ denilir. Onun ücreti belirsiz veya genel itibarıyla
miktarı belirsiz kalır. Bununla birlikte o ücret, Allah Teâlâ katında bellidir
ve onun ücreti, terazi ve ölçü olmaksızın, alış verişte göz kararına benzer.
Öte yandan sabır, ibadetin yokluğu
veya yükümlülüğün olmayışı gibi durumlarda sahibine ait olan ibadetten
farklıdır. Sabır kendi yokluğu halinde veya yükümlülüğün bulunmayışı halinde
söz konusu değildir. O halde ibadet dünya ve ahirette devam eder.
İnsan ibadetinde yükselirken Hakkın
kendisine inişini müşahede eder. Nitekim Allah Teâlâ kendisini inmek
özelliğiyle nitelemiştir. Bu durumda bir araya gelme ve karşılaşma gerçekleşir
ki işte ‘münazele’ budur. Kul herhangi bir meşru ameli yapıyor olması
itibarıyla iyi ve dine uygun bir amelin sahibidir ve amelle birlikte yükselir.
Çünkü amel onun burağıdır. Bu durumda kul amel tarafından taşmır ve Allah Teâlâ
katından o bilgiye göre bir iyiliği ona kazandırır. Söz konusu iyiliği Allah
Teâlâ o ameli yapanlara verilmek üzere belirlemiştir. Sonra Allah Teâlâ o yükümlüye
bakar ve amelin onun tarafından müşahede edilmediğini görür; bunun nedeni kulun
ameli onun vasıtasıyla yapanın -kendisi değilAllah Teâlâ olduğunu görmesidir.
Kul sadece amelin yaratıldığı bir yer ve mahaldir. Başka bir ifadeyle insan,
amelin var olmasını sağlayan bir araçtan başka bir şey değildir. Allah Teâlâ
da yapana vaat ettiği yönden amelin hakkını kendisine verir ve şahsın neyi
müşahede ettiğine bakar. Onu yokluk halinde de ibadetinin kendisine eşlik
ederken görür. O ibadetin yegâne karşılığı, yükümlülerde gafleti yaratırken
ondan gafil olmakla kendini rızıklandırmamasıdır; sadece bu kadar! ‘Mümkün var
olurken bir efendiliğin ondan çıkması gerekir’ derken bunu kastetmiştik, çünkü
o gaflet hükmü vakti içindedir.
Bu münazelede kula yönelik inayet,
her durumda ibadetten gafletin kalkmasıdır. ‘İyilik
yapanlar için iyilik ve ilave vardır5400 ayetinin anlamı budur. Bu ilave
onlara ait ecirler, daha doğrusu amellere ait ecirlere göredir. O ecirler amel
sahibine aittir. İlave ibadetin sahibi hakkında belirttiğimiz durumdur, çünkü Allah
Teâlâ amelini işlerken failin gerçekte kim olduğundan onu habersiz bırakmaz.
Böylece o da gerçek failin Allah Teâlâ olduğunu görür. Amelin ücreti amel
sahibine dönmelidir ve ona göre ameli yapan Allah Teâlâ’dır. Allah Teâlâ’nın
ücreti ise -ücret kabul etmiş olsaydıkendi ölçüsünde belirlenir. Böylece ücreti
alacak araç mesabesindeki yükümlü adına Allah Teâlâ ücret kabul etmiş olsaydı
nasıl ücret ödenecekse öyle bir ücret ödenir. Kulun (ilave denilen) ücreti
ancak böyle olabilir. Amel onu sınırlasa bile, zikredilen müşahedeyle birlikte
böyle bir insanın ücreti nerede, amelde -Hakkı değilyükümlüyü fail olarak gören
insanın ücreti nerede! Bu durumda o insanın ücreti, fail olarak gördüğü yükümlü
insanın ölçüsüncedir. Bu durumda amelinin ücretinin dışında bir ücreti yoktur.
Yani onun ücreti, amel sahibinin ücretiyle birdir. Çünkü ona göre ameli yapan
kendisidir ve kendisinin bir değeri ve kadri yoktur. Kişi rabbine itaat etmek
özelliğiyle zuhur edip onunla nitelenmemiş olsaydı, nefsinden dolayı bir değeri
olmazdı. Bu nedenle muhalifin nereye varacağını görürsün. Bununla birlikte gerçekte
onun değeri olsaydı, onun değerinin hükmüyle Mutlu olurdu. Hâlbuki insan Allah
Teâlâ’nın rahmetiyle mutlu olabilir. Öte yandan sayesinde muduluğu Hakk
ettikleri bir değerleri olsaydı, mutlulukları derece derece olmazdı. Hiç
kuşkusuz yükümlülerin amellerinde olduğu gibi mutlulukta da derece derece
olduklarından kuşku duymayız. Ameller zaman, hal, mekân, amelin kendisi,
süreklilik, cemaade yerine getirilme veya tek başına yapılma gibi çeşitli
durumlar nedeniyle derecelenir. Buradan insanın kendinden dolayı karşılığının
olmadığını anladık. Onun rabbine itaatinin ve amelinin dışında kendisi
bakımından bir değeri yoktur.
Allah Teâlâ ifade ettiğimiz bu
bakışın ve karşılığın belirlenmesinin ardından yükümlünün müşahedesine bakar.
Onun ibadet sahibi olduğunu görür. Amel de ibadetine bağlıdır. Yükümlü
amellerden yüz çevirmek veya onlara yönelmek niteliğiyle nitelenmez; yokluğu
halindeki durumundadır ve onda hal değişmesi olmamıştır. Böylece bulunduğu
halde kalır ve gaflete maruz kalmaz. Dolayısıyla gafletin kendisine etkisi
olmaz. Bu hal ‘genel korunmuşluk’ demektir. Ondan itaatsizlik meydana
geldiğinde, onda meydana getirilmeleri itibarıyla kaderin ve kazanın hükmüyle
meydana gelir. Nitekim itaatin meydana gelmesi de öyledir. Onun ibadetinde bir
hal eksilmez, çünkü gaflet ona ulaşmaz. Onun sürekli hali huzurdur. Ondan bir
şeyin meydana gelmesi, Allah Teâlâ’nın meydana gelen şeyi onda yaratması
demektir. Meydana gelen şeyin zahiri, şeriatın hitabı nedeniyle, günahtır. Buna
mukabil meydana gelen iş, Allah Teâlâ’nın kendisini orada yaratmış olduğu
kendisini tespih eden varlıklardan birisidir. Dolayısıyla muhalefetin ona
etkisi olmadığı gibi itaatin de ona bir etkisi yoktur. Hayvanı nefs bu amelle
mutludur. Amel her ne olursa olsun, daha doğru bir ifadeyle amel zahirde günah
veya iyi amel diye isimlendirilmiş olsa bile, gerçekte günah değildir. Sadece
onun hayvani hareketi, yükümlü olmayan canlıların hareketleri gibi itaat etmek
veya günahkâr olmakla nitelenemezler. Burada söz konusu olan, o mahalde ve
yerde suretlerin yaratılmasıdır.
Şekilci âlimler söz konusu suretlerin
akıllı ve yetişkin müminlerden ortaya çıktığını görüp bir davranışın şeriatın
hükmündeki durumuna göre itaat veya günah diye hüküm verirler. Bir ihtimal söz
konusu olmadığında, başka bir şey yapmaları da mümkün değildir. Bir davranış
hakkında onları kuşkuya düşürecek bir ihtimal ortaya çıkarsa, günah hükmünü
başka bir hükme yeğlemeleri doğru değildir. Mesela Ramazan’da gündüz orucunu
yiyen sağlıklı bir mümin görüldüğünde, bilmediğin bir hastalığı veya senin
bilmediğin bir yolculuk halinin olduğunu bilmelisin. Bu ihtimal ortadayken ona
tepki göstermen doğru olmadığı gibi ona bunun sebebini sorman da doğru
değildir. Bunun yerine kendinle meşgul olman gerekir.
Bu bölümde zikredilen hadiste Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Cennette gözün görmediği, kulağın duymadığı ve hiç
bir insanın aklına gelmeyen nimetler vardır’ buyurur. Bilmelisin ki, cennet,
zikrettiğimiz bu nedenle ‘cennet’ diye isimlendirilmiştir. Aynı şekilde
melekler de ‘cin’ diye isimlendirilmiş, cinler de aynı şekilde
isimlendirilmiştir. Bütün bunların nedeni, gizlilikle ilgilidir. Gizlenme tek
bir tarzda değildir ve farklı hükümleri vardır. Bu bağlamda gizlenmenin bir
türü, Hakkın kıyamette tecelli ederek ‘Ben sizin rabbinizim’ demesidir.
İnsanlar O’nu görürler, fakat inkâr ederek O’nun rableri olduğunu tasdik
etmezler. Bununla birlikte perde kalktığı için ‘görmek’ gerçekleşmiş, Allah
Teâlâ da kendisini tanımalarını mümkün kılan alâmete göre tecelli ettiğinde
‘Sen bizim rabbimizsin’ derler. Hâlbuki Hakk daha önce inkâr ettikleri ve kendisinden
kaçındıkları kimsedir. Şimdi ise O’nu kabul etmiş ve tanımışlardır. Bu
müşahedeyle birlikte onlar adına gerçekleşen perde nedir ki? Var olan bir şey
midir, yok olan bir hüküm müdür? Allah Teâlâ müşahede edilen ve perdeli
olandır. Burada var olan bir perde olmadığı gibi varlıkta yokluğun hükmü de
yoktur. Bu işin ne kadar gizli olduğuna balanız! Alemde gerçekleşen her şey,
böyle gerçekleşirken insanlar ondan habersiz kalır. Nitekim meleğin ve şeytanın
bizimle birlikte olduğuna inanırız. Bizde ise duyulur perdeler mevcut değildir
ve gözlerimiz görmektedir. Buna rağmen meleği ve cinleri göremeyiz. Onlar ise
-biz onları göremiyor ikenbizi görürler. Cinler ve kabilesi bizi gözleriyle
görürken biz iman ederek onları görürüz, gözle göremeyiz. Peki aramızdaki örtü
nedir? Çünkü bu örtü aramızda bulunsaydı, bizi onlardan perdelediği kadar
onları da bizden perdelerdi. Bu konuda hikmetin belirlenmiş olması gerekir.
Aynı şey Allah Teâlâ’nın bizimle kendisi arasında olduğunu söylediği nuranî ve
zulmanî (karanlık) perdeler için geçerlidir. Karanlıkta tenzih gerçekleşir ve
yaratılmışların özelliklerini O’ndan tenzih ederiz ve O’nu görmeyiz. Bu bakışla
birlikte, biz perdeleri gözlerimizin üzerinde kabul ederiz. Işık ise O’nun
bize gözükmesi gibidir. Bu sayede O’nu görür, fakat O olduğunu inkâr ederiz.
Nitekim kıyamette gerçekleşecek tecelli hakkında bunu belirtmiştik. Ariflere
göre söz konusu tecelli dünyada kıyametteki gibi gerçekleşmektedir. Bu yönüyle
arifler Allah Teâlâ’yı zaman içinde var olmuş mümkünlerin suretlerinde
müşahede ederken perdeli-şekilci âlimler O’nu inkâr ederler. Bu nedenle arifler
için Allah Teâlâ ez-Zahir diye isimlenmişken perdeliler için el-Bâtın diye
isimlendirilmiştir. Sadece Allah Teâlâ vardır. Allah Teâlâ ehli, dünya ve
ahirette sürekli bi şekilde gözle O’nu müşahede ederler. Bununla birlikte suretlerin
birbirlerinden farklıdır ve bu durum onlara göre sorun teşkil etmez.
Birisi çıkıp şöyle diyebilir: ‘Hz.
Musa bir veliden bu sıfatlara daha layıkken görmek istemişti.’ Şöyle deriz:
Mümin isen -keşif ehli olmasan bileRasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in
Hakkın bir surette tecelli edip başka bir surete geçeceğini, birinde tanınırken
ötekinde inkâr edileceğini bildirdiğini biliyorsun. Mümin isen, bu hadis
hakkında kuşkuya kapılmazsın. Üstelik Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem suretlerdeki
tecellinin tecelligaha göre gerçekleşeceğini de beyan etmiştir. Bunu bilince,
Hz. Musa’nın Hakkı velilerine tecelli ettiği şekilde gördüğünü bilirsin. Çünkü
Hakkın farklı suretlerde velilerine tecelli ettiğini biliyordu ve kendisi de Allah
Teâlâ’nın bir velisiydi. Binaenaleyh Hz. Musa bu ve benzeri bilgilere sahipti
ve ortada bir belirsizlik yoktu. Onun talep ettiği tecelli, sadece nebilerin
idrak edebildiği suretteki tecellidir. Nebilerin bir kısmına Allah Teâlâ başka
insanların ulaşamadığı bir makamı tahsis etmiştir. Buna misal olarak Hz.
Musa’da vasıtaların ortadan kalkmasıyla gerçekleşen doğrudan ko-, nuşmayı
verebiliriz. Hz. Musa nebilik makamının talep ettiği surette Hakkı görmek
istemişti. Velilerin Hakkı gördükleri surette görmeye gelirsek, Hz. Musa zaten
bunu bilmiş ve tecrübe etmişti. Senin böyle bir itirazı ileri sürmen veli
olmamandan kaynaklanır. Ariflerden olsaydın, bu hali müşahede edip soruna
cevap diye zikrettiğimiz ayrıntılardan bihaber kalmazdın.
Öyleyse Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem’in ‘cennette hiçbir gözün görmediği nimetler vardır’ hadisinin
-tefsir olarak değilitibari ve (işarî) yorumla ‘gizlilik’ anlamında
yorumlanması uygundur. Çünkü bir göz onları görmüş olsaydı gizli kalmaz; göz
görmüş olsaydı, hiç kuşkusuz, dile gelmiş ve bu kez duyulur, duyulmuş olsalardı
sınırlanmış, sınırlanmış olsalardı akla gelir ve öylece bilinirlerdi. Öyleyse
cennet, bilinmeyen bir perdeyle bizden perdelenmiştir. Çünkü o ‘cennet’ denilen
bir perdenin içindedir. Onun kendisi perde olunca, gördüğümüzü örtü saymanın
dışında perde kalmamıştır. Bu kez himmet, örtünün ardındakine yönelir ki, o da
örtüyle örtülendir. Öyleyse perde bize bizden gelmiş buna ise tenzih yol
açmıştır. Bu nedenle peygamberler Hakkı etmekle tenzihle birlikte teşbih
özelliklerini zikretmişlerdir ki, gerçeği insanlara yaklaştırabilsinler. Allah
Teâlâ’ya en yakın kulların dikkaderini de yakınlıktayken işin kendinde
bulunduğu perdeye çekmişlerdir. Teşbihle gerçekleşen bu dikkat çekme, gözden
perdelerin kaldırılmasını sağlar. Bu durumda göz, can çekişen insanın gözünün
nitelendiği üzere, keskin olmakla nitelenir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Senden
örtünü kaldırdık, bugün gözün
keskindir.’401
Can çekişen insan yanındakilerin görmediğini görür ve yanındakilere gördüğü ve
idrak ettiği şeyleri doğru bir şekilde bildirir. Orada bulunanlar ise can
çekişenle birlikte bulunan melekleri veya aynı mecliste bulunan ruhanileri
görmedikleri gibi hiçbir şey de görmezler. Hiç kuşkusuz Allah Teâlâ bize
meleklerin zikir meclislerinde hazır bulunduklarını bildirmiştir. Onlar zikir
meclislerini aramak üzere seyahat eden meleklerdir. Zikir meclislerini
gördüklerindeyse, birbirlerini çağırarak ‘geliniz, aradığınız buradadır’
derler. O meclisteki insanlardan sadece Allah Teâlâ’nın gözünden perdeyi
kaldırdığı kimseler melekleri görebilir ve onları idrak edebilir. Bunlar, keşif
ehlidir. Bakınız! Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem cenazenin ardında
bineldi olarak yürüyenlere ‘Melekler cenazede yaya yürürken, siz bineldi
yürümekten utanmıyor musunuz?’ demişti.
Mümin kişi her mertebeye müşahede
sahibi gibi davranmalıdır. Aksini yapan gerçek mümin değildir. Çünkü her hakkın
bir hakikati vardır. Her hakkın hakikati, söz konusu hakkın gözle idrak edilen
ve görülen bir Hakk getirilmesidir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Ben
gerçek bir müminim’ diyen birine bunu söyleyerek şöyle sormuştu: ‘Her hakkın
bir hakikati vardır, senin imanının hakikati nedir?’ Adam şöyle demiş: ‘Sanki
rabbimin arşı kıyamet günü gözükmüş, ben de ona bakmaktayım.’ Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem ‘doğru söyledin, böyle devam et’ diye karşılık
vermiştir. Böylece sahabe hakikatin bakmak ve görmek diye yorumlamış ve onu
sanki ile nitelemiştir. Çünkü kıyamet duyuda gerçekleşmiş değildi, fakat onun
hakkında misali bir surette gerçekleşmiştir. Sahabe vakıada temsil yoluyla kıyameti
idrak etmiş ve kendisine ‘Allah Teâlâ’yı görür gibi ibadet et’ denilen âbid
gibi olmuştur. Allah Teâlâ gözüken Arş’a benzemez, çünkü Allah Teâlâ burada
namaz kılanın kalbinde veya -hangi amel olursa olsunibadet edenin kalbinde
gerçekte de mevcuttur. Arş’ın gözükmesi ise öyle değildir. İnsanların bir
kısmı Allah Teâlâ’ya ‘O’nu görür gibi’ ibadet ederken görmeyenler ise görmeyi
engelleyen bir perde nedeniyle görememiştir. İnsanların bir kısmı, Allah
Teâlâ’ya görerek ve müşahede ibadet ederken gören ile görmeyen arasındaki fark
O’nu görmeyenin aynı zamanda bilmemesidir. Bununla birlikte Hakk kendisine
görülür. Arif ise O’nu bilir, fakat öyle bilginin dile getirilmesi uygun
değildir, çünkü o bilgi kabul edilmez. İnsan bu bilgiyi kendinden müşahede
ederse, bilmemesi söz konusu olamaz. Bu durumda ibadetinde Allah Teâlâ’yı
görenlerden birisi haline gelerek ‘sanki O’nu görürsün’ hükmü kalkar. Bunu
bilmelisin!
Allah Teâlâ ‘Hiçbir
nefis onlar için gizlenmiş olanı bilmez5402 buyurur. Yani yaptıklarına bir ve
ceza karşılık olarak, daha önce nitelenen insanlar kastedilmektedir. Onların
karşılıkları, bilmeyen nefisten onu gizlemeleridir. Onların halinin ve Allah
Teâlâ katında kendilerine ait (nimederin) bu bilgisiz nefislerden gizlenmesi,
onların karşılıkları olmuştur. Böylece nefisler onların karşılıklarını hiçbir
şekilde bilmezler. Başka bir ifadeyle onların karşılıkları ve cezaları, Allah
Teâlâ katındaki makamlarının bilinmemesidir ve dolayısıyla hiçbir nefis onları
takdir edemez. Nitekim Allah Teâlâ kendinden haber verirken ‘Allah
Teâlâ’yı hakkıyla takdir edemediler5403 buyurur. Böylece kendi özelliğini
yaratıkları arasında onlara vermiştir ve dolayısıyla hiçbir nefs Allah
Teâlâ’nın onlar adına sakladığı ve gözlerini parlatacak nimederi bilemez.
Nitekim Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Göz aydınlığım namazdadır’
buyurur. Bütün idrak araçları arasından sadece gözler zikredilmiş, başka bir
duyu zikredilmemiştir. Çünkü Allah Teâlâ’ya ait olsun veya olmasın her sözün
var olan bir şeyden çıkması gerekir ve sadece söz ve var olan gözler vardır.
Görmek görülenin kendisine ilişir ve görülen şey görmek için hazır olmalıdır;
onun var olup olmaması birdir. İnsan onu herhangi bir şekilde gördüğünde,
başkası O’nu göremez. Bu nedenle Hz. Musa gördüğüyle gözüyle aydınlansın diye,
görmek istemişti. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem namaz kılarken görme
ve müşahede sahibiydi. Bu nedenle namaz onun gözünün aydınlandığı yerdi, çünkü
bu esnada konuşuyordu. Varlıklar daha önce de belirttiğimiz gibi söz
vasıtasıyla meydana gelir. Öyleyse namazda münacatta kaldığı sürece, peygamber
ve Hakk sürekli suretier inşa ederler. Binaenaleyh Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem tilavetinden ve onun konuşmasının karşılığında Allah Teâlâ’nın
sözünden meydana gelen şeyleri görüyordu. Nitekim namazı kul ile Allah Teâlâ
arasmda ikiye taksim eden hadiste bu durum belirtilmiş, orada kulun ve Hakkın
konuşması zikredilmiştir.
'Onun tevilini
sadece Allah Teâlâ bilir' Ayetinin Tefsiri
Allah Teâlâ ‘onun
tevilini sadece Allah Teâlâ bilir5404 buyurur. Çünkü bir şeyin varacağı
yerin gerçekleşmiş olup görülmesi mümkün değildir. Bununla birlikte söz konusu
yer, gören için misali bir surette gerçekleşmiş olabilir. Bu durumda gören onu
‘görür gibi’ olur. Çünkü (teville varılmak istenilen) ‘meal’, şimdiki halin
mukabilidir. Başka bir ifadeyle hal mevcut iken meal mevcut değildir. Bu
nedenle ‘meal’ diye isimlendirilmiştir. Tevil bu müteşabih (ayetin) hükmünün
döneceği yerdir. Öyleyse müteşabih (ayet), tevili bilen adına, müteşabih değil,
muhkemdir. Bilen ise sadece Allah Teâlâ ve bilgide derinleşenlerdir. Bilgide
derinleşen ‘iman ettik, hepsi rabbimizin kadındandır’ der. Yani müteşabihiyle
ve muhkemiyle bütün ayetler Allah Teâlâ’nın katından gelmiştir. Allah Teâlâ
müteşabihin yorumunu gösterdiğinde, artık onun adına muhkem haline gelir. Başka
bir ifadeyle tevilini bilen insana göre müteşabih hükmü ortadan kalkar. Bu
yorumla Allah Teâlâ katında ayet nasılsa, o insana göre de öyle olur. Bununla
birlikte ayet, iki uçtan birisine (yorumlanmaya) elverişli olduğu için
müteşabih olarak kalır ve gerçekte olduğu gibi terimsel anlamıyla herhangi bir
yöne tahsis edilemez. Başka bir ifadeyle kişi ayetin tevilini bilse bile,
ayetin hükmü (bu yönden) müteşabihlikten çıkmaz. Allah Teâlâ’nın öğrettiği
âlimin nihai bilgisi, ayet hakkında belirli bir yönü bilmekten ibarettir, yoksa
iki yönü değil! Ayet gerçekte müteşabih olma özelliğini yetirmiştir. Çünkü
diğer yön de ayetin nu göstermesi bakımından ve içerdiği anlam itibarıyla kendisini
talep ederken Allah Teâlâ’nın o kişiye öğrettiği yön ve yorum da ayete
uygundur. Binaenaleyh Allah Teâlâ’nın ayet hakkında öğrettiği bilgi, ayetin
içerdiği yönlerden birisine doğru veya birden çok yönü varsa yönlerden
birisine ayeti ‘tevil’ etmektir. Böylece kişi, ayeti müteşabih olarak bildiği
gibi ayet gerçekte de müteşabihtir. Çünkü her yön, kendi nasibiyle ve
delaletiyle onu talep eder, s Muhkem sürekli muhkemken müteşabih sürekli
müteşabihtir.
Bunu söylememizin nedeni şöyle bir
zanni ortadan kaldırmaktır: Ayette geçen lafzın her vecihle ilgili tevilini
bilmek, hakkında hükmünün bulunduğu herkes hakkında, ayeti müteşabihlikten
çıkartmaz. Gerçek öyle değildir; aksine nasibi olan herkes için ayetin tevili
bilinse bile, ayet, asıl itibarıyla müteşabih olarak kalır. Böyle bir ihata meçhuldür
ve sadece bu münazelede öğrenilebilir. Bu bilgiye sahip insan, müteşabih
ayetten her Hakk sahibine hakkım verir. Nitekim Allah Teâlâ da benzerlik ve
ortaklık üzere her şeye yaratılışını verir. Gaybın anahtarlarını da Allah
Teâlâ’dan başkası bilemez ki bu da aym konuyla ilgilidir. Dolayısıyla onlar,
sadece Allah Teâlâ’nın bildirmesiyle öğrenilecek hususlardır. Hatta anahtarlar
bilinse bile, gaybın anahtarları oldukları bilinemez. Buna dikkat etmelisin.
Bilmelisin ki, Allah Teâlâ’dan
öğrendiğimiz bilgi bize kabiliyetlere ait istidatların gaybın anahtarları
olduğunu gösterdi. Çünkü sadece genel ve mutlak vergi ile cömertçe ihsan edilen
feyiz vardır. Gerçekte gayb olmadığı gibi müşahede de yoktur; sadece
nihayetsiz bilinenler vardır; bir kısmı vardır, bir kısmının varlığı yoktur,
bir kısmı sebeplidir, bir kısmının sebebi yoktur, bir kısmı varlığı kabul eder,
bir kısmı kabul etmez. Öyleyse anahtar, açma ve bu esnada açılan, açılma
esnasında açılanın üzerinde perde olduğu şey vardır. Anahtar senin istidadındır.
Sen onun vasıtasıyla öğrenir ve bilgiyi kabul edersin. Bu yönüyle açılma,
talim, yani öğretmek demektir. Açılan ise, önünde durduğun kapıdır. Orada
durmayıp yürürsen, her ayak attığında görmediğin şeyleri görür ve
bilmediklerini öğrenirsin. ‘Allah Teâlâ’nın senin üzerindeki
ihsanı büyüktür,’405
O halde istidat kazanılmış değil,
aksine ilahi vergidir. Bu nedenle de onu sadece Allah Teâlâ bilebilir. Bu
bağlamda gaybın anahtarları olduğu bilinir, fakat özel ve tekil bir gaybın
anahtarının hangisi olduğu bilinemez Allah Teâlâ’dan istidat meydana
geldiğinde, anahtar da meydana gelir ve talim gerçekleşinceye kadar açılma
geride kalır. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Rahman
Kuran’ı öğretti, insanı yarattı ona beyanı öğretti.'406 Öyleyse talim, açılmanın ta
kendisidir. ‘Her nereye dönerseniz, Allah
Teâlâ’nın yüzü oradadır'407
ayeti de konuyla ilgilidir. Binek üzerinde namaz kılan bir insan belli bir yöne
yönelmez ve hayvanı kendini nasıl götürürse öyle kılar ya; arif de münacat
esnasında Rabbinin onu nereye sevk edeceğini bilemez. Arif Allah Teâlâ ile
konuşma ve münacatmda kelamından -ki kelamı Kuran’dan surelerdirokuduklarına
göre hareket eder. Hangi sure veya hangi ayet olursa olsun, belirlemeden
okumalıdır. Çünkü Şâri kendisini belirli bir sureyle sınırlamamıştır. Bu
nedenle aklına ilham edildiği üzere hareket eder. Arif kendisine ilham edileni
bilmediği gibi münazelesinde Hakk ile konuşurken Hakkın ona neyi söylediğini de
bilemez.
'Geçmiş günlerin
sayısınca../ Ayetinin Tefsiri
‘Geçmiş günlerin say ısınca...5408
ayeti de konuyla ilgilidir. İnsanın ömrü boyunca kat etmiş olduğu Allah
Teâlâ’nın günlerinin sayısı belli değildir ve bu nedenle Allah Teâlâ onları
belirsiz zikretmiştir. Yolculuğu esnasında yükümlünün belirlemede muhayyer
olduğu kadar gün tespit etmesi gerekir. Fakat ne kadarını belirleyeceğini Allah
Teâlâ’nın ilhamıyla öğrenir. (Ayetin hakkında indiği) orucun benzeri yoktur.
Dolayısıyla benzeri olmayan ibadetin hangi şekilde yerine getirileceği
bilinemez. Bu durum, kendilerini bilse bile, kulun nitelenemeyeceğini bütün
ilahi sıfatlarda böyledir. Nitekim kul Hakkın benzerinin olmadığını bilir,
fakat bu bilgiyle ilah olmaz. Çünkü ilahlık kulun bir sıfatı değildir. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in Allah Teâlâ’ya dua ederken söylediği ‘Allah
Teâlâ’m! Ben kendini isimlendirdiğin veya yaratıklarından birine-bildirdiğin
veya gaybının bilgisinde kendine ayırdığın isimlerle dua ederim’ hadisinin
anlamı budur. Böylece nitelenebileceği isimler kadar nitelenmenin (ve
ahlaklanmanın) mümkün olmadığı isimler de bu kapsama girer. Binaenaleyh
kendisiyle nitelenilmeyen isimler de ‘O’nun benzeri yoktur.’ Böyle bir nitelik
ve sıfat oruç tutarken tarafımızdan bilinir, fakat bizde bilfiil bulunacak
şekilde onunla nitelenmemiz mümkün olmaz. İşte yolcuyken tutmadığımız günleri
belirlenmemiş günlerde kaza etmemizin veya eda etmemizin faydası budur.
Bu münazele sahibi, terakki ve
urûcunda kalbi boş, nefsi belirli belli bir isme yönelmekten uzaklaşmış bir
halde tam bir kul olarak Allah Teâlâ’ya yönelir. Bilir ki Allah Teâlâ
dilediğini yapan İlah’tır. Bu esnada kendinden talep ettiğin bir düşünce
aklına gelmez. Bu hal, Haktan meydana gelecek şeylere göre yükselişinde O’nunla
birlikte olman demektir. Bununla birlikte vakte hakkını vermek ve şeriatın hitabına
riayet etmek üzere ortaya çıkan yükümlülüğü de gözetmelisin. Gerçi Hakkın işini
üslenmesini nedeniyle kendinden fani olmuş bir halde urûc edersin. Bu esnada
sen O’nun kaderinin cereyan ettiği bir mahal haline gelirsin. Fakat sana
yasaklamış olduğu bir işe seni mahal yapmasın diye sakınmalı ve edebe riayet
etmelisin.
Bu yöntemle suluk yapar ve (urucunda)
yürürsen, münazelede Hakk’tan senin için akla gelmeyen ve ibareye sığmayan
şeyler ortaya çıkar.
ÜÇ YÜZ SEKSEN DOKUZUNCU BÖLÜM
'İllim (benim varlığım) Senin,
Seninki Benim' Münazelesinin Bilinmesi
f
Bazen senden bana
yakınlık
Bazen de benden sana
Senden aldım bilgileri ihsan ettin onları
Sen de benden aldın
Sevgilim! Varlığım sende
Dilim ‘ben’ derken
Senden olan söz ne
kadar çetin
Kalbim ‘beni
ulaştır’ deyince
Tecelli ettiğinde
fani olmadım ondan
Bilirse, temenniyi
arzularım
Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Sonra
yaklaştı ve sarktı.’409
Bu, münazele demektir, çünkü onlardan her bir suret, kendi mekânını terk etmiş,
her suret ötekine ‘yayın iki ucu kadar’ yakınlaşmıştır. Suretlerden her birinin
bir kavisi vardı ve iki suret arasındaki fark daireyi ikiye bölen çizgiydi.
Böylece gerçekte bir varlık varken suret bakımından iki bakımından ortaya
çıkmıştır. Hüküm ikiye ayrılınca, o ikisinden birisi sarkmıştır. Çünkü
yüksekteki oydu. Bu sarkmayla ötekine yalanlaşma olmuş, öteki de sarkanın
mertebesine doğru yönelmişti. Öyleyse onun sarkması, yükselmek demektir.
Birinin ötekine sarkmış olmasından aşağıda olmanın ötekini böldüğünü anladık.
Onların birbirlerine yaklaşması ise daha önce daire oldukları gibi eski Hakk
dönmelerini ve çevredeki bölünmenin ortadan kalkması amacı taşır. Böylece her
ikisi dairede bölünmeye yol açan çizgiyi kaldırmak için çalışır. Taksimin gerçekleştiği
yer, ‘Namazı kendim ile kulum arasında ikiye böldüm, yarısı benim, yarısı
kulumundur, kuluma istediği verilecektir’ hadisinde dile getirilen bağlamdır.
Kulun yegâne isteği, aştaki haline dönsün diye, bölünmenin ortadan kalkmasıdır.
Bu nedenle Hakk kulun isteğine ‘Kuluma istediği verilecektir’ ve ‘Bütün iş
O’na döner’*10
ayetiyle karşılık vermiştir.
O’nun sarkması yakınlık Bizim
yaklaşmamız yükselme
Ayrıldık ve birleştik Güzel bir çift
olduk
Ayrılınca meydana gelmişti
Göğümüzdeki burçlar '
Benim varlığım nedeniyle boşluklar
oldu Göğümdeki burçlarda
Sürekli bir birleşme Sürekli çıkma
ve girme
Başka bir şiir şudur:
Sarkma O’ndan Yaklaşma benden
Gözümle görürüm O’nu Beni gör dediği
gibi
Özlemle ve sevgiyle birbirimize
kavuştuğumuzda, sırrımda bana şöyle hitap etti:
Ellerini ciğer
üzerine koy .
Sizden bulduğumu bulacaksın
Vuslat talebi peşinde koş
‘Bana ver ve arttır’ de
Bilgi onda var olmasaydı
Kime ibadet edeceğini bilmezdi
Bu sözü inkâr ederlerse de ki:
Kuran buyurdu bunu!
Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Bu insanlara
bir tebliğdir.’411
Burada belli bir grubu belirlemiştir. ‘Onunla
korkutsunlar diye...’412
Burada da başka bir grubu belirlemiştir. ‘Ve
öğrensinler ki o tek ilahtır ve akıl sahipleri öğüt alsın.’413
Burada başka bir grubu belirlemiştir. ‘Ve
derin akıl sahipleri öğüt alsın.’414 Burada bizi belirlemiştir.
Onlar, zikrettiğimiz kimselerdir. Başka bir ifadeyle onlar, Allah Teâlâ’yı ve
gerçeği olduğu hal üzere bilenlerdir. Daireyi ikiye bölen çizgi, benim O’ndan
ve O’nun benden ayrılmasından ibarettir. Bu ayrılma vasıtasıyla O’nun ‘imam’
benim ‘kul’ olmam ortaya çıktı. Başka bir ifadeyle temyiz gerçekleşip yaratma
neticesinde ayrım meydana geldiğinde çizgi hükmünü izhar etmiş, O’ndan perdelenmiş
olmakla nitelendik. Allah Teâlâ da kendini nuranî ve karanlık perdelerle
bizden perdelenmekle nitelemiştir. Allah Teâlâ bizim için bir şeriat belirlemiş,
kendisine yönelmemizi emretmiş, bize tenezzül etmekle kendini nitelemiştir.
Buradan Allah Teâlâ’nın işin daha önce kendinde olduğu duruma dönmesini
kastettiğini anladım. Bunun öncesinde Allah Teâlâ bize o şeyi hakka’l-yakin bir
şekilde öğretmişti. Bu durumda Allah Teâlâ kendisinin ‘kendisiyle duyduğumuz
kulağımız (duyma gücümüz) ve kendisiyle gördüğümüz gözümüz’ olduğunu bildirmiş,
sahip olduğumuz bütün güçleri zikretmiştir. Bu ayrım ve vasılda ise varlıklarımızı
(hakikatlerimizi) ortaya koymuştur. Artık işin kendine döneceği durum, bu
ayrım ve fasıldan önceki haline benzemez. Çünkü çizginin ortaya koyduğu hüküm
süreklidir ve çizgi kalksa bile eseri kalıcıdır. Çünkü biz dairenin bölünebilir
olduğunu öğrendik, hâlbuki bunu daha önce bilmiyorduk. Daire birleştiğinde,
dairenin herhangi bir parçasıyla bölünebilir olduğu hakkmdaki bilgimiz kalkmaz.
Hangi parçayı varsayarsan var say, daire, bölünebilirdir. Çünkü ilahi
haberlerde Hakkın yaratıkların özellikleriyle ve yaratıkların O’nun
özellikleriyle nitelendiği belirtilmiştir. Allah Teâlâ ‘ister
Allah Teâlâ ister Rahman deyin, hangisiyle dua ederseniz, en güzel isimler O’na
aittir’415
buyurur. ‘Rahman’ dersen O’nu bütün güzel isimlerle nitelemiş olacağın gibi ‘Allah
Teâlâ’ dersen de bütün güzel isimlerle nitelendirmiş olursun. Yaratıklar da
Hakkın isim ve sıfadarını kabul eder. Hakk onların sıfadarını kabul eder
isimlerini değil! Buna mukabil isimlerini de genel anlamıyla kabul edebilir.
Genel kabule misal olarak ‘Ey insanlar! Siz Allah Teâlâ’ya
muhtaçsınız’416
ayetini verebiliriz. Allah Teâlâ’nın âlemin isimlerini mufassal ve ayrıntılı
olarak kabul etmediğini söylerken özel isimleri kastediyorum. Bu durum ‘De
ki onları isimlendirin’417
ayetinde belirtilir. Burada özel isimler kastedilir. Özel isimlerin dışındaki
isimleri ise Allah Teâlâ mufassal olarak kabul eder, çünkü Hakkın zatından
başka bir manayı gösteren özel ismi yoktur. O’nun bütün isimleri türetilmiştir
ve O’nun için özel isim mesabesindedir. Bu nedenle Hakkın isimlerinde ortaklık
gerçekleşmişken âlemin isimlerinde ortaklık gerçekleşmemiştir. Dikkatini
çektiğimiz meseleyi iyice öğren!
Allah Teâlâ’nın bizim
niteliklerimizden aldığı ve aklın O’nun hakkında imkânsız saydığı en önemli
isim, ‘Sizi imtihan etceğiz, ta ki öğreneceğiz5418 ayetinde geçen (deneyerek öğrenmek
anlamındaki isimdir). Bunun ardında Hakkın suretlerde başkalaşması gibi daha
basit ifadeler gelir. Gerçekte bunların hepsi Allah Teâlâ’nın nitelilderidir.
Bizim Allah Teâlâ’dan almış olduğumuz en büyük nitelik, ‘O’nun
benzeri bir şey yoktur’419
ayetine rağmen O’nu bilmemizdir. Akıl bunu da imkânsız sayar. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Kendini bilen rabbini bilir.’ Biz
O’ndan O da bizden almıştır.
Ey hayret! Hakikatlerini ortaya
çıkardın
Ey kulun çadırı! Sen yitirmiştin
Kimi ihya ederse zatım hayrete
düşürür Kim hayrete düşmezse öldürür onu
Yaratıkların gıdası gerçek bir besin
olsa bile Hakk İlah kul için küt’tur (besin)
Sehl b. Abdullah’a ‘Gıda (kût)
nedir?’ diye sorulmuş, o da ‘Allah Teâlâ’dır’ diye cevap vermiş. Bilmelisin ki,
il Allah Teâlâ demektir. Aynı zamanda
il ahit anlamına da gelir, ‘illim senin varlığındır’, benim ilahlığım senin
vasıtanla ortaya çıkar demektir. Çünkü meluh, ilahın varlığını kabul edendir.
Bu nedenle ‘Kendini bilen rabbini bilir’ denilir. Senin rabbini bilmen, ilahın
olduğunu bilmen demektir. Bu bilgiyi ise kendini bilmen meydana getirmiş ve bu
nedenle Allah Teâlâ seni kendini öğrenmen için âleme ve kendine
yönlendirmiştir. Allah Teâlâ adına sabit her hüküm, âlem vasıtasıyla ortaya
çıkar. O halde kendisi bakımından il bu
hükümlerle nitelen demektir. Zihinden âlem kalksaydı, bütün ilahi hükümler de
ortadan kalkar ve hükümsüz bir zat olarak kalırdı. Hükümsüz kalsaydı, varlığı
kendisi nedeniyle zorunlu olsa bile, ilahlık hükmüne sahip olamazdı. O halde
bizim varlığımız, O’nun varlığından meydana gelmiş, bizim varlığımız
zatlarımızda O’na dair bilgiyi izhar etmiştir. O’nun, zatı bizim varlığımızı
meydana getirmeseydi, var olamazdık. İşte âlimlerin ‘Âlem varlığını Allah
Teâlâ’dan kazanmıştır’ derken kastettikleri budur.
Şiirde geçen ‘Senin illin benim
varlığımdır’ mısrama gelirsek, burada ‘Ben kulumun duyması ve görmesi olurum’
hadisi kastedilir. Allah Teâlâ kendi hüviyetini bizim duymamız ve diğer
güçlerimiz yapmıştır. Âlem de bu hükümlerden ibarettir.
Fani olursam olmazdım . Baki
kalırsam yine olmazdım
Hepimiz hepimize aidiz Hepimiz de
‘öl’ sözünden olduk
Bizden ve O’ndandır; ibret al O’nu
kendinde yerleşmiş bulursun
O’nu gizle, izhar etme Ben de
‘yokluktaydım’ nitekim
Orada aydınlatmak doğdu Sakin olan
O’nun güneşi
O’ndan başka bir dayanağımız yok Ne
yerimiz ne yurdumuz var!
Hakk âlemi âlem de Hakkı yönlendirir.
Bakınız! Allah Teâlâ lBana
dua ettiğinde, duayı kabul ederim’420 buyurur. Duayı kabul etmek, bir
yönlendirme değil mi? Bir çağrı ve istek olmadan icabet olabilir mi? O’nun
kendi kendine tasarrufta bulunması mümkün değildir. Dolayısıyla ancak bizde
tasarruf edebilir. O’nun tasarrufu sürekli bizi var etmesidir. Bu sayede varlıklar
zuhur ederken meydana gelen hükümler O’ndan dolayı meydana gelir ve bunlar
inkâr edilemez.
Dersem ki ben birim doğru söylerim
Bir değiliz dersem, yalan değil o söz!
Nereden bileceğim ki cahil kimdir? Allah
Teâlâ’dan başka kimse yok ki? O halde herkes bilmediğini bilen sonra
öğrenendir. ‘Sizi deneyeceğiz, ta ki öğrenelim.’421 Bu müşahedenin bir yönü,
akılcılardan bir grupta ortaya çıkmıştır, fakat bu bilginin onlara nereden
geldiği bilinmez. Onların şöyle söyledikleri aktardır: ‘Allah Teâlâ kendini
bilemez. Çünkü bir şeyi bilmek, bilineni ihata etmek demektir. Allah Teâlâ
varlığı sonsuz olandır ve varlığı mahiyetidir. Sonsuz bir şeyin ihatası mümkün
değildir. Fakat ihata edilemez olsa bile, ‘ihata edilemez’ olarak bilinebilir;
ne âlem tarafından ne kendisince bilinir.’ Bu hüküm, yanlış bir hüküm olsa
bile, doğruya bakan bir tarafı vardır. Şöyle ki: Allah Teâlâ kendini ihata
edecek şekilde bilmez; O kendini ‘ihata edici’ olarak bilir. Nitekim mümkünleri
ve bütün güç yetirilenleri de sonsuz olarak bilir.
Bu derin denizden ortaya çıkan
dalgaların âlemdeki etkisine bakınız! Bir hakikatte ortaya çıkmış, âlemin
varlığına gözükmüş, en sonunda defterlere yazılmış, süvariler onu getirmiş,
âlimler onun sohbetini yapmıştır. Burada Allah Teâlâ’dan başka söyleyen
olmadığı gibi Allah Teâlâ’dan
başka konuşan yoktur. Geride sadece Allah
Teâlâ’nın söylediğini anlamak için anlayış gözünün açılması kalmıştır. Çünkü Allah
Teâlâ sadece doğruyu söyler. Alemdeki her söz ya hikmetten veya söylenmiş bir
sözü açıklamaktan ibarettir. Bütün sözler bu yönüyle hatadan ve sürçmeden
konuşmuştur. Şu var ki sözün ait olduğu bir mertebe, yer vardır. O yerlerde
söz berekedenir ve açılır, öyle ki basiret gözleri bile onların nihayetine
ulaşamaz.
Konuşunca doğruyu söyler her zaman
■
Hitabının tafsilinin gereği üzere
Bir grubun gözleri başarısızca geri
döner
Kör olurlar sırları görmek yerine
Bu manaları anlamak istersen, kökü
farzlarda bulunan nafile ibadederi çoğaltmak, bilhassa imkânın olursa nikâh
nafilesini artırmalısın. Çünkü o hayırların en büyüğüdür. Bunun nedeni, aynı
anda izdivaç ve çoğalmayı içermesidir. Bunu yapmakla makul ve mahsusu
birleştirmiş, ez-Zahir ve el-Bâtın isminden ortaya çıkmış olan âlemde herhangi
bir şeyi kaçırmamış olursun. Böyle bir nafileyle ilgilenmiş olman, arzuladığını
elde etmen için daha yakın ve onu teminde daha yetkindir. Bunu yaptığında, Hakk
seni sever. Hakk seni sevince, herhangi bir gözün görmesinden ve bir varkğın sınırlamasından
kıskanarak özel haremine yerleştirir, sevdiklerinin arasına katarak kendine
ehil yapar. Sen de O’nun ehli haline gelirsin. Nitekim Kuran ehli hakkında
şöyle der: ‘Onlar Allah Teâlâ’nın ehli ve seçkinleridir.’ Hadisi, Tirmizi
rivayet etmiştir. Allah Teâlâ seni kendine ehil yapınca, ilhamının mahalli ve
istiva edeceği bir yer ve arş, ineceği (yakın) gök, iki ayağı için kürsü yapar.
Böylece sende olsa bile görmediğin şeyler Allah Teâlâ’dan tecelli ederek sende
ortaya çıkar. ‘Hiçbir nefis onlar için gizlenmiş
olan göz aydınlığını bilemez5422
ayetinde belirtilen budur. Çünkü onların yanları, ‘doğal yataklardan uzaklaşarak
ilahi varidat ve rabbani ilhamlara ehliyet kazanırlar.’ Onların su kaynakları,
saf ve tadıdır. Arşları Allah Teâlâ’nın ilham ettiği bilgilerin dışındaki her
bilgiden boşalmıştır. (İdrak) kapları boştur, kapıları kilitlidir, köşkleri
duvarlarla çevrilmiş, kilitlerinin anahtarları kaybolmuş, kovalarının ipleri
kesilmiştir. Onların su kuyularına bakarsın fakat tadamaz-
sın. Fakat ne olduklarını bilmeden
beğenirsin. Haberleri okunduğunda ‘icaz (aciz bırakma)’ özelliğinde ortaya
çıkarlar ve kimse onlara karşı koyamaz fakat yine de onlardan tat alırlar.
Manaları sorulduğunda ne söylediği bilinemez. Çünkü onun bu hususlarda sadece
müşahedenin verdiği zevki vardır. En nihayetinde söyleyeceği söz ‘bu
bir sihridir’423 sözüdür.
Yani etki yapar. Sihre (seher’den türetilmiş) benzetilmesinin nedeni, ışığının
karanlığa karışması nedeniyle gecenin seherine benzetilmesidir. Ayrıca sıcak
havayı çıkartıp soğuk havayı içeri alan seher’e de benzetilmiştir. Hava canlının
bedeni üzerinde hayat kalsın diye soğuk havayı yönlendirir. Ona bakan, hangi
tarafa gideceğini bilemez. Çünkü hangi yöne yönelirse, ötekinden yüz çevirir.
Peygamber olursa, durum farklıdır. Bu durumda önünden gördüğü gibi ardından
görür. Peygamber bütünüyle yüz haline gelmiştir. Bu durum, kendisinden iştiyak
ve özlemin meydana geldiği zevk diye ifade edilir. Peygamber arzusundan
konuşmaz. ‘0
kendisine vahyedileni söyler.424 Ona güçlü ve metanet sahibinin
suretinde öğretmiştir. ‘O gayb hakkında cimri değildir. ‘Bu söz
taşlanmış şeytanın sözü de değildir.’425 Çünkü peygamber yakınlıktan haber
vermiştir, çünkü o, yaklaşan ve sarkandır. Böylece daha önce söylendiği gibi ‘yayın
iki ucu veya daha yakındı.’426 Orası zanların ulaşacağı bir yer
değildir. Nitekim meşhur ashab-ı kehf hakkında insanlar zanlara dayalı
tahminler yapmış ve ‘Gaybe taş atarak, ‘üç kişidirler,
dördüncüleri köpekleri, beş kişidirler, akıncıları köpekleridir’ demişlerdir.’427 Allah Teâlâ şöyle demektedir:
Onların sayısı insanların ileri sürdüğü kadar değildir. İnsanlar bilmeden
tahminde bulunmaktadırlar. Onlar sayılanın hakikatini araştırmaya kalksalardı,
bir sonuca ulaşamazlardı. Bakınız! Allah Teâlâ peygamberine -ki onun veya
genel olarak nebilerin özelliği yenilmemek ve hezimete uğramamaktırşöyle der: ‘Onlardan
birini görseydin, kendilerinden kaçardın ve korkuyla dolardın.’428 Allah Teâlâ peygamberi korkmakla
nitelemiştir ki, O’nun sözü doğrudur. Üstelik bu durum onların sadece
bedenlerini görmekten kaynaklanır. Onlar, kendisi gibi insan değiller miydi?
Peygamber ancak kendisini yok etmek isteyen bir durum nedeniyle geri kaçabilir.
Şecaatine rağmen içinin korkuyla dolması ise onu ürküten bir durumdan
kaynaklanabilirdi. İsra gecesinde gördüklerinden daha korkutucu bir şey
görmemiş olsaydı, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem onları görmek
nedeniyle korkuya kapılmazdı. Biz onları gördük, fakat korkuya kapılmadık.
Çünkü biz onların sadece cisimlerinin suretlerini gördük. Başka bir ifadeyle
onları kendimiz gibi gördük. İşte peygamberin içini korkuyla dolduran budur ve Allah
Teâlâ sadece onları görmeyi zikretmiştir. Çünkü Allah Teâlâ ‘onlara
muttali olsaydın’429
demiş, peygamberi muttali olmakla nitelemiştir. Söz konusu insanlar, makam
itibarıyla peygamberden aşağıdaydılar. Buna rağmen peygamber, kendilerine
katılıp makamından aşağı düşmekten korkarak onlardan kaçmış ve kendisine tesir
etmeleri (ihtimali karşısında) içi korkuyla dolmuştur. Nitekim daha önce
aşağıdakinin yukarıda bulunana nasıl etki ettiğinden söz etmiştik. Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem’in ‘Nice gülenler vardır ki, Allah Teâlâ’yı kızdırıp
kızdırmadığını bilemez’ demesinin nedeni, onların Allah Teâlâ’yı kızdıran
davranışlara uymuş olmalarıdır. Hakikati böyle bilene yakışan şey, geri dönüp
kaçmak ve içinin korkuyla dolmasıdır. Bir çukurun kenarında durup düşme
korkusuyla kaçmayan akıllı bir insan gördünüz mü? Allah Teâlâ’nın peygamberini
nasıl nitelediğine bakınız! Peygamber söz konusu insanları görmüş olsaydı,
korkuya kapılacaktı. Bununla birlikte onların mertebesi yüksek olsa bile,
peygamberin mertebesi ve derecesi onlardan daha yüksektir. Buradan Allah
Teâlâ’nın dikkatimizi Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in mertebesinin
üstünlüğüne çektiğini anladık. Gençler tarafımızdan görülmüş olduğu halde
kaçmadık ve korkuyla dolmadık; onları Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemimiz
görseydi, kaçacak ve korkuyla dolacaktı.
Alemin suretlerinin neye döndüğüne
bakmalısın! Acaba onlar kendilerine mi, yoksa bakana mı racidirler?
Söylediğimiz meseleyi iyice düşünürsen şunu da öğrenirsin: Sihirbazlarm ip ve
sopaları kendiliklerinde ip ve sopa iken bizim gözlerimizde yılan haline
gelmiştir. Bu ip ve sopalar, aynı ip ve sopalardır. Bu meseleyi iyice düşün ki,
konuyu anlayıp -gören gibi değilbilen gibi olasın. Çünkü Allah Teâlâ bilgiyle
inkâr edilmez, fakat görmeyle inkâr edilebilir. Görmekle birlikte inkâr edilmediğinde
ise, bilgi şahidi kendisine eşlik ettiği için inkâr edilmemiştir.’
‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru yola ulaştırır.’
'Bir şeyin zamanı onun varlığıdır'
Münazelesinin Bilinmesi; 'Benim zamanım yok, senin zamanın yok; sen benim ben
de senin zamanınım'
Sıfatlar bağımsız varlıklardır dersek
Onunla nitelen Bir nerede?
Bize Hakkın hitabı gelmiş
Elçilerinden öğrendik onu
Allah Teâlâ’nın bir ortağı yok dedi peygamber
Misli de yok,
mahiyetim de bilemez kimse
Varlığın sırrını
öğrenirsen
O’nun hakkında bilgiyle davran ve sakın bilgini [
Her ne zaman dersem
'O'nsuz benyokum’
Kimdir O? sorusu
sorulur ve pekişir
Dostum! Sözümü
iyice anlarsan
Gerçeği de
öğrenirsin ve demezsin: Ben kimim, O kim?
Allah Teâlâ bir topluluğun ‘Bizi ancak
dehr (zaman) yok eder5430 dediklerini
aktarmıştır. Doğru söylemişler, çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
bir hadisinde Allah Teâlâ’nın dehr olduğu beyan buyurmuştur. Onları gerçekte Allah
Teâlâ yok etmiştir.
Bilmelisin ki, zaman, dışta varlığı
olmayan bir nispettir (bağ). İnsanlar zamanın mahiyetinden uzun uzadıya söz
etmişlerdir. Onların sözlerinden anlaşıldığı kadar, bizim de söylediğimiz
üzere, zaman ‘ne zaman?’ sorusuyla ortaya çıkan bir nispettir. Bu soruyla
birlikte ‘ne zaman ki’, ‘vakta ki’, ‘olduğunda’, ‘olursa’ gibi zamana ait
isimler ve ifadeler ortaya çıkar. Bütün şart edatları zamanın isimleridir.
İsimlendirilen ise yokluk lafzı gibi var olmayan bir şeydir. Çünkü bu lafız,
isimlendirileni olmayan bir addır. Bununla birlikte hükmü bilinir. Zikrettiğimiz
konunun doğru anlaşılabilmesi için misal vermeliyiz: ‘Zeyd
ne zaman geldi?’ diye sorulunca cevap
‘Güneş doğduğunda (hîne)’ veya ‘Güneş doğduğu zaman (iza)’ olabilir. ‘Güneş ne
zaman batıdan doğacak?’ diye sorulduğunda cevap olarak ‘Allah Teâlâ kendisine
ne zaman izin verirse (meta)’ veya ‘Allah Teâlâ ona
izin verdiğinde (iz)’ olabilir. ‘Güneş batıdan doğar mı?’ sorusuna karşılık ‘Allah
Teâlâ ona izin verdiğinde güneş batıdan doğar’ cevabı verilebilir. Bu izinle
birlikte güneş aydınlatmak üzere battığı yerden doğar denilir. Bu ve benzeri
sorular ‘ne zaman’ sorusunun cevabıdır ve hepsinden zaman anlaşılır. ‘Zeyd
gelince ona ikram ederim.’ Bunun anlamı Zeyd geliş vaktinin kendime şart
kıldığım ikramın gerçekleşme vakti olmasıdır. Başka bir ifadeyle ona ikramın
gerçekleşmesi, Zeyd’in gelişine bağlanmıştır. Söz konusu olan, yaratılmışlar
için zaman iken kadim için ezeldir. Zamanın anlamı iki ucu olmayan uzayan
mevhum süre demektir. Geçmiş kısmına bakarak ona ‘mazi’, gelecek kısmıyla
‘gelecek’ ve bulunulan zamanı ‘şimdiki zaman’ diye isimlendirir ve ona ‘an’
deriz. ‘An’ -kendisi de zaman olsa bilezamanda geçmiş kısım ile gelecek zaman
arasındaki sınır demektir. Bu yönüyle an, dairenin çevresinde var sayılan bir
nokta gibidir. Noktayı bir yerde var saydığında, onun başlangıcı ve bitimi
belirlenir. Bu bağlamda ezel ve ebed, zamanın iki ucunun olmayışı demektir. Bu
yönüyle zamanın başlangıcı ve sonu olmadığı gibi süreklilik sahibi ‘şimdiki
zaman’ demektir; şimdiki zaman ise sürekli olandır. Alem sürekli şimdiki
zamanın hükmünde olduğu gibi Allah Teâlâ’nın âlemdeki hükmü zamanın hükmü
altındadır. Zamanın geçmiş ve gelecek kısımları da şimdiki zaman hükmü
altındadır.
Bakınız! Allah Teâlâ bize sona ermiş
bazı işleri bildirirken onları geçmiş zaman kipiyle, bir kısmını gelecek zaman,
bazılarını şimdiki zaman kipiyle anlatır. Bu kısma misal olarak ‘O her
gün bir iştedir5431 ayetini verebiliriz. Geçmiş zamana
misal olarak ‘Seni önceden yarattım, sen bir şey
değilken’432, gelecek zamana misal olarak ‘Onu irade
ettiğimizde ona ol deriz, o da olur’433 ayetiyle ‘Büyüklenenleri
ayetlerinde yüz çevirteceğint’434 ve ‘Size
ayetlerimi ulaştıracağım’435 ayetlerini
verebiliriz. Bütün bu ifadeler karşısında, bu işlerin kendisinde gerçekleştiği
ve onun da bu işler için ‘zarf olabileceği var olan bir hakikat ararız. Hâlbuki
hem akılda hem duyuda böyle bir şeyi bulamayız. Fakat vehimde bir zarf olarak
zamanı buluruz. Bu zarf vehimdeki zarfın mazrufudur ve vehim sürekli onun
hakkmda hüküm verir. İyice düşünürsen, vehimle veya akılla veya duyuyla
öğrendiğin yegâne şeyin var olurken kendisine dayandığımız Hakkın Varlığı
olduğunu görürsün. Allah Teâlâ bu nispet nedeniyle bizim için kendisini
ed-Dehr (Zaman) diye isimlendirdi ki zamanın hüküm sahibi olduğu
zannedilmesin, çünkü O’ndan başka hüküm sahibi olan yoktur. Eşya hükümleriyle
birlikte O’nun varlığında ortaya çıkarlar ve O sürekli varlık demektir.
Mümkünler O’nun latif varlığının perdesi ardından zuhur ederek görülür Hakk
gelirler. Onlar, Hakkın varlığını perdesinin ardından gözüken varlıklarımızdır.
Fakat O’nu göremeyiz. Nitekim göklerin perdesinin ardından yıldızları görürüz,
fakat gökleri göremeyiz. Bununla birlikte bizimle yıldızlar arasında göklerin
bulunduğunu akıl yoluyla biliriz. Onlar latiftir ve bu nedenle artlarında
bulunan şeyleri gizlemez ve örtmezler. ‘Allah
Teâlâ kullarına karşı latif tir.’436 Allah Teâlâ’nın latif olmasının bir
yönü içinde bulundukları her şeyi onlara getirmiş olmasıdır. Kulların gözleri
ise şahit oldukları şeyleri görürler ve sahip olduklarını sebeplere izafe
ederler; Bu durumda Hakk perdeliyken ortaya çıkar. Hakk perdelenen ve zuhur
edendir! Hakk perde nedeniyle bâtın kalan, perde ve senin için zahir olandır.
Zuhur ederken perdelenen Allah Teâlâ münezzehtir!
Allah Teâlâ perdesinde zuhur
etmiştir. Göz O’ndan başkasını görmezken O’nun üzerinden perdeler kalkmaz. O
sürekli Rab iken biz yokluk ve varlık halimizde sürekli kuluz. Benzerlerimiz ve
hemcinslerimiz aracılığıyla olmadan, Allah Teâlâ bize her ne emrederse varlık
ve yokluk halinde emrini dinler ve kendisine itaat ederiz. Benzerlerimiz ve
cinslerimizin, yani peygamberlerin diliyle hitap ettiğindeyse durum değişir:
içimizden perdenin ardından O’nu görenler emri dinler ve itaat eder; benzerini
gören ise duyar fakat hemcinsinin önüne geçmesine karşı yaratılışındaki
kıskançlık duygusuyla itaat etmez. Böylece -vasıtalı hitap nedeniyleitaatkâr
ve günahkâr ortaya çıkar. Böyle bir insan itaat emri kendisine etki etmediği
için hemcinsine karşı asidir, yoksa Allah Teâlâ’ya karşı değil! Bu nedenle
insanların bir kısmı ‘Allah Teâlâ dünyada kullarından perdelenmiştir’ der.
Çünkü O’nun bilgisinde kullarını yükümlü tutup emir ve yasak vereceği takdir
edildiği gibi belirli bir vakitlerde emrine itaat edileceği ve karşı gelineceği
de takdir edilmiştir. O halde âlemde emre uymanın veya uymamanın gerçekleşmesi
kaçınılmazdır. Allah Teâlâ peygamberlerinin diliyle insanlara hitap etmiş,
zatını peygamberlerinin suretiyle onlardan gizlemiştir. Bu nedenle Allah Teâlâ
‘Peygambere itaat eden, Allah Teâlâ’ya itaat etmiştir’437 ve ‘Onu
komşu edin ki Allah Teâlâ’nın kelamını duysun’438 buyurmuştur. Peygamber Allah
Teâlâ’nın görünen sureti olmasaydı, böyle bir ifade olmazdı. O halde emre itaatsizlik,
ezeli kader ve kazanın hükmüyle ortaya çıkmış bir durumdur. Perde yokken Allah
Teâlâ’nın emrine karşı gelmek mümkün değildir. O halde Allah Teâlâ
peygamberlerle gizlenmiştir ve bu durum sebepler vasıtasıyla gizlenmenin ta
kendisidir. Bu nedenle kınama sebepler yönelmiştir. Binaenaleyh sebepler,
Rahman’ın siperleri demektir. Gerçekte kimse Allah Teâlâ’ya karşı çıkmamışken
O’ndan başkasına da karşı çıkmamıştır. Perdeli insanlar sebepleri görürken
arifler sürekli Hakkı müşahede ederler. Bununla birlikte perde oldukları kimseler
adına perdeleri de bilirler. Böylelikle onlara göre latif olan kesif olmuşken
ariflere göre kesif olan latifleşmiştir:
Akıl gözün görmediğini bilirken
Göz fikrin reddettiğini görür
Arif olanlar ise akıl ve gözü bir
araya getirir. Onların kendisiyle anladıkları kalpleri, kendileriyle gördükleri
gözleri, kendileriyle duydukları kulakları vardır.
Perdeli insanlar iki kısma ayrılır:
Bir kısmının kalbi vardır, kendisiyle anlamaz, gözü vardır onunla görmez. Bir
kısmının kalbi vardır, onunla anlar, gözü vardır onunla görür. Bunlar,
müminlerdir. Bu müminler bilir ve müşahede etmezler. Onların dışındakiler,
bilmez ve müşahede etmezler. Allah Teâlâ ehli, hem bilir hem müşahede eder. Bu
nedenle onlarla konuştuğunda duyarlar, itaat ederler ve zadarını Allah
Teâlâ’nın kendilerinde yaratacağı işlerin mahalli olarak müşahede ederler; Allah
Teâlâ onlarda hakkında muhalefet veya emre uymak diye hüküm verdiği şeyleri
yaratır. Böyle biri kendisinde meydana gelecek şeyi kabul etmek için hazırlanmış
ve itaatkârdır ve bu yönüyle kendisinde oluşacak şeyleri kabule hazır olup
ondan geri duramayacak bir kadın rahmi gibidir. Bu konumdaki kul, Yaratıcısının
dalıdır (çünkü rahim Rahman’dan bir daldır). Bu yönüyle Allah Teâlâ âlemde
Rahman iken müminlere karşı rahimdir. Öyleyse Rabbin zamanı merbub iken
merbubun zamanı Rabdir. Çünkü onlardan her biri hakkında verilen hüküm, ancak
ötekiyle birlikte ortaya çıkar. Öte yandan her birisi hakkında ‘O’nutı/onutı
benzeri bir şey yoktur’439
denilebildiği için, onlardan birisi -aradaki nispet ortadan kalktığı
içinötekinin zamanı olmaz. Böyle bir durum -onların hükmü nedeniyle değilher
birisinin varlığı itibarıyla olabilir. Alem için Hakka ve Hakk için bağlı olan
hükmü dikkate aldığında ise her birisinin hükmünün öteki için zaman olması
geçerli olabilir. Bu durumda Hakk ve âlem, iki göreliye benzer. Zeyd Ömer’in
oğlu olduğunda, Zeyd’e baba denilirken Ömer Zeyd’in oğlu olur. Buna göre
Zeyd’in baba olma vakti Ömer’in oğul olma vakti olduğu kadar Ömer’in oğul olma
vakti de Zeyd’in baba olma vaktidir. Bu durumda babanın zamanı oğul iken oğlun
zamanı babadır. Aynı durum köle ile efendi ve mal ile sahibinin veya güç
yetiren iye yetirilenin (kadir-makdur), irade eden ile edilen (mürid-murad),
bilinen ile bilen (alim ve malum) için geçerlidir. Bununla birlikte bilen ile
bilinen bir şey olabilir, çünkü bilen kendini bilen olabilir. Bu durumda
bilen, kendisi nedeniyle bilinen ve kendini bilendir. Başka bir ifadeyle bilen
ve bilinendir. İrade edilen ve eden ise öyle değildir. Çünkü irade edilen, var
olmayan olmalıyken irade eden var olandır. Kadir ve makdur da böyledir. Makdur
(güç yedrilen) her zaman yok olan olmalıdır. Var olduğunda ise veya kendisi
veya onun varlığını bilfiil ayakta tutan şart nedeniyle yok olabilir. Bunun
dışında onu yok edebilecek kimse yoktur. Allah Teâlâ ‘Dilerse
sizi giderir’440 buyurur
ki, varlığınızı koruyan şartı kaldırır demektir. O şart kalkarsa Allah Teâlâ
onu var etmeyeceği için siz de yok olursunuz. Çünkü Allah Teâlâ bütün
mümkünleri var etme iradesine sahip olduğu kadar mümkünü yoklukla nitelenme
halinde bırakması da mümkündür.
Söylediklerimle birlikte zamanın
mahiyetini anladığında, artık insanların zaman hakkında dile getirdikleri
sözlere dalabilirsin: Onlar ‘zaman gece, gündüz ve günlerdir’, ‘zaman
feleklerin hareketlerinin kat ettiği mevhum süredir’, ‘zaman ‘ne zaman’
sorusuyla dile gelen bir hadisenin ötekine bitişmesidir’ derler. Artık
mahiyetini öğrendikten sonra bu ve benzeri sözleri söylemek sana zarar vermez.
Çünkü bunlar zaman nispeti hakkında belirli bir doğruluğa sahip yerleşik
tanımlardır. Allah Teâlâ geceyi ve gündüzü birbirine girme, birbirini örtme,
takdir etmiş olduğu unsurlar âlemindeki hükümlerin ve hakikatlerin zuhuru amacıyla
dürülme özelliğinde yaratmıştır. Biz, gece ve gündüzün oğullarıyız. Gündüzde
meydana gelen her şeyin annesi gündüz iken babası gecedir. Çünkü o ikisi,
meydana gelen şeylerin sebebi sayılır. Gecede meydana gelen şeylerin annesi
geceyken babası gündüzdür. Çünkü o ikisi kendilerinde doğan üzerinde ebeveynlik
hakkına sahiptir. Dolayısıyla dünya hayatı, gece gündüz birbirlerini örttüğü
sürece devam eder. Biz bizimle birlikte aynı gün ve gecede bizimle birlikte var
olanlarla tek anne ve babanın oğullarıyız. Bir sonraki gecede ve günde var
olan benzerlerimiz ise kardeşlerimiz değillerdir, çünkü gece ve gündüz
yenilenmiş, bizim annemiz ve babamız ortadan kalkmıştır. Yeni gün ve gece ise
önceki gün ve gecenin benzerleri olsa bile bizzat kendileri değillerdir.
Birbirlerine benzemiş olsalar dahi bu benzerlik misil benzerliğidir. Alıiret
olduğunda gece cehennemlikler gün de cennetliklere ait olacaktır. Cennet ve
cehennemde yaratmanın yenilenmesi nedeniyle her ikisinde doğum bulunsa bile,
gün ve gece bir araya gelmez. Bu durum, Havva’nın Adem’den ve Hz. İsa’nın
Meryem’den doğmasına benzer. Ahiretteki doğum böyledir ve Allah Teâlâ Hz.
İsa-Meryem ile Hz. Havva-Adem ile bize ahiretteki yaratılış için misal
vermiştir. O halde ahirette varlıkların doğması, gecenin gündüze veya gecenin
gündüze girmesiyle zamanı bir ilişkiyle gerçekleşmez. Çünkü o ikisi,
kendilerini birleştiren bir güne ait olan zamanda gerçekleşir. Ahirette Allah
Teâlâ gece ile gündüzü birleştiren günü cennete ve cehenneme taksim etmiştir.
Böylece gecenin karanlığını ateşe, günün ışığını cennete verir. O ikisinin
toplamından ise ‘gün’ meydana gelir. Söz konusu olan ahiret günüdür, çünkü o
gün iki diyarı bir araya getirir.
Zaman, sene, ay, hafta ve günden
oluşur. Böylece zaman dört kısma ayrılır, çünkü zamanın varlık ilkesi olan
tabiattaki mevsimler dört tanedir. Tabiatın mertebesi nefsin altı ve
filozofların tüm heyula dedikleri hebanın üzerinde bulunur. Dördün bulunmasının
nedeni ilahi hükümlerin dört olmasıdır. Bunlar, bilgi, hayat, kudret ve
iradedir. Bu dört hüküm sayesinde İlah adına ilahlık (ulûhiyet) sabit olurken
tabiatta da dörtlü durum tezahür eder. Sonra ilahi emir aşağı iner ve en büyük
zaman biriminde -ki sene demektirdört şey ortaya çıkar. Bu itibarla sene dört
mevsime ayrılır: ilkbahar, yaz, sonbahar, kış! Senede bu hükümleri ortaya
çıkartan, güneşin burçlara yerleşmesidir. Burçları ise unsurların taksim ettiği
tabiat ayrıştırır; unsurlar ateş, hava, su ve toprak kaynaklı rükünlerdir.
Unsurlar ise ateş, hava, su ve toprak diye bölünür. Buna paralel olarak
canlılardaki karışımlar safra, kan, balgam ve siyah diye taksim olunur. Sonra
daha küçük zaman gelir. Seneden sonra gelen küçük zaman ay ile büyük zaman
içindeki haftadır. Aylar burçların sayısına göre on iki tanedir. Günler belli
bir hesaba göre ve görüşle aylara taksim edilirken Arapların günleri öyle
değildir, çünkü onların ayları ayın hareketiyle belirlenmiştir. Başka bir
ifadeyle onların takvimi, bizim taksimimizle değil, Allah Teâlâ’nın taksimiyle
belirlenmiştir. Sene güneşin burçları kat etmesiyle ortaya çıktığı gibi Arap ayı
ayın burçları kat etmesiyle ortaya çıkar. Allah Teâlâ tarafından belirlenmiş
ilahi ay, yirmi sekiz gün iken insanların görüşüne ve hesaplamasına bağlı gün
gerçekleşen hesaba göredir.
Sonra bu dördün birisine göre uzayan
zaman, seneye veya aya ya veya haftaya veya güne bölünür, başka türlü takdir
olmaz! ‘Gün’ derken güneşin doğumundan tekrar doğumuna kadarki sürede ortaya
çıkan günü kastediyorum. O gün kuşatıcı feleğin dönüşünün -ki bütünü
devrederbitimiyle meydana gelir ve gözle (görülecek) şekilde ortaya çıkar.
Nitekim güneşin doğumuyla diğer doğumu arasındaki vakte ‘gün’ demiştik. Buradan
felekleri ihata eden dönüşün bizim gözümüzde sona erdiği, kendinin ise bir
sınırı olmadığı öğrenilir. Kuşatıcı felekte bitimle nitelenmeyen tek bir dönüş
vardır. Biz onda başlangıç, son, yenilenme ve tekrar var sayarız, yoksa onlar
bu hükümlerle söz konusu felekte yer almazlar.
Günler pek çoktur, fakat hepsi
tarafımızdan bilinip gece ve gündüzü kendinde toplayan bu küçük güne göre
hesaplanır ve taksim edilir. Günler, o küçük günle veya ayla ve seneyle
hesaplanır. Bir ayette ‘Rabbin katında bir gün’ bildiğimiz küçük günle ‘sayılan
bin senedir’ denilir. Başka bir ayette ‘miktarı elli bin sene olan gün’
denilir. Deccal’ın günleri, bir sene kadar olan bir gün iken, bir günü bir ay,
bir ayı bir hafta kadardır. Diğer günler bizim bilinen günlerimiz kadardır. O
halde kendisiyle büyük günleri saydığımız günler, güneş günüdür. Ay günüyse
güneşin günlerinden yirmi sekiz gündür. Bütün üzerinde hüküm sahibi olan bu
gün vasıtasıyla bütün yıldızların günlerini sayarız. Çünkü kuşatıcı feleğin
dönüşünün bitimi gerçekleştiğinde, o günler meydana gelir. Her yıldızın günü
uzak feleği -ki kendisinde yıldızın bulunmadığı Atlas feleğidirkat etmesi
ölçüsüne göre hesaplanır. Onu kat edenlerin en büyüğü, sabit yıldızlar
feleğidir. ‘Sabit’ denilmesinin nedeni, ömürlerin kısalığı nedeniyle onu
dolduran varlıkların hareketlerinin idrak edilemeyişidir. Çünkü her yıldız,
uzak felekteki bir dereceyi yüz senede geçer ve nihayete ulaşır. İki senenin
bir araya gelmesiyle meydana gelen feleği kat eden söz konusu yıldızın
günüdür. Buna göre yüz altmış derece vardır ve her derece yüz senedir. Geçmiş
tarihlerde bize Mısır piramitlerinin ‘nesir aslan burcundayken yapılmış olduğu’
aktarılmıştır. Bize göre o gün oğlak burcundadır. Bu hesapla hareket edersen,
piramitlerin yapılış tarihini öğrenmiş olursun.
Ne yapanı bilinir ne durumları
Yine de yapanları hakkında
insanların kesin kanaati var
Bir rüyaya benzer şekilde, Allah
Teâlâ bana Kabe’yi tavaf ederken bir hadise göstermiştir. Kâbe’yi yüzlerini
tanımadığım bir grup insanla birlikte tavaf ediyordum. Bize iki mısra okudular,
biri aklımda diğerini unuttum. Aklımdaki mısra şöyleydi:
Biz de sizin gibi senelerce tavaf
ettik Kâbe’yi hep birlikte tavaf ediyoruz
Diğer mısraı unuttum. Bu Hakk
şaşırdım. İçlerinden birisi bana bilmediğim bir isim söyledi ve şöyle dedi:
‘Ben senin atalarındanım.’ Ben de ona ‘Ne zaman öldün’ diye sordum. Şöyle cevap
verdi: ‘Kırk bin küsur sene oldu.’ Ben de ‘Âdem’in bile bu kadar ömrü yoktur’
deyince, şöyle dedi: ‘Hangi Adem’den söz ediyorsun: sana en yakın Âdem’den mi,
başka bir Âdem’den mi?’ Bu söz üzerine Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in
‘Allah Teâlâ yüz bin Âdem yaratmıştır5 hadisini hatırladım ve şöyle
dedim: ‘Beni kendisine nispet eden bu atam ö Âdemlerden olmalıdır.’
Bu konuda da tarih bilinmese bile,
hiç kuşkusuz âlem hâdistir. Âdem hadistir, çünkü onun kıdem mertebesine sahip
olması mümkün değildir; kadimlik, başlangıcının olmaması demektir. Âlem ise Allah
Teâlâ katından meydana getirilmiştir. Allah Teâlâ onu yokluktan var etmiş ve
varlığını tercih etmiştir, çünkü ‘imkân’ hali âlem için zati niteliktir ve bu
nedenle sürekli ‘tercih’ gerekir. Hükümlerin ortaya çıkma mahalli olan hakikatlere
ilave olan her şeyin sureti nispet ve izafetlerdir. Onların renk, sıfat,
özellik gibi dışta varlıkları yoktur. Her nispetin izafenin, olgunun, rengin,
niteliğin kendine özgü bir ismi ve isimleri vardır.
Bütün bu söylediklerimizde meselenin
hakikati budur. Artık ne istersen onu söyle!
ÜÇ YÜZ DOKSAN BİRİNCİ BÖLÜM
Adamların Ayaklarının Üzerinde Sabit
Kalamadığı Kaygan Yol Münazelesinin Bilinmesi
Hakkı isimlerinde Hakk olarak gördüm Kendimden başkası değildi
Sadece benim hükmüm değil bu Gören herkesin hükmü aynı
Aksini iddia eden herkes bilsin ki:
Gören O’dur, biz
aynalar
Allah Teâlâ şöyle der: ‘Onları
siz öldürmediniz, fakat Allah Teâlâ onları öldürdü:441 Başka bir ayette ‘Onları
nerede bulursanız, öldürün’442 buyurur. Öyleyse Allah Teâlâ
yükümlülük bildiren bu hitabında emredici (âmir), emrin kendisi ve emredilen
(memur) olarak tezahür eder. Emre bağlanma gerçekleştiğinde, var olanlardan
bilfiil öldürme gerçekleşmiş demektir. Bu kez Allah Teâlâ ‘Onları öldüren siz
değilsiniz, ben öldürdüm’ der ve devam eder: ‘Benim karşımda siz, elinizdeki
kılıç veya öldürme aleti mesabesindesiniz.’ Maktûlün ölümü araçla gerçekleşmiş,
hâlbuki aletin öldürdüğü söylenmemiş, onunla vuranın ise öldüren olduğu söylenmiştir.
Allah Teâlâ diyor ki, bize nispede aleti kullanan kişi, kendi elindeki kılıç
mesabesindedir. Dolayısıyla yükümlünün öldüren olduğu söylenemez. Aksine
yükümlü veya kılıç vasıtasıyla öldüren, Allah Teâlâ iken (‘onları öldürün’
ayetindeki emirle) yükümlü olan insan, kılıçla vuran el mesabesindedir. Bu
durum, musafaha yapan iki şahsın durumundaki gibi, biat ederken hacer-i
esved’in selamlanan ve öpülen Allah Teâlâ’nın elinin misali olmasına benzer.
Bu münazele’nin ortaya konulmasındaki
maksat, hükümleri gerektiren işlerin bilinmesini sağlamaktır: Acaba onlar
gerçek bir varlığa sahip midir, yoksa hükümlerin talep ettiği nispederden
ibaret midirler? Böyle olduklarında onlar, hükümlerle birlikte bilinirler ve
geride söz konusu hükümlerin kendisinde ortaya çıktığı mahallin öğrenilmesi kalır:
Acaba o mahallin mahiyeti nedir? Acaba mahal mümkün ve nispetler ise tercih
edene mi aittir? Bu duruma misal olarak ‘Onları
siz öldürmediniz, fakat Allah Teâlâ öldürdü’443 ayetiyle birlikte ‘Allah
Teâlâ sizi ve amellerinizi yarattı’444 ayetini verebiliriz. Acaba mahal ve
yer Hakkın varlığı, hükümler ise mümkünlerin Hakkın varüğındaki etkileri -ki
bu kendisinde ortaya çıkan suretler demek olurmidir? Böyle ise her suret başka
bir sureti görür ve onlar mümkünlerin Hakkın varüğındaki eserleridir. Mesela
Zeyd Hakkın varlığında Halid’in suretini görürken Halid Hakkın varlığında
Zeyd’in suretini görür. Suretin üzerinde görüldüğü her varlık/durum tıpkı suret
gibi (Hakkın varlığında görülmüş) kabul edilir.
Her iki yorumdan birini benimseyen Allah
Teâlâ ehlinden bir grup vardır. Öte yandan iki görüşten hangisi olursa olsun,
her görüş sahibinin bir görüş üzere sabit kalması da mümkün değildir. Bunun
yerine bir hükmü bir şey adına kabul edip ötekinden olumsuzladığı gerekçenin
aynısıyla ilkinden reddeder ve diğeri için kabul eder. Hangi durumla başlarsa
başlasın, her iki görüşle de hüküm kendisine aittir. Misal olarak ‘Attığında
sen atmadın’445 ayetini
verebiliriz. Allah Teâlâ ayette önce olumsuzlamış (atmadın), sonra atma fiilini
kendisinden olumsuzladığı kimse adına ‘atmak’ fiilini olumlamış (attığında),
sonra olumlamakta sabit kalmamış, olumsuzlamanın ardından olumlamayı (ispat)
geldiği gibi bu kez olumlamanın ardından (peygamberden fiili) olumsuzlayarak ‘Fakat
Allah Teâlâ atmıştır’446
demiştir. Allah Teâlâ bir kimse için bir fiili ne kadar hızla olumsuzlamış ve
olumlanmıştır! İşte bu nedenle dile getirdiğimiz bu münazele, yolu boyunca bir
yerde sabit kalmayan suyun akışına benzetilerek, ‘akışkan’ diye
nitelendirilmiştir. Su geçtiği yerde sadece değdiği ölçüde iz bırakır. Bu makam
sahiplerinin ayakları belirli bir şey üzerinde sabit değildir, çünkü bu makam
bunu gerektirir. ‘O her gün bir iştedir’447 ayeti buna işaret eder. Ayette geçen
‘gün’ ölçüsü, ‘zaman-ı ferd’, yani andır. Allah Teâlâ ‘Duymadıkları
halde duyduk diyenler gibi olmayın’448 buyurur. Hâlbuki onlar duyuyordu.
Buradaki kınamaya dikkatle bakmalısın! Bu kınama, Hakkın onun duyma ve görme
gücü haline geldiği kimselerde hamdin zirvesine benzetilmiştir. Bir insanın
duyma (gücü) Hakk olursa, o kişi zorunlu olarak duymuş demektir ve ancak
rabbiyle duyandır. Bu kişi, kendi nefsiyle olmaksızın, (Rabbiyle) duyandır.
Buna mukabil, onun Rabbi’nin hüviyetinin mahalli olması mümkün olmadığına göre
Hakk’ın varlığı onun kendisi olmuştur. Hüküm ise mümküne aittir, çünkü bu
hüküm onun eseridir. ‘Allah Teâlâ onlar1 da
hayır bulunduğunu bilseydi, kendilerine işittirirdi.’449 Varlık iyilik ve hayır demektir ve
onlar da varlıkla nitelenirdi. Kendilerini var ettiğinde, onlara duyurmuş
olsaydı, kendi zadarına döner ve duymamış olduklarını anlarlardı. Bu durum
‘yüz çevirme’ diye ifade edilir. Çünkü duyan Hakk’tır. Hakk’ın karşısında onlar
ise kendisiyle sesleri ve sözleri duyduğumuz kulak aracımız gibidir. Öyleyse
hitap eden ve edilen, konuşan ve duyan Hakk’tır. ‘Ey
iman edenler!’450
-sözümüzü tasdik edenler demektir‘Sizi çağırdıklarında
Allah Teâlâ’ya ve peygambere karşılık veriniz’451 Allah Teâlâ önce iki kişiyi (Allah
Teâlâ ve peygamberi) zikrettikten sonra, davetçiyi birlemiştir (zamirde).
Buradan işin tek olduğunu anlarız. Biz beden kulağımızla peygamberi duyduğumuz
gibi Hakk’ın sözünü de manevi olan Hakk’ın kulağıyla duyduk. Öyleyse Allah
Teâlâ ve peygamber, konuşana ait iki isimdir. Çünkü konuşma, buyurduğu gibi, Allah
Teâlâ’ya aittir. Görülen konuşan ise peygamberin dilidir. ‘Peygambere
itaat eden, Allah Teâlâ’ya itaat etmiştir.’452
Benim hakikatim O’ndan başka değil
Başkasını açıklamadım
Kim varlığın gözüyle görürse Ancak
Hakkı görmüş demektir
öyleyse biz görmede biriz:
O beni görür, ben de O’nu
Bu bölümün ana kısımlarını yeterli bir şekilde özetledik. ‘Allah
Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’
ÜÇ YÜZ DOKSAN İKİNCİ BÖLÜM
'Kim merhamet ederse, biz de ona merhamet
ederiz; kim merhamet etmezse, ona merhamet eder sonra gazap ederiz ve unuturuz' Münazelesinin Bilinmesi
Kim Hakkı isterse Hakk onu talep eder Mülkün ve melekûtun
varlığında
Hakkın kelimeleri başka bir şey değil Alemde gözüken
sebattan gayri
‘Değildir’ ifadesindeki şeyin kaynağı ‘Biz’ makamındadır, onun
hakkında sustuk
Keremiyle ona nail olduk biz O
Rahmût diye çağrılan
Burhanın izhar ettiği .
Ceberüt berzahında kaim olan
Varlıkların zahiri O’nun bâtını
O’nun korkutması teşvikin aynıdır
Bütün varlıkların nihayette ereceği
yer Af ve rahmet makamı olacaktır
Allah Teâlâ kuşatıcı kelamını
açılışında şöyle buyurur: ‘Rahman ve rahim Allah Teâlâ’nın adıyla!
Hamd âlemlerin rabbine aittir, Rahman ve Rahimdir.’453 Bu özel ismini de niteliğini ‘Kızılan
veya dalalete uğrayanlardan değil’454 diyerek pekiştirmiştir. Sahih bir
rivayette ‘Rahim Rahman’dan bir daldır, onu kavuşturanı Allah Teâlâ
kavuşturur, keseni Allah Teâlâ keser (sıla-i rahm yapanla Allah Teâlâ sıla-i
rahm yapar, terk edeni Allah Teâlâ terk eder)’ der. Başka bir hadiste şöyle
der: ‘Merhamedilere Allah Teâlâ merhamet eder. Yerdekilere merhamet edin ki,
göktekiler de size merhamet etsin.’ Şefaat hadisinde ise şöyle der: ‘Allah
Teâlâ kıyamette şöyle diyecektir: ‘Melekler şefaat etti, nebiler ve müminler
şefaat etti, geride merhamedilerin en merhamedisi kalmıştır.’
Bilmelisin ki, Allah Teâlâ âlemin
yapısını dört esasa dayandırmıştır; ‘âlem’ derken, cenneti ve cehennemi
dolduracak insan ve cinleri kastediyorum. Bu nedenle Allah Teâlâ âlemin
içerdiği her şeyin üzerinde hüküm sahibi olan Ümmü’l-kitap’ta (Fatiha suresi)
dört rahmet belirlemiştir ve her bireyin bu rahmederden bir payı vardır. Fatiha
suresindeki birinci ayet -ki besmelediriki rahmettir. Bunlar, Rahman ve
Rahimdir. Üçüncü ayet de iki rahmeti içerir: Rahman ve Rahim. Öyleyse Allah
Teâlâ, genel rahmetiyle Rahman iken -ki bu rahmet ihsan ve itminan rahmeti
demektir-, özel rahmetiyle Rahim’dir. Bu rahmet ‘Onu
takva sahiplerine yazacağım’455 ayetinde belirtilen özel rahmettir.
Başka ayederde de bu rahmet zikredilir: Mesela ‘Rabbiniz
kendine rahmeti yazmıştır’456 ayetinde bu rahmet zikredilir.
İhsan rahmeti, bir amel vasıtasıyla Hakk ediş olmaksızın ulaşılan rahmet
demektir. Allah Teâlâ bu rahmetiyle salih amele muvaffak kıldığı kimseleri
rahmet eder; salih amel ise zorunlu rahmeti meydana getirir. Bu rahmede
günahkârlar ve cehennemliklerden azap kalkar. Bununla birlikte onların
yerleştiği yer ve evleri yine cehennemdir. ‘Allah
Teâlâ’nın rahmetiyle onlara yumuşak davrandın’457 ayetinde zikredilen rahmet bu
rahmettir. ‘Nimel verdiklerinin yoluna’458 ayetinin anlamı da budur ki,
kendisiyle onlara nimet verdiği yol demektir. İhsan rahmeti onlara yükümlülük
diyarında başarı ve hidayet kazandırır. Onlar da kendilerine hidayet edildiği
ve hayrete düşmedikleri için dalalete sapmazlar, gazaba maruz kalmazlar.
Allah Teâlâ’nın gazap ettiği kimse
ise şöyle der: Bize de bir Hakk ediş olmaksızın kendiliğinden şu insanlara
ihsan ettiğin rahmetinle lütuf göster! Sen onları hidayet edip ihsanda
bulunduğunda onları ‘gazaba uğramayan’ olmakla niteledin ve bu hidayet hayret
demek olan dalaleti onlardan izale etmiştir. Peki Hakk ettiğimiz Allah
Teâlâ’nın gazabını bizden neyle kalkar?’ Bunun üzerine Allah Teâlâ onlara ihsan
rahmetiyle rahmet eder. Bu rahmet ikinci ayette gecen Rahman ismiyle ifade
edilir. Böylece Allah Teâlâ onlardan azabı kaldırır, bulundukları durumda
Rahim ismiyle onlara nimet ihsan edilir.
Fatiha suresinde gazap ayeti
bulunmaz. O surenin bütün ayetleri rahmettir ve rahmet kitapta yer alan bütün
ayeüere egemendir, çünkü esas odur. Bu nedenle Allah Teâlâ’nın rahmeti gazabını
geçmiştir. Nasıl böyle olmasın ki? Allah Teâlâ ile âlem arasındaki bağlar
Rahman isminden meydana gelir. Bu nedenle Allah Teâlâ rahmi onun bir parçası
ve dalı saymış, böylece rahim O’na nispet edilmiştir. Öyleyse âlemde herhangi
bir şeye yönelik rahmeti olan herkesin bu isme dayanması gerekir. Fakat yaratılmışın
rahmeti, Kadim’in rahmeti gibi kuşatıcı olamaz, çünkü Hakkın bilgisi, tüm
bilinenleri kuşatırken Hakkın bilgisini ancak O’nun dilediği kulları ve
dilediği kadar kuşatabilir. Binaenaleyh Allah Teâlâ bilgisi ölçüsünde
yaratıklarına merhamet ettiği gibi yaratıkları da kendi bilgileri ölçüşünce
merhamet edebilirler. Bir kimse öfkelenir ve neticesinde intikamını alırsa,
intikam sayesinde kendine merhamet etmiş olur; çünkü intikam, kişinin içinde
hissetmiş olduğu öfke acısı için bir şifadır. Öte yandan insanın kendine verdiği
sadaka, en faziletli sadakadır. İnsan kendine merhamet edip öfkesi kalktığında
ardından kendine merhamet gelir. Bu merhamet, birini cezalandırdığında insanın
duymuş olduğu pişmanlıktır. Bu pişmanlıkla da şöyle der: ‘Allah Teâlâ dilemiş
olsaydı, onu bağışlamak daha güzel olurdu.’ Bunu söylemesi kaçınılmazdır.
Başka bir ifadeyle ya dünyada veya ahirette nefsi için intikamı alırken bunu
söyleyecektir. (Allah Teâlâ’nın insana pişmanlığı vermesinin nedeni), ilahi
cezaların uygulanmasının bu kabilden olduğunun zannedilmesinin önüne geçme
amacı taşır. İlahi cezaları uygulamak Allah Teâlâ’nın katından gelen bir
yasadır ve insanın bu işe bir katkısı yoktur. Öyleyse insan bir fiille sıla-i
rahm yapmış ve (Hakka ait) rahmetin ona ulaşması da kaçınılmazdır. Binaenaleyh
bütün yaratılmışların Allah Teâlâ’nın rahmetine ulaşması kaçınılmazdır (çünkü
herkes merhamet sahibidir); bir kısmı hemen bir kısmı daha sonra rahmete
ulaşır. Çünkü herkes sıla-i rahm yapar (kendi rahmetine ulaşır) ve Allah Teâlâ
da o yönden kişiye (rahmetiyle) kavuşur. Rahmi kesen (sıla-i rahm yapmayan)
ise, onun bir kısmını kesmiş ve koparmış demektir. Kesmenin genel olması mümkün
değildir, çünkü bir şeyi kesmek, başka bir rahmi (rahmeti) kavuşturmak
demektir. Öyleyse rahmin kesilmesinde başka bir (rahme) kavuşma ve sıla vardır;
hâlbuki sıla-i rahimde kesme yoktur. Kavuşturulan (mevsûl) rahimler şefaat eder
ve şefaatleri makbuldür.
İnsan kesilen rahmet üzerinde -ilahi
bildirmeylebir terazi koymalıdır ki bu gereklidir. Çünkü kesilen rahim (rahmet)
O’nun rahmi olarak kesilmiştir. Rahmin kendisinden kesildiği kimse sıla-i rahm
isteyince, Hakk ona şöyle der: Ben senin için cezalandırdığım gibi sen de intikamını
al! Böylece Allah Teâlâ o kişiye (sıla-i rahmi kesenden) rahmetini kestiğini
bildirir. Sonra Allah Teâlâ el-Afiıvv isminden hitap ederek (sıla-i) rahmi
keseni bağışlamasını isteyerek şöyle der: ‘Sen rahmi kesen kişiyi bağışla ki,
ben de seni bağışlayım!’ O da mutlaka ‘bağışladım’ der, çünkü orası korkandan
bağışlaması istenilen yerdir. O da bağışlar, buna mukabil Allah Teâlâ da onu
bağışlar ve bu affı karşılığında Allah Teâlâ’nın rahmeti kendisine ulaşır. Bu
kez başka bir rahmi kavuşturur (sıla-i rahm eder) ve o rahim kendisine şefaatçi
olur. İşte ‘Melekler, nebiler, müminler şefaat etti, geride en merhamedinin
şefaat etmesi kalmıştır’ ifadesinin anlamı budur. Böylece Allah Teâlâ’dan
kulları hakkında söylediğimiz şefaat ile rahmeti gerektiren durumlar meydana
gelir. Çünkü Allah Teâlâ’nın rahmeti gazabını geçmiştir ve rahmet gazabın önündedir
(imam). Allah Teâlâ’nın gazabı kullardan intikam almaya başlar ve en son
sınırına ulaşır. Oraya ulaşınca, rahmetin kendisini geçtiğini görür. Böylece
gazaba maruz kalmış kullar gazaptan kurtulur ve hepsine rahmet yayılır. Artık
hüküm, rahmete ait olur.
Gazabın ortaya çıkardığı süre,
Besmeledeki Rahman ve Rahim ifadesiyle ‘Hamd
âlemlerin Rabbine aittir5459
ayetinin ardından gelen ‘Rahman ve Rahim’dir’ arasındaki mesafe kadardır.
Öyleyse gazabın süresi, ‘Hamd âlemlerin Rabbine aittir’ ifadesidir. Onun başı
Rahman ve Rahim iken sonu da Rahman ve Rahim’dir. ‘Hamd âlemlerin rabbinedir’
ifadesi gazabın süresi olmuştur, çünkü bu sürede mutluluk ve zarar ortaya
çıkar. Bu nedenle burada hamd zikredilmiştir ki övgü (sena) demektir. Övgü
anlamındaki hamd, Allah Teâlâ’nın zarar veya sevinç vermesiyle
sınırlanmamıştır. Çünkü hamd sevinç ve sıkıntı durumlarını kuşatır. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem sevinçli hallerinde ‘Nimet veren ve ihsan eden Allah
Teâlâ’ya hamd olsun’ der, sıkıntı halinde ise ‘Her durumda Allah Teâlâ’ya
hamdolsun’ derdi. Öyleyse Allah Teâlâ’ya hamd sıkıntı ve sevinç vaktinde zikredilerek
gazabın süresi olmuştur. Ahiret hayatında herkes, Allah Teâlâ’ya hamd eder,
O’nun rahmetini umut eder, azabından ve azabın sürekliliğinden korkar. Bu nedenle
Allah Teâlâ, ‘Alemlerin rabbi Allah Teâlâ’ya
hamdolsun’460 ayetinden
sonra ‘Rahman ve Rahim’dir5461 ayetini
getirmiştir. Binaenaleyh âlem, üzerinde bulunduğu kınanan ve övülen durumlarla
birlikte, bu rahmet ile Besmeledeki rahmetin arasında durur. Bu durum, ‘Güçlükle
birlikte kolaylık vardır, sonra güçlükle birlikte
kolaylık vardır’462 ayetine
benzer. Şair bu konuda şu beyideri söylemiştir:
Hayat seni daralttığı vakit İnşirah
suresi üzerinde iyi düşün:
Güçlük iki kolaylık arasındadır Bunu düşünürsen mutlaka rahatlarsın
Allah Teâlâ ayette kolaylığı belirsiz
getirmiş, belirlilik bildiren harfleri (Elif ve lam) ise güçlüğün başına
getirmiştir. Bunun anlamı, ayette zikredilen ikinci güçlüğün birincinin aynı
olmasıdır. Hâlbuki aynı durum kolaylık için söz konusu değildir. Kolaylık ile
güçlük arasındaki bu temyiz, rahmetine olan hırslarını ve umutlarını artırmak
ve pekiştirmek üzere Allah Teâlâ’nın kullarına dönük sırlı bir uyarısıdır,
çünkü O merhamet edenlerin en merhametlisidir. Allah Teâlâ kullarına rahmetini
arttırmamış olsaydı, hiç kuşkusuz, merhamet edenlerin en merhametlisi
olamazdı. Hâlbuki Allah Teâlâ, hiç kuşkusuz ki, merhametlilerin en merhametlisidir.
Yemin olsun ki Allah Teâlâ’nın rahmetinin bütün yönlerini kuşattığı bir kimse,
hüsrana uğramaz. Bunu bilmelisin!
Hakikatler sabit olduktan sonra cahil
ne derse desin! Bazı insanlar bu konuda bizimle tartışmıştır. Allah Teâlâ’nın
rahmeti bu kadar kapsamlı olmasaydı, (Allah Teâlâ’nın rahmetinin sınırlı
olduğunu söyleyen) böyle insanlara Allah Teâlâ’nın rahmeti ulaşmazdı. Allah
Teâlâ’dan bizi cahillere katmamasını diliyoruz. Çünkü bilgisizlikten daha kötü
bir sıfat ve özellik yoktur. Çünkü bilgisizlik bütün kötülüklerin anahtarıdır.
Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e ‘Sakın
cahillerden sakın olmayasın’*63 diye emretmiştir. Allah Teâlâ gençliği ve delikanlılığının gücü
nedeniyle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e böyle hitap ederek
yasaklamayı pekiştirerek söylemiştir. Buna karşılık Allah Teâlâ gençlik gücüne
sahip olmayan ve yaşlanıp artık saygı gören bir insan haline gelen Hz. Nuh’a
şöyle demiştir: ‘Sana cahillerden olmamanı tavsiye
ederim.’464 Allah
Teâlâ ona kendine öğüt verirken yumuşak söz söylemiştir. Çünkü genç ve
yaşlıyla konuşma arasında fark bulunmalıdır. Nitekim hallerimize göre konuşma
arasında da bir fark vardır. Hallerimize göre Allah Teâlâ’yı överken farklı
kelimeler kullanırız. Mesela sevinç anında ‘Nimet veren ve ihsan eden Allah
Teâlâ’ya hamd olsun’ deriz. Sıkıntı anında ‘Her durumda Allah Teâlâ’ya hamd olsun’
deriz. Bunun nedeni, hamde sevk eden sebeplerin farklılığıdır ve bunu bize
bizzat Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem davranışıyla öğretmiştir. Allah
Teâlâ’nın kullarına, hatta bütün yaratıklara karşı merhametli olanlar,
kendisine kavuştuklarında Allah Teâlâ’nın rahmeti süratle onlara ulaşır. Onlar,
kendilerinde buldukları yaratılmışlara karşı şefkat duygusuyla yaratıklara
merhamet ederken Allah Teâlâ da onlara merhamet eder. Çünkü bu rahmet, onların
kendilerine dönen amelleridir. Nitekim bir rivayette böyle denilir. Başka bir
ifadeyle Allah Teâlâ, kendi merhametleriyle onlara merhamet etmiştir:
Ne muhalif ol ne kavga çıkar
Sadık ol fakat nifak çıkarma
Öyleyse her kim Allah Teâlâ’nın
yaratıklarına merhamet ederse, gerçekte kendine merhamet etmiş demektir. Bunun
yanı sıra, yaratıklara merhamet etmeleri nedeniyle Allah Teâlâ’nın kendilerine
dönük rahmetine -ki bu onların amelleriydiilave O’nun başka bir rahmeti daha
vardır. Bunu şöyle açıklayabiliriz: İçimizden birisinin Allah Teâlâ’nın bir
yaratığına merhamet ettiğini farz edelim. Bu rahmet ya merhamet edilen
kimsenin çektiği acıyı ortadan kaldırır veya acıyı kaldırmakla birlikte ona
ilave bir iyilik verir. Mesela azap görmeyi Hakk eden birini hapisten çıkartan
birini düşünelim. Böyle biri ya aracı olarak veya -cezalandıran kendisiyseazabın
o insana ulaşmasını engeller. İkinci olarak, cezalandırmanın ardından onu bir
göreve getirmek veya mal veya hediye vermek veya kendine yaklaştırmak gibi bir
iyilik yapar. İşte bu ikinci iyilik, ilkinden başka bir durumdur. Kul merhamet
ederek kendisi gibi bir canlıdan bir azabı kaldırır ve buna başka bir iyilik
ekleyip Allah Teâlâ da kula -amelinin karşılığı olanrahmeti verdiğinde, buna
bir ekleme yapar. Nitekim kul da -söylediğimiz üzeremerhametine bir ekleme
yapmıştı. Bazen Allah Teâlâ kulun durumuna bakmaksızın kendiliğinden ekleme
yapabilir. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Merhamet
edenlere Rahman merhamet eder’ demiş, hâlbuki ‘Rahim merhamet eder’
dememiştir. Çünkü Allah Teâlâ dünya ve ahiretin Rahmanı iken Rahim ise rahmeti
sadece ahirete tahsis eder.
‘Yerdekilere merhamet edin ki,
göktekiler de size merhamet etsin’ hadisine gelirsek, siz sıkıntı ve suçlu
insanları görür ve onları affederken Allah Teâlâ’nın emriyle onlara merhamet edersiniz.
Bu merhameti onların halleri talep etmiştir. Herkes kendi haline göre merhamet
eder: Gökte ise melekler vardır. Onlar bağışlanmamızı dileyerek bize merhamet
ederler. Bu durum ‘Melekler yerde olanlar için
bağışlanma dilerler’465 ayetinde
belirtilir. Sonra ‘Dikkat edin! Allah Teâlâ bağışlayan
ve merhamet edendir’466
buyurmuştur.
Bu Münazeledeki 'Biz onu unuttuk' İfadesinin Tefsiri
Bu bölümde zikredilen ‘bu münazelede
onu unuttuk’ sözüne gelirsek, bu unutma insanın Allah Teâlâ’yı eşyada unutmuş olmasının tanımıdır. Allah Teâlâ’nın kendisini
unutmasıyla insana ancak kendi unutması dönmüştür. Allah Teâlâ onu kendisine
izafe ederek şöyle der: ‘Allah Teâlâ’yı unuttular, Allah
Teâlâ da onları unuttu.’467 Yani
onlar Allah Teâlâ’nın hakkını terk etmiş, Allah Teâlâ ise işledikleri suçları
nedeniyle Hakk ettikleri hakkı (cezayı) ‘terk etmiş’, onları cezalandırmamış,
onlara azap etmemiştir. Allah Teâlâ’nın unutmasının böyle yorumlanması gerekir!
Allah Teâlâ onlara mağfiret ve merhamet etmiştir. Bu yorum, şekilci âlimlerin
anladığından farklıdır ve bu yorum -tefsir değilişarı yorumudur. Burada unutan
insan, Allah Teâlâ’nın yerine getirmesini emrettiği hakkı unutarak, hiç
kuşkusuz gerçekte Allah Teâlâ’yı unutmuştur. Çünkü işi ona emreden Allah Teâlâ’dır.
Unutarak Allah Teâlâ’nın hakkını terk etmiş, Allah Teâlâ ise keremini izhar
ederek kendi hakkını (cezalandırma) terk etmiştir. Böyle birinin hakkı ancak
ameliyle Hakk ettiği cezadır. Allah Teâlâ ‘unuttu’ diyerek cezayı terk
etmiştir.
Allah Teâlâ bize ‘Allah
Teâlâ’yı unutup Allah Teâlâ’nın da kendilerini unuttuğu kimselerden olmayın’468
diyerek kendisini unutmayı yasaklamıştır. Bu ifade Allah Teâlâ’nın bize bir
tavsiyesidir. Allah Teâlâ bize söz konusu insanlar gibi Allah Teâlâ’yı unutmayı
yasaklamıştır. Biz de Allah Teâlâ’nın hakkını salih bir niyet ve O’nun
karşısındaki huzur haliyle eşyada yerine getiririz. Buna mukabil Allah Teâlâ ‘Hakk
ediş’ yoluyla karşılığımızı verir. Biz o hakkı Allah Teâlâ’nın yapmamızı bize
nasip ettiği amellerle kazandık. Allah Teâlâ’yı unutanlar hakkında ise Allah
Teâlâ, Hakk ettikleri azabı unutur. Hâlbuki onlar, O’nun hakkını terk
etmişlerdi. Allah Teâlâ onlara ihsanda bulunduğunda, kendiliğinden ihsanda
bulunmuş olurken hakkını yerine getirenlere yönelik ihsanı bir lütuf ve minnet
ihsanı değildir. Bunun yanında amellerinin talep ettiği karşılığa ilave yapması
O’nun ihsanı ve lütfudur. Nitekim onlar, ilahi rahmeti Hakk etmelerini sağlayan
amellere de (herhangi bir sebebe bağlı olmayan) ihsan yoluyla ulaşmışlardı,
bunu bilmelisin!
Allah Teâlâ ayeti tamamlarken şöyle
buyurur: ‘Allah Teâlâ’yı unuttular, Allah Teâlâ
da onları unuttu.^469 Hâlbuki
onların fasık olduklarını söylememiş, ‘münafıklar
fasıklarâır’470 demiş,
zikredilenlere dönen bir zamirin bulunmadığı başka biir söze başlamıştır. Her
münafık fasıktır; çünkü münafık kendisine ait her kapıdan çıkabilir. Bu
bağlamda müminlere bulundukları Hakk göre gözükürken kâfirlerin yanındayken
onların haline göre görünür. Bu kitapta münafıkların mertebesi ilgili bölümde
ele alınmıştı. Sen de dikkatini çektiğim hususun farkına var ve amel
sahiplerinden ol! Amel sahipleri, ‘Allah
Teâlâ’ya verdikleri sözü yerine
getirenlerdir’471 ve ‘Amel
sahiplerinin ücreti ne güzeldir.’472 Allah Teâlâ’nın affından emin olma,
yoksa O’nu unutanlardan olursun! Bunun yerine sana dünya hayatında daha fazla
amel nasip etmesi için ihsanım ve lütfunu arzula ki, Allah Teâlâ da kendi
katındaki makam ve saygınlığını artırsın!
Allah Teâlâ bize nehiy sigasıyla
şöyle der: ‘Allah Teâlâ’yı unutanlar gibi
olmayın. Allah Teâlâ da onlara kendilerini unutturmuştur. Onlar /asıklardır.’473 Zamir, onlara döner. Bu ise
hakikatini nifakın değerinden söz ederken belirttiğimiz işin başka bir
tarzıdır. Bahsettiğimiz nifak (iki yüzlülük), bu kitapta ele alınmış
menzillerde zikredilen ‘övülen nifaktır.’ Unutulmuş olabileceğine varsayarak,
konuyla ilgili bir kısmını burada aktaralım:
Allah Teâlâ peygamberinin diliyle
şöyle der: ‘Kendini bilen rabbini bilir.’ Allah Teâlâ bizi deül yaptığına
göre, bizim kendimizi tanımak üzere nefsimiz üzerinde düşünmemiz, rabbimizi
tanıma amacı taşımalıdır. Allah Teâlâ hakkındaki marifeti ve bilgiyi
unuttuğumuzda, hiç kuşkusuz, kendimizi de unuturuz. Bu, söz konusu marifete
doğru giderken üzerinde yürümemiz gereken ilk kapıdır. Ondan diğer kapıya
geçeriz. O ise kendisinden nefsimizi bilmemeye (cehl) çıktığımız kapıdır. Allah
Teâlâ bizi ilahi surete göre yaratmıştır. Bu nedenle Allah Teâlâ’yı unutmuş
olmamız, Allah Teâlâ’nın bize kendimizi de unutturması demek olmuştur. Bu
nedenle Allah Teâlâ’yı unutmak bize yasaklanmıştır. Çünkü kendini unutan kişi,
zorunlu olarak, Allah Teâlâ’nın kendi üzerindeki haklarını ve nefsin haklarını
unutmuş demektir. Böylece kendilerini unutanlar, Allah Teâlâ’yı terk etmiş
olurlar. Çünkü onlar, Allah Teâlâ’nın kendiliğinde bulunduğu durumu müşahede etmediklerini
biliyorlardı. Onlar, Allah Teâlâ’dan ancak kendi hakikat ve hallerini müşahede
edebilirler. Allah Teâlâ bu nitelik sahibi bazı kullarında bu durumu bilince,
onlara kendilerini unutturmuş, onlar da müşahede esnasında gördükleri şeyin
hallerinin ta kendisi olduğunu bilememişler, bu nedenle bu müşahede esnasında
şöyle demişlerdir: ‘Allah Teâlâ bana dedi ki, ben de O’na dedim ki...’ Bu makam
nerede, ‘Biz Hakk’tan ancak bulunduğumuz durumu müşahede ederiz’ diyenin
makamı nerede! Onların böyle bir sözü söylemiş olmanın nedeni, Allah Teâlâ’nın
kendilerini onlara unutturmuş, bunun neticesinde de onların kendilerini unutmuş
olmalarıdır. ‘Onlar fasık bir topluluktur.’474 Yani onlar, kesin bir şekilde
öğrenmiş oldukları üzere, Allah Teâlâ’yı kimsenin kendi hal ve durumu yönünün
dışında, göremeyeceği bilgisinin ‘dışına çıkmışlardır.’
Allah Teâlâ kendisini ‘merhamet
edenlerin en hayırlısı’ olarak nitelemiştir. Bilindiği üzere, bir varlık
başkasına ancak Rahman’ın kendisinde yarattığı merhamet vasıtasıyla merhamet
edebilir. Öyleyse yaratılmışların birbirlerine olan rahmet ve merhameti,
insanların değil, yaratılmış suretinde tezahür etmiş olan Allah Teâlâ’nın
rahmetidir. Kutsi hadiste ‘Allah Teâlâ kendine hamd edeni duymuştur’ der. Bu
hamd, kulunun diliyle Allah Teâlâ’nın sözüdür. Öte yandan Hz. Musa’nin işitmiş
olduğu Allah Teâlâ’nın sözü ise kulun diliyle söylenmiş sözden daha üstündür.
Böylece Allah Teâlâ’nın kelamı olduğu bilinen sözün kendisinde zuhur ettiği
yerlerde bir derecelenme meydana geldiği gibi O’nun rahmetinin sıradan bir
varlık vasıtasıyla ortaya çıkması yaratılmışın vasıtası olmaksızın Allah
Teâlâ’nın kuluna merhametinden aşağı derecededir. Öyleyse rahmetin tezahüründe
bir derecelenme vardır ve derecelenme mahalle bağlıdır. Allah Teâlâ’nın yaratılmış
suretinde kuluna merhamet etmesi ise daha büyüktür. Çünkü bu rahmet ‘zevk’ten
kaynaklanır. Rahim, merhamet ederek içinde bulmuş olduğu acıyı ortadan
kaldırır. Hakk ise öyle değildir. O’nun rahmeti katışıksız ve saftır ve bu
rahmetten dolayı acının ortadan kalkmasının (hazzı) kendine dönmez. Bu nedenle Allah
Teâlâ, merhamet edenlerin en hayırlısıdır. O halde yaratılmışın merhameti
şefkatten kaynaklanırken Allah Teâlâ’nın rahmeti kayıtsız ve mudaktır. Buna
mukabil cezalandırması ve intikamı böyle değildir. Fakat Allah Teâlâ’nın
cezalandırmasında mutlaka rahmet vardır. Bu rahmetin en azı kulun
cezalandırılmasına varlık ihsan etmesidir. Cezalandırılmanın varlığı bile bir
rahmettir ve Allah Teâlâ onu yokluktan varlığa çıkartırken cezalandırılana
rahmet eder. Rahmet sıfatından yaratılmış olanın cezalandırması her durumda
bir rahmeti içerir. Ebu Yezid el-Bestami bu makamdayken bir hafızın ‘Rabbinin
cezalandırması şiddetlidir’475 ayetini okuduğunu duyunca, ‘Benimki
daha şiddetlidir’ demişti. Çünkü insan cezalandırırken fiilinde rahmet bulunmaz.
Çünkü birini cezalandırırken ona dönük bir rahmete sahip değildir. Bu
cezalandırılma ancak cezalandıranın mahalline verdiği şeye göre gerçekleşir.
Cezalandırma Allah Teâlâ tarafından yaratılmış olsa bile, Allah Teâlâ onu o
yerde yaratmış ve yerin ve mahallin suretiyle ortaya çıkmıştır. Mahal ise
kalbinde merhamet varken herhangi birinden intikam almayı talep etmez.
Allah Teâlâ kulunu cezalandırırken bu
cezalandırmada bir tür rahmet vardır. Çünkü cezalandırılan kul, hiç kuşkusuz,
O’nun kuludur. Nitekim bir yaratılmış, kölesini cezalandırmak istediğinde
cezalandırmaya bir tür merhamet karışmalıdır. O merhametin nedeni, kendisiyle
kulu ve kölesi arasındaki münasebettir. Çünkü efendi için ‘efendi’ ve ‘sahip’
adını ortaya çıkartan kölenin kendisidir ve bu nedenle gözünü karartacak
şekilde aşırı cezalandırmaz. Aksi halde insan kendini cezalandırmış olur. Buna
mukabil arasında kölelik bağı veya efendilik niteliğini kazanmasını sağlayan
bir ilişkinin bulunmadığı bir yabancıya karşı böyle hareket etmez. Bu
nitelikteki birisini cezalandırırken merhametten yoksun olarak
cezalandırabilir. Binaenaleyh Allah Teâlâ ‘merhamet edenlerin en hayırlısıdır.’
Fakat Allah Teâlâ’nın ‘cezalandıranların en hayırlısı’ veya ‘intikam
alanların, azap edenlerin en hayırlısı’ şeklinde bir sıfatı yoktur. Hâlbuki
ayette ‘Hüküm verenlerin en hayırlısı’476,
‘Bağışlayanların en hayırlısı’477, ‘Merhamet edenlerin en hayırlısı’478 veya ‘şükredenlerin en hayırlısı’
gibi ifadeler geçer. Bütün bunlara rağmen Allah Teâlâ cezalandırır, intikam
alır, şiddede alıp tutar, helak eder ve bir derecelendirme olmaksızın azap
eder. Allah Teâlâ’nın cezalandırma ve intikam almasıyla rahmet ve merhamede
nitelenmesi arasındaki ayrımı iyice öğrenin!
‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru yolu ulaştırır.’
ÜÇ YÜZ DOKSAN ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
'Kendi lehine bir şeyi gördüğü yerde
duran, helak olur' Münazelesinin Bilinmesi
Yaratma takdir demek, var olan
(kâin) değil!
Yaratılanlar oluşan şeyler
Ruh ve kelimeler tek bir şey Onda Hakk ise taayyün eden
Alem sabit değil, değişken Onun makamı değişkenlik
Bu nedenle her şeye yaratılışını verdi Kelamına doğru
yönlendirdi, açıklayınız!
Kelam bizim varlığımız olmasaydı Onu ganimet bilmez ve gözler haz
almazdı
llah’ın türlü isimleriyle
kalplerimiz Hakkın bana yönelmesi türlü türlü
Bütün söylediklerimizi -anlayış
sahibi isenİyice öğrenmeli ve kavramaksın
Allah Teâlâ bize ve sana yardım
etsin, bilmelisin ki, Allah Teâlâ insanın yaratılışını, hatta doğal ve unsurî
âlemdeki cisimleri düzenlediğinde, onları her cisimdeki hikmetinin gereğine
göreitidale kavuşturmuş, üflemeyle birlikte kendisine ihsan etmek istediği
ilahi ruhu kabule hazır Hakk getirmiştir. Sonra bedene ruhundan üflemiş, bu
üflemeyle birlikte bedeni yöneten bir nefis bedenin mizacının suretiyle ortaya
çıkmıştır. Böylece mizaçlar derecelendiği gibi nefisler de derece derece
olmuştur. Nitekim güneş ışığı cama vurduğunda, camdaki renkler nedeniyle,
kırmızı, sarı, mavi gibi gözde ortaya çıkan renkler meydana getirir. Işıkta
meydana gelen farklılık, ışığın bulunduğu yerden kaynaklanır. Yoksa ışıkta -o
mahal olmaksızınbir parçalanma söz konusu değildir. O halde mahal hem ışığın
kendisi hem kendisi değildir! İşte doğal (tabii) ve unsuri bedenleri yöneten
nefisler de öyledir. Bu bağlamda nefisler, yönetmek şeklinde tezahür eden
bedenlerde bir etkiye sahiptir. Bedenler söz konusu etkiyi nefislerden ancak
kendi istidadan ölçüşünce kabul edebilirler. Öte yandan bedenlerin de ortaya
çıkarken mizaçlara göre var olmaları nedeniyle nefislerde etkileri vardır. Bu
bağlamda bir kısmı zeki, bir kısmı bedenin mizacına göre ahmak olarak ortaya
çıkar. Nefisle beden arasındaki bu ilişki garip ve sırlı bir ilişkidir: her
biri ötekine etki eder ve ondan etki alır.
Allah Teâlâ insan ve cinlerin büyük
kısmının gözlerini yönetici nefs-i natıka’yı görmekten perdelemiştir. Bu
nefisler, donuk, bitki ve hayvan denilen varlıklara ait yönetici nefislerdir.
Bir kısmının gözlerini ise onu idrak etmek üzere açmıştır. Donukların da nefse
sahip oldukları hakkındaki düşüncemizin ayetten delili, ‘Taşların
bir kısmı Allah Teâlâ’nın korkusuyla düşer5479
ayetidir. Burada Allah Teâlâ taşlan korkmak özelliğiyle nitelemiştir. Bizim
gibiler bu konuda rivayeti ihtiyaç duymaz. Çünkü Allah Teâlâ onları bize göstermiş,
tespihlerini duyurmuş ve onları konuşturmuştur. Bütün bu nimederi için Allah
Teâlâ’ya hamd olsun! Rabbin tecellisi karşısında dağın parçalanması da
böyledir. Rabbi karşısında dağın nefsinde saygı duygusu bulunmasaydı, tecellisi
nedeniyle parçalanmazdı. Çünkü zatlar benzerlerine etki etmez: Eşyaya etki
eden şey, onların değeri ve etki ettiklerinin nefsindeki mertebeleridir. Başka
bir ifadeyle tecelli eden hakkındaki bilgi dağa, tesir etmiştir, yoksa gördüğü
şey etki etmiş değildir. Nitekim hükümdar sıradan bir insan suretinde
insanların arasında çarşıda pazarda yürüdüğünde, insanlar hükümdar olduğunu
bilmediklerinde içlerinde saygı duygusu uyanmaz. Hükümdarı tanıyan biri onunla
karşılaştığında, hükümdara saygı ve onun değerini bilme duygusu içini kaplar.
Bu durumda ona etki eden şey hükümdar hakkındaki bilgisidir. Bu nedenle
hükümdara saygı gösterir, karşısında edepli davranır ve karşısmda eğilir. O
insanı tanıyıp hükümdara yakınlığını bilenler ise onun ancak bir hükümdar
karşısında böyle saygılı bir davranış sergileyeceğini bildikleri için, o
kişinin hükümdar olduğunu anlarlar. Bu durumda bütün gözler kendisine yönelir,
sesler kısılır, hükümdara yer açılır ve onu görmek ve hürmet etmek üzere
birbirleriyle yarışırlar. Acaba bu etkiyi onlarda meydana getiren şey hükümdar
hakkındaki bilgiden başka bir şey midir? Hâlbuki daha önce görmüş oldukları
suretiyle hükümdara saygı göstermemişlerdi. Çünkü o esnada hükümdar olduğunu
bilmiyorlardı. Hükümdarın hükümdar olması, onun suretinden başka bir şeydir.
Hükümdarlık kendisine biat etmiş insanlar üzerinde hüküm sahibi olmasını
sağlayan nispi bir mertebe ve rütbedir.
Hafız Ebu Nuaym’ın Delalilü’n-Nübüvve isimli
kitabında zikrettiği Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in İsra
yolculuğuyla ilgili bir rivayet vardır: Cebrail geceleyin yanında bir ağaç
olduğu halde peygambere gelmiş. Ağaçta iki kuş yuvası bulunuyordu. Birisine Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem, ötekine Cebrail oturmuş. Sonra ağaç onları
yükseltmiş ve göğe kadar çıkmışlar. İnci ve yakuttan bir Refref sarkmış. Hz.
Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem onun mahiyetini bilmediği için bu Refref
kendisine etki etmemişken Cebrail onu görünce bayılmıştır. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Bu esnada Cebrail’in bilgide benden
üstünlüğünü anladım. Çünkü Cebrail neyi gördüğünü anlamış, bu bilgi onda
bayılma etkisi yapmıştı. Hâlbuki Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem onu
bilmiyor, dolayısıyla Refrefin ona etkisi olmamıştı. Öyleyse eşyaya ancak
eşyada bulunan şey etki eder ki, o da bilgidir! Kuran okuyan iki şahsı düşünün:
Birisi ürperir, ağlar, diğeri bunlardan bihaberdir ve Kuran ona etki etmez. Bu
farklılığın nedeni bilginin etkisinden başka bir şey olabilir mi? Biri ayetin
neyi gösterdiğini biliyor ve kendisini ağlatan, ürperten hakikate dair müşahede
sahibiyken öteki bu manalardan habersizdir; Kuran onun boğazını geçmiyor veya
tilaveti ona etki etmiyordu. O halde etki ayetin lafzının suretine ait
değildir. Etki, ayeti ve onun kendisine getirdiği anlamları bilen ve müşahede
edenin nefsindeki bilgiden kaynaklanır. Öyleyse sana ancak bildiğin ve gördüğün
bir şey etki edebilir. Hafızın okuduğu ayet hakkındaki bilgisi olmasaydı,
ürpermezdi. Yolculuk yapmasaydı ve gördüğüyle sınırlı kalsaydı, bu durum onu
korkutur, mudaka hissinden habersiz Hakk gelir, dehşete kapılır, bayılır veya
-okuyanın gücüne ve zayıflığına göreölürdü. insan nefsinde bu konuda meydana
gelen bilgiye göre hareket eder. ‘Sura
üflenir, göklerde ve yerlerde bulunan herkes bayılır, Allah Teâlâ’nın
diledikleri hariç!’480 Bu,
izafi bir durumdur. Bazen bir şey Ali’de Ömer’dekinden daha korkutucu olarak
bulunabilirken Ömer’de bulunan başka bir şey de Ali’de bulunduğundan daha
korkutucu olabilir. Korkular her birisine etki eder ve birbirlerine şöyle
derler: ‘Falan insanın gördüğüne şaşarım! Gördüğü hal kendisine etki etmiş.
Bende bulunanı bilseydi, durumu nasıl olurdu?’ Her biri bu sözü söyler. Üçüncü
kâmil âlim ise onların sözlerinin aksini söyleyerek her birisine edd eden
sebebi bilir. Başka bir ifadeyle onların bilmedikleri bir durumu o ikisinde
bilir. Eşyayı mertebelerine yerleştiren ve ehli için onların mertebelerini
belirleyen Allah Teâlâ münezzehtir!
Bu durumu öğrenince, gariplerin
garibi olan sırlı bir bilgiyi de öğrenmiş olursun. O bilgi, açıklanması mümkün
olmadığı gibi ifadesi de uygun düşmeyen bir sırrı içerir. Allah Teâlâ kulu
böyle bir bilgiyi açıkladığında gayrete kapılır. Çünkü bu sır varlığın
gerektirdiği bir durumdur ve faydası büyüktür.
O halde âlem ancak nispetler
vasıtasıyla zuhur ederken âlemin kabul ettiği şeylerde nispedere göre
gerçekleşir. O halde var eden nispetlerle var ederken yaratılışı kabul etmek
de nispederle gerçekleşir. O halde hüküm nispedere aittir. Hiç kuşkusuz bu
açıklamalarla nispetlerin mahiyetini öğrenmiş olmalısın!
Nispetlerle
varlığım sahih oldu
Alem ile Allah Teâlâ arasında bağ ortaya çıktı
Bana tahsis ettiği
şeye şükür olsun
Nispetler
hakkındaki bilgiyi ihsan ettiği için
Nispetlerle
mutluluğumuz mümkün oldu
■
Bedbaht onlarla bedbaht oldu
Yokluk varlığın
hükmüne bağlı
Dilediği şekilde
bir sır ortaya çıkartır onda
O bizde etkili olan
Yaratıcı
O hakkında kuşku
bulunmayan Hakk
Allah Teâlâ âlemlere muhtaç değildir.
Muhtaç olmamak ise bir tenzih niteliğidir. Bize göre Allah Teâlâ hakkında en
büyük övgü ‘O’nun benzeri bir şey yoktur’481 (ke-mislihî) ayetinde belirtilen
durumdur. Burada kef harfinin
sıfat veya zait sayılması durumu değiştirmez. Onun sıfat sayılması, Kuran’ın
indiği dili bilenler için daha doğru bir yorumdur. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem Rabbine dua ederken ve O’nu överken şöyle der: ‘Sana övgüyü sayamam.
Sen kendini övdüğün gibisin!’ Burada Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘O’nun
benzeri bir şey yoktur’482
ayetinde kastedilen hali kastetmektedir. Hz. Ebu Bekir (sıddîk-i ekber) şöyle
der: ‘İdrake ulaşmaktan acizlik bir idraktir.’ Allah Teâlâ kendisini benzeri
olmamaktan daha büyük bir ifadeyle övmemiştir ve O’nun benzeri yoktur. Bu
nedenle söyleyenin kendisi olması bakımından âlem hakkında şöyle der: ‘Her
şey O’nun hamdini tespih eder.*483 Tespih tenzih demektir. Binaenaleyh
âlemi varlığı itibarıyla Hakka dayandırıp O’nun âlemi var ettiğini
söylediğinde, bu nispet ve ilişkiyi ancak sabit nispeder vasıtasıyla
anlayabilirsin. Söz konusu nispetlere misal olarak hayat, bilgi, irade, kudreti
verebiliriz. Nazarî akıl meseleyi böyle anlar. Şeriata göre ise (bu nispetlere
ilave olarak) Allah Teâlâ’nın Kail olduğu sabittir. Nispeder ilahi zata ilave
varlıklar sayılsa bile, yaratma ancak var olana dönük olarak meydana gelen ilişmeyle
(taalluk) gerçekleşir. İlişme ise ilişilen şeye dönüp bir nispettir. Bu
sıfatlar zait değillerse, o zaman tek hakikat vardır ki o da zattır ve o zat
mümkünleri var etmeye yönelir. O halde yönelmeler nispederdir ve onlar âlemde
ortaya çıkan farklılık nedeniyle farklı farklıdır. Âlemde ortaya çıkan
farklılık ise nispeder hakkındaki hükmümüzün delilidir. Her durumda nispeder
sabittir. Nispetler inançlarda sabit olduğu kadar -kim olursa olsunlarbütün
âlimlerin nefislerinde de sabittirler.
Bir söz gelmiş
Peygamber Mustafa’dan
Ona karşı çıkan kimse
İnancında bedbaht olmuş der
Onu kurtaracak kimse yok
Bedbahtlığıyla kalır
Ancak peygamberin emrine uyarsa
Ve yerine getirirse
Tüm söylediklerini mutlu olur
Hata yaparsa affeder onu
Onu yükümlü kılan
O ilahtır ve bu da yeter .
Bütün bu sözler doğrudur. Acaba senin
bilginde Hakk’ın ve yaratılmışın yönünden nispederden başka bir şey meydana
gelmiş midir?
Sen nispetler vasıtasıyla var edildiğin gibi aynı zamanda
nispetleri kabul ettin. Bu yaptığımız açıklamadan daha açık bir izah da
olamaz.
‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru yolu ulaştırır
ÜÇ YÜZ DOKSAN DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
'Edepli erer ve vasıl olur, eren -edepli
olmasa bilegeri dönmez' Münazelesinin Bilinmesi
Müşahede olmasaydı ve ondaki nimetler Yoklukta âlemde emelim
olmazdı
Bu sözde kinaye var: öyle ki ‘ol’ dedi ve ortaya çıktı
Kelimelerde ‘ol’ sözünü dinleyerek
hakikatlerimiz
Gözlerimizi açarsak pas kalmaz
onlarda Biz karanlıktaki körler gibi şaşkın kalırız
Var değildik, nurun varlığı bizi
izhar etti Biz bölünmeyen bir varlıkla var olduk
Nur bizim hakikatimiz ve bizim
yaratanımız Onunla koşarız ayaklı ve ayaksız olarak
Allah Teâlâ sana ve bize yardım
etsin, bilmelisin ki: Mutlak varlık, mutlak iyilik demektir. Nitekim mutlak
yokluk mutlak kötülüktür. Mümkünler bu ikisinin arasındadır. Onlar varlığı
kabul ettikleri ölçüde iyiliklerden nasip alırken yokluğu kabul ettikleri
ölçüde kötülükten nasiplenirler. Edep bütün hayırların toplamı demektir.
Nitekim kelimenin kökü olan me’debe (sofra)
de insanlar yemek için etrafında toplandıkları için böyle isimlendirilmiştir.
Hiç kuşkusuz iyilik ve hayır, âlemde
dağınık bir şekilde ortaya çıkmıştır. Bu nedenle hiçbir yaratılmış bir
iyilikten yoksun değildir.
İmamlık ve önderlik suretine tahsis
edilmiş ilahi surete göre yaratılmış olan kâmil mümkün ise bütün hayırları
kendisinde toplamalıdır. Bu sayede âlemde imamlığı ve vekâleti Hakk eder. Bu
nedenle Adem hakkında ‘Adem’e bütün isimleri öğretti’484
denilmiştir. Sadece isim ve isimlendirilen vardır. Buna mukabil ‘Öncekilerin
ve sonrakilerin bilgisi bana verildi’ diyen Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem adına ise isimlerin bilgisi gerçekleşmişti. Buradan onda meydana gelen
bilginin isimlerin bilgisi olduğunu anladık. Çünkü bu bilgi ilk olanın
bilgisiydi, çünkü Adem ilktir. Başka bir ifadeyle Adem maddi var oluşta
ilklerdendir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ise başkalarından
üstünlüklerinden bahsederken kendisine ‘cevamiu’lkelim’ verildiğini
söylemiştir. Kelim kelimenin çoğuludur ve kastedilen isimlendirilenlerdir. Allah
Teâlâ şöyle der: ‘Meryem’e atmış olduğu kelimesidir. ’485
O kelime İsa’dan başka birisi değildir. Bu itibarla bütün var olanlar Hakk’ın
tükenmeyen kelimeleridir.
Hiç kuşkusuz Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem’de isimler ve isimlendirilenlerin bilgisi gerçekleşmiş,
böylece bütün iyiliği kendinde toplamış, bu sayede bütün insanlara efendi
olabilmiştir. Bu durum ‘Ben kıyamet günü insanların efendisiyim’ hadisinde
dile getirilir. Orada Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in efendiliği
ortaya çıkar, çünkü ahiret genel tecelli yeridir. Dolayısıyla tecellisi
karşısında Allah Teâlâ’ya veya O’nun tarafından dilediği bir kuluna tahsis
edilen bir hususta kimsenin Hakk iddia etmesi mümkün değildir. Öyleyse onun
sözü, bu mutlak iyiliğe ulaşmış olmak demektir ki bu, kutsi hadiste ‘Ben kulumun
duyması ve görmesi olurum’ belirtilen durumdur. Bu ifade, sürekli muduluğa
ulaşmak demek olduğu kadar talep edilen vuslat odur. Hiç kuşkusuz ulaşan ve
eren, geri dönmez, çünkü perde kalktıktan sonra perdelenme haline dönmek söz
konusu değildir. Çünkü bir kez bilgiye erdikten sonra bilineni bilmemek mümkün
değildir.
Allah Teâlâ kâmil adamların kalp ve
baş gözlerinden perdeleri kaldırır. Bu kaldırma ise onların ilahi sıfadar
hakkındaki bilgilerine ve sahip oldukları yaratılmış nitelikler hakkındaki bilgilerine
göre gerçekleşir. Bununla birlikte daha önce belirtildiği üzere (kevnî ve
ilahi) bütün sıfatlar gerçekte ilahi sıfattır. İşte o insanlar, (bütün
hayırları kendilerinde toplamış) edepli insanlardır. Onlar Hakkın yaygısı
üzerine oturmaya liyakat kazanmış ve kendisiyle oturan Allah Teâlâ ehlidir.
Onlar zikir ve Kuran ehlidir. Bu bağlamda ‘Kuran’ (edeple aynı anlamda) ‘toplamak’
demektir. Bu sayede kitap ‘Kuran’ diye isimlendirilmiştir. Sıradan insanların
gözlerindeki perdeler ise ölüm vaktinde kaldırılır ve işleri oldukları hal
üzere görürler. Mutlulardan olmasalar bile, muduları ve mutluluğu görürler.
Bunun yanı sıra bedbahdarı ve bedbahdığı görürler. Artık bu bilgiden sonra
cahil kalmazlar, fakat bedbaht olabilirler. Bu durum ‘eren geri dönmez’
ifadesinin anlamıdır. Bununla birlikte edepli olmayabilir, yani bütün hayrı ve
iyiliği kendinde toplamamış olabilir. Edep bütün hayrı toplayan demektir dedik.
Gerçekte hayır ve iyilik bir şeydir ve o tek birbirinden farklı pek çok surette
ortaya çıkmış, edepli insan ise o suretlerden kendini toplamıştır. Böylece
onun iyiliğinde bütün suretleriyle hayır ve iyilik ortaya çıkmıştır. Bu nedenle
de ‘edip’, yani bütün farklı iyilik suretlerini kendinde toplayan kimse diye
isimlendirilmiştir. Hayır ve iyilik kendiliğinde ise âlemde farklı suretlerde
ortaya çıkan bir hakikatten ibarettir:
Allah Teâlâ’ya zor gelmez bilin ki
Bütün âlemi birde toplamak
Edepli insan, âlemde Hakkın suretiyle
zuhur eden ve gözüken kimsedir: suretleriyle Hakkın icmalini tafsil ederken ve
ayrıştırırken zatıyla da tafsil ettiğini icmal eder ve toplar. Bu sıfat ve
kuvvet bir adamda bulunmazsa, o kişi edep sahibi (edîb) değildir. Böyle
insanlar, görüldüklerinde Allah Teâlâ’nın hatırlandığı kimselerdir. Allah Teâlâ’yı
zikreden böyle bir insanın zikri ise bütün âlemi içerir. Allah Teâlâ’yı böyle
bir dille zikreden, hiç kuşkusuz, âlemi de zikretmiş demektir. Çünkü âlem
Hakkın sureti olduğu gibi aynı zamanda kendisinde tafsilin gerçekleştiği
ezZahir ismidir. ez-Zahir’in gösterdiği medlûl ise Haktır, çünkü Hakk kendisine
delildir. Bu nedenle Allah Teâlâ adına el-Bâtın ismi ortaya çıkar. el-Bâtm
icmalin kendisinde gerçekleştiği isimdir. Bilgi tektir ve bâtındadır. Bilginin
ilgileri (taallukat) bilinenlerin suretlerinin çoğalması nedeniyle çoğalır.
Bilen, bilinenleri hakikatierini ihata etmek üzere basiretiyle hakikatlerin ve
takdir edilenlerin sonsuz olduğunu keşf eder ve görür. Varlığı kabul ederken
mümkünde yokluktan bir pay kalmamıştır ve sadece imkânın anlamının bir hükmü
vardır. O hüküm henüz yok olmadığı gibi yok olması da doğru değildir. Çünkü
bilinenden başka bir şeyin gerçekleşmesi imkânsız olduğu gibi varlıktan kesinlikle
yokluk meydana gelmez. Çünkü onun hakikati yokluğun kendisinden meydana
gelmesine imkân vermez. O halde delilin yok olduklarını söylediği şeyler
arasından yok olanlar, ya kendisi nedeniyle yok olmuştur veya varlıkta
kalmasını sağlayan şartın ortadan kalkması nedeniyle yok olmuşlardır. Bu
özelliğiyle mümkün, Hakkın varlığından ayrılır. Çünkü ‘imkân’ hükmü, zamanda
var olan varlıkta mümkünden ayrılmaz. Bununla birlikte imkânın Hakkın
varlığının nasibi yoktur. Binaenaleyh mümkünlerin hakikatleri bir kez bile var
olduktan sonra artık yok olmazlar, fakat bu durum belirttiğimiz şekilde
gerçekleşir.
Var olma anlarından sonraki ikinci
anda yok olan arazlara gelirsek, arazlar, akılda hükmü olan ve yüklem olarak
kullanılan madum (yok olan) sebeplerdir. Bunun inkârı veya haklarında (başka)
hüküm verilmesi mümkün değildir. Arazlar gerçek-var olan şeyler olsalardı,
-imkân hükmü kendilerinde kalmakla birlikteyok olmaları imkânsızlaşırdı.
Nitekim kendi başına bilfiil var olan mümkünler de (cevherler) durum böyledir.
Sonra tanımlarla varlıkları ayrıştırmaya başladığında, onların nispederden
ibaret olduğunu, fakat bütün olarak da var olan bir durum olduklarını
görürsün. Bir yaratılmışın onların durumunu bilmesi, mümkün değildir. Allah
Teâlâ’nın dışında bir yaratılmışın ve ilk Akıl’ın nispetlerin bir araya gelip
bu birleşmeden zuhurda müstakil fakat (varlığında) müstağni olmaksızın muhtaç
varlıkların nasıl meydana geldiğini bilmesi mümkün değildir. Söz konusu
varlıklar, haklarında verilmiş ‘imkân’ hükmü nedeniyle Allah Teâlâ’ya
muhtaçtırlar. Bu durum, sadece Allah Teâlâ’nın bilebileceği bir iştir. Allah
Teâlâ’dan başka bu bilgiye sahip birinin olması mümkün olmadığı kadar bu
bilginin kimseye öğretilmesi ve talimi de mümkün değildir. Talim’ derken, Allah
Teâlâ’nın dilediği kullarına onu öğretmesini kastediyorum. Bu yönüyle
(nispederin bileşiminden varlıkların meydana gelişiyle ilgili bu) bilgi,
Hakkın zatını bilmeye benzemiştir Hakkın zatını bilmek, O’ndan başkaları için
imkânsızdır. Binaenaleyh âlemi veya insanın kendini bilmesi veya herhangi bir
şeyin nefsini bilmek, Allah Teâlâ’dan başkaları için imkânsız bir durumdur.
Bu meseleyi anlamalısın, çünkü
bilseler bile bu konuya dikkat çeken kimse görmedim ve duymadım. Çünkü söz
konusu mesele, anlaşılması güç bir meseledir. Bununla birlikte büyük âlimler,
bu meseleyi dile getirmişler, fakat o olduğunu bilememişlerdir. Bu itibarla
(onlarm durumu) Belkıs’ın söylediği gibi ‘sanki odur’ ifadesiyle anlatılabilir.
Gerçekte ise o odur. Nitekim özel bir surette zuhur ederken Hakka dair konuşan
kişinin durumu da öyledir (‘gördüğüm sanki O’dur’). Bu kişi suretin Hakk
olduğunu görür, fakat bilemez. Bu belirsizlik ve kuşku, bütün âleme yayılmış
bir hükümdür.
Bu meseleyi düşünüp basiretle
inceleyen kimse için gerçek böyledir Allah Teâlâ kendisi nedeniyle zuhur ettiği
için âlemlerden müstağnidir. Dolayısıyla O’na kendinden başka delil yoktur.
Çünkü O’ndan başka bir şey yoktur.
‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru yola ulaştırır.’
ÜÇ YÜZ DOKSAN BEŞİNCİ BÖLÜM
'Mertebeme girip hayatı devam edenin
sahibinin ölümünde intisabı banadır' Münazelesinin Bilinmesi
Nimet ve ihsanlar menzili Kerem anahtarları onda
Hadislik ona ait
Kadimlik mertebesinde ayağı yok
O yokluğun belirlediği bir hüküm
Onun oluşta bir ayağı yok .
Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Her
nerede bulunursanız, O sizinle beraberdir. ’486
Beraberlik, eşlik etmektir. Hakkın diliyle Haktan aktaran ve ‘şedîdü’l-kuva
(çok güçlü)’ olduğu için arzusunda konuşmadığı belirtilen Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Allah Teâlâ’m! Sen yolculukta eşlik
edensin (sahib, arkadaş!).’ Böyle diyerek Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem yolculuğunda Allah Teâlâ’yı refakatçi ve eşlik eden kabul etmiştir.
Yolculuk anlamındaki sefer, isjar
kelimesinden türetilmiştir. İsfar, zuhur ve görünmek
demektir. Öyleyse Hakk, kendisine layık tarzda ve hakkında söylenebilecek bir
yönden, ‘beraberliği zuhur eden ve gözükendir.’
Bilmelisin ki, ilahi hayat sırrı,
bütün varlıklara yayılmış, bu nedenle onlar, Hakkın hayatıyla canlı
olmuşlardır. Bir kısmındaki hayatı gözlerimizle görebilirken bir kısmını ise
peygamberler ve Allah Teâlâ’nın bazı velilerinin dışındakiler dünyada göremez.
Allah Teâlâ her şeyin hayat sahibi ve canlı olduğun peygamberlere ve bazı
velilerine göstermiştir. Perdeli insanlar ise -mümin iseleriman yoluyla bunu
öğrenir. Mümin olmayanlar ise ne keşif ne iman yoluyla öğrenebilir.
İnançsızlığa ve küfre düşmekten Allah Teâlâ bizi korusun!
Bu hayat var olanlara yayıldığı için
hepsi Yaratanı övmek üzere dile gelmişlerdir. Bununla birlikte her canlı söz
konusu hayatın kendilerine ait olduğunu zannederek bir iddiada bulunmuştur.
Kalplerinden korku duyup gerçeğin inandıklarından farklı olduğunu görürler.
Onlar canlı olmalarını sağlayan hayatın Hakkın hayatı olduğunu görürler. O
kadar da değil! Bu hayat sahih bir hadiste geçtiği üzere Hakkın ta kendisidir.
Hadiste Allah Teâlâ ‘Ben onun duyması, görmesi olurum’ buyurur. Hadiste
zikredilenlerden birisi de Hakkın kulunun hayatı olmasıdır. Bunu gördüklerinde ‘Rabbiniz
size ne dedi? derler.’487 Hâlbuki
‘rabbinizin hayatı’ dememiştir. Bu nedenle ‘Hakkın kendisidir’ dedik. Onlar ‘Hakk
derler.’488 Bunu
ise Hakk olduğunu gördüklerinde söylerler. ‘O yüce ve büyüktür.’489 Yani Allah Teâlâ bir yere ve mahalle
yerleşmekten münezzehtir. Fakat nispetler, izafetler ve hakikatleri görmek
vardır. Allah Teâlâ’nın kulunun duyması olduğunu söylediği yönün aynısıyla
kulun hayatı, bilgisi ve bütün nitelikleri ve güçleri olduğu söylenebilir.
Bunlar nispederdir, gerçek varlıklar değillerdir! Binaenaleyh Allah Teâlâ, âlim
ve duyan gibi sıfadara ve isimlere sahip Hakk’tır. Tek hakikat vardır ve o
hakikat zuhur edenin kendisidir. Öyleyse Hakk, zuhur edenin kendisidir. Hakk’ı
hakka’l-yakîn tanıyan (tahakkuk) kula bu durum keşfolunur ve Hakk’ı Hakk olarak
görür. Bununla birlikte Hakk her şeyi ihata edendir.
Hakk’ın mertebesine girmezden önce
kendisine ait saydığı hayat, bu müşahedeyle birlikte artık kendisinde kalmaz.
Hayatın zıddı ölümdür. Mertebe hakkında belirsizlik ortaya çıkıp Hakkın
mertebesine girip hayatının yine kendisine ait olduğunu zannedebilir. Böyle
bir kişinin durumu, İblis’in deniz üzerindeki tahtını Rahman’ın istiva ettiği
taht (arş) zannedenin durumuna benzer. Bu zanna karşı Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem ‘o İblis’in tahtıdır’ demişti. Bu müşahede sahibi hayatı
kendisine nispet edecek şekilde canlı olduğunu görür, çünkü onun adına Hakk
‘ölmüştür’; hâlbuki o Hakkın kendisine eşlik ettiğini zanneder. Hakk ise
kendisinin ölümünde onu yalanlar. Çünkü o bu müşahedede yabancıdır. Gerçekte
ölü olan odur. O halde bütün sıfadarında Hakkın kendisine eşlik etmediği bir
insan Hakk değildir. Çünkü Hakk parçalanmaz: Hakk varsa vardır, yoksa gerçekte
vardır, fakat biz bilmeyiz. Alim ol, cahil olma! Bu nedenle ‘Allah Teâlâ cahili
dost edinmemiştir’ denilir. Allah Teâlâ kendilerine gösterdiği fiil
tecellilerinde velilerine öğretme işini üsdenendir. Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem ‘Siz bıkana kadar Allah Teâlâ bıkmaz’ buyurur. Hadisin işarı
yorumu, sizin bıkmış olmanız Hakkın bıkmış olması demektir. Hakk herkesin
kendisi hakkındaki inancının ve bilgisinin kendisidir. İnsan bu inancından -ki
rabbinden ibarettirhabersiz kalır. Böyle biri akidesinin mahallinden gitmiş
olur ve o kişi Hakkı yetirir. Hâlbuki daha önce kendisini eşlik etmekteydi. Her
insan Allah Teâlâ hakkındaki inancına göre O’na yaklaşır. Buna mukabil
kendiliğinde ve gerçekte Hakk, bütün inançların ardında bulunur, hatta O her
inancın suretidir.
‘Allah Teâlâ hakkı
söyler ve doğru yola ulaştırır.’
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar