Print Friendly and PDF

Süveydâ

Bunlarada Bakarsınız


6





قَدْ اَشْرَقَتْ الدُّنْـيَاباِلشَّمسِ وَ مَوْلاَنـاَ                                “Kad eşrakted-dünya bi’ş-şems-i Mevlânâ





فَالشَّمْسُ لَـهـَا بَدْرٌ وَ الْــبَدْرُ سُوَيـْدَانَا                      Fe’ş-şemsü lehâ bedrun ve’l-bedru süveydânâ





وَ الْـبَـحْر لَهَـا قَطْرٌ وَ الْقَطْرُ لَنَا بَحْرٌVe’l-bahru lehâ katrun ve’l-katru lenâ bahrun                    





وَ الدُّر لَهَا نَـجْمٌ وَ الـنَّجْمُ ثُرَيــَّانَاVe’d-dürrü lehâ necmün ve’n-necmü süreyyânâ                   





َالْعَلَمُ بِلاَ دَرْسٍ كَالْعَـرْشِ بِلاَ كُرْسٍEl alemü bilâ dersin ke’l-arşi bilâ kürsin                                





فَالصَّدْرُ لَهـَا لَوْحٌ وَ الَّوْ حُ مَحْـيَانًاFe’s-sadru lehâ levhun ve’l-levhu mahyanen                         





وَ الْعِلْمُ لَهـَا حَالٌ وَ الْحَالُ لَهـَا وَصْلٌVe’l-ilmu lehâ hâlün ve’l-hâlü lehâ vaslün                          





وَ الْوَصْلُ لَهـَا جَزْبٌ وَ الْجَزْبُ حِمْيَانًا                           Ve’l-vaslu lehâ cezbün ve’l-cezbü hımyânen





مَنْ كَانَ لَهُ شَوْقٌ اَوْ اَعْطِشَهُ عَشْقٌMen kâne lehû şevkun ev eğtışehû aşkun                           





فَالْـيَـئْـتـِه÷ عَطْشَانًا يَسْتَرْجِـعُ رَيــَّانًاFe’l-ye’tihî atşânen yesterciu rayyânen                                





َالذِّّلــَّـةُ سُلْطَانِى وَ الْـوُصْلَةُ عِرْفَانِىEzzilleü sultânî ve’l-vuslatü irfânî                                          





مَنْ كَانَ بِه÷ حَـيَّا فَـهُـوَ بِـه÷ اَحْيَانًاMen kâne bihî hayyen fehüve bihî ahyanen                            





قَدْ اَشْرَقَ مُحْيِ الدِّينِ ذَا الْقَلْبِ بِهـôذ الدِّينِ                   Kad eşraga muyi’d-dîni ze’l-kalbi bihâza’d dîni





اِذَا جـآئــَكَ يَا مِصْرِيُّ كَالشَّمْسِ لِـمَـوْلاَ نَاİzâ câeke Yâ Mısrıyyü ke’ş-Şemsi li Mevlâna                





قَدْ اَشْرَقَتْ الدُّنْـيَاباِلشَّمسِ وَ مَوْلاَنـا





Muhakkak dünya Şems-i Tebrizî ve Mevlâna ile aydınlandı.





Mevlâna Celâleddin Rumî kaddese’llâhü sırrahu’l-azizi (30 Eylül 1207 Belh-17 Aralık 1273 Konya) kısa bir bölümle anlatıma sığmayacağı için geniş kaynaklara müracaat edilmesi rica olunur. Özür dileriz.





Mevlânâ kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz, Sultanımız Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem hazretleri “sâlihlerin anıldığı yerde rahmet yağar” buyurmuştur. Sonra:





“Fakat bizim anıldığımız yerde Allah Teâlâ yağar” dedi.[1]





Niyâzî-i Mısrî’nin Hz.Mevlâna kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz hakkındaki görüşünü bu ibaresi en güzel açıklamaktadır.





Ve dahi rüvât-ı sahihatüal-kelimâtdan menkûldür ki Hazret-i Merhum kesr-i nefs babında ol rütbede imişler ki iftihârul-bilâd vel-ekâlim olan evliyâ-i kibar Hazerâtandan (büyük evliyalar) meselâ Hazret-i Emir Sultân ve Hazret-i Eşrefzade Abdullah Rûmi ve Hazret-i Uftâde Mehmed Efendi rahimehümullâh teâlâ ve bunlar emsali ekâbir-i ümmet zikr olundukda





“bu kara yüzli Mısırlı anlar kapuları önünde yatub kalkan kelbcegizleri gibiyim anlar yanında benim vakıım o kelbcegizler vakii kadardır ziyâde değildir” [2]





 deyu kerraran ve merraran anlara bu uslüb üzre arz-ı mehabbet ve hulüs-ı taviyyet buyururlar imiş. [3]





فَالشَّمْسُ لَـهـَا بَدْرٌ وَ الْــبَدْرُ سُوَيـْدَانَا





Şems-i Tebrizî O’nun yanında dolunaydır. Dolunay ise kalbinin süveydasıdır.[4]





ŞEMSEDDİN MUHAMMED TEBRİZİ, (Tebriz ? - Konya 1247).





(Şems-i Tebrizî) denir, İranlı mutasavvıftır. Babası, Melikdad oğlu Ali'dir. Çağının bilimlerini öğrendi. Tebriz'de sepetçilikle geçinen Şeyh Ebubekir Selebaf'a mürit oldu. Onun yanından ayrıldıktan sonra birçok yer gezdi; Bağdat'ta Evhadettin Kirmânı, Şam'da Muhyiddin ibn-ül Arabî kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz ile tasavvuf konu­lan üzerinde görüşmeler yaptı. Allah Teâlâ, din, ibadet konularını şeriat yolundan farklı bi­çimde yorumladı. Akla dayanan, aklın ka­bul etmediklerini yadsıyan felsefecilere karşı çıktı. “Hakikat'e ulaşmanın ancak aşkla sağlanabileceğini savundu. Bilginin amaç değil, insanın gerçeği anlamadaki aczini gösterecek bir araç olduğunu öne sürdü.





1244'te geldiği Konya'da coşkulu sözleri, taşkın davranışlarıyla Mevlâna Celaleddin Rumi kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz üzerinde etkili oldu. Onunla yakın dostluğu, Mevlâna'nın âşk ve cez­beye yönelerek dersi, vaazı, fetva verme­yi bırakmasına yol açtı. Öğrencilerin, mü­ritlerin tepkileri yüzünden Şems, Konya' dan ayrılarak (1246) Halep'e, daha sonra Şam'a gitti. Onu getirmek üzere Mevlânâ' nın gönderdiği oğlu Sultan Veled'le birlik­te geri döndü (1246). Mevlânâ'nın evlatlı­ğı Kimya Hatun ile evlendi. Onun Hakk’a yürümesinden sonra da aralarında Sultan Veled'in kardeşi Alâeddin’in bulunduğu bir grup ta­rafından gizlice şehid edildiği rivayeti vardır (1247). Mevlâ­na'nın Divan-ı kebir adlı yapıtına düşün­celeri, Konya'dan ayrılışı, sırlanışı esin kay­nağı oldu. Görüşleri, Mevlânâ ve başka tasavvuf adamlarıyla söyleşileri, öğütlü öy­küleri, farsça Makalat adlı eserindedir.[5]





Süveydâ





Kalbin ortasında olduğu düşünülen siyah benektir. İnanışa göre kalbin içinde gönül, gönlün içinde süveydâ bulunur. Bu siyah benek en üstün anlayış noktasıdır.  Allah Teâlâ ve onun tecellîsi olan kâinatı anlayan süveydâdır. İlahî âşk burada tecellî eder. Süveydâda gizli olan delilik, yani aşı yarasıdır. Yara kalbin içinde gizli olunca ona merhemin etki etmeyeceği doğaldır. Çünkü merhem üstten sürülür. Ayrıca âşk yarası merhemle, ilaçla iyileştirilemez. Kaldı ki, elmas sert bir maddedir. Elmas zerresi karıştırılmış merhem yarayı büs­bütün azdırır.[6]





وَ الْـبَـحْر لَهَـا قَطْرٌ وَ الْقَطْرُ لَنَا بَحْرٌ





Şems-i Tebrizî deryası O’na damla, o damla ise bize deryadır.





Tuhfat al-asri Bursa Mevlevi şeyhi Mehmed Dede’nin de Niyazi’nin halifesi olduğunu ve Niyazi’nin, Mevlevihâneye gelip mukabelede bulunduğunu, ney dinlerken ağlayıp feryâd ettiğini, dervişlerini de mevlevihâneye gönder­diğini yazar Niyâzî:





قَدْ اَشْرَقَتْ الدُّنْـيَاباِلشَّمسِ وَ مَوْلاَنـاَ   





matlaı ile başlayan Arapça şiirinde Mevlânâ’yı dile getirmiştir.





Yine Niyazî-i Mısrî’nin târikat-i aliyye-i Mevleviyyeyi medh babında şöyle söylediğini görüyoruz:





“Kemaliyle irfân-ı Huda celle ve ‘alîye intisab-ı tahsil itmek isteyen merd-i sâlik Hazret-i Mevlânâ kuddise sırrahu el ‘aziz Hazretlerinin Mesnevi-yi şeriflerin gûş-ı canla istima’ eylesin bu bâbda andan a’la bir kitab dahi olamaz” diyerek teşvik ederken kendi bendelerinin de her hafta Mevleviye hankahına gidip Mesnevî’dennasihat ve öğüt dinledikleri de naklediliyor. [7]





وَ الدُّر لَهَا نَـجْمٌ وَ الـنَّجْمُ ثُرَيــَّانَا





Şems-i Tebrizî incisi O’na yıldız iken, O yıldız bize Süreyya Yıldızı [8]dır.





  •  
  • Pleiades bir Yıldız kümesidir. Pleiades çıplak gözle 6 yıldızdan oluşan çok küçük bir kepçe şeklinde görülür. Pleiades çok dikkat çekici bir gruptur ve "Ülker", "Süreyya", "Yedi Kız Kardeş" gibi isimlerle anılır.
  • "Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Cum’a sûresini tilavet buyurdu:   وَآخْرِينَ مِنْهُمْ لَمَّا يَلْحَقُوا بِهِمْ   "Onlardan diğer bir grup gönderdi ki (faziletçe) birincilere yetişememişlerdir" [9] âyetine gelince, bir sahabe:
  • "Ey Allah'ın Resûlü! Bize kavuşamayacak olan bunlar kimlerdir?" diye sordu. Aleyhissalâtu vesselâm elini Selman radiyallâhü anhın üzerine koyarak:
  • "Ruhumu kudret elinde tutan Zat-ı Zülcelâl'e yemin olsun, eğer iman Süreyya yıldızında olsaydı, ona, bunun kavminden bazı kimseler yine de ulaşacaklardı.
  • " Bir diğer rivayette: "Fars'tan bazı kimseler" buyurdu. [10]
  • Niyâzî-i Mısrî burada Şems-i Tebrizi’yi, Hz. Mevlana’nın semasında parlayan yıldızken bizim çin yol gösterendir, demektedir.




َالْعَلَمُ بِلاَ دَرْسٍ كَالْعَـرْشِ بِلاَ كُرْسٍ





Alem[11] izsiz olmadığı gibi arşta kürsisiz olmaz.





فَالصَّدْرُ لَهـَا لَوْحٌ وَ الَّوْ حُ مَحْـيَانًا





Göğsü O’na levha iken o levha bize hayat olmuştur.





[Seyyid Burhâneddin kaddese’llâhü sırrah’ül azîz Maarif kitabında dedi ki;





Allah Teâlâ'nın kitabı şeyhin gönlündedir. Onun ehli, soyu-sopu ise şeyhin dışındadır. Kitap, şeyhin gönlünde gizlenen manadır. Ehli, soyu-sopu ise şeyhin cismidir. Sende kitap okumaya ehliyet yoksa soy-sop o kitabın sırrını sana söyler.][12]





وَ الْعِلْمُ لَهـَا حَالٌ وَ الْحَالُ لَهـَا وَصْلٌ





İlmi O’nda haldir. Vuslat dahi onda haldir.





Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;





“İnsanların en âlimi, bildiğiyle amel edendir.” [13]





Kıyamet gününde bir adam getirilir ve Cehennem’e atılır. Cehennem bu adamı, değirmen taşını döndüren eşeğin sürekli döndüğü gibi ateşin içinde döndürür. Bu durum gören Cehennem halkı bu adamın başına toplanır ve; “Ey adam sen bize dünyada güzel şeyleri emredip, kötü şeylerden sakındırmaz mıydın, diye sorarlar. Bunun üzerine adam; “Evet, ancak size iyiliği emreder kendim yapmazdım, kötülükten nehyeder kendim yapardım, der.”[14]





Şems-i Tebrizinin bütün ilmi Hz. Mevlana’nın hallerinde ve onunla olmasıda kendine kavuşmasıdır.





وَ الْوَصْلُ لَهـَا جَزْبٌ وَ الْجَزْبُ حِمْيَانًا





Vuslat O’nda cezbedir. Cezbe ise kalkandır.





“Allah Teâlâ’ya en yakın yol cezbe yoludur” denilmiştir. Allah Teâlâ’ya kavuşturacak yollar yaratılmışların nefesleri sayısıncadır. Cezbe ve irfanın çokluğuna bakıp, biri diğerine galip gelirse, ona nisbet ederek, bu cezbe yolu; bu da irfan yolu derler. Cezbeli halde edebin muhafazası çok zordur. Bu nedenle Hz.Mevlâna Mesnevi’sinde





Ez Hodâ cûyîm tevkîf-î edeb





Bî-edeb mahrûm mand ez lutf-i Rab





Ez edeb pür-nûr geştest în felek





Ve'z edeb ma'sûm u pâk âmed melek





“Allah Teâlâ’dan tevfik-i edeb arayalım, zira edebsiz Allah Teâlâ’nın lûtfundan mahrum kalmıştır.





Bu felek, edebten nurla dolmuştur, melek de edebden dolayı masum ve pâk yaratılmıştır “ demiştir.





Cezbeyi vuslat yollarında mübtediler için aşkın çoşkunluğundan olduğu için kusurlu tutmamak terbiye usülünde uygundur. Ancak sona doğru bu cezbeli haller hoş karşılanmaz.





مَنْ كَانَ لَهُ شَوْقٌ اَوْ اَعْطِشَهُ عَشْقٌ





Kimde O’na karşı şevk veya susuzluk derecesinde âşk varsa





Aşkın olduğu yerede hiçbir sorgu aranmamıştır. Hz. Mevlâna kaddese’llâhü sırrahu’l azîz buyurdu;





[ Ve sarhoşluk o başlardaki mahmurluk, ne beş vakitle yatışır, ne beş yüz bin vakitle.   “Beni az ziyaret et” sözü âşıklara göre değildir. Doğru özlü âşıkların canı, pek susuzdur.  





“Beni az ziyaret et “sözü, balıklara göre değildir. Çünkü onların canları, deniz olmadıkça hiçbir şeyle ünsiyet edemez. Bu denizin suyu pek korkunçtur ama balıkların mahmurluğuna göre bir yudumcuktur.  Âşığa bir an ayrılık, bir yıl gibi gelir. Bir yıllık vuslat bile onca bir hayalden ibarettir.





Âşk susuzdur, susuzu arar. Bunlar, geceyle gündüz gibi birbirinin ardına düşmüşlerdir. Gündüz geceye âşıktır, onsuz olamaz. Fakat bakarsan görürsün ki gece, ona, ondan ziyade âşıktır. Onlar, birbirlerini aramadan bir lâhza bile durmazlar. Daima, birbirlerinin ardından koşup dururlar. Bu onun ayağına yapışmıştır. O, bunun kulağına. Bu, ona hayrandır, o, buna âşık. Sevgilinin gönlünce herkes âşıktır, herkesi âşık görür o. Azra'nın gönlünde daima Vamık vardır. Âşığın gönlünde de sevgiliden başka kimse yoktur. Onların aralarında ne az, ne çok fark edici bir şey olamaz, onları birbirinden ayıracak kimse bulunamaz. Bu iki çan bir devededir. Artık buraya “Az ziyaret et” sözü nasıl sığar?  Hiç kimse, kendisine





“Beni az ziyaret et” der mi? Hiç kimse kendisine nöbetle zamanla dost olur mu?   Bu birlik aklın alacağı şey değildir. Bunu anlamak, insanın ölümüne bağlıdır.   Eğer bu, akılla anlaşılsaydı, insanın nefsini öldürmesi neden vacip olurdu ki? ] [15]





فَالْـيَـئْـتـِه÷ عَطْشَانًا يَسْتَرْجِـعُ رَيــَّانًا





Öyle ise susamış olarak gelsin muhakkak suya kanmış olarak döner.





َالذِّّلــَّـةُ سُلْطَانِى وَ الْـوُصْلَةُ عِرْفَانِى





Zelillik sultanımızdır. Vuslat irfânımızdır.





مَنْ كَانَ بِه÷ حَـيَّا فَـهُـوَ بِـه÷ اَحْيَانًا





Eğer biri diri ise o O’nunla dirilmiştir.





Hz. Mevlâna kaddese’llâhü sırrahu’l azîz buyurdu;





 “Tanrı’ya kul olan, Tanrı gölgesidir. O bu âlemden ölmüş, Tanrı ile dirilmiştir.” [16] 





قَدْ اَشْرَقَ مُحْيِ الدِّينِ ذَا الْقَلْبِ بِهـôذ الدِّينِ





Nihayet bu dinde kalp sahibi Muhyiddin olarak doğdun.





“Muhyiddin” dine hayat veren, yenileyen (müceddid) demektir. Yani seninle bu din hayat bulacaktır. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurduki;





“Allah bu ümmete, her yüz yılbaşında dini yenileyecek kimseler gönderir” [17]





Bu hadis-i şerifte “her asırda ve her zamanda” demektir. Hadisteki “men” ifadesi, birçok müceddidin olabileceğini ortaya koymaktadır. Ancak, bid’at ve hurafeye destek verenler ile mukallidlerin müceddit olamayacağında şüphe yoktur. Aksine, sözkonusu mücedditler, Kur’an ve Sünnet ilimlerinde mütehassıs olan ve ilimleriyle amel eden kimseler olmalıdır. Bunların telif ve eserleri az veya çok olsun, şöhretleri kendi asırlarında bilinsin ya da bilinmesin fark etmez. Yine Kur’an ve hadis ilimleriyle meşgul oldukları halde, dirayetsiz ve tahkiksiz, sadece rivayet ve nakil ile iştigal edenlerin de müceddit olabilme ihtimali yoktur. Hadis-i şerif, mücedditleri ‘ilim’ ve ‘tasavvuf’ değil, ‘dini ilgilendiren bütün konularda’ müceddit olarak düşünmeliyiz zikretmektedir.





اِذَا جـآئــَكَ يَا مِصْرِيُّ كَالشَّمْسِ لِـمَـوْلاَ نَا





Ey Mısrî sanada Mevlâna’nın Şemsi gibi biri gelir.





Hz. Niyâzî-i Mısrî için gelen dostun kim olduğu hususunda diğer risalelerinde de bir bilgiye kavuşamadık. Ancak bu kişinin şeyhi Ümmi Sinan kaddese’llâhü sırrahu’l azîz  ( ? – 1657) olması düşünülmektedir. Çünkü Niyâzî-i Mısrî onunla karşılaştıktan sonra bütün dünyası ve hayatı değişmiştir.














[1] (YAZICI, 1995), s. 300





[2] “bu kara yüzlü Mısırlı anlar kapuları önünde yatub kalkan köpekleri gibiyim onlar yanında benim duruşum o köpeklerin duruşundan kadardır fazla değildir”





[3] (İbrahim RAKIM, 1750), v. 67b





[4] Süveyda: (Sevâd-ül kalb, Sevdâ-ül kalb) Kalbin ortasında varlığı kabul edilen siyah nokta. Kalbdeki gizli günah. Buna Habbet-ül kalb, Esved-ül kalb de denir. Kalbdeki basiret mahalli diye bilinir. Eskiden bir kısım muhakkikler, kalbin mezkûr mahalline; Mahall-i ulum-u diniyye demişler. Ekseriyyetle mahall-i idrak ve basiret olarak kabul edilir. Bir kısım âlimler de “Kalbin dâhili olan akıldan ibarettir” demişler. (Kamus) Kalbdeki bu mezkûr nokta: Kâfirler ve Allah Teâlâ’ya isyan edenler için şekavet ve günah, mü’minler için ise: Basiret ve idrak mahalli olarak bilinir.





[5] Büyük Larousse.





[6] (İPEKTEN, 1986)





[7] (KARA, 1997) s.XXVII





[8] Süreyya: Ülker (Pervin) yıldızı. Yedi (veya altı) yıldızlardır ki; ikişer ikişer karşılıklı dururlar ve Ayın geçtiği yerlere yakın görünürler. Gerdanlığa benzemesinden Felekiyâtta “Ikd-ı Süreyya” tabir edilir.





[9] Cum'a, 3





[10] Buharî, Tefsir, Cum'a 1; Müslim, Fezâilu's-Sahâbe (2546); Tirmizî, Menâkıb, (3229)





[11] Alem: Bayrak.   Nişan, işâret.   Özel isim.   Mc:Yüksek dağ.   Büyük âlim.   Üst dudakta olan yarık





[12] (KARABULUT, 1984), s. 64





[13] Dârimî, Mukaddime, 32





[14] Buhârî, Fiten, 17, Buhârî, Bed’ü’l-Halk, 10





[15] Mesnevi, c.VI, b: 2670-2689





[16] Mesnevi, c. I, b: 423





[17] Ebu Davud, Melahim 1, no: 4291, IV. 481


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar