Sana Gidesim Geldi
ب B
18
مُذْغِـبَـتُوا دَمُوعِ عَـيْنـِى تَسْكُبُ Müzğibetû dumûği aynî teskubü
كَادَتْ مِنَ الشَّوْقِ اِلَـيْكُمْ تَذْهَبُKadet mine’ş-şevki ileyküm tezhebü
نَارُ الْفـُــۤؤادِ لَمْ تَـنـْطَفِى مِنْ سَكيِهَاNâru’l-fuâdu lem tendafî men sekîhâ
اِذْ كُلـَّمَا اُجِرَتْ وَهِيَ تَـتَـلَهَّبُ İz küllemâ üciret vehiye tetelehhebü
مِنْ شِدَّةِ السَّوْدَاءِ في÷ لَـيْلِ الْفِرَاقِMin şiddeti’s-sevdâi fî leyleti’l-firakı
مَالي÷ سِوى هَـوَاكِمُوا مِن مُذْهِبٍ Malî sivâ hevâkimû min müzhebin
حَيَّرْتمُوا بِالْفِـرَاقَةِ الْقَـلْبِ الْمَكْئيِبِ Hayyertumû bi’l-firakati’l-kalbi’l-mek’îbi
يَا لَــيْتَـنِى مِنْ بَعْـدِ بَعْـدَ اَقْـرَبٍYâ leytenî min ba’di ba’de akrabin
مُخْـتَصَرٌ تَخْلِيصِ حَالِى بِالْـبَيَانِMuhtasarun tahlîsı halî bi’l-beyâni
مَا قُلْتُهُ مُطَـوَّلٌ وَ مُطْـنِبٌ Ma gultühû mutavvelün ve mutnibün
دَاءُ الْفِـرَاقِ لَـيْسَ مِنْ طِبَّ لَهُDâü’l-firagı leyse min tıbbe lehû
اِلاَّ مُواَصِلَةَ الْحَبيِبِ الريرب İllâ muvasilete’l habîbi’r-reyrabi
اَرْجُو مِنَ اللهِ الْكَـرِيمِ الْمُسْتَعَانُErcu minallâhi’l-kerimi’l-müsteânü
عِلاَجَ دَاءِ هِجْـرٍ هـذَا الْمُذْنِبِİlâce dâi hicrin hâze’l-müznibi
قَدْ وَدَعْتُ تِلْكَ الْقَصِِيدَةَ نَـبَذَةٌ Kad vedağtü tilke’l-kasıdetü nebezetün
مِنَ الْبَـيَانِ وَ الْبَـدِعِ اْلاَغْـرَبَMine’l-beyâni ve’l-bedi’l-eğrabi
يَـوْمًا تَذْكُـرُ نـِي بِكَــمْ مُحَبَّةٍ Yevmen tezkurunî bikum muhabbetin
حَقِيـقَـةٍ كَاْلاُمَّهَـاتِ وَ اْلاَبِHakîkatin ke’l-ümmehati ve’l-ebi
رَفَعْتَ ثَوَابَ النـَّظْـمِ لِي عَلْيَاكُـمُوا Rafeğte sevâbe’n-nazmi lî alyâkumû
كَالْحُلَّةِ المُفَضَّضِ الْمُــذَهَّبِ Ke’l-hulleti’l-müfeddadi’l-müzehhebi
جَمعِي بِكُمْ جَمْعٌ مُصَحَّـحٌ بِهCemî bikum cem’un musahhahün bihî ÷
قُــلُوبُـنَا مَوْصُولَةٌ لاََ ُتـحْجَبُKulûbuna mevsûletun lâ tuhcebu
بِالْعِلْـمِ اَحْيَاكُمْ اِلـٰهُ الْكَـائِنَاتِBi’l-ılmi ahyakum ilâhü’l-kâinati
مَاذَرَّ شَارِقٌ وَلاَحَ كَــوْكَـبٌMâ zerre şarikun ve laha kevkebun
مُذْغِـبَـتُوا دَمُوعِ عَـيْنـِى تَسْكَبُ
Sevgilisinin kaybolmasından gözümün yaşı dökülüyor
كَادَتْ مِنَ الشَّوْقِ اِلَـيْكُمْ تَذْهَبُ
Şevk ve iştiyaktan neredeyse sana gidesim geldi.
نَارُ الْفـُــۤؤادِ لَمْ تَـنـْطَفِى مِنْ سَكيِهَا
Kalbimin ateşi ağlayışımdan dolayı da sönmedi
اِذْ كلـما اُجِرَتْ وَهِيَ تَـتَـلَهَّبُ
Hepsi de akıtılsa o yine tutuşur
مِنْ شِدَّةِ السَّوْدَاءِ في÷ لَـيْلِ الْفِرَاقِ
Gece vaktinde ayrılış karanlığının şiddetinden
مَالي÷ سِوى هَـوَاكِمُوا مِن مُذْهِبٍ
Benim için yaldızlı parlayışından başka bir şey öfkelenmeleri
حَيَّرْتمُوا بِالْفِـرَاقَةِ الْقَـلْبِ الْمَكْئيِبِ
Mahzun kuruntulara çilelere boğulmuş kalbin ayrılığı hayrete düşürdü.
يَا لَــيْتَـنِى مِنْ بَعْـدِ بَعْـدَ اَقْـرَبٍ
Keşke bundan sonra akrabiyetten daha yakın olaydı.
Kocamustafapaşa Dergâhı şeyhlerinden Yakub-ı Germiyânî’nin zaman zaman şiir söylediğinden ve “mevzun[1] kelâm” ettiğinden bahseden oğlu ve Menâkıbnâme yazarı Sinânüddin Yusuf, babasının;
Ben ne hidmetkâr ne mahdûm olaydum kâşki
Gelmeyeydüm âleme ma’dûm olaydum kâşki
beyitini söylemesi üzerine niçin ma’dumiyeti tercih ettiği sorusuna şu cevabı verdigini nakleder:
“1-Evvelâ: bu kelâm, âlem-i vahdetin lezzetinden müfârakât [2] elemi tezekkür olunduğu zamanda lisân-ı hâlden kâle geçmişdür.
2-sâniyen; şerâyit-i ni‘met-i vücûd ki edâsında nice ehl-i şuhûd âciz ve mertebe-i kemâle az kimse hâiz görüldüğü esnâda makâm-ı acz’de vârid olmuş bir kelâmdur.
3-sâlisen; bu kelâm, makâm-ı kâlde denilmiş değildir. Muktedâ-yı ba‘zı hâldür ki bu mertebede fahr-i âlem salla’llâhu aleyhi ve sellem
“Keşke Muhammed’in Rabbi, Muhammed’i yaratmasaydı.” diye buyurmuşlar. Dâhı Hazreti Ali kerreme’llâhü veche,
‘hiç kimseyi reşk [gıpta] etmezem illa dünyaya gelmeyenlere reşk ederem’ demişler.
Dâhı nice evliyâ-yı kibârın her birinün bu makâmda bir kelâmı vardur.” [3]
مُخْـتَصَرٌ تَخْلِيصِ حَالِى بِالْـبَيَانِ
Bu halimin beyanının muhtasarın muhtasarıdır.
Bu anlattıklarım kelimeye sığanlardır. Sığmayanlar içinse söz kafî gelmedi, demektir.
مَا قُلْتُهُ مُطَـوَّلٌ وَ مُطْـنِبٌ
Onunla söylediklerimiz uzun ve dayanılmazdır.
دَاءُ الْفِـرَاقِ لَـيْسَ مِنْ طِبَّ لَهُ
Ayrılık acısının tıbda bir ilacı yoktur.
اِلاَّ مُواَصِلَةَ الْحَبيِبِ المَرْغُوبِ
Ancak rağbet edilen sevgiliye kavuşmayı
اَرْجُو مِنَ اللهِ الْكَـرِيمِ الْمُسْتَعَانُ
Kerim ve müsteân[4] olan Allah Teâlâ’dan ümit ediyorum ki
عِلاَجَ دَاءِ هِجْـرٍ هـôذَا الْمُذْنِبِ
Ayrılık derdinin ilacı bu ağırlığı gidersin
قَدْ وَدَعْتُ تِلْكَ الْقَصِِيدَةَ نَـبَذَةٌ
Bu kasideye bir parça koydum
مِنَ الْبَـيَانِ وَ الْبَـدِعِ اْلاَغْـرَبَ
Beyan[5], bedi’[6] ve garib[7] şeylerden
يَـوْمًا تَذْكُـرُ نـِي بِكَــمْ مُحَبّــَةٍ÷
Bir gün ki muhabbetin nasıl olduğunu hatırlattı.
حَقِيـقَـةٍ كَاْلاُمَّهَـاتِ وَ اْلاَبِ
Muhabbetin hakikati aynı anneler ve baba gibidir.
رَفَعْتَ ثَوَابَ النـَّظْـمِ لِي عَلْيَاكُـمُوا
Benim için bu nazmın güzelliğini yücelt
كَالْحُلَّةِ المُفَضَّضِ الْمُــذَهَّبِ
Altın ve gümüşle bezenmiş elbise gibi
جَمعِي بِكُمْ جَمْعٌ مُصَحَّـحٌ بِه÷
Onların seninle topluluğu sıhhatli topluluktur.
قُــلُوبُـنَا مَوْصُولَةٌ لاََ ُتـحْجَبُ
Bizim kalplerimiz sana kavuştuğu için perdelenmez.
Bâyezid Bistâmi kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz daima hacca giderdi. Vardığı bir şehirde önce oradaki şeyhleri ziyaret etmeyi sonra da başka işlerle uğraşmayı âdet edinmişti. Basra'da bir dervişin yanına uğradı. Derviş ona sordu:
Ya Bâyezid, nereye gidiyorsun? Bâyezid cevap verdi:
Mekke'ye, Tanrı evini ziyarete gidiyorum.
Yanında ne kadar yol harçlığı var?
İki yüz dirhem.
Öyle ise kalk yedi defa benim çevremde dolan. O paraları bana ver!
Bâyezid yerinden fırladı para çıkışını kuşağından çözdü öperek şeyhin önüne bıraktı, Şeyh tekrar söze başladı. Yine sordu:
Ey Bâyezid! Nereye gidiyorsun? Gideceğin yer Tanrı'nın evidir ama şu benim gönlüm de Tanrı evidir. Ulu Tanrı hem o evin hem de bu evin sahibidir. O evi yaptırdıktan sonra orada hiç oturmamıştır. Ama bu ev yapıldıktan sonra hiçbir zaman buradan ayrılmamıştır.[8]
بِالْعِلْـمِ اَحْيَاكُمْ اِلـٰهُ الْكَـائِنَاتِ
Kainât ilâhının ilmi ile size hayat veren
مَاذَرَّ شَارِقٌ وَلاَحَ كَــوْكَـبٌ
Güneşin doğuşu ve yıldızların doğuşu gibidir.
[1] Mevzun: Vezinli. Ölçülü. Tartılı. Düzgün. Yakışıklı. Her bir vasfı ölçülü ve i'tidal üzere bulunup, sırf iyi ve güzel şeylere nâil olan.
[2] Müfarakat: Ayrılık. Bir yere bırakıp gitmek. Dostlarından ayrı düşmek.
[3] Yusuf b. Yakup, Menâkıb-ı Serif ve Tarikatnâme-i Pîran ve Meşayih-iTarikat-ı Aliyye-i Halvetiyye, İstanbul 1290. s. 70.
[4] Müstean: (Avn. dan) Kendisinden yardım beklenen, yardım istenen.
[5] Beyan: İzah. Açıklama. Anlatma. Açık söyleme. Öğretme. Fesahat ve belâgat. Edb: Belâgat ilminin hakikat, mecaz, kinâye, teşbih, istiâre gibi bahislerini öğreten kısmı. (Bak: Belâgat) Söz olsun, iş olsun; vukû’ bulan şeyden murad ne olduğunu o şey ile alâkası ve münâsebeti bulunan bir sözle veya bir fiil ile açıklamaktır.
[6] Bedî:eşi benzeri olmayan hayret verici güzellikte olan, hârika.
[7] Garib: Hayret verici. Tuhaf. Kimsesiz. Zavallı. Gurbette olan.
[8] (Şems-i Tebrizî, 2007), (M.321), s. 411
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar